1 Ekim 2017 Pazar

PKK'yı NATO kurdu, yeni Patronu Amerika olacak



PKK'yı NATO kurdu, yeni Patronu Amerika olacak





PKK'yı NATO kurdu, yeni patronu Amerika olacak


Abdullah Öcalan'ın Almanya'da yaşayan eski avukatı Ahmet Zeki Okçuoğlu, çarpıcı iddialarda bulundu.


Abdullah Öcalan yakalanıp Türkiye'ye getirildiğinde kendisinin avukatlığını üstlenen Ahmet Zeki Okçuoğlu, PKK ve Öcalan hakkında ezber bozacak iddialarda bulundu. PKK'nın NATO tarafından kurulan bir Kürt Gladyosu olduğunu söyleyen Okçuoğlu, Karar.com'a konuştu. Okçuoğlu, " PKK YPG ’leştirilecek, yeni patron Amerika olacak" dedi.

PKK taşerondur diyorsunuz. Hatta bunu Öcalan'ın kendisi söylüyor diyorsunuz? Neyin kimin taşeronu?

Evet, “PKK taşerondur" sözü onun kurucusu ve halen lideri olan Abdullah Öcalan'a ait. Öcalan bunu, İmralı’ya getirildikten sonra, sorgulama adı altında çekilen ve Aydınlık Gazetesi tarafından deşifre edilen video kayıtlarından birinde söylüyor. Ancak ben bu sözü, Türk yönetim çevrelerinin yıllardır tekrarladığı, PKK'nin TC'ye karşı bazı dış mihrakların taşeronluğunu yaptığı anlamında ifade etmedim. Tam tersine PKK kurulduğu günden beri TC devletinin güdümünde. PKK kurulduğu günden beri Kürdistan'ı kolonileştirerek paylaşan bölgesel ve milletlerarası güçlerin taşeronluğunu yapıyor.

PKK'yı NATO kurdurdu

PKK'nın kuruluşu nasıl oldu bu durumda? Öcalan kimdir?
PKK’nin kuruluşuyla ilgili iki resmi, bir de gayrı resmi üç hikaye var... Resmi hikayelerden biri TC'ye ait. Bu hikayede PKK, bölücü ve terörist bir organizasyon olarak tarif ediliyor. Bu organizasyonun amacı son Türk devletini bölerek yok etmek. İkinci resmi hikaye PKK’ye ait… Bu hikayede PKK, klasik bir milli kurtuluş organizasyonu olarak tarif ediliyor. Hikayeye göre, parçalanan ve milletlerarası koloni statüsüne mahkum edilen Kürdistan'ı kurtarmak ve bağımsız-birleşik Kürdistanı kurmak amacıyla kurulan PKK, bu amacı gerçekleştirmek için TC devletine karşı silahlı mücadele başlatıyor. Karşıt gibi görünse de bu iki resmi hikaye aşağı yukarı aynı.

Gerçek hikaye nedir sizce?

PKK’nin gayrı resmi hikayesi ise tamamen farklı. Bu hikayenin de müellifi yine Abdullah Öcalan. Öcalan, kitaplaştırılan konuşmalarında (Erkeği Öldürmek, Devrimin Dili ve Eylemi) ve Türk gazetecileriyle yaptığı muhtelif röportajlarda PKK’yi MİT’in talimatı ve onun verdiği paralarla kurduğunu açıklıyor. PKK'nin ikinci adamı Cemil Bayık, gazeteci İsmet İmset'in "PKK" adlı kitabında yer verdiği beyanında, PKK’yi kurmak için MİT’in kendilerine verdiği süreyi geçirdiklerini ve bu yüzden MİT mensubu Ağrılı Abdurrahman’ın yanlarına gelerek kendilerini azarladığını ve kendilerine altı aylık ek bir süre verdiğini ve kendilerine, "Bu süre zarfında da kurmazsanız öldürülülürsünüz!” dediğini söylüyor. 12 Mart askeri darbesinin ünlü savcısı Baki Tuğ, 12 Mart’ta bir bildiri nedeniyle tutuklanan Öcalan’ı, MİT’ten gelen “Elemanımızdır!” yazısı üzerine serbest bıraktıklarını müteaddit defa açıkladı. Bu derin ilişkinin derin bir arka boyutu daha var: NATO… Abdullah Öcalan MİT’le ilişkisinden söz ederken NATO’dan da söz eder.

Bu konuyu biraz açar mısınız?

Bu gibi durumlarda NATO deyince akla GLADIO gelir. Geçmişte Gladio, Kontr Gerilla adıyla anılıyordu. Öcalan’ın verdiği bilgilerden yola çıkarak PKK için, NATO’nun Kürdistan planı çerçevesinde evrensel Gladio sistemi içinde Türk Gladio’suna bağlı olarak oluşturulan bir birim (Kürt Gladiosu) olduğunu söyleyebiliriz. PKK’nin Batı dünyasında gördüğü büyük hoşgörü, Öcalan'ın bu beyanını desteklemektedir. PKK, NATO’ya bağlı Türk Gladiosu tarafından kurulduktan sonra Kürdistan’ı bölüşen diğer bölge devletleri ve Barzaniler (PDK) ve daha sonra da Talabani (YNK) bu projeye dahil edildi. PKK lideri bu büyük mutabakata bağlı olarak Suriye'ye, ondan sonra da Güney Kürdistan’a yerleştirildi. Daha sonra yine aynı mutabakatla Suriye’den çıkarılarak TC’ye getirildi. Şu günlerde ise PKK için, tarihinin yeni bir döneminin hazırlıkları yapılıyor.

Taşeronun amacı olmaz
PKK'nın amacı nedir peki?

PKK'nin bir amacı yok, onu kuranların amacı var. Taşeronun amacı olmaz. Patronu önüne ne koyarsa o, onu yapmakla mükelleftir. Yap der yapar, yık der yıkar. Bu yüzden de PKK zaman zaman farklı (hatta tamen zıt) şeyler savunuyor. Bu organizasyon, Kürt milliyetçisi ve Marksist bir kimlikle sahneye çıkarıldı ve Kuzey Kürdistan’da 15 yıl bu kimlikle silahlı faaliyet yürüttü. Abdullah Öcalan TC’ye getirildikten bir süre sonra, sözde Kürt milliyetçisi ve Marksist PKK’nin siyasi çizgisi Türk milliyetçiliğine, Ergenekon’un tasfiyesinden ve AKP iktidara hakim olmasından sonra da İslamcılığa evrildi.

Hedef düşük yoğunlukta çatışmaydı
Öyleyse şöyle sorayım, PKK’yi kuranların amacı nedir?

ABD Kürt milliyetçiliğini 1960 ve 1970'li yıllarda Mustafa Barzani vasıtasıyla kontrol ediyordu. 1975’te Güney Kürdistan’da Mustafa Barzani liderliğinde silahlı direniş hareketi tasfiye edilince ABD'nin kontrol mekanizması çöktü ve Kürt milliyetçiliği hızla Sovyetler Birliği'ne yönelmeye başladı. Jeopolitik bakımdan Ortadoğu'nun en önemli ve en dinamik bölgesi olan Kürdistan’daki bu gelişme bölgede güç dengesini ABD aleyhine çevirecek bir nitelikteydi. Bunun önüne geçmek için bir dizi tedbirin yanında PKK projesi devreye kondu. PKK vasıtasıyla Kuzey Kürdistan’da (gerektiğinde Kürdistan’ın diğer parçalarında da) “düşük yoğunlukta çatışma” ortamı yaratılacak ve bu sayede bu coğrafya kontrol altına alınacaktı. O dönemde ABD ve NATO’nun “düşük yoğunlukta çatışma” stratejisiyle Kürdistan'da ulaşmak istediği bir başka hedef de, bu çatışmaya bağlı olarak bu coğrafyada nüfus göçü, ekonomik ve sosyal çöküntü yaratarak Kürdistan meselesinin çapını küçültmekti. Proje NATO gözetimi altında TC tarafından uygulamaya kondu. Bu, TC'nin arayıp da bulamadığı bir şeydi. 12 Eylül askeri darbesiyle start verildi. Askeri darbeden kısa bir süre sonra Kuzey Kürdistan’da “düşük yoğunluklu çatışma” ortamının psikolojik şartları yaratıldı. Geriye PKK'nin "ilk kurşun"u patlatması kalıyordu. O zaman henüz çok zayıf olduğu için PKK, Barzani peşmergesinin de yardımıyla, 14-15 Ağustos 1984'te "ilk kurşun"u patlattı. PKK'nin ilk kurşunu patlattığı gün PDK'nin kuruluşu ve Mesut Barzani'nin doğum gününe denk geliyordu.

Soğuk Savaş'tan sonra Batı çözüme odaklandı
Peki ya Soğuk Savaş'tan sonra?

PKK'nin kurulması ve Kürdistan'da "düşük yoğunlukta çatışma" stratejisinin uygulanması Soğuk Savaş politikasıydı. Soğuk Savaş bitince, bu politikaya da ihtiyaç kalmadı. Başka bir deyişle Amerika ve AB, Körfez Savaşı’ndan sonra, Kürdistan için güvenlikçi politika yerini çözüm yanlısı bir politika izlemeye başladı. Ancak bunu TC’ye kabul ettirmek kolay değildi. Daha doğrusu TC onların her dediğine tamam diyordu, ama uyulamaya gelice ipe un seriyor ve verdiği sözlerden hiçbirini yerine getirmiyordu. PKK, TC'nin geleneksel politikasını sürdürmesi için ele geçmez bir enstrümandı ve bu mesele var oldukça onu yitirmek istiyordu. Kürdistan konusunda ABD ve AB'nin TC’den istediği bir şey de, Körfez Savaşı’ndan sonra yarı bağımsız bir statü kazanan Güney Kürdistan’ın federal bir statüyle TC’ye bağlanmasıydı. TC buna da yok demiyordu, ama bu konuda da bugüne kadar kayda değer bir adım atmadı. Türk yönetiminin ipe un serme politikasını uygulamasında Abdullah Öcalan ve PKK bugüne kadar ona paha biçilmez yardımlarda bulundu. TC devleti, Abdullah Öcalan ve PKK’nin kendisine sunduğu bu fırsatlar sayesinde “çözüm süreci”ni yirmiyedi yıl sürüncemede bırakma imkanına sahip oldu.

PKK'nın dış mihraklarca Türkiye'yi zayıflatmak için kullanıldığına katılıyor musunuz?

PKK'nin sahneye çıkarıldığı günden beri söylenen bu sözün gerçekle bir alakası yok. TC devleti Lozan statükosunun aynen devam etmesini istiyor. Bu yüzden de Kürdistan meselesi konusunda herhangi bir çözüm önerisini, varlığına yönelik bir komplo olarak görüyor. PKK’nin yukarda gerçek öyküsünü anlattım. PKK NATO’nun icazetiyle Türk Gladio’su tarafından kuruldu ve halen de ipleri Türk yönetiminin elinde. “Düşük yoğunlukta çatışma” tamamen Kürdistan’la sınırlı bir proje. Kürdistan’ın ötesi PKK’nin askeri faaliyetlerine yasaklıydı. Otuz yıl süren bu savaş süresince PKK Kürdistan dışında Türklere yönelik infial uyandıracak kanlı bir eylem gerçekleştirmedi.

HDP kirli kimliğini demokrasi ile gizliyor
HDP'yi denklemin neresinde tutuyorsunuz?

HDP, adında "demokrasi" olan bir parti. Parti programının neredeyse her satırında "demokrasi" sözcüğü var. Üstelik diğer partilerden farklı olarak demokrasiyi, tavandan değil, tabandan inşa etmekte söz ediyor. HDP'de demokrasi aşkı, ultra demokratik “öz yönetim”i savunacak kadar ileri bir boyuta. Şüphesiz bu tamamen sahte bir görüntü. HDP’nin gerçek zihniyetinde demokrasinin "d"si bile yer yok. Terörizm yardakçısı, hileli ve gizli servis güdümlü olan HDP, demokrasi kavramıyla bu kirli kimliğini gizlemeye çalışmaktadır.

Öcalan'ın avukatı oldum, çünkü...
Sizin Öcalan'ın avukatlığını üstlenmeniz nasıl oldu? O zamanlar kendisine inanıyor muydunuz?

Öcalan'ın devlet görevlisi olduğunu silah patlattığı ilk günden beri söylüyorum. Bu nedenle ona karşı hep sert bir muhalefet yürüttüm. Öcalan beni açıkça ölümle tehdit etti. Bunlara rağmen rağmen Öcalan TC'ye getirildiğinde iki nedenle onun avukatlığını üstlendim… Birincisi, o günlerde herkes gibi bende de TC'nin Öcalan'ı artık gözden çıkardığı kanaati hakimdi. Onun bu durumundan yararlanarak mahkemede en azından Kürt karşıtı bir tutum izlemekten onu alıkoymayı umuyordum. Çünkü getirilirken uçakta sözler ve video kayıtları çok ürkütücüydü. Gerçek kimliği ne olursa olsun Öcalan mahkemede Kürtleri temsil edecekti. Onun göstereceği olumsuz bir tutum hem Kürtler arasında büyük bir moral çöküntüsü yaratacaktı, hem de onların dünya alem nezdinde Küçük düşmesine neden olacaktı. Beni onun avukatlığını üstlenmeye sevk eden ikinci ve asıl neden, PKK'nin onun ve Türk gizli servislerinin güdümünden kurtulmasına katkıda bulunmaktı. Şüphesiz benimkisi ham bir hayaldi. Mahkeme tiyatroydu ve senaryosu çok önceden hazırlanmıştı. Beni de oyuna dahil etmek istiyorlardı. Bunu farkettiğim an Öcalan'ın avukatlığını bıraktım.

Bağımsız Kürdistan'ı destekliyorsunuz. Bunun Kürtlere ve bölgeye ne katkısı olabilir sizce?

Bağımsızlık her milletin hakkıdır. Kürtler de bir millet olduğu için doğal olarak onların da hakkı. Üstelik Kürtler Ortadoğunun en kadim halkı. Çağımız millet-devlet çağı. Bağımsızlık mücadelesinde hukukun sınırları içinde kalınmalı. Kürtler büyük bir millet. Barışçıl yöntemlerle bu hakkı elde etmesi çok daha rahat olacaktır.
PKK YPG’leştirilecek, yeni patron Amerika olacak
Peki PKK'nın bundan sonrası ne olacak? Tahmininiz var mı?
PKK ile ilgili gelişmeleri sadece bu organizasyonla TC arasında ilişkilerle sınırlı ele alırsanız doğru sonuçlara ulaşamazsınız. Gelişmeler daha çok kapalı kapılar arkasında cereyan ediyor. Bize yansıyan devede kulak. Ayrıca bu ilişkinin bir de milletlerarası boyutu var. Gelişmeleri değerlendirirken Amerika’yı ve Avrupa Birliğini mutlaka hesaba katmanız gerekiyor. Son yıllarda TC'nin PKK siyasetinde çok önemli bir değişim oldu ve hiç kimse bunun üzerinde durmadı. Türk yönetimi eskiden, PKK’nin silah bırakması, kendisini feshetmesi ve üyelerinin teslim olmasını istiyordu. Son yıllarda Türk yönetimi bu şartlarından vazgeçti ve yerine, PKK'nin TC’ye karşı silahlı faaliyetlerini sona erdirmesi ile sınırlı bir talepte bulunmakla yetindi. Başka bir ifadeyle Türk yönetimi PKK'ye, "Bana dokunma, nereye gidersen git beni ilgilendirmez” diyordu. PKK öyle nereye gidersen gitsin denecek bir organizasyon değil. Ayrıca TC de bunu kolay kolay söyleyecek bir devlet değildi. Rolü gereği PKK, "Türkün karşı durulmaz gücü" karşısında bir kez daha diz çökecek ve sonra da silahlı güçlerini Kuzey Kürdistan’dan (muhtemelen Güney Kürdistan’dan da) Batı Kürdistan'a kaydırılacak. Bu PKK için hem bir son, hem de yeni bir başlangıç. Rojava’da PKK tarihinin yeni bir dönemi başlıyor. PKK, YPG’leştirilecek. Yeni oluşumun patronu ise NATO adına Amerika olacak.

HDP’ye ne olacak sizce?

PKK’nin silahlı gücünün Kuzey Kürdistan’dan çıkarıldıktan sonra TC’nin elinde ondan geriye, lideri Abdullah Öcalan ve onun legal boyutu olan HDP kalacak. Abdullah Öcalan liderliğinde devletin Kürt partisi olarak Türk siyaset sahnesine katılacak. Bunun için de Öcalan “ev hapsi”ne alınacak ve oradan partisini ve Kürtleri yönetmeye devam edecek.

***

PKK YI Abdullah Öcalan KURDU,


Abdullah Öcalan PKK YI KURDU,

Marksist-Leninist çizgide bağımsız bir Kürt devleti kurmak için Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı 30 yıl boyunca silahlı saldırılar düzenleyen PKK'nın 
kurucusu ve lideri, 2013 yılında Kürt Sorunu'nun çözümünde kilit rol üstlenmeye başladı.

20 Oca 2014 

Konular Türkiye, Kürt sorunu, BDP

12 Eylül askeri darbesinden kısa süre önce Suriye'ye geçen Öcalan, örgütü uzun yıllar bu ülkeden yönetti. [AFP] Türkiye Cumhuriyeti'nin otuz yılı aşkın süredir çözüm aradığı Kürt Sorunu'nun silahlı aktörü Kürdistan İşçi Partisi'nin 
(Partiya Karkerên Kurdistan - PKK) kurucu lideri Abdullah Öcalan, 1999 yılından bu yana İstanbul yakınlarındaki İmralı Adası'nda bulunan cezaevinde hapis yatıyor. Öcalan, gerek Kürt siyaseti gerek örgütün dağ kadroları tarafından, halihazırda meselenin diyalog yöntemiyle çözümünün sağlanması sürecinin kilit pozisyonunda görülüyor.

PKK öncesi günleri

1949 yılında Şanlıurfa'nın Halfeti İlçesi'ne bağlı Ömerli Köyü'nde doğan Öcalan, Ankara'da Tapu ve Kadastro Meslek Lisesi'nde eğitim gördü. 
Mezun olduktan sonra Diyarbakır'da kadastro memurluğu yapmaya başladı. Diyarbakır'daki birçok tapuda halen Öcalan'ın imzası bulunuyor. 
Taraftarlarınca Serok (Önder) olarak anılan PKK liderinin o günlerine dair bilgiler arasında rüşvet aldığı söylentileri dikkat çekiyor. 
Köylülerden bazı işlemler karşılığında 10 bin TL rüşvet aldığı öne sürülüyor. Yıllar sonra kendisine bu olay hatırlatıldığında Öcalan, söz konusu parayı örgüt kurmak için kullandığı şeklinde bir yanıt vermişti.
Öcalan, 1971'de Bakırköy Tapulama Müdürlüğü'ne atanınca İstanbul'a gitti. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydolan Öcalan, aynı yıl kaydını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne aldırdı. Ankara Siyasal'a girişi, tapu memuru Öcalan'ı silahlı bir örgütün kurucu liderliğine 
taşıyacak yolun dönüm noktasıydı.

Ankara'daki siyasi arayışlarına Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nda (DDKO) başlayan Öcalan, 1970 başında Mahir Çayan ve arkadaşlarınca kurulan 
Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKP/C) örgütünde faaliyette bulundu. 1972'de Çayan ve ekibinin güvenlik güçlerinin operasyonunda öldürülmelerini protesto ettiği, ayrıca Doğu Perinçek ve arkadaşları tarafından çıkarılan Şafak dergisini dağıttığı gerekçesiyle gözaltına alındı. 
7 ay boyunca Ankara'daki Mamak Askeri Cezaevi'nde tutuklu kaldı.
Beraber yakalandığı arkadaşları ceza alırken Öcalan'ın, dönemin Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcısı Baki Tuğ'un talebiyle serbest 
bırakıldığı iddiası, onun devletle bağlantısı tezini kanıtlamak için en sık başvurulan unsurlardan biridir. Öyle ki beraber yakalandığı herkes hapis 
cezasına çarptırılırken Öcalan'ın kurtulmasının nedeni sorulduğunda Tuğ'un, "Bana yukardan talimat geldi" dediği söylenir.

Kesire Yıldırım ile evliliği

Öcalan'ın resmi nikahlı yegane eşi Kesire Yıldırım'dır. 21 Ekim 1951'de doğan Kesire Yıldırım, Elazığ'ın Karakoçan İlçesi'nde, Cumhuriyet Halk Parti (CHP) destekçisi olarak bilinen ve 2. Dünya Savaşı'nın ardından Tunceli'nin Mazgirt İlçesi'nden gelip Karakoçan'a yerleşen Yıldırım ailesinin en büyük kızıydı. Yıldırımlar, 1925 Şeyh Sait ve 1938 Dersim isyanlarında devletin yanında yer almışlardı. Kesire Yıldırım, Elazığ Öğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra 1973'te Karakoçan'a bağlı Yeniköy İlkokulu'unda vekil öğretmenlik yaptı. 1974'te Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nu kazandı.Üniversitede sol gruplarla temas kuran Yıldırım, Öcalan ve Apocular denen grubun üyeleriyle 1975'te tanıştı. Kesire Yıldırım ile Öcalan, 24 Mayıs 1978 günü Ankara Gençlik Parkı Nikah Salonu'nda evlendiler. On yıl süren bu beraberlik, Yıldırım'ın 1988'de Öcalan'dan ayrılmasıyla noktalandı.

PKK'nın kuruluşu

Kürt Sorunu, 70'lerin sonunda sol hareket bünyesinde kendine alan bulmuştu. Cezaevinden çıktıktan sonra Kürt hareketini örgütlemeyi amaçlayan 
Öcalan, silahlı mücadele fikrini savundu. Bu doğrultuda faaliyet alanını Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine taşıdı. 1978'de başlatılan silahlı hareketle adını Apocular veya UKO'cular (Ulusal Kurtuluş Ordusu) olarak duyurmaya başlayan grup, Diyarbakır'ın Lice İlçesi Fis Köyü'nde 27 Kasım 1978'de yaptıkları toplantıyla örgütlenmelerinin isminin PKK olmasına ve kurulacak partinin tüzük ve programının hazırlanmasına karar verdi.
Marksist-Leninist çizgide bağımsız bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan örgütün liderliğini yürüten Öcalan, 12 Eylül 1980 Darbesi'nden kısa süre önce Türkiye'den ayrılarak Suriye'ye yerleşti. Öcalan'ın darbeden hemen öncesinde yurdu terk etmesi halen tartışılır. Kimi devlet yetkililerinin Öcalan'a, ülkeden bir an önce ayrılma tavsiyesinde bulundukları söylenir.
1980 sonrasında ülkede oluşan sıkıyönetim ve baskı rejiminden kaçan Kürtlerin bir kısmı Avrupa'ya sığınırken, bazıları da PKK'ya katılmıştı. 
PKK bünyesine dahil olanların büyük kısmı Suriye, Lübnan ve Filistin'deki kamplarda silahlı eğitimden geçti. 1984'te Diyarbakır Cezaevi'nden 
çıkan muhalif Kürtler, kitleler halinde dağa çıkarak PKK'ya katıldı.

1987: PKK'nın en kanlı yılı

PKK'nın düzenlediği ilk kongrede örgütü Kuzey Irak'a doğru genişletmeyi başaran Öcalan, ikinci kongrenin ardından da örgüte ilk kez silahlı eylem 
talimatı verdi. 1984 yılı itibarıyla kamplardaki üyelerini gerilla savaşına hazırlayan örgüt, Siirt'in Eruh ve Hakkari'nin Şemdinli ilçelerine eşzamanlı 
baskınlar düzenledi. Öcalan'ın emirleriyle özellikle Hakkâri, Mardin ve Siirt illerini kapsayan bölgedeki askeri hedeflere düzenlenen silahlı eylemlerle çatışma süreci başlatıldı.

Öcalan liderliğindeki PKK, 1980'lerin sonundan itibaren eylemlerini yoğunlaştırdı. Öcalan'a atfedilen ve hakkındaki iddianamede yer alan şu ifade, PKK'nın eylemlerinin şiddeti açısından dönüm noktasıydı: "DEP'e (Demokrasi Partisi) oy vermeyenin tavuğunu bile öldürün". 
Bu sözler sonrasında 1987 yılında Türkiye, PKK'nın katliamlarıyla sarsıldı. PKK'lıların köyleri basarak kadın ve çocukları dahi öldürdüğü saldırılar, 
Türk kamuoyunda "Bebek katili Öcalan" imajının doğması ve yerleşmesine sebebiyet verdi.

PKK, 90'lı yıllar boyunca Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı dönem dönem ateşkes ilan ettiğini açıklasa da mutlak bir silahlı mücadele içerisinde kaldı. 
Örgüt; 1993 ilkbaharında ilk kez ateşkes imzaladı. Daha sonra ateşkesin, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın isteğiyle gerçekleştiği öğrenildi. 
Özal, aralarında gazetecilerin de yer aldığı bazı isimleri Öcalan'a göndererek ateşkes ilan etmesini sağlamıştı. Ateşkes, 24 Mayıs 1993'te birliklerine 
giden 33 silahsız askerin Bingöl-Elazığ karayolunda PKK tarafından öldürülmeleriyle son buldu. 

'33 Er Olayı', Öcalan ile örgütün diğer önde gelen isimleri arasında çatlak olduğunu ilk kez kamuoyuna gösterdi. 1998'de Türk güvenlik güçlerinin 
Kuzey Irak'ta düzenlediği operasyonla yakalanan örgütün iki numaralı ismi Şemdin Sakık, o saldırının doğrudan Öcalan'dan gelen emirle yapıldığını 
söyledi. Sakık, eyleme Avrupa ülkelerinden şiddetli tepki gelmesi nedeniyle Öcalan'ın, daha önce üstlendiği talimatı kabul etmeyerek sorumluluğu 
kendisine yüklemeye çalıştığını öne sürdü. PKK'nın üst düzey yöneticilerinden Murat Karayılan ise 2011'de yayımlanan Bir Savaşın Anatomisi 
başlıklı kitabında, infaz emrini Sakık'ın kendi başına aldığını ifade etti.

Öcalan, PKK'nın silahlı ve siyasi faaliyetlerini, 1998 sonbaharına kadar fiilen Suriye'den sürdürdü.

Suriye'den çıkarılması

PKK liderinin yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, üç aylık bir diplomatik baskı ve ABD istihbaratıyla ortak operasyon sayesinde gerçekleşti. 
Ekim 1998'de dönemin hükümeti, Öcalan'ı topraklarında barındırmaması konusunda Şam'a baskısını arttırdı. 9 Ekim 1998'de Suriyeli yetkililer 
tarafından sınır dışı edilen Öcalan, önce Yunanistan'a gitti. Atina'nın iltica talebini kabul etmemesi üzerine daha sonra Rusya'ya sığındı. 
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Öcalan'ın Suriye’den ayrıldığı ve Rusya'da barındığını belirlemişti. Ankara hemen Moskova ile temasa geçerek  PKK'nın başındaki ismin teslim edilmesini istedi ama beklediği yanıtı alamadı. Dönemin Rusya Ankara Büyükelçisi Aleksander Lebedev, Öcalan’ın ülkelerinde olmadığını açıkladı. Türkiye, Öcalan'ın iade edilmesi için Rusya'ya nota verdi.
Burada 30 gün geçiren Öcalan, Rusya Parlamentosu'ndan sığınma hakkı elde etti. Ancak diplomatik baskılara dayanamayan Rusya, Öcalan'ı İtalya'ya gönderdi. İtalyan makamları, Türkiye'ye iade edilmeyeceği garantisi vererek PKK liderinin iltica işlemlerini başlattıysa da sahte pasaport taşımaktan dolayı onu tutukladı. Büyük yankı uyandıran olay, Roma'nın Öcalan'ı iade edeceğine dair Ankara'nın ümitlerini boşa çıkardı. İtalya Adalet Bakanlığı Müsteşarı Franco Carleone, "İtalyan hükümeti, ölüm cezasıyla karşı karşıya olan birini iade edemez" açıklamasıyla Türkiye'nin talebini reddetti.
Ankara'da Roma'ya karşı büyük tepki oluşurken, ülke genelinde İtalyan mallarına karşı ekonomik boykot başladı. İtalya aleyhinde büyük gösteriler 
düzenlendi. İtalya'da bir eve yerleştirilen Öcalan, ABD'nin devreye girip baskı uygulaması üzerine Avrupa'nın birçok ülkesinde 'istenmeyen kişi' haline geldi. Bu süre zarfında mahkemeye çıkan Öcalan, sorgusu sırasında İtalyan hakimlere, gerçekleştirdiği eylemlerden dolayı pişmanlık duyduğunu söyledi. Öcalan'ın cezasını, 'sağlık durumu ve kaçmayacağı yönündeki kanaat' gerekçesiyle ev hapsinde geçirmesine karar verildi. 
Fakat Türkiye'nin giderek artan diplomatik baskısı nedeniyle çözüm arayışına giren İtalya, PKK liderinin zorunlu ikamet kararını kaldırdı. 65 gün sonra İtalya'yı terk etmek zorunda kalan Öcalan, gidebileceği tüm ülkelerden tek tek olumsuz yanıt aldı. 

Kenya'da yakalanması

İzini kaybettirmeye çalışan Öcalan'ın bir süre Yunanistan'da barındığı, ardından Yunanistan'ın Nairobi Büyükelçiliği'ne gittiği tespit edildi. 
Öcalan'ın Kenya'nın başkentinde telefonla konuştuğu ve sesinden yerinin tespit edildiği çokça konuşuldu. 14 Şubat 1999'da Kenya güvenlik güçleri, Yunanistan Büyükelçisi'nin ofisini ve konutunu kuşattı. 
Öcalan'ı daha fazla barındıramayacağını anlayan Yunanistan, PKK liderine istediği ülkeye gitmek üzere büyükelçilikten ayrılması gerektiğini tebliğ etti.

ABD'nin dış istihbarat birimi Merkezi Haberalma Örgütü (CIA) ve MİT'in ortak operasyonuyla 15 Şubat 1999 günü Nairobi Havalimanı'nda yakalanan Öcalan, Türk güvenlik güçlerince özel bir uçağa bindirildi. Uçakta onu "Memlekete hoş geldin" diyerek karşılayan yüzleri maskeli MİT görevlilerine, "Türk devletine hizmet etmeye hazırım" cümlesiyle karşılık verdi. Öcalan'ın bu sözleri, PKK üyeleri ve örgütü destekleyen kitlelerde şaşkınlık yaratacaktı. 16 Şubat 1999 sabah 03.00 sularında Türkiye’ye getirilen Öcalan, önce Bandırma, oradan da yargılanacağı ve hapsedileceği  İmralı Adası'na götürüldü. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, PKK liderinin yakalandığını sabah saatlerinde Türkiye’ye duyurdu.

Yargılanma süreci

Öcalan’ın yargılanması 31 Mayıs 1999’da İmralı Adası'nda kurulan özel mahkemede başladı; dava dokuz duruşmada tamamlandı. 
Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin yürüttüğü dava sonunda Öcalan hakkında şu hüküm verildi: "Kurduğu silahlı PKK örgütünü verdiği emir ve talimatlarla sevk ve idare ederek, devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemleri 
gerçekleştirdiği sabit görüldü".

Türk Ceza Kanunu'nun ' vatana ihanet ' suçunu düzenleyen 125. maddesi uyarınca hakkında idam cezası verildi. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne uyum 
yasaları gereği - bu yasalarda dönemin koalisyon hükümetinde yer alan Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) de imzası vardı - idam cezasını kaldırması üzerine Öcalan hakkındaki idam hükmü, ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi. Mahkemenin gerekçeli kararında,  'Öcalan'ın, eylemlerinin şiddeti, yoğunluğu ve sürekliliği ve içinde bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınların da bulunduğu binlerce insanın öldürülmüş  olması ve ülke genelinde ciddi tehlike oluşturması nedeniyle cezai sorumluluğu azaltan maddelerden yararlanmasının uygun görülmediği' açıklandı.

Oslo'da Çözüm arayışı

İmralı Adası'nda, sadece kendisine tahsis edilen yüksek güvenlikli cezaevinde tutulan Öcalan'ın, Kürt Sorunu'nun çözümü ve PKK'nın silah bırakması için zaman zaman devlet temsilcileriyle görüştüğü kamuoyunda sık sık gündeme geldi.
Örgüt üzerinde halen büyük oranda etkinliği bulunan Öcalan, son yıllarda Kürt siyasetçiler tarafından çözümün adresi olarak gösteriliyor. 
Öcalan ile mutabakata varmadan PKK'nın silahsızlanmasının ya da müzakere masasına oturmasının mümkün olmadığı, 12 Haziran 2011'deki genel seçiminin ardından daha güçlü şekilde gündeme geldi. Bu yaklaşım, kamuoyunda görece normal karşılanır hale gelse de 'Çözüm Süreci' resmen başlayana kadar Öcalan ile ara ara görüşüldüğü resmen doğrulanmadı.
13 Eylül 2011 günü Dicle Haber Ajansı'nın internet sitesinde yayımlanan bir ses kaydı, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetini bu görüşmeleri kamuoyu ile paylaşmak zorunda bıraktı. Kayıt, o sırada Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olan Hakan Fidan'ın da yer aldığı bir MİT heyetinin, PKK yöneticileriyle Norveç'in başkenti Oslo’da bir araya geldiğini ortaya koyuyordu. Aynı ses kaydı, MİT görevlilerinin ayrıca İmralı Adası'na giderek Öcalan ile görüştüklerini açığa çıkarıyordu. Ses kaydının yayımlanmasından sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, MİT görevlilerini, meseleye çözüm arayışı için bizzat kendisinin görevlendirdiğini açıkladı.

Ev hapsi tartışmaları

2012'ye gelindiğinde, PKK'lı ve iddianameye göre çatı örgüt olan KCK'ya üyelikten yargılananların, başta Öcalan'a ev hapsi olmak üzere bir dizi 
taleple açlık grevi başlatması, Öcalan'ın tutukluluğu hakkındaki tartışmaları gündeme getirdi. Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) de destek verdiği eylemler, 12 Eylül 2012'de başladı ve 68 gün boyunca devam etti. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, eylemin ancak Öcalan'ın çağrısıyla sona erebileceğini ifade etti.

Başbakan Erdoğan, İmralı’da cezası infaz edilen Öcalan’ın ev hapsine alınmasının mümkün olmadığını söyledi. Ülke çapında düzenlenen eylemler, hükümetin anadilde savunma hakkı konusunda adım atmasını tetiklese de, Öcalan'ın durumunda değişiklik yaşanmadı. PKK liderinin sağlık durumunun kötü olduğu, zehirlendiği yönündeki iddialar zaman zaman yandaşlarını sokağa döktü. Örgüt yıllarca bu iddiaları yandaşlarına eylem yaptırmak amacıyla kullandı. Fakat yapılan tetkiklerde Öcalan’ın sağlık durumunun iyi olduğu belirlendi. Öcalan’ın cezaevi şartları da eylemlere bahane oldu. Sempatizanları Öcalan’ın küçük hücrede tutulduğundan şikayet ettiler. Öcalan’ın yeri iki kez değiştirildi.

Öcalan yeniden muhatap

2013'ün ilk günlerinde, MİT görevlilerinin Öcalan ile görüştüğü gündeme geldi. Bir süredir 'İmralı' ile görüşüldüğünü açıklayan Başbakan Erdoğan’ın  Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, Öcalan'ın Kürt Sorunu'nun çözümünde hâlâ en önemli aktör olduğunun altını çizdi. Ardından 1 Ocak 2013  itibarıyla Türk medyasında, MİT Müsteşarı Fidan'ın 16 Aralık 2012'de İmralı'ya gittiği, Ekim 2012'de başlayan süreç çerçevesinde daha önce iki kere MİT Müsteşar Yardımcısı seviyesinde gerçekleştirilen toplantıların, bu tarihten itibaren Fidan ile Öcalan arasındaki görüşmelere dönüştüğü yönünde haberler çıkmaya başladı.

Bu bilgiler, Başbakan Erdoğan'ın Kasım 2012'deki, "İmralı ile ilgili olarak çeşitli enstrümanları kullandığımız zaman, burada genelde kullanılan MİT'tir; onlar görüşme yapabilir. Bunda sakınca görmüyoruz. Çünkü asıl olan sorunu çözmektir" sözlerini doğrular nitelikteydi. Görüşmelerin yapıldığının açıklanmasından bir gün sonra, BDP Batman Milletvekili Ayla Akat ile BDP'nin desteğine sahip Bağımsız Mardin Milletvekili Ahmet Türk de Öcalan ile bir araya geldi.

İkinci İmralı görüşmelerine BDP Milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan ve Pervin Buldan katıldı. Görüşme sonrasında Öcalan tarafından BDP, KCK ve PKK’nın Avrupa Temsilciliği’ne üç ayrı mektup hazırlandı. Avrupa ve Kandil’e mektuplar BDP’li milletvekilleri tarafından götürüldü. 
Kandil’e gönderilen mektupta Öcalan'ın, "Ne savaşmayı biliyorsunuz ne de barışmayı. Silahlı mücadele dönemi bitti. Bu şekilde savaşarak bir yere 
varılamaz. Size sunduğum yol haritasını tartışın ve çatışmasızlık sürecini başlatalım" dediği belirtildi.
15 Mart'ta Karayılan, Fırat Haber Ajansı'na (ANF) yaptığı açıklamada mektuba yanıt verdiklerini belirterek şunları söyledi: "Daha önceden de ifade ettiğimiz bazı kaygıları taşımakla birlikte, işler ters dönerse bölgesel avantajları ve taktik performansın başarı kazanabileceğine olan inancımızı da korumakla birlikte, Önderliğimizin ortaya koymuş olduğu stratejik perspektifin daha doğru olduğunu, buna çok güçlü bir biçimde katılmanın kararlaşması ve iradeleşmesi oy birliğiyle gerçekleşmiştir".
PKK liderinin, 23 Şubat 2013 günü Önder, Tan ve Buldan ile gerçekleştirilen üçüncü görüşmenin tutanaklarının basına sızdırılması, Öcalan'ın süreçle ilgili düşüncelerinin kamuoyuyla paylaşılmasını sağladı. Tutanaklara göre Öcalan, sürecin devamı için hükümetin somut adımlar atması gerektiğini vurguluyordu.
Öcalan, 21 Mart 2013 Nevruz kutlamalarında gönderdiği mektupla, PKK'ya sınır dışına çekilme talimatı vererek 30 yılı aşan savaşın bitebileceğinin somut işaretlerini, alanda toplanan yüz binlerce Kürt’e ve elbette masanın diğer tarafında oturan Türklere verdi. Öcalan ile BDP ve Halkların 
Demokratik Partisi (HDP) heyetleri arasındaki görüşmeler devam ediyor.

Kaynak: Al Jazeera ve ajanslar

http://www.aljazeera.com.tr/portre/portre-abdullah-ocalan


***


Andımızı Yazan Maarif Vekili


Andımızı Yazan  Maarif Vekili

Turan ZORLU

Dr.Reşit Galip 1983 yılında Rodos adasında dünyaya gelmiştir. Babası mahkeme reisi Mehmet Galip Bey’, annesi Münevver Hanımdır. İlk ve orta eğitimini Rodos’ta tamamladı. Liseyi İzmir’de okudu. 1911’de Darülfünuna (tıp fak) girdi ve 1017’de bitirdi. Türk ocaklarının çalışmalarına katılan ateşli gençlerden biriydi.

Dr.Reşit Galip Bey, tıbbiyede okurken bir Türk milliyetçisi olarak vatan ve millet sevgisinden dolayı Balkan Harbine katılmış ve yaralanmıştır. Kafkasya, Çanakkale savaşlarına gönüllü olarak katılmıştır. Anadolu’nun düşman işgalinden kurtulması için her gittiği yede halkı düşmana karşı örgütlemiştir. Gençlik dönemlerinde  ve tıbbiyede Türk Ocağının şubelerinin kurarak arkadaşlarının Türklük bilinci içinde yetişmelerine katkıda bulunmuştur.

Dr.Reşit Galip 1923’te Mersin’de doktorluk yaparken Mustafa Kemal’le karşılaşmış ve yaptığı konuşmada “Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün; bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmendir.”
Herkesin Gazi’yi yüceltme yarışına girdiği günlerde O’nu bu milletin bir ferdi sayan otuz yaşındaki bu hatip herkesin dikkatini çekmiştir, tabii en çok da Mustafa Kemal’in… Ve Kemal Paşa’nın önerisiyle 1925 yılında yapılacak ara seçimlerinde Aydın’dan milletvekili seçilerek Meclis’e girecektir.

Mustafa Kemal, ne savaşta ne de Cumhuriyetin kuruluşunda yalnızdır. Savaşta yanında bir mareşal (Fevzi Çakmak) ve generaller vardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında da yanında Mahmut Esat Bozkurt, Şükrü Saraçoğlu, Dr. Reşit Galip, Mustafa Necati gibi teori pratiği temsil eden değerli gençler vardı.



Bu gençler dünya çapında beyi ve ufuk sahibi gençlerdi. Atatürk’e inanırlardı. Ama belki de daha çok Cumhuriyete inanıyorlardı.

Atatürk, memleket meselelerini ve ülke gündemini ilgili kişilerle akşam sofrada konuşurdu. Atatürk’ün sofrası bir akademi gibiydi. Masa özenle hazırlanır, her konuğun önüne bir not defteri ve kalem bırakılırdı. Bu masada her akşam düşünür, yazar, sanatkar, siyasetçi, diplomat, bilim adamları ve yakın dostları ye alırdı. 

Güncel konuların yanı sıra tarih, siyaset, sosyoloji, felsefe vb.. konular ele alınır, her söz alan karatahta başında tebeşirle düşüncelerini açıklarlardı. 

Atatürk, konuşmacıları dikkatle dinlerdi.

1931’in Ağustos gecelerinden birinde bu sofrada bulunanlardan biri de tutkulu bir Türk milliyetçisi olan Dr. Reşit Galip Bey’di. O gece Dr.Reşit Galip, Atatürk’le bir tatsızlık yaşamıştır:

 Maarif Vekili Esat Mehmet’in kız öğrencilerin kısa etek, kısa kollu gömlek giymelerini uygun bulmadığını, daha kapalı giyinmelerini bir tamimle duyuracağını ifade etmesi üzerine Dr. Reşit Galip “Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi! Bu bir gericiliktir, kadınlar eski durumda yaşayamazlar. İnkılapların en önemlilerinden biri kadınlara verilen haklardır. Başka türlü Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz.” der. Ardından Reşit Galip’in

“Bu kokuşmuş kafayla devlet yürütülemez.” demesi üzerine Atatürk’ün kaşları çatılır. Atatürk’ten “Sözlerinizde müsamahalı ve ölçülü olunuz.” uyarısı almasına
karşı, Dr. Reşit “Bunca genç idealist bakanlık yapacak yetenekte insan varken böyle yaşlı kimseleri Maarif Vekili yapmak hatadır.” sözlerini ekler. Dr. Reşit Galip’in bu sözleri üzerine Ata’nın kaşları iyice çatılır. Mustafa Kemal’in “Esat Bey yeteneklidir, davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir  değer taşımıyor mu?” sorusuna Reşit Galip de “ Kusura bakma Paşam, taşımıyor.” karşılığını verir. 

Bunu üzerine Mustafa Kemal

“ Bu masada Hocama ve Maarif Vekiline hakaret etmenize müsaade edemem.!”diye çıkışır. Dr.Reşit Galip
“ Cumhuriyeti korumak için sizden müsaade istemiyorum, hatayı yapan siz de olsanız sizi de eleştiririm. Rose Nuvar’a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz.” demesi üzerine sofraya derin bir sessizlik çöker.



Atatürk’ün “Yoruldunuz, biraz dinlenseniz iyi olacak.
Buyurun biraz istirahat edin.”demesi üzerine Reşit
Galip ise Ata’ya hitaben “Bu sofra sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin meselelerini görüşüyoruz. Bu masa oturmak sizin kadar benim de hakkımdır.”der. “Öyle ise biz kalkalım!” diyerek sofrayı terk eden Atatürk sinirlerine hakim olmuş, işi uzatmamıştır.

Dr.Reşit Galip, geceyi bir sandalyede orada oturarak geçirir. M.Kemal sabah uyandığında sekreteri Tevfik  Bıyıkoğlu’ndan Reşit Galip’i soruyor. 
Bıyıkoğlu; “Geceki üslubundan dolayı mahcubiyetini size iletmemi söyledi ve benden Ankara’ya gidecek kadar borç para istedi, bunu üzerine  25 lira verdim.”diye söyler.

M.Kemal de “ Bu durumda olan bir arkadaşa 25 lira mı verilir? Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydin! Adamın parası yokmuş, baksana…” diyor
ve şunları ekliyor: “ Cebinde beş para yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var.” diyor.

Bu olaydan birkaç ay sonra Mustafa Kemal, Reşit Galip’in Türk Ocağında bir konferans vereceğini Ankara Radyosundan duyunca o akşam hiç kimseyi çağırmıyor ve radyoda Dr.Reşit Galip’i dinliyor. Konuşmasında Reşit Galip’in ağzından şu sözler dökülüyordu: “İnkılaplarımız Türk milletinin çektiği uzun çileler sonucu elde edilen denemelerimizin fikir haline gelmiş kesin inancıdır. Her yerde herkese karşı onları savunacağız, gerekirse babalarımıza ya da çocuklarımıza karşı bile…” Bu sözleri duyan Mustafa Kemal, yanlış yapan evladını bağışlamış bir babanın yüz hatlarıyla radyonun başından kalkar. Birkaç gün sonra çağırttığı Dr.Reşit Galip’i sofrada  hemen yanına oturtur. 

Kulağına eğilerek

“Yarın Maarif Vekilisin.”der. Reşit Galip 19 Eylül 1932- 13 Ağustos 1933 arasında Maarif Vekilliği yapmıştır. Döneminde Darülfünun kapatıldı, üniversite
reformu yapılarak Medrese sistemine son verildi. Profesörlerin üniversitede kalabilmeleri için yayın yapmaları ve bilimsel Bnitelik taşıyan kitapları olması şartını getirdi.

Nazizimden kaçan bilim adamlarıyla Türkiye’de çalışmaları için anlaşma imzaladı.

Türk Tarih Kurumunun temelini oluşturan kurumlarının hazırlanmasının yanında, Türk Kurumuna başkanlık görevinde bulunmuştur. Anadolu Medeniyetler Müzesi,
Milli Kütüphane ve Güzel Sanatlar Akademisinin kurulması onun bakanlık döneminde kararlaştırılmıştır.

Öğretmenler genel bütçeden maaş ödenmesini sağlamıştır.

Bakanlığı sırasında ilkokullardan başlayarak öğrencilere Atatürk İlkelerine bağlılık ruhunu aşılamaya yönelen Reşit Galip, Cumhuriyet 10.yılını doldururken 23 Nisan 1933 sabahı çocuklarına kendi yazdığı “ANDIMIZ”ı okutmuş, bu ant 1933’ten 2013’e kadar 80 yıl ilkokullarda hep bir ağızdan okutulmuştur. 2013 yılında “ANDIMIZ”ın kaldırılması Türklüğü ile öğünenlerde tepki, Türk olmadığını iddia edenlerce sevinçle karşılanmıştır.

ROSE NUVAR

Atatürk arkadaşlarıyla Beyoğlu’nda yeni açılan bir lokantaya gider. Lokanta o günün şartlarında çok lükstü.
Atatürk lokanta sahibine “Sizin için ne yapabilirim?” diye sorar. Lokanta sahibi bu hizmetin devam etmesi için para gerektiğini, oysa parasının kalmadığını söyler. Atatürk yaverinden çek defterini getirmesini ister. O günün şartlarında hatırı sayılır bir miktarı yazar. Ve çeki lokantacıya uzatırken Dr. Reşit Galip, Ata’nın elini tutar ve kulağına fısıldar:

-Bu parayı vermemelisiniz efendim!
Bunu üzerine Atatürk:
-Allah Allah! Sana ne? Deyince, Reşit Galip de:
-Çünkü, bu para amaca uygun harcanmış olmaz!
-Para benim değil mi? Nereye istersem oraya harcarım! Diyen
Atatürk’e Reşit Galip ısrarla:
-Hayır efendim! Sizin paranız değil, milletin parası; o para sadece size emanettir. Der.
Atatürk genç doktorun gözlerinin içine bakarak çeki yırtar ve mekandan ayrılır.

Daha sonra M. Kemal genç doktorun kendisine verdiği bu dersi unutmamış, kızmak bir yana sofrada ve lokantada yaşananlara rağmen Reşit Galip’i Maarif Vekilliğine atamıştır.
Keşke bugün de devlet adamlarının yanında bir Reşit Galip olsa da kamunun trilyonlarca parasını lüks arabalara, restorasyonlara, şatafata harcayabilen insanların ellerini tutup engel olabilseler.

Oysa bugünkü devlet adamları ne Atatürk kadar olgun ne de bugünkü aydınlar Dr. Reşit Galip kadar cesurdurlar.

Dr.Reşit Galip, 1933 yılında bir deniz kazasından sonra hastalandı. 13 Ağustos 1933’te Bakanlık görevinden ayrıldı. Yaptıklarıyla, çalışkanlığıyla, Türk inkılâpları na bağlılığıyla, dürüstlüğü, idealistliğiyle unutulmayacaklar arasında yerini almıştır.

M.Esat Bozkurt’un “ Fakirlik içinde ölmek, devlet adamının süsüdür. Devlet adamı fakirlikle taçlanır.”  sözünü düstur edinmiş olmalı ki, 5 Mart 1934’te 41 yaşında vefat ettiğinde cebinden 5 lira para çıkmıştır.

Cebeci asri mezarlığında kendisi gibi Atatürk’ün fikir fedaisi olan Mustafa Necati ile yan yana yatmaktadır.

Ruhu şad olsun.


BİLĞİ YURDU DERĞİSİ SAYI 60

***

SİZ DE Mİ VEBALDESİNİZ YOKSA?

SİZ DE Mİ VEBALDESİNİZ YOKSA?


Osman KARABABA 
karababaosman@hotmail.com




Behlül Dâne, bir gün mezarlıkta dolaşırken üç “kuru kafa” bulur, götürür pazara... Koyar tezgahın üzerine, başlar çağırmaya:

-”Satılık kuru kafa geldiiii! Satılık kuru kafaaa!..” diye... Üzerlerine 1 dirhem, 10 dirhem, 100 dirhem diye fiyat yazar.
Sorarlar Behl-ül Dâne’ye:

-”Üçü de nihayetinde ‘kuru kafa’, niçin üçü de farklı fiyata?..” diye.

Behl-ül Dâne şöyle izah eder:

Bu, taş kafa; 1 dirhem: Kafasına hiç laf girmez. Okuma, yazma bilmez. Nasihat dinlemez. Zır cahil...
Bu, boş kafa;10 dirhem: Nasihat dinler ama uymaz; laf bir kulağından girer, öbür kulağından çıkar. Okuma yazma bildiğinden her şeyi bildiğini sanır, çünkü okumaz, yarı cahil...

 Bu, hoş kafa;100 dirhem: Amel-i salih, ihlaslı, çok okur, araştırır, sorar, söz dinler, okuduğunu anlar, her şeye kafa yorar, insan-ı kamil... 100 dirhem.”

Şimdi size gelelim:

Yaptıklarınız, taptıklarınız sizi anlatır, değer verdikleriniz, konuştuklarınız sizi ele verir, sahip olduklarınız, kafa yorduklarınız tıynetinizdir.

Yüreğiniz varsa koyun ortaya...
İşte terazi işte dirhem... Çekin kendinizi tartıya...
Yarın kuru kafa olduğunuzda bunlardan hangisine girmiş olurdunuz?
Sahi, hiç düşündünüz mü?

*
Herkesin bilmekte ahkam kestiği, ancak gerçekte kafalarda lodos estiren bir soru:

Nedir okumak?

...?!

Okumak insan olmaktır...

Siz şimdi, “Ne yani, okumayanlar insan değil mi?” diye çı- kışacaksınız, ama... Hayır, biz okumayanların insan olmadığını iddia etme derdinde değiliz. 
Bilakis, “okumak sadece insana has bir özellik” olduğu için bu sahip olduğu şerefi hatırlatmak istiyoruz. Siz buradan gerekeni çıkarırsınız..
Okumak insan olduğunun farkına varmaktır. Bu yüzden okumak şükürdür, bütün zamanlarda huzur... Okumamak vebaldir, her devirde esas muzır...

Şimdi de “Okumayanlar nasıl vebalde olurlar?” diye kızacaksınız tabii. Ben de size “evet,vebaldeler; günah işliyorlar” diyorum. Peki, Allah bütün kullarına Kuran’da  “Oku!” diye emretmedi mi? Okumuyorsan Allah’ın emrine uymuyorsun demektir ki, bu da günah değil mi?

 Okumak; Kuran’da Zuhruf Suresi, 54. Ayettin “Firavun kavmini aşağıladı, ahmaklaştırdı, paramparça etti, öyle yönetti.” mealini kavrayarak tarihte Mussolini, Hitler,  Çavuşesku, Saddam, Stalin gibi nice diktatör, kral veya liderlerin ülkelerini yokluk, sefalet, zulüm, vahşet ve zillete nasıl düşürdüklerini ve her devirde bunun değişik  kılıkta tekerrür edeceğini anlamaktır.

Okumak, düşünmektir, düşündürmektir, “kalpte iman taşımanın avuçta ateş taşımak olduğu zamanda” şerefsizliğe düşmemektir...
Rantları, saltanatları uğruna satılmışlara vicdan azabını tattırmaktır. Çünkü okumak; mizan olmaktır hakka, adalet için yorulmak, alın teriyle yoğrulmak, zulme karşı doğrulmaktır...

Okumak, emek soğurmak değil, enerji üretmektir... Canlı olmaktır, bilgiyle dolmaktır, gerçeği bulmaktır...Yol olmaktır peşinden geleceklere, dil olmaktır dilsizlere...

Eşik olmak sezgilere, gökyüzü olmak sevgilere... Kafa yormak yergilere; cevap vermek sorgulara... Konu olmaktır dergilere..
Peki, siz bu zevki tattınız mı?.. Yazık!
Okumak; kendin olmaktır, maskelerden kurtulmaktır. Okumak kula kul olmamaktır. Zaafların tanrılaşmasından münezzeh olmaktır.
Elham Suresinin her okunmasında “Allah’ım ancak sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz.” diye Allah’a edilen yeminin farkında olarak kişileri rableştirmemektir.
Okumak; iletişim kurmaktır, iletken olmaktır. Her şeyden haberdar olmaktır.
Okumayan insan, beyni oksitlenendir, hurdaya çıkandır, paslanandır... Sıcaklarda donandır, buzullarda yanandır. Hakikatler gözüne batarken martavallara kanandır... 

Dünyada iken cehennemde yanandır...

Okumak düşmemektir tuzaklara, ulaşmaktır uzaklara, oturmamaktır kazıklara...
Tarihi çöz, devrini koy yanına... Bir şey geliyor mu aklına...

*
Okumak, karanlığa ışık olmaktır!..
Işık olmak nasıl bir şeydir, bilir misiniz?.. Yalana cellat,
Hakk’a âşık olmaktır! Aşkları, acıları, açları okumaktır!
Küçük şeylerin bile kıymeti, acil ihtiyaçta ya da tehlike anında daha iyi anlaşılıyor. “1898 yılında Küba’da meşhur doktorlardan William Gogas mecbur kalınca bir kavanoz dolusu ateşböceğinin ışığından faydalanarak bir askeri ameliyat etmişti.” Karanlıkta kalmanın bedelini ödemeyen zihniyet, ışığın kıymetini ne bilsin...

Okumak ilim, fen, teknik ve sanatta zirveye tırmanmaktır.
Uzay çağında yıldız, yıldız savaşlarında söz sahibi olmaktır.
Dünyada en büyük güç olmaktır okumak... Âtiden maziye kanatlanmaktır...
Çağlara hükmetmektir ...
Okumak özgürlüktür, okumayan zihniyet özgülüğü ne bilsin?
Türk dünyasının büyük yazarlarından ve düşünürlerinden Cemil Meriç, gözlerini yitirme pahasına kitap okumaya devam etmiş, âmâ olunca da kızı her gün ona kitap okumuştur. Kütüphanesinde 20 bin kitabı olan Cemil Meriç, öbür dünyaya götürmek için mi bu kadar kitaba sahip oldu, dersiniz? Dar kafalar, yaşadıkları debdebeli hayatı yazarlara, düşünürlere borçlu olduğunu kavrayabilirler mi acaba?

Okumak bir sevdadır, her gönül dayanmaz buna... 
Baharda gövermezse ağaç, elbet döner oduna...
Okuyarak canlı Kalmak, Kuruyup odun olmak, Senin elinde... 

Osman KARABABA 
BİLĞİ YURDU DERGİSİ SAYI 60

YİNE ACILARIMIZLA BAŞ BAŞAYIZ.., UNUTMADIK..



YİNE ACILARIMIZLA BAŞ BAŞAYIZ..,

UNUTMADIK..





https://www.youtube.com/watch?v=l--ZCjVLsss >


Yeşil 33 er Pususunu Gözlemledi


Emekli Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz'dan, Mahmut Yıldırım ile ilgili olay yaratacak iddialar.


Türkiye'nin ilk büyük çetesi, Yüksekova'yı aydınlatan, Susurluk skandalında TBMM araştırma komisyonuna Veli Küçük'le ilgili verdiği ifadeleriyle öne çıkan, 'Yeşil' kod adlı Mahmut Yıldırım'ın kimlik bilgilerini ilk deşifre eden Emekli Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz'dan çarpıcı açıklamalar...

"YEŞİL, DERİN DEVLETİN HİMAYESİNDE"

"Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım'ın yakalanması için çıkartılan kararı değerlendiren Oğuz, "Sakallı ve Yeşil kod adları ile tanınan Mahmut Yıldırım'ın ölmediğini daha önce de açıkladım. Jandarma Genel Komutanlığı'nda Ahmet Demir kaydıyla uzun yıllar aramızda dolaşan Mahmut Yıldırım'ın görüştüğü kişileri bile tanıyorum. Yeşil ölmedi, bugüne kadar derin devletin himayesinde hayatına devam etti. Ailesi de bu bilgiyi bana doğrularken savcılara bildiğim gerçekleri anlatmaya hazırım" dedi.

ŞEMDİN SAKIK İLE DERİN İLİŞKİ


'Yeşil'in Kontrgerilla elemanı olduğunu belirten Oğuz, PKK'da 18 yıl en kanlı eylemlerin emrini veren Şemdin Sakık ile de ilişkisinin bulunduğunu açıkladı. 1990'lı yıllarda Sakık'ın örgüt tarafından Tunceli sorumlusu yapıldığında 'Yeşil' ile irtibatının sağlandığını ifade eden Oğuz, "Yeşil'e o dönem derin devlet tarafından PKK'nın bölgeye yani Tunceli'ye yerleştirilmesine yardımcı olması yönünde talimat verildi. Örgüt Tunceli'de etkisizdi. Tunceli'de Türk solu kemikleşmiş ve radikal sol yapıların sözü geçiyordu. Ancak 'Yeşil'in devreye girmesiyle bölgede infazlar başladı. Bizzat infaz Timinin başında Yeşil vardı. Yapılan infazlar örgüte mal ediliyor, bölgede etkisiz olan PKK'ya propaganda alanı açılıyordu. Eş zamanlı jandarma atılan tüm adımlara göz yumuyordu. Çünkü işin içinde JİTEM vardı ve öyle istemişti. El birliği ile Şemdin Sakık'ın eli güçlendirildi. Bölgede güç haline getirildi. Yayılan korku ile örgüt Tunceli'ye JİTEM aracılığıyla yerleşti" diye konuştu.

33 ER OLAYINDA ŞOK İFŞAAT


Şemdin Sakık ile Yeşil arasındaki derin ilişkinin uzun yıllar sürdüğünü öne süren Oğuz,"Beni konuşturmayın... 33 er olayı var. Ciğerimizi yakan hain pusu... Kim var başında Parmaksız Zeki yani Şemdin Sakık. 'Yeşil' nerede? Olayın 300 metre gerisinde. Yol kesimine kadar bekliyor, pusuyu gözlemliyor, operasyonun tamamlanacağını anlıyor ve jet hızıyla bölgeden uzaklaşıyor. Daha fazla anlatmak istemiyorum. Bu acı gerçek ortaya çıkacak. O gün feryat eden annelerin göz yaşları donacak. Gerçeği anlayan kamuoyu şoka girecek" dedi.

KARANLIK YAPININ CİNAYETLERİ


Tunceli Jandarma Alay Komutanlığı görevini yürüttüğü 1994 yılında lojmanında intihar ettiği iddia edilen Albay Kazım Çillioğlu'nun ölümüne ilişkin soruşturmayı yürüten savcılığın 'Yeşil'e yakalama kararını çıkarttığını hatırlatan Oğuz, "Benim ifadelerim boşa değilmiş. Ben ısrarla yazdığım kitapta ve açıklamalarımda Kazım Çillioğlu ve Rıdvan Özen Albay'ı JİTEMcilerin infaz ettiğini söylüyorum. Sadece onlar mı hayır? Kirli ilişkileri gören, terörü hortlatan Kontrgerilla faaliyetleri yürüten, uyuşturucu kaçakçılığı yapan ve şiddetin rantını yiyen derin yapıyı çözen Org. Eşref Bitlis, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Tuğgeneral Temel Cingöz, Jandarma Binbaşı Cem Ersever ve MİT mensubu Tarık Ümitle Gazeteci Uğur Mumcu'yu da bu karanlık yapı ortadan kaldırdı. Bildiklerimi TBMM araştırma komisyonuna anlatmaya hazırım" diye konuştu.

İSTİHBARATÇI İSİM DE VERDİ


Açıklamalarında isim vermekten de çekinmeyen Oğuz, "Yeşil eğer konuşursa dönemin Tunceli Jandarma Bölge Komutanı, Bölge Jandarma Komutanlığı Kurmay Başkanı Binbaşı Mehmet Çörten ve dönemin MİT sorumluları kaçacak delik arar. Öte yandan Ergenekon yapılanmasının 1 numarası deşifre olur ve derin yapının hiç dokunulmayan kollarına ulaşılır. En basiti derin yapının Güneydoğu'da verdiği kirli savaş ortaya çıkar. Yaşanan istihbarat savaşları ve tabiî ki Susurluk aydınlanır. Faili meçhullerde eli olanlar ile JİTEM-PKK ilişkisi belgelenir" dedi.

SAVCIDAN FIRÇA BİLE YEMİŞ


1996 yılında faili meçhuller dosyasına bakan savcı ile görüştüğünü ifade esnasında ilginç gelişmeler yaşandığını ifade eden Oğuz, "Başta Yeşil olmak üzere çok önemli konularda bilgi verdim. Uğur Mumcu cinayetinin arka planını anlattım. Soruşturmanın birileri tarafından manipüle edildiğini anlattım. Olayın iddia edildiği şekilde olmadığını ve size burada söyleyemeyeceğim bilgileri paylaştım. Ama kalktı savcı beni fırçaladı. 'Bunları biliyorsun da neden yakalamadın...' diye de sesini yükseltti. Tek başına ölümü göze alıp bildiklerini adalet ile paylaşan birine bu yapılır mı? Ama yaptı. Bir başıma onlara operasyon yapmamı bekledi. Asıl söylemek istediği o değildi ya neyse... Bugün şeffaflaşma süreci yaşıyoruz. Olayların üzerine giden cesur savcılarımız var. Benden bilgi almak isterlerse konuşmaya yine hazırım. Hiç yanılmadım, yanıltmadım ve yalanlanmadım. Bazı dosyalarda verdiğim ifadeler ile de tarihe not düştüm" diye konuştu. (Aslan DEĞİRMENCİ / MİLAT)



***





Piyonlar Sahnede!


Piyonlar Sahnede! 


Türklüğe Saldırdılar, Cumhuriyete Saldırdılar, Atatürk’e Saldırdılar, Saldırıyorlar, Saldıracaklar, 

Hep Saldıracaklar. 

O, İnanandı. O’na imansızlar saldırıyor. 
O, İnsandı. O’na insanlıktan nasibini almayanlar saldırıyor. 
O, Vatanperverdi. O’na vatan hainleri saldırıyor. 
O, Askerdi.O’na korkaklar saldırıyor. 
O, Devlet adamıydı. O’na dengesizler saldırıyor. 
O, Çağdaş ve medeni idi. O’na görgüsüzler saldırıyor. 
O, Halkını sevendi. O’na halk düşmanları saldırıyor. 
O, Akıl ve bilimden yana idi. O’na cahiller saldırıyor. 
O, Doğru sözlü ve dürüst idi. Ona ahlaksızlar saldırıyor. 
O, Türk milliyetçisi idi. O’na Türk olmaktan utananlar saldırıyor. 
O, Tam bağımsız Türkiye’yi kurdu. O’na emperyalist uşakları saldırıyor. 
O, Millet için, memleketi için fabrikalar kurdu. O’na satılmışlar saldırıyor. 
O, Üniversiteler kurdu. O’na kitap taşıyan merkepler saldırıyor. 
O, Halkını vatandaş yaptı. O’na vatansızlar saldırıyor 
O, Ulusuna onur ve gurur bıraktı. O’na müptezeller saldırıyor… 

    Ona kimler saldırmıyor ki, 

Ezikler, Kişiliksizler, Kimliksizler, Kültürsüzler, Saygısızlar, Vicdansızlar, Embesiller, Şerefsizler, Çirkefler, Hayâsızlar, Pervasızlar, Reziller, Kendini bilmezler… 

Hatırlar mısınız? Atatürk bizlere şöyle seslenmişti: 

“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!” 

Gerçek şudur ki, onlar sadece Atatürk’e değil, aslında bize, Türk milletine saldırıyorlar; bizim annelerimize, bizim evlatlarımıza, bizim ülkemize, bizim değerlerimize  küfrediyorlar. 
Saldıranlar; Ahmet, Mehmet, Mustafa, Hasan, Kadir, Bahadır, İskender, Sait, Süleyman ve daha niceleri… 
Saldırdılar, 
Saldırıyorlar, 
Saldıracaklar, 
Yine saldıracaklar. 
Çünkü; bunlar, herkesçe bilinen mayası bozuklar. 

/ 11.05.2017 
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği .,
BİLĞİYURDU DERGİSİ ARKA KAPAK SAYI 60

..