20 Ekim 2017 Cuma

NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları BÖLÜM 2

 NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları  BÖLÜM 2


Kamuoyunda yükselen ABD ve NATO karşıtlığı, Türkiye’deki ABD/NATO üslerini iyiden iyiye hassas hale getirmiştir. 1969’de imzalanan Savunma İşbirliği Anlaşması (SİA) ile Türkiye’deki üslerin statüsü tek bir anlaşmayla yeniden düzenlenmiştir. Ankara, artık üslerin Türk makamlarının bilgisi dışında kullanılması için yeni önlemleri yürürlüğe koymuştur. Bu kapsamda örneğin 
Türk-Sovyet ilişkilerini zora sokan, U-2 casus uçakların İncirlik’ten uçmalarına da izin verilmemiştir. Özetle Kıbrıs sorunu nedeniyle ittifakın, özellikle de ABD’nin Türkiye’nin emlak değerinden yararlanma olanağı geçmiş döneme göre bir hayli sınırlandırılmıştır.32 
Soğuk Savaş’ın ilk kez bu aşamasında Türkiye kısıtlı ulusal bütçe kaynaklarıyla savunma imkanlarını geliştirmeye yönelmiştir. NATO’nun esnek karşılık stratejisine geçişi bunun bir gerekçesidir. 
Ancak ondan daha da önemlisi 1964’den itibaren Kıbrıs sorununun günün birinde Türkiye’nin askeri güç kullanmasını gerektirebilecek oluşudur. Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin Transatlantik güvenliğe katkısını iki bakımdan sınırlamıştır. Bunlardan birincisi Yunanistan’ın da soruna taraf olması nedeniyle, iki ittifak üyesi arasındaki bölgesel rekabetin NATO’nun işleyişine genel etkisidir. Bir diğer etki ise, Türkiye’nin Kıbrıs’ta ortaya çıkabilecek krizleri göz önüne alarak askeri gücünün bir bölümünü ulusal önceliklere tahsis etmesidir.33 

Yumuşama evresinde savunma politikasına güçlü bir ulusal boyut kazandırma konusunda hiçbir NATO üyesi Fransa ile boy ölçüşemezdi. Cumhurbaşkanı De Gaulle, işi 1966’da Fransa’yı NATO’un askeri yapısından çekecek denli ileri götürmüştü.34 Fransa’nın çekilmesi NATO’nun geri kalan üyelerinin sorumluluklarını da artmıştı. Ayrıca mevcudiyetinin ikinci on yılında ittifak geçmişe oranla daha az bütünlük gösterir hale gelmişti. Yeni bir stratejik anlayışla birlikte katkı ölçütlerinin farklılaştığı Türkiye’ye ilişkin değerlendirmelerden de anlaşılmaktadır. Öyle ki 1960’ların başı ile sonu 
arasında yapılan değerlendirmelerde çok farklı sonuçlara varılmıştır. Örneğin 27 Mayıs 1960 darbesini izleyen dönemde yapılan bir değerlendirmeye göre, “Türkiye’nin savunma gayretleri NATO ve hür dünyanın kolektif güvenliği açısından elzemdir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gücündeki herhangi bir indirim ‘Hür Dünya’nın kolektif askeri etkinliği ile savunma yeteneğinde genel bir bozulma meydana getirecektir” denirken,35 Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından ayrılması sonrası 1969 başında yapılan bir başka değerlendirmede ise Türkiye’nin ittifak savunmasına katkısına ilişkin oldukça kötümser ifadeler kullanılmıştı.36 

Ambargo Yılları, 1974-1980 

Esnek karşılık stratejisine geçişle birlikte ülkenin kendi imkanlarının çok ötesinde bir savunma külfeti üstlendiği ve ekonomik kalkınmasının sekteye uğradığı görüşü de Türkiye’de giderek daha yüksek sese dile getirilmeye başlandı. Öte yandan uluslararası yumuşama ortamını Sovyetler Birliği ile ekonomik 
ilişkilerini geliştirmek için de kullanmıştır. Ancak 1970’lerin ilk yarısında dünya ekonomisinde oluşan kırılganlıklara bir de 1973 Petrol Krizi eklenince Türkiye’nin gelişmiş silahlara harcayabileceği bütçe kaynağı kalmamıştır. 

Üstüne üstlük Türkiye’nin 1974’de gerçekleştirdiği Kıbrıs müdahalesi bütçesinin %20’sine mal olmuştur.37 Buna 1975’de ABD’nin koyduğu silah ambargosu da eklenince Türkiye’nin savunma yetenekleri ciddi biçimde törpülemiştir.38 Silah ambargosuna karşılık Türk hükümeti, İncirlik dışındaki tüm tesislerin faaliyetini askıya almıştır. 
  İzleyen on yıl ABD ve NATO’nun Türkiye’nin emlak değerinden 
eskisine göre çok daha az yararlanabildiği bir dönem olmuştur. Sadece istihbarat ve dinleme imkanları bakımından değil, nükleer caydırıcılık açısından da Türkiye’nin Transatlantik güvenliğe bir katkısı kalmamıştır. Zira daha Kıbrıs Barış Harekatı başlar başlamaz ABD Türkiye’deki nükleer silahları depolara kaldırtmıştır.39 

Türk tarafı da bu silahların dönüşüne uzunca bir süre onay vermemiştir.40 

Bu dönemde Türkiye ve müttefikleri arasındaki askeri yetenekler makası ciddi biçimde açılmıştır. 
Türkiye elindeki demode silah sistemleri ile NATO’nun konvansiyonel stratejisine de katkı verecek durumdan çıkmıştır.41 Ambargo 1978’de kaldırıldıysa da, Türkiye’deki üslerin yeniden faaliyete geçmesi 
ve nükleer silahların göreve dönüşü ABD ile yeni bir Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA) imzalanana dek gerçekleşmemiştir. Nihayet Mart 1980’de anlaşma sağlanabilmiş, ancak nükleer silahların göreve dönüşüne 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında askeri yönetim tarafından yeşil ışık yakılmıştır. 

Yeni Soğuk Savaş: Daha Fazla Nükleer Silah 

1980’lerde bölgesel ve küresel gelişmeler Türkiye’nin Transatlantik güvenlik açısından taşıdığı ağırlığı artırdı. Bu gelişmelerden ilki, Washington Körfez stratejisinin köşe taşlarından İran’da Şah rejiminin 1979’da yıkılmasıdır. Yeni rejim bu ülkedeki ABD dinleme ve erken uyarı tesislerini kapatmıştır. Aynı 
yıl Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali gerilimini körükleyen bir diğer gelişmeydi. Böylece Doğu- Batı ilişkilerinde yeni bir rekabet ve silahlanma dönemine girildi. ABD, 1980’deki Carter Doktrini ile herhangi bir dış gücün Basra Körfezi’ni hakimiyet girişiminin ABD’nin yaşamsal çıkarlarına yönelik 
tehdit kabul edileceğini ve gerekirse askeri güçle yanıtlanacağını ilan etti.42 

NATO için bu bölge hala alan dışı sayılmaktaydı. ABD ise bu yeni coğrafi önceliğe uygun askeri teşkilatlanmaya giderek karargahı Florida’da bulunan bir Merkezi Komutanlık (Central Command) kurdu. Bu karargah, Orta Doğu’ya askeri müdahade kullanılacak Çevik Kuvvete (Rapid Deployment Force) komuta edecekti. ABD’nin Orta Doğu’ya müdahil olma hevesi Avrupalı müttefiklerce paylaşılmıyordu. Bölgeye yakınlığı esas olarak Türkiye’yi zor durumda bırakıyordu.43 Bu aşamada Transatlantik güvenlik topluluğu içinde bir Atlantikçi ve Avrupalı ayırışmasından söz etmek mümkün değilse de, NATO’nun alan dışına çıkma ihtimali Avrupalı üyeleri kaygılandırıyordu.44 Bu nedenle Ankara 
ve Washington arasındaki müzakereler ABD’nin alan dışı görevler için Türkiye’deki üs ve tesislerden yararlanma beklentisinin gölgesinde yürütüldü. Ankara ABD taleplerini mutlaka NATO yükümlülükleri çerçevesine oturtmaya uğraşıyordu.45 Orta Doğu’nun ABD için stratejik önceliğe dönüşmesi, 
Avrupalı NATO üyeleri gözünde Türkiye’yi potansiyel bir risk unsuru haline getirmeye başlayacaktı. 

Bu dönemde Türkiye’deki tesislerden elde edilen istihbarat Batı güvenliği açısından paha biçilemez değerdeydi.46 1980’li yıllarda Türkiye topraklarında bulunan Amerikan nükleer silahlarının sayısı 489’a ulaşmıştı. Eldeki veriler askeri yönetim döneminde Türkiye’nin 1974 öncesinden çok daha yüksek sayıda nükleer silah konuşlandırılmasına izin verdiği izlenimini doğurmaktadır.47 1980’li yıllara girildiğinde Beyaz Saray’da Sovyetlere karşı sertlik yanlısı politikalar uygulamaya kararlı Cumhuriyetçi Başkan Ronald Reagan oturuyordu. Reagan’a göre Sovyetler, ABD’nin dengi değildi ve haddi bildirilmeliydi.48 

Bu yeni politika gereği ABD silahlanmaya büyük kaynaklar ayırdı. ABD Silahlı Kuvvetleri, Soğuk Savaş’ta ilk kez savunma yerine, taaruzu esas alan bir doktrin oluşturdu. Hava-Kara Harbi (Air-Land Battle) olarak anılan bu yeni doktrin olası bir çatışmayı düşman topraklarının derinliklerine taşıyarak buradaki kuvvetlerini etkisiz hale getirecek konvansiyonel yeteneklere ağırlık veriyordu. 
NATO da bunun bir türevi sayılacak FOFA (Follow-on Forces Attack: Birbirini İzleyen Kuvvetler Üzerinde Taaruz) doktrinini benimsedi. Yüksek teknolojili konvansiyonel askeri yeteneklere dayanan bu doktrin üye devletlere bir hayli tuzluya mal olacağa benziyordu.49 1980’lerde NATO içinde yük paylaşımı tartışmaları bu doktrinin etkisiyle yeniden alevlendi. Bu dönemde Türkiye askeri modernizasyon hamlesi başlatmıştı. Ortak üretim ya da montaj projelerine 
yönelerek FOFA’nın öngördüğü yeteneklerin kazanılmasına çalışıldı.50 Özellikle yeni silah tedariği giderek büyüyen bir bütçe kalemine dönüşürken, Türkiye de GSYH’ye oranla en çok savunma harcaması yapan üyelerden biri olmuştur.51 

Savunma harcamaları bağlamında Türkiye’nin ittifak içerisinde bir free rider olup olmadığını tespit etmeye çalışan Değer, 1980’li yıllarda Türkiye’nin %4.8’lik reel savunma harcamasının GSMH’ye oranıyla ABD’ye denk olduğu sonucuna varmıştır. 

Bu oran diğer tüm Avrupalı NATO ülkelerinin ortalama % 1.6’den üç kat yüksekti.52 

Türkiye’nin ittifakın savunmasına katkılarına ilişkin değerlendirmelerde Güney Kanat bölgesinde olası beş harekat alanı dikkate alınıyordu. Bunların dördü kara cephesi biri ise deniz cephesini oluşturuyordu. Kara cepheleri Kuzey İtalya, Kuzey Yunanistan/Batı Trakya, Doğu Trakya/Türkiye ve Doğu Türkiye ve Akdeniz cepheleriydi. Sovyetlerin Merkez Cephe’den kuvvet kaydırılmasını sağlamak 
veya İttifakın kararlığını sınamak için bunlardan biri ya da ikisine (Batı ya da Doğu Trakya veya Doğu Türkiye) karşı harekate girişmesi ihtimal dahilinde görülüyordu. Türkiye’nin kendi topraklarına yönelik böyle bir harekatı tek başına karşılayabileceği düşünülüyordu. Akdeniz’e yönelik bir hamle ise bölgedeki tüm üyeleri tehdit edebilecekti. Akdeniz bölgeyi bir arada tutan iki “tutkal”dan birisiydi. Diğeri ise ABD stratejik yetenekleriydi.53 

Akdeniz’deki ABD deniz gücü, Yunanistan ve Türkiye’ye kuvvetlerini Doğu-Batı çatışmasına göre değil, birbirlerine karşı tertipleme imkanı sağlıyordu.54 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında askeri yönetim, ABD’nin baskısıyla Yunanistan’ın ittifakın askeri kanadına dönüşüne yeşil ışık yakmıştı.

55 Bu yıldan itibaren Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan çekişmeler Türkiye’nin NATO’ya katkı imkanını daraltıyordu. İki üye Ege’de komuta kontrol düzenlemeleri konusunda çekişiyor, Ege’deki NATO tatbikatlarını zora sokuyor ve nihayet birbirlerinin kuvvet hedeflerini veto dahi edebiliyorlardı.56 

Öte yandan bu dönemde yine ABD’nin caydırıcılığa seçici (discriminate deterrence) bir işlev yükleme çabaları da ittifak içi farklılaşmanın bir diğer boyutuna işaret etmektedir. Bu gelişme Türkiye ve Norveç gibi kanat ülkelerini bir hayli kaygılandırmıştır.57 Avrupalı müttefikleri en çok kaygılandıran gelişme, ABD’nin kendilerine danışmadan Sovyetlerle imzaladığı INF (Intermediate Nuclear Forces: Orta Menzilli Nükleer Füzeler) Antlaşması’dır. Bu müttefiklerin “terk edilme” kaygısını derinleştirdi.58 Tüm bu kaygılar Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla anlamsızlaştı. Duvarın simgelediği büyük bölünmüşlük ortadan kalktı ve Soğuk Savaş sona erdi. Bu stratejik deprem Türkiye’nin Transatlantik güvenliğe katkısının temelini oluşturan emlak değerini çok düşürdü. 

Soğuk Savaş’ın Ardından: Alan Dışı, Görev Dışı 

1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle Orta Doğu uluslararası ve Transatlantik güvenliğin odağı haline gelmiştir. İşgal sonrası ortaya çıkan kriz ve savaş, Türkiye’ye emlak değerini bu kez bölgesel bağlamda ve kısmen geri kazandırmıştır. Ama NATO’nun Atlantikçi ve Avrupacı kanatlarının bu 
bölgeye bakışlarıdaki farkılık, Türkiye’ye ilişkin değerlendirmelerine de yansımıştır. 

Bunun ilk örneği, Ankara’nın Irak’a olası bir müdaheleye önlem olarak hava savunmasını güçlendirmek üzere NATO’dan Patriot bataryaları ve AMF (Allied Command Mobile Force: Avrupa Komutanlığı Çevik Kuvveti) hava unsurlarının dayanışma amacıyla Türkiye topraklarına konuşlandırılması talebiyle 
ortaya çıkmıştır.59 Bazı üyelerin bu konudaki isteksizliği, NATO’nun ülke savunmasına katkısını tartışmalı hale gelmiştir.60 

Soğuk Savaş’ın bitişi, olabildiğince büyük kuvvetlerle bir baskın taaruza karşı hazırlıklı olmaya dayalı, savunma ve caydırıcılık üzerinden tanımlanan katkı anlayışını da sona erdirdi. Daha da önemlisi NATO’nun rakibi Varşova Paktı feshedildi. NATO kendine yeni bir rol ve işlev ararken katkıyı ölçmek 
de zorlaştı. Soğuk Savaş sonrasının ilk stratejik konsepti 1991 Roma zirvesinde onaylandı.61 Bu konsept, Soğuk Savaş’a oranla kapsamlı bir güvenlik anlayışının da habercisiydi. Bu bağlamda ilk kez ittifak alanı dışındaki tehditlere de yer verilmişti. Üstelik yeni güvenlik riskleri eskisine göre karmaşık ve çok boyutluydu. NATO içinde ayrı bir Avrupa güvenlik kimliği düşüncesi yine ilk kez bu stratejiyle gündeme girdi. NATO’nun esasen bir kolektif savunma örgütü olduğu teyid edilmekle beraber, dönemin genel sekreterinin ifadesiyle NATO aynı zamanda dünyadaki “tek işlevsel kolektif güvenlik örgütü”ydü.62 

1990’larda Yugoslavya krizi sırasında, NATO’nun ilk kez hem de geleneksel tanımla “alan dışı” sayılan Balkanlar’da güç kullanması, “alan dışı” harekatlara katılım ve desteği arnan katkı unsurlarına dönüştürdü. Sınır ötesinde harekat yeteneğinin öne çıktığı bu evrede, Türkiye Balkanlar’da yürütülen hava faaliyetlerine ve Akdeniz’de yürütülen NATO deniz görevlerine katkı sağlayan 
üyelerden biriydi. Bir kolektif savunma örgütü olarak kurulan NATO ise 1990’larda hem Balkan görevleriyle alan dışına çıktı hem de kolektif güvenlik aygıtı işlevi görmeye başladı. Bu görevler, Türkiye’nin 1980’lerden itibaren savunmaya yaptığı yatırımlarının meyvelerinin alındığı döneme denk geldi. Soğuk Savaş döneminde ülke sınırları dışında görev yapmaya veya sorumluluk üstelenmeye ne kabiliyeti ne de niyeti olmayan Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan bu yeni görevlere hevesliydi.63 

Bu tür görevlerin ilki Nisan 1993’de eski Yugoslavya üzerinde ilan edilen uçuşa yasak bölgenin denetlenmesidir. Türkiye bu görev için 18 F-16 tahsis etmeyi önerdi. Türk uçaklarının bu görevi yapmasına NATO içerisinde Yunanistan bir süre itiraz etmişse de, istenen büyüklükte bir hava unsurunun başka türlü oluşturulamayacağı anlaşılınca itiraz aşılabilmiştir.64 Ayrıca 20 Aralık 1995’den itibaren bir Türk Tugayı Bosna-Hersek’e konuşlandırıldı.65 

Türkiye bu tür görevlere yeniden kurgulanan dünyada kendine biçtiği “güvenlik üreticisi” rolünü desteklemek adına talip olmuştur.66 Ancak 1990’lı yıllarda Türkiye’nin özellikle ikili dış politika konularında askeri güce sıkça başvurması, onu Avrupalı müttefiklerinin gözünde bir “güvenlik tüketicisi” haline getirmiş tir.67 

1995’de Ege’de Kardak nedeniyle Yunanistan ile savaşın eşiğine gelinmişti. 
Bunu takiben Kıbrıs Rum Kesimi’nin adaya S-300 füzesi konuşlandırma kararına karşı Türkiye çok sert tepki vermiş ve askeri müdahale tehdidinde bulunmuştur. 1991 Körfez Krizini izleyen dönemde Kuzey Irak, TSK’nın harekat sahası olmuştur. Nihayet 1998’de Suriye’ye verilen ültimatom ile Abdullah Öcalan’ın bu ülkeden çıkartılması, Ankara’nın askeri güç içeren dış politika uygulamalarının 
örnekleridir. Tüm bunlar kendisine ABD ve NATO’dan bir ölçüde bağımsız bir rol çizmeye çalışan AB’nin Türkiye’ye bakışını olumsuz etkilemiştir. 

Nisan 1999’da Kosova hava harekatı sürerken, Washington’da gerçekleştirilen NATO zirvesinde kabul edilen yeni stratejik konseptle alan dışı harekatlar ittifakın görevleri arasına resmen katılmış oldu.68 Türkiye 1999’daki Kosova hava harekatına biraz da gönülsüzce katılmıştır. Gönülsüzlüğün 
altında, egemen bir ülkenin topraklarına yönelik bir harekatın BM Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın gerçekleştirilmesi yatmaktadır. 78 gün süren Kosova hava harekatının bir aşamasında Türkiye’deki hava üslerinin kullanılması gündeme gelmiştir. Bu amaçla Bandırma, Balıkesir ve Çorlu hava üsleri NATO’nun kullanımına tahsis edilmiştir. Ancak bu üslere gerek kalmadan Belgrad yönetimi geri adım atmıştır. Kosova harekatı, Türkiye’nin sahip olduğu askeri imkan ve yeteneklerle NATO harekatlarına katkı yapabilen bir üye kimliğini pekiştirmiştir. Ayrıca Balkanlar’da yürütülen hava harekatı için topraklarındaki üslerin düşünülmesi Türkiye’nin coğrafi konumunun önemini 
teyid etmiştir.69 Aslında tarihinin hiç bir döneminde Türkiye ittifaka bu kadar somut katkı yapabilecek durumda olmamıştır. Öte yandan Türkiye’nin katkı potansiyeli üç etmen tarafından sınırlanmıştır: Yunanistan ile yaşanan sorunlar, AB-Türkiye ilişkilerinde yaşanan tıkanıklık ve Türkiye’nin PKK’ya karşı yürüttüğü mücadele. 

Cüsseden Çevikliğe Dönüşüm Arayışı 

AB’nin Aralık 1999 Kopenhag zirvesinde Türkiye’nin aday ülke ilan edilmesi anılan üç kısıtı büyük ölçüde etkisizleştirebilecekti. Fakat 11 Eylül 2001 saldırıları neticesi hem uluslararası bağlam değişti hem de Türkiye-AB ilişkilerini çıkmaza sokan bir dizi gelişme yaşandı. Öte yandan 11 Eylül saldırıları sonrası, NATO’ya katkının cüsse ya da siklet değil konuşlandırılabilme (deployability) 
ve idame edilebilirlik (sustanability) üzerinden ölçüldüğü bir evreye girildi. NATO’nun dönüşüm iradesi Prag’daki zirvede teyid edildi. NATO’nun askeri kuvvetleri yeni güvenlik tehdit ve risklerine göre yeni baştan kurgulanacaktı. NATO’nun harekat coğrafyası, Afganistan’a dek uzanırken, üyelik dışında ortaklarla işbirliği yeni bir faaliyet türünü ortaya çıkardı. Askeri olduğu 
kadar siyasi ilişkileri de öne çıkartan bu tür ortaklıklar, Türkiye’ye yeni bir katkı imkanı da sağlamış oldu. 

Ayrıca NATO’nun Dönüşüm hedefine uyum çerçevesinde, TSK’nın da kısmi bir dönüşüm geçirdiği gözlemlendi. Bu evrede işlevsel ve maddi olarak Türkiye’nin katkı potansiyeli geçmişe göre bir hayli artmış olmakla birlikte, AB ile ilişkilerde yaşanan tıkanıklıklar ve kırılganlıklar, AGSP (Avrupa 2004, ss. 25-52. 
Güvenlik ve Savunma Politikası) gibi konular katkıyı kısıtlayıcı etmenlerdi. 

Bu evrede Transatlantik güvenliğe katkı bir üyenin “güvenlik üreticisi” mi yoksa “güvenlik tüketicisi” mi olduğuna bakılarak ölçülmeye çalışıyordu. 

Güvenlik tanımlarının değiştiği ve farkılaştığı bu dönemde Ankara kendisini bir 
güvenlik üreticisi olarak nitelerken, AB üyeleri hem uygulamaları hem de coğrafi konumu nedeniyle Türkiye’yi potansiyel “güvenlik tüketicisi” olarak görmekteydiler.70 Afganistan’a yönelik ABD harekatını izleyen dönemde NATO’nun bu ülkede istikrar görevine soyunması deniz aşırı harekatlar için konuşlandırılabilir asker ihtiyacını artırdı. Türkiye bir kez daha silah altında tuttuğu asker sayısı nedeniyle bu konuda en çok katkı beklenen ve talep edilen üye oldu. Bu dönem ileri süren gerekçelerin erken Soğuk Savaş dönemini çağrıştırması ilginçtir. “Ucuz asker”, bir kez daha Türkiye’nin NATO içerisindeki mukayeseli üstünlüğü sayılmıştır. Türk basınına yansıyan değerlendirmelere göre bir ABD askerinin yıllık maliyeti 81.235 ABD doları, Kanada askerininki 
62.903 ABD Doları, Portekiz askerininki 7.692 ABD Doları, Türk askerininki 3,148 ABD Doları ve Polonya askerininki ise 2.700 ABD Dolarıdır.71 
Türkiye’den bu tür katkı beklentilerinin doruğa çıktığı dönem, ülke tarihinin en ağır ekonomik krizinin yaşandığı günlere denk gelmiştir. Türk askerini yurtdışına gönderme konusunda bir siyasi irade oluştuysa da, parasızlık nedeniyle iradenin uygulamaya geçmesi zora girmiştir.72 Bu nedenle USA Today’de çıkan bir yazıda masrafları ABD tarafından karşılanmak kaydıyla, 25.000 kişilik bir Türk birliğinin, İngiliz komutasında Afganistan’a gönderilebileceği düşüncesi ortaya atılmıştır.73 Birkaç ay sonra Türkiye Afganistan’daki istikrar harekatına ilk askeri katkısını yapmıştı. Konuşlandırılan asker sayısı USA Today’ın öngördüğünün çok altındaydı. Ayrıca 1400 Türk askeri İngiliz komutasında değil, komutanın 
İngilizlerden devralındığı bir görev için bu ülkeye gönderilmişti. İstanbul Maslak’ta konuşlu 3. Kolordu Haziran 2002 ile Şubat 2003 tarihleri arasında Kabil Komutanlığı görevini yürütmüştür.74 Bu ilk konuşlanmanın maliyetinin başlangıçta ayda 50 milyon doları bulabileceği tahmin edilmişti.75 Kesin veriler kamuoyuyla paylaşılmadıysa da, bu görev için ABD’nin 228 milyon dolarlık askeri malzeme yardımı taahhüt ettiği ifade edilmiştir.76 Wikileaks’e sızan belgelere ise aylık maliyet 9 milyon dolar civarındadır.77 

3 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları BÖLÜM 1


NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları BÖLÜM 1



E-mail: bilgi@uidergisi.com.tr 
Web: www.uidergisi.com.tr 
Uluslararası İlişkiler Konseyi Derneği | Uluslararası İlişkiler Dergisi 
Web: www.uidergisi.com.tr | 
E- Posta: bilgi@uidergisi.com.tr 


NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları 
Serhat GÜVENÇ* 
* Prof. Dr., Kadir Has Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü 

Bu makaleye atıf için: Güvenç, Serhat, “NATO’nun Evrimi 
ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları”, 

NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları 
Serhat GÜVENÇ 
Prof. Dr., Uluslararası İlişkiler Bölümü, İİSBF, Kadir Has Üniversitesi, İstanbul. 
E-posta: serhatg@khas.edu.tr. 


ÖZET 

Türkiye NATO’ya 60 yıl aşkın bir süredir üyedir. Bu sürede güvenliğin hedefleri ve araçlarındaki değişime koşut olarak Türkiye’nin NATO’nun kolektif güvenlik sistemine katkısı da nitelik ve nicelik olarak değişim göstermiştir. 
Türkiye’nin katkıları bağlamında süreklilik gösteren iki unsur göze çarpmaktadır. Bunlardan birisi coğrafi konumudur. NATO’nun tehdit algılarının yoğunlaştığı bölgelere komşuluğu Türkiye ittifak açısından emlak değerini artırmaktadır. Bir diğer konu ise Türkiye’nin diğer müttefiklere oranla mukayeseli üstünlüğü sayılan, düşük maliyetle büyük bir orduyu silahaltında tutabilmesidir. Soğuk Savaş’ta Türkiye’nin ittifaka katkıları bu iki eksende değerlendirilmiştir. Soğuk Savaş sonrası dönemde, alan dışı kolektif güvenlik görevlerine talip olan NATO’nun evrilen gereksinimleri doğrultusunda Türkiye de katkısını dönüştürüp nicelikten niteliğe ağrılık verdi. Ancak NATO’nun Balistik Füze Savunma Sistemi örneğinde olduğu gibi yünümüzde Türkiye’nin ittifaka temel katkısı bir 
kez daha coğrafi konumunun bir fonksiyonu olarak gündeme gelmiştir. 

Anahtar Kelimeler:  NATO, Transatlantik Güvenlik, Kolektif Savunma, Yük Paylaşımı, Türkiye’nin Savunması, SERHAT GÜVENÇ, 
EVRİM, KADİR HAS ÜNİVERSİTESİ, ULUSLAR ARASI İLİŞKİLER,

Giriş 

Güncel tartışmalarda NATO’nun Türkiye’nin güvenliğine katkısı giderek daha fazla sorgulanmaktadır. Türkiye’yi merkeze koyan bu katkı tartışmaları, ülkenin hem ittifak içerisinde hem de dünyada değişen konumunun bir yansıması ve son dönemde kazandığı özgüvenin bir sonucudur. Ancak bu çalışmada sadece güncele odaklanılmayıp Türkiye’nin Transatlantik güvenlik topluluğuna katkıları ittifakın tarihsel evrimi çerçevesinde ele alınacaktır.
 Türkiye’nin NATO üyeliğinin daha ilk yıldönümünde İngiliz The Times gazetesinin, “Türkiye’nin NATO’ya katkısını konu etmesi bu konuda ilginç ipuçları sunmaktadır. The Times‘a göre Deniz harekâtı bakımından ele alındığında küçük bir donanmaya sahip olmasına rağmen, Türkiye’nin stratejik öneme sahip Boğazlar üzerindeki denetimi değerini artırmaktadır. Kara harekâtı açısından 
katkı potansiyeli daha yüksektir. Türkiye kalabalık bir orduya sahiptir. Bu ordunun %95’i NATO’ya tahsis edilmiştir. Jet uçakları ile donatılmış hava kuvvetinin asli görevi kara harekâtını desteklemektir. 
Olası bir savaşta Türkiye’nin hava harekâtına asıl katkısı müttefik hava kuvvetlerinin kullanıma tahsis edeceği hava üsleridir.1 Özetle Türkiye’nin NATO’ya katkısını coğrafi konumuna bağlı, “emlak değeri” (real estate value) üzerinden tanımlamıştı.2 

Güvenliğe katkıyı ölçüye vurmak kolay değildir. Bu tür bir hesaplamayı ABD-Türkiye ilişkileri bağlamında Soğuk Savaş’ın son dönemi için yapmaya girişen Saadet Değer, nesnel bir tablo çıkarmanın zorluklarına işaret etmiştir.3 Bu çalışmada ise “katkı” kavramı, NATO’nun zamana, mekâna ve bağlama göre değişen öncelikleri, stratejik konseptleri, tehdit algılamaları, görev ve işlevleri ile coğrafi ilgi ve harekât alanları üzerinden tanımlanacaktır. Çalışma zamandizinsel kurgulanmıştır. Burada amaç tarihsel betimlemelere ağırlık vermek değil, zamanla evrilen stratejilerin, hedeflerin ve önceliklerin ışığında Türkiye’nin Transatlantik güvenliğe katkısını tartışmaktır. Bu arada Atlantiğin iki yakası 
olduğu ve zamanla Atlantikçi (Atlanticist) ve Avrupacı (European) ayrışmasının ortaya çıktığını da göz önünde bulundurmak gerekir. Türkiye geleneksel olarak Atlantikçi kanadına mensup sayılır. Bu ayrışmanın keskinleştiği dönemlerde Transatlantik güvenlikten ne kast edildiği de ayrışmanın hangi yanında bulunulduğuna bağlı olarak farklılaşır. Doğal olarak bu tür evrelerde Türkiye’nin katkısı ya da yükü Atlantikçi-Avrupacı ayrışma çerçevesinde değerlendirilmiştir. 

Bağlı olarak zaman içinde değişen ve evrilen güvenlik kavramı da üyelerden beklenen katkıların nitelik ve niceliğini etkilemiştir. Soğuk Savaş süresince güvenlik savunma ve caydırıcılık odaklı olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte güvenliğin tanımı ve kapsamı genişleyince askeri gücün dışında yeni ve farklı yöntem ve araçlara gereksinim doğurmuştur. Sert güvenlik (hard security) ve yumuşak güvenlik (soft security) ayrımı sonucu, gücün kendisi de sert güç (hard power) ve yumuşak güç (soft power) ayrımına tabi tutulmuştur. 

Kalabalık Ordular: 1947-1959 

Soğuk Savaş’ın erken döneminde askeri güç denince nicelik, yani büyüklük öne çıkardı. Herhangi bir üyenin ittifaka katkısı asker sayısı, muharip uçak, tank ve top, gemi adedi gibi görece somut ölçütlerle değerlendirilebilirdi. 

Bu çerçevede Türkiye’nin üyeliğinin ilk yıllarında NATO’ya temel katkısı 
kalabalık ordusuydu. Bir diğeri ise Türkiye’nin coğrafi konumuyla ilgilidir. Savaş sonrası dönemde Avrupa’nın askeri açıdan zayıflığını ve ABD ordusunun hızla terhis edildiğini göz önüne alan Amerikan kurmayları Türkiye’nin olası bir savaşta üstlenebileceği sorumluluklara kafa yormaya başlamıştı. 

Aynı dönemde Sovyetler askerlerini terhis etmeyerek ordusunu büyük ölçüde muhafaza etmişti. ABD, karada ortaya çıkan kuvvet dengesizliğini B-29 gibi uzun menzilli stratejik bombardıman uçaklarıyla kapatmayı hesaplıyordu. Atom bombası taşıyan stratejik bombardıman uçakları en değerli silahlardı. 
Bunların Sovyetler Birliği’nin derinliklerindeki stratejik hedefleri vurabilmeleri için bu ülkeye yakın hava üsleri gerekliydi. Türkiye tam da bu sıralarda kalabalık ordusu ve Sovyetlere coğrafi yakınlığı nedeniyle hem kara gücü zaafiyetini telafi hem de stratejik hava harekâtını destekleyecek üslere ev sahipliği 
yapma potansiyeli nedeniyle ABD’li kurmaylarının ilgisini çekmişti.4 

Böylece Türkiye’nin Transatlantik güvenliğe olası katkısı ilk başlarda coğrafi konumu ve kalabalık ordusu üzerinden kavramsallaştırılmış oldu. Bölgeye ilgileri hala devam eden İngilizlerin Temmuz 1948’de hazırladıkları Sandown isimli plan, Orta Doğu’ya yönelik bir Sovyet saldırısına karşı en iyi savunma hattının Toros ve Zağros dağlarına isnat edilecek, “Dış Halka” (Outer Ring) adı verilen bir 
hat olacağını varsayıyordu.5 Orta Doğu ve dolayısıyla Türkiye’yi Toros’lara istinaden savunma düşüncesi daha sonra Amerikan planlarında da aynen yer alacaktı. Toros’ların güneyi bir başka açıdan da ABD askeri planlamacılarına cazip geliyordu. Hem savunması görece kolay bir bölgeydi hem de ABD 
stratejik bombardıman uçaklarının üslenmesi için uygun bir mesafedeydi. 1949’da Adana-İskenderun bölgesine hava üssü kurmak ilk kez gündeme geldi. Aynı yıl Sovyetlerin ilk başarılı atom bombası denemesini gerçekleştirmesi bu tür üslere gereksinimi artırdığı için Türkiye’nin emlak değeri de yükselmiş 
oldu.6 

Türkiye ise emlak değerinin bedelini NATO üyeliği olarak tespit etmişti. Başlangıçta Amerikalılar Türkiye’yi savunmaya ilişkin açık taahhütlere girmeden, coğrafi konumundan yararlanabileceklerini düşünmüştü. Fakat 1949’da kurulan NATO’ya girme çabaları sonuçsuz kaldıkça, Ankara’dan ABD yardımlarının yapılan fedakârlıklarla orantılı olmadığı yorumları duyulur oldu.7 Truman Doktrini ile başlayan askeri yardımların ve yatırımların boşa gidebileceği kaygısının da etkisiyle Washington Türkiye’nin NATO üyeliğine onay verdi.8 

Bu dönemde ittifakın dişe dokunur bir askeri kuvveti bulunmuyordu.9 1949’da Batı Avrupalıların topu topu 10 tümeni vardı. Bunlara 32 bağımsız tugay da eklendiğine ortaya 22 tümenlik bir kara gücü çıkıyordu.10 Aynı dönemde Türk ordusu 30 gün içerisinde 13 piyade, üç dağ ve iki süvari tümeni ile altı zırhlı tugayı seferber edebilecek durumdaydı. Bu da toplam 22 tümenlik bu kuvvete denk düşüyordu.11 

Kâğıt üzerinde kalsa bile bu kadar tümene sahip olmak Türkiye’yi diğer müttefiklerinden başlangıçta ayırıyordu.12 Türkiye insan gücüne dayalı, “emek yoğun” bir katkı sağlayabilirdi. Amerikalı askeri yetkililer Türkiye’ye yapılan yardımı Türk askerini eğitmenin ve donatmanın çok ucuz oluşuyla 
gerekçelendiriyorlardı. Kısacası Türkiye’nin ittifak içerisindeki mukayeseli üstünlüğü, coğrafi konumu ve askerlerinin düşük maliyetiydi. ABD askeri yardımının ilk yıllarında yapılan hesaplara göre bir Türk askerinin yıllık maliyeti 500 ABD dolarıydı ki bu bir Amerikan askerinin yıllık maliyetinin yalnızca 
1/10’na karşılık geliyordu.13 Öte yandan kara harekâtına destek olması öngörülen görece büyük bir taktik hava gücünün oluşturulması ve çok sayıda pilot yetiştirilmesi de aynı mantığın uzantısıydı. Türkiye’nin NATO üyeliğinin ilk yıllarında pilot talebi başka hiç bir dönemde olmadığı kadar yüksek sayılara çıkmıştır.14 

Avrupalı müttefiklere göre büyük kuvvetlere sahip olmasına rağmen, Amerikan stratejisinde bir savaş durumunda Türkiye topraklarının muhafazası hedefleyenmiyordu. Boğazların bile savunulması öngörülmüyordu. Sovyetlerin bu su geçiş yolunu denetlemesini engellemeye (denial) odaklanılmıştı. 
Nihai hedef Boğazların Türk denetiminde kalması, Sovyetlerin eline geçmesini engellemekti. İngilizler gibi, Amerikalılar da Türkiye’nin savunması için birliklerin 180 gün sürecek oyalama muharebelerinden sonra Toros Dağlarının güneyindeki İskenderun cebine çekilerek müttefiklerin yardımını 
beklemesini öngörüyordu.15 

Batı Avrupa cephesinde de benzer bir anlayış hakimdi. Eldeki kuvvetlerle bir Sovyet saldırısının bertaraf edilemeyeceği saptamasından hareketle NATO’nun bu cepheye ilişkin kısa vadeli savunma planları, çöküşü ve Dunkirk benzeri bir bozgunun yaşanmasını engellemeye dönük tasarlanmıştı. Ancak bu sayede NATO kuvvetlerinin Sovyet saldırısı karşısında düzenli biçimde geri çekilmesi 
mümkün olabilecekti. Müttefikler en iyi olasılıkla Pirene Dağları’nda tutunabilecekti. Sonuçta ortaya bir işbölümü çıkmıştı. Buna göre stratejik hava harekatının sorumluluğunu büyük ölçüde ABD’ye bırakılıyordu. 
Açık denizlerin savunma sorumluluğunu İngiltere ile ABD paylaşıyordu. 

Diğer NATO 

donanmaları kıyı ve liman savunma görevi yapacaktı. Bu üyelerin kara harekatının ve kara harekatına verilecek taktik hava desteğinin asıl yükünü taşımaları da öngörülmüştü.16 1949 yılında hazırlanan bu plan, Türkiye’nin NATO üyeliğinin ilk yıllarında hala yürürlükteydi. Dolayısıyla Türkiye’nin Transatlantik güvenliğe katkısı da bu iş bölümü çerçevesinde biçimlenmişti. 1957 yılı değerlendirmesinde Türkiye’nin katkısı, kaybından doğacak güvensizlik ya da tehdit artışı olarak ölçülüyordu. 17 Türkiye’nin Transatlantik güvenliğin Avrupa ile doğrudan ilintili olmayan boyutunda, yani ABD’nin alan dışı stratejik çıkarlarına da katkına değinmek gerekir. Orta Doğu’nun Türkiye’ye komşu 
bölgelerinde ABD, İngiltere ve bir ölçüde Fransa dışındaki NATO müttefiklerinin çıkarları söz konusu değildi. İngiltere’nin büyük umut bağladığı MEDO (Middle East Defense Organization: Orta Doğu Savunma İttifakı) ya da Akdeniz Paktı gibi tasarıları suya düşünce, Türkiye’nin NATO üyeliği kolaylaştı. 

Fakat Türkiye’den Orta Doğu’da beklentiler devam ediyordu. Bu beklentilere uygun olarak ilk aşamada 1955’de Bağdat Paktı imzalandı. Irak, İran, İngiltere ve Türkiye’nin üye olduğu bu pakt NATO ve SEATO (Southeast Asia Treaty Organization) örneklerinde olduğu gibi “hür dünya” ittifaklar zincirinin 
bir parçasıydı. Türkiye bu zincirin Transatlantik ve Orta Doğu ayaklarını birleştiren halka konumundaydı. Fakat 1958’de Irak’ta gerçekleşen askeri darbe sonrasında, Bağdat Paktı’nın müşterek askeri karargahı önce Ankara’ya taşındı; Irak’ın çekilmesinin ardından 1959’de, yerine Bağdat Paktı’nın diğer üyelerinin katılımıyla CENTO (Central Treaty Organization) aldı.18 

Nükleer Bombalar ve Dinleme Tesisleri, 1959-1967 

Nükleer silahlar 1950’lerin ortalarından itibaren NATO’nun gündemine girmişti. Sovyetlerin ilk başarılı atom bombası denemesi, bu silahların görünür bir gelecek için ABD tekelinde kalacağı varsayımı çökertmişti. Sovyetlerin nükleer kapasitesini ve niyetlerini kıymetlendirme çabaları çerçevesinde Türkiye’nin Transatlantik güvenlik topluluğu için emlak değeri bir parça daha yükseldi. Sovyetler Birliği’ne komşuluğu bu ülkenin nükleer kapasitesinin izlemesini kolaylaştırıyor ve olsası bir nükleer saldırıda reaksiyon süresini kısaltıyordu. Bu gereksinimlerden ilki güçlü izleme ve erken ihbar radarlarıyla, ikincisi ise nükleer silahlarla karşılanabiliyordu.19 

ABD’nin atomik/nükleer güç tekeli bitmiş olmakla beraber ABD ve dolayısıyla NATO stratejisi kitlesel karşılık (massive retaliation) ilkesine dayanmaya devam etmekteydi. Bir Sovyet konvansiyonel ya da nükleer saldırısı, kapsam ve ölçeğine bakılmaksızın ABD ve NATO’nun elindeki tüm nükleer yeteneklerle karşılık görecekti. 1950’lerin sonlarına doğru ABD, NATO’nun nükleer bir ittifaka dönüşmesini önerdi. Öneride üye ülkelerin ABD kontrolündeki nükleer başlıklara ev sahipliği yapmaları ve bunları hedefe ulaştıracak çift yetenekli (dual capable) silahları edinmeleri öngörülmüştü. Çifte anahtar (dual key) olarak adlandırılan bir denetim sistemi ile bu silahlar yeri ve zamanı geldiğinde ortak siyasi kararla kullanılacaktı. Nükleer silahlara ev sahipliği yapmak 1970’li yıllara dek NATO savunmasına katkının öne çıkan ölçüsü oldu. Bu dönemde NATO’nun hedefi artık topyekün savunmadan giderek caydırıcılığa kaymıştı. Aynı dönemde Türkiye, nükleer silahlara ev sahipliği yapmaya gönüllü NATO üyeler arasındaydı.20 

1950’lerin ikinci yarısında Türkiye topraklarında çok sayıda ABD üs ve tesislerinin yapımı tamamlanmıştı. Bunların İncirlik Üssü gibi bir bölümü bir savaş durumunda hava harekatına destek olmak üzere yapılmışken, yüklüce bir bölümü ise Sovyet askeri ve özellikle de nükleer faaliyetlerini izlemek ve bunlarla ilgili istihbarat toplamak için kurulmuş dinleme tesisleriydi. 
Sayıları 16’ya ulaşmıştı.21 

Soğuk Savaş süresince Sovyetler Birliği’ne ilişkin istihbaratın % 20 ila 25’lik bölümü Türkiye’deki tesislerinden elde ediliyordu.22 Türkiye’nin ittifaka en somut katkısını da bu oluşturuyordu. 

Aralık 1957’de NATO resmen bir nükleer ittifaka dönüştü. Türkiye ise Şubat 1959’dan itibaren nükleer silahlara ev sahipliği yapmaya başladı. İlk nükleer bombalar dönemin yüksek performanslı savaş uçakları F-100D/F Super Sabre ile donatılan nükleer darbe (nuclear strike) filolarına verildi. Başlangıçta 
bu göreve tahsis edilen iki filo Eskişehir ve Malatya’da konuşlandırıldı. Bu filoları sırasıyla Mayıs 1959’da Honest John roketleri, Haziran 1961’de orta menzilli Jüpiter füzeleri ve Haziran 1965’de 203 mm’lik obüsler izledi.23 

Bunlar arasında en çok ilgi çeken ara menzilli Jüpiter füzeleriydi. ABD’nin NATO müttefiklerine önerdiği bu füzelere İtalya ve Türkiye dışında talip çıkmamıştı.24 Çiğli’ye konuşlandırılması önerilen bir batarya Jüpiter füzesi, Sovyetler Birliği’ndeki hedefleri vurmak için reaksiyon süresi avantajı sağlıyordu. Ancak füzelerin Türkiye’nin savunmasına katkısı tartışmalıydı. Üstüne üstlük Türkiye Sovyetler Birliği’nin öncelikli nükleer hedeflerinden biri olmuştu.25 Tüm bunlara rağmen, dönemin Türk siyasi ve askeri yetkililerinin Jüpiter füzelerine ev sahipliği yapmaya istekli oluşu, Türkiye’nin ittifak içindeki konumu ve statüsünü yükseltme beklentisiyle açıklanabilir.26 Ekim 1962’de patlak veren Küba Füze Krizi sırasında iki süper güç eşiğine geldikleri nükleer savaştan çıkış yolu ararken, Çiğli’deki Jüpiter füzeleri pazarlığa dahil olmuştur. ABD yönetimi Küba’ya yerleştirilecek Sovyet füzelerinin çekilmesi karşılığında Türkiye’deki Jüpiter’leri sökmeyi Ankara’ya danışmaksızın kabul etmiştir.27 Bu 
pazarlık sayesinde nükleer bir savaş engellenebilmiştir.

Esnek Karşılık ve Artan Maliyetler: 1963-1974 

1962 Küba Füze Krizini izleyen dönem, yumuşama (detente) ve NATO’nun konvansiyonel silahlar ile taktik nükleer silahları öncelikleyen esnek karşılık (flexible response) stratejisinin geliştirilmesine yol açmıştır.28 Bu strateji dönüşümü ekonomik olarak Türkiye’yi giderek zorlamıştır. ABD’nin yardımları 
askeri malzemeden ekonomik desteğe ve hibeden kredili satışlara çevirmesi Türkiye’nin yeni stratejinin gerektirdiği gelişmiş ve pahalı silahlara erişimini haliyle güçleştirmiştir. Yumuşama evresinde nükleer savaş riskini azaltılmaya uğraşılırken, ABD ve NATO da nükleer silah kullanma eşiğini yükseltmek için harekat alanı (theater) ve taktik nükleer silahları modernize etmeye 
başladı. Aşamalı tırmandırma stratejisi kapsamında, bir Sovyet saldırganlığı konvansiyonel kuvvetlerle durdurulamadığı takdirde, önce bu tür nükleer silahlara başvurulacaktı. Böylece nükleer eşiğin saldırının şiddetiyle orantılı nükleer güç kullanma niyetiyle geçileceği karşı tarafa verilmiş olacaktı. 
Esnek Karşılık stratejisine geçişin, Türkiye gibi savunması büyük ölçüde demode silah sistemlerine dayanan bir NATO üyesinin güvensizliğini artıran bir yönü vardı. Türkiye’nin konvansiyonel bir Sovyet saldırısına tek başına karşı koyma imkanı zayıftı.29 Yeni stratejiyle birlikte savunma masraflarının 
artamaya başlaması ve ABD’nin müttefiklerinden yükün olabildiğince büyük bölümünü kendi imkanlarıyla taşımalarını talep etmesi katkının ölçütünü de değiştirmiştir. Batı Avrupa ekonomilerinin göz kamaştırıcı performans sergiledikleri bu evrede, NATO’nun bir çok üyesi ihtiyaç duydukları silahları 
kendi bütçe kaynaklarıyla temin edebilir duruma gelmişti. Portekiz, Yunanistan ve Türkiye bu eğilime istisna oluşturan üyelerdi. Bu yüzden 1960’lı yıllarda bu üyelerinin ittifaka pek de katkı yapmadan, nimetlerinden yararlanabildikleri ileri sürülmüştür. Free ride olarak adlandırılan bu davranış biçimi, katkıyı nispi değil mutlak ekonomik ölçütlere indirgemenin sonucudur.30 

Türkiye’nin bu dönem ittifaka katkısını sınırlayan bir diğer etmen Kıbrıs sorunudur. Kıbrıs sorunu, Jüpiter füzelerinin ABD tarafından tek taraflı olarak çekilmesi nedeniyle dahi sorgulanmamış olan Türkiye-ABD ilişkilerinin ve NATO üyeliğinin sorgulanmasına yol açmıştır. Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale edebileceği ni Washington’a duyurmasının ardından gelen sert uyarı bu süreci tetiklemiştir. 

Başkan Johnson’ın ünlü mektubu bir anlamda Pandora’nın kutusunu açarak ittifak güvencelerinin inanırlığını zayıflatmıştır.31 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

NATO ve Türkiye: Dönüşen İttifakın Sorgulayan Üyesi BÖLÜM 3

NATO ve Türkiye: Dönüşen İttifakın Sorgulayan Üyesi  BÖLÜM 3


Ankara NATO’nun Ukrayna ve Gürcistan’a doğru genişlemesine ihtiyatlı 
yaklaşırken, ittifakın Balkanlarda genişlemesine tam destek vermiştir. Arnavutluk’un 2008’de üyeliğe kabulünde ve Bosna Hersek’in üyelik öncesi son adım olan Üyelik Eylem Planı’na dâhil edilmesinde Türkiye destekleyici bir tutum takınmıştır.45 NATO’nun Balkanlara genişlemesi sürecinde Türkiye zaman zaman ittifakın Avrupalı üyeleriyle ters düşmüş, ama geri adım atmamıştır. 

Ankara açısından en tehlikeli senaryo Türkiye’nin kendisini NATO ile Rusya 
arasında sıkışmış bulmasıdır. Nitekim Türkiye Ağustos 2008’de böyle bir durumla karşılaşmıştır. Rusya’nın Gürcistan topraklarına girip bazı bölgelerini kendi kontrolü altına alması NATO tarafından kaygıyla izlenmiştir. Türkiye ise krizin daha da büyümemesi için Kafkasya İşbirliği ve İstikrar Platformu inisiyatifini önermiştir. 

Türkiye açısından Rusya’nın uzun vadede liberal ve demokratik bir devlete 
dönüşmesi kesinlikle anlamlıdır ama bunun mümkün olabilmesi için Rusya’nın kendisini NATO tarafından kuşatılmış hissetmemesi gerekir. 

Türkiye ve NATO’nun Alan Dışı Askeri Harekâtları, Afganistan 



NATO’nun ittifak alanı dışına çıkarak kriz yönetimi harekâtlarına girişmesi ittifakın varlığını sürdürmesine katkıda bulunsa da, Ankara son kertede NATO’nun anavatan savunmasına odaklı bir savunma örgütü olarak kalmasını önemsemektedir. Alan dışı harekâtlar NATO’nun temel görevi olmamalıdır. BM tarafından meşru bulunması, onaylanması ve yetkilendirilmesi durumunda, Türkiye NATO’nun insani askeri müdahalelerde bulunmasına karşı değildir. Hiç bir NATO üyesi ülke kendi ulusal çıkarı doğrultusunda bir askeri müdahalede bulunup bunu NATO üzerinden meşrulaştırmaya çalışmamalıdır. Uluslararası meşruiyet yokken NATO’nun insani müdahalelerde bulunması Türkiye’yi istemeyeceği durumlarla karşı karşıya getirebilir. Çoğunluğunu Müslümanların 
oluşturduğu ülkelere yönelik NATO operasyonları Türkiye için çok hassas bir konudur.46 

Afganistan ve Libya Türkiye’nin bu yöndeki hassasiyetlerinin en gözle görünür yaşandığı yerlerdir. Belli bir medeniyet ve din tasavvurundan hareket ederek NATO’nun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelere operasyonlar düzenlenmesi son kertede Türkiye’nin bu ülke halklarının gözündeki imajını ve algılanışını olumsuz etkileyebilir. 

Bu perspektiften bakıldığında Afganistan’daki Türk birliğinin neden muharip görevler icra etmekten kaçındığını ve Türkiye’nin NATO’nun Libya’daki görevini neden ambargonun denetlenmesi ile sınırlandırmaya çalıştığını daha kolay anlayabiliriz. Libya’da Kaddafi karşıtı güçlere doğrudan askeri destek verilmemesi, Libya’ya asla muharip NATO askeri gönderilmemesi ve NATO’nun temel görevinin havadan ve denizden ambargonun denetlenmesi olması Türkiye’nin üzerinde hassasiyetle durduğu konuların başında gelmiştir.47 

Türkiye NATO’nun teröre karşı işbirliğinin yapıldığı bir ittifaka dönüşmesine 
prensipte karşı değildir, ama bu konudaki Türk görüşü PKK’ya karşı yürütülmekte olan mücadeleden yakından etkilenmektedir. Afganistan’daki El Kaide varlığı nasıl ortak bir terörizm tehlikesi olarak kabul görmüşse, Ankara PKK’nın da bütün NATO üyeleri tarafından ortak düşman olarak kabul edilmesini arzulamaktadır. Yalnız, Ankara’nın terörizmden kaynaklanan tehditlerle mücadelenin mutlaka NATO’nun 5. Madde’de tanımlanan görevlerine dâhil edilmesi yönünde bir politikası yoktur. Neticede bu durum Türkiye için riskler de taşıyabilir.48 

Türkiye ve NATO’nun Küreselleşmesi Tartışmaları 

Ankara’nın perspektifinden bakıldığında NATO Avrupa merkezli hareket eden ve temel amacı üyelerinin güvenliğini sağlamak olan bir ortak savunma örgütü olarak kalmalıdır. NATO’nun küreselleşip dünyanın neresinde bir yangın varsa onu söndürmeye çalışan bir itfaiyeye dönüşmemesi gerekir. NATO’nun ABD’nin küresel güvenlik çıkarlarını yerine getirmeye çalışan bir polise dönüşmesi neticede Türkiye’yi kendi çıkarlarını doğrudan ilgilendirmeyen alanlara müdahalede bulunmaya zorlayabilir. Hem kendi komşularıyla hem de önemli küresel aktörlerle ilişkilerini geliştirmeyi arzulayan Türkiye, NATO’nun 
küresel arenada yayılmacı hareket eden bir örgüte dönüşmesini istememektedir. NATO küresel kutuplaşmaların ve zıtlıkların pekişmesine zemin hazırlamamalıdır. Benzer bir şekilde NATO dünyanın başka yerlerinde demokrasi ile yönetilen ülkeleri üye yapıp küresel bir “demokrasi ligi”ne de dönüşmemelidir. Böyle bir durum kaçınılmaz olarak küresel kutuplaşmaları körükleyecektir. Başka örgütlerle ve ülkelerle ad hoc bir şekilde ilişkiler kurmak önemlidir ve gereklidir, ama bu NATO’nun özünde Avrupalı olan karakterini aşındırmamalıdır. 

Türkiye ve NATO-AB İlişkileri 

İki kurum arasındaki ilişkiler AB’nin kendisine ait savunma ve güvenlik politikaları ve kurumları oluşturmak ve bu bağlamda NATO’nun askeri imkân ve kabiliyetlerinden faydalanmak istemesiyle değişik bir boyut kazanmıştır. Türkiye, NATO üyesi bir ülke olarak, AB’nin NATO’nun imkânlarını kullanarak kendi liderliğinde askeri operasyonlar düzenlemek istemesine genelde soğuk yaklaşmış ve bu soruna AB ile olan ilişkileri bağlamında bakmayı tercih etmiştir.49 AB liderliğindeki askeri oluşumların karar alma süreçlerinde yer alamayacak olması, Türkiye’yi endişelendirmiştir. AB’nin önerdiği kararların şekillendirilmesi ve uygulanması süreçlerindeki roller Türk karar alıcıları tarafından tatmin edici bulunmamıştır. 

1990’lı yıllarda Türkiye’nin NATO ve AB arasındaki ilişkiler bağlamında takınmış 
olduğu ihtiyatlı ve eleştirel tutum ABD tarafından da desteklenmiştir. ABD’ye göre AB’nin askeri ve güvenlik yapılanması NATO’nun bu alandaki öncelikli konumunu sorgulamamalı ve krizlere acil askeri müdahaleler söz konusu olduğunda ilk söz söyleme hakkı her zaman NATO’ya ait olmalıdır. AB askeri yapılanmaları NATO’nun elinde zaten bulunmakta olan askeri yetenekleri tekrardan oluşturmaya çalışıp kaynak israfına sebep olmamalı, ABD ve AB arasındaki stratejik birlikteliği zarara uğratmamalı, transatlantik 
ilişkilerde çatlaklar oluşturmamalı ve NATO üyesi olup da AB üyesi olmayan ülkelerin kazanılmış haklarını aşındırmamalıdır.50 Unutmamak gerekir ki 1990’lı yıllarda ABD, AB’nin bu yöndeki çabalarını kendisi ve NATO açısından potansiyel bir rekabet unsuru olarak değerlendirmiştir. ABD’nin bu tepkisel duruşu Türkiye’nin AB ve NATO arasındaki ilişkilerde NATO’yu önceleyen görüşünü oluşturmasında kolaylaştırıcı bir rol oynamıştır. 

Başkan Bush’un ikinci başkanlık dönemiyle başlayan ve Obama’yla devam eden yeni politikaya göre, ABD artık AB’yi kendisi ve NATO için stratejik bir rakip görmemektedir. AB’nin son yıllarda yaşamakta olduğu mali ve kurumsal krizler ve Avrupalı müttefiklerin savunma harcamalarını kısmaya devam etmeleri ABD’nin AB’nin ortak savunma ve güvenlik politikaları geliştirmek istemesi karşısındaki muhalefetini yumuşatmıştır. Fransa’nın 2009 senesinde NATO’nun askeri kanadına geri dönmesi, NATO’nun Kasım 2010’daki Lizbon zirvesinde güvenliği kapsayıcı ve işbirliği odaklı tanımlaması ve AB ile işbirliğini bu bağlamda önemsemeye başlaması ABD’nin eski politikalarını terk etmesini 
kolaylaştırmıştır. ABD’nin görüşündeki bu yumuşama, Türkiye’yi AB-NATO kurumsal ilişkisinin önündeki yegâne engele dönüştürebilir. 

Türkiye ilke olarak güvenliğin kapsayıcı ve işbirliği temelinde tanımlanmasını 
desteklemekte ve AB ile NATO arasındaki kurumsal işbirliğini önemsemektedir. Ancak Türkiye hala AB’nin NATO’nun askeri imkânlarına erişimi konusuna ulusal pencereden bakmakta ve NATO üyeliğini AB karşısında bir pazarlık unsuru olarak görmektedir. Türkiye’ye göre 2002’de varılan Berlin Artı (Berlin Plus) mutabakatı AB ile NATO arasındaki kurumsal ilişkinin temelini oluşturmaya devam etmelidir.51 

Berlin Artı düzenlemelerine göre, NATO’nun müdahil olmak istemediği durumlarda, AB NATO’nun stratejik olmayan imkânlarına otomatik ulaşabilecek, 
stratejik imkân ve yetenekler söz konusu olduğunda ise bu erişim bütün NATO üyelerinin onayına bağlı olacaktır. 

Türkiye AB üyesi olmadığı için hiç bir şekilde AB’nin dış, güvenlik ve savunma 
politikası karar alma süreçlerine oy hakkı olan bir ülke olarak katılamayacaktır. Bunun karşılığında AB Türkiye’yi kararların şekillenme ve uygulanma süreçlerine elinden geldiğince dâhil etmeye çalışacaktır. AB, NATO’nun imkânlarını kullanarak bir operasyon gerçekleştirmek istediğinde Türkiye isterse buna katılabilecek, ama kendi imkânlarını kullanarak bir operasyon düzenlediğinde ise Türkiye’nin katılımı AB’nin davetine bağlı olacaktır. Berlin Artı düzenlemelerine göre AB, AB ve NATO üyesi ülkeler arasındaki sınır uyuşmazlıklarına kesinlikle müdahale edemeyecek ve bu bağlamda Doğu Akdeniz ve Ege Denizi’nde askeri harekât düzenlemeyecektir. Kıbrıs Rum Yönetimi Berlin Artı düzenlemelerine katılamayacaktır, çünkü bu anlaşma imzalandığı sırada ada ne NATO ile 
herhangi bir güvenlik ilişkisine sahipti ne de NATO’nun Barış İçin Ortaklık girişimine dâhildi. 

AB, penceresinden bakıldığında iki kurum arasındaki ilişkiler bazı durumlarda 
Berlin Artı’ya tabi olabilecekken, bazı durumlarda da bunun dışındaki düzenlemeler düşünülmelidir. Türkiye ve AB arasında Berlin Artı’nın yorumlanışına ilişkin görüş ayrılıkları şu an için AB-NATO işbirliğini sadece Bosna’daki AB misyonuyla sınırlı tutmaktadır. AB, iki kurum arasında Kosova ve Afganistan’daki işbirliğinin Berlin Artı dışında düzenlemelere tabi olmasını istemektedir. Bu iki ülkede bulunan AB personeli halen NATO güçlerinin askeri korumasından faydalanamamaktadırlar. AB’ye göre Kıbrıs Rum Yönetimi AB ile NATO arasındaki bütün toplantılara, Berlin Artı’yı ilgilendirmediği 
ölçüde katılabilmelidir. Türkiye’ye göre ise Rum Yönetimi’nin iki kurum arasındaki hiç bir toplantıya resmen katılması mümkün değildir, zira bu devlet Berlin Artı düzenlemelerinin dışında bırakılmıştır.

Türkiye, AB ile NATO arasındaki kurumsal ilişki üzerindeki vetosunu kaldırmak 
için AB ile bir güvenlik anlaşması imzalamak ve Avrupa Savunma Ajansı’na (European Defence Agency, EDA) katılmak istemektedir. Kıbrıs Rum Kesimi ise her iki konuda da engelleyici bir tutum takınmaktadır. Kıbrıs sorunun devamından ötürü iki kurum arasındaki işbirliği eksik kalmakta ve sağlıklı bir istihbarat paylaşımı yapılamamaktadır. 

Bu tıkanıklığın önünü açmak adına 2005’ten bu yana AB ve NATO dış işleri bakanları gayri resmi olarak toplanmaktadırlar. Türkiye, AB’nin Berlin Artı’dan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmediğine inanmakta ve AB’yi hem Gürcistan hem de Irak’taki misyonlarını oluştururken kendisinin görüşünü almamakla itham etmektedir. 

Türkiye ve NATO Genel Sekreterinin Atanması 

Türkiye’nin NATO’ya yönelik sorgulayıcı ve sahiplenici tutumunun bir diğer örneği 2009’da ittifakın 60. yıldönümünde yeni genel sekreterin atanması bağlamında ortaya çıkmıştır. Hollandalı Genel Sekreter’in yerine getirilecek isimler tartışılırken eski Danimarka Başbakanı Rasmussen’in adı ortaya atıldığında Türkiye önce buna tepkiyle yaklaşmıştır.52 

Rasmsussen’in, 2005’te yaşanan karikatür krizi sırasında İslamiyet’in kutsal addedilen sembollerinin ifade özgürlüğü bağlamında serbestçe karikatürize edilebileceğini savunması Türkiye’nin itirazlarında önemli bir rol oynamıştır. NATO’nun yeni genel sekreterinin İslam ülkelerinde ittifaka ilişkin olumsuz bir algı yaratmaması için Türkiye özel bir çaba sarf etmiştir. Ayrıca Rasmussen’in Danimarka topraklarından yayın yapmakta olan PKK yanlısı Roj TV’nin yayınlarının durdurulmasına ifade özgürlüğü adına karşı gelmesi 
Türkiye’nin itirazlarında belirleyici olan bir diğer nedendir. Başta ABD olmak üzere ittifakın diğer üyelerinin devreye girmesiyle Türkiye Rasmussen’in adaylığına itirazını geri çekmiştir. Üst düzey bir Türk diplomatının NATO Genel Sekreteri’nin yardımcılarından birisi olarak atanması Türkiye’nin itirazını geri çekmesinde etkili olmuştur.



Türkiye ve NATO Füze Savunma Sistemi 

Türkiye’nin NATO’ya yönelik sorgulayıcı tavrının bir diğer örneği Balistik Füze Savunma Sistemi bağlamında ortaya çıkmıştır. Başkan Bush tarafından gündeme getirilen, daha sonra Başkan Obama tarafından gözden geçirilen bu projeye göre, NATO üyesi ülkelerin topraklarında balistik füze tehdidine karşı önleyici füzelerin ve radar sistemlerinin konuşlandırılması öngörülmektedir.53 Orta Doğu’ya komşu olması ve İran’ın bu bağlamda en önemli potansiyel tehdit olarak görüldüğü düşünülecek olursa Türkiye’nin radar sistemlerinin kurulmak istendiği en ideal ülke olmasının sebebi kolayca anlaşılabilir. 

NATO’nun Kasım 2010’daki zirvesinde bu sistemin kurulması kararlaştırılmıştır. Türkiye daha sonraki aylarda bu sistemin radar unsurlarının kendi topraklarında kurulmasına izin vermiştir. Türkiye’nin bu sistemin bir parçası olmaya karar vermesi kolay olmamıştır. Bu bağlamda bazı şartlar öne sürmüş ve bunların kabul edilmesi yönünde ısrarcı davranmıştır.54 Bu şartlardan ilki hiç bir bölge ülkesinin, başta İran olmak üzere, NATO’nun yeni stratejik belgesinde tehdit olarak zikredilmemesidir. Türkiye NATO’nun bu projesinde yer alarak İran’la geliştirmeye çalıştığı yakın ekonomik ve stratejik ilişkileri tehlikeye 
atmak istememektedir. İkinci olarak bu sistemin ittifakın bütün coğrafyasını mümkün olabildiğince bütün yönlerden kaynaklanabilecek füze saldırılarına karşı koruması gerekir. Bunun bütün müttefiklerin sahiplendiği ve ittifakın bütün alanını kapsayan bir proje olarak kabul edilmesi Türkiye’nin ön planda görülmesini engelleyecektir. Üçüncü olarak projenin maliyeti bütün müttefiklerce paylaşılmalıdır. Dördüncü olarak bu sistem Türkiye’nin bütün coğrafyasını koruma altına almalıdır. Türkiye’nin kendi ulusal imkânlarını kullanarak geliştirmeye çalıştığı füze savunma sistemi bu şekilde daha az maliyetli olarak gerçekleştirilebilir. Türkiye’nin dile getirdiği bir diğer konu bu projenin 
Rusya’nın mutabakatının alınarak gerçekleştirilmeye çalışılması ve mümkünse Rusya’nın da bu projeye dâhil edilmesidir. Bu sayede Türk-Rus ilişkileri bu projeden olumsuz etkilenmeyecektir. Son olarak Türkiye’nin üzerinde hassasiyetle durduğu bir diğer konu Türkiye’deki radarlardan elde edilecek istihbarat bilgilerinin NATO üyesi olmayan üçüncü ülkelere aktarılmaması gereğidir. Burada kastedilen ülke İsrail’dir. İsrail’in bu bilgileri kullanarak İran’a karşı herhangi bir askeri operasyon düzenlemesi Türkiye’nin görmek  istemeyeceği bir durumdur. 

Sonuç 

Bu makalede Türkiye’nin NATO’ya ilişkin değişmekte olan bakış açısının nedenlerini örnek olaylar bağlamında ele alınarak ittifakın dönüşüm sürecinde gündeme gelen konularda Türkiye’nin sorgulayıcı ve sahiplenici bir tutum takınmaya başladığını gösterilmiştir. Bu durumu NATO’nun Türkiye’nin gözündeki öneminin azalmasından çok Türkiye’nin NATO’ya ulusal çıkarları ve hassasiyetleri penceresinden bakmaya başlaması olarak yorumlamak olasıdır. Türkiye’nin ittifakın politikalarını kendi görüşleri etrafında ne dereceye kadar şekillendirebildiği önemli olmakla beraber, bu makalenin sınırları nedeniyle detaylı biçimde işlenmesi mümkün olmamıştır. Ancak NATO’nun Balkanlara 
doğru genişlemesinde, NATO’nun Karadeniz’e erişiminin engellenmesinde, Füze Kalkanı projesinin içeriğinin belirlenmesinde, Genel Sekreterin atanmasında ve Libya’daki NATO operasyonunun yetkililerinin belirlenmesinde Türkiye’nin etkili olduğunu göstermeye çalışılmıştır. Türkiye’nin NATO’yu sahiplendiğinin önemli bir göstergesi Türkiye’nin bütün itiraz ve karşı görüşlerine rağmen son kertede ittifak içerisinde bir uzlaşma durumunda bunu bozmamaya gayret ettiğidir. 

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan sistemsel faktörlerin, 
ittifakın geçirmekte olduğu kimlik krizinin ve AKP yönetiminin dış politika anlayışının Türkiye’nin sorgulayıcı tutumunun oluşmasında belirleyici olduğuna şüphe yoktur. Bu makalede Türkiye’nin tutumu ittifakın diğer üyeleriyle karşılaştırılmasa da, ittifakın diğer üyelerinin de Türkiye’ninkine benzer süreçler yaşadıkları düşünülebilir. Kasım 2010’da Lizbon’da kabul edilen NATO’nun yeni stratejik konsepti ittifak içersindeki farklı görüş ve vizyonları pragmatik bir şekilde bir araya getirmektedir. Bu belgeye göre, konvansiyonel anavatan savunması, kriz yönetimi ve kapsayıcı güvenlik ve işbirliğine dayalı 
güvenlik ittifakın önümüzdeki yıllardaki temel amaçlarını oluşturacaktır.55 Lizbon’la beraber ittifak ayrıca bir yandan Avrupalı karakterini korumaya çalışırken diğer yandan de küresel arenada hareket etmeye çalışan bir örgüte dönüşmektedir.56 5. Madde kapsamındaki ve dışındaki görevler arasında hiyerarşik bir ayrım yapılmamakta ve üyelerin güvenliğine tehdit oluşturabilecek unsurlar oldukça geniş bir pencereden tanımlanmaktadır. Lizbon’da 
NATO bir yandan askeri bir örgüt olarak tanımlanırken, diğer yandan da ittifakın bundan böyle sivil yetenek ve imkânlara daha fazla sahip olması gerektiğinin altı çizilmektedir. 

Türkiye açısından önümüzdeki yıllarda zorluk oluşturması muhtemel meselelerden bir tanesi ittifakın AB ile ilişkilerini geliştirmek istemesi ve bu minvalde ABD dâhil diğer müttefiklerin Türkiye üzerine daha fazla baskı uygulayabilme olasılığıdır. Bu durumda Türkiye kendisini AB-NATO kurumsal işbirliğini engelleyen tek müttefik ülke olarak bulabilir. 

Arap Baharı olarak adlandırılan süreçte Orta Doğu’da ortaya çıkmaya başlayan 
genel istikrarsızlık Türkiye’nin NATO’ya ilişkin bakış açısını olumlu yönde etkileyebilir. Türkiye’nin güney komşularıyla olan ilişkilerinin istikrarsızlık sürecine girmesi ve bu bağlamda gerek Suriye’deki Esad rejiminin gerekse de Tahran’daki molla rejiminin Türkiye’nin güvenliğine tehdit oluşturabilme ihtimalinin artması Türkiye’yi NATO’ya daha fazla yaklaştırabilir. Füze savunma sisteminin radar unsurlarının Türkiye’nin topraklarına yerleştirilmesine izin verilmesi, İran’ın nükleer silahlanma politikasını hızlandırması ve Arap Baharı süresince Türkiye-İran ilişkilerinin gergin bir seyir izlemesinden kaynaklanıyor olabilir. Geleceğe dönük yapılacak bir kestirimde Türkiye’nin NATO üyeliğinin bundan böyle daha fazla Türkiye-ABD ikili ilişkileri bağlamında değerli görüleceğini iddia etmek de abartılı olmayacaktır. 


DİPNOTLAR;

1 Bu açmaz literatürde “abandonment versus entrapment dilemma” olarak adlandırılmaktadır. Bu açmaz daha çok Soğuk Savaş sırasında Avrupalı müttefiklerce ABD ile ilişkileri bağlamında hissedilmiştir. Avrupalı müttefikleri kaygılandıran, ABD’nin politikalarını tam olarak desteklememeleri durumunda ABD’nin kendilerini terk etmesi, ABD’nin politikalarını tam olarak desteklemeleri durumunda da arzu etmedikleri durumlarla karşılaşma riskidir. NATO’nun 
Sovyetler Birliği’ne yönelik askeri stratejisinin belirlenmesi tartışmalarında bu açmaz Avrupalı müttefikleri oldukça kaygılandırmıştır. Gülnur Aybet, The Dynamics of European Security 
Cooperation: 1945–1991, Londra, Macmillan Press, 1997. 
2 Helene Sjursen, “On the Identity of NATO”, International Affairs, Cilt 80. No 4, 2004, s. 687– 703; Andrew Cottey, “NATO: Globalization or Redundancy”, Contemporary Security Policy, Cilt 25, No.3, Aralık 2004, s.391–408. 
3 Ahmet Sözen, “Paradigm Shift in Turkish Foreign Policy: Transition and Challenges”, Turkish Studies, Cilt 11, No.1, Mart 2010, s.103–123. 
4 William Hale, Turkish Foreign Policy 1774–2000, London, Frank Cass, 2000, s.121–180. 
5 Füsun Türkmen, “Anti-Americanism as a Default Ideology of Opposition: Turkey as a Case Study”, Turkish Studies, Cilt 11, No.3, Eylül 2010, s. 329–345, 335. 
6 “Topyekün karşılık stratejisi”, 1950’li yıllarda NATO’nun kabul ettiği stratejik kavramdır. Buna göre NATO, Sovyetler Birliği’nden kaynaklanabilecek tehditlere karşı, niteliği ne olursa olsun, elindeki en şiddetli silahlarla karşılık verecektir. Nükleer saldırı olmasa bile nükleer silahlarla karşılık verilmesi söz konusu olabilecektir. “Esnek karşılık stratejisi”, NATO’nun 1960’lı yılların 
sonunda kabul ettiği stratejik kavramdır. Sovyetlerden kaynaklanabilecek tehditlere tehdidin karakteriyle doğru orantılı bir karşılık verilmesi anlamına gelmektedir. 
7 Melvyn P. Leffer, “Strategy, Diplomacy and the Cold War: The United States, Turkey and NATO, 1945–1952”, The Journal of American History, Cilt 71, No.4, 1985, s.807–825. 
8 Barın Kayaoğlu, “Cold War in the Aegean Strategic Impertatives, Democratic Rhetoric: The United States and Turkey: 1945–52”, Cold War History, Cilt 9, No.3, Ağustos 2009, s.321–345. 
9 Aybet, The Dynamics of European Security Coooperation, s.40–92.
10 Ali L. Karaosmanoğlu, “NATO Enlargement and the South A Turkish Perspective”, Security Dialogue, Cilt 30, No.2, 1999, s.213–224. 
11 Petros Vamvakas, “NATO and Turkey in Afghanistan and Central Asia: Possibilities and Blind Spots”, Turkish Studies, Cilt 10, No.1, Mart 2009, s.57–74. 
12 Esther Brimmer, Seeing Blue: American Visions of the European Union, European Union Institute for Security Studies, Chaillot Paper, Eylül 2007, No.105. 
13 Alexandra Gheciu, “Security Instituions as Agents of Socialization? NATO and the ‘New Europe’”, International Organization, Cilt 59, No.4, 2005, s.973–1012; Frank Schimmelfennig, The EU, NATO and Integration of Europe: Rules and Rhetoric, New York, Cambridge University Press, 2003. 
14 David. S. Yost, “NATO’s Evolving Purposes and the Next Strategic Concept”, International Affairs, Cilt 86, No.2, 2010, s.489–522. 
15 Tobias Bunde ve Timo Noetzel, “Unavoidable Tensions: The Liberal Path to Global NATO”, Contemporary Security Policy, Cilt 31, No.2, Ağustos 2010, s.295–318. 
16 Suat Kınıklıoğlu, “The Anatomy of Turkish-Russian Relations”, http://www.brookings.edu/comm/ 
events/20060523sabanci_3a.pdf (Erişim Tarihi 22 Kasım 2011).
17 Bu durumun en ideal örnekleri arasında Türkiye’nin ABD’nin Orta Doğu politikaları bağlamında gündeme gelmeye başlaması, Türkiye’den 1990’lı yıllarda “stratejik ortak” olarak bahsedilmesi, Türkiye’nin komşusu ülkelere “model ülke” olarak gösterilmesi ve Obama’yla birlikte Türk-Amerikan ilişkilerinin “model ortaklık” şeklinde tanımlanmasıdır. 
18 Tarık Oğuzlu ve Mustafa Kibaroğlu, “Incompatibilities in Turkish and European Security Cultures Diminish Turkey’s Prospects of EU Membership”, Middle Eastern Studies, Cilt 44, No.6, Kasım 2008, s.945–962. 
19 Türklerin yüzde 87’si PKK’nın aldığı dış destek sayesinde ayakta kalabildiğini düşünmektedir. Milliyet, 24 Mart 2007. 
20 Stefanie von Hlatky, “What, if anything, will France’s Reintegration Imply for the Alliance Debate on Nuclear Weapons”, European Security, 
Cilt 19, No.1, Mart 2010, s.79–96. 
21 Mustafa Kibaroğlu, “Turkey and Shared Responsibilties”, Scott D. Sagan (Der.), Shared Responsibilities for Nucleer Disarmament A Global Debate, 
American Academy of Arts and Sciences Press, 2010, s.24–27.
22 Richard N. Haas, “The Age of Nonpolarity”, Foreign Affairs, Mayıs/Haziran 2008. 
23 Trine Flockhart, After the Strategic Concept Towards a NATO version 3.0, DIIS (Danish Institute 
for International Studies), 2011, No.06. 
24 Jens Ringsmose, “NATO Burden-Sharing Redux: Continuity and Change after the Cold War”, Contemporary Security Policy, Cilt 31, No.2, Ağustos 2010, s.319–338.
25 Robert Kagan, “Power and Weakness Why the United States and Europe See the World Differently”, Policy Review, No.113, 2002, http://www.hoover.org/publications/ 
policyreview/3460246.html (Erişim Tarihi 20 Kasım 2011). 
26 Stephen Blank, “Beyond the Reset Policy: Current Dilammas of U.S.-Russian Relations”, 
Comparative Strategy, Cilt 29, No.4, 2010, s.333–367. 
27 Andrea Andrea Locatelli ve Michele Testoni, “Intra-alliance Competition and Alliance Durability: The Case for Promoting a Division of Labor among NATO Allies”, European Security, Cilt 18, No.3, 2009, s.345–362. 
28 John K. Glenn ve Oliver Mains, Engaging Europe on Afghanistan, German Marshall Fund, Policy Brief, 27 Ocak 2009, http://www.gmfus.org/wp-content/files_mf//galleries/ct_publication_ attachments/ForeignPolicy_GlennMains_EngagingEurope.pdf (Erişim Tarihi 15 Kasım 2011).
29 Ellen Hallams, “The Transatlantic Alliance Renewed: The United States and NATO since 9/11”, Journal of Transatlantic Studies, Cilt 7, No.1, 2009, s.38–60. 
30 ABD dış politikasında tek taraflılık vurgusu George W. Bush’un başkanlık döneminde zirve noktasına ulaşmışsa da, Obama’nın başkan seçilmesinden sonra ABD’nin çok taraflı mekanizmaları tekrar önemsemeye başladığı görülmektedir. Obama hem Avrupa hem de dünyanın geri kalan bölgelerindeki olumsuz ABD algısını iyileştirmek adına Bush’un politikalarından vazgeçmeye çalışmaktadır. Bu minvalde ABD, artık AB’nin savunma alanındaki uyum çabalarına eskisi kadar muhalefet etmediği gibi, tam tersine desteklemektedir. 
31 “The Davutoğlu Effect All Change for Foreign Policy”, The Economist, 21 Ekim 2010, http:// 
www.economist.com/node/17276420 (Erişim Tarihi 15 Kasım 2011). 
32 Burada ”tuzağa düşme”den kastedilen, Türkiye’nin NATO’nun bazı politikalarından dolayı komşularıyla olan ilişkilerinin bozulması, Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerdeki Türkiye imajının aşınması ve Türk askerinin doğrudan Türkiye’nin ulusal güvenlik çıkarlarını ilgilendirmeyen bölgelere gönderilmesidir. 
33 Alexandar Murinson, “The Strategic Depth Doctrine of Turkish Foreign Policy”, Middle Eastern 
Studies, Cilt 42, No.6, Kasım 2006, s.945–964. 
34 Türkiye’nin Orta Doğu’da düzen kurucu rol oynayabilmesi her şeyden öte Türkiye’nin çok boyutlu ve çok taraflı bir ulusal kimlik inşa etmesiyle mümkün olabilir. Ulusal çıkarlarını ve politikalarını Batı’nın perspektifinden ve NATO üyesi bir ülke olarak tanımlamaya devam etmesi durumunda Türkiye’nin bölge ülkelerinin gözündeki meşruiyeti azalacaktır. Bunun bir sebebi bölge ülkelerinde Batılı ülkelere ve kurumlara karşı söz konusu olan yüksek muhalefetiyken 
diğer sebebi Türkiye’nin bölgede yeni bir düzenden kastettiği şeyin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana bölgede söz konusu olan dinamiklerin bölge ülkeleri lehine değiştirilmesidir. Öte yandan, düzen kuruculuk iddiası henüz söylemin ötesine geçememiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun büyükelçiler konferans dizileri vesilesiyle yapmış olduğu konuşmalar bu niyetin varlığını göstermektedir. Ancak Arap Baharı sırasında ortaya çıkan gelişmeler Türkiye’nin böyle bir rol 
oynamasını daha da zorlaştırmıştır. 
35 Hasan Kösebalaban, “The Permanent ‘Other’? Turkey and the Question of European Identity”, Mediterranean Quarterly, Cilt 18, No.4, 2007, s. 87–111. 
36 Lerna K. Yanık, “The Metamorphosis of Metaphors of Vision: ‘Bridging’ Turkey’s Location, Role and Identity after the end of the Cold War”, Geopolitics, Cilt 14, No.3, 2009, s.531–549. 
37 Sözen, “Paradigm Shift in Turkish Foreign Policy”. 
38 Mustafa Şen, “Transformation of Turkish Islamism and the Rise of the Justice and Development Party”, Turkish Studies, Cilt 11, No.1, Mart 2010, s. 59–84. 
39 Ziya Meral ve Jonathan Paris, “Decoding Turkish Foreign Policy Hyperactivity”, Washington 
Quarterly, Cilt 33, No.4, Ekim 2010, s.75–86. 
40 Şule Toktaş ve Ümit Kurt, “The Turkish Military’s Autonomy, JDP Rule and the EU Reform Process in the 2000s: An Assersment of the Turkish Version of the Democratic Control of Armed Forces (DECAF)”, Turkish Studies, Cilt 11, No.3, Eylül 2010, s.387–403. 
41 Fiona Hill ve Ömer Taşpınar, “Turkey and Russia: Axis of the Excluded?”, Survival, Cilt 48, 
No.1, 2006, s.81–92. 
42 Arthur R. Rachwald, “A ‘Reset’ of NATO-Russia Relations: Real or Imaginary?”, European Security, Cilt 20, No.1, Mart 2011, s. 117–126, 119. Ayrıca bu sayıda yer alan Şener Aktürk’ün “NATO Neden Genişledi? Uluslararası İlişkiler Kuramları Işığında NATO’nun Genişlemesi ve ABD-Rusya İç Siyaseti” başlıklı makalesine bakılabilir. 
43 Özgür Özdamar, “Security and Military Balance in the Black Sea Region”, Southeast European and Black Sea Studies, Cilt 10, No.3, Eylül 2010, s.344. 
44 Ibid., s.345. 
45 Athina W. Tesfa-Yohannes, Turkey’s Interaction with other Actors in the Balkans, 17 Mayıs 2011, 
http:// www. bilgesam. org/en/index.php? option=com_content& view=a rticle &id=356:thescramble-
for-the- regional-brass- ring-turkeys- interaction-with-other-actors-in-thebalkans&
catid=95:analizler-balkanlar&Itemid=140 (Erişim Tarihi 24 Ekim 2011). 
46 Vamvakas, “NATO and Turkey in Afghanistan and Central Asia”, s. 57–74. 
47 “What is Turkey’s Position on Libya”, 12 Nisan 2011, 
http://www.worldbulletin.net/?aType=haber&ArticleID=72425 (Erişim Tarihi 21 Kasım 2011). 
48 PKK ile mücadelesinde Türkiye dış aktörlerin müdahalelerine daha açık hale gelebilir.
49 Miguel Medina-Abellan, Turkey, The European Security Defense Policy and Accession Negotiations, 
Strengthening and Integrating Academic Networks, 24 Nisan 2009, Working paper 1 http:// 
sinan.ces.metu.edu.tr/dosya/miguelwp1.pdf (Erişim Tarihi 21 Ekim 2011). 
50 Chrisopher Layne, “It’s Over, Over there: The Coming Crack-up in Transatlantic Relations”, 
International Politics, Cilt 45, No.3, 2008, s.337. 
51 Sinan Ülgen, The Evolving EU, NATO, and Turkey Relationship: Implications for Transatlantic 
Security, Atlantic Council, http://www.acus.org/publication/us-turkey-relations-require-newfocus/ulgen (Erişim Tarihi 24 Kasım 2011).
52 “Rasmussen Declares NATO Candidacy, but Erdoğan Opposed”, Today’s Zaman, 4 Nisan 2009 
http://www.todayszaman.com/tz-web/detaylar.do?load=detay&link=171414 (Erişim Tarihi 14 Kasım 2011).
53 Füze savuma sistemi 1980’li yıllarda ABD Başkanı Reagan’ın ortaya attığı “yıldız savaşları” projesine kadar uzanmaktadır. Buradaki amaç geliştirilecek savunma sistemleri vasıtasıyla Amerika’nın topraklarını Sovyetler Birliği’nin elindeki kıtalararası balistik füzelere karşı koruma altına almaktır. Bu sayede Sovyetlerin elinde bulunan nükleer silahların etkisizleştirilmesi 
öngörülmüştür. Yıldız Savaşları projesine ve daha sonra gündeme gelen füze savunma projesine Batı Avrupalı müttefikler ihtiyatla yaklaşmışlardır çünkü bu sayede ABD’nin kendisini garanti altına aldıktan sonra Avrupa’nın güvenliğine eskisi kadar önem vermeyeceğine inanmışlardır. Avrupa’nın olası bir nükleer savaşın yaşanacağı yer olabilme ihtimali Avrupalı müttefikleri endişelendirmiş tir. 
54 Mustafa Kibaroğlu, “The Missile Shield and Turkey’s position in the debate”, Today’s Zaman, 1 Kasım 2010, 
http://www.todayszaman.com/news-225964-the-missile-shield-and-turkeysposition-in-the-debate-by-mustafa-kibaroglu*.html 
(Erişim Tarihi 11 Kasım 2011).
55 NATO’nun Lizbon’da Kasım 2010’da kabul edilen stratejik kavram belgesine şu adresten ulaşılabilir: http://www.nato.int/cps/en/natolive/official_texts_68580.htm (Erişim Tarihi 23 Kasım 2011). 
56 Alessandro Marrone, “The Equilibrium of the 2010 NATO Strategic Copncept”, The International Spectator, Cilt 46, No.3, Eylül 2010, s. 93–11.


Kaynakça 


Aktürk, Şener. “NATO Neden Genişledi? Uluslararası İlişkiler Kuramları Işığında NATO’nun Genişlemesi ve ABD-Rusya İç Siyaseti” Uluslararası İlişkiler, Cilt 9, No. 34, Yaz 2012. 
Aybet, Gülnur. The Dynamics of European Security Cooperation: 1945–1991, Londra, Macmillan Press, 1997. 
Blank, Stephen. “Beyond the Reset Policy: Current Dilammas of U.S.-Russian Relations”, Comparative Strategy, Cilt 29, No.4, 2010, s. 333–367. 
Brimmer, Esther. Seeing Blue: American Visions of the European Union, European Union Institute for Security Studies, Chaillot Paper, Eylül 2007, No.105. 
Bunde, Tobias ve Timo Noetzel. “Unavoidable Tensions: The Liberal Path to Global NATO”, Contemporary Security Policy, Cilt 31, No.2, Ağustos 2010, s. 295–318. Cottey, Andrew. “NATO: Globalization or Redundancy”, Contemporary Security Policy, Cilt 25, No.3, Aralık 2004, s. 391–408. 
Flockhart, Trine. After the Strategic Concept: Towards a NATO version 3.0, DIIS (Danish Institute for International Studies), 2011, No.06. 
Gheciu, Alexandra. “Security Instituions as Agents of Socialization? NATO and the ‘New Europe’”, International Organization, Cilt 59, No.4, 2005, s.973–1012. 
Glenn, John K. ve Oliver Mains. Engaging Europe on Afghanistan, German Marshall Fund, Policy 
Brief, 27 Ocak 2009, http://www.gmfus.org/wp-content/files_mf//galleries/ct_publication_ 
attachments/ForeignPolicy_GlennMains_EngagingEurope.pdf (Erişim Tarihi 15 Kasım 2011). 
Haas, Richard N. “The Age of Nonpolarity”, Foreign Affairs, Mayıs/Haziran 2008. 
Hale, William. Turkish Foreign Policy 1774–2000, London, Frank Cass, 2000. 
Hallams, Ellen. “The Transatlantic Alliance Renewed: The United States and NATO since 9/11”, 
Journal of Transatlantic Studies, Cilt 7, No.1, 2009, s. 38–60. 
Hill, Fiona ve Ömer Taşpınar. “Turkey and Russia: Axis of the Excluded?”, Survival, Cilt 48, No.1, 2006, s. 81–92. 
Hlatky, Stefanie von. “What, if anything, will France’s Reintegration Imply for the Alliance Debate 
on Nuclear Weapons”, European Security, Cilt 19, No.1, Mart 2010, s.79–96. 
Kagan, Robert. “Power and Weakness Why the United States and Europe See the World Differently”, Policy Review, No.113, 2002, http://www.hoover.org/publications/ 
policyreview/3460246.html (Erişim Tarihi 20 Kasım 2011). 
Karaosmanoğlu, Ali L. “NATO Enlargement and the South A Turkish Perspective”, Security 
Dialogue, Cilt 30, No.2, 1999, s. 213–224. 
Kayaoğlu, Barın. “Cold War in the Aegean Strategic Impertatives, Democratic Rhetoric: The 
United States and Turkey: 1945–52”, Cold War History, Cilt 9, No.3, Ağustos 2009, s. 321–345. 
Kınıklıoğlu, Suat. “The Anatomy of Turkish-Russian Relations”, http://www.brookings.edu/comm/ 
events/20060523sabanci_3a.pdf (Erişim Tarihi 22 Kasım 2011). 
Kibaroğlu, Mustafa. “Turkey and Shared Responsibilities”, Scott D. Sagan (Der.), Shared 
Responsibilities for Nuclear Disarmament A Global Debate, American Academy of Arts and 
Sciences Press, 2010. 
Kibaroğlu, Mustafa. “The Missile Shield and Turkey’s Position in the Debate”, Today’s Zaman, 1 
Kasım 2010, http://www.todayszaman.com/news-225964-the-missile-shield-and-turkeysposition-
in-the-debate-by-mustafa-kibaroglu*.html (Erişim Tarihi 11 Kasım 2011).
Kösebalaban, Hasan. “The Permanent “Other”? Turkey and the Question of European Identity”, 
Mediterranean Quarterly, Cilt 18, No.4, 2007, s.87–111. 
Layne, Chrisopher. “It’s Over, Over there: The Coming Crack-up in Transatlantic Relations”, 
International Politics, Cilt 45, No.3, 2008, s.325–347. 
Leffer, Melvyn P. “Strategy, Diplomacy and the Cold War: The United States, Turkey and NATO, 
1945-1952”, The Journal of American History, Cilt 71, No.4, 1985, s.807-825. 
Locatelli, Andrea Andrea ve Michele Testoni. “Intra-alliance Competition and AllianceDurability: 
The Case for Promoting a Division of Labor among NATO Allies”, European Security, Cilt 18, No.3, 2009, s.345–362. 
Marrone, Alessandro. “The Equilibrium of the 2010 NATO Strategic Concept”, The International 
Spectator, Cilt 46, No.3, Eylül 2010, s. 93–111. 
Medina-Abellan, Miguel. Turkey, The European Security Defense Policy and Accession Negotiations, 
Strengthening and Integrating Academic Networks, 24 Nisan 2009, Working Paper 1 http:// 
sinan.ces.metu.edu.tr/dosya/miguelwp1.pdf (Erişim Tarihi 21 Ekim 2011). 
Meral, Ziya ve Jonathan Paris. “Decoding Turkish Foreign Policy Hyperactivity”, Washington 
Quarterly, Cilt 33, No.4, Ekim 2010, s.75–86. 
Murinson, Alexandar. “The Strategic Depth Doctrine of Turkish Foreign Policy”, Middle Eastern 
Studies, Cilt 42, No.6, Kasım 2006, s.945–964. 
Oğuzlu, Tarık ve Mustafa Kibaroğlu. “Incompatibilities in Turkish and European Security Cultures 
Diminish Turkey’s Prospects of EU Membership”, Middle Eastern Studies, Cilt 44, No.6, Kasım 2008, s.945–962. 
Özdamar, Özgür. “Security and Military Balance in the Black Sea Region”, Southeast European and 
Black Sea Studies, Cilt 10, No.3, Eylül 2010, s.341–359. 
Rachwald, Arthur R. “A ‘Reset’ of NATO-Russia Relations: Real or Imaginary?”, European Security, Cilt 20, No.1, Mart 2011, s.117–126. 
“Rasmussen Declares NATO Candidacy, but Erdoğan Opposed”, Today’s Zaman, 4 Nisan 2009 
http://www.todayszaman.com/tz-web/detaylar.do?load=detay&link=171414 (Erişim Tarihi 14 Kasım 2011). 
Ringsmose, Jens. “NATO Burden-Sharing Redux: Continuity and Change after the Cold War”, 
Contemporary Security Policy, Cilt 31, No.2, Ağustos 2010, s.319–338. 
Schimmelfennig, Frank. The EU, NATO and Integration of Europe: Rules and Rhetoric, New York, 
Cambridge University Press, 2003. 
Sjursen, Helene. “On the Identity of NATO”, International Affairs, Cilt 80, No.4, 2004, s.687–703. 
Sözen, Ahmet. “Paradigm Shift in Turkish Foreign Policy: Transition and Challenges”, Turkish 
Studies, Cilt 11, No.1, Mart 2010, s.103–123. 
Şen, Mustafa. “Transformation of Turkish Islamism and the Rise of the Justice and Development 
Party”, Turkish Studies, Cilt 11, No.1, Mart 2010, s.59–84. 
Tesfa-Yohannes, Athina W. Turkey’s Interaction with other actors in the Balkans, 17 Mayıs 2011, 
http://www.bilgesam.org/en/index.php?option=com_content&view=article&id=356:thescramble-
for-the-regional-brass-ring-turkeys-interaction-with-other-actors-in-thebalkans&
catid=95:analizler-balkanlar&Itemid=140 (Erişim Tarihi 24 Ekim 2011). 
“The Davutoğlu Effect All Change for Foreign Policy”, The Economist, 21 Ekim 2010, http://www. 
economist.com/node/17276420 (Erişim Tarihi 15 Kasım 2011). 
Toktaş, Şule ve Ümit Kurt. “The Turkish Military’s Autonomy, JDP Rule and the EU Reform 
Process in the 2000s: An Assessment of the Turkish Version of the Democratic Control of 
Armed Forces (DECAF)”, Turkish Studies, Cilt 11, No 3, Eylül 2010, s.387–403. 
Türkmen, Füsun. “Anti-Americanism as a Default Ideology of Opposition: Turkey as a Case Study”, 
Turkish Studies, Cilt 11, No.3, Eylül 2010, s.329–345. 
Ülgen, Sinan. The Evolving EU, NATO, and Turkey Relationship: Implications for Transatlantic 
Security, Atlantic Council, 
http://www.acus.org/publication/us-turkey-relations-require-newfocus/ulgen    (Erişim Tarihi 24 Kasım 2011). 
Vamvakas, Petros. “NATO and Turkey in Afghanistan and Central Asia: Possibilities and Blind 
Spots”, Turkish Studies, Cilt 10, No.1, Mart 2009, s.57–74. 
“What is Turkey’s position on Libya”, 12 Nisan 2011, http://www.worldbulletin.net/?aType=haber 
&ArticleID=72425 (Erişim Tarihi 21 Kasım 2011). 
Yanık, Lerna K. “The Metamorphosis of Metaphors of vision: ‘Bridging’ Turkey’s Location, Role 
and Identity after the end of the Cold War”, Geopolitics, Cilt 14, No.3, 2009, s.531–549. 
Yost, David S.“NATO’s Evolving Purposes and the next Strategic Concept”, International Affairs, Cilt 86, No.2, 2010, s.489–522.


***