3 Şubat 2018 Cumartesi

Afrin Harekatı ve Türkiye’yi bekleyenler..

Afrin Harekatı ve Türkiye’yi bekleyenler..


Prof.Dr.Sait Yılmaz,

Afrin bölgesinde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından başlatılan Zeytin Dalı Harekâtı 11’inci gününü tamamlarken, bölgedeki siyasi ve askeri dengelerin değişme emareleri göstermesi yeni senaryoları da gündeme taşıyor. Afrin bölgesindeki gelişmeleri, İdlib bölgesindeki bazı gelişmeler ile birlikte paralel izleme gereği ortaya çıkıyor. Suriye’deki taraflar sürekli politikalarını gözden geçiriyor, yeni ittifak olasılıkları ortaya çıkarken çatışmaların sürpriz bir şekilde tırmanarak, büyüme ihtimali de var. Bu nedenle, içinde bulunulan resmi iyi okumak, sonraki adımları görerek, tedbir almak zorundayız. Bu makalede de konu ile ilgili öngörülerde bulunmaya çalışacağız.
            Rusya Federasyonu (RF) ve Suriye (Esat) Rejimi;
            Rusya'nın Afrin için hava sahasını açması ve askerlerini Tel-Rifat'a çekmesi, harekâtın daha elverişli şartlarda yapılmasına imkân sağlamıştır. Rusya’nın Afrin harekâtı için Türkiye’ye verdiği desteğin arkasında üç beklenti var;

(1) ABD’ye yanaşan Kürtleri terbiye etmek,
(2) Türkiye’yi ABD’den daha fazla uzaklaştırmak,
(3) İdlib’in temizlenmesi için Türkiye’nin daha çok gayret etmesi.

            Rusya ve Suriye hükümeti iki konuda sıkıntıdadır;

(1) Kürtler; RF, Kürt kartını ABD’nin elinde almak istiyor. RF’nin Kürtlere yönelik Soçi’deki görüşmelere çağırma ve “otonomi için Türkiye’yi ikna ettim” sözleri YPG/PKK için yeterli olmadı. YPG/PKK, “otonomi alana kadar ABD askeri var olmaya devam etsin” düşüncesinde.
       (2) Türkiye; Astana Süreci ile Türkiye’ye ateşkesi sağlama garantörlüğü verilmiş olsa da asıl beklenti, İdlib bölgesini Sünni cihatçılardan temizlemesi idi. Ruslara göre; Türkiye, İdlib ile ilgili verdiği sözleri yerine getirmedi, hızlı adımlar atmadı, Sünni İslamcı gruplar ile işbirliğine devam ediyor.
            Rusya ve Esat rejimi, ABD ile arasını bozacağından Türkiye’nin Fırat’ın batısındaki Münbiç’e harekât yapmasını destekliyor. 
Ama bu bölgelerin nihayetinde Suriye Rejimine devrini de bekliyor. Aksi takdirde yani RF ve Esat rejimi ile İdlib’te yaşanan çelişkili durum Afrin’de de devam ederse Esat rejimi ile sıcak çatışmalar gündeme gelebilir. Rusya’da bu sene başkanlık seçimleri olduğunda seçimlere kadar Türkiye’yi yanlarında tutmak, Suriye’de sağladıkları hâkim konumu sürdürmek istiyorlar.
Ancak, Ruslar beklentileri ile ilgili şu üç konuda Türkiye’ye baskı yapıyorlar;
        (1) ÖSO ve diğer Sünni cihatçılar ile yolların ayrılması,
(2) İdlib’in temizlenmesi,
(3) Barış Süreci kapsamında Kürtlerin de tatmin edilmesi.

           İdlib’te neler oluyor?
            Türkiye, başta Heyeti Tahriri Şam (HTŞ; Eski El Nusra) ve ÖSO olmak üzere Sünni cihatçılar ile flörte devam ediyor. Türkiye’nin İdlib’te yaptıkları ciddi şüpheler uyandırıyor. Bir yandan Ruslar ve Esat bölgeyi temizlemek için gayret ederken, Türk tankları HTŞ ile birlikte Halep yakınlarında durduruluyor.
Sünni Grupların temsilcisi Suriye Müzakere Grubu (SNC[1]) Soçi’de 29-30 Ocak 2018’de yapılan Suriye Ulusal Diyalog Kongresi görüşmelere katılmadı. Bu durum, SNC üzerinde Türkiye’nin etkisinin kalmadığı ve bu etkinin ABD ve Suudi Arabistan’a geçtiği şeklinde değerlendiriliyor. Özetle barış görüşmeleri için çok önemli olan SNC çatı grubu Türkiye’yi dinlemiyor. Türkiye, Soçi’de sadece kendine yakın grupları temsil etti.
            Suriye rejimi, RF ve İran; İdlib’te inisiyatif almak, bölgeyi Sünni cihatçılardan temizlemek, kısaca ülke bütünlüğü istiyor. Türkiye ise bölgeyi temizlemediği gibi bu örgütlerle işbirliği yapıyor. Bu durumda, “Türkiye’nin İdlib ve dolayısı ile Afrin’de niyeti ne?” sorusu ortaya çıkıyor.
            Türkiye, Afrin harekâtının hedefini YPG/PKK varlığını yok etmek ve Suriyeli göçmenlerin dönüşünü sağlamak olarak açıklamıştı. Arap dünyası, Türkiye’nin İdlib’ten Fırat’a bir Sünni kuşak oluşturarak, 3.5 milyon Suriyeli göçmeni buraya doldurmayı planladığını düşünüyor[2].
Bazı kaynaklar, Türkiye’nin kimlik politikasının yarı bağımsız devletlerin bir araya geldiği bir federalizmi ve müteakiben Bosna modelini içerdiğini öngörüyor[3].
            Afrin’deki harekatın geleceği..
Türkiye, bölgede 30 Km. derinliğinde bir tampon bölge oluşturulacağını açıklamıştı. Kuzeydeki cepheye ilaveten, doğu ve batı cepheleri de açılmış (Harita), Afrin şehri kuşatılmıştır. Bölgede terörist temizliği devam etmektedir.
Harita: Afrin Harekâtı (25 Ocak 2018)


Zeytin Dalı Harekâtı’nın 11. gününde harekâtın başlangıcından itibaren Afrin’in 5 beldesinde toplam 18 köy, 1 köy altı yerleşim yeri, 5 stratejik dağ ve tepe olmak üzere toplamda 24 nokta terör örgütünden temizlenmiş oldu.
            Rus uzmanlar, Türkiye'nin Suriye'nin kuzeybatısında yürüttüğü Zeytin Dalı Harekâtı’na iyi hazırlanmadığını, bu yüzden sahada sıkıştığını ileri sürüyor. BDT Enstitüsü Başkan Yardımcısı ve askeri uzman Vladimir Yevseyev, bölgede taarruz etmeye yetecek sayıda Türk birliğinin olmadığını, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) güçlerinin ise savaşacak durumda olmadıklarını savundu. Yevseyev, ÖSO'nun değil de TSK'nın Afrin'e ilerleyebilmesi için en az 2,5 katı kadar daha askere sahip olması gerektiğini, fakat böyle bir birliğin oluşturulmadığını iddia etmektedir[4].
            Türkiye’nin Afrin’de yanına çektiği 25 bin kadar sivil savaşçı; Eski El Kaidecileri, Selefi Cihatçılar, Müslüman Kardeşler gibi bazı İslamcı gruplar, Paralı askerler ve gönüllülerden oluşuyor. 
Afrin harekâtına Türkiye yanında katılan vekil savaşçılar şunlar[5]
(1) Feylak el-Şam, 
(2) Ceyş el-Nasr, 
(3) Cebhat el-Şamiya, 
(4) Nureddin Zengi Tugayları, 
(5) El Caber grubu, 
(6) Sultan Murat Tugayı, 
(7) Semerkand Tugayı, 
(8) Muntasir Billah Tugayı, 
(9) Fatih Sultan Mehmet Tugayı, 
(10) Hamza Bölüğü, 
(11) Kuzey Fırtınası, 
(12) Türkistan İslamcı Partisi, 
(13) Selahaddin Tugayı.

Türkiye, Suriye’den başka Libya’da kendine yakın Sünni grupları destekliyor. Katar ve Sudan üzerindeki etkisi ile de Ortadoğu’da etkin bir aktör olmaya çalışıyor. Yani genel kanaate göre; Sünni İslami hedefler Türk dış politikasına yön vermeye devam ediyor[6].
            ABD, Suriye’de konumunu güçlendiriyor..
            ABD Dışişleri Bakanlığı Suriye’de IŞİD tehlikesi ortadan kalkmış olmasına rağmen askeri varlık bulundurmaya devam etmelerinin gerekçelerini şöyle açıklıyor[7];
            (1) Esat’ın gitmesi gerektiği.
            (2) İran’ın Suriye ve Irak’taki faaliyetlerinin önlenmesi.
            (3) İsrail’in güvenliği.
            ABD Dışişleri, bu hedeflerinin Türkiye ile vekilli savaşçılar arasında da olsa bir askeri çatışmaya yol açabileceğini kabul ediyor ama hala Suriye’nin geleceği için işbirliğinden bahsediyor.
            YPG/PKK içinde adam başına 350 dolar veren ABD, Kürtlerden sonra Suudi Arabistan’ın desteği ile Sünni grupları da yanına çekiyor. Fırat Kalkanı’na katılan bazı ÖSO liderleri ABD ile de görüşüyor.
            Türkiye ile ABD’nin arasının düzelmesi Trump yönetiminin Kürt kartını oynamaktan vazgeçmesine bağlı. Ancak, bu kolay değil. ABD’nin Suriyeli Kürtleri destekleme nedenleri şu şekilde değerlendiriliyor[8];
            - Eylül 2014’den itibaren eğit-donat faaliyetleri ile kendine çalışacak muhalif grup yetiştirmek için para harcayan ABD, kendine sahada Kürtlerden başka müttefik bulamadı.
            - YPG/PKK’nın kendileri için seçtiği kuzey bölgeyi IŞİD’a karşı savunmakta dirençli olmaları ve ABD tarafından güvenilir ortak olarak görülmeleri.
            - Türkiye’nin Sünni radikal İslamcı gruplarla ilişkileri nedeni ile yolların ayrılması.
            - YPG/PKK’nın IŞİD ile savaşta gönüllü olmaları ve ABD desteği istemeleri.
            - Arap Baharı ile birlikte Türkiye’nin Ortadoğu’da Sünni hamiliğine soyunması, Müslüman Kardeşler ve benzeri örgütlerle ilişkilerinin ABD’de yarattığı şüpheler.
            - Rusya’nın Suriye’ye gelmesi ile ABD’nin barış masasında etkili olabilmek için kendine sahada müttefik arayışı.
            - Kürtlerle, Ortadoğu ülkelerine örnek olacak çeşitli etnik grupların içinde yer aldığı mezhepçi olmayan, laik, eşitlikçi bir model hükümet kurmak.
            Sonuç; Türkiye Ne yapmalı?
Türkiye’nin Afrin ve İdlib’teki askeri harekâtı Rusya, İran ve Esat rejimi ile Fırat’ın doğusuna yönelik harekâtı ise ABD ile ilişkilerini test edecektir.
            Rusya, Kürt Piyonu ile Türkiye’ye İstediklerini yaptırıyor, Kürtler üzerinden Türkiye’nin hamleleri kontrol ediliyor.
            ABD ise Türkiye’nin Münbiç’e gelmemesi için tehdit ederken Esat ve Rusya ile başının belaya girmesini bekliyor.
Türkiye ise RF üzerinden ABD’ye, Sünni Gruplar üzerinden Esat’a cephe alıyor. Atılması gereken iki acil adım var;
(1) Esat ile barışmak, aracısız görüşmek.
(2) Sünni gruplar ile ilişkiyi kesip, rejim ordusu ile hareket etmek.
            Suriye’nin kuzeyinin tümü yani Fırat’ın doğusu da terörden arındırılmalıdır. Batıdaki başarı, Türkiye'yi doğuda diplomasiyle sonuca götürebilir. Ancak, ABD’nin sıkışması için dolaylı yöntemlere de ihtiyaç var.
Sincar ve Irak'ın kuzeyinin temizlenmesi için de Irak'la işbirliği yapılmalıdır. Irak’ın kuzeyindeki Erbil yönetimi, Bağdat’ın yaptırımlarından kurtulmak için Türkiye’den aracılık istedi. Türkiye’nin aklında gene Erbil’i yanına çekerek Irak’taki İran etkisini azaltmak var. Bu ise Irak’ın kuzeyinde 15 yıldır devam eden hataların, Türkmenlerin ihmal edilmesinin devamı demek..




[1] SNC: Syria Negotiation Commission.
[2] Al Monitor, Is US bailing on Syrian Kurds? (January 28, 2018).
[3] Andrew Korybko, The Syrian Kurds Think They Can Play Damascus Like a Fiddle, Oriental Review, (January, 26, 2018).

[4] Sputnik News, Rus Askeri Uzmanın İddiası: Türk Ordusunun Muharebe Kabiliyeti Düşük, (26.01.2018).

[5] Al Monitor, Is US bailing on Syrian Kurds? (January 28, 2018).
[6] Samuel Ramani, How Turkey’s Geopolitical Ambitions Could Change the Middle East, The Diplomat, (January 24, 2018).
[7] Paul Pillar, A New Decision to Go War in Syria, (January 20, 2018).
[8] Sherko Kirman, 8 Reasons Why America Supports the Syrian Kurds, (September 13, 2017).



***

2 Şubat 2018 Cuma

HDP'li Selahattin Demirtaş, Ermeni olduklarini acikladi.

HDP'li Selahattin Demirtaş, Ermeni olduklarini acikladi.





Selahattin Demirtaş, Ermeni kökenli siyasetçidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi 24. dönem Hakkari milletvekili olup, Figen Yüksekdağ ile birlikte Halkların Demokratik Partisi eşbaşkanlığını yürütmektedir.  
ZÜLKÜF DEMİRTAŞ, ERMENİ'dir. Büyük dedesi KİNKOS ve ninesi NAZLI, ERMENİ idi. 1948, Palu doğumlu Zülküf Demirtaş, terör örgütü PKK işbirlikçilerinden olup, kürtçü-bölücü HADEP "İmamlar Birliği" üyesidir. İmam kisvesinde HIRİSTİYAN bir ERMENİ".. ERMENİLER'de görülen TÜRK ve MÜSLÜMAN adları, özellikle "TÜRK" ekli soyadları, dindar MÜSLÜMAN kisvesi, kendilerini gizlemek içindir. O yüzden bulabildiklerimizin dedelerinin, ninelerinin adlarını veriyoruz. Babalar, analar genellikle TÜRk adları taşımakta, ERMENİ kimliğini gizlemektedir.
Aynı aileden olan kürtçü-bölücü HDP başkanı SELAHATTİN DEMİRTAŞ ta ERMENİ'dir. 1973, Palu doğumludur. Zaza olduğunu iddia eder.Babasının dönme adı TAHİR, annesinin dönme adı ŞADİYE'dir. 
Hukuk Fakültesi mezunudur. 2006 yılında kürtçü-bölücü İnsan Hakları Derneği'nin Diyarbakır Şube Başkanlığı yapmıştır. Kardeşi Nurettin Demirtaş'ın Genel Başkanlığı'nı yaptığı kürtçü-bölücü DTP'nin kapatılması üzerine, 2010 yılında kürtçü-bölücü BDP'nin başına getirilmiştir. Bölücü konuşmalarından dolayı 10 ay hapis cezası almışsa da, hapis yatmamıştır.
NURETTİN DEMİRTAŞ, ERMENİ'dir. Selahattin Demirtaş'ın kardeşidir. 1972, Palu doğumludur. 

PKK'ya üye olmak, terör eylemlerine karışmaktan 11 yıl, 6 ay hapis yatmış, çıkınca kürtçü-bölücü DTP'ye katılmış, 2007'de DTP Genel Başkanı olmuştur. Sahte çürük raporu alarak askerlikten kaçmıştır. 

Demirtas in ailesi ve evlerinde Bebek katili ermeni Aponun resmi

Taraf Gazetesinden alinti:


....Demirtaş, Ermeni adayı tanıttı:
Partisinde Ermeni adaylarının olduğunu hatırlatan Demirtaş,  HDP İstanbul 3. Bölge Adayı Garo Paylan’ı öğrencilere hatırlatırken, Ermeni adayımız dediği Paylan için daha sonra Erdoğan’a atıfta bulunarak “af edersiniz” Ermeni adayımız şeklinde espiri yaptı. 
Panele Demirtaş’ın yanı sıra HDP İstanbul milletvekili adayları Şerife Erbay, Burcu Demirbaş, Sezai Temelli, Serpil Kemalbay, Garo Paylan ile çok sayıda öğrenci, akademisyen ve öğretim görevlisi katıldı. ....
-----------------------------

23.09.2010 16:02


Ermeni Patrik Vekili Aram Ateşyan’ın çevrelerinde “Müslüman Kürt” olarak bilinen Ermenilerin asıl kimliklerine dönmeye başladığı yolundaki açıklaması, Türk Tarih Kurumu eski Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun “kripto Ermeniler” konusundaki suskunluğunu bozmasına yol açtı. Prof. Halaçoğlu, ülkemizde en az 500 bin “kripto Ermeni” olduğunu belirterek, bu gerçeği söylediğinde kendisini “kafatasçılıkla” suçlayıp, yargısız infaza tabi tutanların, bugün bunu açıklamasının sebebinin, Ermenilere emlak verme ve Türkiye’yi tazminat ödemeye zemin hazırlama olduğunu öne sürdü.

15 gün kadar önce eşini kaybeden Prof. Halaçoğlu, Akdamar Kilisesi’nin ayine açılmasının ardından Ermeni Patrik Vekili Ateşyan’ın yaptığı açıklama üzerine Türk Ocakları internet sitesinde bir yazı kaleme aldı.

Halaçoğlu’nun, “Kimliklerine Hırıstiyan Yazdıranlarla İlgili Bir Değerlendirme” başlıklı yazısı şöyle:    

“21 Eylül 2010 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Van kaynaklı Okan Konuralp tarafından bir haber yayınlandı. Haber, ‘Artık kimliklerine Hıristiyan yazdırıyorlar” başlığı altındaydı. Aslında gündemde Van Gölündeki Akdamar kilisesindeki ayin vardı. 95 yıl sonra bu kilisede yapılan ilk ayin olarak verildi. Bu ayin Türkiye’de hep gizli kalmış bir konunun ortaya çıkmasına vesile oldu ve demokratikleşmenin sonucu olarak, şimdiye kadar kimliklerini gizlemek zorunda kalmış olan Ermenilerin tekrar asıl kimliklerine dönmesi olarak değerlendirildi. Gerçek böyle miydi yoksa farklı bir boyut mu vardı? Bu arada Türkiye Ermenileri Patrikliği Patrik Genel Vekili Sayın Aram Ateşyan’ın Müslüman olan yeğenlerinin 4 ay önce nüfus cüzdanlarına Hıristiyan yazdırdıkları yer almaktaydı bu haberde. Bu kimselerin bölgede ‘Müslüman Kürt’ olarak bilindiği de eklenmişti. Öte yandan ‘dışarıda Müslüman ama aile içinde Ermeniydik’ dedikleri de yer aldı. Bu şekilde son bir yıldır önemli şekilde asıl kimliklerine dönmeler olduğu vurgulandı.

2007 yılında Kayseri’de Avşarlar Sempozyumunda bir konuşma yapmıştım. Bu konuşmamda, ‘Kendisini Kürt ve hatta Kürt Alevi gösteren Ermeni dönmeleri’nden bahsetmiştim. Yer yerinden oynamıştı ve benim kafatasçılığım dahil, söylenmedik söz ve hakaret kalmamıştı. Konu öylesine sunulmuş ve çarpıtılmıştı ki, yargısız infaza uğramıştım. Halbuki gerek Türkiye’deki Ermeni soykırımını savunanlar, gerekse diaspora, Anadolu’da yaşayan Ermeniler nerede diye sormaktaydılar. Sözlerimde ne Kürtlere, ne de Alevi vatandaşlarımıza hakaret vardı. Ben, bir bilim adamı olarak nerede olduklarını belgeyle açıklamıştım. O zamanki söylediklerimin tümü Amerikan arşiv belgelerine dayanmaktaydı ve hatta isim ve köy adlarına kadar bilgi bulunmaktaydı. Arşiv belgesi Ermeni asıllı görevliler tarafından hazırlanmıştı ve raporun adı da ‘Ermeni Kürtleri’ ismini taşımaktaydı. Bu belgede hangi Ermeni cemaatinin hangi Kürt aşireti ismini aldığı, bunların bulundukları yerler ile alt birimleri ve oturdukları köylere kadar her şey kaydedilmişti. Ama bana bu bilgileri nereden aldığım hiç sorulmadı. Sadece neden konuştuğum ve bunu açıklamakla ırkçılık yaptığım suçlamalarında bulunuldu. Bugün ne oldu da beni darağacına çektikleri bir konuda rahatça herkes binlerce Ermeni’nin bu şekilde Müslüman kisvesi altında olduğunu söyleyebilmekteler. ‘Mahalle baskısından kurtuldukları’ iddiası tamamen safsata.Çünkü o tarihte beni o bölgeden arayan vatandaşlarımız bunların hepsini bildiklerini ifade etmişlerdi ve gerçekten de başta Patrik Hazretleri olmak üzere herkes kimlerin ve hangi köylerin bu şekilde ‘kripto Ermeni’ olduğunu bilmekteydi. Hatta 1977 yılından beri misyonerlerin bu türden Ermenileri tespit etme gayreti içinde olduğu, toprağı bol olsun Hrant Dink tarafından da dile getirilmişti. Benim tespitim bugün en azından 500 bin Ermeni’nin bu şekilde bulunduğudur.

Ermeni olmak ne suçtur ne aşağılanacak bir durumdur. Türkiye’de bugün Ermeni asıllı vatandaşlarımız bulunmaktadır ve birçoğu ile de yakın ilişkilerimiz mevcuttur. Bence asıl Ermeni vatandaşlarımızın çektikleri sıkıntı, bu şekilde kendini gizleyen Ermeni asıllı olanlarla, soykırım safsatasını ortaya atanlardır. Tarihte hoş olmayan birçok olay olmuştur. Fakat hiçbirinin bu kadar uzun süre ve kangren haline geldiği görülmemiştir. Konunun kişiselleştirilmesi kimler tarafından yapılmıştır; bunun iyi değerlendirilmesi gerekir. Nitekim hatırlanacağı üzere ben kişiler üzerinden hareket etmemiştim ve bu şekildeki kişilerin kendilerinin açıklama yapmasının doğru olacağı kanaatindeydim. Halen de aynı düşünceyi taşıyorum. Ancak Türkiye’de meydana gelen bir takım olayların iyi anlaşılabilmesi için de bu konunun açıklığa kavuşması gerektiğini düşünüyorum. Ama maalesef son zamanlarda Türkiye bir etnisite cenneti haline getirildi. Bence asıl ırkçılık bu şekilde ülke insanlarının farklılaşmasına zemin hazırlamaktır. Şimdiki ortam Türkiye’nin yakın bir gelecekte tamamen ayrışmasına yol açacak bir biçimde gelişmektedir. Bu son durum da, üstü örtülü olarak Ermenilere emlak vermek ve bir yerde tazminata zemin hazırlamaktır.

Gerçekte ise bu olay tamamen aydınlandığında, Ermeni soykırım iddialarının ne kadar yersiz olduğu kesinlikle ortaya çıkacaktır. Türkiye, terör meselesinde ve ayrılıkçı Kürt konusunda ciddi merhaleler kazanacaktır. Hatta ülkemizde öz be öz Türkmen olan Alevi vatandaşlarımız üzerinde oynanan oyunlar ortaya çıkacaktır. Tabii bütün mesele, bu konuyla korkmadan yüzleşebilmek veya bunu bilmek isteyip, istemediğimizdir. Tıpkı bu günlerde Akdamar Kilisesi’nin haçının yerine takılması taleplerinde, gerçek haçın Alman arşiv belgelerinde yer aldığı üzere, 1907 yılında Ermenistan tarafından gelen Michellian çetesinin, kiliseyi yağmaladıktan sonra haçını da çıkarıp eşine hediye götürmesini bilmek isteyip, istemediğimiz gibi. Yoksa biz çevremizde binlerce Ermeni asıllıların olduğunu çok iyi bilenlerdeniz.”

--------------------------
Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun açıklamaları ortalığı kasıp kavurdu. Sırada yeni tezler var. Halaçoğlu'nu doğrulayan Prof. Salim Cöhce, "Türkiye'de Araplaşan binlerce Ermeni var." diyor. Türkiye günlerdir garip bir 'etnik' tartışmanın içinde. Üç beş gün sonra sabun köpüğü gibi sona erecek bir tartışmaya da benzemiyor bu; muhtemelen önümüzdeki dönemlerde yepyeni tartışmaları da beraberinde getireceğinin sinyallerini veriyor. Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun Kayseri'de bir sempozyumda yaptığı konuşma bütün bu tartışmaları başlatan kıvılcım oldu. 

Prof. Halaçoğlu, tartışmalara yol açan şu sözleri sarf etmişti Kayseri'de: "Müslümanlığı kabul etmiş ve kendisini Türk olarak kabul etmiş insanlar gelip Anadolu'ya yerleşmiştir. Dolayısıyla bunları bir mozaik olarak kabul etmek, farkına varmadan ülke içerisinde de birtakım gruplaşmalara neden olmaktadır. Bu konuda özellikle siyasetçilerin çok dikkatli olması gerekir. Araştırmalarımızda Kürt diye bildiğimiz insanların aslında yapısal olarak 'Türkmen asıllı' olduğunu, 'Kürt-Alevi' olarak bilinen vatandaşların ise 'Ermeni kökenli' olduğunu gördük. Ülkeyi bölmeye çalışan TİKKO ve PKK terör örgütlerinin içinde yer alan insanların birçoğu Ermeni dönmesi Kürtlerden oluşuyor. TİKKO ve PKK hareketi bizim bildiğimiz gibi Kürt hareketi değildir." 


AKSİYON GÜNDEME GETİRMİŞTİ


Halaçoğlu'na en büyük tepki Alevi ve Kürtlerden geldi; daha sonra bazı aydınlardan… Bunun üzerine ikinci bir açıklama yapma gereğini duydu TTK Başkanı: "Bütün Kürtler Türkmen'dir ya da bütün Alevi Kürtler, Ermeni kökenlidir demedim. Bu oran Kürtlerin yüzde 30'u kadardır… 1915'te sürülmemek için Müslümanlığa geçen Ermenilerin sayısı 1920'lerde 100 bin kadardı... 1936-37 yıllarında ise devlet bu kişileri ev ev tespit etmişti. Listeler elimde. Devlet isterse açıklarım…"

Bu 'resmî' ifadelerle birlikte, öteden beri söylenen; ancak pek dillendirilmeyen "içimizdeki Ermenilerin" varlığı da 'resmen' deşifre edilmiş oldu. Zaten tartışmalar da daha çok bu noktaya kilitlendi. Kürt-Alevilerin önemli bir kısmının "Ermeni dönmeler" olduğunun söylenmesi de önemli bir husus. Aslında Aksiyon dergisi bu konuyu daha önce gündeme getirmiş, sesiz bir tartışmanın ve bir sorgulamanın başlamasına öncülük etmişti. Dergimizin 577. sayısına kapak olan "Anneannem bir Ermeniydi" ve 634. sayıdaki " Cinayet Kripto Ermeniler için milat" haberleri önemli bir kaynak olarak kayıtlara geçmişti. Ermeni gazeteci Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra Aksiyon'a konuşan İnönü Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Salim Cöhce, Halaçoğlu'nun yeni gündeme getirdiği konuyu o tarihlerde şöyle özetliyordu: "Türkiye'de kendini gizleyen 80 ila 100 bin civarında Ermeni var… Ermeniler daha çok Kürt ve Alevilerin içinde gizlendiler." 


AMERİKALILAR DA DOĞRULUYOR 


Prof. Dr. Salim Cöhce bu kez başka bir tezi gündeme getiriyor: Türkiye'de Araplaşan binlerce Ermeni var." Prof. Cöhce, "Yusuf Halaçoğlu'nun söyledikleri doğrudur ve yeni bir şey değildir. Bilinen; ancak kimsenin açıklamadığı şeylerdir." diye başlıyor söze. Bu konuda kendilerinin artık birtakım "yeni açıklamalar" yapması gereğine işaret eden Cöhce şöyle konuşuyor: "Kripto Ermenilerle ilgili yıllardır sürdürğümüz çalışmalarda bu konuları daha önce gündeme getirmiştik. Bunlar bizim uydurduklarımız değil. O tarihlerde Amerikalı temsilcilerin kayıtlarında da bunlar var. Erzurum'da 500 bin Ermeni'yi Kürtler sakladı. Aynı şekilde Tunceli'de 50 bin Ermeni yine buradaki Aleviler tarafından saklandı. Kürt Aleviler bunlardır. Varto ve Hınıs'ta da aynı durum olmuştur. Birçok yerde bu var. 1841-1863 tarihleri arasında Amerikan misyonerlerin yaptığı araştırmalar var. Etnik ve dinî kökene dayalı bir çalışma bu. Burada kim kimdir, nedir tespit ediliyor. Hatta Amerikalılar bu amaçla Atatürk Üniversitesi'nin Van'da kurulmasını istiyorlar. Daha rahat araştırmalar yapmak için. Ancak Demokrat Parti üniversitenin Erzurum'da kurulmasını sağlıyor." 

Sadece Ermenilerin Kürt-Alevi olmadığını veyahut Kürtleşmediğini vurguluyor Prof. Dr. Salim Cöhce: "Binlerce Ermeni aynı zamanda Araplaştı. Siirt, Hatay, Urfa, Mardin gibi yerlerde yaşayanlar, kendilerini Arap kimliği içinde gizlediler. Bunlar bugün Arapça konuşuyor ve kendilerini dışarıya Arap olarak gösteriyor. Tehcire Gregoryan Ermenileri tâbi oldu. Protestan ve Katolik Ermeniler bundan çok az etkilendi." Prof. Cöhce, Araplaşan Ermenilerle birlikte "Süryanileşen Ermenilerin" de olduğunu sözlerine ekliyor.


TERÖR ÖRGÜTLERİNDEKİ GİZLİ ERMENİLER


TTK Başkanı Prof. Halaçoğlu'nun dikkat çektiği diğer bir nokta ise TİKKO ve PKK terör örgütlerinin içinde yer alanların birçoğunun "Ermeni dönmesi Kürtler" olduğuydu. Tartışma, bu sözler üzerine daha da alevlendi. Peki Halaçoğlu haklı mıydı? 

Türkiye'nin terör tarihinde gizli veya Kripto Ermenilerin olduğu, terör örgütlerinde de Türkiye karşıtı Ermenilere büyük sempati duyulduğu bir gerçek. Bölücü Ermeniler en fazla PKK içerisinde yer aldı. İmralı'da tutuklu bulunan teröristbaşı Abdullah Öcalan, ikinci kez devlet başkanı seçilmesi sonrasında Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan'a 10 Nisan 1998'de gönderdiği mektupta, 1915 tehcirini soykırım olarak tanıdıklarını bildiriyordu. Öcalan'a göre Ermeni soykırımı, Hitler'in Yahudi soykırımı için de önayak olmuştu. Aynı şekilde PKK'ya yakınlığıyla bilinen Avrupa'daki sözde "Kürdistan Parlamentosu" da Nisan 1997'de aldığı bir kararla Ermeni tehcirini "soykırım" olarak tanımıştı. Kararda ilginç bir şekilde, Hamidiye Alayları ile korucu sistemi arasında bağlantı kurulup, günümüzde de Kürtler ve Aleviler'e yönelik "soykırım" yürütüldüğü iddia edilmişti. 

PKK içerisinde yer alan "Ermeni dönmeler" ve "gizli Ermeniler" ile örgüt arasında sıkı bağ bulunuyor. PKK Başkanlık Konseyi üyesi Nuriye Kespir, Merkez Komite üyeleri Bekir Bakırcıoğlu ve Musa Haciyav'ın da sözü edilen Ermenilerden olduğu biliniyor.


ÖCALAN-TİKKO-ASALA BAĞLANTISI


TİKKO'daki Ermeniler ile PKK arasındaki bağlantı, karşılıklı menfaat ilişkisine dayanıyor. Ermeniler terör örgütü mensuplarına yardım ettiği gibi, militanlar da Ermenilere yardım ediyor. Bu anlamda bir dönem faaliyette olan ASALA ile PKK ilişkisi bir tesadüf değil. Adapazarı'nda öldürülen uyuşturucu kaçakçısı Behçet Cantürk, ASALA konusunda ön plana çıkan bir isim. Diyarbakır Lice nüfusuna kayıtlı Cantürk'ün annesi, Hatun Demirciyan isimli bir Ermeni. Cantürk'ün yasadışı yollardan elde ettiği paraları önce ASALA, sonra PKK'ya aktardığı, PKK'nın kaçırdığı uyuşturucuyu dünya piyasalarına pazarladığı ileri sürülmüştü. Abdullah Öcalan İmaralı'da görülen duruşmasında ASALA ile 1980'lerde birlikte hareket ettiklerini ve toplantı düzenliklerini aktarıyor. Amerika'da yayımlanan Armenian Struggle dergisinde 1985'te çıkan bir makalede de ASALA yandaşlarının şu ifadelerine yer veriliyor: "Türk askerlerine karşı Kürt kardeşlerimizle omuz omuza verdiğimiz mücadelede bir üst düzey militanımızla 22 savaşçımızı yitirdik. Kürt kardeşlerimizle beraber silahlı mücadelemiz sonuna kadar devam edecektir. Şimdilik toparlanmak için daha geri mevzilere çekileceğiz; ancak bir süre sonra Kürt savaşçılarla eylemlerimizi Anadolu'nun içine kadar taşıyacağız. Bundan kimsenin şüphesi olmasın." 


SOL TERÖR İÇİNDEKİ KRİPTO ERMENİLER


Tıpkı PKK'da olduğu gibi birçok sol örgütte de lider seviyesinde Ermeniler var. Türkiye Komünist Partisi-Marksist/Leninist (TKP/ML)'nin askerî kanadı olarak ortaya çıkan terör örgütü TİKKO'da çok sayıda Ermeni'nin varlığı dikkat çekiyor. Ermeni-Hıristiyan Garbis Altınoğlu, TKP/ML örgütünün teorisyenliğini ve genel sekreterliğini yaptı. TİKKO'ya yakın internet sitelerinde hâlâ yazıları yayımlanıyor. 1946 doğumlu Garbis Altınoğlu, Boğaziçi Üniversitesi İş İdaresi Bölümü mezunu. Babası Ohannes Altınoğlu da 1957'de Amasya 1. Asliye Hukuk Mahkemesi kararı ile İslam olan dinini Hıristiyan olarak değiştirmiş. 

Ermeni asıllı bir diğer TİKKO mensubu ise Orhan Bakır (Armanek Bakırcıyan) idi. Bakırcıyan, 12 Eylül öncesi İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde okurken arkadaşı Hrant Dink ile birlikte Surp Haç Lisesi'nde belletmen olarak görev yapıyordu. Bakırcıyan daha sonra Hrant ve arkadaşı Stefan ile sol örgütlere katılma kararı aldı. Ancak Ermeni oluşları işlerini zorlaştırmasın diye Hırant, Fırat; Stefan, Murat; Armanek ise Orhan adını aldı. Dağa çıkan ve sonraki yıllarda Ali Ağa koduyla Tunceli ve civarında terör estiren Armanek, nam-ı diğer Orhan, o bölgedeki gizli Ermenilerle temas kurmayı başardı. 1978'de askerî bir operasyon sırasında öldürüldü. 1988'de İzmit yakınlarında bir TİKKO evini basan güvenlik güçleri, Ermeni asıllı Türk vatandaşı Manvel Demir'i yaralamış; ancak Manvel kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetmişti. Demir, Ömer kod adıyla TKP/ML'nin İstanbul İl Sekreterliği görevini yürüttü. TİKKO'nun Zeytinburnu sorumlusu Aziz Demirel de Ermeni asıllı idi. 


KÜRT İSYANLARINDA DA VARLAR


Ermeniler ile isyancı Kürtlerin ilişkisi bazı bölgelerde belirgin olarak ortaya çıkıyor. Tunceli, Hozat, Ovacık, Çemişgezek, Mazgirt, Pülümür, Elazığ, Tercan, Dicle, Erzincan ve Sivas bu yerleşim yerlerinin başında geliyor. Bunda tehcir sırasında yaklaşık 20 bin kadar Ermeni'nin, Alevi ve Alevi Kürtlerin yaşadığı sarp dağlarla çevrili Dersim aşiretlerine sığınması etkili oldu. Buradaki Ermeniler daha sonra civara yayılarak biraz da intikam hissiyle Kürt isyanlarında aktif görev aldı. Dersim İsyanı'nın başlamasına bir Ermeni start verdi. Ermenilerin isyancı Kürtlerle bağlantısı günümüzde hâlâ birçok noktada esrarını koruyan Ağrı ve Dersim isyanlarında belirgin şekilde karşımıza çıkıyor. Ağrı isyanı için Ermeni Taşnak örgütünün bir temsilcisinin Ağrı'ya geldiği biliniyor. Zilan Kürtleri arasında iyi tanındığı için "Ermeni Zilan" lakabını alan Ardeşir Muradyan, isyanın silahlı kanadı komutanları arasında yer alır. 1937'de Dersim isyanının fitilini de Kahmut Köprüsü'nü yakan Ermeni asıllı Demirci Mustafa ateşler. Demirci Mustafa Ateş, 1993'te 84 yaşındayken asıl dini olan Hıristiyanlığa döner. Tunceli merkez nüfusuna kayıtlı Mustafa Ateş 1979'da ismini Marcelo, dinini de Hıristiyanlık olarak değiştirir; ancak 1992'de tekrar İslamiyet'e geçer. 


BAZI İLLERDEKİ KRİPTO ERMENİLER


Şehir Kripto Ermeni sayısı ve 'resmî' durumu

Diyarbakır Bin aile (Kürt, Süryani ve Alevi)

Malatya 3 bin 655 aile (Kürt-Alevi)

Kayseri 5 bin aile (Türk)

Elazığ Bin aile (Kürt, Alevi)

Van 4 bin aile (Kürt)

Tunceli 2 bin aile (Kürt-Alevi)

Şanlıurfa 3 bin 500 aile (Kürt, Arap)

Siirt 1200 aile (Arap, Kürt-küçük bir kısmı)

Hatay 1100 aile (Arap)

Bitlis 200 aile (Kürt)

Erzurum 3 bin aile (Kürt, Alevi, Türk-küçük bir kısmı)

Erzincan 1300 aile (Alevi, Kürt)

Sivas 2 bin aile (Kürt, Alevi)

Mardin 1500 aile (Arap) 

K.Maraş 3 bin aile (Kürt, Alevi) 

Adıyaman 1600 aile (Kürt) 

Adana 2 bin aile (Kürt, Arap, Alevi) 

* Bu veriler değişik kuruluş ve araştırmacıların devam eden çalışmalarından alınmıştır. Sayılar, tespit durumuna göre değişime açıktır.

KÜRT YAZAR ÜMİT FIRAT: ERMENİLEŞEN KÜRTLER DE VAR 


"Profesör Halaçoğlu'nun açıklamaları Türk Tarih Kurumu tezinin ve Güneş Dil Teorisi'nin iflası anlamını da taşıyor. Bu teze göre herkes Türk soyundan geliyordu. Afet İnan gibilerin çalışmaları artık rafa kaldırılıyor. Halaçoğlu'nun söylediği Ermenilerin, Kürt Alevi olması, Kürtleşmesi doğaldır ve doğrudur. Kendilerini kurtarmak için öyle göstermişler ve zamanla benimsemişler. Tersi bir durum söz konusu; Kürtlerin bazıları da Ermeni olmuştur. Batı'da da değişenler oldu. Türkiye'de herkesin dosyası vardır. Bu bilgiler devletin elinde. Ama bazıları aleyhte kullanıyor. Bu doğru bir çıkarım değil. Devlet kimin ne olduğunu çok iyi biliyor. Alparslan Türkeş için Van'dan göçen bir Ermeni ailesinin çocuğu dediler. Siyasette bu kullanıldı. Başkaları için de çok yakıştırmalar oldu. Çevremizde yakın akrabamızda geçmişte Ermeni genç kızlarla evlenenler oldu. Kızlar Müslüman olmak zorundaydı. Bu Ermeniler Ermeni olduklarını gizlediler. Ancak ortam yumuşayınca özlerine sahip çıktılar. Benim babaannem, anneannem bir Ermeniymiş demeye başladılar. Ben Kığlılıyım (Bingöl) demeye çekiniyordum. Benim mensup olduğum Kığlı ilçesi ve onun çevresindeki yerleşim yerlerinde pek çok ailede Ermeni gelinler vardır. Benim kuzenimin de anneannesi Ermeniydi


.http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24811724.asp

***

TÜRKİYEDE SEÇİM BARAJI SORUNU,

TÜRKİYEDE SEÇİM BARAJI SORUNU,



Roza İZGÖREN
27 Şubat 2015 Cuma
Türkiye'de Seçim Barajı Sorunu



GİRİŞ

    Seçim, kendilerine temsil yetkisi veya bir vekalet verilecek, kanuni şartlara uygun kişilerin, bir kısım veya bütün vatandaşlar tarafından tercih ve tespit edilmesidir. Demokratik ülkelerde çeşitli seçim sistemleri, değişik usullerle uygulanmaktadır.
    Siyaset bilimine göre devlet ve hükümetin otoritesi yönettikleri insanların ona rıza göstermesi ile ortaya çıkar ve bu durumu somutlaştırmanın temel yolu da seçimdir. Bütün dünyada genel kabul gören yaklaşımlar uyarınca tüm seçimler adil ve özgür bir ortamda yapılmalıdır.

SEÇİM SİSTEMLERİ

    Demokrasilerde iktidara giden yolun rotası demek olan seçim sistemlerinin birbirini geniş ölçüde kapsayan fakat bazı noktalarda birbirinden ayrışan çeşitli tanımları vardır. Bir tanıma göre seçim sistemi, vatandaşların oylarının temsilcilerin sandalyelerine çevrilme mekanizmasıdır.
    Hemen herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir görüş olarak belirtirsek:Anayasa hareketinin başlangıç tarihi olan 1876.dan çok partili sisteme geçiş tarihi olan 1946.ya kadar uygulanmış olan seçimlerin hepsi modern anlamda demokratik bir nitelik taşımamaktadır.
     Bu anlamıyla ifade etmeye çalıştığımız çok partili dönem sonrasıdır.
Bugüne kadar ülkemizde ve diğer demokratik ülkelerde uygulanan seçim sistemlerini üç başlık
altında sınıflandırabiliriz.

1· Çoğunluk esasına dayanan sistemler 
2- Nispi temsil esasına dayanan sistemler 
3- Karma sistemler.

    Çoğunluk esasına dayanan seçim sistemleri adından da anlaşılacağı üzere bir seçim bölgesinde seçilecek adaylardan en çok oyu alan adayın seçilmesidir. 
    Bu sistemin uygulanmasında farklı yöntemler vardır. 
     Bugün Türkiye’de uygulanan seçim sistemi  Nispi (oransal) Temsil Sistemi olarak isimlendirilir. Bu sistemde, bir seçim bölgesinde birden çok milletvekili seçilebilmektedir. Bu seçim sisteminde de birden çok yöntem uygulandığı görülmektedir.
     Nispi Temsil siteminin bir türü olan “Liste Sistemi”nde, milletvekilleri, partilerin gösterdiği listeden, sırasıyla, aldıkları oy oranlarına göre seçilmektedir.Ancak ülke genelindeki baraj yüzdesine takılan partiler milletvekili çıkaramamaktadır.
     Yalnızca Türkiye’de değil, seçimlerin uygulandığı her ülkede mevcut sistemi eleştiren, ülke yapısına daha uygun! bir seçim sistemini öneren kesimler bulunmaktadır. Ülkemizde de farklı sistemlerin uygulandığı her dönemde yeni bir sisteme geçilmesinin gerekliliğinden söz edilmiş ve bunun için çalışmalarda bulunulmuştur. Bugün de Türkiye’de uygulanan seçim sisteminin iyileştirilmeye ihtiyacı olduğu çeşitli kesimlerce dile getirilmektedir. Sisteme yöneltilen eleştiriler, genel itibariyle Meclis dışı kalan partilerden gelmekle beraber bugün halkın büyük kısmında da sistem ile ilgili birtakım memnuniyetsizlikler vardır

MEVCUT  SİSTEMİN  ELEŞTİRİSİ

   Kullanmakta olduğumuz nispi temsil esasına dayanan ülke barajlı seçim sistemine yönelik eleştirilere geçmeden önce bir örnek olarak Seyfeddin Gürsel ve Erhan Bozdağ’ın hazırlamış oldukları çalışmada belirtilen, sistemin taşıdığı özelliklerin sınıflandırılmasına yer vereceğiz. Buna göre; Seçmenin tek bir oyu bulunmaktadır ve bu oyla ancak birinci tercih ettiği partiyi destekleyebilmektedir. Partiler arası açık ve yasal ittifak olanağı, sistemden dışlanmış durumdadır.
    Partiler seçim çevrelerinde sandalyeler kazansalar bile, parlamentoda temsil edilebilmeleri için ülke genelinde en az %10 oy almaları gerekmektedir.Bu ülke barajını aşan partiler her seçim çevresinde aldıkları oy oranına bağlı olarak o seçim çevresindeki mevcut sandalyeleri diğer partiler paylaşmaktadırlar.
     Uygulanmakta olan ülke barajlı sisteme çeşitli eleştiriler getirilmektedir. Bu eleştiriler bazı noktalarda toplumun çoğunluğu tarafından da benimsenmektedir.Günümüzde uygulanan sisteme yönelik eleştirilerin en önemli ve kapsamlı olanları şu şekildedir: Milletvekili adaylarının genel merkezlerce belirleniyor olması, Milletvekillerinin illere tahsisinde adaletsizliklerin ortaya çıkması, Seçim çevrelerinin çok geniş olması.Seçim barajının %10 gibi yüksek bir oran olması, Biz konumuz gereği seçim barajı üzerinde yoğunlaşıyoruz.

 YÜZDE ON BARAJININ ÖYKÜSÜ

    Günümüzde iktidar partisi dışındaki bütün partiler ve kamuoyunun geniş bir kesimi yüzde 10 barajını eleştiriyor. Peki bundan tam 28 yıl önce bu baraj neden ve nasıl getirildi? Gazeteci Burak Cop’un bu konudaki araştırmasının da yardımıyla açıklamaya çalışalım:
   Seçim sistemindeki yüzde 10 barajı 12 Eylül’ün ürünlerinden biri. Darbe öncesi dönemi teşkil eden 1974-1980 yılları Türkiye’de büyük bir siyasi istikrarsızlığa sahne oldu. Özellikle darbenin tarihi yaklaştıkça ülke adı konulmamış bir iç savaş ortamına sürüklendi. Darbeyi yapan generaller hizmetlerindeki sivillere ülkenin temel siyasi kurumlarını ve kurallar dizgesini tasarlattırırken, darbe öncesi dönemin faturasını kısmen de seçim kanununa kestiler. 
    12 Eylül öncesinde ülkenin adım adım iç savaş ortamına sürüklenmesinde kuşkusuz parlamenter düzeydeki siyasi istikrarsızlığın da payı vardı. CHP 1973 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmış ama tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edememişti. Bir sonraki seçime kadarki yasama döneminin önemli bir kısmında iktidarda, ortak paydası CHP ve sol karşıtlığı olan sağ partilerin koalisyonu yani –kendilerine verdikleri isimle– Milliyetçi Cephe vardı. 
   Milliyetçi Cephe döneminde Türkiye’de siyasal şiddet adım adım arttı. 3 milletvekili olduğu halde hükümete 2 bakan veren MHP’ye bağlı ülkücüler, güvenlik güçlerinin himayesi altında “sokakta” sola karşı harekete geçtiler. 1975 sonlarına kadarki ilk cinayetlerde öldürülenler hep sol görüşlüler olurken, bir noktadan sonra karşılıklı cinayetler aşamasına gelindi.CHP oylarını arttırarak 1977 seçimlerinden de birinci parti olarak çıktı ama gene mecliste yeterli çoğunluğu sağlayamadı. Bu seçimlerden 12 Eylül darbesine kadar geçen dönemde kâh zayıf azınlık hükümetleri kuruldu, kâh kırılgan koalisyonlar iş başına geldi. Bülent Ecevit’in 1978 başında Başbakanlığa gelmesiyle beraber sola karşı Kontrgerilla faaliyetleri arttı ve ülke adı konulmamış bir iç savaş yaşamaya başladı. Yıpranan Ecevit hükümeti yerini 1979 sonunda Süleyman Demirel’in AP’sine bıraktı ve git gide artan cinayet ve katliamlarla 12 Eylül’e gelindi.
  12 Eylül öncesinde uygulanan seçim sistemi barajsız d’Hondt idi(Adını aynı adı taşıyan hukukçudan alır). Bu oldukça adil, partilerin aldıkları oya yakın oranda mecliste temsil edildikleri bir sistemdi. Darbeden bir süre sonra oluşturulan ve tüm üyeleri Milli Güvenlik Konseyi (Kenan Evren ve kuvvet komutanları kendilerine bu ismi verdiler) tarafından ya doğrudan atanan ya da onaylanan Danışma Meclisi’nin önünde, yeni anayasanın yanı sıra, yeni bir seçim kanunu hazırlama görevi de vardı. İşte bu Danışma Meclisi hâlihazırdaki d’Hondt sistemini aldı, ona iki baraj ekledi: İllerin seçmen sayısının milletvekili sayısına bölünmesiyle elde edilen çevre barajı ve yüzde 10 ulusal baraj. 
    Gerek Kenan Evren’in açıklamalarına bakıldığında gerekse Danışma Meclisi’nin tutanakları incelendiğinde, tasarlanan siyasal sistemin “istikrar” adına iki partinin egemenliğinde olmasının tercih edildiği görülüyor (Kenan Evren bu isteğini kamuoyu önünde de açıkça ifade etmişti). Tutanaklara bakıldığında 12 Eylül öncesi dönemin faturasının kısmen MSP ve MHP gibi partilerin meclisteki varlığına kesildiği anlaşılıyor. 
    Gene tutanaklara göre, sisteme bir ulusal baraj eklemenin “bölgesel partiler”in mecliste temsilinin önünü keseceği düşünülmüş. Ancak bu ve benzeri ifadelerle kastedilenin Kürt siyasal hareketi olduğunu düşünmek en azından 1983 yılı için pek mümkün değil. Yüzde 10 barajının Kürt partilerinin önünü kesme işlevi (de) kazanması 1990’lara dair bir gelişme.    Danışma Meclisi’nde yüzde 10 barajını çok yüksek bulan, barajın yüzde 5, 7 veya 8 olmasının daha uygun olacağını belirten üyeler de oldu. Bu doğrultuda bir takım önergeler verildi. Baraja en çok karşı çıkan isim olarak Kamer Genç dikkat çekiyor. Ancak bu üyeler azınlıkta kaldılar ve “meclis” yüzde 10 barajlı sistemi kabul etti, Milli Güvenlik Konseyi de bunu onayladı. 

 ÜLKELERDE  BARAJ  ORANLARI

    TBMM Araştırma Merkezi tarafından "seçim barajı" konusunda yapılan bir araştırmada çarpıcı sonuçlar ortaya çıktı. Araştırmada, Avrupa ülkelerinde nispi temsil sistemini uygulayan ülkelerin çoğunda ihtiyaç duyulan ve uygulanan barajın yüzde 5’i aşmamasına özen gösterildiği görülüyor.
    Araştırmada, yüksek baraj uygulamasına sahip ülkeler olarak Türkiye yüzde 10, Liechtenstein yüzde 8, Rusya Federasyonu ve Gürcistan da yüzde 7 şeklinde sıralandı.Avrupa ülkelerindeki nispi sistemlerde yasal seçim baraj oranları:Avusturya: yüzde 4 ,Belçika: yüzde 5 .Bosna Hersek: Yok.Bulgaristan: Yüzde 4.Çek Cumhuriyeti: Yüzde 5.Estonya:Yüzde 5.Finlandiya:Yok.Hırvatistan:Yüzde 5.Hollanda:binde 67.İrlanda: Yok.İsveç: yüzde 4 İsviçre: Yok.İspanya: yüzde 3.İzlanda: Yok.Letonya: Yüzde 5.Lüksemburg: Yok.Makedonya: Yok.Moldova: Yüzde 6.Norveç: Yüzde 4.Polonya: Yüzde 5.Portekiz: Yok.Romanya: Yüzde 5.Rusya: Yüzde 7.Slovakya: Yüzde 5.Slovenya: Yüzde 4.Türkiye: Yüzde 10.Ukrayna: Yüzde 3.Yunanistan: Yüzde 3.
    Demokrasinin en önemli kutsalı sayılan sandığın meşruiyeti,  seçmen iradesinin adil bir şekilde yansıtılmasına bağlıdır. Siyasi rekabet koşullarının adil olması, farklılıkların temsili ve çoğulculuk, demokratik bir ülkenin en temel değerleridir.  Dolayısıyla, seçim sistemlerinin bu değerleri dikkate alarak tasarlanması gerekir. Bu anlamda, çoğulcu demokrasinin inşası, farklılıkların siyasi sisteme entegre edilmesine bağlıdır. Toplumun ana akımlarının dışında kalan eğilimlerin, temsil olanağı bulması büyük bir önem taşımaktadır. Buradaki temel husus, yönetimde istikrar ile temsilde adalet arasında dengenin nasıl sağlanacağı konusudur.
     Türkiye %10’luk seçim barajı ile dünyada en yüksek seçim barajı uygulayan ülkelerin başında gelmektedir. Batı demokrasilerinde bu denli yüksek seçim barajlarına rastlamak mümkün değildir. Rusya gibi demokrasisi sorunlu olan bir ülkede dahi bu oran %7’dir. Bu bakımdan, darbe zihniyeti ürünü olan yüksek seçim barajı, Türkiye demokrasisi açısından büyük bir sorun teşkil etmektedir. Yüksek seçim barajının temsilde adalet sorunu oluşturduğu, toplumsal farklılıkların temsilini güçleştirdiği ve küçük siyasi partilerin rekabet etme olanağını büyük ölçüde sınırladığı ifade edilmektedir. Türkiye’deki siyasi partiler kanunu, parti içi demokrasi olgusu ve çoğulculuk sorunları dikkate alındığında, seçim barajının demokratik süreçler üzerindeki etkisi daha da artmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’de çoğulcu ve demokratik bir seçim sistemine, yeni bir siyasi partiler yasasına ve parti içi demokrasiyi artıracak bir kısım düzenlemelere ihtiyaç bulunmaktadır.

 SONUÇ

    Türkiye’de 1946’dan günümüze kadar uygulanan farklı seçim sistemleri yukarıda açıklandığı üzere kimi zaman temsilde adaleti sağlamış kimi zaman da istikrarlı tek parti yönetimlerinin başa geçmesini mümkün hale getirmiştir. Bu değişiklikler toplumsal ihtiyaçlara cevap olarak hayata geçirildiği kadar mevcut iktidarların çıkarları gereği de işler hale getirilmiştir. Öyle ki, iki dönem üst üste iktidar olan bir partinin, gelecek seçimlerde yeterli oyu alamayacağını fark edince yaptığı ilk iş seçim sistemini değiştirmek olmuştur. Bugün uygulanmakta olan ülke barajlı seçim sisteminde nispi temsil esasıyla temsilde adalet, %10’luk ülke barajıyla da belirli bir istikrar sağlanmaya çalışılmaktadır. Fakat ülkedeki toplumsal dinamikler nedeniyle %10’luk ülke barajı, mecliste temsil edilmek için oldukça yüksek bir orandır. Bu sebeple de özellikle 2002 seçimlerinde görülen türde aşırı temsil adaletsizliklerine rastlanmaktadır.”2002 milletvekili genel seçimlerinde tek partili hükümet yapısının ortaya çıkmasıyla birlikte %45,3 oranında oy temsil edilmemiş ve parlamentoya yalnızca iki parti girebilmiştir. Benzer şekilde 1995 ve1999 seçimlerinde Meclis dışında kalan %14,0 ve %18,3 oranlarındaki oylara karşın seçimlerden tek partili hükümet çıkmamıştır. Yani istikrar uğruna ağır bir bedel ödendiği halde istenilen sonuç elde edilememiştir.”[1]
    Ülke barajının tamamen kaldırılması tüm görüşlerin temsiliyetini sağlaması açısından belki de en isabetli tutumdur.
    Buna karşılık ağırlıkta bir kesim  tarafından istikrarı sağlamaya yönelik olarak tamamen kaldırılması yerine daha düşük bir seviyede uygulanması önerilmektedir. Bu oranın ne olacağı konusunda da çeşitli görüşler mevcut olmakla beraber, Avrupa’da uygulanan sistemlerde %3 ve %5 civarında olan barajların ülkemizde de bu civarlarda olması gerektiği söylenmektedir. Bu sayede hem çok küçük oy oranına sahip partilerin temsil edilmesi zorlaşacak ve korkulan istikrarsız yönetimler oluşmayacak hem de ülkede az denilmeyecek ölçüde oy alan partilerin temsil edilmesi sağlanarak çoğulcu demokrasi uygulanmış olacaktır.
    Gelinen süreçte başta HDP olmak üzere baraj sorunu yaşayan partiler barajın kaldırılması noktasında birleşmelerine rağmen mevcut iktidar ve muhalefet partileri buna imkan sağlamamaktadır.
    TÜSİAD’ın kapsamlı bir şekilde yaptığı “Seçim Sistemi ve Siyasi Partiler” adlı araştırmasında halka seçim sistemi değişikliği konusunda görüşü sorulduğunda %65’lik bir kesimden ‘’değişiklik konusunun tartışılmasında fayda olduğu’’ cevabı alınmıştır.
    Bugün dünyanın diğer demokratik ülkelerinin çoğunda  baraj ın çok daha aşağılara çekilmiş olması temsiliyete daha çok hakkaniyet tanımıştır. Buna rağmen ülkemizde %10 Baraj  uygulaması devam etmektedir. Yalnız, geçmişteki olumsuz deneyimler yönetimleri ‘’istikrar’’ ilkesini ön planda tutmaya itmektedir. Halbuki, bugün Türkiye’de adaletsiz temsil olgusuyla karşı kaşıya kalan seçmenler siyasi hayata katılımdan vazgeçmekte, sisteme olan inançlarını yitirmekteler. Sözün kısası, Türkiye seçim sisteminin düzeltilmesi gereken noktası, farklı fikirlerin temsiline imkan veren bir yapıda olmamasıdır. Bunun yolu da ülke barajının hiç olmazsa makul bir oranda  daha aşağılara çekilmesinden geçmektedir.
                                                            
[1] TUNCER Erol (2006), Türkiye’de Seçim Uygulamaları / Sorunları Işığında Temsilde Adalet,2006;176

http://minervadergi.blogspot.com.tr/2015/02/turkiyede-secim-baraj-sorunu.html

***

CHP' NİN SOSYAL DEMOKRASİ ARAYIŞI.,

CHP' NİN SOSYAL DEMOKRASİ ARAYIŞI., 





İbrahim ALTUNBAŞ
4 Eylül 2014 Perşembe


" Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir."[1]

SOSYAL DEMOKRASİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ

19. yüzyılda Avrupa’da sanayileşme doruk noktasına ulaşıyor ve şirketler de bu sanayileşmeye paralel biçimde zenginleşiyordu. Ne var ki işçiler bu zenginlikten payını alamıyor ve kötü çalışma koşulları altında eziliyordu. Nihayetinde bu koşulların yarattığı olumsuz duruma karşı oluşan tepkiler Avrupa’da dalga dalga yayılarak işçi, öğrenci ve zanaatkârların önderliğinde kitleselleşti ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ayaklanmalara dönüşerek 1848 Devrimleri’ne neden oldu. Avrupa’da tüm bunlar yaşanırken Marksizm fikirleri de bu ortamda şekillendi ve 1848’in Şubat ayında Alman düşünürü Karl Marx ve Friedrich Engels kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da özel mülkiyetin ortadan kaldırılarak sınıfsız ve devletsiz bir toplum inşa edilmesini ve böylece proletaryanın kurtuluşa bu yolla ereceğini beyan etti. 1848 devrimlerini ve Komünist Manifesto’yu, 1864 yılında işçilerin Londra’da kurduğu Birinci Enternasyonel[2] ve 1871 Paris Komünü[3] takip etti. Dünya, 19. yüzyıl ortalarından itibaren sosyalist hareketlerin güçlü yükselişine tanıklık ediyordu.
Avrupa’daki tüm bu tarihsel süreç içerisinde kapitalizm karşısında yükselen işçi sınıfı, sosyal demokrasi hareketinin ve düşüncesinin doğmasına neden oldu. Sınıfsız bir topluma nasıl geçileceği konusu sosyal demokratların Marx’tan yani bir anlamda klasik Marksizmden ayrıldığı önemli bir konu olmuştur. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) içerisinde yer alan Eduard Bernstein ve Karl Kautsky, klasik Marksizmi teorik ve pratik anlamda sorgulayarak sosyalist revizyonizmin oluşmasında öncü rol oynadı. Bernstein, sosyalizme ulaşmak için şiddetin inkârı ve evrimci bir yöntemin benimsenmesi gerektiğini belirtirken Kautsky de demokrasisiz bir sosyalizmin mümkün olamayacağını belirterek Leninizm’e karşı çıktı ve demokrasi tercihini yaparak işçi hareketini sistem içerisine çekti. Reformizm ya da Evrimsel Sosyalizm olarak da adlandırılan bu görüşler demokratik ilerlemelerin toplumun yapısını değiştireceğini ve bu yolla sosyalizme ulaşılacağı tezini ortaya atarak sosyalizme ulaşmak için devrimin zorunlu olduğuna dair görüşü ve proleter diktatörlüğü anlayışını reddetti. Nihayetinde Marksizme getirilen bu eleştiri işçi sınıfını, devrimci komünistler ve reformist sosyal demokratlar olarak ikiye ayırdı.

20. yüzyılın başlarında sosyal demokratlar ve komünistler fikir ayrılıklarına rağmen II. Enternasyonal içerisinde beraber yer alarak mücadelelerini I. Dünya Savaşı’na kadar sürdürmüştür. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle beraber savaşa karşı nasıl bir tutum sergileneceği tartışma konusu oldu ve savaşa karşı birleşik bir tutum sergilenemeyince İkinci Enternasyonal dağıldı. Sosyal demokratların savaşta kendi ulusal hükümetlerini desteklemeleri komünistlerin büyük tepkisini çekti ve sosyal demokratlar komünistler tarafından işçi sınıfına ihanetle suçlandı. I. Dünya Savaşı’nın ardından işçi sınıfı hareketi komünistler ve reformistler olarak ikiye bölündü.

Sosyal demokrasinin doğuşu ve gelişmesi Batı Avrupa merkezli olmuş ve II. Dünya Savaşı’na kadar sınıf karakterini korumuştur. II. Dünya Savaşı’nın ardından iktidarı ele geçirmek isteyen sosyal demokrat partiler sınıf ötesi ittifakları denemiş ve 1960’lardan 1980’lere kadar Avrupa’daki birçok ülkede iktidarı ele geçirerek günümüzdeki modern Avrupa’nın inşasında çok önemli roller oynamıştır. 1980’lerden itibaren sağın ve neoliberalizmin yükselişi sosyal demokrat partilerin hegemonyasına Avrupa’da son vermiştir.

Tablo 1 Sosyal Demokrasinin Batı Avrupa'daki Tarihsel Evrimi[4]


Türkiye’de Sosyal Demokrasi’nin Doğuşu: CHP Deneyimi

CHP’NİN YÖN ARAYIŞI VE ORTANIN SOLU SÖYLEMİ

Türkiye’de ilk sosyal demokrasi deneyimi 1960’ların ortasından itibaren CHP genel başkanı İsmet İnönü’nün ‘ortanın solu’ söylemini kullanmaya başlamasıyla oluşmaya başladı. CHP’yi siyasal yelpazede ‘ortanın solu’na getiren şey Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısında meydana gelen dönüşümler oldu. Sosyal demokrasinin Türkiye deneyiminin tarihi gelişim süreci Avrupa’daki gelişiminden farklı olmuştur. Avrupa sosyal demokrasisi, işçi hareketinin ve bu hareketin geliştiği sendikalar üzerinden örgütlenerek sınıf tabanlı partiler etrafında oluşmuştur. CHP, partinin yapısı ve kökeni itibariyle Avrupa sosyal demokrat partileri gibi bir sınıf söylemine sahip değildi. Avrupa sosyal demokrat partilerinin çıkış noktası işçi sınıfına dayanmaktayken CHP ‘devletin tek partisi’ olarak gerçekleştirdiği devrimlerin mirasını ‘altı ok’ ile taşımaktaydı. Çok partili yaşama geçişin başladığı 1946’dan toplumsal ve siyasi dönüşümlerin gerçekleştiği 1960’lara kadar siyasi partilerin herhangi bir sosyal sınıfı temsil etmediğini söyleyen Kemal Karpat şunları belirtiyor:

“Türk siyasi partileri 1961’e kadar belli bir sosyal sınıfı temsil etmez, nazari olarak, bütün milleti temsil etmek hedefini güderlerdi. Bu sebeple, bir sınıf temeli üzerine kurulmuş olan küçük siyasi partileri hoşnutsuzlukla karşılarlar. Bundan dolayı Türkiye’deki bütün siyasi partiler muhafazakâr, gelenekçi fikirleri temsil eden orta yolcu partilerdir. (…) Türkiye’de mevcut büyük siyasi partilerin programlarının hepsi, devletçilik bir yana bırakılırsa herhangi bir belli iktisadi ve sosyal teoriye dayanmazlardı. Parti programlarında bazen sosyal ve iktisadi meselelere yer verilse bile bu, iktisadi ve sosyal görüşten çok, her çeşit insanı partiye çekmek için programın şeklen genişletilmesinden ibarettir.”[5]

1950’lerden itibaren hızla artan tarımda makineleşme, sanayileşme ve kentleşmeyle beraber Türkiye’nin toplumsal yapısı da değişiyordu. 1950 yılında kentlerde 5 milyon civarında bir nüfus barınırken 1965 yılında bu sayı 10 milyonun üzerine çıkmıştı.[6] Yine 1950’de 373.961 olan işçi sayısı 1965’te 1.082.507’ye ulaşmıştı.[7] Tüm bu göstergeler 1960’lara gelindiğinde iş sınıfı ve kentli orta sınıfın gelişime dair önemli izler taşımaktadır. Yaşanan bu sosyoekonomik dönüşümün yanında 1961 anayasasının getirdiği yeni hak ve özgürlükler de siyasal yaşamın dönüşümüne neden oldu. 1961 Anayasası’yla beraber Türkiye, çoğulcu demokrasi anlayışına uygun bir siyasal sistem oluşturmak istedi. Hak ve özgürlüklerin genişletilmesinin yanında ‘sosyal devlet’ kavramı anayasaya ilk kez girdi. Anayasanın ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlandı. 1961 anayasasının getirdiği sosyal devlet anlayışı, Batı’daki refah devleti anlayışının ötesinde bir boyuta sahip olmuştur.[8] 1961 anayasası çalışanlara ve işçilere izin almaksızın sendika kurma ve bunlara üye olma hakkı getirerek işçi sınıfının örgütlenmesi için gerekli koşulların sağlanmasında öncü rol oynamıştır. Bunu 1963 yılında Ecevit’in Çalışma Bakanlığı döneminde çıkarılan 274 ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu izlemiştir. 2000 yılında Sabah gazetesinde yayınlanan Murat Yetkin’le Bülent Ecevit arasında geçen şu görüşme bu kanunların önemini ortaya koymaktadır: 

“Hükümetteki en büyük başarınızın, en büyük katkınızın ne olduğuna inanıyorsunuz?
-Bunu ‘bütün siyasi yaşamım olarak’ yanıtlayabilirim.
Peki o zaman, siyasi yaşamınızın en önemli başarısı nedir?
-1963’te Çalışma Bakanı iken çıkmasına katkı sağladığım, 274 ve 275 sayılı yasalar. Yani işçilere özgür sendika kurma hakkı ve grevli, toplusözleşmeli sendikacılık yapma hakkı veren yasalar.
Şaşırdım. Çünkü ben Kıbrıs, ya da Avrupa Birliği’ne üye adaylığı, ya da Abdullah Öcalan’ın yakalanması gibi bir yanıt bekliyordum.
-Hayır, benim için işçilere özgür sendika kurma hakkı verilmesi hepsinden önemlidir. Çünkü ben bir solcuyum.”[9]

Toplumdaki ve siyasal yaşamdaki bu gelişmeler CHP’nin parti politikasını etkilemiş, yön arayışına sokmuş ve nihayetinde partide Turhan Feyzioğlu’nun başını çektiği ilerici kanat ve Ferit Melen’in başını çektiği muhafazakâr kanat olmak üzere iki ayrı oluşum ortaya çıkmıştı. CHP 1965 seçimlerine ‘ortanın solu’ tartışmaları altında girmiştir. Kömürcü’nün 1965 seçimlerine yönelik değerlendirmesi şöyledir: “Ortanın solu sloganı altında 1965 seçimlerine giren CHP, seçmene kapsamlı reformlar yoluyla Türkiye’nin iktisadi az gelişmişliğine son verme, sosyoekonomik düzeni 1961 Anayasası’na uygun biçimde yeniden düzenleme sözü vermektedir CHP’nin hedefi hızlı iktisadi büyüme ile sosyal adaletin birlikte var olduğu özgür ve demokratik bir düzendir.”[10] 

Seçim sonuçları CHP ve İnönü için büyük bir hezimet olmuş ve CHP’nin oy oranı parti tarihinde ilk defa %30’un altına düşmüştür.[11] 1966 senato seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuçlar CHP içerisindeki oluşumları etkiledi ve ortaya Bülent Ecevit liderliğinde ortanın solu grubu oluştu. Demirel ve AP, CHP’yi komünizmle suçlarken solda gelişen Türkiye İşçi Partisi, Yön Dergisi ve Türkiye Komünist Partisi de CHP’ye eleştiriler yöneltiyor, ideolojik atmosfer ve yükselen sol düşünce CHP’nin siyasal yelpazedeki yön arayışlarını etkiliyordu. O dönemde CHP’nin mücadele ettiği AP lideri Demirel de siyasal söylemini anti-komünizm üzerine oturtmuştu. Demirel, İnönü hükümetinin solu hoş gördüğünü iddia ediyor ve toprak kanununu komünizmle ilişkilendiriyordu: [12] 

“CHP, toprak kanununu ileri sürerek, topraksız, yoksul çiftçileri, ortakçıları, kiracıları, tarım işçilerini tahrik etmeye çalışıyor. CHP’deki bu hedef değişikliğini kolaylıkla anlamak kabildir. Bu hedef değişikliğinin sebebi CHP’nin artık ortanın soluna kaydırılmış olmasıdır. CHP bu bakımdan aşırı solcuları, mahkûm komünistleri, Moskova uşaklarını bir araya getiren başka bir parti ile de tam bir işbirliği halindedir. Toprak reformu anlayışında da onlarla tam bir fikir birliği halindedir. Yalnız şunu söylemek lazım gelir ki İşçi Partisi’nin güttüğü hedef CHP’den daha ileridir. İş partisi bu meseleyi Türkiye’yi köy kademesinden komünistleştirmek için ilk merhale olarak ele alıyor. Eğer Halk Partisi’nin istediği gibi toprak reformu yapılacak olursa Türkiye’de büyük ve orta çiftçi tarihe karışacaktır. Bütün toprak parselleri küçülecektir.”

1960’lar boyunca parti içinde süren ortanın solu tartışmaları, ortanın solu söyleminin galibiyetiyle sonlandı. Özellikle 18. Kurultay partinin ‘ortanın solu’nu benimsediğini ifade eden bir bildiri yayınlamış ve böylelikle CHP kendini merkez sol bir parti olarak ilan etmiştir. İnönü’nün genel başkanlığı ve Ecevit’in genel sekterliğindeki CHP yeni çizgisini netleştirmişti.[13] 1970’lere gelindiğinde Ecevit sol söylemini radikalleştirmiş ve partideki konumunu güçlendirmiştir. Ecevit’in 3 Temmuz 1970’te gerçekleştirilen 20. CHP Kurultayı’nda yaptığı açıklama partideki değişimin ne yönde olduğunu açıkça belirtiyordu:

“Biz artık Türkiye’de olaylara bürokrat aydın açısından bakmıyoruz. Halk açısından bakıyoruz. CHP’de bakış açısı değişmiştir. CHP’nin devrimcilik görüşü değişmiştir. Şimdi devrimcilik sözcüğünden altyapı devrimciliğini anlıyoruz. Çalışma hızımız değişmiştir, çalışma yöntemlerimiz değişmiştir. Seçim stratejimiz teşkilatla birlikte hazırlanmıştır. CHP’de kapalı politikadan açık politikaya geçilmiştir. Kadro değişikliği olmuştur. Bu kadro değişikliğini siz yapıyorsunuz. Tükenenler kendi kendilerini tasfiye ediyorlar. Toplum hızla gelişiyor. Artık herşey serbestçe tartışılıyor, her adım başında da değişiklik oluyor. Buralara uyup uymamanız için, sizleri her zaman buraya çağıracağız, sizlerden direktif alacağız. Türk toplumu durmuyor ki, biz durup oturalım… CHP’de eskiden sağa doğru bir yarış vardı, şimdi sola doğru bir yarış var. Benim anladığım devletçilikte halk, ekonomik bakımdan iktidara gelmezse, siyasi bakımdan da iktidara gelemez. Ben sınıflar arasında kaynaşmayı ve bütünleşmeyi istiyorum. Üretici hem üretsin, hem satsın hem de ihraç etsin. Aracılar, tefeciler ortadan kalksın istiyorum.”[14]


ECEVİT, DEMOKRATİK SOL VE CHP

12 Mart 1971 askeri darbesi hem Ecevit’in siyasal yaşamında hem de CHP’nin parti içinde önemli gelişmelerin yaşanmasına neden oldu. CHP’nin 12 Mart darbesine karşı takınacağı tutum ‘devlet partisi’ imajından kurtulmak ve yeni söylemi inandırıcı kılmak açısından çok önemliydi. Darbeciler CHP’li Nihat Erim’i başbakanlığa atamış ve parti Erim’i destekleyip desteklememe konusunda ikiye bölünmüştü. İnönü, CHP’nin yönetime katılmasını ve Nihat Erim’i desteklemesi gerektiğini savunurken Ecevit buna karşı çıkmış ve böyle bir durumun ortaya çıkması halinde parti genel sekreterliğinden istifa edeceğini açıklamıştır. Ecevit’in bu karşı duruşu onu halkın gözünde büyütmüş ve lider konumuna yükselmesini sağlamıştır. 

İnönü-Ecevit mücadelesi Ecevit’in parti genel sekreterliğinden istifasıyla sürdü. Ecevit’in istifasına rağmen parti meclisi Ecevitçilerin denetimindeydi. 5 Mayıs 1972’deki 5. Olağanüstü Kurultayda delegeler Ecevitçi parti meclisine güvenoyu verdi ve İnönü bu parti meclisini düşüremedi. Böylece İnönü CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etti ve 12 Mayıs’ta Ecevit CHP’nin üçüncü genel başkanı oldu. Ecevit 1970’li yıllarla beraber ‘ortanın solu’ söylemini bıraktı ve ‘demokratik sol’ söylemini kullanmaya başladı. Ecevit, aynı zamanda Atatürkçülük anlayışının da yenilenmesi gerektiğini dile getiriyordu. Tüm bu dönüşüm sürecinin ardından CHP, Ecevit liderliğinde girdiği 1973 genel seçimlerinden %33,3 oranında oy alarak birinci parti olarak çıktı. 

Ecevit bu seçim başarısından aldığı cesaretle parti programında geniş çaplı değişikliklere girişmiş ve programda köylülüğe yönelik vurgulara da yer vermiştir. Ecevit’in ortaya koyduğu demokratik sol anlayışı ‘sınıf temelli’ bir siyaset anlayışından ziyade ‘sınıf yanlısı’ bir siyaset anlayışını ortaya koymaktadır. Ecevit 1975 yılında verdiği bir mülakatta Demokratik Sol anlayışını şöyle açıklamaktaydı:

“Temel hareket noktamız Marksist doktrin değildir ve yeni doğrultumuzu tanımlamak için ‘sosyal demokrat terimi yerine, kendi oluşturduğumuz ‘demokratik sol’ terimini tercih edişimizin nedenlerinden biri de budur. (…) sosyal demokrasi, Marksist kökenli sosyalizmin bir sapması olarak yorumlanır bazı çevrelerde. Bizim kökenimiz Marksist olmadığı için sapmamız da söz konusu değildir. ‘Sosyal demokrat’ terimini kullanmamız halinde sapma ithamlarına da kendimizi hedef olarak ortaya çıkarmış bulunurduk. Kendi sol anlayışımızı, kendimiz, Türkiye’nin toplumsal koşullarına göre oluşturmakta olduğumuz içindir ki, bizim sol doğrultumuzu tanımlayacak yeni bir terim oluşturduk: Demokratik Sol.”[15]

CHP Ecevit döneminde sosyal demokrat modeli hayata geçirmede kendine özgü araçlar geliştirmiştir. Özellikle Türkiye’yi Batı Avrupa ülkelerinden ayıran yapısal farklılıklar bunda önemli rol oynamıştır. Az gelişmiş sanayi ve köylülüğün ağır bastığı Türkiye’de CHP bu durumu halk sektörü, demokratik kooperatifçilik ve köykent gibi projelerle aşmaya çalışmıştır.[16] Ecevit’e göre, “…ekonomimizde halk sektörü genişleyip de, ulusal ekonomiye halkın kendisi hâkim olunca, bu ülkede, halkın üstünde bir siyasal güç de olamayacaktır. (…) Ortanın solunda Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurulmasını istediği düzende, devlet de olacaktır, özel girişim ve özel mülkiyet de olacaktır. Ama bunların hepsi halkın hâkimiyetinde ve halkın hizmetinde bulunacaktır. Halkın üstünde hiçbir güç olmayacaktır.”[17]

Ecevit’in yeni söylemiyle beraber CHP bu dönemde Sosyalist Enternasyonal’e üye olmuştur. Üst üste seçim başarıları kazanan Ecevit sendikaların da desteğini almış hatta DİSK, 1973 seçimlerinden 1979’a kadar tüm üyelerine CHP’yi destekleme çağrısı yapmıştır. CHP bu dönemde işçi sınıfıyla olan bu bağları geliştirmekten geri durmuş sınıf temelli bir siyasi tavır takınmak yerine ilişkilerini oy ilişkisinin ötesine götürmemiştir. Bu durum nedeniyle CHP kendisine toplumsal desteği sağlayan kesimlerin desteğini zamanla yitirmiştir. İthal ikameci anlayış yerine ihracata yönelik ekonomi politikası isteyen TÜSİAD önderliğinde Türk burjuvazisinin CHP hükümetini hedef almasıyla 1979’da Ecevit hükümeti istifa etti ve yerine Demirel hükümeti kuruldu. Bunu ilerleyen süreçte 24 Ocak kararları ve 12 Eylül askeri darbesi takip etti ve Türkiye’de siyasal ve toplumsal yaşam büyük bir değişime uğradı.

YENİ SAĞ, NEOLİBERALİZM, DARBE SONRASI SOSYALDEMOKRASİ

1929’da Amerika’da talebin beklenmedik şekilde düşmesiyle tüm dünyada tarihin en büyük krizi ortaya çıktı ve tüm dünya ekonomik bunalıma sürüklendi. Kriz özellikle sanayileşmiş ülkeleri vurdu ve dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, toplam üretimin %42, dünya ticaretinin de %65 oranında azalmasına neden oldu.[18] Kriz Keynesyen iktisadın müdahaleci devlet anlayışıyla aşılmaya çalışıldı. Keynes’e göre ekonomik krizin nedeni halkın harcamayı kesmesiydi. Çözüm önerisi harcamayı sağlamak için kamu harcamalarını arttırmaktı. Çoğu sosyalistler ve orta sol politikalar modern refah devletini oluşturmak için Keynesizmin sosyal harcama programlarını bir çıkış yolu olarak gördüler.[19] Keynes’in ortaya koyduğu bu reçete 1970’lerin sonuna kadar sosyal demokrat partiler tarafından başarıyla uygulandı ve Avrupa’da sosyal demokrat partilerin hegemonyası ortaya çıktı.

1970’lere kadar uygulanan Keynesçi ekonomi politikalarıyla beraber devletin ekonomideki payı ve rolü büyük bir oranda artmıştı. Devletin büyümesi kronik bütçe açıkları, yüksek vergi yükü, enflasyon gibi yeni ekonomik sorunları ortaya çıkardı. 1970’lerde yaşanan Petrol Kriziyle beraber kapitalist sistem bunalıma girmeye başladı. Bu durum sonucunda ortaya çıkan yüksek enflasyon ve işsizlik Avrupa’daki sosyal demokrat hegemonyasının sonunu getirdi. Refah devleti ve Keynesçi ekonomi politikaları ortaya çıkan bu krize çözüm getiremeyince neoliberal iktisadi politikalar ve yeni sağ tüm Avrupa’da yükselişe geçti. 

Neo-liberal ekonomik politikalar özetle piyasayı rekabetin yönetmesi gerektiğini söyler ve devletin sadece herhangi bir kriz anında müdahaleler yapmasını, bunun dışında piyasadan tamamen çekilmesini savunur. Alfredo Saad Filho ve Deborah Johnston hazırladıkları Neoliberalizm, Muhalif Bir Seçki adlı eserlerinde neoliberalizme ve işleyişine şu eleştiriyi getirir:

“Neoliberalizmin en temel özelliği (finansal) piyasanın buyruklarını dayatmak amacıyla yurtiçindeki süreçte devlet gücünün sistemli kullanımıdır ve bu, uluslararası ölçekte “küreselleşme” tarafından yeniden üretilmektedir. (…) Neoliberalizm, kapital(izm)i korumak ve emeğin gücünü azaltmak amaçları doğrultusunda gelişen, kapitalizme özgü bir örgütlenmedir. Bu örgütlenme dış baskıların yanı sıra, iç kuvvetlerin dayattığı toplumsal, iktisadi ve siyasi dönüşümler aracılığıyla gerçekleştirilir. İç kuvvetler, finans dünyası, önde gelen sanayiciler, ticaret adamları ve ihracatçılar, medya baronları, büyük toprak sahipleri, yerel siyasi liderler, en üst kademedeki kamu görevlileri ve ordu mensupları ile bu kesimlerin düşünsel ve siyasi vekilleri arasındaki koalisyondan meydana gelir. (…) Dış baskı biçimleri arasında ise şunlar sayılabilir: Batı kültürü ile ideolojisinin yayılması; neoliberal değerlerin çığırtkanlığını yapan devlet kurumları ile sivil toplum kuruluşlarına dış destek sağlanması, (…) gerektiğinde diplomatik baskı, siyasi huzursuzluk ve askeri müdahale.”[20]

ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher, devletin iktisadi yatırımlardan çekilmesi, özelleştirme, serbest pazar ekonomisinin desteklenmesi ve işçi haklarının törpülenmesi ile yeni sağın ve neoliberal ekonomik politikaların tüm dünyadaki öncülüğünü yaptı. Thratcherizm’in karşılığı Türkiye’de yükselen yeni sağın partisi ANAP’ın lideri Özal’la benzeştirilerek Özalizm olarak adlandırıldı. Nihayetinde 1980 darbesi ve sonrasında Türkiye’de neoliberal politikalar uygulandı ve Türkiye ekonomisi dış pazarlara açılarak serbest piyasa ekonomisi haline getirildi. Avrupa’yla paralel biçimde Türkiye’de de yaşanan bu yapısal değişimler sağın yeniden yükselişi için gerekli koşulları sağladı. Bunun yanında 1980 darbesiyle birlikte işçi hareketlerinin de kontrol altına alınmaya çalışılmış olması ve sendikal hakların kısıtlanması solun Türkiye’deki toplumsal tabanının aşınmasına ve güç kaybetmesine neden oldu.

1980 darbesinin getirdiği yeni sosyal ve siyasal yaşam ‘sol’un mücadelesini kısıtlıyor ve engelliyordu. Sol partiler bu yapısal sıkıntıların yanı sıra örgütsel ve ideolojik tartışmalarla da boğuşmak zorunda kalmıştı. 1980 darbesinin ardından CHP kapatılmış ve 1992’ye kadar açılamamıştı. CHP’nin bıraktığı sosyal demokrasi mirası DSP, SODEP ve SHP deneyimleriyle sürdürülmeye çalışıldı ve CHP’nin eski kadroları bu partilerde görev aldı. 1984 seçimlerinde SODEP, ANAP’ın ardından ikinci parti oldu ve Erdal İnönü solun tek çatı altında birleşmesi gerektiğini savundu. 1985’de SODEP ve HP birleşerek Erdal İnönü başkanlığında SHP adını aldı. SHP 1989 yerel seçimlerinde İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere %28,8 oranında oy alarak 39 ilin belediye başkanlığını kazandı. SHP, 1991 seçimlerine HEP ile beraber katıldı. TBMM açılışında HEP’li Kürt vekillerin Kürtçe yemin etmesi ülkeyi karıştırdı ve olay HEP’li vekillerin SHP’den istifasıyla sonuçlandı. 1990’larda SHP içerisinde Erdal İnönü ve Deniz Baykal arasında başlayan mücadele Erdal İnönü’nün zaferleriyle sonuçlandı. Can Kozanoğlu 1992’de yazdığı bir makalede SHP’yi şöyle tanımlıyordu:

“Seçim bürosunda proleter sofrası kurduran 68 model Salman Kaya’dan, Mesut Yılmaz’la blucinli piknik sofrasına oturmayı düşleyen Deniz Baykal’a, yeni sağcılardan radikal solculara, sosyal demokrat Alevilerden apolitik Alevilere, solcu Kürtlerden pragmatist Kürtlere, Cumhuriyet tipi bürokratlardan genç kuşak bürokratlara, hasbelkader halkçılığa yazılmış kasaba politikacılarından yarı-açık yuppielere kadar binbir çeşit insanların partisi SHP.”[21]


Tablo 2 SHP Dönemleştirmesi[22]

1992’nin Haziran ayında 12 Eylül askeri darbesinden sonra konulan ve eski siyasi partilerin yeniden eski adla kurulmasını yasaklayan madde kaldırıldı. Bu yasağın kaldırılmasının ardından CHP’nin hayatta olan son yönetim kurulu bir bildiri yayınlayarak partiyi yeniden kuracaklarını deklare etti. 9 Eylül 1992’de yapılan genel kurulda yapılan oylamayla genel başkanlığı Deniz Baykal kazandı. CHP, DSP ve SHP’yi bünyesine katarak yeniden bir bütünlük sağlamayı planladı fakat Erdal İnönü ve Ecevit buna yanaşmadı. Böylece 1994 yerel seçimlere bu üç sol parti ayrı ayrı girdi ve sonuç bu partiler için hezimet oldu. Refah Partisi İstanbul ve Ankara’yı, DYP ise İzmir’i kazanmış ve böylece sol partiler toplumsal muhalefetin öncülüğünü Refah Partisine kaptırmıştı. Hem sol oyların erimesi hem soldaki örgütsel tartışmaların çıkmaza girmesi hem de SHP’nin toplumdaki olumlu imajını kaybetmesi karşısında SHP ve CHP birleşme kararı aldı. Bu birleşmeyi takip eden süreç içerisinde sosyal demokrat hareket, tarihsel köklerine dönerek kendini Kemalist söyleme teslim etti. Bunda yükselen siyasal İslam’ın büyük bir etkisi vardı. Kömürcü bu durumu şöyle açıklar: 

“(…) 1990’ların ortasından itibaren Refah Partisi’nin (RP) yükselişi, kaçınılmaz bir biçimde İslamcılık-laiklik ikiliğini ülke gündeminin birinci maddesi haline getirdi. CHP, bu tartışmada tavizsiz bir laiklik ve Atatürkçülük savunusu yaparken, siyasal İslam’ın % 20 civarındaki seçmen desteğinin dışında kalan %80’lik seçmen kitlesi içinden sağlayacağı destekle iktidar olmayı tasarlıyordu. Bu strateji, doğal olarak, partinin gittikçe merkeze kayması sonucunu doğurmuş, siyasal İslam karşısında tavır alan herkes, bu stratejiye göre potansiyel CHP seçmeni olarak görülmüştür. Buradaki varsayım, RP’nin yükselişinin merkez sağdaki boşluktan kaynaklandığı, CHP’nin merkeze kayması durumunda bu boşluğu doldurarak iktidar olacağı doğrultusundadır. (…) 2002’de büyük bir seçim başarısıyla iktidara gelen AKP, neoliberal politikaları, popülizmi ve muhafazakârlığıyla değil, ‘İslamcı’ kimliğiyle tanımlandığından AKP iktidarına muhalefetin temelini de laiklik vurgusu ve rejim savunusu oluşturdu.(…)”[23]


Tablo 3 1994 Yerel Seçimleri İl Genel Meclisi Sonuçları

2002 genel seçimlerine Baykal liderliğinde giren CHP, %34,4 oranında oy alan RP geleneğinden gelen yenilikçilerin kurduğu AKP’nin ardından meclise girebilen ikinci parti oldu. Baykal 2002-2010 yılları arasında AKP’ye karşı girdiği tüm seçimleri kaybetmesine rağmen ana muhalefetteki koltuğunu korudu. 2010 yılında CHP’nin kurultayına iki hafta kala bir kasetin yayınlanması sonucunda Deniz Baykal başkanlıktan istifa ettiğini duyurdu ve CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu dönemi başladı. Kılıçdaroğlu 22 Mayıs 2010 tarihinde yapılan 33. Olağan CHP Kurultayı’nda seçilerek CHP’nin yeni genel başkanı oldu. CHP’deki bu lider değişiminin ardından söylem değişikliği de yaşandı. Kılıçdaroğlu, partide yenilenmeye gideceğini ve bu yenilenmenin yönünün de sosyal demokrat bir anlayış olduğunu vadetti.

Sonuç Yerine

Yukarıda anlatılan tüm bu tarihsel süreçten anlaşılacağı gibi darbe sonrası dönemde sol partiler, Türkiye’de yeniden toparlanma konusunda çok ciddi sıkıntılar yaşadı. Parti içi ve partiler arası mücadelelerin yanı sıra kimlik problemleri de baş göstermeye başladı. SODEP ve SHP deneyimleriyle sosyal demokrat anlayışta yeni bir çizgi yakalayan sol, 1990’ların başından itibaren örgütsel ve kimlik problemleriyle boğuştu. Özellikle 1990’ların ortalarından itibaren neoliberal hegemonyaya karşı koyamadı ve CHP-SHP birleşmesini izleyen süreçte siyasal İslam’ın yükselmesiyle beraber sosyal demokrat söylemi terk ederek Kemalizm söylemine döndü. Neoliberal politikaların sonucu olarak ekonomide özelleştirmeler, toplumda ise milliyetçi ve muhafazakâr değerler ön plana çıkmaya başladı. Böylece cemaat ve etnik siyaset temelli siyasi akımlar büyük güç kazandı. Sosyal demokrat partilerin bu yeni durum karşısında politika geliştirmekte yetersiz kalması bu partileri yeniden bir yön arayışına itti.

Birçok ülkeyi etkileyen 2008 küresel finans krizi hem neoliberalizmin açmazlarını ortaya koydu hem de Avrupa’daki iktidarları krize karşı çözüm üretme konusunda zor duruma soktu. 2008 krizinin ardından dünyanın birçok ülkesinde yeni toplumsal hareketlenmeler baş göstermeye başladı. 21. yüzyılın başlarında enformasyon teknolojilerinin ulaştığı nokta ve bunun dönüştürdüğü iktisadi ve sosyal yapı, bize gelmekte olan yeni bir çağın ve anlayışın yanında bunun ortaya koyacağı yeni sorunların nüvelerini vermekte ve Batı’nın güçlü ekonomileri karşısında Doğu ekonomilerinin yükselişi yaşanacak olası paradigma kaymalarının habercisi olmaktadır. Tüm bu tarihsel sürecin ve çağın getirdiği yeni koşulların ardından hem Türkiye özelinde hem de evrensel ölçekte yeniden sosyal demokrat bir çıkış mümkün mü? Şüphesiz ki sosyal demokrat hareketin bundan sonraki istikametini bu soruya verilecek olan yanıt belirleyecektir.

KAYNAKÇA

CEM, İsmail, Sosyal Demokrasi Ya Da Demokratik Sosyalizm Nedir Ne Değildir, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010.
EMRE, Yunus, CHP, Sosyal Demokrasi ve Sol, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013.
GÜRİZ, Adnan, Sosyal Demokrasi İdeolojisi, Phoenix Yayınevi, Ankara, 2011.
KOZANOĞLU, Can, Şimdi SHP’ye hakaret ‘in’, Birikim, Sayı 33, 1992.
KÖMÜRCÜ, Derya, Türkiye Sosyal Demokrasi Arayışı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2010.
KÖMÜRCÜ, Derya, Kılıçdaroğlu Sonrası CHP, İktisat Dergisi, Sayı 515-516, Haziran 2011.

İNTERNET KAYNAKLARI

FİLHO, Alfredo Saad; JOHNSTON, Deborah, Neoliberalizm, Muhalif Bir Seçki, Yordam Kitap. <http://www.tasfiyedergisi.com/direnen-edebiyat/?p=2395>
MARX, Karl ve ENGELS, Friedrich, Komünist Parti Manifestosu, Marx/Engels eserleri, Bölüm 1. <http://www.kurtuluscephesi.com/marks/manifesto.html>
__ 1929 Dünya Ekonomik Buhranı <http://tr.wikipedia.org/wiki/1929_Dünya_Ekonomik_Bunalımı>
__ Sosyal Demokrasi, Sosyalizm ve Komünizm <http://fikretkarabudak.blogcu.com/sosyal-demokrasi-sosyalizm-komunizm/12248713> 
__ Paris Komünü <http://tr.wikipedia.org/wiki/Paris_Komünü>
__ Birinci Enternasyonal <http://tr.wikipedia.org/wiki/Birinci_Enternasyonal>

[1] Karl Marx ve Friedrich Engels "Komünist Parti Manifestosu" (Marx/Engels eserleri, Bölüm 1;) <http://www.kurtuluscephesi.com/marks/manifesto.html>
[2] Diğer ismiyle Uluslararası Emekçiler Birliği. İşçi sınıfına ve sınıf çatışmasına dayanan, sol ideolojik çizgide siyasi partilerin ve sendikaların oluşturduğu, dünya işçileri arasındaki dayanışmayı temsil eden ilk büyük uluslararası sosyalist örgüt. <http://tr.wikipedia.org/wiki/Birinci_Enternasyonal>
[3] Paris’te iki aylık kısa sürede iktidarda olan yerel bir yönetim. Komün, Fransızların yenilgisiyle sonuçlanan Fransız-Prusya Savaşı’nın ardından Paris’teki tüm devrimci eğilimlerin sivil bir ayaklanma başlatmasıyla kuruldu. <http://tr.wikipedia.org/wiki/Paris_Komünü>
[4] Derya Kömürcü, Türkiye’de Sosyal Demokrasi Arayışı SODEP ve SHP Deneyimleri, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2010, s. 69.
[5] Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 1996, s.310-311 aktaran Kömürcü, 2010, s.99.
[6] Kömürcü, 2010, s.102.
[7] a.g.e, s.103.
[8] a.g.e, s.100
[9] Yunus Emre, CHP, Sosyal Demokrasi ve Sol, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, syf.103.
[10] Kömürcü, 2010, s. 129.
[11] a.g.e s.67
[12] a.g.e, s.70
[13] a.g.e, s.135.
[14] Milliyet, 6 Temmuz 1970’ten aktaran Kili, 1976, s.261.
[15] Kömürcü, 2010, s. 143.
[16] Kömürcü, 2010, s. 146.
[17] Ecevit, 1978, s. 182-183 aktaran Kömürcü, 2010, s. 147.
[18] <http://tr.wikipedia.org/wiki/1929_Dünya_Ekonomik_Bunalımı>
[19] <http://fikretkarabudak.blogcu.com/sosyal-demokrasi-sosyalizm-komunizm/12248713>
[20] Alfredo Saad Filho, Deborah Johnston,  Neoliberalizm, Muhalif Bir Seçki, Yordam Kitap, s. 17-18. <http://www.tasfiyedergisi.com/direnen-edebiyat/?p=2395>
[21] Can Kozanoğlu, “Şimdi SHP’ye hakaret ‘in’”, Birikim, Sayı 33, 1992, s.37.
[22] Kömürcü, 2010, s.263.
[23] Derya Kömürcü, Kılıçdaroğlu Sonrası CHP, İktisat Dergisi, Sayı 515-516, Haziran 2011, s. 37-47.

http://minervadergi.blogspot.com.tr/2014/09/chpnin-sosyal-demokrasi-arays.html



***