14 Şubat 2019 Perşembe

ALTIOK

ALTIOK




Yazan 
Metin Aydoğan



5 Şubat 1937’de Anayasa maddesi yapılan Altıok, yaymaca amaçlı sıradan bir tanımlama değil; direniş içinde oluşan, yaşama bağlı ve geleceğe yön veren ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek isteyen bir ulusun, kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu gösterir. Bu işin nasıl yapılacağını açıklar. İnsanı esas alır, bilime ve gerçeklere dayanır. Herşeyden önce, çok yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun belirlemeler; halka verilen söz ve yükümlenmelerdir. Toplumsal gelişimi temel amaç sayan, kendine güvenli ve devrimci bir yönetimin yapabileceği bir girişimdir. Türk ulusunun buluşudur ve evrensel bir boyutu vardır.

Yaşanan Gerçek,

Nutuk’un okunduğu Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi (1927), bir tüzük değişikliği yaparak; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılık olarak tanımlanan üç anlayışı, partinin temel ilkeleri durumuna getirdi. 1931 Kurultayı’nda bunlara; Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik eklendi ve bu altı ilke, 1937’de Anayasaya maddesi durumuna getirilerek, yalnızca partinin değil, devletin de temel ilkesi oldu.

Özgün ve Evrensel

Altıok, Türk Devrimi’nin yarattığı bir çağdaşlaşma izlencesi (programı) ve ezilen ulusların tümüne örnek oluşturan bir kalkınma yönetimidir. Temelinde, altı ilkenin tümüne tek tek ya da bütün olarak yön veren, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik anlayışı vardır. Bu anlamıyla altıok, bir dünya görüşüdür.

İlkeler, birbirinden kopuk, biçimsel belirlemeler değil, birbirini tamamlayan ve birlikte değerlendirildiğinde anlamı olan saptamalardır. Birbirinden koparılarak ele alınırsa ya da bir kaçı yok sayılırsa, Türk Devrimi’ni temsil etmez, somut bir başarı sağlayamaz.

1923-1938 arasında gerçekleştirilen devrim atılımlarının tümü, Altıok içinde ifadesini bulur; hiçbir girişim dışarda kalmaz. Örneğin; Saltanat ve Hilafetin kaldırılması Cumhuriyetçilik’le; dil-tarih yenileşmesi Milliyetçilik’le; eğitimin birliği, tekke ve zaviyelerin kapatılması Laiklik’le; kamulaştırmalar ve ekonomik uygulamalar Devletçilik’le; tarım ve sağlık atılımları Halkçılık’la; hukuk ve yenilikçi girişimler Devrimcilik’le ilişkilidir. Bu ilişkiler, altı ilkenin bütünlüğü içinde, ayrıca birbirlerine bağlanmışlardır.

Cumhuriyetçilik

Türk Devrimi’nin cumhuriyet anlayışı, kimi ülkelerde olduğu gibi, kişi, zümre ya da soy egemenliğini örtmek için kullanılan, adıyla uyumsuz, biçimsel bir yönetim anlayışı değildir. Batı’da (ya da Doğu’da) görülen hiçbir cumhuriyet biçimine benzemez. Toplumu oluşturan tüm kesimleri kapsayan anlayışıyla, doğrudan ulusal egemenliği ve halkın gönencini amaç edinmiştir. Türk toplumuna özgü nitelikleriyle, eskiden gelen katılımcı anlayışın günün koşullarına göre uygulandığı, halka dayalı demokratik bir yönetim biçimidir. Toplumun ve devletin tüm gücü, yalnızca ulus ve halk için kullanılmıştır.

Yasama organı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi, azınlığı temsil eden, sınıf egemenliğine dayalı Batı parlamentolarından çok ayrımlıdır. Emperyalist işgale karşı, halkın temsilcileriyle ve bizzat halkın kendisi tarafından oluşturulmuştur. Aynı durum; yürütme, yargı ve yasama oluşumu için de geçerlidir. Bu kurumlarda görev yapan insanlar, egemen sınıf temsilcileri değil halkın içinden gelen kişilerdir.

TBMM yönetim anlayışını, Fransız cumhuriyetçiliğinden ya da İngiliz parlamentarizminden değil; Göktürk toylarındaki katılımcılıktan, Anadolu Ahi paylaşımcılığından ve İslamiyet’in danışma (meşveret) geleneklerinden almıştır. Kurtuluş Savaşı’nı yürüten mecliste, toplumun hiçbir kesimi temsil dışı kalmamış; köylüler, askerler, din adamları, tüccarlar, aşiret ve tarikat şeyhleri, esnaf temsilcileri, doktorlar, avukat ve gazeteciler, aynı çatı altında tek bir amaç çevresinde birleşmişti. Cumhuriyetçilik anlayışı böyle bir meclis içinde oluştu.

Ulusçuluk

Kurtuluş Savaşı’yla yükselen Türk ulusçuluğu, devrimlerle uygulamaya sokuldu ve kuramsal çerçevesi belirlenerek devlet siyasetine yerleştirildi. Kapsam ve nitelik olarak Batı ulusçuluğundan çok farklıydı. Kurtuluş Savaşı’yla başarılan şey, yönetim geleneklerini yitirerek çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, Türk kimliğine geri dönerek, çağa uyan yeni bir devletin kurulmasıydı. Eskide olduğu gibi, ezene karşı ezilen, haksıza karşı haklı savunulacak ve ulusal varlık korunacaktı. Türk ulusçuluğu buydu.

Emperyalist devletler, dünyaya yayılıp ülkeleri kendilerine bağlarken, daha önce birbirleriyle ilişkisi olmayan bu ülkeleri, ister istemez ortak düşmana, yani kendisine karşı birleştirmiş olur. Onları, küresel işleyişin parçaları durumuna getirirken, aynı zamanda, ezilen ülke ulusçuluğuna sömürgeciliğe karşı evrensel bir boyut kazandırır. Ezilen ülke ulusçuları bilirler ki; ortak düşmana, yani emperyalizme karşı oluşan tepki, direnme duygularını geliştirerek onları birbirine yakınlaştıracaktır.

Emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan Türk ulusçuluğunun, ezilen uluslarda büyük heyecan yaratması ve yüksek bir saygınlığa ulaşarak evrensel bir devinim yapmasının nedeni budur.

Emperyalizme karşı savaşım, ezilen ülke ulusçuluğunu, ırkçılığın dar kalıplarından çıkarır, onu özgürlüğü amaçlayan demokratik bir devinim durumuna getirir. Ezen ülke ulusçuluğuyla, ezilen ulus ulusçuluğu arasındaki ayrım; despotlukla demokrasi, saldırganlıkla savunma, tutsaklıkla özgürlük arasındaki ayrımdır. emperyalizme karşı çıkmayan kişi ya da siyasetler, demokrat ya da sosyalist olamaz. Ezilen ulus aydınları, herşeyden önce emperyalizme karşı çıkmak, bunun için de ulusçu olmak zorundadır. Ulusçuluk, ezilen ulusların emperyalizme karşı kullanabileceği tek silahtır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusçuluk anlayışı, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Türklerin, gönenç ve mutluluğunu esas alır. Pantürkist (dünya Türklerinin birliği) görüşleriyle bir ilgisi yoktur. Ülke dışındaki Türkleri, iç siyasi uğraş alanı dışında tutar.

Atatürk, Ulusçuluğun evrensellik anlayışını, “dünyanın neresinde bir rahatsızlık varsa, bizden ne kadar uzak olursa olsun, bu rahatsızlıkla ilgilenmeliyiz. İnsanlığın tümünü bir vücut, her milleti bir uzuv saymak gerekir… İnsan kendi milletinin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını da düşünmeli, kendi ulusunun mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa, bütün dünya uluslarının mutluluğuna da o kadar önem vermelidir”1 biçiminde açıklamıştır.

Halkçılık

Fransız Devrimi’nde yurttaş, Rus Devrimi’nde yoldaş olan kavram, Türk Devrimi’nde halk sözcüğüyle tanımlanmıştır. Sözcük anlamlarıyla sınırlı kalmayan bu tanım, devrimler arasındaki niteliksel başkalığın doğal sonucudur.

Fransız Devrimi’nde kentsoylular (burjuvalar), işçi ve köylüleri arkasına alarak beysoylular (aristokratlar) sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, işçi sınıfı, köylüleri arkasına alarak kentsoylular ve beysoylular sınıfını yönetimden uzaklaştırmıştır.

Ayrı nitelikteki bu iki devrimin ortak özelliği, sınıf savaşımına dayanan iç çatışmanın, toplumsal savaşım durumuna gelmesidir. Fransız Devrimi’nin temel söylemi olan eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet gibi kavramlar, Fransız ulusunun tümünü değil kentsoylu sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, toplumun tümünü değil, işçi sınıfını, belli oranda da köylülüğü kapsamıştır.

Türk Devrimi’ndeki halk anlayışı, Fransız ve Rus Devrimlerindeki yurtdaş ve yoldaş kavramından çok ayrımlıdır. Her şeyden önce, çatışma içe değil, dışa dönüktür. Sınıfsal değil, ulusaldır. Emperyalist saldırganlığa karşı savaşılmıştır. Bu özellik, halk tanımını sınıfsal ayırımlarla sınırlamaz, saldırganlarla işbirliği yapmayan herkesi kapsayacak biçimde genişletir. Halk tanımı, önemli oranda millet tanımıyla bütünleşir ya da en azından yakınlaşır.

Devrimler gerçekleştirilirken, yapılanların tümü halk içindir. Devrim araç, halk amaçtır. Mücadele anlayışı; bürokratik yetkileri, siyasi bağlaşmaları (ittifakları) ve uzlaşmaları değil, halkla bütünleşmeyi esas alır. Atatürk bunu halka yaptığı bir konuşmada şöyle dile getirir; “Siz halksınız, devlet artık sizsiniz: Türkiye’de bireyler arasında sınıf çatışması yoktur, çünkü yoksul düşmüş milletin tümü halktır. Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Milli burjuvazi henüz sınıf durumuna gelememiş. Ticaretimiz çok cılız, çünkü sermayemiz yok. Yabancılar bizi eziyor…2 Sosyoloji bakımından bizim hükümetimizi anlatmak gerekirse, buna halk hükümeti deriz. Biz yaşamını, istiklalini kurtarmak için çalışan emekçileriz, kurtulmak ve yaşamak için çalışmaya mecbur bir halkız”.3

Laiklik

Eski Türk geleneklerinde din, çıkar amaçlı kullanılmamış, siyaset dışında tutularak, inanç özgürlüğü kişisel bir sorun olarak bırakılmıştı. Hiçbir eski Türk devletinde; din, mezhep ya da ırk; devlet siyasetine yön vermemişti. Bu nedenle, laiklik ilkesini dünyada belki de en çok Türkler temsil ediyordu ya da temsil etmesi gerekiyordu. 1. Selim’den sonraki Osmanlı uygulamaları, eski Türk anlayışına büyük zarar vermişti.

İslamiyette, eşitlik ve adalet kavramı, yalnızca kişisel bir sorun değil, onu aşan ve devlet işleyişine yön veren bir düzen sorunuydu. Adalet sağlama ise, din adamlarına değil, hukuk bilginlerine (müçtehidlere) bırakılmıştı. Adaleti sağlamanın, inanç ve yorum değişikliğine bağlı olmayan ve varsıl yoksul herkesi kapsayan sağlam kuralları vardı. Bu nedenle, halka adalet götüren ve hukuka kaynak oluşturan İslami gelenekler, Prof.Cahit Tanyol’a göre, “laiklik kavramıyla büyük bir yakınlık içindeydi”. Osmanlı’nın devlet yönetimine soktuğu din anlayışı, İslami kurallarla tam olarak örtüşmüyordu.

Laiklik İlkesi, Kurtuluş Savaşı’yla başlayan, devrimlerle süren, birbiriyle ilişkili devrimci uygulamalar sürecinde oluşturuldu. Bağnazlığa ortam hazırlayan ve işbirlikçi nitelikleri nedeniyle halkla ve dinle ilişkileri kalmayan; Saltanat, Hilafet, medrese ve tarikatlara karşı savaşım içinde olgunlaştı. Saltanata karşı Cumhuriyet, Hilafete karşı Diyanet, medreseye karşı çağdaş okullar, tarikatlara karşı halk örgütlenmeleri kuruldu.

Atatürk, laikliğe temel oluşturan anlayışı için; “Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi, ne bir din ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aracı olarak kullanılamaz”4 diyor; dini çıkarı için kullananlara duyduğu nefreti, “softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. Bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz” sözleriyle dile getiriyordu.5

Devletçilik

Devletçilik İlkesi, kimi kesimlerce yalnızca ekonomik kalkınma sorunu olarak ele alınır, bu çerçeve içinde değerlendirilir. Bu yaklaşım doğru, ancak özellikle Türk toplumu için eksiktir.

Türklerde devlet, ekonominin sınırlarını aşan ve topluma yön veren bambaşka bir etkiye, tarihsel bir saygıya sahiptir. Batı’da olduğu gibi, yönetimi ele geçiren egemen sınıfların topluma karşı kullandığı baskı aracı değil, toplumun tümünü temsil edip ulusu kucaklayan, koruyucu ve sosyal bir kamu gücüdür. Yalnızca Türklere özgü olan ve toplum yaşamını düzenleyen bu özellik, doğaldır ki, Cumhuriyet’in geliştirdiği Devletçilik İlkesine de yön ve biçim vermiştir.

Cumhuriyet Devleti, bu birikim ve anlayış üzerine kuruldu. Mustafa Kemal, Devletçilik İlkesine temel oluşturan kuramsal araştırmaları içinde, önem verdiği bu özelliğe sıkça değindi; devlet uygulamalarını bu özellikle uyumlu kıldı. “Cumhuriyet Hükümetinin, yurttaşların yaşamı, geleceği ve refahıyla her bakımdan ilgilenmesi doğaldır. Halkımız yaradılıştan (teb’an) devletçidir ki, her şeyi devletten istemeyi kendisinde bir hak olarak görür. Bu nedenle, milletimizin yapısıyla, devletçilik programı arasında, tam anlamıyla bir uyum vardır. Bu yönde yürüyeceğiz ve başarılı olacağız. Bundan kuşkumuz yoktur”.6

Devletin, ekonomik gelişmeye yön vermesi, kökleri eskiye giden yaygın ve genel bir uygulamadır. Batı’da, kapitalizmin gelişim döneminde etkili olan Merkantilizm, ekonomik ulusçuluğu ve devletçiliği temsil ediyordu. Fransa’da Kolbertizm, Almanya’da Kameralizm, İspanya’da Bulyonizm adını alan merkantilist işleyiş; devletçilik, korumacılık, sanayicilik ve ulusçuluk üzerine kurulmuştu.

Mustafa Kemal, Türkiye için geçerli olan devletçilik biçimi üzerine yoğun çalışma yaptı. Türk ve Batı toplumlarının tarihsel evrimini, ekonomik yönleriyle ele aldı, ortak yönlerini ya da ayrılıkları inceledi. Vardığı sonuçları, Türkiye’nin koşullarına ve gelişim isteğine uyumlu yöntemler durumuna getirdi. “Sosyal, ahlaki ve ulusaldır” diye tanımladığı Devletçilik İlkesi, bu bilinç ve çabanın ürünü olarak ortaya çıktı. 1922 yılında şunları söylüyordu; “ülkemizi düşman işgalinden kurtardıktan sonra, amacımız, kamu yararı taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetmek, böylece büyük sermaye sınıfının gelecekte ülkeye hakim olmasını önlemektir”.7

Devrimcilik

Fransız yazar Paul Gentizon, Türk Devrimi’ni, Fransız İhtilali’nden ve Rus Devrimi’nden daha ileride bulur ve şu saptamayı yapar: “Sürekli devrim anlayışı, Türkiye’den başka hiçbir ülkede, bu denli radikal bir tutumla uygulanamamıştır. Fransız ihtilali, siyasi kurumlar arasında sınırlı kalmış, Rus İhtilali sosyal alanları sarsmıştır. Yalnızca Türk Devrimi, siyasi kurumları, sosyal ilişkileri, dinsel alışkanlıkları, aile ilişkilerini, ekonomik yaşamı ve toplumun moral değerlerini ele almış ve bunları devrimci yöntemlerle, köklü bir biçimde yenilemiştir. Her değişim, yeni bir değişime neden olmuş; her yenilik, bir başka yeniliğe kaynaklık etmiştir. Ve bunların tümü halkın yaşamında yer tutmuştur”.8

Türk Devrimi’ne halka ve gerçeğe dayanan olağanüstü bir devrimci ruh, sıradışı bir atılganlık egemendir. Devrimci tutumda gevşeme ya da düzeni durağanlaştırma eğilimi, Kemalist Devrim’de görülmez. Koşulları oluşan atılım ertelenmez, kesintiye uğratılmaz. Hiçbir güçlük; bağımsızlığı örselemeye, tutuculukla uzlaşmaya, bilimi savsaklamaya ya da devrimden ödün vermeye gerekçe yapılmaz. Sınıf, zümre ve küme ayrıcalığına izin verilmez. Anlayış olarak, yaşamdan kopuk sanal amaçlara değil, bilime ve gerçeklere dayanılır. Halka hizmete yönelen somut belirlemeler, tutarlı bir devrimci anlayışla, uygulanabilir izlencelere dönüştürülür.

Devrimci kararlılık ve irade gücü, Devrim’in her aşamasında geçerli olan temel yöntemdir. İç ve dış hiçbir karşıtlık, bu iradeyle başedememiştir. Devrim’in önderi, “Devrimin kanunu, tüm kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim düşüncelerimizi boğmadıkça, başlattığımız devrim ve yenilikler, bir an bile durmayacaktır” demiş, bu tutumu ölene dek sürdürmüştür.9

Türk Devrimi, etkisine ve köktenliğine karşın, ülke içinde şiddet uygulamamıştır. Fransız ve Rus Devrimlerinde, yüzbinlerce insan ölürken, Türk Devrimi’nde, çok az kan dökülmüştür. Devrim, her aşamasında meşruiyetçiliği esas almış, Kurtuluş Savaşı, katılımcı bir halk meclisiyle yürütülmüştür. Yasama, yürütme ve yargı gücü, bu mecliste bütünleştirilerek, devrimcilik adına kişisel egemenliğe izin verilmemiştir. Emperyalizme karşı savaşı, meclis kurarak yürüten bir başka örnek yoktur.

Atatürk, devrimi, “mevcut kurumları zorla değiştirmek” olarak tanımlar ve Türk Devrimi’ni; “uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar, yıllarca süren savaş… Bunlardan sonra içerde ve dışarda saygı duyulan yeni bir vatan, yeni bir toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için sürekli devrimler… İşte Türk Devrimi’nin kısa ifadesi” biçiminde özetlemiştir.10

Devrimi başarmanın tek yolunun, halkı kazanmaktan geçtiğini bildiği için, halkın duygu ve düşüncelerine büyük önem veriyordu. Devrimcileri; her ne pahasına olursa olsun halkla bütünleşmeye, onu anlayıp bilinçlendirmeye çağırıyor; her şeyin halkın gönencini sağlamak için yapıldığını söylüyordu; “Gerçek devrimciler onlardır ki, gelişme ve yenileşme devrimine katmak istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilimi kavramasını bilirler… Devrimin gerçek sahibi halktır. Milletin yetenek ve olgunluğu olmasaydı, devrimi yaratmaya hiçbir güç yeterli olamazdı… Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tümüyle çağdaş, bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline getirmektir. Devrimimizin gerçek ilkesi budur”.11

DİPNOTLAR

1       ”Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.417
2       “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları” Ş.İ.Aralof, Birey Toplum Yay., 2.Baskı, Ank.-1985, sf.253
3       ”Atatürk Diyor ki” Varlık Yay., İst.-1957, sf.27
4       “Atatürk’ün Hususiyetleri” Kılıç Ali, 1955, sf.57 (111)
5       “Atatürk’ün Hususiyetleri” Kılıç Ali, 1955, sf.57 (111)
6       “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, II.Cilt, sf.262; ak. Hüseyin Cevizoğlu, “Atatürkçülük” Ufuk Ajans Yay., sf.48
7       “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.210
8       “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.B., sf.164
9       “Atatürkçülük” Hüseyin Cevizoğlu, Ufuk Ajans Yay., sf.63
10     “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, I.C, 1945, Türk.İnk.Tar.Ens.Yay., sf.365
11     “Düşünceleriyle Atatürk” Arı İnan, TTK, 2.Baskı, Ank.-1991, sf.87

http://kuramsalaktarim.com/altiok-5/

***

HALK FIRKASININ ÖN ADIMI DOKUZ UMDE İLKE

HALK FIRKASININ ÖN ADIMI DOKUZ UMDE İLKE

Yazan Metin Aydoğan


… Yurt gezilerinde saptadığı halk eğilimlerinden, aydın ve uzman görüşlerinden ve İzmir İktisat Kongresi kararlarından yararlanarak; kurulacak partinin programı için bir ön taslak oluşturan bir bildiri hazırladı. Bu bildiriye, Dokuz İlke (Umde) adını verdi… Dokuz İlke’nin giriş bölümünde, ‘ülkeyi ve ulusu parçalayarak yıkılma felaketinden kurtaran’ Büyük Millet Meclisi’nin, ‘ulusal egemenlik esasına dayanan bir halk devleti ve hükümeti’ kurduğu, şimdiki görevinin ise, ‘ekonomik gelişmeyi sağlayacak kurumlaşmanın tamamlanması’ ve ‘milletin gönence kavuşturulması’ olduğu söyleniyordu. Bunu başarmak için ‘ulusal egemenlik temelinde bir siyasi örgüte erişmek’ gerektiği açıklanıyordu… Dokuz ayrı madde halinde saptanan ilkeler, özet olarak şöyleydi: “Egemenlik, kayıtsız koşulsuz ulusundur ve halkın kendi kendini yönetmesi esastır… Saltanatın kaldırılması ve ulusal egemenliğin Meclis’in yetkisinde olduğunu kabul eden kararlar, hiçbir biçimde değiştirilemez… 
Ülkede huzur ve güven sağlanıp korunacak yasalar, ulusal gereksinime ve hukuka uygun olarak yeniden ele alınacaktır… 
Aşar vergi yöntemi düzeltilecek, tarım desteklenecek, çiftçi ve sanayicilere kredi sağlanacak, demiryolları geliştirilecektir… 
Eğitim, yeni yöntemlerle yaygınlaştırılacak, ulusal gereksinimlere göre yeniden yapılandırılacaktır… Ulusal üretim ve sanayi, dışa karşı korunacaktır. Sağlık ve sosyal yardım kuruluşları geliştirilecek, işçi ve subayların gönenç düzeyi yükseltilecek; gazi, dul ve yetimlerin yoksulluk çekmesi önlenecektir… Ekonomi, siyaset, maliye ve yönetimde, bağımsızlığı zedeleyecek bir barış antlaşması, kesinlikle kabul edilmeyecektir”…

Kaynak: METİN AYDOĞAN; “Atatürk ve Türk Devrimi”

http://kuramsalaktarim.com/halk-firkasinin-on-adimi-dokuz-umde-ilke/

***

DOKUZ IŞIK & ALPARSLAN TÜRKEŞ

DOKUZ IŞIK & ALPARSLAN TÜRKEŞ


ÖZET
DAVUT TAŞ

İçindekiler


GİRİŞ 1
A. BİR SİYASETÇİ OLARAK ALPARSLAN TÜRKEŞ 2
B. CUMHURİYETÇİ KÖYLÜ MİLLET PARTİSİ’NDEN MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ’NE 4
C. DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ VE ANALİZİ 5

1. Milliyetçilik 6
2. Ülkücülük 8
3. Ahlakçılık 9
4. İlimcilik 10
5. Toplumculuk 11
6. Köycülük 14
7. Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik 14
8. Gelişmecilik ve Halkçılık 14
9. Endüstricilik ve Teknikçilik 15

SONUÇ 16

KAYNAKÇA 18

GİRİŞ;

Alparslan Türkeş’le biçimlenen Milliyetçi Hareket Partisi hareketi, gerek hareketin karşısında olanlar gerekse hareketin kendi mensupları tarafından yapılan birçok çalışmada, bir kitle hareketi olarak değerlendirilmiştir.  Her ne kadar Milliyetçi Hareket Partisi günümüzde iktidarı etkileme ve yönlendirme aşamasında etkisiz olsa da milliyetçi tabana seslenmesi ve köklü bir geçmişe sahip olması nedeniyle önemlidir. Yakın politik dönemde “milliyetçi hissiyat”a dayanan başka partiler kurulmuş olsa da MHP köklü geçmişi ve sistemi ile politik sahnede varlığını devam ettirmektedir. 

Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi iken küçük bir azınlığa seslenen ve sığ bir teşkilata sahip olan MHP, Türkeş’in yarattığı dönüşüm ile bir sonraki genel seçimde çok büyük bir atak yapamasa da en azından MHP’yi çok daha geniş bir tabana seslenir hale getirmiştir. Fakat İstanbul’daki Türkçü çevreler, MHP’yi ümmetçi ve Anadolucu akımların etkisin de kalmakla ve Türkçülükten taviz vermekle suçlamışlardır.  Yine de yapılan tüm eleştiriler olumsuz olmamıştır. Yön dergisi CKMP’deki gelişmeleri ve yeni parti programını değerlendirmeye almış, “…Türkeş ve ekibi, Anayasa hudutları içinde dine azami saygılı ve milliyetçi bir çerçeve içinde, bir kalkınma görüşü getirmektedir. Faşistlik suçlamalarına rağmen CKMP’nin yeni programı ileri ve demokratik bir manzara taşımaktadır.” yorumunu yapmıştır. 
Türkeş’in yaptığı dönüşüme karşı çıkan “Türkçü” çevrelerin partiden uzaklaşması Türkeş’in partinin Weberyan tarzda “karizmatik lider”i haline gelmesinde etkili olmuştur.  
Türkeş ve ardından gelenlerin genel seçimlerdeki oy oranına bir göz atarsak:


Seçim tarihi Genel başkan Alınan oy sayısı Alınan oy oranı Milletvekili sayısı

12 Ekim 1969 Alparslan Türkeş 274,225 %3.02 1/450
14 Ekim 1973 Alparslan Türkeş 362,208 %3.38 3/450
5 Haziran 1977 Alparslan Türkeş 951,544 %6.42 16/450
24 Aralık 1995 Alparslan Türkeş 2,301,343 %8.18 0/550
17 Nisan 1999 Devlet Bahçeli 5,606,634 %17.98 129/550
3 Kasım 2002 Devlet Bahçeli 2,629,808 %8.35 0/550
22 Temmuz 2007 Devlet Bahçeli 5,001,869 %14.27 71/550
12 Haziran 2011 Devlet Bahçeli 5,585,513 %13.01 53/550

Yukarıda da görüldüğü gibi Türkeş döneminde kazanılan milletvekili sayısı en fazla 16 olmuş, oy oranı ise %6,42 ile sınırlı kalmıştır. MHP asıl atağını ise 1999 seçimlerinde yapmış ve meclise 129 milletvekili sokmuştur. Oy oranı ise %17,98’dir.

MHP oy oranında istikrarsız bir durum sergiler. Yine de MHP Alparslan Türkeş geçmişi ile incelemeye değerdir. En azından MHP milliyetçilik kavramının politik sahneye sokulmasını sağlamıştır. İnceleyeceğimiz Dokuz Işık ise Alparslan Türkeş’in MHP’sinin temel programını oluşturması ve bir döneme bakışı içermesi itibariyle önemlidir.  

A. BİR SİYASETÇİ OLARAK ALPARSLAN TÜRKEŞ

Ülkücü hareketin inşasına önderlik eden Alparslan Türkeş milliyetçiliğin ulusal kimliğin “doğal” bir unsuru sayılmaktan çıkıp ayrı bir politik kimliğe dönüşmesine taşıyıcılık etmiştir.  Alparslan Türkeş’in doktrinleştirdiği ve MHP’nin günümüzde sadece sembolikleşen vizyonunu oluşturan “Dokuz Işık”ı anlamak ise pek tabi onu tezleştiren Türkeş’in yaşamına göz atmaktan geçer. Nitekim yaşamsal deneyimler düşünüşü; düşünüşler de davranışları etkiler.
  
Türkeş, Lefkoşa’da 1917 yılında Feyzullah Hüseyin olarak dünyaya gelmiş 1933'te Kuleli Askeri Lisesi’ne geçici olarak kaydolmuş ve ardından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçtikten sonra 1936 yılında Kuleli Askeri Lisesi'ni ve 1938 yılında da Harp Okulu'nu bitirmiştir. Bir yıl sonra 1939'da piyade asteğmeni olarak atış okuluna girmiş ve buradan da teğmen olarak mezun olmuştur. 1955'de Harp Akademisi'ni ve daha sonra  Amerikan Harp Akademisi'ni ve piyade okulundan mezun olmuştur.

1955-1957 yılları arasında NATO Daimi Komitesi'nde görev yaparken Aynı sırada uluslararası ekonomi eğitimi görmüştür. 1959'da Almanya'da Atom ve Nükleer Okulu'na gönderilmiş ve buradaki eğitiminden sonra albay olmuş ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı NATO şube müdürü olarak atanmıştır.
Görüldüğü gibi Türkeş 1933-1963 yılları arasında kesintisiz üniforma giymiştir. Giydiği üniforma siyasi çizgisine teşkilatçı, militarist,  radikal, militan sıfatlarını dâhil etmiştir. 

1944 yılında daha üsteğmen rütbesindeyken İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından gözaltına alınmış ve Türk ırkçılığının en önemli isimlerinden Hüseyin Nihal Atsız  ile 1947’de bitecek olan “Irkçılık – Turancılık Davası”nda sanık koltuğuna oturmuş ve 9 ay 10 gün hapis cezası almıştır. Fakat tutukluluk süresince 1 yıl boyunca hücre hapsi yattığı için tahliye etmiştir. Daha sonra verilen bu ceza da Yargıtay tarafından bozulmuştur.

Yargılananlardan bazıları şunlardır: Fethi Tevetoğlu,  Zeki Velidi Togan, Said Bilgiç, Hasan Ferit Cansever, Reha Oğuz Türkkan, İsmet Rasin Tümtürk, Hikmet Tanyu, Orhan Şaik Gökyay, Muzaffer Eriş vb… 

1960 Darbesi ise irdelenmesi gereken bir başka konudur. Bilmemiz gereken ise Türkeş’in 27 Mayıs 1960 Cuma sabah saat 5.25’te darbe bildirisini okumasından öte Milli Birlik Komitesi’nden tasfiyesidir. 

MBK kendi içinde genç/radikaller ve ılımlılar olarak ikiye ayrılmıştı. Cemal Gürsel’in başında olduğu ılımlılar gerekli siyasi ve askeri düzenlemelerden sonra yönetimi sivil iradeye bırakmak istiyordu. Bu nedenle Alman Dışişleri Bakanı Genscher’in dediği; “dünya üzerinde, askeri darbenin otomatik olarak demokrasinin sonu diye niteleyemeyeceğimiz tek ülke Türkiye’dir” söylemi yerindedir.  
Yönetimin sivillere hemen bırakılmasına kesinlikle karşı çıkan, toplanıp yeminler eden Alparslan Türkeş’in de dâhil olduğu genç subaylar diğer adı ile 14’ler  13 Kasım 1960’ta yapılan bir iç darbe ile yurtdışı görevlerine gönderilerek sürgün edilmişlerdir.  Hatta bu grup bir “yeni kültür”den, Nasır’ın Mısır’ını örnek alan partisiz bir popülist siyasal sistem yaratmaktan söz ediyorlardı.  Sivil iktidarların yönetimine güvensiz olan Türkeş’in daha sonra sivil iktidar olmaya çalışması ise manidardır. Fakat Türkeş asker-sivil ilişkileri konusundaki duruşunun değiştiğini şu sözlerle açıklar:

Ben, 27 Mayıs tecrübesini geçirdikten sonra o kanaate vardım ki, ihtilâl yoluyla memlekete hizmet etmek mümkün değildir. Ne kadar eksik, ne kadar aksayan tarafları olursa olsun, hukuk yoluyla bir memlekete, bir millette hizmet, en iyi yoldur. İhtilâl otoriteyi yıkar, anarşi başlar. Bu anarşiyi durdurmak, yeniden düzeni ve otoriteyi kurmak çok güç bir meseledir ve memleket bundan zarar görür. Bunun ben içinde bulundum, fiilen yaşadım. 
Memleketin aydınlarına, vatansever insanlarına tavsiyem şudur: En kötü hukuk nizamı, en iyi ihtilâlden daha iyidir. 

B. CUMHURİYETÇİ KÖYLÜ MİLLET PARTİSİ’NDEN MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ’NE

Başlangıçta küçük toprak sahibi ve esnafın çıkarlarını temsil eden CKMP, Osman Bölükbaşı ve arkadaşlarını ayrılması ile (1962) etkinliğini yitirerek küçülmüştü.  1963’de Hindistan’dan dönen Albay Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının bu partiye girmesi bu partiyi nispeten canlandırmıştır. Köklü bir revizyonlar ise ilerde yapılacaktır.

CKMP genel müfettişliği görevi verilen Alparslan Türkeş, partinin yerel örgütleriyle doğrudan ilişkiye girerek onları yanına çekmeyi başarınca genel başkanlığa seçilmiştir.   Partinin dönüşümleri ise hızla devam etmektedir. Örneğin, partinin o tarihe kadar ülkenin yarısında teşkilatı varken, bu sayı hemen 61 il ve 435 ilçeye yayılmıştır. 

9 Şubat 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi adını alan CKMP, tekelci kapitalizme ve sendikalara karşı militan bir parti olmaya çalışmıştır.  Adana Kongresi’ndeki  değişiklik sadece adla sınırlı kalmamış Türkeş partiyi tam da istediği çizgiye çekmeyi eski dava arkadaşı Hüseyin Nihal Atsız’a karşı başarmıştır. Atsız ve ekibi kongreyi terk etmiş ve Türkeş tek güç olmuştur. Parti bayrağı, sembolü, İslamiyet’e bakışı, milliyetçilik tanımı, diğer etnik gruplara bakışı, teşkilat yapısı değişmiştir.

Bu değişikliklerden İslamiyet’e bakış ve milliyetçilik kavramında yapılan değişiklikler dikkate değerdir. İslami öğeler parti yapısına eklenmiş ve Şamanist motifler tasfiye edilmiştir. Atsız’ın meşhur deyimiyle; “MHP’de Allah Tanrı’yı kovmuştur”.  Türkeş “Dokuz Işık” adlı kitabında “Türk Tarihine Bakış” başlığı altında şunları demiştir:
Milletimizin tarihini iki bölüm olarak mütalâa edebiliriz. Bunlardan birisi Müslümanlığı kabul ederek İslâmiyet’e girmelerinden önceki dönemdeki tarihimizdir ki, bu dönem tamamiyle Orta Asya'da cereyan etmiş bir dönemdir (…) Türklerin yayıldığı ve büyük mücadelelerle büyük devletler kurduğu, büyük medeniyetler meydana getirdiği bir dönemdir. İslâmiyet'ten sonraki dönemi ise Türklerin batıya doğru yayıldıkları ve Batı Asya'da daha sonra Avrupa'da ve Afrika'da kendilerini gösterdikleri dönemdir. (...) Fakat Türk tarihinin en büyük devletleri ve meydana getirdiği en görkemli medeniyetleri Batı'da doğmuştur. Bu da Selçuklu İmparatorluğu ve Selçuklu İmparatorluğunu takip eden Osmanlı İmparatorluğudur.

Milliyetçilik kavramı ise ilerde değineceğimiz gibi esaslı değişikliklere uğramıştır. Atsız’ın ırkçı teması yerine din, kültür ve tarih birliği teması tercih edilmiştir. Fakat günümüzde dahi Atsız’ın bu teması etkisini sürdürmektedir. Bu iki değişikliklerin Türk toplum yapısınca daha çok benimsendiği ise bu değişim süreci tamamlanıp halka indiğinde görülecektir.     

C. DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ VE ANALİZİ

CKMP’nde yapılan değişiklikleri biçimsel ve fikirsel olarak ikiye ayırabiliriz. Biçimsel değişiklikler; ad, bayrak, amblem, teşkilat gibi değişiklikler iken fikirsel değişiklikler ise MHP’de artık tek güç ve “başbuğ”  olan Alparslan Türkeş’in dünyaya, Türkiye’ye ve Türk topluma bakışını içerir. 
1965 yılında aynı adlı çıkardığı kitabında ne komünist ne kapitalist bir nevi üçüncü yol olarak nitelediği “yüzde yüz yerli yüzde yüz milli” olan adlandırdığı Dokuz Işık Doktrini MHP’nin programının ötesinde misyon ve vizyonunu oluşturduğunu söyleyebiliriz.

 Giriş başlığında Türkeş “gaye”den söz eder. Dokuz Işık nihayetinde bu “gaye”ye ulaşmayı sağlayacak bir araçtır. Bu gayeler ise şunlardır: Türk milletini, insanca usullerle, en kısa yoldan, kendi gücüyle ayakta durabilecek, kuvvetli, müreffeh, mutlu, hak ve şereflerine sahip bir millet haline getirmek ve modern uygarlığın en ön safına geçirmek.
Bu gayeler dışında Türkeş Türkiye’nin diğer devletlerle olan geri kalmışlık mesafesini azaltmanın yollarını şöyle sıralar:

i. Her şeyden evvel bir milletin yüksek ahlâk duygusuna sahip olması ve yüksek bir manevi inanç taşıması gerekmektedir.  

ii. Bunlarla beraber milletin kuvvetli bir milliyetçilik şuuru içinde bulunması ve kendi milletini kalkındırmak, kendi milletini ileri götürmek aşkı, isteği ve azmi içinde bulunması gerekmektedir. 

iii. Bunlarla beraber bir milletin modern ilim ve teknikte hızla en yükseğe çıkması gerekmektedir. Bir toplumun hızla modern ilim ve teknikte en yüksek seviyeye çıkması, en ileri milletlere yetişmesi ise her şeyden önce süratle dünya çapında kabiliyetli, bilgili, yetenekli ilim adamları ve teknisyenler kadrosu kurmaya bağlıdır. 

iv. Bunların yanı sıra da memlekette modern sanayi kurmak ve modern tarım kurmak gerekmektedir. Gerek tarımı modernleştirme; gerek modern sanayi kurmak ve otomasyona dayanan, modern kitlevi çok üretim sağlamak ve böylece dünya ekonomisine dâhil olmak bir milletin ileri olmasını sağlayabilir. 

Bunlar çözülmedikçe bir milletin yapılacak üç, beş bin kilometre yol ile birkaç yüz köprü ile birkaç yüz okulla ileri milletlerin seviyesine hızla çıkması sağlanamaz.
Türkeş bu gayelerin gerçekleştirilmesi için “milliyetçiliğin” işlevinden yararlanma yoluna gider. Ona göre milliyetçiliğin ana işlevlerinden birisi bireyin kendine saygı duymasını sağlayarak bir amacı gerçekleştireceğine olan inancı aşılamasıdır. Türkeş yine Giriş bölümünde şunları kaleme alır: 
Bir insanın kendisine saygısı yoksa kendini aşağı görürse, kabiliyetsiz hissederse, o insanın büyük iş yapması, içinde bulunduğu çevreye yararlı olması mümkün olamaz.

Bu nedenle Türkeş Dokuz Işık Doktrini’nin başına “Milliyetçilik”i koyar.

1. Milliyetçilik.,

Milliyetçiliğin bu doktrinin bel kemiğini oluşturmasına şaşırmamak gerekir. Türkeş bu başlık üzerinden önemle durmuştur. Öyle ki Türk Milliyetçiliğin tanımı ve özellikleri konu içinde oldukça dağınık bir hal sergiler. 
Türkeş “Türk Milliyetçiliği ne demektir?” sorusundan milliyetçiliğin tanımı ve özelliklerini dağınık bir biçimde şöyle sıralar:

1) Türk Milliyetçiliği, Türk Milletine karşı beslenen derin sevgi, bağlılık duygusunun, müşterek bir tarih ve müşterek hedeflere yönelme şuurunun ifadesidir. 

2) Türk Milliyetçiliği insanî duygularla beslenen bir anlayıştır. 

3) Türk Milliyetçiliği kin ve garazı esas almayan, sevgiyi esas alan bir düşünce tarzıdır. 

4) Milliyetçilik; milletini sevmek, vatanını sevmek ve milletinin tehlikelere karşı korunması için her fedakârlığı göze almak duygusu ve düşüncesidir. 

5) Türk Milliyetçiliği bütün Türkleri kardeş sayan bir düşüncedir. 

6) Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve kendisini Türk milletinin bir mensubu kabul eden herkesi kardeş sayan bir düşünce ve görünüştür.

7) Türk Milliyetçiliği Türk milletinin gözüyle olayları görmek ve değerlendirmek zihniyetini ifade etmektedir. 

8) İster Türkiye içinde olsun, ister Türkiye dışında olsun, cereyan eden her olayın Türk milletine zarar getirmemesini istemek, düşünmek ve bunun için çalışmak duygusu ve şuuru, Türk Milliyetçiliği'nin bir başka ifadesidir denilebilir. 

9) Bunun yanı sıra Türk milletinin gerek Türkiye'de meydana gelen gerek Türkiye dışında meydana gelen olaylardan azami ölçüde yararlanmasını istemek, meydana gelen her olayın Türkiye'ye azami ölçüde yarar sağlamasını düşünmek ve bunun için çaba harcamak da Türk milliyetçiliğinin bir gereği olarak görülmelidir. 

10) Türk milleti dediğimiz gerçeği şu şekilde tarif etmek mümkün. Müşterek bir tarihten gelen ve müşterek bir tarih şuuruna sahip bulunan, aynı dine mensup, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı devleti kurmuş, yaşatmış ve bugün de aynı devletin sahibi ve bayrağı altında yaşayan, sınırları içinde yaşayan insan topluluğu Türk milletini teşkil etmektedir. Yani Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve Türklüğü benimseyen, aynı tarihe mensup, aynı şuurunu taşıyan ve aynı kültürle yoğrulmuş, aynı dine mensup insan topluluğu bugünkü milletimizi meydana getirmektedir. 

11) Türk milletinden olmak, Türk milletini sevmek ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı taşımak, vatana bağlılık duygusu içinde bulunmak ve Türk milletinin yükselmesi için elinden gelen her fedakârlığı yapmak ve çalışmak duygusu ve şuurudur. Bu duygu ve bu şuuru taşıyan herkes Türk'tür. Kalbinde yabancı başka bir milletin özlemini özentisini taşımayan, kendisini Türk hisseden, Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk'tür.

12) Milliyetçilik, Türk milletine karşı beslenen derin sevginin ifadesidir.

13) Bizim milliyetçiliğimiz, Türk milletine karşı duyulan derin, köklü bir sevgi ve Türk milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan bir an önce, en modern, en ilmi metotlarla çıkarılarak en kısa yoldan modern uygarlığın en ön safına geçirilmesini sağlamak duygusundan kuvvet alır.

Fakat Türkeş sınır dışında yaşayan Türkleri yok saymaz. Atatürk Milliyetçiliği ile bir farkı da budur. Yine de Türkeş Dokuz Işık’ta “Turancılık” fikrinden uzun uzun söz etmez.  Böyle olunca Türkeş Fransız ve Cermen milliyetçiliklerini kaynaştırmaya çalışmıştır fakat bu düşünceler temelde birbirleri ile çelişmektedir.
Yakın tarihe “Tabutluklar” adı ile geçen, tavanlarında beş yüzer mumluk ampullerin yandığı işkence odalarına kapatılan ve dönemin Emniyet Müdürü Ahmet Demir ve Savcı Kazım Alöç tarafından Nihal Atsız'a yazmış olduğu mektuplar yüzünden sorguya çekilen Alparslan Türkeş: “Biz, milliyetçiyiz. Biz bütün Türklerin, dünyada yaşayan Türklerin mutlu olmasını istiyoruz, esaretten kurtulmasını istiyoruz. Yani bu fikir, eğer Turancılıksa; bu fikri taşıyoruz” demektedir.” 
Türkiye’deki Türk milletinin menfaatini diğer Türk milletlerinden önde tutan Türkeş Turancılık hakkında şunları yazar: 
Türkiye'de Turancılık görüşleri hakkında yalan yanlış iddialar ortaya atılmış ve Turancılık düşüncesi, Turancılık fikri kötü, zararlı bir düşünce olarak Türk milletine tanıtılma yoluna gidilmiştir. Yunanlılar için Enosis neyse, Ruslar için Panislavizm neyse. Almanlar için Alman Birliği neyse; Araplar için Arap Birliği neyse, İranlılar için Panaryanizm neyse, Türkler için de Turancılık odur. Ruslar için suç ve kusur olmayan, Almanlar için suç ve kusur olmayan, Yunanlılar için suç ve kusur kabul edilmeyen, Araplar için suç ve kusur kabul edilmeyen, daha birçok milletler için suç ve kusur kabul edilmeyen kendi milletinden olan insanların kölelikten kurtulması ve yakın kültür birliği içinde, yakın işbirliği içinde bir varlık haline gelmeleri düşüncesi, Türkler için neden kötü gösteriliyor?
Aslında bunun cevabı pek de muğlak değildir. Çünkü Hüseyin Nihal Atsız’ın başını çektiği “Turancı”lar Turancılığı diğer ülkelerde bulunan Türkleri siyasi arenada kullanmak yerine ülke içindeki diğer milletleri ötekileştirme yoluna gitmişlerdir. Atsız’ın “Yağmur oğlum” diye başlayan oğluna öğüdü bunun en açık göstergesidir. Böyle bir duruma ulus devlet olarak inşa edilen Türkiye’nin refleks göstermesi pek de şaşılacak bir durum değildir.
Türkeş’in Siyasete atılmadan önceki konuşma ve yazılarında, belki de hayatının en önemli davası olan 1944 Türkçülük olaylarında Turancılık-Dış Türkler meselesi önemli bir yer tutarken ileriki yıllarda ve özellikle 1970’lerden sonraki zaman dilimde pek az yer tutmaktadır.  

Türkeş Türk’ün tanımını ise şöyle yapar: 

“Kalbinde başka bir ırkın gururunu taşımayan ve kendisini samimi olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türk'tür.” 
Bu Atatürk’ün  “Ne mutlu Türk diyene” sözü gibi birleştirici bir özellik taşır. 
Türkçülük tanımını ise şöyle yapar: 
“Türkçülük, Türk milletinin hayatının her safhasında yapacağı her şeyin Türk ruhuna, Türk geleneğine uygun olması ve Türk'e yararlı olması amacının, fikrinin ön planda tutulmasıdır.”   

2. Ülkücülük.,

Türkeş idealizm ile eş anlamlı tuttuğu ülkücülüğün tanımını şöyle kaleme alır: 
“Ülkücülük veya idealizm insan kafasının içinde elde edilmesi, varılması en mükemmel, en güzel, kendisini mutlu edecek hedeflerin tasarlanması ve bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için arzu gösterilmesi ve çalışılması anlamını taşır. İşte ülkücülük de yani idealizm de insanların ve insan topluluklarının kendileri için varılması mutluluk sağlayacak, varılmasıyla en gelişmiş, en yükselmiş bir durum sağlayacak, bir hayalin düşünülmesi ve insan beyninde tasarlanarak şekillendirilmesidir.”
Türkeş Türk ülküsünün tanımı olarak şunları yazar:
Ülkücülüğümüz; Türk milletini en kısa yoldan en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarmak; mutlu, müreffeh hale getirmek; bağımsız, özgür, kendi haklarına sahip bir hayata kavuşturmaktır.
Yaptığı bir diğer benzer tanım ise şöyledir:
Ülkücülüğümüz, Türk milletinin en kısa yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst kademesine yükseltilmesi, müreffeh, mutlu bir hayata erdirilmesi, kendi gücüyle ayakta durabilecek bir hale getirilmesi ve her çeşit korkudan, baskıdan uzak olarak, hür, müstakil yaşaması ülküsüdür. Bu ülkü aynı zamanda Türk olan herkese karşı ilgi ve sevgi göstermeyi, onların mutluluğunu dilemeyi ve onların mutluluğunu, Türkiye'yi risklere, tehlikelere maruz bırakmadan, bırakmaksızın, bırakmamak şartıyla sağlamaya çalışmayı içine alan bir ülkücülüktür.

Türk Ülküsüne ise şunları katar:

Her şeyden önce Türk milletinin ahlâkta, maneviyatta, insanlık duygularında en yüksek seviyede bulunması, yaşaması ve ilimde, teknikte dünyanın en ileri girmiş varlığı haline gelmesi ve ekonomik açıdan kalkınmış, tarımını modern tekniğe göre geliştirmiş ve modern sanayi kurmuş, refahlı bir toplum haline getirmesi... Türk milletinin hiç kimseden merhamet dilenmeyecek, lütuf dilenmeyecek bir duruma gelmesi, kendi gücüyle ayakta duran, kendi, gücüyle varlığını koruyabilen ve sözünü dünyanın her yerinde saydırabilen bir varlık haline gelmesi düşüncesidir.
Bunun yanı sıra Türk milletinin haklarını her zaman dünyaya tanıtabilmesi, dünyaya duyurabilmesi düşüncesidir ve yine bunun yanı sıra bütün Türklerin kölelikten, yabancıların buyurduğu altında yaşamaktan kurtulmaları hepsinin bağımsız hale gelmeleri, bağımsız olmaları Türk ülkücülüğünün bir diğer görüşü, düşüncesidir. 
Türkeş ülkücülüğü de milli ve insani ülkü olarak ikiye ayırır. Milli ülkü yukarıda bahsettiğimiz yani faydası tüm topluma yayılmış amaçlar iken insani ülkü kişinin bir yaşam amacı belirlemesi, işini en iyi yapan olmasını ifade eder. Yani hem milletini hem kendisini geliştirmeye çalışacaktır. Türkeş her Türk Milliyetçisinin ülkücü olması gerektiğini belirterek ülkücülüğe verdiği önemi ayrıca belirtir.   

3. Ahlakçılık.,

Türkeş’e göre Ahlak:

Kişinin davranışlarını ayarlayan, sınırlayan ve bu davranışların hem kendisi için yararlı olmasını, kendisine mutluluk sağlayacak şekilde düzenlenmesini hem de çevresini rahatsız etmeden, zarara sokmadan çevresiyle uyuşmasını sağlamak üzere konulmuş olan kaidelerdir; münasebet prensipleridir, yaşama prensipleridir.
Türkeş Türk toplumunun ahlak kaynaklarını ise, İslam ve milli tarihe dayandırır.
Prensip olarak ahlakçılığı ise şöyle tanımlar:
Ahlâkçılık, her şeyden önce kişilerin ve toplumun millî ahlâk kurallarına bağlı olarak yetiştirilmesi ve millî ahlâk kurallarına bağlı olarak yaşaması ilkesidir.
Türkeş bir diğer tanımda ise şunları yazar:
Ahlakçılık derken her şeyden önce milletimizin dini olan İslâmiyet esaslarını ve İslâm inançlarını bunun başlıca kaynağı olarak almaktayız. Bunun yanı sıra kendi milli geleneklerimizi, milli tarihimizi ve milletimizin geçirmiş olduğu çeşitli tecrübelerin bize kazandırdığı kuralları göz önünde bulundurmaktayız.
Türkeş ahlakı bireyin devlete olan bağlılığını ve hatta devletin varlığının kişinin varlığından önde geldiğini pekiştirmek için kullanır. Bu düşünceleri bir ahlak kuralı olarak tanımlar. Ardında her ne olursa olsun dürüst hareket etmek, sabırlı hareket etmek ve büyüklere karşı saygılı, itaatli olmak, küçüklere karşı şefkatli olmak ve sevgi göstermek gibi ilkelerden bahseder.

4. İlimcilik.,

Türkeş İlimcilik prensibi ile ülkenin refahının artacağını öngörür. Refahı artırmak ise ilim ve teknik sayesinden güçlü bir orduya sahip olmaktan geçer. Bu nedenle Türkeş Türkiye’nin ilimde ve teknikte ilerlemesi gerektiği konusu üzerinde durur. Elbette bu teknik ilerlemenin ilk olarak askeri alanda meyve vermesi gerekmektedir. İlim ve teknikte ilerlemenin ise modern sanayinin kurulması, tarımın modernleştirilmesi ve gerekli beyin gücünün yetiştirilmesinden geçtiğini belirtir.
Türkeş önceliğin yüksek öğrenim kurumlarına verilmesi gerektiği üzerinde de durur. Ona göre bu kurumların yetiştirdiği kadrolar ilim ve teknikte ülkeyi daha iyi seviyelere getireceklerdir.
Türkeş Milli Eğitim’i de ele alır çünkü nihayetinde Milli Eğitim belirlenmiş bu amaçları gerçekleştirmek için birincil araçtır. Milli Eğitim’in dört amacını olarak ise şunları yazar:

a) Türk insanını yaşı ne olursa olsun Türk milletinin tarihinden şuur almış olan, Türk geleneklerinden şuur almış olan, Türk milletinin Milliyetçilik duygularıyla ve manevi değerleriyle beslenmiş olan insanlar olarak yetiştirmelidir.
b) Milli Eğitim Türk milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına göre hedeflerini tayin etmeli ve Türk milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları önce tespit edilmelidir.
c) Türk insanını topluma yük olmadan yaşayacak, üretici olarak yetişecek ve topluma katkıda bulunacak şekilde yetiştirmesi esas olmalıdır.
d) Bugün dünya üzerinde tekniğin, teknik bilginin önemi hayati derecede artmıştır. Bunun için Türk çocuklarını teknik eğitime yönelik yetiştirmek gerekmektedir. Türk çocuklarını, Türkiye'nin ihtiyacı olan kalkınmayı sağlayacak bir eğitim göstererek yetiştirmek yoluna gidilmelidir.

Türkeş devlet meselelerinin çözümünde ise pozitivist bir tavır takınır. İlmi yol gösterici olarak kabul eder. İslam’a doktrinine sık sık atıfta bulunan Türkeş’in bu tavrı gariptir. Görülüyor ki Türkeş İslam’ı, devletin kutsallığı ve yönetime itaatin gerekliliği fikirlerinin teması olarak kullanmakta ve böylece milletin devlet için var olduğu fikrini tartışılmayan bir alana taşımaktadır. Bu davranış Türkeş’in üniformasını hala tam anlamıyla çıkarıp siyaset yapacak seviyeye gelemediğini göstermektedir.  

5. Toplumculuk.,

Türkeş bu başlıkta Türk toplumu ile ilgili çözümlemelerinden söz eder ve yapılması gerekenleri sıralar. Bunların tamamı devletin ekonomik olarak kalkınması amacına hizmet eden düzenlemelerdir.
Türkeş toplumculuğun tanımı ise şöyle yapar: 
Toplum menfaatinin, toplum varlığının üzerinde gözetilmesi demektir.
Türkeş toplumculuğun gereğini ise şöyle belirtmiştir:
Kişiler, toplumun yararını, toplumun yükselmesini, Türk milletinin korunmasını, yükselmesini, yaşatılmasını her şeyin üstünde görecekleri ve her hareketi Türk milletine yararlı mı yoksa zararlı mı olur düşüncesiyle değerlendireceklerdir.
Türkeş ayrıca, vatan, millet ve devlet menfaatlerinin birey menfaatlerinin her zaman üstünde olduğuna dikkat çekerek bireylerin her türlü davranışlarından bu parametreye uymalarını gözetir. Hal böyleyken Türkeş yine “millet devlet içindir” söylemini seslendirir.
Türkeş toplumculuk görüşünü iki bölüme ayrılır. 

a. Ekonomiyi temsil eden bölüm,
b. Sosyal yapıyı ilgilendiren, sosyal görüşü temsil eden bölüm.

a. Ekonomiyi Temsil Eden Bölüm.,

Türkeş ekonomik görüşünü sanayinin kurulması, modern tarıma geçilmesi ve böylece kalkınması ile ifade eder. Sanayi ve tarıma dengeli önem verilmesi gerektiği üzerinde duran Türkeş bunları uzun uzun yazdıktan sonra Türk milletinin kalkınması için uygulayacağımız model nedir? Sorusunu sorar.
Anayasamızın kabul ettiği sistemin “Milli Ekonomi Sistemi” olduğunu söyleyen Türkeş, Milli Ekonomi Sisteminin esasında karma ekonomiye dayandığını, fakat bu karma ekonominin klasik karma ekonomi değil, modern karma ekonomi olduğunu ifade eder. Modern karma ekonominin farkı ise kamu ve özel sektör dışında bir üçüncü sektörü millet sektörünü içinde barındırmasıdır. 
Türkeş uygulayacağı modele "Üçlü Esasa Dayanan Karma Ekonomi" modeli adını verir. 

Bu Model ile; 

i. Özel teşebbüs desteklenecek, yardım görecek, 
ii. Devlet eliyle kamu yatırımları yapılacak, 
iii. Toplum sosyal dilimler, gruplar halinde, kooperatifler halinde, üretim ve tüketim birlikleri halinde teşkilatlandırılarak tasarruf sandıkları kurarak, MEYAK gibi, OYAK gibi kuruluşlar meydana getirilerek millet eliyle yatırımlar yapılması sağlanacaktır.

Gerçektende ne kapitalist ne sosyalist üçüncü bir yol olarak görülebilir bu model. Nihayetinde ne tam kapitalist kurallar ne de tam sosyalist sistem egemendir. 
Türkeş’in bu modelde kastettiği üçlü esas: Özel sektör, kamu sektörü ve millet sektörüdür. Türkeş ayrıca İtalyan faşizmindeki korporatif sisteme benzeterek Türk toplumunun altı sosyal dilime ayırmış ve iktidarında söz konusu altı meslek grubunu korporasyonlar şeklinde örgütleyerek ülkeyi yönetmek istemiştir.  Bu altı sosyal dilim Türkeş’in kalkınma modelini kapitalizmden uzaklaştırmaktadır. Çünkü üretim araçları üçüncü bir sektör olan millet eline geçmekte ve gelir adaleti sağlanmaktadır. Türkeş bu konuda şöyle yazar: 
Altı sosyal dilimimiz fabrikaların sahibi olunca, üretim araçlarının mülkiyetine, kara ve işyerinin yönetimine de katılmış, ortak olmuş olacaktır. Bunun sonucunda tam manasıyla sosyal adalet de sağlanıp, gerçekleştirilecektir. … Böyle bir iktisadi düzende gelir dağılımı da adil olacaktır.
  Bu altı dilimi ise şöyle sıralayabiliriz. Köylü dilimi, işçi dilimi, esnaf dilimi, memur dilimi, işveren dilimi ve serbest meslek mensupları dilimi. Her dilimin kendi içinde ayrı ayrı bir tasarruf teşkilâtı kurması gerekmektedir.

Türkeş Mülkiyet hakkı için ise şunları yazmaktadır:

Milli Doktrin Dokuz Işık mülkiyeti insan haklarının vazgeçilmez bir bölümü kabul etmektedir. Fakat mülkiyetin kapitalist sistemde olduğu gibi belirli kimselerin elinde yığılmasına ve mülkiyet hakkının başka kimselerin üzerinde sulta kurmak vasıtası olarak kullanılmasına karşıdır.
Görüldüğü gibi Türkeş mülkiyet dağılımındaki eşitsizliğe vurgu yapmaktadır. Türkeş mülkiyet hakkının gerekliliği için de şunları yazar:
Mülkiyet kavramı ile hürriyet kavramı arasında çok sıkı bir bağlantı vardır. İçtimai ve iktisadi adalet, hürriyet ve eşitlik, sömürüden kurtulma, yabancılaşmadan uzaklaşıp, insanların maddi ve manevi ilişkilerini geliştirmesi, mülkiyet ilişkisine bağlıdır. İnsanlar, sınıflar ve toplumlar arsındaki farklılaşmanın, sömürü ve yabancılaşmanın temel sebebi, bazılarının mülkiyet sahibi olup, bazılarının olmamasıdır.

 Türkeş’in söylemlerinde “özel mülkiyete karşı değiliz” vurgusu sık sık dillendirilir. Hatta Sovyetler Birliği eleştirisinde de temel farkı da mülkiyetin adaletli bir şekilde dağıtılması görüşüdür.  İşte Dokuz Işık bu başlığı ile bunu da engelleyecektir. Türkeş bunun da bahsettiğimiz altı dilimin de kendi arasında kuracağı sandıklarla yapacağı yatırımlarla olacağını belirtir ve bu konuda şunları yazar:

Bu maksatla her sosyal dilim bir tasarruf sandığına, bir tasarruf teşkilatına sahip olacaktır. Bugün yurdumuzda kurulmuş olan OYAK gibi, kurulmaya çalışılan MEYAK gibi. Bu tasarruf sandıklarında, her vatandaşın kendi imkânlarına göre toplanan tasarrufları millet sektörünün yapacağı yatırımları meydana getirecektir. Bu yatırımların sahipleri bu tasarrufları yapan kişiler olacaktır. Hisse senetleri vasıtasıyla kurulan fabrikalar, kurulan tesisler bu tasarrufları yapan vatandaşlarımızın malı olacaktır, mülkü olacaktır. Böylece her vatandaşa mülkiyet hakkı sağlanacak ve mülkiyet yaygınlaştırılmış hale getirilecektir.
Alparslan Türkeş 19. asırdan bu yana yaratılmaya çalışılan sermaye birikimi için de yapılması gerekenleri sıralar: Türk milletinin tasarrufla edindiği birikimler ile büyük sermaye birikimi sağlanması yolu; halkın kullanılmayan emeğinin kullanılması. Bunlardan kastı ise işsizlerdir.
Türkeş yatırımların önceliğinden söz eder ve süslü binalar yapmak, opera binaları yapmak, kapalı spor salonları yapmak gibi faaliyetlerin refah artışına direk etkisi olmadığını ileri sürerek bunların öncelik olmaması gerektiği üzerinden durur. Ona göre öncelikle Türk üretimini arttıracak ve Türkiye’nin gelirini, iktisadi gücünü arttıracak faaliyetlerin yapılması gereklidir. Bu “ölü yatırım”ları Türkeş gereksiz bulmamakla birlikte bunlara ayrılan kaynağın öncelikle sanayi ve tarıma aktarılmasını savunur. 
Toplumculuk ilkesinde gözetilen hususları üç ayrı bölümde açıklar:

I. Özel Teşebbüs.,

Toplumun kalkınmasında özel teşebbüs desteklenecek, himaye edilecektir. Fakat bunu yaparken işveren işçi ilişkilerini karşılıklı olarak iki tarafın da haklarını koruyacak ve her iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde denetlenmesi, düzenlenmesi, nezaret altında bulundurulması esasını şart koşuyoruz.
Türkeş işçi ile işveren arasında devlete hakem görevini vermiştir.

II. Küçük Sermayenin Birleşmesi

Burada kastedilen şey halkın elindeki küçük sermayelerin -ki yukarda benzer şeyler söyledik- birleştirilerek büyük yatırımlar haline getirilmesi ve mülkiyetin toplum içinde bölünmesidir.

III. Sosyal Yardım ve Güvenlik Teşkilatı 

Bu da Türk Milletini içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve güvenlik teşkilâtı meydana getirmek görüşüdür. 

Türkeş burada Osmanlı dönemi yardımlaşma sandıkları, loncalar, vakıflar, mahalle teşkilatlarından esinlenmiş ve bunların tekrar hayata geçirilmesini planlamıştır. Belirtmek gerekir ki Osmanlı toplum yapısı Türkiye toplum yapısından farklıdır. Osmanlı’da toplumlar gelir dağılımına göre değil dini olarak tabakalaşmışlardı. Yani zengin Ermeni ile fakir Ermeni ya da zengin Müslüman ile fakir Müslüman aynı mahallede yaşıyordu. Türkiye’de ise dikey tabakalaşma vardır yani zengin fakir ayrımı tabakalaşmanın tek ölçeği olup etnik ya da dini farklılıklar önemsiz hale gelmiştir. Bu nedenle zengin Müslüman ile zengin Yahudi aynı tabakada ve toplumsal mekânda buluşur. Böyle olunca Türkeş’in sözüne ettiği yardımlaşma sistemi temelden çöker. Çünkü bu yardımlaşma sistemi özünde gelir dağılımını eşitlemeye ve zenginden fakire kaynak tahsisine dayalıdır. 
Türkeş yukarıda anlattıklarımızdan başka toplumun psikolojik yapısına da değinir. Toplumun karamsar olduğunu ve bu nedenle kendisini meşgul ve mutlu edecek sanatsal faaliyetlerde bulunmasının ve sonuçta mutlu ve pozitif olmasının onun iş gücene artı değer katacağını savunur. Velâkin Türkeş daha öncesinde kaynakların opera, spor salonu vb “ölü yatırım”lara öncelikle verilmemesi üzerinde durarak burada kendiyle çelişmiştir. Yine Türkeş “sanat toplum için, toplum yararına kullanılacaktır” diyerek faşist devlet yönetimlerini andırmıştır.

6. Köycülük.,

Köycülük iki temel görüş şunlardır: Birincisi tarım kentleri görüşüdür; tarım kentleri esasına göre köy grupları meydana getirmek yani köyleri köy grupları halinde teşkilâtlandırarak ihtiyaçlarını karşılamak. İkincisi de tarımı hızla modernleştirmek ve teşkilâtlandırmak için tarım ve toprak reformuna başvurmak, tarım ve toprak reformunu birlikte yapmak. 
Türkeş bu başlığa büyük önem vermiştir çünkü bu doktrinin yazıldığı dönemde nüfusun %65 kadarı köylü nüfusu oluşturmaktadır. Türkeş bu sayının azaltılmasını ve tarım reformu ile köylerin daha sistemli/teşkilatlı hale gelmesi gerektiğini savunur. Sayıları çok fazla olan köylerin merkez köyler etrafından birleşerek cazibe merkezleri oluşturulmasını, kaynak tahsisinin böylece daha az yapılması ile kalkınmanın daha hızlı olacağını açıklar. Daha önce söz ettiğimiz altı dilimden en kalabalık olan köylü dilimin yardımlaşma ve sermaye biriktirme amacıyla kurulan, Türkeş’in “Köy-Ak”  dediği teşkilatı ise tarımın dünya ekonomisine açılmasını sağlayacaktır.
  
Türkeş’e göre komünistlerin “ağalık edebiyatı” yaparak savundukları toprak reformu ise gerçekte akılcı değildir.  Çünkü teşkilata önem veren Türkeş, toprakların köylülere dağıtılmasının ve işlenemeyecek derecede küçültülmesinin üretimi engelleyeceğini öngörür. Bunların sebebi olarak da köylü nüfusun diğer ülkelere oranla çok daha kalabalık olmasını gösterir.

7. Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik.,

İnsanlar için mutluluk her şeyden önce hür olmaya bağlıdır. 
Her ne bahane ile olursa olsun, her ne isim altında olursa olsun insanları hürriyetsizliğe sürükleyen her çeşit davranışa karşıyız. 
Bu sözlerle hürriyete verdiği önemden söz eden Türkeş “İnsan Hakları Beyannamesi”nde ve “Birleşmiş Milletler Anayasası”nda yer alan tüm özgürlükleri kastettiğini belirtir. 
Türk milleti için uygun gördüğümüz yönetim sistemi de Hürriyetçi Demokrasi sistemidir.
Aslında hürriyetçi demokrasinin Türkeş tarafından ya da bir yönetim grubu tarafından uygun görülüp işletilmesi temelde “özgürlük”le çelişir. Çünkü özgürlük birincil olarak ifade özgürlüğünü ve seçim özgürlüğünü kapsar. “Hak verilmez alınır” sözü de bu duruma benzer bir haldedir. 

8. Gelişmecilik ve Halkçılık.,

Dokuz Işık'ın sekizinci ilkesi “Gelişmecilik”tir. Türkeş gelişmeciğin tanımını şöyle yapmıştır: 
Daima daha iyiyi, daha gelişmiş bir durumu el de etmek için araştırma yapmak; daha iyiye, daha mükemmele varmak arzusu taşımak ve bunun için çareler aramaktır.

Bununla beraber Türkeş gelişmeciliği devrimsel değil revizyonist bir tavırla açıklar:

Gelişmecilikte içinde bulunulan durumu yıkmak, devirmek söz konusu değildir. İçinde bulunulan durumu düzeltmek, yeniden durumu düzeltmek, yeniden düzenlemek, geliştirmek bahis konusudur. Yeni devrimcilik, gelişmeciliğin zıddı bir düşüncedir; görüştür. 

Türkeş devrimciliği neden bir yol olarak kabul etmediğini de şu sözlerle açıklar: 
Devrimcilik geçmişe ait her şeyi yıkmak, geçmişe ait her çeşit değerlerimizden vazgeçmek ve bizimle, tarihimizle ilgisi olmayan, nereye varılacağı kestirilemeyen bir başka durum meydana getirmek anlamını taşımaktadır.
Tüm bunlara rağmen Türkeş Cumhuriyet devrimlerine karşı olduğunu belirtmemiştir. Türkeş’in bu tavrı komünizme cephe almasından olsa gerek tamamen sosyalist devrim söylemlerine dir. 

Gelişmeciliğin bir diğer önemli faktörü ise, tabiat olaylarının, tabiat güçlerinin insanlara, insan toplumlarına zarar vermesini önlemek, buna karşılık tabiat güçlerinden tabiat olaylarından insanların, insan toplumlarının mümkün olduğu kadar büyük ölçüde yararlanmasını sağlamaktı.  
Türkeş gelişmecilik ilkesini Milli Doktrinin içine koyuş nedeni ise şöyle açıklamıştır:
İşte bütün gençlerimize, bütün memleketimizin insanlarına gerek kendi şahsi yaşayışlarında ve şahsi işlerinde, mesleklerinde daima daha iyiye varmak, daha mükemmele ulaşmak, daha güzeli elde etmek aynı zamanda milletimiz için, vatanımız için, devletimiz için daha yükseğe çıkmak daha kalkınmış, daha ileri bir duruma gelmek isteğiyle, ihtirasıyla yol aramak, çare aramak, çalışmak gerektiğini ortaya koymak istemekteyiz. Bunun içindir ki, gelişmecilik ilkesini Milli Doktrinin içine koymuş bulunmaktayız.

Türkeş gelişmecilik ile daha ileriye daha iyiye gitmeyi kastetmiştir. Türkeş bu konuda hırslı olmayı ve her zaman daha iyisini istemenin ve yapmanın faydası üzerinde durur. Böylece basamak basamak ilerlemek ve refahı arttırmak mümkün olacaktır.  

Türkeş sistemde değişikliği savunmuştur. Ona göre devrimsel bir hareket geçmişle bağların kopması anlamına geleceğinden oldukça zararlıdır.  Ayrıca gelişmecilik ile doğadan yararlanma yoluna gidilmesi gerektiğinden söz eder.
Son olarak Türkeş halkçılık hakkında şunları yazar:
Halkçılık deyimiyle kastedilen şudur: Her şeyin halkla beraber, halk için olması ve halka doğru olması ve halk tarafından olması.
Görülüyor ki Türkeş yine bir çelişki içinde kalmıştır. Daha öncesinden milletin devlet için var olduğunun altını çizen ve hatta sanatın toplum için yapılmasını isteyen Türkeş’in her şeyin halk için olduğunu ve hürriyetlerin vazgeçilmez olduğunu söylemesi siyasi bir manevra olarak görülemeyecek kadar mantıksızdır.   

9. Endüstricilik ve Teknikçilik.,

Türkeş bu başlıkta sanayiden ve onun temeli kabul ettiği teknikçilikten bahseder. Türkiye’de hafif sanayiden öte ağır sanayinin kurulmasını ve böylece modern tarıma geçilmesi gerektiğini söyleyen Türkeş, dünya milletlerinin atom ve uzay çağındayken Türkiye’nin henüz elektrik çağına giremediğini yazar. Fakat Türkeş endüstriye ve teknikçiliğe verilen önemin tarıma da aynı şekilde verileceğini ve bunların birbirinin fırsat maliyeti olmadığını belirtir.

Gelişmiş ülkelerle arasındaki fark giderek artan Türkiye’nin durumuna vurgu yapan Türkeş mevcut politikalarla bu farkın giderek artacağını savunur. Ve ona göre yapılması gerekenler; ivedi şekilde ağır sanayinin kurulması ve bunun için teknik alanında ilerlemenin sağlanması ve modern tarıma geçilmesidir. 
“Müreffeh ve Kuvvetli Türkiye” için kalkınma programının sanayi ayağını Türkeş ayrıca söyle ifade etmiştir: 

Kalkınmanın ana stratejisine hâkim olabilmek için ağır sanayi enerji menbaaları, demiryolları devlet elinde kalmalı; hafif sanayi özel sektöre devredilmelidir. (…)Yapılacak iş devleti otelci, kunduracı, bezci, kasap ve meyhaneci halinden çıkarmak ve sanayin nazım sektörünü de karcı, çıkarcı bir zihniyetle işleyen kayırılmış dostlar tagallübünden kurtarmaktır.

Son olarak Türkeş ULU TANRI’dan  güç ve imkân vermesini niyaz ederek ana ilkelerin özetini bitirir.   

SONUÇ

Dokuz Işık genel itibari ile sistemli yazılmamış bir eserdir. Örneğin kavram tanımları metin içinde karmaşık bir vaziyette bulunur. Bun nedenle Dokuz Işık’ı anlamak Türkeş’in ayrıca diğer eserlerini referans almak ile söz konusu olabilir. Çünkü Dokuz Işık adlı eserinden fikirlerini açıklamada ise oldukça basite kaçmıştır. Belirtmek gerekir ki Türkiye’nin sorunlarının saptanmasında nispeten başarılı olan Türkeş yapılması gerekenleri sıralarken faşist devlet uygulamalarını andırır. 

Kalkınmanın ön şartı sanayileşme, sanayileşmenin ön şartı sermaye birikimidir. Sermaye birikimi ise üretim araçları üretiminin millileştirilmesi anlamına gelmektedir. Bir ülkenin üretim araçlarını kendi ülkesinde milli sermayesiyle yapabilmesinin şartlarıysa öncelikle toplumu bu yönde motive etmek ve bu yöne kanalize ederek seferber etme gerekliliğidir.  Bu nedenle Türkeş’in doktrinin tüm başlıkları nihayetinde -insanları moralize etmek gibi yan amaçları ile bile olsa- ekonomik kalkınmayı sağlama amacı taşır. Türkeş kalkınmayı ise modern tarım ve ağır sanayinin kurulması tabanında düşünür. Tüm bu kalkınma sistemini ise ne komünist ne kapitalist “üçüncü yol”la yapmayı düşünür. Temelde kalkınma aracı ise, toplumu İtalyan faşizmindeki korporatif sisteme benzeterek altı sosyal dilime ayırmak ve her dilimin sermaye birikimi yapmasını sağlamaktır. Türkeş’in modern tarım ve ağır sanayiye geçişi de bu açıdan bu birikime dayanır. 
Ekonomik kalkınmanın özü de bu iki gelişme olunca Türkeş’in ekonomik refah sisteminin bu altı sosyal dilim ve akabinde meydana gelecek sermaye birikimi üzerine inşa edilmiş olduğu açıkça görülür. Fakat sosyal yapıların dinamik ve kaotik yapıları itibari ile bu derece ayrıntılı düzenlemelere uygun olmadığı tarihin seyri içinde anlaşılmıştır. 

Türkeş’in devlete itaati pekiştirmesinin nedeni ise devletin söz ettiğimiz “milli kalkınma” ve “milli kültür” gibi temel gayelerin uygulayıcısı konumunda olmasıdır. Bir tarafta üretim biçimde yapılması gereken değişimle açıklanan maddi kalkınma; diğer tarafta, üretim ilişkilerini de tamamlayacak olan, sosyal ilişkilerde içselleştirilmesi gereken manevi kalkınma vardır.  Devlet ise bunları gerçekleşmesi için çalışan güçtür. 

Söz etmemiz gereken bir başka nokta ise Türkeş’in “genç” nüfusu ocak içi eğitim vb uygulamalarla oldukça başarılı biçimde tarafına çekmiş olmasıdır. Adana Kongresi’nden CKMP’nin yeni programına muhalefet şerhi koyanlardan biri olan Zonguldak delegesi Müfit Duru, program tasarısı için yazdığı muhalefet şerhinde bu konudan şöyle bahseder: 

“Gençliğin siyasi bir eğitimle yetiştirilmesini öngören hüküm için, bu hüküm demokratik hiçbir memlekette hiçbir siyasi partide, görülen bir husus değildir. Bu tarz prensiplere ancak Lenin Rusya’sında, Mussolini İtalya’sında, Hitler Almanya’sında ve Franco İspanya’sında rastlanabilir.”

Alsaç’ın adı geçen yükseklisans tezinde de yazdığı gibi Türkeş’in doktrini birbirinden ayrılmayan iki amaca hizmet eder; bunlardan biri maddi kalkınma diğeri ise manevi kalkınmadır. Maddi kalkınma söz ettiğimiz sanayileşme hamlesi iken manevi kalkınma ise bunu gerçekleştirecek toplumsal birlikteliğin gerçekleştirilmesi, toplumun tek dil ve kültür ile bütün hale gelmesi, toplumun sosyal inanç, ahlak ve kültür figürleri ile devlete sadakatinin sağlanması, toplumsal bilinç oluşturulması ve toplumda her bireyin üretime katılmasıdır.
Açıkça görülmektedir ki Türkeş’in asıl gayesi kalkınmadır. Milliyetçilik, İslam vb kültürel kavramlar Türkeş için sadece bu amaca yönelik araçlardır. Türkeş için milliyetçilik Atsız’daki asıl gaye olmamıştır. Türkeş için milliyetçilik motifi, kalkınmaya yönelik bir araçtan öte değildir. 

Türkeş için milliyetçiliğin sadece bir kalkınma amacı olduğunu Dokuz Işık adlı eserinden gayet net anlayabiliriz:

 Bir insanın kendisine saygısı yoksa kendini aşağı görürse, kabiliyetsiz hissederse, o insanın büyük iş yapması, içinde bulunduğu çevreye yararlı olması mümkün olamaz. Bir insan bir hendeğe doğru “Ben bu hendeği atlıyamam, gücüm yetmez, kabiliyetim yoktur" endişesiyle ümitsiz ve tereddütlü gelirse, o hendeği aşamaz, atlayamaz. Bir insan kendine güvenerek “Ben kuvvetliyim, ben bu hendeği hiç yüksünmeden atlayabilirim’’ diye korkusuzca gelirse atlar. Zafer, hiç bir zaman mahvolduklarını zannedenler tarafından kazanılamaz. Milletlerin hayatı da böyledir. Milletler kendi varlıklarının değerini hissederler, kendi kudretlerine inanç duyarlar, kendi izzetinefislerini her şeyin üstünde tutabilirler ve kendi varlıklarına saygı duyarlarsa, uygarlık âleminde büyük varlık gösterirler, büyük eserler meydana getirirler ve aynı zamanda kendi toplumları içinde yaşayan bütün insanları mutluluğa, refaha erdirirler. Bundan dolayıdır ki, biz prensiplerimizin başına milliyetçiliği koyuyoruz.

Görüldüğü gibi Türkeş’le özdeşleşen milliyetçilik Türkeş için aslında sadece bir araçtır. Bu araç bireylerin kalkınma yolunda daha istekli ve inançlı olmalarını sağlar. Gaye kalkınmaktır. Bu nedenle MHP, CKMP’den aldığı milliyetçi söylemi değiştirmiş ve kalkınma yolunda bir araç konumuna indirgemiştir. Fakat günümüzde hala MHP’in temel misyonun toplumu milliyetçi hissiyatlarla bir araya getirmek olduğu sanılmaktadır. Oysa Türkeş MHP’nin amacı kalkınmaktır. Milliyetçilik buna hizmet eden bir araçtır. Araç amaç konumuna gelmemiştir asla. Türkeş’in bu manevrası yani araç-amaç kavramlarını muğlaklaştırması insanların kalkınmaya katılmasa bile milliyetçi hislerle MHP’li olması yolunu açabilmiştir. Sonuçta Türkeş’in kalkınmayı açık bir gaye olarak belirtip milliyetçiliğin salt araç olduğunu açıklaması bu partiye salt milliyetçi gaye ile oy verenleri kaybetmesi anlamına gelebilirdi. Nitekim Türkeş öyle yapmadı.

1963’ten kalp krizi geçirdiği 4 Nisan 1997'ye dek sivil arenada siyaset yapan Alparslan Türkeş, partiye yön veren, partiyle bütünleşen karizmatik kişiliği ile Türk siyasi tarihinde yerini almış ender liderlerdendir.    

HAZIRLAYAN;
Davut Taş.,
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Yükseklisans I. Sınıf

KAYNAKÇA

ALSAÇ, Neşe Tarhan, “TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİLİK VE KALKINMA: ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN ÇALIŞMALARI VE GÜNÜMÜZE ETKİLERİ” Yükseklisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat ABD, İstanbul 2009,
AHMAD, Feroz, “MODERN TÜRKİYE’NİN OLUŞUMU”, Kaynak Yayınları, 9. Basım, 2011.
AHMAD, Feroz, “DEMOKRASİ SÜRECİNDE TÜRKİYE”, Hil Yayınları, 4. Basım, 2010.
AKŞİN, SİNA (yayın yönetmeni), “Çağdaş Türkiye 1908-1980 4. Cilt”, Cem Yay., 10. Basım, 2008.
BİRAND, M. Ali, “Türkiye’nin Avrupa Macerası 1959- 1999”, Doğan Kitap, 11. Basım, 2011.
ÖZDEMİR, Zeki, “1965-1969 yılları arasında Cumhuriyetçi Köylü Millet Patisi ile Milliyetçi Hareket Partisi” Yayınlanmamış Yükseklisans Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, 2007.
YALÇIN - ÇAY, Semih – Abdulhaluk, “Tarihte Türkler ve Alparslan Türkeş ” Berikan Yayınevi, I. Basım, 2003.
YALÇIN, Soner, “Siz Kimi Kandırıyorsunuz”, Doğan Kitap, I. Basım, 2008.
TÜRKEŞ, Alparslan, “Milli Doktrin Dokuz Işık”, Kamer Yayınları; İstanbul, 1997.
TÜRKEŞ, Alparslan, “Temel Görüşler”, İstanbul Dergah Yayınları,  
VURUCU, İkbal, “Osmanlıdan Türk Cumhuriyetlerinin Bağımsızlığına Kadar Türk milliyetçilerinde Turancılık Algısı”, Yükseklisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji ABD Konya 2009,

https://www.academia.edu/37620975/DOKUZ_I%C5%9EIK_ALPARSLAN_T%C3%9CRKE%C5%9E_%C3%96ZET

***

1 Şubat 2019 Cuma

YEREL YÖNETİMLERİN HAZİNEDARLIK İŞLEMLERİ


YEREL YÖNETİMLERİN HAZİNEDARLIK İŞLEMLERİ 

Atilla İNAN

GİRİŞ 


            14 Ocak 1970 tarih ve 1211 sayılı Merkez Bankası Kanununun 4inci maddesi, bankanın görevlerini saymış olup, bunları:


            I.- Mali ve Ekonomik Müşavirlik, 
            II.-Mali Ajanlık  
            III.-Hazinedarlık olarak belirlemişlerdir. 

            Söz konusu yasa hükmünün hazinedarlık başlığını taşıyan fıkrasında aynen;
             "Banka, hükümetin hazinedarıdır. Bu sıfatla, özelikle, Devletin gerek içerde ve gerekse yabancı memleketlerde tahsilat ve tediyatını ve bütün mazine işlemlerini ve memleket içi ve dışı her nevi para nakil ve havale işlemlerini ücretsiz yapar.
            Hazine ve katma bütçeli idarelerde, Özel İdare ve belediyelere ait paraların kurulu olduğu mahallerde bankaya, kurulu bulunmadığı yerlerde muhabirlerine yatırılması zorunludur. 
             "Banka ve tevdiata faiz ödenemez" denilmektedir. Hükümden anlaşılacağı gibi Merkez Bankasının devletin hazinedarı olduğu belirtilmiş; bunun gereği olarak yuriçi ve yurtdışı  bütün tahsilat ve tediye işlemlerinin, para iletişim işlerinin, ücretsiz yapılacağı belirtilmiştir. Daha sonra Devlet tanımı yapılarak, genel bütçeli kuruluşların özel idare ve belediyelerin yasa kapsamına girdiği açıklanmıştır.
            Hazine işlemlerinin ücretsiz yapılması karşılığında, söz konusu kuruluşların bankaya yatıracağı tevdiata faiz uygulanmayacağı hükme bağlanmıştır.
            Hazine birliği ilkesi para basma yetkisi gibi hemen bütün dünyada Devletin tekelinde olan bir ilkedir. İdari hukukumuza kaynaklık veren Fransız Yönetiminde Hazine'nin birliği ilkesinden hemen hemen hiç taviz verilmemektedir. Türkiye'de ise Hazine birliği ilkesinden sapmalar olmakta hatta bu konuda resmi düzenlemeler bile yapılabilmektedir.
            Hazine birliği ilkesinden bu noktaya varan sapmalar karşısında bazı tedbirler almak zorunlu hale gelmiştir. Son olarak 27.12.l997 tarih ve 23213 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 1998 yılı Bütçe Kanununun 7 nci maddesine Merkez Bankası Kuruluş Kanunu yanında hazine birliğini pekiştiren bir hüküm konulmuştur. Söz konusu madde hükmünde;
             "Genel bütçeli daireler, katma bütçeli idareler,özel bütçeli kuruluşlar, döner sermayeler, fonlar, kefalet sandıkları,bütçenin yatırım ve transfer tertibinden yadım alan kuruluşlar ile özel kanunla kurulmuş diğer kamu kurum ve kuruluşları (kamu iktisadi teşebbüsleri ve bağlı ortaklıkları ile müessese ve işletmeleri, özelleştirme kapsamına veya programına alışmış kuruluşlar .kamu bankaları, belediyeler ile özel kanunla kurulmuş akmu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve yardımlaşma sandıkları hariç); kendi bütçeleri veya tasarrufları ltında bulunan bütün kaynaklarını T.C. Merkez Bankası veya muhabiri olan T.C. Ziraat Bankası nezdinde kendi adlarına açtıracakları Türk Lirası cinsinden ve vadesiz hesaplarda toplanırlar.
            Bu kurumlar tahakkuk etmiş tüm ödemelerini bu hesaplardan yaparlar.
            İlgili kamu kurum ve kuruluşları tasarrufları altında bulunan tüm kaynaklarını, 15 Ocak 1998 tarihine kadar anılan banka nezdinde açtıracakları kaynakları hesaplarda toplamak ve bu banka şubelerini ve hesap numaralarını belirten tarihten itibaren bir hafta içerisinde hazine müsteşarlığına bildirmek zorundadırlar.
            İlgili kamu kurum ve kuruluşlarının yetkilileri ile saymanlar yukarıda bahsi geçen hükümlerin yerine getirilmesinden bizzat sorumludurlar.
            Bu maddenin uygulanması ile ilgili olarak esas ve usulleri belirlemeye, kaynaklar ve kurumlar itibarıyle istisnalar getirmeye Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakan ve Maliye Bakanının müşterek teklifi üzerine Başbakan yetkilidir." denilmektedir.
            Bütçe kanununa ancak normal presödür içerisinde çıkarılacak kanunlara konulabilecek hükümlerin korulması  anayasaya uygunluk açısından tartışılabilir. Söz konusu hükmün Merkez Bankası Kuruluş Kanunundaki hükmün tekrarı niteliğinde olması karşılığında söz konusu iddia anlamını yitirecektir. Ancak tek hazinedarlık ilkesine getirilen istisnalar açısından anayasaya aykırılık iddiaları ciddiyeti korumaktadır. 
            Bu yazımızda Kamu Hazinedarlığı konusunda Bütçe Kanunuyla yapılan son düzenleme karşısında özel idareler ve belediyelerin durumunu incelemeye çalışılacaktır.


            I.- İL ÖZEL İDARELERİNİN HAZİNEDARLIK İŞLEMLERİ 

            1998 yılı Bütçe Kanunuyla getirilen düzenlemeyle, hazinedarlık işlemlerini T.C. Merkez Bankası veya onun muhabiri olarak T.C.Ziraat Bankası aracılığıyla yapacak genel bütçeli kuruluşlar, karma bütçeli idareler, döner sermayeler, fonlar  v.b. arasında özel bütçeli kuruluşlar da sayılmıştır. Özel bütçeli kuruluşlar arasına isr söz konusu yasayla ilgili 561 sıra no.lu Muhasebat Genel Müdürlüğü genel tebliğinde il özel idarelerinin özellikle dahil olduğu belirtilmiş bulunmaktadır.

            İl Özel İdaresi Kanununun değişik 80 inci maddesine göre, il özel idarelerinin Bakanlar Kurulunca kararlaştırılan bankalarda hesap açtırmaları özel bir kanuna dayanmaktadır. 561 seri nolu tebliğdeki özel kanunların verdiği izne dayanarak diğer bankalara yatırılan paraların Merkez Bankası ve T.C.Ziraat Bankası nezdindeki hesaba aktarılması açıkça belirtildiğine göre il özel idarelerinin de hazine birliği kapsamına alındığı görülmektedir. Kanımızca genelgenin bu hükmü Özel İdare Kanununun 80 inci maddesi hükmü karşısında geçerli olmayacağından, il özel idarelerinin hazinedarlık işlerinin bu konuyu eskiden beri düzenleyen Bankalar Kurulu kararlarına göre yapılması uygun olacaktır.


            II.- BELEDİYELERİN HAZİNEDARLIK İŞLEMLERİ 

            1998 yılı Bütçe Kanununun 7 inci maddesi birinci fıkrasında hazine birliği ilkesinden istisna edilen kuruluşlar arasında belediyeler açıkça sayıldığından, belediyelerin hazinedarlık işlemleri eskisi gibi yürütülmeye devam edilecektir. Belediyeler için Başbakanlığın 12.07.1997 tarih ve B.02.OPPG.0.12.383-14697 (l997/30) sayılı genelgesi ile tanınan imkanlar hala geçerlidir. Bir başka değişle belediyelerin döviz hesabı açma yetkisi yatırdıkları paraların vadelerini, faizlerini ve türlerini serbestçe belirleye bilme yetkisi ayrıca hesap açılan bankalarda repo yapma yetkisi devam etmektedir.