9 Ağustos 2018 Perşembe

“Kardeşim Esad” Keşke “Katil Esed” Olmasaydı




 “Kardeşim Esad” Keşke “Katil Esed” Olmasaydı 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
Bugün 31 Temmuz 2018 Salı  
Suriye Krizi İzleme Merkezi
31 Ocak 2018 Çarşamba
Tugay Uluçevik tarafından yazıldı.

Türkiye’nin millî güvenliğini tehdit eden ve tehlikeye düşüren şekil ve ölçüde kuzey Suriye’de hududumuz boyunca yuvalanmış olan unsurları ortadan kaldırma 
maksadıyla şanlı Türk Silâhlı Kuvvetleri 20 Ocak akşamından bu yana  kahramanca vatan hizmeti ifa etmektedir. Ordumuzun zaferi ve bizlerin evlâdı olan 
askerlerimizin salimen yurda dönmeleri için dua ediyoruz.

Duygularım  bu şekilde olmakla birlikte Türkiye’nin dış münasebetlerindeki halihazır durumun gerçeklerini görmezden gelemiyorum.

“Kardeşim Esad” keşke “katil Esed” olmasaydı da, bir dönemde iki ülke arasında ekilen zeytin fidanlarının dalları gelişip çoğalsaydı. Böylece “Zeytin Dalı” 
harekâtına ihtiyaç kalmasaydı.

Keşke, Türkiye ile Suriye, 1998 Adana Mutabakatı’nın ve bu Mutabakat hükümlerinin uygulanmasını ve geliştirilmesini öngören 21 Aralık 2010 tarihinde 
Ankara’da imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükûmeti arasında Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması” 
nın lâfzına ve ruhuna uygun hareket ediyor olsalardı.

Keşke, Türkiye ve Suriye iki dost ülke olarak kuzey Suriye’den kendilerine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı mücadelelerini müştereken sürdürebilselerdi.

Keşke, Türkiye Suriye Merkezî Hükûmeti’nin “terörist” dediği “Özgür Suriye Ordusu’na” (ÖSO) destek vermek durumunda kalmasaydı.

Keşke, Suriye’deki durum ortaya çıkmasaydı ve Türkiye kendi vatandaşları için harcayabileceği öz kaynaklarından 30 milyar doları yüzbinlerce Suriyeli 
mülteciler için sarf etmek zorunda kalmasaydı.

Keşke, Türkiye geleneksel dengeli ve barışçı politikasına sadık kalarak Orta Doğu bataklığına batmasaydı.

Türkiye’nin 1998’den sonra Suriye ile münasebetlerini giderek kardeşlik ilişkileri düzeyine geliştirebilmiş olması ne kadar doğruysa, 2010 yılından 
sonraki mezhepçi, hayalci ve saplantılı politikası o kadar yanlış ve Türkiye için tehlikelerle dolu olmuştur. İşte bu yüzden, kahraman askerlerimiz bugün 
Suriye topraklarından millî güvenliğimize yönelen ve gelecekte de yönelebilecek olan tehdit ve tehlikelerin önünü almak, Akdeniz’e çıkışı olan bir kuşakla 
ülkemizin hasım unsur ve güçler tarafından kuşatılması için çalışan uluslararası tezgâhı bozmak temel amacıyla hudutlarımız dışında savaşmak zaruretinde 
kalmıştır.

Bu tecrübe, Türkiye’nin dengeli ve barışçı dış politikasının kurucu temel taşları ile hayalci hedefler uğruna ve mezhepçi yaklaşımlarla oynanmasının ne 
kadar sakıncalı sonuçlar doğuracağını göstermiş bulunmaktadır. Dış politikamızın yerinden oynatılan temel taşları, 1923 Lozan Barış Konferansı’nda Türkiye’nin 
tutumuna hakim olan barış vizyonu ile döşenmiştir. Atatürk’ün 1931’de ifade buyurduğu “yurtta sulh cihanda sulh” vecizesi ile de barış vizyonu Türkiye için 
bir dış politika düsturu vasfı kazanmıştır.

Türkiye, gecikmeksizin Atatürk’ün başlattığı dengeli ve barışçı dış politikaya dönmelidir.

Son yıllarda, Türkiye’nin - ana çizgileriyle NATO ve AB’den oluşan - Batı camiası ile olan bağları gerilmiş; siyasî ilişkileri sarsıntılı bir yola 
girmiştir. Bugün Türkiye ile ABD’nin  savaş alanında karşı karşıya gelme tehlikesinden söz edilebilmektedir.

Nitekim, 24 Ocak günü gerçekleşen Erdoğan – Trump telefon konuşmasının muhtevası hakkında Beyaz Saray’da yapılan açıklamanın metninde, 
Trump’ın Erdoğan’dan kuzey Suriye’de devam etmekte olan harekâtımız sırasında Türkiye’nin “Türk ve Amerikan kuvvetleri arasında çatışma riski 
doğurabilecek hareketlerden kaçınılmasına dikkat göstermesini” istediği belirtilmektedir. Yine, Beyaz Saray’ın açıklamasına göre ABD Başkanı 
Afrin’de artan şiddet hareketlerine işaret etmiş ve  “bu durum Suriye’deki ortak hedeflerimizin altını oyma riskleri taşımaktadır” şeklinde konuşmuştur.

Cumhurbaşkanlığı, ABD tarafının bu açıklamasının iki Lider arasındaki görüşmeyi doğru olarak yansıtmadığını kamuoyuna duyurmuştur.

Bu konuda önemli olan Trump’ın telefonda neleri ifade ettiği değil, ABD’nin müesses nizamının görüşmenin muhtevası hakkında neler açıklamış olmasıdır. 
Açıklanan metin kanaatimce bürokrat kadro tarafından ABD Başkanı’nın önüne ifade etmesi için konulmuş bulunan konuşma notunda yazılmış olanlardır. 
ABD bakımından benzer olaylara meslek hayatım sırasında rastlamışımdır.

Son zamanlarda Erdoğan – Trump arasındaki telefon konuşmaları hakkında - örneğin, Trump’ın YPG’ye verilen silahların geri alınacağına dair telefondaki 
 ifadeleri hakkında -   ve Türkiye – ABD vize olayına ilişkin anlaşma hakkında tarafların anlayış şekli hususunda da benzer tartışmalar yaşanmıştır.

Son  cereyan eden Erdoğan – Trump telefon konuşmasında ABD Başkanı’nın “Afrin’de tırmanan şiddete” işaret ederek “bu durum Suriye’deki paylaştığımız 
hedeflerimizin altını oyma riskleri taşımaktadır” demesi veya dememiş olsa bile Beyaz Saray açıklamasında böyle bir ifadenin yer alması, Türkiye – ABD 
münasebetlerinin nasıl bir gelişme seyri gösterme istidadında olduğuna işaret etmektedir.

Unutulmamalıdır ki karşımızdaki ABD Başkanı ortalama makul insanların düşünme tarzından ve itidalli ve ölçülü davranma yeteneğinden yoksun bir 
şahsiyet olarak görünmektedir. 
Nitekim, Trump, en son olarak bu yılki Davos Dünya Ekonomik Forumu toplantılarının kapanışında yaptığı konuşmada ''basının ne kadar kirli, 
ne kadar alçak, ne kadar korkunç, ne kadar yalancı olabileceğinin siyasete girene dek farkında değildim'' deme basiretsizliğini gösterebilmiştir. Trump bu 
sözleri üzerine en üst düzeyden yüzlerce delegenin bulunduğu salondan yuhalama ve ıslıklama seslerinin yükseldiği haberi uluslararası basında yer almıştır.

Halen Rusya’nın, Türkiye ile ABD’nin arasını, giderek zor tamir edilebilecek ölçüde açmanın manevraları içinde olduğunu düşünmeyi marazi bir şüphecilik 
olarak algılamamakta fayda vardır. Türkiye, Rusya’nın şu sıralardaki güler yüzüne aldanıp tuzağa düşmemelidir. Rusya’nın Türkiye tarafından 24 Kasım 2015 
tarihinde vurulan uçağının hesabını bu kadar çabuk unutmuş görünmesinin belirli bir amacının bulunmadığını düşünmek safdillik olur.

Rusya’nın Türkiye’yi yanında tutabilme arzusuyla bugünlerde Soçi’de toplanan “Suriye Millî Diyalog Kongresi’ne” PYD/PYG unsurlarının katılmasını 
engelleyeceği kuşkusuzdur. Rusya böyle bir engelleme yaparken Türkiye’nin çıkarlarını korumada ne kadar samimiyetle hareket etmektedir, bunu zaman 
gösterecektir. Diğer taraftan, uluslararası medyada Rusya’nın Türkiye’yi de yanına alarak bu Kongre’yi toplamasının asıl maksadının Putin’in çok yakında 
yapılacak seçimlerde seçilme şansını yükseltmek olduğu yorumları da yapılmaktadır.

Kendisiyle Astana süreci çerçevesinde işbirliği yaptığımız İran, Afrin harekâtımızı tasvip etmemiştir.

Mısır keza! Hattâ açıkça Türkiye’yi kınamıştır. Mısır demek, Arap Ligi demektir.

1985-1989  öneminde nezdinde Büyükelçilik yaptığım BAE o zamanlar Türkiye’nin önde gelen dostları arasındaydı. Şimdi BAE Türkiye’ye düşmanca sözlerin 
söylenebildiği bir ülke haline gelmiştir. BAE’nin tutumundaki bu radikal değişiklik, yanılmıyorsam, Türkiye’nin Mısır ile ilişkilerinin bozulmasından 
sonra meydana gelmeye başlamıştır. Ankara’nın Körfez’de Katar merkezli bir tutum almasının belirginleşmesinden sonra da derinleşmiştir.

Suudî Arabistan Kralı’na 2007’de Türkiye’yi ziyareti sırasında protokol kurallarının fevkinde itibar etmiştik. En yüksek düzeydeki Devlet ricalimiz, 
Kralı, Ankara’da ikamet ettiği otele giderek selâmlamıştı. İki ülke arasında bu denli dostluk vardı. Oysa, İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nın Kudüs hakkında 
İstanbul’da Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkanlığında yaptığı olağanüstü “zirve” toplantısına Suudî Arabistan Kral’ı katılmamıştır. Kral sağlık sorunu 
gibi bir mazereti varsa veliahdını göndermesi uygun olurdu.  Toplantıya Suudî Arabistan’ın bir bakan yardımcısı katılmıştır.

Tarihte ilk defa olarak kısa bir süre önce Kıbrıs Rum Lider Anastasiadis Suudî Arabistan’a resmî ziyarette bulunabilmiştir. Kral tarafından samimiyet içinde 
karşılanmıştır.  Rum – Yunan liderleri bu “ziyaretin Türkiye’nin yalnızlığını ortaya koyduğunu” söylemiştir.

Yine, ilk defa olarak bu ay içinde Ürdün Kralı Güney Kıbrıs’a resmî bir ziyaret gerçekleştirmiştir.

Orta Doğu’daki dengelerin ana unsurlarından biri ve bu bölgedeki sorunların tarafı ve aktörü olan İsrail ile de sürdürülen dostluk ve işbirliği, 2009 Ocak 
ayı sonunda dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan’ın Davos toplantısında İsrail Cumhurbaşkanı’na yaptığı ve tarihe “one minute” olayı olarak geçen sert çıkışın 
ve 2010 Mayıs ayı sonunda yaşanan “Mavi Marmara” olayının ardından sona ermiştir. O tarihe kadar, örneğin Kıbrıs konusunda, Türkiye’nin aleyhine açık 
bir tavır almamış olan İsrail, bugün Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi ile can ciğer kuzu sarması haline gelmiştir. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin çıkarları 
aleyhine Kıbrıs Rum kesimi, Yunanistan, Mısır arasında yapılan anlaşmalara taraf olmaktadır.

Yunanistan özellikle son zamanlarda Türkiye’nin gücünü ve reaksiyon kabiliyetini ölçmek istiyormuş gibi Ege’deki tahrik hareketlerini arttırmıştır. Yunanistan 
Başbakanı Tsipras katıldığı son Davos toplantısında yaptığı bir konuşmada Türkiye’yi “saldırgan” bir komşu olarak nitelemiştir.

Afrin harekâtımız hakkında başlangıçta uluslararası toplumda yapılmış olan açıklamalarda yer alan “Türkiye’nin güvenlik endişelerini anlayışla 
karşılıyoruz; Türkiye’nin meşru müdafaa hakkı vardır; Türkiye itidal ile hareket etmelidir; konunun insanî veçhesine dikkat edilmelidir; masum sivil halka zarar 
verilmesinden endişe ediyoruz” şeklindeki ifadeler, temenni ve tavsiyeler ve BM Güvenlik Konseyi’nin henüz resmen toplanamamış olması olgusu, bizi, 
harekâtımıza uluslararası plânda tepki gösterilmeyeceği kanaatine sevk etmemelidir. Bu vakte kadar yapılan açıklamalardaki “itidal” çağrıları, dile getirilen
 “kaygı” ifadeleri bundan sonra bize karşı gösterilebilecek tepkilerin uvertürü mahiyetindedir.

“Burseya” dağının kahraman Türk ordusu tarafından ele geçirilmesiyle Afrin yolunun açıldığı söylenmektedir. Sevgili yavrularımız Mehmetçiklerimizin yolları 
açık olsun! Bununla beraber, Afrin’e yaklaştıkça ve şehir kuşatıldığı zaman kuşkusuz riskler daha da artacaktır. Harekâtımıza karşı olan çevreler, en küçük 
bir sivil zayiat halinde seslerini yükseltmeğe başlayacaktır. Afrin’in kuşatması ve şehrin terörist unsurlardan temizlenmesi uzadıkça BM Güvenlik Konseyi’nden 
de baskı gelmesi beklenmelidir.

Suriye ile olan hududumuzun güneyinde PKK’nın uzantısı olan PYD/PYG’nin IŞİD ile mücadele kisvesi altında yuvalanmasında ABD’nin ve Rusya’nın büyük 
sorumluluğu vardır. 

Her iki Devlet de Suriye ile ilgili kendi öz çıkarlarına ait düşünceleriyle Türkiye’nin millî güvenliğinin tehlikeye düşmesine göz yummuşlardır.

Ancak, Türkiye’nin müttefiki ve stratejik ortağı olan ABD’nin özel sorumluğu bulunmaktadır. ABD’nin Türkiye aleyhindeki davranışı tarihî bir yanılgıdır. 
ABD’nin bu tutumu, kendisiyle diğer NATO müttefikleri ve ortakları arasında da güven bunalımına yol açacak mahiyettedir. ABD’nin Türkiye’nin hayatî 
 çıkarlarına karşı yapmakta olduğu hataların  farkına gecikmeksizin varması Batı dünyasının ortak menfaatine  olacaktır. Türkiye’nin Batı camiasından 
uzaklaşmasına katkıda bulunulmasının bizatihi Batı’nın öz menfaatlerine vereceği zararın muhtemel sonuçları doğru değerlendirilmelidir.

Türkiye için de Suriye politikasında mezhep saplantılı ve Esad takıntılı tutum ve davranışlardan vazgeçilmesinin zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.

Annan Plânı döneminde 2004 Mayıs ayının ilk günlerinde Türkiye’de Kıbrıs konusunda Kıbrıs Rum yönetiminin Türkiye tarafından tanınması hakkında yüksek 
düzeyde söylenmiş bazı sözler vardı. Şöyle denmişti: “…AB'nin, BM'nin tanıdığı bir konumda, siz 'ben tanımıyorum' demekle zaten herhangi bir şey elde 
edemezsiniz. Bunun size getireceği, kazandıracağı bir şey yok. Tam aksine bunların hepsi geleceğe yönelik olumlu gelişmeleri de zedeler."

Ayrıca, yine bu konuda, “dünya geçekleriyle çatışmayı düşünmediğimiz” dile getirilmişti.

Yine 2004 Aralık ayında şunlar ifade edilmişti: “….eğer siz her yerde ben haklıyım, bunu da almam lâzım, bu mantıkla olaya yaklaşırsanız bunun adı uzlaşma 
değildir, bunun adı ben mantığıdır. Orada ne uzlaşma ne barış olur.”

O zaman bu sözler Kıbrıs ile ilgili gerçeklere ters düşen ve  “millî dava” Kıbrıs bakımından aslında ifade edilmemeleri gereken hususlardı.

Oysa bu sözleri, şimdi, Suriye meselesinin çözüm yoluna girebilmesine yardımcı olmak ve Türkiye’nin yapıcı bir aktör niteliğiyle diplomasi sahnesinde yer 
alabilmesini sağlamak maksadıyla söylemenin tam zamanıdır.

Bellidir ki “Esad” çözüm sürecinde varlığı bütün önde gelen aktörler tarafından kabul edilen bir gerçektir.

Dışişleri Bakanlığımızın Suriye’nin merkezî hükûmetiyle uygun biçimde doğrudan temas kurmanın yollarını bulacak tecrübeye ve hayal gücüne sahip olduğunu 
biliyorum. Rusya ile yaşadığımız uçak düşürme krizinin giderilmesinde arka plânda bazı özel şahsiyetlerin nasıl rol oynadığını basın yoluyla öğrenmiş 
bulunuyoruz.

İç politikada puan kazandırdığı düşünülen yöntem ve tarzlarla dış politika takip edilmesi hiçbir ülkeye yarar getirmediğinin örnekleri tarihte vardır. 
Günümüzde de görülmektedir.

Zaferle sonuçlanacağına yürekten inandığım “Zeytin Dalı” Harekâtımızdan sonra, Fırat’ın doğusundaki “şer” kuşağının da yok edilmesinin bir zaruret olduğunu 
düşünenlerdenim. Bunun ABD ile yürütülecek iki ülke arasındaki ortak çıkarlara uygun bir diplomasiyle gerçekleştirilebilmesi tercih ve temenni edilmelidir. 
Bunun sağlanması Suriye sorununun, Suriye’nin toprak bütünlüğü ve birliği temelinde çözülmesine de katkı yapacağı görüşündeyim.

Suriye’de bir an önce kalıcı bir çözüme ulaşılmasına katkıda bulunmak Türkiye’nin öz çıkarınadır. Ülkemizdeki yüzbinlerce Suriyeli göçmenin kendi 
ülkelerine salimen dönmeleri sağlanmalıdır.

“Zeytin Dalı” harekâtında verdiğimiz aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Vatan güvenliği için canlarını vermişlerdir. Yaralılarımıza da âcil 
şifalar temenni ediyorum. Onlara Minnet ve şükran borcumuz vardır.

Uzman Hakkında

Tugay Uluçevik
Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları

  Millî Dava Kıbrıs 
 “Kardeşim Esad” Keşke “Katil Esed” Olmasaydı 
  BM’nin Kudüs Kararına Dair Değerlendirmelerin Düşündürdükleri 
  Yunanistan Ege’de Macera Peşinde  
  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yunanistan’a Yapacağı Ziyaretin Düşündürdükleri 
  KKTC’nin Türkiye’den Başka Devletlerce de Tanınmasını İsteme Süreci  
  Lozan Dengesi 
  Kıbrıs Müzakere “Prangası” 
  ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un Türkiye Ziyaretine İlişkin Açıklama 
  Cenevre “Ekselanslar” Kıbrıs Konferansı 
  Kıbrıs'ta Çözüm mü? Kalıcı Barış mı? 
  Yavru Vatan Elden Mi Gidiyor? 
  Milli Kıbrıs Davamız Nereye 
  Şehit Diplomatlarımızı Unutmuyoruz 
  Çözülme Sarmalında Millî Dava Kıbrıs  
  Kıbrıs’ta Çözüm Süreci Mi? Çözülme Sarmalı Mı? 
  Ne Mutlu Türküm Diyene! 
 “KKTC Sonsuza Dek” 


E-BÜLTEN
E-Bültenimize kayıt olarak yeni araştırmalardan haberdar olabilirsiniz.
Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA        
Tel: +90 312 489 18 01 | 
Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | 
Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye-krizi-izleme-merkezi/2018/01/31/8807/kardesim-esad-keske-katil-esed-olmasaydi

****

2 Ağustos 2018 Perşembe

İstiklâl Yoksa, Ölüm Vardır!



İstiklâl Yoksa, Ölüm Vardır! 


Serdar ANT - 11 Mart 2009
Kayıt: Pazartesi Ekim  22, 2007 3:43
SERDAR  ANT  HEDDAM YAZILARI.,

Mustafa Kemâl, bir «Osmanlı paşası» mıydı? Sanırım bu soruya kurumsal ilişkiler çerçevesinde «evet» diyerek yanıt vermek hatalı olmaz.

Çünkü ATATÜRK'ün bütün askeri eğitimi ve kariyeri Osmanlı ordusunun bir subayı olarak gerçekleşmiştir. Selanik Askeri Rüştiyesi, Manastır Askeri İdadisi, Mektebi Harbiye ve Erkan-ı Harbiye… Mezun olduktan sonra da önce Suriye, sonra Makedonya ve Harekât Ordusu, daha sonra da Trablus… Birinci Dünya Savaşı'nda, önce Çanakkale, sonra Doğu cephesi, Filistin ve Suriye cephesi… İstiklâl Harbi'nde Büyük Millet Meclisi ordularının başkomutanıdır Mustafa Kemâl Paşa… Sonuçta koca bir yaşam, savaşlar içinde akıp gitmiştir. Çünkü zaferden sonra da Ortaçağ gericiliğe karşı savaştı büyük ATATÜRK!

Osmanlı devletinin son yıllarında ordu hemen hemen Alman denetimi altındadır. Birinci Dünya Savaşı'nda ise Alman generallerinin doğrudan yönetiminde… Mustafa Kemâl buna karşıdır. Bana, «Mustafa Kemâl Paşa'yı tek kelime ile tanımla» deseler, hiç tereddütsüz «bağımsızlık» derim, «tam bağımsızlık» … ATATÜRK demek, aslında bağımsızlık demektir. Diğer bütün özellikler bunun türevidir, doğal sonucudur!

Ahmet İzzet Paşa da bir Osmanlı paşasıydı! Mondros'u imzalayan Osmanlı hükümetinin sadrazamı idi Ahmet İzzet Paşa… Ama ordu içinde sevilen, sayılan, değerli bir paşaydı. Meşrutiyet döneminde Erkan-ı Harbiye Reisliği de yaptı. Örneğin Yemen'de İsmet Bey'in (İnönü) komutanıydı, Birinci Dünya Savaşı'nda Doğu cephesinde Mustafa Kemâl'in de komutanı oldu bir ara… Ne var ki Mütareke döneminde İstanbul'da kurulan hükümetlerde de nazırlık yaptı. Ordu içinde itibarı yüksekti, sayılır, sevilirdi. Kısacası, Damat Ferit gibi biri değildi Ahmet İzzet Paşa… Hain değildi!

Ahmet İzzet Paşa bir hain olmamasına rağmen (örneğin zaferden sonra Damat Feritler, Vahdettinler gibi yurtdışına kaçmamış, yaşamını Türkiye'de sürdürmüş ve 1937 yılında da İstanbul'da ölmüştür), Anadolu'ya geçmedi, millî hareketi gerektiği gibi değerlendiremedi. Bir kez Mustafa Kemâl ile görüşmek üzere İstanbul hükümeti adına Bilecik'e geldi, o sefer de ATATÜRK tarafından alıkonularak Ankara'ya götürüldü, bir süre orada tutuldu. Ama daha sonra yine İstanbul'a döndü! Hatta Saray hükümetlerinde de görev almaya devam etti. Ahmet İzzet Paşa, İstiklâl Harbine yürekten inanmadı, başarılı olabileceğine kanaat getirmedi, Mustafa Kemâl gibi sadece ve sadece halkın öz gücüne güvenmedi. Hep orta yolu, uzlaşmayı tercih etti, düzen içi düşündü ve davrandı. Mustafa Kemâl gibi kararlı bir bağımsızlıkçıyı da hep uzak tuttu kendinden. Örneğin Mondros gelip kapıya dayandığında Suriye cephesinde olan Mustafa Kemâl Paşa, Ahmet İzzet Paşa'dan kendisinin kurulan hükümete alınmasını ve Harbiye Nazırı yapılmasını istemesine rağmen, özellikle yetkili konumlardan uzak tutulmuştur. Osmanlı'ya büyük devletlerle uzlaşacak bir adam lazımdı çünkü. Mustafa Kemâl uzlaşmazdı, uzlaşmadı da! Ne var ki o «uzlaşırlık» (bu aslında teslimiyet idi!) ne Osmanlı'yı kurtarabildi, ne de işbirlikçileri… O yıllarda Ahmet İzzet Paşa'nın mandacı çözüme yatkın olduğunu da görüyoruz. «Mandacı-bağımsızlıkçı» ayrışmasında birincilerin safındaydı.

Aslında kim öyle değildi ki? İsmet İnönü öyle değil miydi mesela… Rauf Orbay, Halide Edip, Adnan Adıvar, Yunus Nadi, Refet Bele, İsmail Canbulat ve daha böyle birçok tanınmış isim, ilk başlarda Amerikan mandasını bir umut olarak görmüyorlar mıydı? Hatta İstanbul 1920'de işgal edilene kadar Fevzi Çakmak, Mustafa Kemâl'e ve mücadelesine karşı değil miydi?

Son dönem Osmanlı paşaları «Düveli Muazzama» nın perspektifinden bakardı dünyaya… O büyük devletlerden biri ile dayanışma içinde olmamız gerektiği Allah'ın emri gibi bir şeydi onlara göre. Bu durumda Enver için Almanya, Cemal için Fransa öne çıkardı. Rauf, İngiliz hayranı idi! İstiklâl Harbi'ne bu nedenle Mustafa Kemâl önderlik etmiştir. Ötekiler isteseler de yapamazlardı, düşünsel yapıları elverişsizdi çünkü. Ufukları yetersizdi. Rauf'un İngiliz hayranlığının yol açtığı güven duygusunun Mondros'ta ne tür sonuçlar yarattığını biraz tarih okuyan herkes bilir. Rauf Bey'in daha sonraki Lozan sürecinde neden bu kadar «uzlaşmaz» davrandığının ipuçları da aslında Mondros'un altında imzası olması ile alakalıdır bir bakıma.

Zaferden sonra da durum, üç aşağı beş yukarı yine aynıdır. Ali Fuat, Kazım Karabekir, Refet Bey, Cafer Tayyar, Rauf Orbay, kısacası hepsi, aslında Ahmet İzzet Paşa gibi Osmanlı paşası zihniyetindedir. Bunlar bir anlamda «Meşrutiyet modernleşmecisidir.» Ufukları budur! Mesele, İnönü'nün anılarında iddia ettiği gibi, hiç de kişisel değildir. «Tek adam» korkusundan ziyade, o tek adamın yapacaklarından duyulan bir korkudur söz konusu olan... Cumhuriyetçi ve devrimci olan Mustafa Kemâl'dir. Gerçekten de «Tek Adam» dır. O tekliğin özünü uzlaşmazlık, devrimcilik ve halka güven oluşturur. Hepsinin paydası da bağımsızlık tutkusudur!

Şimdilerde kimileri şapka devrimini alay konusu yapabiliyor örneğin. Oysa o devirde kafaya şapka giymek yürek isterdi! Harf devrimi, hukuk devrimi, kadını dört duvar arasından çıkartıp toplum içinde sokmak, eğitimi birleştirmek ve bilimsel bir içeriğe kavuşturmak… Bütün bunların öncesinde saltanatı ve hilafeti kaldırmak… Cumhuriyet'in ilanı… Ama hepsinin temelinde BAĞIMSIZLIK var, hep bağımsızlık! Bağımsızlık olmasaydı eğer, diğer hiçbiri olmazdı. Bu işi ancak Mustafa Kemâl gibi biri yapabilirdi ve sonuçta O yaptı!

Bu bölük pörçük tarih bilgilerinin bugün için anlamı nedir peki? Ahmet İzzet Paşa'nın «Osmanlı paşalığı» bize ne ders veriyor ki?

Bugün Türkiye'ye gerekli olan Mustafa Kemâl gibi paşalardır! Bağımlı kafa yapısına sahip olmayan, Mustafa Kemâl'in bağımsızlık aşkından beslenen ve güç alanlar… Dünyaya ATATÜRK gibi bağımsızlık tutkusuyla, onu sağlama isteğiyle bakan, egemenliğe kıskançlıkla sahip çıkan, «özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir» diyebilen paşalar ve devlet adamları gerekli Türkiye'ye... Oysa bugün ABD'nin ve AB'nin gözüyle, «stratejik müttefiklik» aşkıyla, küreselleşme masalı ve NATO üyeliği perspektifinden bakılıyor dünyaya ve ülkemize… Sonuç, işte ortada…

* * *
Somut, güncel bir örnekle bu noktayı biraz açalım. TRT'nin Kürtçe televizyon yayını yapması açık bir anayasa ihlalidir. TRT bir devlet kurumudur ve anayasanın 3. maddesi de açıktır: «Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.» Dolayısıyla bir kurumu aracılığıyla devletin, günün 24 saati Türkçe dışında bir dilde ulusal boyutta yayın yapması her şeyden önce bir anayasa ihlalidir. Daha önemlisi ise yine anayasanın 3. maddesinde belirtilen «üniter devlet» ilkesine, yani «ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük» tanımlamasına da aykırıdır bu uygulama, «üniter devlet» niteliğinin açıkça yok sayılmasıdır. Örneğin Meclis TV, Ahmet Türk'ün Meclis çatısı altında Kürtçe konuşma yapmasını anayasaya aykırı olduğu gerekçesi ile yayınlamadı. Ahmet Türk'ün yaptığı Kürtçe konuşma anayasaya ve üniter devlet ilkesine aykırıdır da TRT'nin günün 24 saati, haftanın 7 günü Kürtçe televizyon yayını yapması anayasaya aykırı değil midir peki?

Oysa Türk Silahlı Kuvvetleri adına açıklama yapan Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, bu uygulamayı bir anayasa ihlali, ulusal ve üniter devlete bir saldırı olarak değil, «kültürel açılım» olarak değerlendirmiştir! Bu, tuğgeneral Gürak'ın şahsi görüşü değildir, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin resmi görüşüdür ve ordunun AKP iktidarına verdiği desteğin açık bir ifadesidir. Bu açıklamada «üniter ve ulusal devlet yapısının korunması koşuluyla» gibi bir sözde sınırlamadan bahsedilmesi ise zerre kadar anlam ifade etmez. Çünkü uygulamanın bizzat kendisi üniter ve ulusal devlet yapısına karşıdır, onu yıkmayı amaçlamaktadır.

Ne ilginçtir ki, bu gelişmeler ve Genelkurmayı'nın bu politikalara verdiği destek, kendini Kemalist, ulusalcı, yurtsever olarak tanımlayan kesimlerde hiçbir tepki yaratmadı. Bütün bunlar sanki gayet doğal bir gelişmeymiş gibi karşılandı.

Hatta kimileri de «içinde yaşadığımız diktatörlük, ordunun kullanılmadığı bir diktatörlüktür» türünden değerlendirmeler bile yaptılar. Şu yaşadığımız dönem bir diktatörlük olarak adlandırılabilir mi, bunun tartışması ayrıdır. Ama açıktır ki bir iktidar, sadece silahlı kuvvete dayanmaz, dayanamaz. Asıl iktidar, ideolojik ikna mekanizmalarını ve araçlarını yetkin bir şekilde kullanarak kurulur. Başbakan ya da Cumhurbaşkanı, çıkıp saatlerce konuşsa ve Kürtçe televizyon yayınının anayasa ihlali değil, «kültürel açılım» olduğunu savunsaydı, kimseyi ikna edemezdi. Ama bunu Türk halkının gözünde saygınlığı en yüksek kurum olan ordu adına konuşmaya yetkili bir kişi söylediğinde, en azından siyasal bilinç sahibi olmayan kararsız kitleyi suskun kılar, tarafsız bir konuma itersiniz ki, bugünkü koşullarda o bile yeterlidir. Bugün «kültürel açılım» denilen bütün bu girişimler, ayrılıkçı Kürtçü hareketin en nihayetinde bağımsızlığı amaçlayan stratejisinin, bugün için gerçekleştirmeyi amaçladığı evresinin somut içeriğini oluşturmaktadır.

Diyelim ki, Kürtçe televizyon yayınını kabul ettiniz! Arkasından ana dilde eğitim talebi gelecektir. Zaten bugün bile söylenmektedir bu… Onu da kabul ederseniz idari ve mali özerklik ve onunla aynı paralelde Kürt kimliğinin anayasal olarak tanınması talebi gelecektir. «Aman terör olmasın» diyerek, bunları da kabul ettiğinizde bu sefer konfederasyon ya da federasyon talebi ile karşılaşacaksınız. Bir önceki aşamalarda tanınan haklar, bu son çıkışın desteklenmesi için gerekli olan kitle gücünü de yaratmış olacaktır. Federasyonu kabul ettiğinizde ise, bu işin artık bağımsızlıkla sonuçlanması sadece zaman meselesidir. Ayrılıkçı Kürtçü hareket, 1984'den 2000 yılına kadar silahla yapamadığını, şimdi demokratik ve barışçı metotlarla, yasal yollardan yapmayı amaçlamaktadır. Oysa hedef geçmişte de aynıydı, bugün de aynıdır: bağımsız Kürdistan…

Şimdi «kültürel açılım» diyerek bu yolun açılması, aslında ayrılıkçılığa ödün verilmesi demektir. Ama emin olun ki, bu açılımla girilen yol «Kürt sorununu» değil, Türkiye'yi çözecektir. Bölücü hareketin bu taktiğine «salam diplomasisi» derler. Bir «dilim» keser ve bekler, sonra bir «dilim» daha kesersiniz. Hitler, İkinci Dünya Savaşı'na giden süreçte Versailles sistemini böyle ortadan kaldırmıştır!

Ne acıdır ki, askeri kanat AKP'nin açılımlarına sadece resmî düzeyde destek vermekle kalmamaktadır. Bir de, bir grup emekli general ve büyükelçinin yaptığı sözde «radikal çözüm önerileri» var! Kürt kimliğinin tanınmasını isteyen bu önerilerde, TRT'nin tam gün Kürtçe yayın başlatması memnuniyetle karşılanıp, özel kanallara da bu hakkın verilmesi talep ediliyor. Ayrıca, Kürtçenin seçmeli ders olarak öğretilmesinin ve bazı üniversitelerde Kürdoloji Enstitüleri ve Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin kurulmasının faydalı olacağını vurgulanıyor. (Vatan, 6.3.2009)

Şaka gibi!!!

Artık Türkiye hızla PKK'nın hedeflediği strateji doğrultusunda gidiyor. «Kültürel açılım» , «demokratik siyaset» , «farklı kimliklerin ifadesi» gibi cilalar bunu gözlerden saklayamaz. Bu gidiş birkaç yıl içinde özerklik getirir, 2015'e kalmaz federasyon… Ondan sonra da fiilen bir bölünme yaşanır. Ama daha kötüsü şudur ki, bunun kanlı bir bölünme olma ihtimali yüksektir. Çünkü ayrılıkçı hareket zaten bir «Kürt-Türk çatışması» yaratıp, henüz kendisine destek vermeyen Kürtlerin yüzde 80'lik kesimi içinde de kitleselleşmek, etkinlik kazanmak istemektedir. Bugün hâlâ bir Kürt-Türk çatışması yoktur, Türk halkı soğukkanlı ve sağduyulu bir şekilde olan biteni izlemektedir, ama «tencere» dipten yavaş yavaş da kaynamaktadır. İnsanlar, geçtiğimiz 15-20 yılda oğullarını, eşlerini, kardeşlerini, babalarını, yakınlarını, arkadaşlarını terör nedeniyle şehit verdiler, binlerce insan fiziksel ve ruhî manada gazidir bugün! Bu insanlar halkımızdır, Türkiye'nin dört bir yanında yaşıyor. Yarın, şimdi suskun duran Türk milletinin tepkisi artık dizginlenemez bir hal alırsa, örneğin Türkiye'nin en kalabalık kenti olan İstanbul'un hali nice olur dersiniz? Ya Ankara, İzmir, Mersin, Adana… Geçtiğimiz yıl Ayvalık'ta yaşananlar düşündürücüdür!

Kısacası, terör örgütü ve destekçilerine taviz vererek bu gidişat önlenemez. Bu ödüncü politika, aksine karşı tepkiyi yaratacak ve bu da bugüne kadar yaşanan «PKK/asker-polis» çatışmasını bir «Kürt/Türk» çatışmasına döndürebilecektir. Böyle bir tehlike ciddi olarak mevcuttur. Bugünkü koşullarda hükümetten ve Meclis'teki siyasi partilerden bir şey beklemek hayalciliktir. Ama Türk ordusu sorumluluk dâhilinde davranmalıdır. Bu riski göz ardı etmemeli, bu tür bir ödüncü bir yaklaşıma destek vermemelidir. ATATÜRK'ün ordusu gibi bağımsızlıkçı ve ödünsüz bir tavır almalıdır.

Oysa Bugün PKK terörünü bitirmek için ne yapılıyor? Bir yandan Barzani vasıtasıyla Kuzey Irak'taki silahlı güçler etkisiz kılınmaya çalışılıyor. Bunun karşılığında AKP kanalıyla Barzani'nin güneydoğu ve doğuda etkinlik kazanmasına bir anlamda göz yumuluyor. DTP'nin AKP karşıtlığının temelinde bir bakıma bu da vardır. Örneğin bir grup emekli generalin de içinde bulunduğu bir kesim tarafından açıklanan sözde radikal önerilerde Barzani ile ilişkilerin geliştirilmesinin önerilmesi ve Kuzey Irak'taki ekonomik yaptırımların güneydoğu ile entegre bir şekilde yürütülmesinin tavsiye edilmesi tesadüf müdür? Ama daha acısı şudur ki, böyle bir yaklaşım güneydoğuyu PKK'dan alır, daha beteri olan Barzani'ye verir. Fiilen böyle olur! Ne var ki her ikisinin de arkasında aslında ABD yok mu?

Oysa şu andaki devlet yetkililerinin tavrı Mondros sonrasındaki Ahmet İzzet Paşa hükümetinin ruh halini andırıyor. O yıllarda da İngilizlere güven, İngiliz centilmenliğine itimat egemen anlayıştı. Türklerin Ortadoğu'da ve Doğu Akdeniz'de İngiltere'nin iyi bir dostu olabileceğinin kanıtlanmasının, Birinci Dünya Savaşı'ndaki mağlubiyetin yarattığı olumsuzlukları ortadan kaldırabileceği sanılmaktaydı. Aslında bu anlayış, bütün İstanbul hükümetlerinde, hatta bir kısım Millicilerde de vardı:

«Düveli Muazzama'yı karşımıza almayalım, onların istediği çerçevede davranalım, o zaman varlığımıza zarar gelmez.»

Bugün de aynı düşünce bir başka şekilde etkilidir: 
«Küresel düşünelim, küresel eğilimleri dikkate alalım, ABD'yi karşımıza almayalım, onunla işbirliği içinde, ABD'nin bölgedeki en iyi ortağının Türkiye olabileceğini gösterelim. Bunun için gerekiyorsa İran ya da Rusya ile de kapışalım. Ama ABD hep yanımızda olsun»
İşte Obama da bunun için geliyor Türkiye'ye ve öyle görünüyor ki askeri ve siviliyle Türkiye, bu mesajı bir kez daha verecektir ABD'ye…

Oysa bugüne kadar yaşananlar ortadayken, ABD'nin teröre karşı desteğini beklemek artık hayalciliktir. Öyle olsaydı, kukla devlet için bu kadar sıkıntıya neden katlansın «big brother» ! Kaldı ki son 60 yıldır ABD ile işbirliğinin Türkiye'yi nerelere getirdiği de zaten ortadadır. O bölünmüş Türkiye haritaları, tarihin çöp sepetine atılacaksa eğer, İran ve Rusya ile değil, ABD ile çatışmak kaçınılmazdır. Ya da artık Sivas'tan öteye gitmeye gerçekten ne gerek, ne de imkân kalacaktır!

Türkiye, eğer «Kemâl» ini yeniden bulamazsa, sonu Osmanlı gibi olacaktır. Ama şurası açıktır ki,
«Osmanlı paşası» kafasıyla Mustafa Kemâl olunmaz! « NATO Paşas ı» olarak hiç olunmaz!
Tarih disiplininde «eğer böyle olsaydı…» türünden varsayımlarla hareket edip sonuç çıkarmanın bilimsel bir tutum olmadığı ortadadır. Ne var ki, Mustafa Kemâl ATATÜRK gibi bir büyük askerin, bir büyük devlet adamının, bir büyük devrimcinin yaptıkları da ortadadır. Bu nedenle «eğer Mustafa Kemâl bugün yaşıyor olsaydı…» diye düşünerek, birçok konuda nasıl bir tutum alabileceği rahatlıkla tahmin edilebilir. Çünkü yaşamı, düşünceleri ve yapıtları bellidir.

İşte bu nedenle Mustafa Kemâl eğer bugün yaşıyor olsaydı, örneğin ABD'nin «Üstün Hizmet Nişanı» nı takar mıydı? Bütün ömrü o cepheden bu cepheye savaşlar içinde geçen Mustafa Kemâl'in İstiklâl Madalyası vardı, onu takan da TBMM idi, emperyalistler değil! Açıktır ki sorun madalyanın adı değil, temsil ettikleridir! Ya da Mustafa Kemâl yaşasaydı, Muavenet'in batırılması veya Eşref Bitlis'in öl(dürül)mesi konusunda nasıl bir tavır alırdı acaba? Mustafa Kemâl yaşasaydı Anadolu'nun göbeğinde İncirlik gibi bir yabancı askeri üs olur muydu? Mustafa Kemâl yaşasaydı, Türk askeri Afganistan'da, Lübnan'da jandarmalık yapar mıydı? Mustafa Kemâl yaşasaydı, birileri Türk askerinden «our boys» diye bahsedebilir miydi? Mustafa Kemâl yaşasaydı, Türk askerinin kafasına çuval geçirmeye kim cesaret edebilirdi? Mustafa Kemâl yaşasaydı, Türk askerinin kafasına çuval geçiren o ABD'li generali Genelkurmay karargâhında kabul edip görüşür müydü? Mustafa Kemâl yaşasaydı, halkın arasında zırhlı araca binerek mi gezerdi? Mustafa Kemâl yaşıyor olsaydı, «kültürel açılım» ya da «küresel düşün» gibi bahanelerle ulusal ve üniter devletin baltalanmasına seyirci kalır mıydı?

Mustafa Kemâl Paşa, 1930 yılında şunları söylüyordu:
«Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu, istilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir. İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı ideale bağlı ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlâtlarından mürekkep muhterem ve kuvvetli bir heyettir.»
Eğer ATATÜRK bugün yaşıyor olsaydı, Türk ordusu NATO ittifakında olur muydu peki?

Ne yazık ki büyük ATATÜRK artık hayatta değil… Ama devlet adamlarımızın yaşam pratiğinde ATATÜRK'ün düşüncesi yaşıyor olsaydı, açıktır ki bunların hiçbiri olmazdı. Bu yargı, bir tahmin değil tarihin gösterdiği bir gerçektir!

Sıradan bir Türk vatandaşı olarak şuna inanıyorum ki, Türk ordusunun birçok subayı, Mustafa Kemâl'in yıllardan beri inatla milletimizden saklanan en önemli özelliğini bir gün fark edecek ve o yönde, O'na yakışır şekilde davranacaktır! Bu özellik «çağdaşlık» ya da «laiklik» ya da «milliyetçilik» değildir. Büyük ATATÜRK'ün «karakterimdir» diye tanımladığı «BAĞIMSIZLIK aşkıdır, TAM BAĞIMSIZLIK tutkusudur.» «Tam Bağımsız» olmadan ne çağdaş olunur, ne laik ne de milliyetçi… Bağımsızlık her şeyin temelidir. Onun için Kemâl Paşa, İstiklâl Harbi'nin parolasını şöyle koyar: 
«Ya istiklâl, ya ölüm… İşte halas-ı hakiki isteyenlerin parolası bu olacaktır.»

İşte bunu istiyorsak, önce bağımsız olmalıyız. Onun için 20. yüzyılın başında yaptığımız o destansı savaşın adı bile İstiklâl Savaşı'dır. Marşımızın adı bile İstiklâl Marşı'dır. Gençliğe,
«Ey Türk Gençliği… Birinci vazifen TÜRK İSTİKLALİNİ ve Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir»
... şeklinde seslenir büyük ATATÜRK. «Türk Cumhuriyeti» nden ayrı olarak «Türk istiklâli» ne vurgu yapılmış olması rastlantı değildir. Çünkü istiklâlden yoksun bir Cumhuriyet anlamsızdır.

Bugün istiklal var mı peki?

Ordun NATO denetiminde… Ekonomin IMF ve Dünya Bankası'nın, hukuk ve siyasetin AB'nin denetiminde… Gençlik emperyalist kültüre ipotek edilmiş! Gırtlağa kadar borç içindesin… Bilimi rafa kaldırmış, dogmatizm denizinde kulaç atıyorsun! «Küçük Amerika» olup çıkmışsın! «İstiklâl» denildiğinde milletin aklına Beyoğlu'ndaki o ünlü cadde geliyor! «Atatürkçülüğü» dillerinden düşürmeyen Genelkurmay Başkanları, Kuvvet Komutanları, ATATÜRK'ün «tam bağımsızlık» hedefini ağızlarına bile almıyorlar!

Manzara Umut Kırıcı!

Osmanlı ordusunda «Paşa» dan bol bir şey yoktu. Ama 1920'lerde Anadolu'ya geçip bağımsızlık meşalesini yakmayı kafasına koymuş kaç asker vardı? O zaman da ulusalcılar, bağımsızlıkçılar Malta'ya sürülüyordu, karalanmaya çalışılıyordu, bugün de aynı oyunlar oynanıyor, üstelik bir de utanmadan «hukuk» bu işe alet ediliyor! Ve emin olun ki, o gün geçerli olan karamsarlık, bugünkünden çok daha fazlaydı!

Ama sonunda Türk milleti kazandı! Bugün de yine bağımsızlıkçılar, müdafaa-i hukukçular, milliciler kazanacak! Sonunda bu vatan için göğsünü siper edenler yine Kemalistler, yurtseverler, «ya istiklâl ya ölüm» diyebilenler olacak! Yaklaşık yüzyıl önce emperyalizme bir sille atmıştık. Yüzyıl sonra aynı projelerle, benzer niyetlerle yine karşımızdalar… Bir sille daha atacağız, bu kaçınılmaz! Ne yapalım, Türk milletinin kaderi de bu: her yüzyıl dönümünde emperyalistlere ve işbirlikçilerine kötek atmak!

O « Tek dişi kalmış canavar » , Irak gibi bir ülkeye bile boyun eğdiremedi, binlerce yıllık tarihi olan Türk milletine mi boyun eğdirecek! Türk ulusu teslim olmayacaktır! Zira biliyor ki, 

İSTİKLAL YOKSA ÖLÜM VARDIR!

Serdar ANT - 11 Mart 2009
Kayıt: Pazartesi Ekim  22, 2007 3:43

http://www.guncelmeydan.com/pano/istiklal-yoksa-olum-vardir-t19508.html#p112082

***

Küresel Düşün, Kültürel Açılım Yap!

Küresel Düşün, Kültürel Açılım Yap!





Cumhuriyet Gazetesi manşeti atmış: «Kültürel Açılım…»

Üst başlık daha da çekici: «Genelkurmay üniter ve ulusu devlet yapısının korunması koşuluyla taraftar…»

Neye taraftar peki?

    «Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, TRT'nin Kürtçe yayın yapması ile ilgili askerin düşüncesini açıkladı. Gürak, «Üniter devlet ve ulus devlet yapısına zarar vermeyecek tedbirleri de göz önüne almak kaydıyla devlet kültürel alanda bazı açılımlarda bulunabilir» dedi. DTP Genel Başkanı Türk'ün TBMM'de grup toplantısında yaptığı Kürtçe konuşmayı da değerlendiren Gürak, herkesin anayasa ve yasalara uygun şekilde hareket etmesi gerektiğini söyledi.» (Cumhuriyet, 28.2.2009)
Birbiri ile çelişen şu cümleleri söyleyebilmek için, insanın tuğgeneral olması mı gerekiyor!

Bir yandan TRT'nin Kürtçe yayınına «kültürel açılım» diyerek yeşil ışık yak, öte yandan Ahmet Türk ve benzerlerini Anayasa'ya uygun davranmaya çağır! Resmî dili Türkçe olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir kurumunun, resmî dil dışında bir dilde sürekli yayın yapması Anayasa'ya uygun mu peki? Üstelik Meclis TV, Ahmet Türk'ün Meclis'te yaptığı Kürtçe konuşmayı da, bu eylem Anayasa'ya aykırı olduğu gerekçesiyle kesiyor!

Anayasa'nın 3. maddesi açık: «Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.» Ama bu hükme rağmen, bir devlet kuruluşunun günün 24 saati Türkçe dışında bir dilde yayın yapmasına göz yumacaksın, «kültürel açılım» diye yeşil ışık yakacaksın, sonra da «üniter ve ulusu devlet yapısının korunması» nı bekleyeceksin!

Daha çok beklersin… Kendi bindiğin dalı kesmek budur işte!

Ne güzel diyor Tevfik Fikret:

    «Ezeli bir şifadır aldanmak» !
Ne var ki lafa geldi mi, «büyüklerimiz» Atatürkçülüğü de milliyetçiliği-ulusalcılığı da kimseye bırakmazlar!

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ geçen yıl söylemişti:

    «Küresel düşün, ulusal hareket et...»
Hoş, ama boş bir laf!

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Başkanı Tevfik Bilgin de;

    «Türklerin bir Kuzey Avrupa bankasında 60 milyar doları var» diyor. (Hürriyet, 27.2.2009)
Al sana küresel düşünme! Küresel düşündüğün zaman, 60 milyar doları, gider Avrupa bankasına yatırırsın!

Kurum Başkanı Bilgin,

    «Ülkenin değerlerinin yurtdışına taşınması elbette ki kabul edilemez ve Varlık Barışı'ndaki imkânı hâlâ kullanmamaları da affedilemez»
diyor ve tabii ki komik oluyor!

Sen ekonomini hesapsız kitapsız bir şekilde dünyaya açacaksın, finansal sistemini son sınırına kadar serbestleştireceksin, piyasaların Nasreddin Hoca'nın türbesi'ne dönecek, ondan sonra da çıkıp «ülkenin değerlerinin yurtdışına taşınması elbette ki kabul edilemez» diyeceksin!

Gülerler adama!

Aynen anayasaya aykırı bir girişim olan Kürtçe TV'ye «kültürel açılım» diye yeşil ışık yakarken, diğer yandan Meclis çatısı altında Kürtçe konuşma yapan Ahmet Türk'e «anayasaya uy…» çağrısı yapanlara gülündüğü gibi!

Peki, kim o «Türkler» ?

Bu ülkenin işçisi, memuru, esnafı, köylüsü, çiftçisi, emeklisi, gazisi, yetimi mi?

Yoksa «kriz var» diyerek fabrikalarını, işyerlerini kapatıp çalışanları kapının önüne koyarken, yüzde bilmem kaç oranında kâr eden bilançolar açıklayan sermaye sahipleri mi?

Sermaye sahibi para babası küresel düşünmüş, parasını gidip Kuzey Avrupa bankasına yatırmış!

Hadi şimdi «küresel düşünen» sermaye sahibine, « Ulusal hareket et» diye çağrı yap bakalım, seni dinleyecek mi?


Serdar ANT - 28 Şubat 2009
http://www.guncelmeydan.com/pano/kuresel-dusun-kulturel-acilim-yap-t19281.html#p110620
***

Mandacı Liboş…



Mandacı Liboş…


 MÜDAFAA-İ HUKUK
Serdar ANT
denizkurdu66@gmail.com





'Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır.
Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır.
Geçmez ele bir pâye, kavuk sallamayınca,
Kürs-î liyakat pezevenk, puşt olanındır!'
 


Ülkemizde son 30 yılda yaşananlar, yeni bir “insan” türü, bir sözde “aydın” tipi yarattı. Sadece gazete sütunlarında ya da televizyon ekranlarında değil, günlük hayatın içinde, yakın çevremizde de görmemiz mümkün bu tipi… Kendini “özgürlükçü”, “solcu”, “anti-faşist” gibi etiketlerle pazarlayan bu tür için, ulusal olan ve onunla ilgili bulunan her şey neredeyse bir küfürdür. Mandacı ve liboş karakterini, demokrasi ve insan hakları maskesi ardında gözlerden saklamaya çalışan bu tür, medyada ve üniversite camiasında köşe başlarını tuttuğu için yaygara ile gündemi belirlemekte oldukça başarılıdır. Ama biraz yakından incelenip, dilinden düşürmediği insan hakları anlayışı mercek altına alındığında maskesi yırtılır, gerçek yüzü ortaya çıkar.

Bu mandacı-liboş takımı insan haklarını çok sever, dilinden düşürmez, ağzına sakız eder! Yaşam hakkını savunur, işkenceye karşıdır, düşünce ve ifade hürriyetinden yanadır. Kısacası, temel hak ve özgürlükler konusunda sözde çok “duyarlıdır.”

Ne var ki, bu mandacı-liboş “aydınlarımızın” insan hakları “aşkı” burada biter. Ekonomik ve sosyal haklar söz konusu olunca, bu “aydınlarımızı” bir suskunluk alır. Çalışma hakkını, sosyal güvenlik hakkını, eğitim ve sağlık hizmetlerinden insanca yararlanma hakkını, eğlenme ve dinlenme hakkını, toplumun kültürel hayatına katılabilecek bir yaşam standardına sahip olma hakkını savunanını bulabilene aşk olsun!

Bu mandacı-liboş takımı insan haklarının bir bütün olduğunu görmek istemez, bunu gözlerden saklamak için elinden geleni yapar. Temel hak ve özgürlükler kadar, ekonomik ve sosyal hakların da önemli olduğuna aldırmaz. Hatta bu ikinciler olmadan birincilerin hayata geçirilemeyeceğini gözlerden saklamak ister. Somut konuşmak gerekirse, toplumda sosyal ve ekonomik açıdan bir adalet ve eşitlik tesis etmeden, mesela siyasal örgütlenme özgürlüğünün ve hakkının pek bir anlamı olmayacağını, bu özgürlüğün kâğıt üzerinde kalacağını umursamaz.

Örneğin her ağzını açtığında İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne gönderme yapar. Ama aynı Bildiri’nin “Ekonomik ve Sosyal Haklar”ı düzenleyen 22 -29. maddelerinden kesinlikle söz etmez. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 21. maddesinden sonrası yoktur, bizim mandacı-liboş “aydınlarımız” için!

Örneğin fanatik derecede AB yanlısıdır, “medeniyet projesi” diye yutturmaya çalıştığı, “çağdaş uygarlık” diyerek övdüğü AB ile yatar, AB ile kalkar, ama her ne hikmetse, Avrupa Sosyal Şartı’nı görmemezlikten gelir! Oysa o Avrupa Sosyal Şartı ki, sadece ekonomik ve sosyal hakları tanımlamakla kalmaz, yaşama nasıl geçirileceğini de ayrıntılı olarak düzenler. Bizim AB’ci, mandacı-liboş “aydın” müsveddelerimiz ise susar, sadece susar!

İki lafın başında ezber bozmaktan bahsetmesine rağmen, mandacı-liboşlarımız sadece ezberlediği, daha doğrusu kendisine ezberlettirilen insan hakları nutuklarını atarak toplumun özgürleşebileceğini, insanların insanca yaşam koşullarına kavuşabileceği yanılsamasını bilinçlere pompalar, böyle düşünülsün ister, bunun için mücadele eder. Çünkü buna göre kurgulanmış, bu şekilde eğitilmiştir! Sınıfsal çıkarları böyle davranmasını gerektirir. İnsan hakları, ulusal bütünlüğe, bağımsızlığa ve egemenliğe karşı saldırısının ideolojik-hukuki kılıfıdır.

Mandacı-liboş takımı, bir de “solcu” olduğu iddiasındadır! Bu sıfatı kimseye bırakmaz. Kemalizm’e ve ulus-devlete küfretmeyi “solculuk” olarak sunar. Bir taşla iki kuş vurmak amacındadır. Bir yandan soyunduğu ve parçası olduğu bütün ihanetleri “solculuk” kavramı ardında gizleyerek meşru kılmaya çalışırken, öte yandan gerçek hedefi olan solu kirleterek asıl efendilerine de hizmet etmiş olur.

Mandacı-liboş sözde “solcudur”, ama özelleştirmeye adı altında ulusal değerlerin talan edilmesine karşı çıkmaz!

Mandacı-liboş sözde “solcudur”, ama emeğin değil sermayenin sözcülüğünü, IMF reçetelerinin Dünya Bankası programlarının borazanlığını yapar!

Mandacı-liboş sözde “solcudur”, ama bağımsızlıktan değil, küreselleşmeden yanadır! Emperyalist projeleri “medeniyet” etiketiyle yutturmaya çalışır!

Mandacı liboş sözde “solcudur”, ama Türk tarihinin gördüğü en gerici ve işbirlikçi siyasal kesimleri destekler, onlarla işbirliği içinde hareket eder.

Mandacı-liboş yatıp kalkıp “sol edebiyatı” yapar, ama var olan toplumsal-siyasal-ekonomik düzenin hakça bir bölüşüm ve siyasal karar alma süreçlerine her düzeyde demokratik bir katılım ekseninde dönüştürülmesini savunmaya gelince, ara ki bulasın mandacı-liboşu!

Bütün boyutlarıyla ulusal bağımsızlığı savunmak ve anti-emperyalist bir tavır almak, modası geçmiş bir davranıştır mandacı-liboşa göre! O çoktan küreselleşmiştir çünkü! Nereye itersen oraya yuvarlanır. Çünkü yuvarlaktır!

Dinin, toplumsal ve siyasal ilişkileri düzenleyen değil, vicdani bir kurum; kişi ile inandığı arasındaki bir ilişki biçimi olarak kalmasını sağlamak anlamında lâikliğin, sol ve yurtsever duruşun vazgeçilmez öğelerinden biri olduğunu kabul etmek işine gelmez mandacı-liboşun! Tarikatlara özgürlüğü, şeyhin mürit üzerindeki tahakkümünü, kadının çuvala sokulmasını savunmayı “solculuk”, “ilericilik” olarak kabul ettirmeyi görev bilir. Karşı çıkanlara da “laikçi” diye saldırır.

Mandacı-liboş hesapta “solcudur” ve siyasal anlamda katılımcılığı savunur! Ama adaletsiz seçim sistemi ve siyasal partiler kanunundan yararlananların dalkavuğu ve şakşakçısıdır aynı zamanda. Bu adaletsizlik karşısında evlere şenlik “solcu” liboşumuz dilini yutmuştur!

Mandacı-liboş “solcudur”, ama bölüşüm ve sosyal-adalet dendi mi, bizimki “dut yemiş bülbüle” döner! İşsizliğin yüzde 20’lerde gezindiği bir ülkede özelleştirme adı altında sürdürülen talanı alkışlar! Yılda 40- 50 milyar dolar borç ödemeye mahkûm kılınmış bir ülkenin, IMF ve Dünya Bankası programlarını harfiyen uygulamasının tek çıkış yolu olduğunu iddia eder!

Mandacı-liboş “solcudur”, ama ulusal olanın değil, emperyalist merkezlerin safındadır. Bölücülükle kol koladır. Mesela İngilizce düşünür! Öyle programlanmıştır çünkü. Düzgün bir Türkçe ile konuşmaya ve yazmaya bile gayret etmez, edemez. Yaşadığı vatana ve topluma, tarihi ve kültürel değerlerine sahip çıkmaz. Evrensel olana ancak bu yoldan ulaşılabileceğini anlamaz. Solcu, evrensel kimliğin ve dayanışmanın, ulusal katkılarla zenginleştiğinin bilincinde olan kişidir. Ama mandacı-liboş bunun idrak edilmesini istemez!

Mandacı-liboş sürekli değişim der, özgürlük der! Ama her ne hikmetse eşitlik demez hiç! Değişimin soyut bir kavram olmadığını, bir yönü ve somut bir içeriği olduğunu gözlerden saklar! Özgürlüğü kullanabilmenizi mümkün kılacak ekonomik güce sahip olmadığınızda o özgürlüğün beş para etmeyeceğini; eşitlikten yoksun bir özgürlüğün, emeğin değil sermayenin özgürlüğü olduğunu demagojik söylemi ile gözlerden saklamaya çalışır!

Kısacası, mandacı-liboş aklınca vezir olmaya çalışır, ama o meşhur öyküdeki gibi, adam olamadığından, rezil olmaya mahkûmdur!

Neyzen Tevfik’in dediği gibi…

Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır.
Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır.
Geçmez ele bir pâye, kavuk sallamayınca,
Kürs-î liyakat pezevenk, puşt olanındır!


Uzun lafın kısası, Mandacı-liboş, Kürs-i liyakat sahibi bir şarlatandır!

Serdar Ant


*** 

3 Milyarı Emekliye, 57 Milyarı Tefeciye...!


3 Milyarı Emekliye, 57 Milyarı Tefeciye...!

Serdar ANT

denizkurdu66@gmail.com

Başbakan Erdoğan emekli aylıklarında yapılan artışı açıkladı. Erdoğan'a göre bu artış SSK işçi emeklileri, tarım emeklileri ve BAĞKUR olmak üzere toplam 7 milyon 327 bin 800 kişiyi kapsıyor.

Bunların ailelerini de hesaba katarsak Türkiye nüfusunun beşte biri kadar bir kesimdir söz konusu olan...

Bu çerçevede 2010'un ilk 6 ayı için, en düşük emekli aylığı yüzde 20.4, en yüksek emekli aylığı da yüzde 4.5 oranında artacak. Diğer bir ifadeyle 2010'un ilk 6 ayında emekli maaşlarında en az 63 lira, en çok 101 lira artış yaşanacak. 2010'un tamamı dikkate alındığında ise en az 74 lira, en çok 172 liralık bir artış gerçekleşecek!

Kısacası bozdur, bozdur harca...

Başbakan bu «müjdeli» (!) haberi verdikten ve artış oranlarını açıkladıktan sonra bir de şu eklemeyi yaptı:

«Bu iyileştirmelerin kamuya maliyeti 3 milyar 42 milyon TL olacak.»

Çoğu kişi için bu son verinin pek bir anlamı yoktur. Çünkü herkes kendi cebine kaç lira gireceğini hesaplıyor ve bu artışın yeterli olup olmadığını değerlendiriyor. Sonuçta bu sözde «iyileştirmelerin» kamuya maliyetinin ne olacağına pek dikkat edilmiyor. Oysa asıl dikkate alınması gereken tam da bu 3 milyar 42 milyon TL'dir!

Çünkü nüfusun neredeyse yarısı için 3 milyar 42 milyon TL'lik artışı büyük bir tantana ile ilan eden hükümet, 2010 yılında bir avuç tefeciye 56,7 milyar lira faiz ödeyecek! Bu, bütün Türkiye nüfusu dikkate alındığında kişi başına 793 liralık borç ödemesi demektir!

Bu rakamlar, AKP hükümetinin kime öncelik verdiğinin, Türkiye'yi kimin yararına yönettiğinin en güzel örneğidir aslında... Yaklaşık 15 milyon kişiye 3 milyar, ama bir avuç tefeciye ise 57 milyar...

İşte AKP hükümetinin pastayı paylaştırma şekli!

Bu Nedenle
«Bankacılık sektörünün 2009 yılının ilk 11 aylık dönemdeki kârı yüzde 44 artışla 18,8 milyar TL'ye ulaştı» (Vatan, 5.1.2010)

Emekli maaşlarındaki sözde «iyileştirmeyi» açıkladığı konuşmada Erdoğan «krizin başladığı günden itibaren sadece ABD'de 158 banka battı. Bizdeyse tek bir banka bile batmadı» diyerek övündü bir de...

Nedeni ortada değil mi?


Serdar ANT
denizkurdu66@gmail.com

http://anadoluhaber.blogspot.com/2010/01/3-milyar-emekliye-57-milyar-tefeciye.html

***

TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİNLER

“TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİNLER”!

Serdar Ant
 SERDAR  ANT  HEDDAM YAZILARI,
Son yıllarda sanal dünyada güncel siyasal konularla ilgili yayın yapan bir internet sitesinde yaklaşık bir hafta önce yayınlanan bir yazıda şunlar söyleniyordu:
 “Türk Milleti için tek yol Müdafaa-i Hukuk, tek umut ise 'Kuvva-yı Milliye'dir. Siyasi partiler ile 'Ulusal Kurtuluş' mücadelesi verilmeyeceğini Türk Milleti anlamalıdır. Siyasi partilerin seçim çıkarları, siyasetçilerin şahsi menfaatleri ile tevhid olup, ulusal onurun ve bağımsızlığın önüne geçebilir. En temiz ve sağlam örgütlenme partiler üssü bir oluşumla sağlanabilir ancak; partilerin doktrinleri ve ideolojileri insanları gruplaştırıp ayrıştırabilir. Yüreği Vatan ve Millet sevdasıyla çarpan iki insan, farklı ideolojilerin ve partilerin peşine düşerek yolları ayrılabilir. Bu ayrılığın yaşanmaması için partiler üssü bir oluşum şarttır.”
 Bu görüşlerin günümüz Türkiye koşullarında, ülke sorunları için ne derece bir çözüm olacağı tartışmaya açıktır ve ayrı bir yazının konusudur. “Kuvayı Milliye” nedir, ne değildir, 1920’lerin “Müdafaa-i Hukuk” örgütlenmelerinden farkı nedir, günümüzde “partiler üstü örgütlenme” nasıl yaşama geçer, böyle bir girişimin de en sonunda bir partiye dönüşmesi kaçınılmaz değil midir gibi soruları, şimdilik bir yana bırakalım. Benim bu yazı çerçevesinde asıl değinmek istediğim, yazının son cümlesi ve bu cümleyle yapılan çağrıdır:
 "Namlu Düşmanın şakağında, vurmayı - ölmeyi emir beklemeyen, tetiğe basacak Hasan Tahsinleri bekliyor..."
 Birilerinin “tetiğe basması” için davet çıkaran bir mücadelenin ne tür bir “mücadele”(!) olacağı ortadadır aslında. Böyle bir anlayışın, doğal olarak yasal ve demokratik tüm siyasal mücadele yollarını daha en baştan dışlayacağı ve kötüleyeceği de açıktır. Madem sorunlar tetiğe basmakla çözülecektir, o zaman birilerine çağrı yapmaya ne gerek var? Bu tür bir kışkırtıcılığa soyunanlar, kimi hedef alarak, hangi tetiğe basacaklarsa, buyursunlar bassınlar o zaman… Ama daha ilginç olan ise, böyle bir çağrının kendisini Hasan Tahsin gibi tarihsel bir figürle meşru kılmak istemesidir.
 Hasan Tahsin, bizim milli tarihimizde kutsallaştırılmış bir simgedir, kimilerine göre “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım”dır.  1919 Mayıs’ında İzmir’e çıkan işgalci Yunan kuvvetlerine karşı ilk kurşunu sıkan ve bunun üzerine şehit edilen bir kahramandır. Ne var ki Hasan Tahsin’in 15 Mayıs 1919’da gösterdiği bu yiğit duruş, onun öyküsünün sadece son cümlesidir. Hasan Tahsin’i böyle bir çıkış yapmaya mecbur bırakan hatalarla dolu bir “önceki dönem” vardır ki işte burası çoğu kişi tarafından bilinmez, bilenler de görmezden gelmeyi yeğler.
 Gerçek adı Osman Nevres olan Hasan Tahsin hakkında herhangi bir başvuru kaynağında genelde şu tanımın yapıldığını görürsünüz:
 “15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir'e çıkan Yunan askerine ilk kurşunu sıkarak Türk direnişini başlatan ulusal sembol kişi, yazar ve gazeteci...”
 15 Mayıs, Hasan Tahsin’in yaşamının son günüdür. O gün Yunan askerleri tarafından açılan ateş sonucu şehit edilmiş ve tarihe de yaşamının bu son günü yaptıklarıyla geçmiştir. Oysa Hasan Tahsin 1888 doğumludur, yani Atatürk ile aynı dönemin insanıdır. 15 Mayıs 1919 günü şehit edildiğinde 31 yaşında olan Hasan Tahsin’in yaşamının önceki yıllarında yaptıkları onun hiç de Mustafa Kemal’in benimsediği çizgide bir insan olmadığını göstermektedir.
 Ama günümüzde kendini “Kemalist-Atatürkçü” olarak tanımlayan birçok kişi, Hasan Tahsin’i bir simge haline getirmekte ve resmi tarih de onu yaşamının bu son günü yaptıklarıyla gelecek kuşaklara tanıtmaktadır. “Kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” gibi yakıştırmalar ise Hasan Tahsin efsanesinin zorlamasıyla yapılan haddini aşan nitelemelerdir. Çünkü Kuvayı Milliye adı altında değerlendirebileceğimiz yerel, silahlı direniş hareketleri, Hasan Tahsin’in ilk kurşunu atmasından daha önce başlamıştır.  
 Mustafa Kemal’in Nutuk’ta “Memleket dâhilinde ve İstanbul’da milli varlığa düşman teşekküller” başlığı adı altında saydığı cemiyetler arasında Sulh ve Selamet Cemiyeti de vardır. (Nutuk, C-1, TTK Yay. Ankara, 1989, s.8)
 İzmir’de Yunanlılara ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlere güvenme görüşünü savunan biridir ve “Ali Kemal ve Satvet Lütfi gibi İngiliz yanlısı işbirlikçilerin ön ayak olduğu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’ni İzmir’de kurmuştur” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24) 
 Ayrıca Nutuk’ta ne “mal” olduğu ortaya konulan Sait Molla’nın da bu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin İdare Meclisi üyesi olduğunu ekleyelim. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 2, Mütareke Dönemi, Hürriyet Yay. s. 141)
 Hasan Tahsin’in İzmir’de çıkarmakta olduğu Hukuk-ı Beşer gazetesinin 1 Aralık 1918 tarihli sayısında Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin programı yayınlanmıştır. Hatta gazetenin adı da 4 Ocak’tan itibaren Sulh ve Selamet olarak değiştirilmiştir. Ertesi gün gazetede yapılan bir açıklamada “Hukuk-ı Beşer’in Prens Sabahattin Bey’e mensup Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin bir yayın organı olduğu ancak doğrudan doğruya Cemiyet’in adını alması gerektiği ve bu nedenle dünden beri Sulh ve Selamet adıyla yayınlandığı” ifade edilmiştir.
 Prens Sabahattin’in kim olduğu ve siyasi geçmişi göz önüne alınır ve Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin Mütareke döneminde nasıl bir rol oynadığı hatırlanırsa, Mondros Mütarekesinin hemen ardından ve İzmir’in işgalinden kısa bir süre önce Hasan Tahsin’in nasıl bir politik tutum içinde olduğu daha iyi anlaşılır.  
Bugün millete “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olarak sunulan Hasan Tahsin, 15 Mayıs 1919’da Yunan işgali başlayana kadar tam tersi bir tutum içinde olmuştur. En azından 1919 yılının bahar aylarına kadar durum böyledir. Hasan Tahsin gazetesinde “Bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak gerekir. Ancak bu sayede Anadolu’yu elimizde tutma olanağı vardır” görüşünü savunmuştur. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24)
 Hasan Tahsin’e göre İngiltere, Fransa ve Amerika insanlığı ve eşitliği savunan güçlerdir! (Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, s. 139-140)
 Hasan Tahsin, en sonunda yanlış bir yolda olduğunu fark edip 15 Mayıs 1919’da Yunan işgalcilerine karşı ilk kurşunu sıkarak belki kahramanca bir duruş sergilemiştir, ama bu tavrı Mondros Mütarekesi sonrasındaki o karanlık dönemdeki hatalı duruşunu yok edemez. İşgalden kısa bir süre öncesine kadar halkı direnişe değil, boyun eğmeye ve beklemeye teşvik eden bir tavır içindedir Hasan Tahsin… En azından başyazarlığını yaptığı gazete, bu amacı güdenlerin sesidir.
 Kaldı ki 15 Mayıs’ta atılan o ilk kurşunun da “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olduğu iddiası gerçeklerle ilgisi olmayan bir yakıştırmadır. Bu konudaki diğer bütün iddialar bir yana, Yunanlıların İzmir’i işgale başladığı 15 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Bandırma vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkmıştı bile… Ve Anadolu’ya da Hasan Tahsin’in attığı ilk kurşunun yönlendirmesiyle gitmiyordu. Hasan Tahsin’in İzmir’de “bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak” gerektiğini savunduğu günlerde, Mustafa Kemal İstanbul’da, birkaç ay sonra başlatacağı Anadolu İhtilali’nin planlarını yapmaktaydı.

Kısacası Mustafa Kemal gibi ulusal demokratik devrimcilerle, Hasan Tahsin gibi romantik hayalperestlerin çizgisi bir değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır!
Silahlı mücadeleyi kutsayan, yasadışı yollar ve şiddeti çareymiş gibi gösteren maceracı hareketler bugün Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmaz. Kabzasını kimin tuttuğu belli olmayan bir silahın tetiğine asılarak hiçbir sorun çözülemez. Bu tür kışkırtıcı çağrılar, vatansever bir söylemle meşru kılınmaya çalışılsa bile, bir kaos ve anarşi ortamının yaratılmasına hizmet eder, o kadar… Böyle bir ortamın ise her zaman emperyalizm ve yerli işbirlikçilerine yaradığını biliyoruz. Türkiye, 1971 ve 1980 darbesine giden süreçte bu kışkırtıcı oyunu iki kere izledi. İster sağcı olsun ister solcu olsun, bu ülkenin yurtsever ve tertemiz evlatları, büyük satrancın bir piyonu gibi kullanıldı, birbirini kırdı. En sonunda o namlunun kime çevrildiğini ve kimleri vurduğunu ise yaşayarak gördük.
 Aynı oyun, şimdi bir kere daha mı sahneye konulmaya çalışılıyor?
8.5.2013  
***

' BEYAZ ',


'Beyaz', 

Serdar Ant
SERDAR  ANT  HEDDAM YAZILARI

 
Türk Siyasal yaşamı üzerine konuşurken, siyasal aktör olarak dikkate almamız gereken unsurlar nelerdir?

Siyasi Partiler1

Kuşkusuz ilk akla gelen siyasi partilerdir. Sivil toplum örgütlerini, meslek kuruluşlarını, toplum üzerinde etki sahibi olan kimi aydınları, sınıfsal karakteri ortada olan medyayı da yine bu çerçevede sayabiliriz. Ama ilk aşamada en göze batan, en etkin aktörler siyasal partilerdir.Türkiye’nin bugünkü koşullarında siyasal partilerin, özellikle de Meclis’teki iki büyük muhalefet partisi olan CHP ve MHP’nin tatmin edici bir seçenek olmadıkları ve etkili bir muhalefet sergilemedikleri ortadadır. 

MHP
Örneğin, MHP’nin özellikle 22 Temmuz seçimleri sonrasında büyük bir hayal kırıklığı yarattığı inkâr edilemez bir gerçektir. Seçimler öncesinde “Apo asılsın” diyerek meydanlara ip atıp duygu sömürüsü yapan ve oy avcılığına soyunan, ama seçim sonrasında PKK uzantısı DTP’nin milletvekilleri ile el sıkışan bir partinin inandırıcılığı kuşkuludur artık. Üstelik iş bununla da bitmemektedir. Avrupa Birliği’ni savunan MHP’dir, ABD ile stratejik müttefik olmanın gereklerini en iyi kendisinin yerine getireceğini iddia eden MHP’dir, liberal ekonomi taraftarı olan MHP’dir, özelleştirmeler konusunda “uslu siyaset” yapan MHP’dir, türbana destek veren MHP’dir. Bu liste uzar gider.

CHP
CHP’ye gelince, onun da MHP’den temelde hiçbir farkı yoktur aslında. Ne ABD ile ilişkiler, ne AB, ne ekonomi, ne de diğer meselelerde… Örneğin Cumhuriyeti kuran partinin bugünkü lideri, Atatürk’ün ölümünden sonra karşıdevrim sürecini tetikleyen “ikinci adam” İsmet İnönü’nün 1963′te açtığı yolda inançla yürüdüğünü göstermek istercesine AB üyeliği konusunda şunları söylemekten çekinmemektedir: “Biz bu projeyi başından beri istiyoruz. Türkiye’nin tam üyeliği için AB’de irade var mı, yok mu? Asıl mesele bu. Tam üye olacaksak 20 yıl da 30 yıl da bekleriz, ama tam üye yapılacağımızı bilirsek daha iyi motive oluruz.” (Milliyet, 11.4.2008) 

AKP, DSP, ANAP, DP, SHP ve diğerleri

Bu bağlamda AKP, DSP, ANAP, DP, SHP ve diğerleri için de aynı şeyler, şu ya da bu derecede geçerlidir. Sonuçta bütün partilerin aynı kumaştan olduğunu iddia etmek bir abartma olmaz.

Türk siyasal yaşamı yıllardır bir kısırdöngü içinde debelenmektedir
İşte bu nedenle Türk siyasal yaşamı yıllardır bir kısırdöngü içinde debelenmektedir. İlkesizlik ve ikiyüzlülük artık kanıksanan davranışlar olmuştur. Siyaset, program ve proje ekseninde değil (çünkü bu düzlemde partiler arasında hiçbir fark yoktur!), lider merkezli olarak yapılmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak partiler, liderlerin kişisel mülkü haline gelmiştir. Parti içi siyasette, en büyüğünden en küçüğüne kadar hiçbir partide ne özgürlük ne demokrasi vardır. Siyasal yaşamda yıllardır egemen olan, bir liderler oligarşisidir aslında. Örneğin bugün “merkez-sol” CHP’de siyaset yapan, ama geçmişte merkez-sağ bir partide yetkili konumlarda bulunmuş ünlü bir siyasetçinin “partileri, genel başkanlar ve genel başkanın etrafındaki heyetler yönetirler. Yoksa dışarıdan, ‘ben de varım, benim de hakkım var, benim de fikrimi alın’, gibi yaklaşımlardan bir hayır çıkmaz.” şeklindeki sözleri hiçbir tepki görmemekte, gerçeğin dile getirilmesi olarak kabullenilmektedir. Laik şeyhlerin liderliğindeki laik tarikatlar haline gelen partilerde, siyasal yaşam bir şeyh-mürit ilişkisini aratır çerçevede şekillenmektedir. Bilindiği gibi, şeyh-mürit ilişkisinin belirleyici özelliği dinsel niteliği değildir. İlişkiye şekil veren nitelik itaattir, mutlak sadakattir. Müridin şeyhine bağlılığı sorgusuz sualsiz, körü körüne benimsenen bir inanç üzerinde yükselen, aklın süzgecinden geçirilmeden içselleştirilen bir itaat ve sadakat duygusu temelinde boy verir. Şeyh her zaman haklıdır, hikmet sahibidir, ne söylese doğrudur, yerindedir. Eleştiriden bağışıktır. Hatta eleştirilebilir olduğu düşünülemez bile… Dokunulmazdır. Deyim yerindeyse bir tür küçük Tanrı’dır! Bu nedenle mürit bağımlı bir “kişiliktir”. Ne aklı, ne vicdanı, ne de irfanı hürdür. Özgürlüğü ve bağımsızlığı bir karakter özelliği haline getirememiş olduğundan, aklının değil şeyhin kılavuzluğuna ihtiyaç duyar. Birey olduğunu sanır, ama ağanın marabasından, padişahın dalkavuğundan farkı yoktur. Bunun için de kendi eksikliğini, boyun eğdiği şeyhini yücelterek gidermeye çalışır. Ve sonunda şeyh uçar! Ama o güzel deyimde belirtildiği gibi, şeyhi uçuran mürittir aslında! Bu zihinsel yapı çerçevesinde şekillenen kulluk ilişkisi, günümüz Türkiye’sinde sadece tarikatlarda ve cemaatlerde değil, siyasal partilerde de egemendir.

TSK, BOP ve Türban
Güneş Operasyonu
Tahmin, Tevil ve Takdir
Siviller ve Askerler
ABD ve AB'nin Kucagindaki Yönetim
ABD’nin Hedefi
Hain?
Genelkurmay Başkanları
Bir Türkiye Analizi
12ler
ABD ve Darbeler
ABD Hizmetindeki F-16'lar  
Ordu

Bu bağlamda Türk siyasal yaşamında bir başka aktör öne çıkmakta, en azından kitlelerin gözünde bir umut haline gelmektedir: Türk Silahlı Kuvvetleri ya da ordu… Bu nedenle (belki biraz paradoksal görünebilir) ordunun da en az siyasal partiler kadar eleştirel bir gözle değerlendirilmesi, mercek altına alınması zorunludur. Öte yandan eleştiri bir beklenti ile yapılır. Ne kadar sert olursa olsun, özünde bir umudu, bir değişim beklentisini içerir. Ne olduğu ve yıllardır aynı çizgide ısrarla devam etmeleri nedeniyle de artık değişemeyecekleri ortaya çıkmış “parti” denilen laik tarikatların eleştirilmesi zaman kaybından başka bir şey değildir artık.

Asker ve Siyaset

Ordu bağlamında düşünmeye başlayınca ilk akla gelen soru, askerin siyasal yaşamda bir etkisi, bir rolü, bir ağırlığı olup olmadığıdır. Kısacası, asker siyasetin dışında mıdır Türkiye’de? Bu soruyu yanıtlamadan önce, bir parantez açıp bir noktayı açıklığa kavuşturmak yanlış anlaşılmamak için zorunludur. Bu yazı çerçevesinde “ordu” derken işaret etmek istediğim, ordu adına karar alıcı konumda olanların varlığıdır. Yaptığımız konuşmalarda, yazılarımızda aslında bu karar alıcıları eleştiriyor ya da destekliyoruz. Bu alınan kararlar neticesinde şekillenen ordunun tavrı ve izlediği politikalar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her üyesi (ya da üyelerinin çoğunluğu) tarafından paylaşılmakta mıdır bilinmez, ama bizim ordumuzun en önemli özelliklerinden biri disiplin anlayışıdır. “Emir, demiri keser” biçiminde de ifade edilen bu özellik, en basit bir “er-erbaş” ilişkisinde geçerli olduğu gibi, hiyerarşinin en üst basamakları için de geçerlidir. Bu durumda herhangi bir konuda ordu içinde bir oy ya da görüş birliği olmasa bile, son tahlilde en üst makamlarda ve kilit konumlarda olanların demiri bile kesen emirleri bağlayıcı olur. Onun için ordu soyutlaması, siyasal ilişkiler düzleminde, aslında ordunun yönetiminde kilit konumda olanları ve onların tutumlarını simgeler.

Kuşkusuz bütün siyasal sistemler, bir anlamda, belli bir askeri gücün varlığına dayanır. Dolayısıyla askerin mutlak anlamda siyaset dışı olduğunu iddia etmek zaten mümkün değildir. Ama Türkiye’de askerin siyasete ilgisinin birçok başka ülkeden daha farklı ve yoğun olduğu da su götürmez bir gerçektir. Türkiye’nin tarihsel, kültürel, sosyal koşullarından ve dışa bağımlığından kaynaklanan bu ilginin ve askerin siyasetle iç içeliğinin gerekli olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur, ama bunun bir olgu olduğu inkâr edilemez. Siyasetle bu derece iç içe olan bir kurum, ister istemez onun yarattığı kirlenmeden ve yıpranmadan da etkilenir. Hele ki Türkiye gibi emperyalizme bağımlı bir ülkede, siyasal yaşamın gelgitleri orduyu da vurur ya da ordu da aslında bu gelgitler çerçevesinde bir rol sahibidir zaten.

Ordunun tavrı, izlediği politikalar ve tutumu
O zaman orduyu, siyasal-ideolojik ilişkiler düzleminde siyasi partilerle aynı kategoride değerlendirmemek için ordunun partilerden farklı bir siyasal duruş ve yöneliş içinde olması; üstelik bu duruş ve yönelişin salt söylemle sınırlı kalmayıp, siyasal pratiği belirleyecek bir eylemliliği, kısacası somut açılımları da içermesi gerekmez mi ? Açık konuşmak gerekirse, örneğin yukarıda siyasal partileri eleştirirken değindiğimiz konulardan hangisinde ordunun tutumu bu partilerinkinden daha tutarlıdır ya da farklıdır? TSK’nin karşı olmadığını Genelkurmay Başkanı’nın defalarca açıkladığı AB’ye tam üyelik konusunda mı? Kaldı ki AB üyelik sürecinin Türkiye’ye getirdikleri ve Türkiye’yi getirdiği nokta da artık gözlerden saklanamayacak şekilde ortadadır ve Türkiye’nin egemenliği ile ulusal bütünlüğünü tehdit eden bir içeriktedir. Ya da ondan habersiz adım at(a)madığımız ABD ile ilişkilerde mi? Veya sosyoekonomik düzen ve liberal ekonomik politikalar bağlamında mı? Dünya Bankası ve IMF reçeteleri hakkında mı? Özelleştirmeler konusunda mı? Türban meselesinde mi?

Belki bir tek DTP-PKK konusu bu çerçevede değerlendirilemez. Zira ben bugüne kadar bölücülerle tokalaşan, Kürtçüleri Meclis’e taşıyan bir asker görmedim. Bugünden sonra da böyle bir şey olacağını sanmıyorum. Ama kimi çevrelerce “Kürt sorunu” diye adlandırılan sorunun ortaya çıkmasında ve bugünkü duruma ulaşmasında emperyalist güçlerin etkisi ve desteğinin varlığı da reddedilemez. Ne yazık ki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de bu eksende, yani emperyalizm karşısında çok tutarlı bir çizgi içinde olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Bu konuyu güncel somut bir örnekle açalım.

26 Nisan tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haber “MGK’dan Kuzey Irak’a Yeşil Işık…” başlığını taşımaktaydı. “Şubat ayında Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin Ankara ziyaretine onay veren MGK, önceki gün Ankara’nın diyalog kurmadığı bölgesel Kürt yönetimi ile temas için kapı araladı. Bu aşamada daha önce planlanmış dört aşamalı süreç devreye sokulacak. Sürecin ilk aşamasını bölgesel Kürt yönetiminin Başbakanı Neçirvan Barzani ile temas oluşturacak.” diyen haber, “bölgesel Kürt yönetimi… Türkiye’nin PKK ile mücadele konusundaki beklentilerini” karşılarsa daha sonraki aşamaların gerçekleşeceğini bildiriyordu. “Buna göre Türk yetkililerinin Kuzey Irak’ta Neçirvan Barzani ile görüşmesi ya da Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye davet edilmesi söz konusu olacaktır.” Daha sonra da “bölgesel Kürt yönetimi lideri Mesut Barzani ile temas gündeme gelecek. Bunun da yine Barzani’nin Ankara’ya davet edilmesi ile gerçekleştirilebileceği” belirtilmektedir.

Bu haberin Cumhuriyet’te yayınlandığı gün, aynı sayfada yer alan bir başka haber de “bir binbaşı, bir er şehit…” başlığını taşımaktaydı. “Bir binbaşı, bir er şehit…” başlıklı haber bölgesel Kürt yönetiminin “Türkiye’nin PKK ile mücadele konusundaki beklentilerini”, bir bakıma nasıl karşıladığının da bir göstergesidir. Türkiye, birkaç ay önce Kuzey Irak’a bir sınır ötesi askeri harekât gerçekleştirdiğinde, harekâtın ilk gününden itibaren Türk askerinin Irak topraklarından çekilmesi ve harekâta son vermesini sürekli dile getiren “Bölgesel Kürt Yönetimi” değil miydi? Türkiye’nin Genelkurmay Başkanı, daha birkaç ay önce Barzani’nin PKK’ya destek verdiğini, terörü koruyup kolladığını söylemiyor muydu? Barzani-Talabani ikilisi “kedimizi bile vermeyiz” diyerek PKK’lı teröristlere kol kanat germiyor muydu? “Bölgesel Kürt Yönetimi” lideri Barzani, PKK’nın terörist eylemleri karşısında Kürtleri kastederek “Onlar kendi kaderlerini kendileri belirleyecekler. Türkiye’de bu Kürt sorunu için hiçbir askeri çözüm yolu yoktur” demiyor muydu? Ne çabuk unutuldu bunlar? Ve şimdi MGK, Kuzey Irak’a yeşil ışık yakıyor!

Milli Güvenlik Kurulu, Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında hükümetin belli üyeleri, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’ndan oluşan anayasal bir kurumdur. Barzani liderliğindeki “Bölgesel Kürt Yönetimi” ise, ABD emperyalizminin emri ve desteği ile Kuzey Irak’ta kurulan kukla devlettir. O kukla devlet, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) temel taşlarındandır ve BOP’un amaçlarından biri de Türkiye’yi bölmektir.

Türkiye’nin milli güvenliğinden sorumlu olanların bu kukla devleti tanıma yolunda adım atıp, yeşil ışık yakmaları nasıl değerlendirilmelidir? Kendini “BOP Eş Başkanı” ilan eden Başbakan’ın ve siyasal iktidarın bu tanıma konusundaki hevesi anlaşılabilir! Peki, ya asker? Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları? MGK üyesi olan komutanlarımız, Barzani’nin artık terör ve teröristle bir ilişkisinin olmadığını mı düşünmektedirler? Türkiye’nin milli güvenliği ile ilgili kararlar alan bu kuruldan, askerlerin onay vermediği bir karar çıkabilir mi?

“Sözde-özde Atatürkçülük?”

Öte yandan yakın geçmişte yaşananlar bağlamında düşünürsek, siyasal partilerin 22 Temmuz 2007 sonrasında devleti teslim almak için atağa kalkan AKP’ye karşı dirençli ve tutarlı bir muhalefet sergiledikleri pek iddia edilemez. Ne var ki, ordunun da etkili muhalif bir tavır aldığı söylenemez. “Sözde-özde Atatürkçülük” nutukları atanlar, 22 Temmuz sonrasında ne yazık ki tek kelime söylememiş, tek bir tepki göstermemişlerdir. “Düşündüğümüz zaten biliniyor” diye yaşananları geçiştirmişlerdir. Oysa merak edilen düşünülenler değil, yapılacak olanlardı. Türkiye neler yapıldığını da yaşayarak öğrenmiştir! 22 Temmuz seçimlerinden sonra ordu ile hükümet arasında adı konulmamış bir uyumun varlığından bahsetmek mümkündür. Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, Başbakan’ın Kasım 2007 başında gerçekleşen ABD gezisi öncesinde “Dışişleri Bakanlığı ile uyum içindeyiz. Başbakan’ın ABD ziyaretinin sonuçlarını bekliyoruz. Artık oyalanmayacağız. Askerle hükümet arasında bir uyumsuzluk varmış gibi gösterilmesi de doğru değil. Devlet bir bütündür” demekte bir sakınca görmemiştir.

Kuşkusuz asker ile siyasi iktidarın uyum içinde hareket etmesi devlet ciddiyetinin gerektirdiği bir davranıştır. Dolayısıyla Genelkurmay Başkanı’nın açıklaması da teorik olarak ve genelde doğrudur. Ne var ki Türkiye’nin bugünkü koşullarında riayet edilmesi gereken bir duyarlılık mıdır bu? Mevcut “yasal” hükümetin ne olduğunu, amacını, niyetlerini ve bugüne kadar yaptıklarını yaşayarak görüyoruz. Birçok yurtseverin, Atatürkçünün kaygılandığı gibi ulusun, vatanın ve devletin geleceği gerçekten tehlikedeyse ve o tehlikeyi küçümsememek gerekiyorsa, bu tehlikenin ortaya çıkmasında mevcut “yasal” hükümetin sorumluluğu ve rolü mutlaktır. Onun için her ne nedenle olursa olsun, böyle bir siyasi iktidarla uyumu korumak, bunun olması gerektiğini söylemek, üzerinde ciddi bir şekilde düşünülmesi lazım gelen ve sorgulanmayı gerektiren bir davranıştır.

Ordunun da izlediği çizgi günümüzün siyasal partilerinden pek bir farkı olduğunu söylemek oldukça zordur Bu çerçeveden bakıldığında ordunun da izlediği çizgi bakımından günümüzün siyasal partilerinden pek bir farkı olduğunu söylemek oldukça zordur. İşte bu nedenle, Türk siyasal yaşamında bir kör dövüşü yıllardır sürüyor. Özal gidiyor, Çiller geliyor; Derviş gidiyor, Şimşek geliyor; Yılmaz gidiyor, Erdoğan geliyor. Kimi zaman muhtıralar veriliyor! Kimilerine göre ordu, kimilerine göre de iktidar rejimin teminatıdır, ilericidir, çağdaştır vs… Laiklik, herkesin kafasına göre tanımladığı, bir anlamda her niyete yenen bir muz haline getirilmiştir! Bütün bunlara rağmen ABD’nin etkisi ve baskısı hep Türkiye’nin üzerindedir. Çünkü teminatı kim olursa olsun, rejim ABD’nin istediği rejimdir. Uygulanan program hep aynı programdır. Kazananlar hep aynı, kaybedenler de hep işçi, emekçi, köylü, memur, esnaf, kısacası halktır.

Türk Silahlı Kuvvetleri kimin yanındadır?

Peki, Türk Silahlı Kuvvetleri kimin yanındadır? Somut konuşalım, IMF reçetesi ya da Dünya Bankası programlarının uygulanmasını isteyenlerin mi, yoksa o uygulama sonucu işsizlik ve sefalete mahkûm olanların mı? Eğer ikincisinin yanındaysa, bu ülkede emperyalizmin ekonomik programı son 30 yıldır neden aralıksız uygulanmaktadır? TÜPRAŞ özelleştirilirken, TEKEL ve OYAK satılırken tepki gösteren tek bir asker olmamıştır! Tıpkı susarak alkışlayan partilerimiz gibiydi ordu da… Oysa TÜPRAŞ, her şey bir yana, TSK’nin ana ikmal kaynağıdır. Bu durum askeri hiç mi rahatsız etmemiştir? “İncirlik kapatılsın” diyen etkili konumdaki tek bir komutanımız çıkmamıştır bugüne kadar. Üstelik Genelkurmay Başkanı, Türkiye hakkındaki niyetlerini artık sağır sultanın bile duyduğu AB’yi savunmakta, “TSK’nin AB’ye karşı olamayacağını” ilan etmekte, Genelkurmay İkinci Başkanı “BOP takdire şayandır, makul bir girişimi desteklemeye istekliyiz” demektedir! ABD ile stratejik müttefikliği sorgulayan ve karşı çıkan, AB hayali ile gözü bağlanmamış askerleri bekleyen emekliliktir! Ama Türk askerinin kafasına çuval geçiren sözde “stratejik müttefik”, PKK ile masaya oturmamız gerektiğinden bile bahsedebilmekte; PKK, tüm AB ülkelerinde yasal olarak faaliyet gösterebilmektedir artık!

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler”

  Dost, acı söyler demişler. İnsan sevdiğini eleştirir. Az ya da çok bir umut, bir beklenti şekillendirir eleştiriyi. Orduyu eleştirmemizin nedeni de budur. Peki, AB ve ABD hayranı olanların bu eleştirilere vermesi gereken yanıt, “ Hain Edebiyatı ” ekseninde mi olmalıdır?

Yaşananlara baktığımızda, “günümüz koşullarında ordu ile partilerimizin savundukları politikalar arasında ne fark var?” diye sormamak elde mi? Belki “bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” denebilir. Ne var ki, bu “beyaz” üzerinde de düşünülmelidir artık.

1“Parti” Nasıl Kurulur?

Geçenlerde sanal ortamdaki tartışma gruplarından birinde bir avukat tarafından gönderilen bir çağrıya rastladım. Bu mesajda bir Türkiye değerlendirmesinden sonra, “Büyük Millet Partisi”nin kurulması için çağrı yapılıyordu. Bilmem ki, bu davete icabet edecek birileri olacak mı? Ne var ki, dikkatimi bu çağrı değil de, bu çağrıya verilen yanıtlardan biri çekti. Şöyle yanıtlanıyordu bu parti kurma daveti:

“Benim şu ana kadar edindiğim bilgi ve deneyimlere göre, parti inşası böyle çağrılarla olmaz. Parti kuracak olan irade, kurmay kadroyu bir araya getirir. Bu kadro bir program hazırlar. Hazırlanan bu program ve partinin kadrosu ilan edilir. Hem kadro, hem de program hemen hemen eşit önemdedir. Programı benimseyen dışarıda kalmış kişiler de kısa sürede kadroya katılır. “

İşte Türkiye’de siyaset tam da bu nedenle ölüdür! Ülkemiz, işte bu nedenle bir “siyasi partiler mezarlığı” haline gelmiştir. İki sayfa yazı yazıp parti kurmaya çağrı yapmak gerçekten de eleştirilmeyi hak ediyor. Evet, ilanla, çağrıyla parti kurulmaz. Ne var ki, bunu eleştiren kişinin yaklaşımının da bu çağrıyı şekillendiren zihniyetten bir farkı var mı?

Deniliyor ki “Parti kuracak olan irade, kurmay kadroyu bir araya getirir. Bu kadro bir program hazırlar. Hazırlanan bu program ve partinin kadrosu ilan edilir.”

Nedir o “irade”? Halk mı, belli bir sınıf mı, belli bir zümre mi?

Meçhul!

Dahası o “kurmay kadro” nasıl tespit ediliyor? Kim onu “kurmay” olarak atıyor? Yetkiyi kimden alıyor?

Açıktır ki, “kurmaylığı” kendinden menkul…

Sonuçta, işte kendini “kurmay” olarak adlandıran ve çoğunlukla topluma tepeden bakan bir avuç muhteris, oturup bir program hazırlıyor ve sözde “parti” kuruyor. Sonra da o programı benimseyip kendisine “askerlik” yapacak, her söyleneni sorgusuz sualsiz uygulayacak parti kadrolarını aramaya başlıyor! Bu maya tutarsa parti kurulmuş oluyor!

Bu durum Türkiye’de çok karşılaşılan bir manzaradır. Böyle bir yapıda ne yaratıcılık olur, ne katılımcılık, ne üretkenlik… Bu kafa yapısı hiçbir zaman halkla bütünleşemez, hatta halka ulaşamaz bile. Türkiye’de türlü iddialarla ortaya çıkan partilerin en temel açmazı da budur.

“Parti” adı verilen bu tarikatlar aslında üye değil, mürit aramaktadır! Programı değil, “kutsal kitabı” vardır. Parti üyesi olan müritler, o programda ne yazdığını bile bilmezler. “Program” olarak oluşturulan metnin ne anlama geldiği, günün birinde birileri tarafından ortaya konulduğunda da apışıp kalırlar, kafaları karmakarışık olur! Çünkü ne o programın oluşturulması sırasında görüşleri sorulmuştur, ne de daha sonra o konuda özgürce konuşup değerlendirme yapma, katkıda bulunma imkânları vardır. Ne yapılacağına, ne tür politikalar uygulanacağına parti lideri-şeyhi ve yakın çevresi karar verir, buna boyun eğmek de partinin “çelik disiplini” gibi fiyakalı laflarla yutturulmaya çalışılır üyelere. Parti adı verilen bu tür “siyasal tarikatlar” kendi içlerinde demokratik olmadıkları için toplumu da demokratikleştiremezler en nihayetinde. Süreç, o sözde “kurmayın” iradesi ile şekillendiği için, o “kurmay” da ölmeden liderlik koltuğunu terk etmez. Seçim yenilgisi, siyasal skandal vs. nafile… İnsan, hiç malını mülkünü bırakıp gider mi?

Bugün Türkiye’nin ihtiyacı bu tipte yeni partiler kurarak var olan hurdalığa yeni katkılar yapmak değildir. Bu yapıyı değiştirebilmektir. Partileri, “lider mülkü” olmaktan, “tek adam partisi” halinden kurtarmaktır.

Somut birkaç soru soralım. Örneğin bugün CHP’de “ikinci adam” kimdir? Diyelim ki, Baykal Hakk’ın rahmetine kavuştu, parti kimin Genel Başkanlığı altında toplanır, yola hangi liderlikle devam eder, varlığını sürdürebilir? Aynı şeyi, MHP, DSP, İP ve diğerleri için de söylemek mümkündür. Çünkü bu partilerin hiçbirinde “ikinci adam” bırakılmamıştır! Bu tek adam egemenliğinin devam etmesi için, liderden sonra yedekte bekleyen bir “ikinci adam”ın var olmasının gerekliliği değildir kastettiğim. Şu andaki yapıda egemen olan lider (yani şeyh!), kendisinden başkasına, bir alternatife kesinlikle tahammül edemez. Kendi iktidarına olası bir tehdittir çünkü o “ikinci adam”! Onun için her şeyi lider-şeyh ve onun seçtiği yakın çevresi belirler. Programı, tüzüğü, politikaları, stratejiyi, taktiği, her şeyi… Partililerden de uyması, itaat etmesi beklenir. Sorgu, tartışma, öneri, katkı yok! İtaat eden, iyi partilidir; karşı çıkan, “hain”!

Bu kısır ve baskıcı zihniyetin doğal sonucu da parti sayısının sürekli artmasıdır. Çünkü parti içi muhalefet, nefes alacak kanal bulamayınca, dışarıya akar ve yeni bir örgütlenmeye gider. Ne var ki, o da “tek adam” zihniyetinin egemen olduğu siyaset okulunda yetiştiğinden, yeni parti de bu anlayışta şekillenir. Bu süreç, sonuçta siyasal parçalanmışlık ve birbirine benzer yapıların oluşturduğu bir partiler mezarlığı yaratır. Türkiye’deki siyasal partiler mevzuatı da bu sakat yapının yaşamasına ve kendini yeniden üretmesine elverişlidir. Türkiye’nin hali, bugün budur ne yazık ki…

Ülkede kaç siyasal parti olduğunu bilen var mı? Ya da kaç “sol” parti olduğunu? Veya siyasi yelpazede aynı yerde bulunan kaç parti olduğunu? Bir önceki seçimde, diyelim ki CHP’ye oy verenlerden bir kısmının, bir sonraki seçimde MHP’ye kayması işte bu nedenle hiç şaşırtıcı değildir. Seçmenin gözünde seçim, bir tür deneme-yanılma eylemidir! Ya da filanca partinin merkez sağdan ya da soldan transferlerle kendi çıkmazına çözüm aramaya çalışması yahut falanca partinin her seçimde yerinde saymasına rağmen, parti içi yapıda yaprak kımıldamaması… Bunlar, bildik olaylardır Türkiye’nin siyasal partiler hayatında…

Milletin Siyasetten uzak durmasının bir nedeni de bu değil mi? Siyaseti, bir tür “ Esnaflık ” haline getiren bu “ Kifayetsiz Muhterislerin ” varlığı ve tahakkümü, çürüme ve siyasal yozlaşmanın önemli nedenlerinden biridir.



***