1 Nisan 2018 Pazar

AÇIK OY İPTAL SEBEBİDİR


AÇIK OY İPTAL SEBEBİDİR

AYM Eski Başkanı Yekta Güngör Özden:


Açık Oy İptal Sebebi
Ocak 12, 2017



Yekta Güngör Özden. RÖPORTAJ


" En iyi Pencere Sanattır. Işık oradan gelir. "


Yekta Güngör Özden ile yaptığımız güzel ve keyifli röportajı haberimizin devamında okuyabilirsiniz.


Yekta Güngör Özden." En iyi Pencere Sanattır. Işık oradan gelir. "


Güncelleme : 2017-06-29


Söyleşi: Onur Sancak                   


   Biraz Yekta Güngör Özden’in yaşam penceresini aralayabilir miyiz? 1932’de Tokat’ın,  Niksar ilçesinde doğdum.
Babam İlkokul öğretmeni, annem ev hanımıydı.  Üç çocuklu bir ailenin en büyük çocuğuyum. İlkokulu ve ortaokulu Niksar’da bitirdim. Liseyi Samsun, Tokat, Kayseri’den sonra Sivas’ta bitirdim. 1951 yılında iki yıl gecikerek katıldığım Ankara Hukuk Fakültesi’nde 1956’da diplomamı aldım. 1957’de Hukuk stajımı tamamladım.
1957 sonbaharında avukatlığa başladım. Yedek subaylığımı İstanbul’da Deniz Kuvvetlerinde yaptım. Yedek subay olarak görevimi tamamladıktan sonra
Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki konumumu git gide geliştirdim. Halk Partisinin baş hukuk müşaviri, Yüksek Danışma Kulesi parti meclis üyesi oldum.
O sırada birlikte yürüttüğüm avukatlık çalışmalarımla birlikte Ankara Barosu genel sekreteri sonra da 1970-1974’ de Ankara Barosu başkanı oldum.
Türkiye Barolar birliğinin 1969 yılında kuruluşunda katkım oldu arkadaşlarımla birlikte gerçekleştirdik. 1979’da Cumhuriyet senatosunun beş grubunun oylarını alarak Anayasa Mahkemesi asil üyeliğine seçildim. 1988’de başkan vekili, 1991’de birinci kez,1995’de ikinci kez Anayasa Mahkemesi başkanı oldum.
1 Ocak 1998’de de saat on yedi de emekliliğe ayrılarak önce Hacettepe Üniversitesi Yüksek Lisan, doktora hocalığı yaptım, sonra Ankara Üniversitesinde özel öğretim yönetim kurumları üyeliğini on yıl yürüttüm. Şimdi de beş yıldan beri Ufuk Üniversitesinde, hem anayasa dersi hem de Türk Devrim tarihi dersleri veriyorum.
Çalışmalarımı bilimsel bağlamda böyle sürdürürken, haftada iki gün sözcü gazetesinde, hafta da bir gün Türk solu gazetesinde yazı yazıyorum.
Birkaç ay öncesine kadar İzmir’de çıkan Türkiye’nin en büyük ekonomi gazetesi gözlem de yazı yazıyordum fakat işlerim yoğunlaşınca onu bıraktım.
Bu sıralarda da düzenlediğim anılarım var. Onları öğrencilik, baro, avukatlık, öğretmenlik, Anayasa Mahkemesi Başkanlığına ilişkin olmak üzere bölüm bölüm
topluyorum sonra yazmaya başlayacağım. Atatürk ve Atatürkçülük denildiğinde ilk akla gelen isim sizsiniz. Biraz Atatürk ve Atatürkçülük üstüne konuşalım mı?
Önce şunu düzelteyim. Atatürk ve Atatürkçülük deyince ilk akla gelen isim ben değilim. İsimlerden biri diyelim. İsimlerden biri olabilirim. Ben haddimi bilirim.
Bazı arkadaşlar öyle yazıyorlar. Ben Türk insanının, çağlardan beri çektiği acıları, tarih kitaplarıyla, bilimsel incelemelerde okumuş, onun bilincine ayrıntılarıyla
yerleştirmiş insanlardan birisiyim. Bu kutsal topraklarımızda yaşayan insanların yönetim biçimleri ve yönetenlerin nitelikleri yüzünden çektikleri acılar tarih
sayfalarında yazılı. Ama bütün bunların Birinci Dünya Savaşı’nda karşılaştığımız yenilgiden sonra Osmanlı İmparatorluğunun düşürüldüğü durum karşısında,
neticenin ne kadar ağır olduğunu hepimiz biliyoruz. Öncelikle aşağılık duygusundan daha sonra Avrupa’nın baskısından kurtarıp kendi benliğimize kavuşturan, düşmanların ayaklarını Anadolu topraklarından kaldırarak, bize bağımsızlığımızı kazandıran özgürlüğümüzü veren, ulusal egemenliğimiz tattıran,
Cumhuriyet’in ilanıyla Türk Devrimlerini yaşama geçiren Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yaptıkları işin büyüklüğünü tanımlamak çok güçtür. Türk mucizesi denilen olguyu, bütün yoksunlukları, bütün yoklukları, bütün güçlükleri göğüsleyerek gerçekleştiren, daha da sonra başka ulusların yüzyıllarca yapamadıklarını çok kısa bir dönemde yapan Atatürk’ü bizim unutmamız olanaksız. O bakımdan bugün bağımsızlık denince, özgürlük denince, egemenlik denince, Türkiye aydınlanması dediğimiz uygarlık ve çağdaşlık olgularını düşününce, ahlak denince, adalet denince, sağlık denince, kardeşlik denince, dostluk ve barış denince Atatürk’ü anımsamamak olanaksız.
Böyle bir değerin simgelediği bu kavramlar, bu anlamlar bizim için vazgeçilmez ilkelere gelmişse biz bunu da Atatürk’e borçluyuz. Ben bu nedenle yetişecek gençlerimize, gelecek kuşaklara her şeyden önce Atatürk’ün doğum tarihini, ölüm tarihini, annesini babasını adıyla anmak değil, Atatürk’ü düşün dizgesi olarak, ilkelerle anlatmayı benimseyen arkadaşlardan birisiyim. Atatürk’e bu nedenle önem veriyorum. Bugün dünyanın çektiği sıkıntıları, ekonomik, siyasal, toplumsal, sanatsal, insanlığın savaşla çektiği acıları, hastalıkla, silahlanmayla karşılaştığı kötülükleri gözetirseniz Atatürk’ü her gün bin kez daha arıyorum, anıyorum ve onun değerini anlatmayı kendime görev sayıyorum. Bunu insanlık ve yurttaşlık borcu biliyorum. Sanat ve Siyaset çok farklı alanlar, siz bu sentezi nasıl başardınız?


Ben 1940’lı yılların ortasında 1945’den sonra ortaokul öğrencisiyken, öğretmenlerimin özendirmesi ve arkadaşlarımın desteğiyle orta okul el yazılı dergisi çıkardık.
1945-46 yıllarındaydı. 1947’de Samsun Lisesi’ne geçince, Samsun Lisesinde rahmetli şairlerden Bahri Ulaş’la Samsun Lisesi doğa gazetesi çıkardık.
Sivas’a geldiğimizde 1948-49’da Muzaffer İlhan Erdost’u tanıyorsunuzdur.  Sol yayınlarının sahibi Onunla ve Ekrem Kangal diye sonra Sivas milletvekilliği yapmış bir arkadaşımızla, Sivas Lisesi  Dört Eylül gazetesini çıkardık. Bitirip de üniversiteye geldiğim zaman Talebe Cemiyetinde görev aldım.


Talebe Birliği yönetim Kurulu Üyesi oldum. Devrim Yeşil dergisinin sekreterliğini ve yazı işleri müdürlüğünü yaptım.  Ankara da tanınmış insanlarla bir araya geldik, şairler ve yazarlar. Hiç unutmuyorum, Dil Tarih’de 1952’ de Türkiye’nin en büyük şiir gecesini gerçekleştirdik. Cahit Sıktılar, Külebiler, Orhan Seyfiler, Yahya Kemaller, Rıza Polatlar, Fazıl Hüsnü Dağlarcalar, düşünün öyle güzel bir geceydi. Ben Sivas’ta Hakikat gazetesine sanat sayfasına haftada bir yazı yazıyordum, Ankara’da Hürses dergisine başladık. Böyle yazılarla çizilerle bir araya gelerek merakımızı, çalışmalarımızı sergilemek mümkün oldu. Benim ilk şiirim yeni her hafta da yayımlanan yeşil yeşil diye bir şiirdi o zaman lise son sınıftaydım. Daha sonra Türk Dilinde Ankara’da 1953’de, 1954’den 1967’ye kadar on üç yıl bir antolojide,  bazen üç şiirim olmak üzere varlık dergisinde şiirlerim yayımlandı. Kimileri için ben emekli olduktan sonra yazdım, bir yazar öyle diyordu işi gücü yokta anayasa başkanı şiirle uğraşıyor diyordu.


Halbuki benim şiire başladığımda o doğmamıştı bile. Sanatı mesleğimden dolayı bırakmak zorunda kaldım, ekmek teknesi derler ya, avukatlık yapıyordum o yüzden öbürünü biraz zayıflatarak yürütmek zorunda kalmıştım. Kimse bunu anlamadı. Belki bugün edebiyat dünyasında adı belli olanlardan birisi de bendim.
En yakın arkadaşlarımdan kadın ve erkek Türkiye’nin en tanınmış şair ve yazarları var. Siyaset ve sanat aslında birbirine ters gibi görünüyor ama birbirini
dengeleyen, bir birini sevdiren, bir birini yumuşatan öyle söyleyeyim. Bir birini anlaşılabilir kılan iki konum diyeyim. Siyaseti ben sayarım sevmem onu söyleyeyim.
Görev aldığım Cumhuriyet Halk Partisin’de en yüksek çizgilere kadar gelmeme rağmen, hep hukukçu olarak kaldım. Hukuk tekniğiyle ilgili alanlarda çalıştım.
Bir milletvekili olayım, bir senatör olayım, bir parti başkanı olma gibi bir isteğim olmadı. Niyetim de olmadı. Sizin sorunuzu şöyle değiştirerek söyleyebilirim,
sanatla siyaset değilde, sanatla hukuk nasıl gidiyor desek daha güzel olacak. Ben hukukla sanatın kaynaşmasına çalışanlardan birisiyim. Ben hep ikisini bir
arada yürütmeye çalıştım. Ben hafta da bir şiir kitabı okumazsam, ya da en azından bir şiir okumazsam,  birkaç günde bir şiir yazamazsam rahatsız oluyorum.
Benim için şiirsiz kalmak karanlıkta kalmak demektir. Sanatsız kalmak adam olmaktan çıkmak demektir. Sanat insanları nitelikli kılar. Toplumların düzeyini artırır.
İnsanların birbirini sevmesi, anlaşması ve barış içinde yaşaması için sanat gerekir. En iyi pencere sanattır. Işık oradan gelir. O bakımdan ben sanatla hukuku hiç ayırmadım.  Hukukçu sanatkâr olmalı, sanatçı hukukçu olmasa bile hukuka yakın olmalı. Şiir de yazıyorsunuz. Günümüz şiirine nasıl bakıyorsunuz?
Ben demin de söylemeye çalıştım. Günümüzde şiirden çok şair var. Günümüz şiiri bana göre bir duraksama içinde. Zaman zaman ödüllerle ya da kimi dergi ve
gazetelerde ayın şiiri gibi sunum yapılmakla iyi şiir olmuyor. Bana göre iyi şiir 1950 ve 197o arasındadır. Bu arada şairler çok üretkendir. Bugün bile adı geçenlerin şiirlerinin en iyilerinin yazıldığı yıllardır. Şimdi insanlarımız için şiir gereksiz denmese bile fazladan bir şeymiş gibi gibi görünüyor.

Pek Önemsenmiyor.

Değeri de bilinmiyor. Ama buna karşı şiirde başarılı imzalar, başarılı adlar da var. Onların da edebiyatımızın şiir bölümüne iyi katkıları olacağına, şiirlerini
zamanla daha çok sevdireceğine inanıyorum. Biraz da kitaplarınızdan konuşalım. Size sunduğum kitapla beraber sanıyorum elli üçüncü kitabımı çıkardım.


Bunların dokuzu benim özgün şiir kitabım. Dördü şiir seçkisi. Birisi Türk solundan çıktı, diğeri Fe yayınlarından çıktı.  Atatürk şiirleri. On üç şiir kitabım oldu.
Öbürleri hukuk kitapları. Benim imzamla ya da birkaç arkadaşın katkısıyla çıkarılmış yayınların hepsinin sayısı elli üçtür. Bu çok değil az da değil takdir ederseniz.
Yargıç ve öğretmen ağırlıklı bir ailenin çocuğuydunuz. Nasıl bir çocuktu Yekta Güngör Özden? Ben küçükken aklımın erdiği beş yılı 1936-41 ‘i Tokat’la, Sivas’ın
arasındaen soğuk yerde geçirdim. İnsan boyunu aşan karların arasında okula gidip geliyordum. Askerlerin açtığı yollardan gidip geliyordum. Babam da başöğretmendi.
Bir öğretmen çocuğu olduğum için disiplinli yetiştirildim. Temiz giysilerimiz ve temiz bir yaşamımız oldu. Okumayı çok seviyordum. Evimiz zaten ilk öğretim dergileri, Yavrutürk dergisiyle doluydu. Çok usluda bir çocuk değildim. Koşuyordum, oynuyordum yüzmeye gidiyordum. Eve istenen saatte gelmeye biliyordum.


Babam askerdeyken annemi üzebiliyordum. Bu da doğal gerçekler. Yaşamın en içten söylenebilecek anıları. Bunları kimseden saklayacak halimiz yok.
Ama iyi bir öğrenciydim. İlkokulda, ortaokulda, lise de hep sınıf mümessiliydim. Sonraki yaşamımı biliyorsunuz. Hiçbir hırsım olmadı. Yazılığım olsun,
arabam olsun, evlerim olsun diye ya da başka mülkler için çabalamadım. Güvenlik nedeniyle, emekli birikimimle aldığım güvenlik görevlilerin kullandığı
araba dışında evim bile yok. Bu kadar sade bir yaşamım var benim. Öğrenim görevlisi olarak gittiğim yerlerden de para da almıyorum. Yazılardan da almıyorum.
Son yedi kitabımı Türk solunu çıkaran gençlere bağışladım. Bir şeye katılmıyorum.  Ev ev dolaşıp kitap satıyorlar. Kitapları alanlar da benim sattırdığımı düşümesin diye iç sayfalara bunu yazdırdım. Ben şair olduğumu, yazar olduğumu söylemiyorum. Bir hukukçuyum. Elimden geldiğince görevimi yerine getirmeye çalışıyorum. Yazı yazmak benim hobim. En sevdiğim şey resim sergilerine ve konserle gitmek. Cumhurbaşkanı senfoni orkestrasının yılda en çok iki konserini kaçırıyorumdur. O da Ankara dışında olduğum için. Ben herkesi her şeyi severim. Bana düşmanlık edenleri bile diyorsunuz. Neden sevgiyi çabuk tüketiyoruz sizce?

Onur Bey, Türkiye de toplumsal dokunun bozulduğu kanısındayım. Bunda siyasetin çok büyük payı var. Siyaset insanları birleştireceği yerde kutuplaştırdı.


İnsanlarımız teşekkür etmeyi, özür dilemeyi bile unuttular. Bu beni üzüyor. Bu eğitimde ki boşluklardan, bozukluklardan, insanlık anlayışımızdan kaynaklanıyor.
Bir de kendimizi sanatla eğitip, sanatla niteliklerimizi dokumak yerine, çıkara düşkünlük aldı başını yürüdü. Başarısızlık sizi nasıl etkiler? Başarısızlık benim
umudumu kırmaz da üzer. Başaramadığım şeyi yine de başarmaya çalışırım, peşine düşerim, bırakmam. Ben kolay kolay yenilmeyi hazmedecek bir insan değilim.
Bana yapılması için bir şey verseler, ben mutlaka beklenenden daha iyi bir şey sunmaya çalışırım. Bir alışkanlığımda vardır. Günde kırk tane mektupta alsam
yanıtlamayı asla ihmal etmem. Bazıları kızar, niye bu kadar uğraşıyorsun, bırak mektupları yarın cevaplarsın diye, hayır ben o gün aldıysam hemen cevaplarım.
Beklemeyi sevmediğim için bekletmeyi de sevmem. Kendinizi başarısız hissettiğiniz oldu mu? Oldu tabi. Her istediğimi yapamadım ki. Başkalarıyla birlikte yürütmek zorunda olduğunuz konularda sizin çabalarınız geride kalabiliyor.  Onlardan kaynaklanan zayıflıklar sizi etkiliyor, ortak sonuçlarda da başarısız oluyorsunuz.


Anayasa mahkemesine göre tek bir oyla kaldığım günler olmuştur. İnsan üzülür. Onu başka türlü yansıtmanın,  göstermenin, bahane olarak kullanmanın bir anlamı yoktur. Orada biter o iş. Başarının kişinin etiketiyle ilgili olduğuna inanıyor musunuz? Başarı değil de ilgi Türkiye’de öyle. Türkiye de bir makamdaysanız, daha açık söyleyeyim, mevkii makam derler ya, rütbe de buna dahil. Olanaklarınız yetkileriniz varsa, başkaları size mecbursa, muhtaçsa, daha çok aranıyorsunuz.
Ben emekli olmadan önce gölge gibi yanımda olanlar, benimle birlikte görünen insanlardan çoğunun benden nasıl uzaklaştığını gördüm. Bana baba diyen
insanlardan hiç on yıldır aramayanları biliyorum ben. Nedenini de bilmiyorum. Yanlış bir şey mi anlaşıldı? Birisi yalan bir şey mi iletti inanın bilmiyorum.
Şaşırıp kaldım. Sonra anladım ki benimle değil, benim bulunduğum yerle, benim adımla, benim sıfatımla bir şey sağlamaya görünmeye, onlardan kendilerine
pay almaya çalıştılar. Şimdi bunlardan yoksun kalınca. Onlar için benim gereğim kalmadı. Böyle düşünüyorum. Türkiye etiket ülkesi. Etiketiniz varsa eşiniz
dostunuz çok oluyor. Yoksa sizi unutuyorlar. Biraz da projelerinizden konuşalım. Söyleşimizin son bölümünde, geleceğe ilişkin, eğer sağlıklı kalırsam, çünkü çok
ameliyatlar geçirdim. Kalp ameliyatı dahil olmak üzere. Anılarımı yazmayı düşünüyorum. Fakat anı yazmakta çok zor. Anı yazanların çoğu kendine yontuyor.


Olayları kendini haklı çıkartacak, hiç yanlış yapmamış gibi, kınanacak yanı yokmuş gibi göstermeye çalışıyor. Ben çok yansız biçimde, gerekirse kendimi de
suçlamayı göze alarak yazmayı düşünüyorum. Notlarımı hazırladım. Biraz sağlık gücüm artarsa, olanak bulursam onları yazacağım. Sonra bu defterleri kapatmayı düşünüyorum. Gelecek için başka tasarım yok. Beni evinizde ağırladığınız için, sıcak konukseverliğiniz için çok teşekkür ederim. Rica ederim.


Ben teşekkür ederim.


Bu haber http://www.habercurcuna.com/   'dan alınmıştır.



AKP’nin Uzan’ı susturma operasyonu,

AKP’nin Uzan’ı susturma operasyonu:


İnan Kahramanoğlu
23.02.2004/Sayı:

Cem Uzan AKP’nin Uzan’ı susturma operasyonu:
“Bürokratik diktatörlük” iş başında

Cem Uzan

AKP hükümetinin Uzanlara yönelik yoketme operasyonu 15 Şubat’ta Uzanlara ait 380 şirkete el konulmasıyla büyük ölçüde tamamlanmış oluyor.

Uzanlara kim neden saldırıyor? Uzan konusunda nasıl bir tavır almak gerek? Herkes tarafından merak edilen ve cevaplandırılması beklenen sorular bunlar.

AB lobisinden Uzanlara ölümcül darbe

Aslında Operasyonun gerekçesi ve kimler tarafından tezgahlandığı gün gibi ortada. Operasyona yönelik tepkilere baktığımızda Uzanlara karşı oluşan ortak cepheyi kolaylıkla görebiliyoruz. AKP, AKP yandaşı şeriatçı basın yayın kuruluşları, TÜSİAD ve Aydın Doğan, Uzanlar’a yönelik linç kampanyasının baş aktörleri.

Şeriatçı basın olayın ardından AKP’yi yolsuzlukla mücadele konusundaki başarılarından ötürü kutluyor. Vakit AKP’yi alkışlıyor ve devamının gelmesi dileğinde bulunuyor.

Tayyip’in bir yılı aşkın iktidarı boyunca Kıbrıs’tan Kuzey Irak’a dış politikada gösterdiği verkurtulcu tavır, Büyük şeytan ABD ile işbirliği, Yahudi lobisinden aldığı ödüller ve canciğer kuzu sarması pozları düşünüldüğünde, şeriatçıların zar zor buldukları bu kozu ellerinden geldiğince iyi kullanmaya çalışmaları doğal. Şaşırmıyoruz.

Uzanların baş düşmanı Doğan Medya gazeteleri de olayı sevinçle karşılıyorlar. Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Uzan operasyonunu değerlendiren yazısında Uzanların yolsuzluklarından hortumculuklarına, bu ailenin Türkiye açısından nasıl bir talihsizlik olduğunu anlatıyor, Uzanların devletin ve halkın sırtına bindirdiği milyarlarca dolardan bahsederek operasyondan duyduğu memnuniyeti dile getiriyor. Elbette Türk basınındaki bu “kara leke”nin temizlenmesiyle ortalık “basın ilkeleri” doğrultusunda çalışan, pür-i pak Doğan Medya’ya kalıyor. Özkök, patronu Aydın Doğan’a yönelik yolsuzluk iddialarını, Doğan’ın AKP ile seçim öncesinde yaptığı pazarlıkları ve işbirliği karşılığı verilen teşvik ve borç ertelemelerini bir çırpıda unutturuveriyor.

Banka hortumcusu işadamlarına kelepçe takıldığında ortalığı ayağa kaldıran Özkök, Cem Uzan’ın yokedilmesini büyük bir memnuniyetle seyrediyor. Doğan Medya’nın “ilkeli” yayıncılığını ibretle seyrediyoruz.

Adalet Bakanı Cemil Çiçek ise baştan sona hukuksuzluk örneği olan ve hiçbir maddi dayanağı olmayan bu yoketme girişiminin kişisel bir yanının bulunmadığını söylüyor. Çiçek’in açıklamasına sadece gülüyoruz.

Uzan operasyonu TÜSİAD çevresinde de benzer tepkilere yolaçıyor. Büyük sermaye hem önemli rakiplerinden birisinin yok edilmesiyle seviniyor hem de hükümetle olan yakın ilişkilerini operasyona verdiği destekle pekiştiriyor. Sermayenin işbirlikçiliğine verip normal karşılıyoruz.

Peki ama bütün yaşananlardan sonra Uzan olayını nasıl değerlendirmek gerekli?

AKP siyasi rakiplerini ortadan kaldırıyor

AKP, TÜSİAD ve Doğan Medya’nın başını çektiği AB lobisi bu son operasyonla birlikte Uzanlara açtıkları savaşı öldürücü bir darbeyle noktalamış oluyor.

AB lobisi tarafından basit bir yolsuzluk operasyonu olarak gösterilmeye çalışılsa da olayın tamamen siyasi gerekçelerle yapıldığı ortada.

AKP 3 Kasım seçimlerinin ardından tek başına iktidara gelirken Cem Uzan’ın Genç Parti’si üç ay gibi kısa bir sürede %7.5 gibi önemli bir oy oranına ulaşarak AKP karşıtı muhalefetin başına geçmişti. Genç Parti, AB ve IMF karşıtı söylemleriyle her geçen gün oy oranını biraz daha arttırmaktaydı.

AKP’nin yarattığı rejim tehlikesine karşı en büyük tepki Uzan’ın Genç Parti’sinden ve Uzan’a ait Star televizyonu ve Star gazetesinden geldi. Tayyip’in Berlusconi ile görüşmesinden Hikmetyar’ın dizlerinin dibinde çekilmiş fotoğraflarına kadar pek çok konuda olay yaratan ve AKP’yi zor durumda bırakan yayınlar Star medyası aracılığıyla yapıldı. Star Grubu’na şimdi bu yayınlarının bedeli ödettirilmek isteniyor.

Dünya basın tarihinde görülmemiş bir olay olsa gerek, Star ana haber sunucusu Can Ataklı RTÜK tarafından televizyona çıkmama cezasına çarptırılıyor. Fikir özgürlüğünden bahsetmek istiyoruz ama bu olaydan sonra abes kaçacağını düşünüyoruz.

Star gazetesine ve televizyonuna el konuluyor. Bir gün öncesine kadar iktidara karşı en sert muhalefeti yürüten bir gazete bir gece içinde devletin resmi yayın organına dönüştürülüyor. Gazetenin yeni çizgisini kabul etmeyen gazetecilerin yazı ve haberleri sansürleniyor. Antikomünizm deyince mangalda kül bırakmayan AKP böylece Stalin Rusyası’nda bile rastlanmayacak komik uygulamaları yürürlüğe sokmuş oluyor.

AKP 21. yüzyıl Türkiyesinde, şeriatçı şeyhliklerde bile görülmeyen bir sansür uygulamasına girişirken Türkiye’nin sürüklendiği bataklık için ister istemez endişeleniyoruz.

Uzan AKP’nin %50 oy hedefine kurban ediliyor

Uzan operasyonunun bu derece hızlı ilerletilmesinin arkasındaysa yaklaşan yerel seçimlere yönelik AKP planı var. Tayyip 3 Kasım’dan sonra en büyük rakiplerinin Genç Parti olduğunu söyleyerek AKP’nin Cem Uzan’ın bu büyük yükselişinden duyduğu korkuyu itiraf etmek zorunda kalmıştı.

Uzanlarla AKP arasındaki çatışma da 3 Kasım seçimlerinin hemen ardından başlamıştı. Aradan geçen bir yıllık süreç içinde adım adım yürüyen Uzan darbesi Uzanların bütün mal varlığına el konulmasıyla AKP’nin istediği biçimde sonuçlanmış oluyor.

AKP bu atağıyla siyasi alandaki bütün rakiplerinin neredeyse tamamen silindiği bir tabloda yerel seçimlerde %50’yi aşan bir oy oranı yakalayarak yaşadığı meşruluk bunalımını atlatmaya çalışıyor.

Türban ve YÖK tartışmalarından Kıbrıs ve Kuzey Irak’a kadar her alanda Türkiye’nin devlet politikasına tamamen aykırı uygulamalara girişen ve bu nedenle de Cumhurbaşkanlığı’ndan Genelkurmay’a kadar bütün devlet kurumlarıyla çatışma noktasına gelen AKP’nin sadece arkasına aldığı AB ve ABD desteği ile Türk devletinin direnişini kırması mümkün değil.

Yerel seçimlerde alınacak %50’lik bir oy oranı AKP politikalarının halk tarafından desteklendiği şeklinde sunulacak ve böylelikle de devletten gelen direniş kırılabilecek. Yerel seçimlerde istenilen başarı yakalanırsa arkasından erken bir genel seçim de gündeme alınarak AKP’nin Türk siyasetinin tek hakimi konumuna getirilmesi de sözkonusu olacak.

Uzan operasyonu da işte bu noktada anlam kazanıyor. Genç Parti 3 Kasım seçimlerinde özellikle İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerde büyük bir oy patlaması yapmıştı. Örneğin İzmir’de Genç Parti’nin oy oranı %15’i bulmuştu. Dolayısıyla AKP’nin hedeflediği %50’lik oy oranını gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engel Genç Parti. Uzanların tasfiyesiyle seçimler AKP için dikensiz gül bahçesine çevrilmek isteniyor. AKP en büyük siyasi rakibini elindeki iktidar gücünü kullanarak yokediyor.

AKP demokrasisi: Bürokratik diktatörlük

Uzan operasyonunun Türkiye tarihinde şu ana kadar eşi benzeri görülmemiş bir hukuksuzluk örneği olduğunu söylemek gerek. 12 Eylül’ün sıkıyönetim koşullarında bile taraflı da olsa bir yargılama süreci işletiliyordu. Oysa Uzanların karşı karşıya kaldığı durum 12 Eylül’ü mumla aratır nitelikte. Uzanlara ait şirketler polis tarafından basılıyor, çevik kuvvet ekipleri Cem Uzan’ın kendisine ait şirketine girmesine engel oluyor. Dahası Star TV ve Star gazetesine girmesi yasaklanan isimlerden oluşan bir liste oluşturuluyor ve gazete çalışanları ve hatta sahibi Cem Uzan kendisine ait bir kuruma sokulmuyor. Peki ama bu insanlar hangi gerekçelerle bir gazete binasına sokulmuyorlar, hangi kanuna dayanarak içeri alınmıyorlar. Bu soruların mantıklı bir cevabı elbette yok. Çünkü ortada tamamen keyfi bir uygulama sözkonusu. Olay bütün Türkiye’nin gözü önünde cereyan ediyor ancak olaya müdahale edecek tek bir yetkili bulunamıyor. Bu AKP’nin yarattığı diktatörlüğün boyutlarını da ortaya koyuyor.

Olayın basına yansıma şekli bile ortada bugüne kadar alışık olmadığımız bir durumun varlığını gösteriyor.

Operasyona ilişkin haberleri aktaran gazetelerin neredeyse tümünde benzer başlıklar göze çarpıyor: “Uzanların 380 şirketine el konuldu”, “TMSF, Uzan Grubu’na bağlı 219 şirkete el koydu”

Uzan operasyonu ile birlikte TMSF, BDDK, EPDK gibi bir çok kuruluşun adı ön plana çıktı. Önce EPDK (Enerji piyasası düzenleme kurulu) tarfından Uzanlara ait ÇEAŞ ve KEPEZ Elektrik’e el konuldu. Ardından yine Uzanlara ait İmar Bankası BDDK(Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu) tarafından devralındı. Son operasyonla birlikte TMSF gibi, bırakın sıradan bir vatandaşı konuyla ilgili bir çok insanın bile ne işe yaradığını bilmediği bir kurul tarafından Türkiye’nin en güçlü sermaye gruplarından biri ve yine en büyük siyasi partilerinden biri bir çırpıda yok edilebiliyor. İnsan doğal olarak 380 şirkete birden el koyan TMSF’nin ne olduğunu , bu gücü nereden aldığını merak ediyor.

Burada AKP’nin Türk yargısını ve Meclisi devre dışı bırakarak istediği her türlü kararı alabileceği bir mekanizma yaratarak tam anlamıyla bir diktatörlük kurduğunu görmemek mümkün değil.

TMSF, bilmeyenler için açılımını yazalım, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, iki ay önce AKP’nin Meclis’ten geçirdiği kimi kanun değişiklikleriyle birlikte yeni bir statüye kavuştuktan sonra ilk iş olarak Uzanlara ait şirketlere el koydu.

AKP’nin Uzan’lara ait ÇEAŞ ve KEPEZ elektrikten sonra İmar Bankası’na el koymak için geçen aralık ayında çıkardığı 5020 sayılı yasanın da Anayasa’ya aykırı olduğu söyleniyor.

AKP yasal dayanağı tartışmalı kurullar ve anayasaya aykırı yasalarla yargıyı hiçe sayarak adım adım bir diktatörlük rejimine doğru gidiyor.

AKP’nin muhafazakar demokrasisinin aslında antidemokratik ve hukuku ortadan kaldıran bir bürokrasi diktatörlüğü olduğunu görüyoruz. Şeriatçıların ilkel baskı dürtüsüyle örtüştüğü için yadırgamıyoruz. Ancak hala ne idüğü belirsiz bir demokrasi aşkı adına AKP iktidarını savunanlar için üzülüyoruz.

12 Eylül’ü mumla aratan AKP faşizmi

AKP’nin Türkiye için öngördüğü rejimin 12 Eylül türü baskı rejimlerini bile aratacığını görmek açısından Uzan olayı önemli bir gösterge. Her fırsatta Kemalizmi baskıcı ve otoriter bir rejim olarak gösteren, Türkiye’de Ordu’nun müdahalelerini antidemokratik olarak nitelendiren ve demokrasi havarisi kesilen AKP’nin özlediği rejimin ne olduğu ortaya çıkmış oluyor. AKP her türlü yargı sürecini bir kenara atarak kurduğu sözde özerk kurullar aracılığıyla iktidarın bütün isteklerini tek bir emirle yerine getiren bir mekanizma kurmuş durumda. Doğrudan iktidarın emrine tabi bu mekanizma ile Uzanlara ait yüzlerce şirkete bir gecede el konulabiliyor ve bunun yasal bir dayanağının olup olmadığı kimseyi ilgilendirmiyor.

Oysa bugün özerk kurullara devredilerek doğrudan siyasal iktidarın tasarrufuna bırakılan karar alma süreçlerinin gerçekte yargı tarafından işletilmesi şart.

Ancak AKP yargıyı devre dışı bırakma ve hukuku çigneme konusunda zoldukça tecrübe kazanmış durumda. Bizzat Tayyip’in kendisi halkı kin ve düşmanlığı tahrik etmekten yargılanıp hapse düşmüş ve milletvekilliği yolu kapanmışken bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı olabildiyse bu hukukun ayaklar altına alınması pahasına gerçekleşmiştir. Şimdi AKP Tayyip’in izinden gitmektedir.

AKP böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş oluyor. Bir yandan en büyük siyasi rakibi Uzanları ortadan kaldırırken bir yandan da yargının devre dışı kalması ve dokunulmazlık zırhı sayesinde kendi hükümetindeki yolsuzluk sanıklarını korumaya almış oluyor.

Uzanlara saldıranlar Tayyip’i savunuyor

Bütün yaşananlardan sonra aslında son derece hukuksuz, kasıtlı ve yoketmeye yönelik bir siyasi operasyonla karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz. Ancak bu kadar açık gerçeklere rağmen konuya ilişkin değerlendirmeler içinde özellikle ön plana çıkan yanlış bir bakış açısı, Uzan olayında doğru tavır alınmasını da engelliyor. AKP’nin yaptığı bütün hak ve hukuk ihlallerini kabul eden ancak buna rağmen “Uzan da sütten çıkmış ak kaşık değil” diyerek Uzanlara cephe almayı öneren bakış açısı ister istemez Uzanlara karşı Tayyip’in safına düşmüş oluyor.

Madem Uzan devletin ve milletin parasını dolandıran bir hortumcu o halde bu hortumcuya gereken cezayı veren iktidarı desteklemeyip de ne yapmalı?

Burada temel yanlış Uzan’ın serveti ya da bu serveti nasıl edindiğini tartışmak. Kimse boşuna temiz sermaye, dürüst sermayedar aramasın, bulamaz. Sorun Uzan’ı savunmak ya da savunmamak gibi dar bir çerçeve de de ele alınamaz.

Uzan olayı Türkiye’de Batıya bağımlı bir ılımlı hilafet rejimi kurmak isteyen Türkiye’yi AB ve ABD çıkarları doğrultusunda parçalamaya çalışan, Cumhuriyet adına ne varsa ortadan kaldırmaya yeminli bir gerici iktidarla Türkiye’nin bağımsızlığını savunan güçler arasında yaşanan mücadele içinde yerli yerine oturtulabilirse ancak doğru değerlendirilmiş olur.

Uzanlar zaten tam da bu nedenle yok edilmek isteniyor. Uzan’ın Genç Parti’si Atatürkçülerin Atatürkçülük, milliyetçilerin milliyetçilik, solcuların solculuk yapmadığı bir ortamda ortaya çıktı ve itiraf etmek gerek, bunların hepsini de olabildiğince yaptı. Zaten Genç Parti’nin üç ay gibi kısa bir süre içinde bu kadar büyük bir oy oranına ulaşmasının arkasında da bu yatıyor.

Dolayısıyla bugün Atatürkçülük, solculuk ya da milliyetçilik adına Uzan’ı eleştirenler önce kendilerini sorgulamalıdır. Onların üzerlerine düşen görevleri yapmadıkları bir ortamda bu görev bir sermayedara kaldıysa herkesin dönüp önce kendisini eleştirmesi gerekmez mi?

Türkiye’nin geldiği kritik noktada asıl ihtiyaç bir an önce AKP’den kurtulmaktır. O nedenle AKP’nin nasıl bir rejim hedeflediği, hangi güçlerin taşeronluğunu yaptığı halka anlatılmalıdır.

Uzanların tasfiyesi bu mücadelede önemli bir gedik açmıştır. Ancak Star TV ekranlarına yansıyan direnişin sloganına hala ihtiyaç var: “Cumhuriyet için”!

http://www.turksolu.com.tr/50/turkiye50.htm

18 Temmuz 1703 Ayaklanması,

18 Temmuz 1703 Ayaklanması



Turhan Feyizoğlu
19.01.2004/Sayı:48

Hazırlamakta olduğum herhangi bir kitap için binlerce sayfa belge okur, göz atarım. Ayrıca, onlarca dergi, onlarca gazete tarıyorum. Bu belgeleri okur, göz atarken ilgili olduğum konunun dışında da çok değişik konular ister istemez zaman zaman ilgimi çekiyor ve bunları not alıyorum. Dergilerde ve gazelerde yeralan her türlü olay ve konu yeralmaktadır not aldıklarım arasında. Siyasi bir olay, reklam, cinsellik, spor, anketler, edebiyat, sinema v.b.

Birçok dergi ve gazetede gibi TÜRKSOLU dergisi de uzun zamandır benden, kendi yayınlarına yazı yazmamı istiyordu. Yoğun çalışmalarım nedeni ile bunu yapamıyordum.

Kitap haline getirmek istediğim konular zaten kitap olarak yayınlanarak okuyucuya bir anlamda ulaşmakta. Bunun dışında kalan ve ilgimi çekip de not aldığım konu ve olaylar “Tarihin tozlu sayfalarında” kalmasın diye düşünerek TÜRKSOLU dergisine yazmaya karar verdim.

Yeni bir konu üzerine çalışmaktayım. Daha sonra kitaplaştıracağım bu konu hakkında en son okuduğum bir kitapta ilginç bir bilgiye rastladım ve not aldım. Ayrıca, günlük gazeteleri ve yayınları takip ederken, bir açıklamanın not ettiğim konu ile paralellik oluşturduğunu gördüm.

Okuduğum kitap ile televizyonda izlediğim haberi özetle aktarıyorum.

NTV’nin 25 Kasım 2003 Salı günü, saat 13.00’de yayınlanan haberinde, Gürcistan eski Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze, özetle şu açıklamayı yapıyordu:

“Etrafta ellerinde pankartlarla koşuşturan gençleri önemsemedim. Değerlendirme hatası yaptım. Dolaşır dolaşır giderler diye düşünüyordum. Sonra hükümet darbesi oldu.”

Muhalefetin, Gürcistan parlamentosunu basması sonucu 27 saat sonra istifa eden Şevardnadze’nin bu açıklamasını duyunca, aklıma Türkiye Cumhuriyeti’nde sağın ünlü politikacılarından Süleyman Demirel geldi.

Herşey aynı anda olmuyorve yaşanmıyor tabii. Bir dönem başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış olan Süleyman Demirel’in sokak gösterileri-eylemleri ile ilgili ilginç tanımlamaları vardır. Bunları biliriz ama bilmeyenler için aktarmak istiyorum. Bir kısmı sırasıyla şöyledir:

1-10 Kasım 1968 tarihleri arasında, Samsun’dan Ankara’ya “Süleyman Demirel Hükümetini Mustafa Kemal Atatürk’e Şikayet” yürüyüşü yapan gençleri kastederek, 8 Kasım 1968’de Başbakan Süleyman Demirel, şu açıklamayı yapıyordu:

“Talebeler yürüsün. Sokaklar eskimez. Önemli olan, gösteriler kanunsuz yapıldığı, saldırı halini aldığı zaman bunu önleme gücünün gösterilmesidir.”

12 Mart 1971’de verilen askeri muhtıra ile Süleyman Demirel başbakanlıktan istifa etmek zorunda kalmıştır.

12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbe sonrası kurulan Doğru Yol Partisi’nin bir dönem Genel Başkanlığını yapan Süleyman Demirel, 20 Ekim 1990’da yayınlanan açıklamasında sokak hareketleri için şu değerlendirmeyi yapıyordu:

“1876’lı yıllarda Abdülaziz’in tahttan indirilmesine kadar giderek, Talebe-i Ulum hareketleri, daha sonra gençlik hareketi olarak sokağa konulmuştur. Üniversite gençliği olması şart değildir. Bu sokak hareketlerinin arkasından da iktidar değişmiştir.”

9. Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel, 3 Temmuz 2000’de yayınlanan açıklamasında da şunları söylüyordu:

“Meydanlar demokrasinin ciğeridir. Meydanlar, idare edilen ile idare edenlerin hesaplaştığı yerlerdir.”

TÜRKSOLU dergisine sunduğum bu ilk yazının konusu Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanmış sokak hareketlerinden bir olaydır.

Tarih: 18. yüzyıl.

Yer: Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dönem başkenti olan Edirne.

Olay: Tarihi belgelerde “Edirne Vak’ası” ve “Feyzullah Efendi Vak’ası” olarak yeralmakta, Padişah-Sultan II. Mustafa döneminde geçmektedir.

Padişah II. Mustafa, 1664-1703 yıllarında, yaşamıştır.

Yazıya konu olan şahıs Seyid Feyzullah Efendi, Sultan IV. Mehmet’in çocukları olan şehzâde Ahmet ve Mustafa’nın öğretmenliklerini yaptı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun 22. padişahı II. Mustafa, bu nedenle hocası Seyid Feyzullah Efendi’yi çok sayardı. Bu sevgisinden ve saygısından ötürü onu padişahlığı döneminde Şeyhülislam yapmıştı.

Babası Erzurum müftüsü olan ve büyük bir İslam Hukuku âlimi olan Seyid Feyzullah Efendi, Erzurum’da doğmuştu. Bir çok risâle ve kitabın yazarı idi. Oğullarından en büyüğü önce Nakibül-eşraf, yani emirler başı yahut Peygamber sülalesinden gelenlerin reisi idi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Padişahı II. Mustafa döneminde Şeyhülislamlık yapan Seyid Feyzullah Efendi’nin kayınvâlidesi olan Ummetul Cebbâr da, sarayın tanınmış nüfuzlu vâizi Vâni Efendi’nin eşi ve bilgili bir kadındı.

Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi, II. Mustafa’nın kendisini çok sevmesi ve koruması nedeniyle devletin her işine karışmış, gücünü ve yetkisini kullanarak hemen bütün akrabalarını devletin en üst kademelerine getirmişti.

Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin elde ettiği bu güç saray içinde iktidar savaşına yol açmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda silahlı kuvvetler içinde cebeci olarak adlandırılan 200 kadar asker, biriken aylıklarını alamadıklarını öne sürerek, 18 Temmuz 1703 tarihinde ayaklandı.

Padişah II. Mustafa da, Şeyhülislam Feyzullah Efendi gibi kızlarından birisini Köprülüzade Numan Efendi ile evlendirmişti. Numan Paşa bir dönem Erzurum’da valilik yapmıştı. Bu arada bir noktayı belirtmek istiyorum. Bir çok olayın bir geçmişi olduğu hiç bir zaman unutulmamalı. Küçük bir ayrıntı olabilir ama bir örnek teşkil ettiği için vurgulamak istyorum. Erzurum’un İspir kazasında “Numan Paşa” isimli bir köy bulunmaktadır ve Numan Paşa’nın burada akrabaları vardır.

Rami Mehmet Paşa’nın kışkırtığı ayaklanma, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin damadı olan İstanbul Kaymakamı Köprülüzade Abdullah Paşa’nın olayı küçümsemesi ve önemsememesi sonucu gelişti. Yeniçerilerin, ulemanın, İstanbul esnafı ile tüccarının da katılmasıyla tüm kente yayıldı.

İstanbul’daki olaylar sırasında sekbanbaşı Murtaza Ağa öldürüldü. Daha sonra, Orta Cami’de toplanan isyancılar, 21 Temmuz 1703 günü, İmam Mehmet Efendi’yi şeyhülislamlığa, Amcazade Hüseyin Paşa’nın damadı Kavanoz Ahmet Paşa’yı da sadaret kaymakamlığına atadı. İsyancılar, 50 bin kişilik düzenli bir orduyla Edirne’ye hareket etti. İsyan otuzaltı gün devam etti. Sonuçta, Padişah II. Mustafa, tahttan indirildi. Yerine, kardeşi III. Ahmet getirilerek padişah yapıldı.

Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin oğulları, kâhyası ve muhasebe müdürü Magosa’ya, damadı İstanbul kadısı Mahmud, Bursa’ya sürgün edildi.

Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin karşılaştığı ilk ayaklanma değildir bu ayaklanma. 2 Mart 1688 pazar günü akşamı sadrâzam Siyâvuş Paşa aleyhine yeniçeriler isyan etmişler ve bu sırada Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ile birlikte sadrâzam sarayında bulunan Şeyhülislam Feyzullah Efendi, sürgün olarak Erzurum’a gönderilmiştir.

Sultan-Padişah II. Mustafa döneminde, 18 Temmuz 1703 tahinde başlayan isyan 22 Ağustos 1703 tarihinde sona ermiştir. İsyanı yapan dönme ve devşirmeler, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’yi de yakaladı. Ayaklananlar, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ilk önce burnunu, sonra kulaklarını ve en sonra da dudaklarını kesti. Bunlar yapıldıktan sonra, hakaret olsun, aşağılansın diye, Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi bir eşeğe ters bindirildi, gem yerine eşeğin kuyruğu eline verildi. Bu eziyet ve barbarlık yetmedi. Sokak sokak gezdirildikten sonra Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ayrıca kolları, bacakları da kırıldı. En sonra da kafası kesildi. Şeyhülislam Feyzullah Efendi, ibret olsun diye bu şekilde Edirne caddelerinde gezdirildi. Bu sırada oğullarından biri de öldürüldü.

Ayaklananların içinde bulunan ve öfkesi dinmeyen bazı dönme ve devşirmeler:

“Bu cesedi Meriç’e atalım” dedi.

Bu sesler üzerine Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin cesedi Meriç’in önemli kollarından biri olan Tunca nehrinin sularına atıldı. Meriç’in suları Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin cesedini sürükledi Ege denizine götürdü.

Tarihte yaşanan olaylar gösteriyor ki, bazı ayaklanma dönemlerinde, ayaklananlar hiç bir toplumsal kuralı tanımıyorlar. Bazen barbarlaşabiliyor ve en korkunç işkence ve zalimlikleri yapabiliyorlar. Dinin temsilcisi olan ve en üst düzeyde sayılan şeyhülislama en korkunç işkence yapılarak öldürülmüş ve dinin en büyük temsilcisi olan halife padişah tahtından indirilerek hapis edilmiştir.

Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi, bu döneme kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nda zorbalıkla öldürülen üçüncü şeyhülislamdır.

Bu olay ayrıca göstermiştir ki, bazı olaylar, sonuçları önceden kestirilemeyen olaylara yol açmaktadır. Örneğin üç ay biriken maaşını alamayan 200 kadar memurun başlattığı hareket, bir iktidarın sonunu getirmiştir.

http://www.turksolu.com.tr/48/feyizoglu48.htm

***

Karanlıkta Kalan Suikast,

Karanlıkta Kalan Suikast,

Harun Aydemir
09.01.2004 /Sayı; 48 
“Güldal, Galiba bunlar beni öldürecek...” 
Uğur Mumcu

Karanlıkta Kalan Suikast


UÄŸur Mumcu

Tarih 2004’ü gösterirken Uğur Mumcu’nun yok edilişinin 11. yılını doldurmaktayız. Peki aradan bu kadar yıl geçmesine rağmen Uğur Mumcu’nun kimler tarafından öldürüldüğünü ortaya çıkara bildik mi? Bugüne kadar bu suikast üzerine sayısız yorumlar yapıldı. Bunların bazıları Uğur Mumcu’nun PKK tarafından, bazıları İslami terör örgütleri tarafından, bazıları ise; bu olaydan devletin sorumlu olduğunu ortaya koydular. Uğur Mumcu’dan sonra bu zincire yenileri eklense de sadece tetikçilerin ortaya çıkarılarak suikastların çözüldüğü havası verilmesi olayları daha da kızıştırıyor. Tarihe kara bir leke gibi düşen bu olaydan sonra çeşitli araştırma komisyonları kurulsa da olayın iç yüzünü ortaya çıkarmak hayalleri süslemekten başka bir şey yapmadı. Şimdi 24 ocak 1993 ve öncesinden bugüne yansıyan bazı olayları sizlere hatırlatarak yazının sonunda soracağım soruyla Uğur Mumcu’nun kimler tarafından öldürüldüğünü ortaya çıkaracağız.

Buyurun gelin buradayım!...

Uğur Mumcu 6 Aralık 1979 tarihinde farklı bir yazıyla okurlarının karşısına çıktı. İlgililere not başlığıyla tehdit edildiğini ve devletin görevini yapmasını hatırlatan Uğur Mumcu yazısında: “MHP yanlısı Hergün gazetesi, yalan ve iftiraya dayalı yayınlarla beni, İçişleri eski Bakanı Hasan Fehmi Güneş’i, CHP Senatörü Prof. Uğur Alacakaptan’ı ve CHP Milletvekili Prof. Muammer Aksoy’u kanlı çetelere hedef gösterici yayınlar yapmaktadır. Bana, Güneş’e, Alacakaptan’a ve Aksoy’a bir saldırı olursa, bunun sorunlusu MHP yanlısı Hergün Gazetesi ve “Sonları fena olur” gibisinden açık tehditler savuran MHP Niğde Milletvekili Sadi somuncuoğlu’dur...” ifadelerini dile getiren Mumcu yazıyı şu metinlerle sona erdiriyor: “Yılmayacağız, korkmayacağız ve cinayet şebekelerinin üstüne var gücümüzle gideceğiz. Buyurun gelin buradayım!...”

Devlet isterse çözer

Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nusret Demiral’ın iddiası şu şekilde: “Eğer bu olayı devlet çözmek isterse katiller bulunur ama istemezse bulunamaz. Siz gidin, Bakanlara, Başbakana rica edin. Onlar düğmeye basarsa Uğur Mumcu’nun failleri bulunur ve ben dava açarım. Uğur’la ilgili tüm kuruluşları bana bağlasınlar. Bana bağladıkları takdirde ben de çözebilirim.” Bu ifadeleri kullanan Demiral “bunu İslami Hareket Örgütü yaptı” diyerek olayların çözülebilir ancak engellendiği havasını yansıtmaktadır. Ancak bu ifadelere rağmen Uğur Mumcu’nun “Nusret Demiral görev yaptığı sürece işlenen faili meçhul cinayetlerin hiçbiri çözümlenemez” demesi ise suikastların hiçbir zaman aydınlığa kavuşturulamayacağının bir göstergesidir.

Sürgüne gönderilen yapımcı

Uğur Mumcu öldürülmeseydi Nurzen Amuran tarafından yapılan ve TRT’de yayınlanan “Rabıta” adlı programa katılacak ve bu programda bazı belgeleri açıklayacağını söylemişti. Ölümü nedeniyle gerçekleşemeyen bu çalışma daha sonrasında Nursen Amuran’ın yapımcılıktan çıkarılıp sürgün edilmesine neden oldu.

Uğur Mumcu Anması

Uğur Mumcu’nun evinin yakınında bulunan ve güvenliği açısından önemli bir yere sahip olan durağın kaldırılmasının istenmesi ise başka bir boyut. Uğur Mumcu’yla diyalog içerisinde bulunan taksi şoförleri. Mumcu onlardan her an bir çapraz ateşe tutulabileceğini ve göz kulak olmalarını istemiş. Taksi durağının kaldırılması engellenince de bu sefer Mumcu’nun evine doğru park edilen taksilerin yönlerini evi görmeyecek şekilde değiştirilip evi gözlenemez hale getirilip camların normal camdan buzlu cama çevrilmiş. Bu olayın arkasında kimin olduğu ise olayı daha da ilginç kılıyor: DİSK Başkanlar Kurulu üyesi Ömer Çiftçi. Bunu öğrenen Mumcu Çiftçi’ye “Sen benim güvenliğim açısından önemli olan bu durağı niye kaldırmak istiyorsun, amacın nedir senin? Hem de ben kaldırılmasını istiyormuşum gibi niye yalan söylüyorsun?” Olaylar bu şekilde gelişirken taksi şoförlerinin bir anda yön değiştirerek Ceyhan Mumcu’ya itirafları ise şöyle olur: “Abi artık konuşmak istemiyoruz. Bizden duymamış ol, biz bu konuda tehdit edildik. Biz artık kimseyle konuşmayacağız. Başımız derde girer.” Buradan da taksi durağının kaldırılmasının arkasındaki asıl kişilerin daha büyük bir güce sahip olduğunu anlayabiliyoruz.

Mumcu: beni hedef mi yapıyor?

Uğur Mumcu AnmasıTaksi durağı olayından sonra Ömer Çiftçi’nin ismine bir kez daha rastlıyoruz. Çiftçi’nin bir gün Mumcu’ya yüksek sesle dışarı çıkıp çıkmayacağını sorması ise Çiftçi’nin bu olaylarla bağlantılarını daha da artırıyor. Mumcu (eşine) o anı şu şekilde dile getiriyor:

“Camı açarken Ömer Çiftçi bana bugün dışarı çıkıp çıkmayacağımı sordu.”

“Peki, sen ne söyledin?”

“Çıkacağımı...”

“Ne var bunda, niye bu kadar şaşırdın?”

“Sence tuhaf değil mi? Ömer Çiftçi dışarı çıkıp çıkmayacağımla niye ilgileniyor?”

MİT biliyordu...

Dönemin CHP Malatya Milletvekili Mustafa Yılmaz ise şu sözlerle gündeme oturuyor: “Uğur Mumcu Cinayetini MİT biliyordu”

Buna benzer başka bir ifade ise Şevket Kazan’dan geliyor. Şevket Kazan elinde bir MİT belgesi bulunduğunu ve bu belgede MOSSAD’ın üç elemanının Uğur Mumcu’yu ve Mehmet Ali Birand’ı öldürmek üzere Türkiye’ye girdiğini ve halen bu kişilerin İsrail Büyükelçiliği’nde bulunduklarının açıklamaktan kaçınmayacaktı.

22 Ocak 1993 tarihinde Cemalettin Kaplan’a bağlı bir hoca ise camide şu ifadeleri kullanacaktır: “İki gün sonra Uğur Mumcu ve Oktay Ekşi geberecek.” Bu sözler aynen gerçekleşiyor ve Uğur Mumcu 24 Ocak’ta öldürülüyor. Bu konunun üzerine ne kadar gidildiğini bilmiyoruz; ama bu olayla –tarihi de göz önünde tutarsak- Cemalettin Kaplan’ın bağlantısı olduğu apaçık ortada.

Cinayeti biz işledik!...

Suikast günü Güldal Mumcu adına Berlin havaalanından imzasız olarak gönderilen mektupta şu ifadeler yer alıyor: “İslamlara ve zavallı Kürt köylüsüne zulmedenlerin kıçlarında bombayı patlattığımız zaman neler hissettiklerini merak ediyoruz.” Bunlara dayanarak da suikastın İslami terör örgütlerine doğru kaydığını görüyoruz.

Adı Jirayir olan bir şahıs ise şu ifadelerle ortaya çıkıyor: “Uğur Mumcu cinayetini kimlerin gerçekleştirdiğini biliyorum, cinayeti biz işledik. Güldal Mumcu’yu da öldürmemiz bu birimce kararlaştırıldı. Ancak onu öldürmeyi ben içime sindiremiyorum, yurt dışına kaçabilmem için sonra iade edilmek üzere ödünç para istiyorum”

Cumhuriyet İzleme Kurulu’ndan bir üye ise Uğur Mumcu’nun daha önce de, Vuralhan olayından dolayı öldürülmek istendiğini, ancak MİT’in bunu önlediğini iddia etti. Bu olaylar şu şekilde gelişmeye devam ediyor: O tarihlerde Uğur’un oturduğu dairenin bir üstüne üç kişi taşınıyor, yöneticinin ısrarına karşın bu kişiler kimliklerini açıklamıyorlar. Bunlardan ikisi İranlı, birisi Türk. Bir gün bu şahıslar, MİT mensubu Mehmet Eymür ile karşılaşıyorlar ve kapı önünde kısa bir konuşma oluyor.

Suikast üzerine artan iddia ise bir yenisi daha ekleniyor. Bu iddia temel dayanağı ise yazarın, yazılarıyla, silah kaçakçılarını, uyuşturucu ticaretiyle uğraşan mafya mensuplarını rahatsız etmesiymiş.

Genel Kurmay’ın bir çete olduğunu, Kemalizm’in birinci özelliğinin Anadolu halklarına düşmanlık olduğunu, dolayısıyla Kemalizm terk etmeden Türkiye’de demokrasi olmayacağını Kemalizm’in yalan üzerine kurulduğunu ifade eden Ali İhsan Yıldırım adlı şahıs ise Mumcu için şu ifadeleri kullanmaktan kaçınmıyor: “Eskiden MİT süflörlüğünü Uğur Mumcu yapardı çete kavgasında öldürülünce yerine Çölaşan geçti.

Yine aynı açıklamalar

Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin “bu örgüt üyelerinden Ekrem Baytap, Zübeyir Gümüş, Abdullah Yiğit ve Mustafa Kayacan sahte kimlikli İrfan Çağırı’cı isimli kişilerden, herhangi birinin yakalanması halinde, Mumcu olayının aydınlatılmasında önemli mesafe alınacaktır” açıklamaları ise tekrarlanan suikastı çözme çabalarına(?) bir yenisini daha ekliyor. Bunun yanında İsmet Sezgin’in diğer bir iddiası da şöyle: “Uğur Mumcu’yu İrfan Çağırıcı öldürdü”

Bu iddia ise bir dönem Almanya’da yaşayan ülkücü lider Musa Serdar Çelebi’den. Bunlara bir yenisini ise Çelebi şöyle ekliyor: "Gladio mu, özel harp mi, kontgerilla mı dersiniz. Bu güç Türkiye’de var. İpekçi ve Mumcu’yu onlar öldürdü.” Tabi ki bu iddiaların neden bu insanlar tarafından ele alındığı ise sorulması gereken başka bir soru.

Uğur Mumcu: Ankara sıkıyönetim komutanlığına,

Bu gün saat 12.00 sularında adının Fevzi Tuz olduğunu söyleyen bir şahıs, gazete bürosuna gelerek, kendisinin Tercüman Gazetesi yazarlarından Ergün Göze’nin akrabası olduğunu Göze’nin kendisini bir telgraf ile İstanbul’a çağırarak beni öldürmesini istediğini bildirmektedir...”

Kürt Dosyası

Uğur Mumcu’nun ölümünden önce de ele aldığı konular Kürt sorunlarıyla gün yüzüne çıkıyordu. Son çalışması ise tamamlayamadığı Kürt Dosyası oldu. Bu çalışmayla bu sorunun üzerine detaylarla ilerleyen Mumcu’nun ele aldığı başka bir konu ise şuydu:

Abdullah Öcalan’ın 12 Mart döneminde gerçekleşen ihtilalde herhangi bir nedenle kayrıldığı düşünerek bu olayı araştırmaya koyuldu. Elde ettiği bilgiler PKK liderinin yakınında kuşkulu iki kişi daha olduğu ortaya koyuyordu. 1978'de evlendiği karısı Kesire Yıldırım ve yanından hiç ayrılmayan Ağrılı Pilot Necati.

Soruların cevapları Öcalan'ın konuşmalarında

Böyle bir iddiayla da karşımıza çıkan farklı bir isim ise Binbaşı Cem Ersever. Ersever: Öcalan’ın Uğur Mumcu’nun kendisinin geçmişini araştırdığını Yalçın Küçük’e anlattığını, Mehmetçik gazetecilerle ilgili gerekenlerin yapılmasını, bu cinayetin de İslami örgüt bağlantısı olmadığını ifade ediyor.

Uğur Mumcu’nun ölümünden önce 1 yıl içerisinde yazdığı yazılar araştırılarak şu veriler elde ediliyor: 2 Şubat 1992 tarihinde Milliyet gazetesinde başlayan ve öldürüldüğü gün olan 24 Ocak 1993’e kadar geçen süre içinde Cumhuriyet gazetesinde Gözlem sütununda yayımlanan 330 köşe yazısı baz alınarak

Mumcu’nun, 158 yazısını “Kürt” sorununa ayırdığı, bu da yazılarının yüzde 52.6’sını oluşturduğudur. Uğur Mumcu’nun en çok üzerinde durduğu ikinci konu ise 117 yazıyla ABD olurken, üçüncü sırada ise yine birinci konu ile bağlantılı olarak 114 yazıyla da PKK yer alıyordu. Bu da Mumcu’nun son dönemlerde İslami terör örgütlerine fazla değinmediğini ortaya koyuyor.

Ceyhan Mumcu’nun ifadelerine göre Uğur Mumcu’nun kendisine yakında çıkacak kitabında PKK içinde kaynayan ajanların listesini yayınlayacağını söylüyordu. Bu konuşma Mumcu’nun ölümünden birkaç gün önce gerçekleşmiştir.

Tuğlayı çekersem yıkılır; ama çekemem

Bu ifadeyi kullanan ise bu günlerde DYP’nin genel başkanı olan Mehmet Ağar. Olayların sanki birbirine bağlı olduğunu ve bu olayın aydınlatılması yukarı birimlerden engelleniyormuş anlamı veriliyor.

Devlet üzerinde yoğunlaştırılan ifadeler daha da artırılıyor. Bu ifadeleri kaçınmadan kullanabilenler ise devletin birimlerinde görev yapan insanlar. Örneğin DGM Savcısı Ülkü Coşkun’un iddiası da bunlara bir yenisini daha ekliyor: “Devlet isterse çözer”

O dönemde görev yapan Sıkıyönetim savcısı Baki Tuğ ile Öcalan’ın birbirleriyle olan bağlantısını, PKK’nın güçlü komutanı Cemil Bayık’ın o dönemde İran’da bazı isimlerle görüşmeler yaptığını, Türkiye’de Hizbullah örgütünün ortaya çıkmasını Mumcu ortaya koymuştu.

Mumcu’nun ölmeden öncede ortaya koyduğu sav da buydu. Bu konu üzerine yoğun araştırmalar yapan Mumcu, Abdullah Öcalan’ın devlet tarafından korunduğunu da ifadelerinde yer veriyordu. Ayrıca Mumcu bu konuyla ilgili derinlemesine araştırma yapmaya koyuldu. Baki Tuğ’dan istemiş olduğu bir belge vardı. Bu belgeyle de Mumcu bir çok konuya çözüm getireceğine inanıyordu. Tuğ’dan bu raporu istemiş ve Tuğ raporu Mumcu’nun kendisine vereceğinin sözünü vermişti; ama ne olduysa Tuğ, Mumcu’nun karşısına bir gün istediği belgeyi bulamadığını söyleyerek çıkmıştı.

SAVAMA işin içerisinde

MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, Başbakanlık İstihbarat Koordinasyon Makamı’na yazdığı bir Rapor’da Uğur Mumcu Suiskastı ile ilgili olarak sunduğu açıklamalardan bir kaçı şöyle: Suikasttan İran İstihbarat Bakanlığı SAVAMA’nın bazı kadrolarının kullanıldığı ve İran İstihbarat Bakanlığı’na bağlı elemanlar, ABD istihbaratı ile organize biçimde çalıştığı öğrenildi. Suikastle ilgili durulması gereken örgüt İran’da bir illegal örgüt. İran Savunma Bakanlığı’nın İngilizce baş harflerinden oluşan “Ministry Of Defance” (MOD) olduğu belirlendi. İran İstihbarat Bakanlığı’ndan “SAVAMA” ile MOD ortaklaşa karanlık işler yapıyor.

İsrail üzerinde yoğunlaşan bulgular

1992 yılında Mumcu, İsrail’in Barzani’ye 50 milyon dolar para verdiğini ortaya koymuştu. Bunun üzerine İsrail Büyükelçiliği’nden telefonla aranarak elçinin kendisi ile tanışmak istediği bildirilmiş ve dışarıda yemeğe davet edilmişti. Mumcu’nun eşinin bu davete kabul edilmemesinin sebebi ise şüphe uyandıracak başka bir nokta.

Murat Demir ve Murat İpek, 28 Şubat sürecinin ardından Deniz kuvvetleri Komutanlığı içine, “köstebek” yerleştirmekten yargılanan Emniyet Genel Müdürlüğü eski İstihbarat Daire Başkan Vekili Hanefi Avcı tarafından istihdam edilmişlerdi. Bu kişiler Mumcu cinayetiyle ilgili olarak Kuzey Irak kökenli bir Kürt olan Velit Hüseyin’in ismini ortaya koydular. Deneyimli bir bomba uzmanıydı. Mumcu’nun dışında kaç kişiyi de havaya uçurduğu ise sorulan sorular arasında. Velit Hüseyin, 1 Mart 1998 yılında Silopi’de öldürüldü(?) Bundan dolayı bu olayın üzerine gidilemedi.

İran neden Suikast yapsın?

Uğur Mumcu’ya suikastın yapıldığı gün Amerikan ambargosu altında ezilen ve İran’dan gelen bir heyet Türkiye ile 25 milyar dolarlık bir anlaşma imzalayacaklardı. Bu durumu da göz önünde bulundurursak suikastın İran tarafından gerçekleştirilme olasılığı da azalıyor.

Böyle bir ifadeyi kullanmaya yeltenen onursuzlar ise kendilerini İslami bir karaktere büründürenlerdir. İfadenin tam metni şu: “Uğur Mumcu, İslami Kurtuluş Örgütü adına cezalandırılmıştır!” Cumhuriyet gazetesine gelen telefon böyle.

Soruyoruz. Bir çok karanlığı aydınlığa kavuşturan, mafya devlet ikilisi arasında delilleri ortaya koyan, öldürülmeden önce kürt sorunu üzerinde yoğunlaşan bu gazetecinin neden bir koruması yoktu? Hem de ülkemizde anayasal düzeni yıkmak isteyen, Atatürk’ün fikirlerine ve ideolojilerine düşman olan, onun ilkelerinden biri olan Laiklik kavramını ortadan kaldırıp yerine şeriat düzeni getirmek isteyen, hakkında soruşturma açıldığı halde yargılanamayan, tedavi amaçlı yurt dışına gittiğini ifade ederek yargıdan kaçan, ülkede bir çok devlet kurumunda örgütlenerek ilerde büyük bir kaos oluşturmak isteyen, yeşil sermayeyi kullanarak bir çok alt yapı oluşturan, medeniyetten nasibini almamış çağdaşlık adına hiçbir belirtisi bulunmayan, geçmişte ayaklar altında ezilerek yıkılan saltanat ve hilafetin özlemi içerisinde yanıp tutuşan bir Hoca efendinin bir koruması varken. Neden soruyoruz. Mumcu’nun neden yoktu? Onu neden belinde silah taşıyan biri haline soktunuz? Neden?

“Güldal, galiba bunlar beni öldürecek...”

Uğur Mumcu’nun o dönemde endişeleri git gide artıyordu. Gazete satırlarında Mumcu bir gün şu satırları okuyacaktı: “Herkes maskesini çıkarsın, yoksa yüzlerindeki maskeleri biz yırtacağız. Biz yırtmasak bile Kürt halkının dinamiği yırtacak. Herkesin notu, karnesi belli olmuştur. Kürt düşmanlığı yapmamak bile bir namus ölçüsüdür.”

Ayrıca Mumcu o dönemde aynı ifadeyi İlhan Selçuk’a da kullanıyordu. “İlhan abi bunlar bizi öldürecekler”

Uğur Mumcu uykusunda kötü bir kabus görür. Hemen eşine gördüğü şeyi anlatır:

“Bir rüya gördüm Güldal. Korkunç bir patlama oluyor. Bu patlama sonrasında bacaklarım yok oluyor. Bedenimin bu halini yukardan seyrettim.”

Yazının başında da ifade ettiğim gibi sizlere bazı şeyleri hatırlatarak bir soru soracağım. Sıkı durun bu sorudan sonra Uğur Mumcu’nun katilini bulacağız.

Hazır mısınız? Soruyorum o halde. Sizce Uğur Mumcu’yu kim öldürdü? Bu sorunun içerisinde sizler boğuşurken Mumcu’nun şu sözlerini de aklınızdan çıkarmayın. Sinmişti halk. Korkuyordu. İşkence haberleri öylesine ürkütücüydü ki...”

http://www.turksolu.com.tr/48/aydemir48.htm



İşte ABD-AKP Planı Irak’ta Federasyon = Türkiye’de Federasyon,

İşte ABD-AKP Planı Irak’ta Federasyon =  Türkiye’de Federasyon,




ABD’nin Irak işgali öncesinde gerçek hedefinin Saddam’ı devirmek değil kukla Kürt devletinin kurmak olduğunu söylemiştik. Aradan geçen bir yıllık süre ne yazık ki bu tespitin doğrulandığını gösteriyor. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunacağını, ABD’nin Saddam’ı devirip demokratik Irak’ı inşaa ettikten sonra bölgeden çekileceği yolundaki ABD propagandasının da büyük bir yalan olduğu böylelikle ortaya çıkmış oluyor. 

Şimdi Irak’ta nasıl bir federatif yapının oluşturulacağı tartışılıyor. Irak kaç parçaya bölünecek, merkezi bir otoritenin denetiminde federal bir yapı mı kurulacak yoksa etnik ve dinsel temellere dayalı parçalı bir yapılanmaya mı gidilecek? 



Bütün bu soruların cevaplarına geçmeden önce sadece federal Irak üzerinde dönen tartışmanın ve ortalıkta uçuşan bütün bu soruların gösterdiği bir gerçeği tespit etmek gerek: ABD müdahale ettiği bölgelerde de istikrarsızlıktan başka bir sonuç elde edemiyor. Afganistan saldırısının ardından yaşananları tek kelimeyle özetlersek;kaos. Irak bu gerçeğin en son halkası. 

Irak’ta ABD karşıtı direniş artarak sürüyor. Ancak ABD açısından asıl tehlike Iraklıların direnişi değil. ABD Irak işgalinin ardından bölge ülkelerinin büyük tepkisiyle karşı karşıya kalmış durumda. ABD’nin Irak’ın toprak bütünlüğünü hiçe sayarak kukla Kürt devleti planını hayata geçirmesi başta İran ve Suriye olmak üzere bütün Arap dünyasında ABD’ye yönelik büyük bir tepkinin ortaya çıkmasına yol açtı. 


Bu tepki Ortadoğu’yu ABD açısından tam bir cehenneme çevirecek sürecin ilk adımı. Kukla Kürt devletinin kurulmasıyla birlikte Ortadoğu’daki ABD karşıtlığının bir savaşa dönüşmesi kaçınılmaz görülüyor. 

ABD Ortadoğu’da batağa saplandığında Vietnam’daki hezimeti mumla arayacak ancak artık bu süreci geri çevirmek için artık çok geç. Ortadoğu’da nihai bir çatışmaya doğru son hızla ilerliyoruz. 

Bremer'dan federasyona destek

Irak'a federasyon kararı

Vali, "Federasyon" dedi

Ortadoğu’da anti-Amerikancı cephe: Türkiye-İran-Suriye 



Kukla Kürt devletinin yarattığı tehlikenin aslında bütün Ortadoğu coğrafyasını paramparça edeceği gerçeği bölge ülkeleri tarafından çok açık olarak görülmüş durumda. 

Son bir aylık gelişmelere bakıldığında ABD açısından hiç de istenilir olmayan bir ittifak arayışının ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz. Türkiye, Suriye ve İran arasında uzun süreden beri görülen yakınlaşma kukla Kürt devletinin artık açıkça telaffuz edildiği bir dönemde antiAmerikan bir cephe olarak ortaya çıkıyor. 

ABD hâlâ Türkiye’yi sömürgeci emellerini gerçekleştirebileceği bir üs, bir cephe ülkesi olarak görmeye devam etsin, bölge gerçekleri ve Türkiye’nin ulusal güvenlik ihtiyaçları ABD’nin “stratejik düşman” olduğunu dayatıyor. 

Yalnızca Türkiye de değil, ABD’nin şer ekseninde yer alan İran ve Suriye de Türkiye’nin ABD ile uzlaşmaz çıkarları olduğunu görüyorlar ve bu çıkar çatışması sonucunda Türkiye ile ABD’nin karşı karşıya geleceğini gördükleri için bir ittifak arayışına yöneliyorlarlar. 



Öyle ki Suriye tarihinde ilk kez devlet başkanı düzeyinde Türkiye’yi ziyaret ederek Türkiye ile ikili antlaşmalara imza atıyor. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad Türkiye ziyaretinde Türkiye ile aralarında yaşanan sorunların artık çözüldüğünü söylüyor. 

Suriye, Esad’ın ağzından “milli dava” olarak gördüğü Hatay’ın Türk toprağı olduğunu kabul ediyor. Yine Apo’nun yakalanmasının ardından başlayan Türkiye-Suriye yakınlaşmasının ilk adımı olan Adana Mutabakatı’nın önemli maddelerinden biri olan PKK tehlikesine karşı Türkiye ile işbirliğini daha da geliştirmeyi taahhüt ediyor. 

İran Dışişleri Bakanı Harrazi de aynı şekilde PKK terörü ile mücadelede Türkiye’nin yanında oldukları mesajını veriyor. 



Suriye ve İran’ın Türkiye ile olan görüşmelerinde verdikleri esas mesajsa Irak’ın toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini parçalayacak federasyon planlarına ve özellikle kukla Kürt devletine izin verilmeyeceği. Bölge ülkeleri bir yana Türkiye’yi ziyaret eden Irak’taki Şiilerin lideri El-Hakim de Kürt devletine karşı olduklarını söyleyerek Türkiye’nin sürece müdahil olması çağrısında bulunuyor. 

Dolayısıyla ABD ve Kürt aşiretlerinin bütün bu tepkiler karşısında alacakları tavrı beklemek gerekecek. Ancak ABD şer ekseni içinde tarif ettiği Suriye’yi geçtiğimiz hafta içinde açıkça hedef gösterdi ve Suriye’ye saldırı tehdidinde bulundu. Bu tehdidin tam da Esad’ın ziyareti sırasında yapılması elbette tesadüf değil. 

Yalnız Suriye ve İran değil, Pentagon eski danışmanı Richard Perle’nin açıklamalarına göre ABD ile yollarını ayırma noktasına gelen Suudi Arabistan’ın da ABD tarafından vurulması an meselesi. 

Bu da gösteriyor ki, Türkiye en ufak bir karşı çıkışta ve uygun koşullarda zaten dahil olduğu şer eksenine resmen adını yazdırabilir. 

Federal Irak, Türkiye’yi ve bütün Ortadoğu’yu parçalayacak 

Özkök uyardıABD ile karşı karşıya gelme gibi “en kötü” seçenekle karşı karşıya kalan Türkiye, Suriye ve İran’ın açıkça ABD planına karşı olduklarını açıklamaları ve üstelik bu planları boşa çıkartmak için biraraya gelmeleri her üç ülkenin de Irak’ın parçalanmasının doğuracağı sonuçları düzgün tahlil ettiklerinin göstergesi. 

Türkiye daha ABD Irak’ı işgal etmeden önce Irak’ta kurulacak bir Kürt devletini savaş nedeni olarak kabul edeceğini söylemişti. İran ve Suriye de aynı şekilde Irak saldırısına karşı çıkarak ABD’ye tavır almışlar ve Irak’ın toprak bütünlüğüne yönelik her türlü planın karşısında olduklarını söylemişlerdi. Buna rağmen ABD planı istenildiği biçimde uygulandı ve kukla devlet için fiili durum yaratıldı. 

Şimdi Irak’taki direnişin kesilmesi ve Irak’ın parçalanmasının Türkiye açısından yaratacağı fiili durum Türkiye’nin de ikiye bölünmesidir. Kukla Kürt devleti ilk aşamada Irak’ın kuzeyinde bağımsızlık kazanacak ardından da toprak talepleriyle Türkiye’ye doğru genişletilecek. 

Türkiye ayağını PKK’nın oluşturduğu bülücü terörün ABD açısından stratejik önemi de buradan kaynaklanıyor. Dolayısıyla Türkiye iki açıdan bir kıskaca alınıyor: Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani liderliğindeki Kürt devleti ve içerde PKK’nın yoğunlaşan faaliyetleri. 

Bu plan aslında Sevr’le gerçekleştirilmeye çalışılan bağımsız Kürt devleti projesinin yeniden Türkiye’nin önüne konmasından başka bir şey değil. 



Kürt devleti ABD’nin elli yıllık planı 

Türkiye ABD’nin Şer Ekseninde

AKP iktidarı 1. tezkere ile başaramadığı Türkiye’yi bir ABD üssüne çevirme görevini yine Anayasayı ve devlet politikasını çiğneyerek yerine getiriyor. ABD basınına yansıyan bir haberle birlikte AKP’nin 120 bin ABD askerinin Türkiye üzerinden geçeceğini öğrenmiş bulunuyoruz. Olay Türk basınını ancak askeri sevkiyat başladıktan sonra yansıyabiliyor. 

Zira AKP aslında Meclis kararı gereken bu durumu anayasayı çiğneyerek ve gizlice uygulamaya koyuyor. 

İncirlik üssü ile de yetinmeyen ABD yine birinci tezkere döreminde gündeme getirdiği Eskişehir, Konya Trabzon, İstanbul gibi merkezlerde de askeri üs kurma isteğini bir kez daha Türkiye’ye dayatıyor. İncirlik üssü bir yana ama İstanbul ya da Trabzon’daki bir üssün Irak ya da Suriye’ye saldırı için kullanılmasının imkanı yok. O halde niçin bu şehirlere sorusu herkesin kafasını kurcalıyor. Oysa durum oldukça net. Birincisi ABD Türkiye’yi bölgedeki askeri üslerinden biri haline getirmek istiyor. Tıpkı Gürcistan gibi. Gürcistan’da ABD işbirlikçisi Şevardnadze ABD tarafındanr sırf bu görevi istenildiği hızda yapmadığı için bir sivil darbeyle iktidardan indirildi ve yerine daha koyu Amerikancı bir iktidar geçirildi. 

Türkiye’de aynı süreci 3 Kasım seçimleri öncesinde DSP-MHP hükümetinin iktidardan indirildiği darbe döneminde yaşamıştık. 
Bu darbenin sonucunda Türkiye tarihinin en Amerikancı iktidarı AKP, tek başına iktidara taşınmıştı. 
Irak işgali sonrasında yaşananlar bir savaş hükümeti rölü biçilen AKP’nin bu rolü oynamada ne derece hevesli ve başarılı olduğunu ortaya koydu. 

İncirliğin istediği biçimde kullanma yetkisini alan ABD’nin esas amacı bölgedeki operasyonlarını buradan yönlendirmekten çok Türk Ordusu ’nun olası bir müdahalesinin önüne geçmek. Ancak ABD planının bundan çok daha büyük amaçları olduğu da ortada. İstanbul’dan Trabzon’a bir çok ilde kurulması planlanan ABD üsleriyle ABD’nin şer ekseni içinde parçalanacak bir ülke olarak yeralan Türkiye fiilen işgal edilmiş oluyor, üstelik tek bir kurşun atmadan. Bu ABD’nin AKP’ye seçim öncesinden beri süren büyük desteğini anlamamızı böylelikle daha da kolaylaştırı yor. Türkiye bizzat iktidardaki ihanet şebekesi tarafından ABD’ye teslim ediliyor. 
Bu andan itibaren Türk devletinin bağımsızılığının tek güvencesi olan Türk Ordusu’nun alacağı tavır Türkiye’nin bağımsız bir ülke olarak varlığını sürdürüp sürdüremeyeceğini gösterecek. Türk milleti Türk Ordusu’nun alacağı tavrı bekliyor. 

Barzani ve Talabani Federal Irak içinde temsille yetinmeyip özerk bir Kürt devleti için anlaşmış durumdalar. Buna rağmen hâlâ Irak’ta federasyon kurulmayacağını ya da ABD’nin Kürt devletinin kurulmasını istemediğini iddia eden stratejik analizler de yok değil. 

Amerikan kaynaklı bu propaganda şu an varolan fiili durumla taban tabana zıt olması bir yana tarihsel gerçeklerle de uyuşmuyor. Kürt devleti Irak işgalinin ardından ortaya çıkan fiili durumun yarattığı bir gelişme değil. ABD elli yılı aşkın bir süredir Ortadoğu’yu kontrolü altında tutmasını sağlayacak bir Kürt devletinin hesabı içinde. Barzani ve Talabani aşiretleri Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte ABD ve İngiltere’nin kışkırtmalarıyla bir çok defa bağımsızlık talebiyle ayaklandılar. 

Bu sürecin Türkiye içindeki en bariz yansımalarını ise Özal döneminde yaşamıştık. Özal dönemi Federasyon tartışmalarının Türkiye gündemine ilk defa ciddi biçimde girmesine yol açmıştı. Tabii bu parlak fikri Özal’a verenin ABD olduğunu söylemeye gerek yok. 

PKK terörünün Özal döneminde büyük bir yükseliş kaydetmesi Körfez Savaşı’nın ardından Türkiye’ye yerleşen Çekiç Güç’ün marifetidir. Çekiç Güç PKK’ya silah ve eğitim desteği sağlayarak sonuçta Türk devletini büyük ölçüde zayıf düşüren PKK terörünün mimarıdır. 

ABD işbirlikçisi Özal iktidarı içerde PKK’nın önünü açarken Barzani ve Talabani gibi iki aşiret ağasını devlet protokolüne alarak ve kırmızı pasaportla ödüllendirerek ABD planının sorunsuz işlemesi için büyük çaba harcadı. Sonuçta kırmızı pasaport verilip muhattap kabul edilen Barzani ve Talabani bugün Türkiye’nin kırmızı çizgilerini delik deşik ediyor. Kukla Kürt devleti Türkiye’deki bu Amerikancı siyasetin armağanıdır. 

Özal’ın bıraktığı yerden devam eden AKP iktidarı da birinci tezkere sürecinde işbirlikçiliğin yeni bir örneğini sergileyerek Türk Ordusu’nu tasfiye etme ve Türkiye’yi bir Amerikan üssüne çevirme rolünü başarıyla uyguladı. Türkiye’nin bütün savunma olanakları ve Türk Ordusu’nun caydırıcı gücü bertaraf edilerek ABD’nin en büyük korkusu olan Türk Ordusu’nun Kürt devletine müdahale seçeneği ortadan kaldırıldı. 

ABD’nin Ortadoğu’daki tek dayanağı Kürt işbirlikçiliği 

ABD’nin Sevr döneminden beri desteklediği iki unsur bulunuyor: Ermeniler ve Kürtler. Bağımsız Ermenistan ve Kürdistan planları da bu nedenle ABD için o tarihten beri vazgeçilmez önemde. Barzani ve Talabani’nin Irak’ın uluslaşma sürecini kesintiye uğratacak ve Irak’ı parçalayacak ABD politikalarına taşeron olarak seçilmesi de gösteriyor ki, ABD önümüzdeki dönemde de Kürt işbirlikçiliği üzerinden bir Ortadoğu kuşatması yürütecek. Türkiye’de bu kuşatmanın dayanağı ise PKK’nın Kürt ayrılıkçığı olarak konulabilir. 

ABD bölgede Araplara ve özellikle Türklere güvenmiyor. Türkmenler en başından beri ABD’nin inisiyatifiyle bütün gelişmelerin ve karar alma süreçlerinin dışında bırakıldılar. ABD Irak’ta çoğunluğu Arapların oluşturmasına rağmen Kürtlere yönetimde daha fazla ağırlık vermek istiyor. Türkmenler de biraz geç de olsa ABD’nin niyetini anlamış durumdalar ve ilk kez ABD karşıtı açıklamalarda bulunup silaha sarılıyorlar. Zira süreç Türkmenlerin kendi vatanlarında katledilmelerine kadar vardı. 

Türkiye ise ABD açısından her zaman stratejik düşman olarak görüldü. Bütün Amerikancı iktidarlara rağmen Türk Ordusu’nun direnişi ABD açısından Türkiye’yi güvenilmez kılıyor. ABD’nin korkulu rüyası ise anti-Amerikan yönelimli bir Türk-Arap birliği. İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı’nda Türk-Arap ilişkisini bozmayı amaçlayan Lawrence planı tam da bu birlikteliğin yarattığı korkuya dayanıyordu. ABD’nin ikinci Lawrence planı da Kürtleri kollama ve Türk-Arap birliğini engellemek için devreye konuyor. Etnik kışkırtma Ortadoğu’daki emperyalist politikaların temel hedefi. 

Irak’ı parçalayan etnik ve dinsel bölünme planı Türkiye’de de işletiliyor 

Irak saldırısının bir sonucu olarak ortaya çıkan kukla Kürt devleti Irak’taki etnik ve dinsel bölünme operasyonuyla birlikte yürütüldü. Yalnız Irak değil bütün Arap dünyası ABD tarafından yıllardır, büyük bir özenle yürütülen bu etnik ve dinsel parçalama operasyonlarının yarattığı kargaşayla mücadele ediyor. 

Arap dünyasının son elli yılı ABD destekli Kürt ayaklanmalarıyla geçti. Yine bölgedeki Sünni-Şii çatışması üzerinden çıkartılan ve sekiz yıl boyunca bütün Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren İran-Irak Savaşı da ABD tarafından kışkırtıldı. Arap dünyasında yaşanan uluslaşma sürecinin güçsüzlüğü ile birleşen emperyalizmin etnik-dinsel bölünme politikası Ortadoğu’nun antiemperyalist bir direnişe girişmesini de büyük ölçüde zora soktu. Sonuçta milliyetçiliğin gelişmediği ya da güçsüz kaldığı bir ülkenin topyekûn bir ulusal direniş sergilemesi pek de mümkün değil. 

Türkiye açısından da benzer bir durumun ABD ve AB emperyalizmi tarafından yaratılmaya çalışıldığını biliyoruz. Irak’ta başarıya ulaşan etnik bölünme senaryosu Kurtuluş Savaşı günlerinden beri, Türkiye için de uygulanıyor. 

Türkiye’de etnik bölünme Lozan’daki azınlık tanımının yok sayılarak bir Kürt azınlık yaratma politikası olarak ortaya çıktı. 

Gerek ABD gerekse de AB, PKK terörünü destekleyerek bir Türk-Kürt ayrışması yaratmak için özellikle son yirmi yıldır muazzam bir çaba içindeler. 

PKK’nın terör gücünün Türk Ordusu tarafından kırılmasının ardından bu kez de siyasallaşma stratejisi yine ABD ve AB merkezlerinde planlanarak PKK’nın önüne kondu. 

Bundan sonraki süreci ise yakından biliyoruz. Demokratikleşme kisvesiyle bizzat Türk devletinin yasama organı olan TBMM kararlarıyla kabul ettirilen Kürtçe eğitim ve Kürtçe yayın ile Türk kimliğinin yokedilmesinin yolu açıldı. Pontusçuluk, Lazcılık, Çerkezcilik, Gürcülük gibi henüz tam olarak istenilen kıvama getirilemeyen etnik sorunların da ilerleyen dönemde kaşınacağını söylemek hiç de zor değil. 

Kürt kimliği yaratma üzerinden yürüyen etnik bölünmenin yanında Alevi-Sünni ayrımcılığı da ABD ve AB’nin uzunca süredir ilgilendikleri bir başka alan. 

Federal Irak: Federal Türkiye 

Etnik ve dinsel kimliklerin milli kimliğin yerine konduğu bir ülkede ulus devlet yapısı da doğal olarak ortadan kaldırılmış oluyor. Bu noktada emperyalizmin çok parçalı ve özerk eyalet sistemi ulus devletin alternatifi oluyor. Bunu emperyalist böl-yönet politikası olarak da okuyabiliriz. 

Şimdi bu böl-yönet taktiğinin Türkiye için de uygulandığını görüyoruz. Irak’ta federasyona giden sürecin aynısı Türkiye’de de uygulamada. Yaklaşan yerel seçimler öncesinde AKP’nin hazırladığı Kamu Yönetimi Reformu Türkiye’nin Anayasal düzeninin, milli devlet vasfının ve Türk kimliğinin yokedildiği ve Türkiye’nin Osmanlı “millet” modeline geri döndürüldüğü bir sürecin önemli ayaklarından birisi. 

Bürokratik devletin hantal yapısını kaldırıp hızlı hizmet sunma gibi masum argümanlara dayanarak hazırlanan kamu yönetimi reformuyla merkezi otoritenin etkisi neredeyse sıfıra indirgeniyor ve bütün yönetim yetkisi mahalli idarelere devrediliyor. 

Ekonomi, milli eğitim, sağlık, tarım, ulaştırma gibi pek çok bakanlığın tasfiyesi ve yetkilerinin yerel yönetimlere devredilmesi üniter devlet yapısının yok edilmesinden başka bir şey değil. Yerel yönetimlerin yetkilerinin üst düzeye çıkartılması mezhepçilik ve bölücülüğün önünü açıyor. İlk bakışta iyi niyetli bir reform olarak görünse de bunun yaratacağı sonuçların Cumhuriyet’in tasfiyesi olduğunu görmek gerekli. Etnik kimlik ve cemaat-tarikat ilişkilerinin siyaset üzerindeki etkisi düşünülürse ortaya çıkacak durumun vehameti daha iyi anlaşılabilir. 

Bu tasarıyla Türkiye’ye açıkça ABD eyalet sistemi dayatılıyor. Türk devleti eyaletlere bölünerek parçalanıyor. Ortadoğu’da rahatça kontrol altında tutulabilecek ve askeri üs olarak kullanılabilecek zayıf ve onlarca parçaya ayrılmış bir Türkiye Federasyonu. 

Türkiye’ye uygulanmak istenen senaryo bu. 

İçerdeki ihanet: AKP-PKK 

Yaklaşan yerel seçimlerle birlikte düşünüldüğünde kamu reformu diye sunulan tasarının aslında etnik ve dinsel temelli bir parçalanma planı olduğu rahatlıkla görülebilir. 

Yerel seçimlerde AKP ve DEHAP’ın önemli ölçüde belediye başkanlığını kazanacağına kesin gözüyle bakılıyor. Terör örgütü PKK’da aylardır yerel seçimlere yönelik önemli hazırlıklar içinde. 

Dolayısıyla Meclis’ten bu haliyle geçmesi halinde kamu reformu diye sunulan düzenleme PKK’nın kontrolündeki belediyelerin tamamen Türk devletinin denetiminin dışında kalmasını sağlamış oluyor. 

Ancak sorun sadece PKK’lı belediyelerin denetlenememesi de değil. Güneydoğu başta olmak üzeri Doğu Anadolu ve Mersin, Adana gibi büyük illerde belediye seçimlerin kazanmayı amaçlayan PKK, BM ve NATO gibi uluslararası örgütlere müdahale çağrısında bulunarak Kürt nüfusun bu bölgelerde çoğunlukta olduğunu ve baskı altında tutulduğu gerekçesiyle ayrılma hakkı talep edecek. CIA ve PKK arasında Kandil Dağı’nda yapılan gizli görüşmede yerel seçimler ve sonrasında izlenecek strateji belirlenmişti. 

Yugoslavya ve Balkanlar örneği ve ABD ve AB’nin Türkiye parçalama niyetleri de düşünüldüğünde uluslararası emperyalist örgütlerin müdahalesi bizi şaşırtmamalı. 

Tayyip’in iktidara gelmesinin ardından ortaya attığı tartışmalara baktığımızda AKP’nin Türk devletini yok etme senaryolarını nasıl sinsice uygulamaya koyduğunu görebiliriz. 

Tayyip bir yılda önümüze neler koydu? 

1.Başkanlık sistemine geçiş: Tayyip’in halife olarak Çankaya’ya oturmasının yolu açılıyor. 

2. Türkiyelilik kavramı: Türk kimliği yok edilerek milli devletin temeli olan millet yok ediliyor. 

3. Uyum yasaları, İkiz yasalar, Eve Dönüş Yasası: Şeriatçı ve bölücü terör serbest bırakılıyor. Etnik ve dinsel bölünme süreci hızlandırılıyor. 

4. Kamu Yönetimi Reform Tasarısı: Milli devlet ve Anayasal düzen ortadan kaldırılıyor. 

5. Sivilleşme: Türk Ordusu tasfiye edilerek Türkiye’nin direnme olanakları yok ediliyor. 

Bütün bunlardan sonra AKP’nin son dönem İran ve Suriye temaslarıyla Kürt devletine karşı çıkan tavrının inandırıcılıktan ve gerçeklikten uzak, tam bir yalpalama ve kıvırtma siyaseti olduğunu söyleyebiliriz. 

Bunun ilk örneğini birinci tezkere krizinde yaşadık. AKP hem ABD’nin üs isteklerini geri çevirir göründü ama hemen arkasından da ikinci tezkereyi kabul ederek ABD’ye istediğini verdi. 

Şimdi kukla Kürt devleti tehlikesine dikkat çekmesi ise iki nedenle inandırıcı değil. Birincisi, AKP madem bunun Türkiye’yi de parçalayacak bir sürecin önünü açacağını düşünüyor dışarıda Kürt devleti tehlikesini karşı çıkarken içerde Türkiye’yi parçalayacak kamu yönetimi reformu ve uyum yasalarından eve dönüş yasalarına kadar bölücü düzenlemeleri neden ardarda hayata geçiriyor? 

İkincisi, AKP’nin bu tavrı aslında Türkiye’nin devlet politikasının dillendirilmesinden başka bir şey değil. Ancak aynı AKP Kıbrıs başta omak üzere bütün dış politik gelişmelerde Türkiye’nin devlet politikasının tam zıddı bir politik çizgi izliyor. 

Tayyip, Genelkurmay Başkanı ile yaptığı görüşmeden sonra Türk Ordusu’nun kesin tutumu karşısında kukla Kürt devletine izin verilmeyeceğini söylüyor. Dolayısıyla ABD planına asıl direnen gücün Türk Ordusu olduğu ortaya çıkıyor. Oysa AKP Türk Ordusu ile birlikte ABD planına karşı çıkmak yerine Türk Ordusu’nu tasfiye etmeye çalışıyor. 

Bir başka önemli nokta da ABD’nin Ortadoğu’da oluşan büyük tepkiye rağmen kısa dönemde Barzani ve Talabani’ye açık destek vermeye devam edip etmeyeceğinin belirsiz oluşu. Bu da AKP’nin rahat hareket etmesine olanak tanıyor. 

Kerkük’ten Diyarbakır’a Türklere sürgün, tehcir, katliam 

Türkiye’nin bölünme ve parçalanma süreci aynı zamanda Türk varlığının da ortadan kaldırılması anlamına geliyor. Türkiye’den kopartılacak bölgelerdeki Türk varlığı sürgün, tehcir ve katliamlarla karşı karşıya. Bunun en bariz örneğini Kıbrıs Barış Harekâtı öncesinden biliyoruz. Irak’taki Türkmen soydaşlarımıza yönelen ve gittikçe artan katliamlar ise tehdidin boyutlarını sergiliyor. 

Talabani’nin yardımcısı Behram Salih bin yıllık Türk kenti Kerkük’ün Kürt kenti olduğunu söylemekle kalmıyor istenirse referanduma gidelim diyerek tehdit savuruyor. Salih’in bu açıklaması ışığında baktığımızıda Bağdat’ın ABD tarafından işgal edilmesinin ardından apar topar Kerkük’e girerek tapu ve nüfus kayıtlarını yok eden peşmergelerin Türk varlığını ortadan kaldırma niyetlerini görmemiz daha da kolaylaşıyor. 

Kerkük’te Türkmenlerin karşı karşıya kaldığı katliam yarın Diyarbakır’dan İstanbul’a uzanacak gelişmelerin habercisidir. Türkler kendi vatanlarından sürülme ve katledilme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Genelkurmay Başkanı Özkök, Annan planı tartışmaları sırasında “Türkler Anadolu’ya hapsedilmek isteniyor” demişti. Bunun gerçek fakat eksik bir tesbit olduğunu söylemiştik: Türkler Anadolu’dan atılmak isteniyor. Ölü ya da diri. 

ABD’nin Kafkas hattını yıkmak için kukla Kürt devletini yıkmalıyız 

Bu noktada Türk varlığını ve Türk devletinin bağımsızlığını koruyacak bir ulusal güvenlik anlayışının bir an önce uygulanması gerek. Ancak AKP ve ABD’nin kuşatma planları anlaşılmadan gerçekleştirilecek her stratejinnin de başarısızlığa mahkum olduğunu bilmeliyiz. 

ABD’nin Ortadoğu planı, İsrail-Ermenistan-Gürcistan-kukla Kürt devleti eksenli yeni bir Kafkas hattı oluşturmak. Gürcistan’da yaşanan sivil darbe süreci ve Türkiye’deki 3 Kasım seçimleri bu hattı oluşturma arayışlarının aşamalarıydı. ABD bu süreçte AKP üzerinden bir kuşatma stratejisiyle Türk Ordusu’na diz çöktürmeye çalıştı. 

Süleymaniye ve Kerkük’te yaşananlar ve özellikle Türk askerinin başına çuval geçirme tertibi Türk milletinin ve Türk Ordusu’nun savaşma azmini kırmaya yönelikti. İkinci tezkere de aslında sırf Türk Ordusu’nu ABD karşısında güçsüz durumda bırakmak için çıkartıldı. Zaten tezkere çıkmasına rağmen tezkerenin öngördüğü imkanların hiçbirisi ABD tarafından kullanılmadı. Çünkü amaç Türk Ordusu’nun bu konudaki karşı çıkışını yok etmekti, başarıldı da. 

Bu süreci engellemeden Türkiye’nin parçalanmasını engellemek mümkün değil. Bunun için Türkiye’nin bir an önce içerde AKP kuşatmasını dışarda da kukla Kürt devletini ve ABD kuşatmasını parçalaması gerek. 

Kukla Kürt devletine yapılacak müdahale bu yolda iyi bir başlangıç olacaktır. Arkasından AKP ve ABD kuşatmasını karşılamak daha da kolaylaşacaktır. 

Arap ülkeleriyle dayanışma Türkiye açısından önemli bir seçenektir. Türkiye Filistin-İran-Suriye eksenli bir ittifakın öncülüğünü yapmalıdır. 

Irak’taki gelişmeler öninde sonunda bir Türk-Amerikan savaşını gündeme getirecektir. Türk Ordusu’nun savaş yeteneğininin İran ve Suriye ile birleşmesi ABD’nin savaşmayı göze alamayacağı bir gücün yaratılması demektir. 

Türkiye artık en kötü seçenekle karşılaşmanın kaçınılmaz olduğunu görmeli ve süngünün ucunu göstermelidir. Süngü göstermeye cesaret edemeyenlerin savunacak bir vatanları da kalmamış demektir.