31 Temmuz 2017 Pazartesi

27 Mayıs Darbesi ve Türk Siyasi Hayatında Yeni Bir Dönemin Başlangıcı

27 Mayıs Darbesi ve Türk Siyasi Hayatında Yeni Bir Dönemin Başlangıcı


27 MAYIS DARBESİ ve SONRASI

Genelkurmay Başkanı, Başbakan’a orduyu elinde tuttuğunu söylediği sıralarda Birleşik Komite 23 Mayıs’ta bir toplantı yaparak 25-26 Mayıs gecesi müdahalenin yapılmasını kararlaştırmıştır. Toplantıda Cemal Madanoğlu müdahalenin hiyerarşik düzen içinde yapılmasını teklif etmiş fakat kabul görmemiştir.521 Toplantıda 1. ve 2. Ordu’dan müdahaleye itiraz gelmeyeceği fakat Ragıp Gümüşpala’nın komutasındaki 3.Ordu’dan itiraz geleceği tahmini üstünde durulmuş, ancak Cemal Madanoğlu’nun Ragıp Gümüşpala’yı müdahale 
sonrasında kendi taraflarına çekeceği düşünülerek İstanbul ve Ankara içinde birlik tasnifine geçilmiştir.522 

Menderes, ihtilal söylentileri karsısında kendi konumunu güçlendirmek için halka dönmüş, güçlü olduğu Ege Bölgesi’nde mitingler düzenlemiştir. Hükümet İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan etmiştir. Menderes, Ankara’ya döndüğünde Harp Okulu öğrencilerinin gösterisi hükümetin itibarına ağır darbe vurmuştur. Harp Okulu öğrencilerinin gösterisi üzerine hükümetin bir soruşturma başlatarak darbe planlarını ortaya çıkartacağından korkan cunta erken davranarak 27 Mayıs 1960’da darbeyi yapmıştır. 

Ankara içindeki bazı birlik komutanlarının harekete geçmek için bir generalin emrini talep etmeleri ve Menderes’in Eskişehir’e gitmesi nedeniyle müdahale 27 Mayıs’a ertelenmiştir. 

Fakat Eskişehir’de komite ile bağlantısı olan herhangi bir kişinin olmaması nedeniyle Menderes’in ele geçirilme planı sorun olmuştur. Havacılar arasına sızmakta zorlanan komite, son noktanın konulacağı Eskişehir’e İstanbul’dan Agasi Şen’i yollama kararı almıştır. 26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece saat 3:00’te İstanbul’da başlayan darbe, bir saat içinde önemli ve kilit mevkilerin ele geçirilmesi ile tamamlanmış ve Ankara’dan gelecek olan radyo yayınına odaklanmıştır. Fakat İstanbul ve Ankara ekipleri arasındaki saat anlaşmazlığı 
nedeniyle İstanbul ekibi operasyonu Ankara’dan iki buçuk saat önce tamamlamıştır. 

Ankara’da yapılmayan radyo yayını nedeniyle Orhan Erkanlı’nın darbeyi İstanbul’dan duyurma önerisi makul bulunmuş ve saat 4:36’da Binbaşı Kenan Ersoy’un sesinden darbe duyurulmuştur. 523

Sabah saat 7:50’de, Menderes Kütahya’da Silahlı Kuvvetler tarafından tutuklanmış, hareketin sembolik lideri Cemal Gürsel ise İzmir’den kalkan bir uçakla Ankara’ya uçmuştur. 

İktidarı ele geçiren subayların 27 Mayıs günkü radyo konuşması, eylem amaçlarını vurgulamaları açısından dikkate değerdir. Partileri çıkmazdan kurtarmak, partiler üstü bir yönetim kurmak, serbest seçimleri yapmak ve siyasi iktidarı tekrar kazanan partiye devretmek, darbecilerin amaçlarını oluşturmuştur. Çünkü siyasi partiler siyasi bir çıkmazda tuzağa düşmüştür ve bu müdahale kurtuluş sağlar gibi görünmüştür. DP’liler İnönü yanlısı bir darbeden korkmuştur fakat ilk bildiriyi okuyan Alparslan Türkeş’in sesini tanıyanlar, 

İnönü yanlısı olmayacağını bilmektedirler. Zaman müdahalenin niteliğini gösterecektir.524 

Albay Alparslan Türkeş 27 Mayıs 1960 günü saat 15.00’de Genelkurmay Başkanlığı’nda yapılan basın toplantısında darbenin gerekçesini açıklamıştır. Bir gazetecinin “Bu sabahki harekâtı nasıl tavsif edebilirsiniz? Bir darbe-i hükümet mi olmuştur, yoksa Anayasa’ya dönüş mü bahis konusudur?” sorusu üzerine, Alparslan Türkeş: 

 ^^  Yürürlükteki Anayasa idare tarafından çiğnenirse o idarenin meşruiyeti şüpheye düşer. Onun için biz birkaç seneden beri memlekette Anayasa’nın ihlal edildiğine şahit olduk. Fakat sabırla bekledik ve içten temenni ettik ki bu yol parlamenter nizam içinde mecliste halledilsin. Son bir aylık hadiseler memlekette büyük üzüntüye sebep oldu ve demokrasi hayatımız bir çıkmaza girdi. Fakat bütün ümit ve beklememize rağmen parlamentoda bunun düzelmesine gidilmedi. 

Diktatörlüğe gidileceğinden bütün memleket endişeye düştü ve bu hal ayrı partilere mensup vatandaşların münasebetlerini de güç hale soktu. Bu durum 
karşısında memleketin ve milletin iç ve dış tehlikelerden korunması sorumluluğunu üzerinde taşıyan Türk Silahlı Kuvvetleri, kötü şekilde yürütülen 
bu iç mücadelenin memleketin dış emniyetini de tehlikeye soktuğunu gördü. 

Bunun hem Ortadoğu bölgesinde sulh ve sükunu temin, hem de Anayasa’nın her türlü tesirden azade bir hale getirilmesi maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri kendi 
sorumluluğu dahilinde düzeltmeye karar verdi.^^ diyerek cevap vermiştir. 525 

Darbeden bir gün sonra düzenlediği bir basın toplantısında Cemal Gürsel, “idareye el koymanın amacı, Türkiye’de demokrasinin tekrar ortaya çıkarılmasıdır” demiştir. Yeni seçim kanununun hazırlanmasından sonra yönetim, halkın serbest seçimine bırakılacaktır. Gürsel, DP de dahil olmak üzere, bütün partilerin genel seçimlere katılmaları için izin verileceğine söz vermiştir. 526 

Celal Bayar’ın “Bence, 27 Mayıs, bir fiili durumdur. Bence, askeri ihtilali Osmanlı’dan kalma geleneksel yönetimimizdeki ordu-medrese işbirliğinin, kanun yapma ve yürütme gücüne karşı direnişi, müdahalesidir” tespiti ile MBK’den Orhan Erkanlı’nın 27 Mayıs’ın gerekçesi olarak I. Dünya Savaşı’ndan beri TSK’nin savaşa girmemesi sonucu, yapacak işlerinin olmadığını ve sıkıldıklarını belirtmesi, Türk ordusunun profesyonelleşme düzeyi hakkında derin kaygılar uyandırmıştır. Cumhuriyet, Tercüman ve Hürriyet gazetelerinin “Kahraman Türk Ordusu idareyi ele aldı”, “Büyük Türk Ordusuna ithaf desteğimiz”, “...doğruya özlemlerimizi fiili halde gerçekleştirme şerefi kendine düşen ordu...”, “Türk Ordusu vazife başında” haberleriyle 27 Mayıs’ı kucaklamaları, Abdi İpekçi, Çetin Altan, Refi Cefat Ulunay’ın sevinçten ağlayarak darbeyi öven yazıları, 27 Mayıs’la birlikte Türk toplumunda belirli kesimlerin ilk tepkileri olarak göze çarpmaktadır. 527 

27 Mayıs darbesinin hemen ardından yapılan ilk icraatlardan biri 28 Mayıs 1960 günü saat 3:00’ten itibaren, MBK’nin 22 Numaralı Tebliğiyle basın suçlarından dolayı gözaltında, tutuklu veya mahkûm olan herkesin tahliyesi olmuştur.528 Devr-i Sabık yaratmayacağını vaat ederek iktidara gelen DP’nin akıbeti, adeta bir devr-i sabık konumundadır. Gözaltılar esnasında DP’lilerin başlarına getirilenler hakkında doğru dürüst bir habere rastlanmamaktadır. Hiçbir kaçma teşebbüsü olmamasına rağmen kimi DP’lilerin hudut boylarında; kimilerinin ise yükte hafif pahada ağır neleri varsa toplayarak, temin ettikleri bir vasıtayla kaçarlarken yakalandıkları haberleri verilmiştir.529 Henüz Yüksek Soruşturma Kurulu tahkikatı devam etmekteyken basında, yolsuzluklar ve suiistimaller iddia boyutundan arındırılarak unsurları tamamlanmış birer suç hüviyetine çabucak büründürülmüştür. Bu doğrultuda, gazete manşetlerine çekilen şu haberlerin hatırlatılması gerekmektedir: Şehitleri tespit için komisyon kuruldu. Üniversitelileri öldürdükten sonra meçhul yerlere gömen polisler sorguya çekiliyor. Dikilecek abidenin istismar edilmemesi istendi.530 

Partizan valiler birer birer tevkif ediliyor. Ethem Yetkiner’in bankada 1 buçuk milyon lirası olduğu tespit edildi; Sarol otomobil kaçakçılığı ile meşgulmüş.531 
K. Aygün, belediye tahvillerini kırdırıp kendi hesabına toplamış. Bekçi aidatlarının da yenildiği anlaşılıyor.532 

Menderes 10 yılda 480 bin lira maaş ve tazminat almış. Sabık Başbakanın 1954 ve 1957 seçimlerinde yaptığı propaganda gezileri için de yolluk aldığı tespit edildi.533 

Bayar kahve ithali işinde de ortakmış.534 

Sabık Cumhurbaşkanı 1500 Harbiyelinin imhasında hiç mahzur olmadığını söylemiş.535 

Bunlarla birlikte gazeteler Menderes dönemini diktatörlük ve zorbalık olarak tanımlamış ve sonradan doğrulanamayan birçok iddiayı haber yapmış, köşe yazılarında da bu haberler kullanılmıştır. Bu haberler doğru olmadığı gibi, haberlerde çoğu zaman insaf sınırları zorlanmıştır. 

27 Mayıs olmasaydı Hükümetin ordu mensupları, aydınlar ve üniversite gençliğine karşı silah kullanacağı, depolarda çok sayıda silah bulunduğu, Harp Okulunun imha edileceği, Ardahan’ın Ruslara teklif edildiği gibi haberler yayınlanmıştır. 

Ayrıca yüzlerce öğrencinin öldürüldüğü, cesetlerin ortadan kaybedildiği, bir kısmının Et ve Balık Kurumunun makinelerinde öğütülerek hayvan yemine dönüştürüldüğü, bir kısmının ise bilinmeyen yerlere gömüldüğü şeklinde haberler verilmiştir.536 

Örneğin buzhane ve çukurlarda bulunan cesetler 30 Mayıs 1960 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Ankara’da dolaşan şayialar”a atfen haber yapılmıştır. Bazen de aynı haber iki farklı gazetede iki değişik kaynağa atfen verilmiştir. Gazeteler kamuoyunu bilgilendirmekten çok, çoğu zaman yanlış bilgi bombardımanı ile yönlendirme gayreti içerisinde olmuştur. İpekçi ve 
Coşar’a göre MBK ve Bakanlar Kurulu ihbarlar konusunda gafil avlanmış ve büyük bir çoğunluğu hiçbir müspet delile dayanmayan ihbarlar gerçek kabul edilip derhal kamuoyuna duyurulmasında fayda görülmüştür.537 

Darbe sonrası haberlerdeki en ilginç noktalardan biri de Menderes ve dönemini kötülemek için zaman zaman dini içerikli haberler yapılmış olmasıdır. Örneğin Menderes’in otel dairesindeki aramada ayakkabıları altında bir Kuran-ı Kerim bulunduğu gündeme getirilmiştir. Benzer şekilde Mısır’da yayınlanan bir gazetenin darbenin ardından Menderes hükümetinin dini kullanıp iktidara geldiği ancak sonradan dini unuttuğu şeklindeki yorumlarına yer verilmiştir. Hürriyet gazetesinde 30 Mayıs tarihinde Asım Can imzasıyla çıkan ve İstanbul’daki gösteriler sırasında ölen Turan Emeksiz’in cenazesini yıkayan hocanın “mukaddes bir varlığa” dokunduğu şeklindeki ifadeleri ayrı bir uç örnek oluşturmuştur. 

İlginç bir şekilde dış basında çıkan haberlerin tamamını 27 Mayıs darbesine destek veren haberler oluşturmuştur. Ancak çoğu defa referanslar konusunda gerekli hassasiyet gösterilmemiştir. Örneğin 29 Mayıs tarihli Tercüman gazetesinde Los Angeles’taki bir gazetenin muhabiri olduğu iddia edilen Waldo Drake’e atfen Amerika ve Avrupa’da Türkiye’den dünyanın en medeni ülkesi diye bahsedildiği şeklindeki haberde Drake’in hangi gazetenin muhabiri olduğu, görüşlerinin hangi tarihte ve hangi gazetede çıktığına dair bir bilgi yer almamıştır. O dönemde yabancı basında ya darbeyi eleştiren hiçbir haber ve yorum çıkmamış, ya da bunlar gazeteler tarafından sansür edilmiştir. 
Haberler gibi köşe yazılarında da 27 Mayıs 1960 darbesi açıkça desteklenmiştir. 

Bu bağlamda Tercüman gazetesinde ilginç bir gelişme olmuş ve daha önce genelde Pazar günleri ikinci sayfada çeşitli konularda yazıları çıkan Haldun Taner, darbenin ardından gazetenin başyazılarını yazmaya başlamıştır. Yazılarında Menderes hükümetini “hürriyet düşmanları” olarak tanımlayıp kıyasıya eleştiren Taner’e göre darbeden çıkartmamız gereken asıl ders 
kurtuluşun partilerde değil, partiler dışındaki milli kuvvetlerde olduğudur. Taner demokrasinin koruyucusu olarak tanımladığı bu manevi kuvvetlerin politikacıları 
kapsamadığını, gençlik, üniversite ve ordudan oluştuğunu belirtmiştir. Aynı gazeteden Kadircan Kaflı da 27 Mayıs’ı kalemle başlayıp kılıçla sonuçlanan bir hürriyet savaşı olarak tanımlamıştır. Köşe yazarları darbecilere akıl vermeyi ihmal etmemiş, özellikle DP’li politikacılara yumuşak davranılmaması konusunda onları uyarmıştır.538 

Darbenin ardından gazetelerde 27 Mayıs’a muhalif hiçbir haber veya yorum yapılmamıştır. 

Darbenin basın üzerindeki etkisi sonraki yıllarda da devam etmiştir. 
Böyle bir ortamda yapılan 27 Mayıs 1960 hareketi ordunun bir darbesinden çok, DP iktidarının siyasi darbesine karşı yapılmış bir “karşı-darbe” niteliğindedir. 
Türkiye’de sosyo- ekonomik koşulların bir ara düzeldiği bir dönemden sonra, bir takım siyasi gerilimler yaşanmış ve nihayetinde Türkiye’de yaklaşık her on 
senede bir yapılacak darbeler dönemi başlamıştır. 

Bu şekilde Cumhuriyetin başından beri, en bunalımlı dönemlerde dahi korunmaya çalışılan sivil yönetim kuralı, çok ağır bir yara almıştır. O günden sonra Türkiye’de askeri yönetim, daima akılda tutulması gereken bir olasılık olarak ortaya çıkmış, ülke yönetiminde derin bir bunalım belirdiği her sefer, artık gözlerin orduya çevrilmesi bir alışkanlık haline gelmiştir. Gerçi, Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetimini sürekli olarak üstlenme eğilimlerini kendi içinde bastırmayı başarmıştır ama bu tutum, ancak olağan dönemlerle sınırlı kalmıştır. Olağanüstü dönemlerde ise, kendini artık açıkça rejimin bekçisi sayan ordu, gerekli gördüğü her vesilede sivil yönetime karışmaktan geri kalmamıştır. 27 
Mayıs 1960’tan sonra, bu müdahalelerin en önemlileri, 12 Mart 1971 ile 12 Eylül 1980’de gerçekleşmiştir. Bunların dışında, sonuca ulaşmayan birtakım askeri girişimler de olmuştur. 
Ayrıca olağan dönemlerde bile “ordu etkeni”, siyasal yaşamın değişmez verisi haline gelmiştir.539 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

521 Akyaz, a.g.e., s. 129. 
522 İpekçi, a.g.e., s. 179. 
523 İpekçi, a.g.e., s. 215. 
524 Ahmad, “Demokrasi Sürecinde…”, s. 194. 
525 Cumhuriyet, 28 .5. 1960, s.1. 
526 Feroz Ahmad, Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi (1945–1971) , 
İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1976, s. 216. 
527 Mazıcı, “Türkiye’de Askeri Darbeler …”, s. 13. 
528 Kurtul Altuğ, 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, İstanbul: Yılmaz Yayınları, 1991, s.39. 
529 Mithat Perin, Yassıada Faciası Cilt 1 (27 Mayıs Darbesinden İdamlara Kadar İşkence Altında Ezilenlerin Dramı), 
İstanbul: Dem Yayınları, 1990, s.37. 
530 Tercüman, 31 Mayıs 1960. 
531 Tercüman, 2 Haziran 1960. 
532 Akşam, 12 Temmuz 1960. 
533 Milliyet, 13 Temmuz 1960. 
534 Akşam, 27 Eylül 1960. 
535 Milliyet, 9 Haziran 1960. 
536 Henüz yargılamalar başlamadan, MBK İrtibat Bürosu tarafından hazırlanmış açık bir ithamname niteliğindeki şu broşüre bkz. Yassıada Broşürü: Ekim – 1960, İstanbul: T. C. Millî Birlik Komitesi İrtibat Bürosu, 1960. 
537 İpekçi ve Coşar, s.312. 
538 İrfan Neziroğlu, Türkiye’de Askeri Müdahaleler Ve Basın 1950-1980, Ankara, Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, 2003. 
539 Eroğul, a.y. 


***

1950-1960 Arası Dönemde İktisadi Durum

1950-1960 Arası Dönemde İktisadi Durum


İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir takım iç ve dış gelişmelerin etkisiyle yeni ekonomi politikası arayışları gündeme gelmiştir. Bu doğrultuda hazırlanan 1947 Kalkınma Planında ulaşım ve enerji altyapıları, tarımın ve dolayısıyla kırsal kesimin geliştirilmesi hususlarına vurgu yapıldığı görülmektedir. Yeni dönemde İngiltere’nin yerini ABD’nin alması ve SSCB ile ilişkilerin giderek bozulması, ülkeyi ABD’ne daha çok yakınlaştırmış, bunun sonucunda Türkiye’nin ekonomi politikasının oluşumunda ABD belirleyici rol oynamaya başlamıştır. 

Seçmenin serbest iradesinin ve tercihinin sandığa yansıdığı ilk seçim olan 14 Mayıs 1950 seçimi sonucunda Demokrat Parti (DP) iktidara gelmiş ve ülkede yeni bir dönem başlamıştır. 

Bu tarihten sonra 1960 yılına kadar kurulan beş Demokrat Parti hükümeti döneminde de “özel sektör öncülüğünde iktisadi kalkınma” modeli uygulanacağı deklare edilmiş ve iktidarının ilk yıllarında DP bu konuda önemli adımlar atmıştır. Örneğin, ithalat Eylül 1950’de %60-65 oranında serbestleştirilmiş, fiyat kontrolleri kaldırılmıştır. Banka kredi faizleri düşürülerek, özel kesimin daha fazla kredi kullanmasına imkân sağlanmak istenmiştir. 

Demokrat Partinin iktisat politikasında aşağıda belirtilen iki hedefin öne çıktığı görülmektedir: 

- Altyapı yatırımlarının gerçekleştirilmesi 
- Satın alma gücünü tabana yayan bir gelir politikası. 

Ekonomik gelişmelerin ve uygulanan politikaların genel nitelikleri itibariyle dönem; “1950-53 dönemi” ve “1954-1960 dönemi” şeklinde iki alt döneme ayrılabilir. 

Aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, ilk dönem ekonomik göstergelerin oldukça parlak olduğu bir zaman dilimini ifade etmektedir. Bu dönemde GSMH sabit fiyatlarla yılda ortalama %11,3 oranında büyümüş 520; kişi başına gelir %8-8,5 oranında yükselmiş, dört yıl içinde ihracat %48,8 oranında artış göstermiştir. Bu olumlu gelişmelerin en önemli nedenleri arasında, para arzının ve kredilerin artırılması, üstü üste dört yıl devam eden oldukça iyi iklim koşulları, tarımda destekleyici fiyat politikaları, Kore Savaşı’nın dünya piyasalarında tarımsal ürünlerin fiyatlarını yükseltmesi ve dış yardımlar gösterilebilir. 


TABLO 



Dönemin dikkat çeken bir başka özelliği, hükümetin KİT’ler konusundaki tavrıdır. Bu kuruluşların özel sektöre devredileceği (özelleştirme) vaadinde bulunan Hükümet, bu sözünü yerine getirememiştir. Ancak bu dönemde yeni KİT kurulmamış, var olanların sermayeleri artırılmamıştır. 

1954 sonrası dönemde bir taraftan makroekonomik göstergelerde önemli bozulmalar ortaya çıkarken, diğer taraftan KİT’ler yeniden önem kazanmaya başlamıştır. Bu dönemde liberal politikaların terk edildiği ve devletin ekonomik hayata yoğun müdahalelerde bulunduğu görülmektedir. Kamu kesiminin sanayide üretilen katma değerdeki payı %59,1 e çıkmıştır. Bu dönemde sanayideki gelişme tarım sektöründeki büyümeyi aşmıştır. DP üretim artışı sağlamak için yatırımlara önem ve öncelik vermiş, ancak toplam yatırımların milli gelir içindeki payı 1954 sonrasında düşmeye başlamıştır. Bunun başlıca nedeniyse dış ticaret açığındaki yükselme ve yatırım malı ithalinin zorlaşmasıdır. Bu süreçte ülke adım adım ekonomik bunalıma sürüklenmiştir. 1956-1958 döneminde ağırlaşan bunalım 1960’lı yıllarda planlamaya geçişin sosyal ve psikolojik ortamını hazırlamıştır. Liberasyonu takiben dış ticaret açıkları genişlemiştir. Beklenildiği kadar yabancı kaynak girişi olmayınca, sınırlı altın ve döviz rezervleri kısa sürede tükenmiştir. Hem tüketim mallarında darlık başladığı, hem de hammadde tedarikinde sorunlar yaşandığı için sanayi üretimi olumsuz yönde etkilenmiştir. 

Bunun üzerine 1956’da Milli Korunma kanunu yeniden yürürlüğe konulmuş, fiyat kontrolleri yaygınlaştırılmıştır. 

1950-60 dönemi bir bütün olarak değerlendirildiğinde, öngörülenin aksine devletin ekonomideki payının azalmayıp, arttığı ancak, özel sektörün ilk defa bu dönemde gelişmeye başladığı görülecektir. DP programlarında kamu yatırım larının özel yatırımlara rakip değil, tamamlayıcı olması ilkesi benimsen miştir. Özel sektör kamunun yanında ekonomide ağırlığı olan ve desteklenen bir kesim olmuştur. Özel sermaye birikimi yeni kaynaklarla beslenerek hızla genişlemiş, bir süre sonra ekonomik ve toplumsal gelişmeyi belirlemeye başlamıştır. 
Kamu kesimi yatırımları ulaştırma ve haberleşme alt yapısına, tarıma, sanayide ara ve yatırım malları sanayi alt dallarına yönelmiştir. Buna karşılık, özel kesim tüketim malları sanayiine, (özellikle dayanıklı tüketim malları) girmiştir. Özel kesim ihtiyacı olan yerli ara ve yatırım mallarını kamu kesiminden çoğu zaman maliyet fiyatının altında satın almıştır. Böylece devlet özel kesime kaynak transfer etmiştir. Özel kesim sanayileşmede öncü bir rol oynamak yerine faaliyetlerini bilinen sanayi dallarında ve zaman zaman kapasite fazlası oluşturacak şekilde yoğunlaştırmıştır. Sanayileşme sürecinin ileri aşamalarını temsil eden ara ve yatırım mallarını üretecek projeleri oluşturmada ve tesisleri kurmada kamu kesimi öncü rol oynamıştır. Diğer taraftan, Savaşı izleyen yıllarda özel girişimin öncülüğünde hızlı bir banka kurma çabası söz konusu olmuştur. Ziraat Bankası ve İş Bankası dışında kalan dört büyük banka bu dönemde 
kurulmuştur. 

Özel sektöre devredilmesi planlanan KİT’lerin iktisadi kalkınma sürecinde öne çıkmaları, dönemin ilginç bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Genişleyen iç talebi karşılayacak özel sektör yatırımlarının yetersizliği, hükümeti KİT’ler aracılığıyla iktisadi kalkınmayı sağlama yoluna itmiştir. Diğer taraftan, özellikle o yıllarda özel girişimciler devlet desteğinden ve kamu imkânlarından yararlanmayı, KİT’lerin yerini almaya tercih etmişlerdir. Ancak KİT’lerin yönetiminde ve KİT ürünlerinin fiyatlandırılmasında politik ve keyfi yaklaşımlar 
devam etmiştir. Bütçeden ve TCMB kaynaklarından karşılanan KİT’lerin işletme zararları ekonomide enflasyonist baskı unsuru olmaya başlamıştır. 

Dönemin öne çıkan özelliklerinden bir diğeri, tarımın pazara açılması ve köyden kente göç olayının yaygınlaşmasıdır. 1948 yılında Marshall Yardımı Planı’nın uygulanmaya başlamasıyla birlikte, tarım sektöründe son derece hızlı bir makineleşme sürecine girilmiştir. Başta makineleşme olmak üzere çağdaş girdi kullanımının artması, işlenen alanların genişlemesi ve verim artışı tarımsal üretimin büyümesine imkân vermiş, tarım daha fazla pazara açılmıştır. 

Bu da köylünün refah seviyesinde iyileşme ile birlikte köyden kente göçe neden olmuştur. Kentlerde nüfusun çoğalması, başta açık işsizlik olmak üzere bir dizi sosyal problemlerin su yüzüne çıkmasına yol açmıştır. Tarımın pazara açılması ve tarımsal hammadde işleyen sanayilerin gelişmesiyle tarımsal üretimin kompozisyonunda bir takım değişiklikler olmuştur.

Tarımın tümüyle vergi dışı tutulması, kredi imkânları ve destekleme fiyatlarıyla tarımda sermaye birikimi süreci hız kazanmıştır. Aynı gelişmeler, pazara açılma ya da iç pazarın genişlemesi yoluyla diğer kesimlerdeki gelişmeleri etkilemiş ve uyarmıştır. Buna karşılık tarımsal işletme biçimi önemli ölçüde değişmemiş, cüce ve küçük işletmelerin oranı yüksek düzeyini korumuştur. Kırsal kesimin çözülmesi ve buna bağlı olarak oluşan gecekondu olgusu sonucu işçi sayısı hızla artış göstermiştir. Bu dönemde ilk kez kentlerde açık işsizlik ortaya çıkmıştır. Ayrıca işgücündeki sayısal genişleme niteliksel bir dönüşümü beraberinde getirmemiştir. 

1950’den sonra ABD’nin desteğiyle, ulaştırma politikasında temel bir değişiklik yapılarak, tarımsal üretimde uzmanlaşma ve tüketim mallarına dayalı sanayileşmeye ve karayollarına dayalı bir ulaşım sistemine ağırlık verilmiştir. Sonuçta ABD’nin mali desteği ve politika önerileriyle birlikte ulaştırma alt sistemleri içerisinde karayolları egemen bir konuma gelmiştir. Sanayi sektörünün gelişimi açısından dönemin öne çıkan özellikleri şu şekildedir: Bu dönemde uygulanan ithal ikameci sanayileşme stratejisi ile tüketim mallarının yurtiçinde 
üretilmesi aşaması önemli ölçüde tamamlanmıştır. Hızlı kalkınmanın sağlanabilmesi için yatırım harcamalarına ağırlık verilmiş ve yatırımların GSMH içerisindeki payı %10’dan %15’e yükselmiştir. Kamunun üretim teknolojisindeki üstünlüğü ve etkinliği nedeniyle sınai gelişmede kamu kesimi öncü rolü üstlenmiştir. Sanayi sektörü yılda ortalama %8,3 İmalat sanayinde ihracat yerine, ithal ikameci sanayi kollarına ağırlık verilmiştir. 

Bu dönemde bir taraftan ileri teknoloji gerektirmeyen sektörler gelişmiş, diğer taraftan yabancı sermaye girişi ve teknoloji transferi ile birlikte yüksek teknolojili üretim gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Genellikle montaj sanayi özelliği gösteren sektörün gelişme hızı, dönemin ikinci yarısında hammadde ve aramalı ithalatının yavaşlamasına paralel olarak yavaşlamıştır. 

1950’li yıllarda iktisadi faaliyetlerde ve uygulanan iktisat politikalarında en dikkat çekici gelişmeler dış ticaret ve yabancı sermaye alanlarında ortaya çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra Türkiye’nin IMF ve Dünya Bankası’na üyeliğiyle birlikte dış ekonomik ilişkilerde canlanma oluşmuştur. Bu dönemde Türkiye Marshall Planı kapsamına alınmış, 1948 İktisat Kongresi’nde yabancı sermaye yoluyla döviz sıkıntısının giderilmesi önerilmiş ve sonuçta yabancı sermayenin teşvik edilmesi gündeme gelmiştir. Üretimin ithal 
girdilere aşırı bağımlılığı, bugün olduğu gibi o dönemde de, önemli bir problem alanıydı. 

Dönemin başlarında uygulanan liberal dış ticaret politikaları sonucu dış ticaret açıklarının sürdürülemez düzeylere gelmesiyle birlikte, 1954’den itibaren korumacı politikalara geri dönülmüştür. Dış ticaret hacminin GSMH’ya oranının ortalama %10 civarında olduğu dikkate alındığında, ekonominin dışa açık bir görünüm sergilemediği kolaylıkla anlaşılabilir. Dönemin tamamında dış ticaretin özellikleri; kronik açık, hava şartlarına bağlı ihracat hacmi ve dış yardım ve kredi imkanları ile sınırlanan ithalat hacmi şeklinde özetlenebilir. İhracat artışıyla karşılanamayan döviz ihtiyacı dış borçlarda artışa yol açmış, borçlanmada başlıca kaynak ABD olmuştur. Dışarıdan temin edilen kaynakların çok önemli bir bölümünü resmi krediler ve askeri amaçlı bağışlar oluşturmuştur. Yabancı kaynak girişiyle birlikte ekonomiye dışarıdan müdahaleler de artmıştır. Dış borcun alternatifi olarak yabancı özel sermayenin (doğrudan yabancı yatırımlar) ülkeye çekilmesi açısından önemli adımlar atılmış, o dönemin koşullarında oldukça liberal sayılabilecek bir mevzuat oluşturulmuştur. Ancak yabancı sermayenin ülkeye çekilmesinde başarılı olunamamıştır. Yabancı özel sermayenin üretime yönelen payı oldukça yetersiz düzeylerde kalmış, sanayi üretimine yönelen yabancı sermaye ise, ilkel teknoloji ve düşük ölçekle üretimde bulunmuş, yoğun ithal girdi kullanmıştır. 

Bu durum uzun dönemde yerli sınai üretimin gelişmesinde olumsuzluklara sebebiyet vermiştir 

Hızlı ekonomik büyüme ve sanayileşme uğruna körüklenen iç talep, iç tasarrufların ve dış kaynakların yetersizliği, düzensiz, koordinasyonsuz yatırımlar ve kaynak israfı ekonomide kamu açıklarına, parasal genişlemeye, enflasyona ve büyüyen dış ticaret açıklarına nedenolmuştur. Sorunların giderilmesi için alınan tedbirlerle ekonominin içinde bulunduğu bunalım aşılamayınca hükümet uluslararası finans kuruluşlarından yardım istemek zorunda kalmıştır. IMF’nin güdümünde ve OECD ile yürütülen görüşmeler sonucu Türkiye’nin ticari 
borçları konsolide edilerek takside bağlanmış, vadesi gelen borç taksitleri ertelenmiş ve yeni krediler açılmıştır. Bu dış desteği arkasına alan Türkiye 4 Ağustos 1958’de istikrar tedbirleri adıyla anılan kararları yürürlüğe koymuştur. İstikrar tedbirleri çerçevesinde; TL %68,9 oranında devalüe edilmiş, ithalata yeniden serbesti getirilmiş (ithalat üçer aylık dilimlere bağlanmış, ara ve yatırım malları ithalatına öncelik verilmiştir), para arzı ve bütçe harcamaları kısıtlanmış, KİT üretim ve hizmetlerinin fiyatları yükseltilmiştir. İstikrar tedbirlerinin uygulanmasıyla dış ekonomik ilişkilerdeki tıkanıklık giderilmiştir. Dış kredilerin açılması ve ithalatın artması sonucu ekonomi yeniden canlanmıştır. 

1959’dan itibaren ihracat artmaya başlamış ve dış ticaret hacmi yeniden genişlemiştir. Aynı yıl Türkiye, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) başvurmuş, bu başvurunun kabulü üzerine 27 Eylül 1959’da Toplulukla görüşmeler başlamıştır. Bu olumlu gelişmelere rağmen, dış ödeme güçlükleri ve işsizlikle beliren ekonomik bunalım dönem sonunda ciddi bir siyasal bunalıma dönüşmüştür. 

Özetle, bu dönemde benimsenen ithal ikameci sanayileşme modeli ve özel sektörün tek başına ekonomik kalkınmayı sürükleyecek kapasiteye ulaşmamış olması kamunun iç ve dış kaynakları dengesiz bir şekilde kalkınma çabasına yönlendirmesine yol açmıştır. Benimsenen ithal ikameci politikalar ile ülkenin ciddi anlamda döviz tasarrufu yapması beklenirken, artan dış kaynak kullanımı ve dış kaynaklar ile finanse edilen etkin olmayan projelerin kendi masrafını karşılayamayacak duruma gelmesi ülkenin ekonomik anlamda dış bağımlılığını 
artırmıştır. Devletin dış kaynakların yanı sıra, kıt olan iç kaynakları da kullanma çabası ülke ekonomisi üzerindeki baskıyı arttırarak, kamu harcamalarının önemli bir kısmının TCMB kaynakları ile finanse edilmesine yol açmıştır. 

1950-1960 dönemi özellikle kamu kesiminin ekonomideki ağırlığının azaltılması söylemlerinin ön plana çıktığı bir dönem olsa da, bu söylem özel sektörün yetersizliği nedeniyle gerçekleşmemiştir. 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

520 Dönemin tamamında ulusal gelir sabit fiyatlarla yılda %5-6 dolayında bir artış göstermiştir. Ulusal gelir içinde tarım kesiminin göreli payı azalmış, buna karşılık sanayi ve özellikle de hizmetlerin payı önemli oranda artmıştır. 


***

27 Mayıs Sürecine Girilirken Dış İlişkiler

27 Mayıs Sürecine Girilirken Dış İlişkiler 

27 Mayıs’a giden süreçte Türkiye’nin dış ilişkilerde iki önemli gelişme yaşanmıştır. Bunlardan ilki Sovyet Rusya ile yakınlaşma girişimleri, ikincisi ise Avrupa Ekonomik Teşkilatı’na katılım için son dönemece girilmesidir. 

Önce SSCB ile ilişkilere değinmek gerekir. 1959’a gelindiğinde Türkiye’deki idarecilerden SSCB ile olan ilişkilerle ilgili olumlu düşünceler dillendirilmeye başlanmıştır. 8 Şubat tarihli Dışişleri Bakanı Zorlu’nun demeci 508 ve 1 Kasım tarihli TBMM’nin açılış konuşmasında Bayar’ın “Son bir sene içinde sulh ve istikrarın gerçekleşmesi bakımından beslenen ümitleri kırıcı birtakım hâdiselerin zuhur ettiğini görmüş bulunuyoruz. Umumiyetle milletlerarası komünizmin çeşitli bölgelerde ihdas ettiği bu hâdiseler yanında, Sovyet Rusya'nın takip etmeye başladığı, şahsi temaslar temini suretiyle ferahlık yaratma siyaseti de gittikçe daha geniş bir şekilde gelişmekte ve bu hareketler, emniyetsizlikten mustarip ve hakiki sulha hasret çeken demokrasilerde, az da olsa, iyimserlik ümitleri doğurmaktadır… Türkiye'nin, emniyet içinde sulhun teessüsünü arzu eden memleketlerden biri olarak, Batı ile Doğu arasındaki münasebetlerin düzelmesi gayesine yöneltilen bütün teşebbüsleri tasvip ve takdirle karşıladığını bir kere daha belirtmek isterim…” şeklindeki demeci ilişkilerde yumuşamaya ivme kazandırmıştır.509 

Basında ise ilişkilerin iyileşmesi gerektiği üzerine yazılmış olan yazılar yer bulmaya başlamıştır. Bu süreç yaklaşık bir yıl boyunca sürmüştür. İki ülke arasındaki ilişkiler uzun yıllar sonucunda en alt düzeyde kalmış iken 11 Nisan 1960 günü Ankara’da ve Moskova’da yapılan bir açıklama diplomatik çevrelerde büyük bir etki göstermiştir. Başbakan Adnan Menderes’in 12 Temmuz 1960 tarihinde Moskova’yı resmen ziyaret edeceği, buna ileride Nikita Kruşçev tarafından iade-i ziyaretle karşılık verileceği kamuoyuna duyurulmuştur. 
Ayrıca haberde Menderes’in Moskova ziyareti için önceden haber verildiği bilgisi geçilmiştir.510 

Nitekim 9 Nisan 1960’ta iki ülke başkentinde aynı anda yapılan ortak açıklamada; iki ülke arasındaki ilişkilerin restorasyonu amacıyla yapılacak karşılıklı ziyaretler kamuoyuna duyurulmuştur. SSCB vekilleri Heyet Başkanı’nın özel daveti üzerine, Başbakan Menderes’in bu ziyareti gerçekleştireceği vurgulanmıştır. Cumhuriyet gazetesi bir gün sonra manşetten: “Türk-Sovyet müşterek tebliği bütün Dünya’da geniş ilgi uyandırdı” şeklinde haber yapmıştır. Ayrıca haberin devamında Moskova ve Washington’un tavrını; Moskova 
“Yapılacak ziyaretler, dünya barışı için önemli bir adım teşkil edecektir” derken Washington’un bu ziyaretler ile ilgili tavrı ise “ABD bu ziyaretlerin Ortadoğu’daki havayı yatıştıracağını ummaktadır” şeklinde verilmiştir. Yine aynı gazetenin yazarlarından M. Piri, Dış politika köşesinde: “Türkiye’nin, Rusya’da karşılıklı emniyete dayanan bir dostluk havasına girmesi, Ortadoğu’daki huzursuzlukları büyük çapta azaltacağı için “Sulha büyük mikyasta yardımı olacaktır” şeklinde yorumlamıştır.511 

Oral Sander Menderes’in gezisini ekonomik zorluklara bağlamaktadır: “Türk-Amerikan ilişkilerinin yeni havası içinde ve ekonomik zorlukların etkisiyle, Türkiye Başbakanı özellikle yardım için Moskova’ya gitmeyi planlamıştır.” Feroz Ahmad da Menderes’in ziyaretini ekonomik beklentilere bağlamakla birlikte bunun tehlikeli şantaj yanına dikkat çekmektedir: “Eisenhower (yönetimi) (Menderes’e Ekim 1959’da) para vermeyi reddetti. Bu noktada, o zamana kadar kararlı bir soğuk savaşçı olan Menderes, gelecek temmuzda Sovyetler Birliği’ni 
ziyaret etmeye karar verdi. Bu karar oldukça dikkat çekiciydi; çünkü Menderes ABD’de bulunduğu sırada kendisini dinleyen Amerikalıları, Sovyetlerin detant girişimlerine aldırmamaları, böyle bir düşmana güvenilmeyeceği konusunda sürekli uyarmışlardı”. Mete Tunçay ise özetle, bu gezinin Amerika tarafından hoş karşılanmadığını ifade ettikten sonra, bu gezinin ekonomik gerekçelerden kaynaklandığını ve ihtiyaç olunan parayı bulmak amacıyla yapıldığını bildirmektedir. Ayrıca bu gezinin sonrasında ABD’nin 27 Mayıs darbesine göz yumarak bir anlamda karşılık verdiğini de vurgulamaktadır. Bu bağlamda tarihçi Mete Tunçay Menderes’in Moskova’ya gidişini ekonomik nedenlere bağlamakla 
beraber bunu ABD’nin 27 Mayıs Hareketine karşı takındığı tavır ile ilişkilendirme yoluna gitmektedir: “Yeterince vurgulanmayan bir nokta, Menderes’in ekonomik sıkıntılara çare aramak için son zamanlarda Sovyetler ile ilişki kurmaya çalışmış olmasıdır. ABD’nin 27 Mayıs Müdahalesine ses çıkartmayışının nedeni, büyük olasılıkla bununla ilgilidir.”512 

Milliyet’te Nur Batur’un yayınladığı; “İngiliz Gizli Belgelerinde Menderes-ABD kavgası ve 27 Mayıs’a doğru” yazı dizisinde bahsetmiş olduğu gizli rapor bu noktada önemlidir. Zira İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği Müsteşarının İngiltere’ye verdiği gizli raporda özetle ABD’nin Menderes ve Zorlu’dan yatırımları durduracak kararlar almaları, sanayileşmeden vazgeçmeleri, ABD’nin Menderes ve Zorlu’nun tutumlarından hoşnut olmadıkları belirtilmektedir.513 

Yine aynı yazı dizisinde Zorlu döneminde Dışişleri’nde Ticaret İşleri Genel Müdürü olan Milli Savunma eski Bakanı Hasan Esat Işık’ın; “Menderes ve Fatin Beyi deviren Amerikalılardır. 27 Mayıs’ı yapan olaylar ve kişiler değildir demiyorum. Ama böyle bir hareketin yapılmasını, Menderes ve Zorlu’nun işbaşından uzaklaştırılmasını Amerikalılar herkesten çok istiyorlardı” demesi önemlidir. Anlaşılan odur ki; ABD özerk ve başına buyruk bir Türkiye arzulamamaktaydı. Onlar çevreleme siyasetine tam teslimiyet beklemiştir. Yine 
DP İktidarı döneminde Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri İktisadi İşler Yardımcısı, Melih Esenbel’de özetle “ABD’nin yıllık büyüme hızının %8-9’dan %4’ler seviyesine indirilmesini ve devalüasyon yapmasını istediğini ve Menderes’in de buna direnerek devalüasyon yapmayarak inşaatına başlanmış olan yatırımların bitirilmesini sağladığından” bahsetmiştir.514 

ABD’nin, DP iktidarının dizginlenmesi için 1954’ten 1958’e kadar döviz ve yardım musluğunu kapaması DP iktidarının da zor günler geçirmesine neden olmuştur. Tüm bu yaklaşımlar ve amaçlananlar DP yönetimi tarafından bilinmektedir. Belki de Türkiye’nin yapmayı planladığı bu yeni açılım DP Hükümetinin yönetimden darbeyle uzaklaştırılmasına olan olaylardan birisidir. 

Darbe ile Menderes iktidarının sona erdirilip, 5 yıl süre ile Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerin tamamen soğumaya terk edilmesi ve darbenin hemen ardından iktidara el koyan askeri idarenin ilk iş olarak NATO ve CENTO’ya olan bağlılıklarını beyan etmeleri dikkate değerdir. 

Yine 27 Mayıs’ın hemen öncesinde AET ile ilgili çok önemli gelişmeler yaşanmıştır. 31 Temmuz 1959 günü Türkiye, AET’ye katılmak için başvuruda bulunmuştur.515 27 Eylül 1959’da Türkiye ile AET arasında ortaklık müzakereleri başlamıştır.516 10 Mayıs 1960 günü, "Türkiye'ye yapılacak öneriler"e ilişkin olarak AET komisyonunun hazırladığı iki seçenekli 
formül ele alınmıştır. Yunanistan ile Türkiye'ye aynı anlaşma modelinin uygulanamayacağı netlik kazanmamış, politik nedenlerle de kesin bir karara varılamamıştır. Üstelik bu farklılığın Türkiye'ye ne şekilde anlatılabileceği, Türk tepkisini hafifletebilecek nasıl bir formül oluşturulacağı da bilinememiştir. Ankara bir an önce "ön hazırlık görüşmelerinin" bitirilip, resmî anlaşma müzakerelerine geçilmesine öncelik vermektedir. Bu nedenle, bakanlar kendi pozisyonlarını kesinleştirmek için süre kazanmak amacıyla, Türkiye'yi tatmin etmeyi 
yeğlemekten yana tavır sergilemişlerdir. Resmî müzakerelerin başlatılması, AET'nin Türk halkına verdiği önemi de gösterecektir. Toplantı açıldığı zaman, konseyin dönem başkanı, bakanlar arasındaki temel sorunla ilgili görüş ayrılığına kısaca değinmiştir.517 Konseyin iki karardan birini alması gerekmiştir. 

1- Yunanistan'a uygulanan formülle müzakereleri resmen başlatıp, Atina'ya önerildiği gibi 12 yılda Gümrük Birliği'ne gidecek bir model. 
2- Türkiye'nin de istediği gibi 22-24 yıllık model. Alınacak kararın politik önemi büyüktür. 

Türklerin, Yunanistan'la paralellik ve dengenin kaybedilmemesi konusundaki hassasiyetini unutmamak gerekmektedir. Alman Devlet Bakanı Van Scherpenberg de politik karar noktasına dikkati çekmiş, ancak modeller arasında büyük farklılık olmamasını istemiştir: “Almanya, Yunanistan'a oranla Türkiye'nin zorluklarının ve özelliklerinin farkındadır. Ekonomik ve ticarî alanlarda farklılıklar da ortada. Türkiye, Yunanistan'a oranla daha az gerçekçi bir yatırım politikası içinde görünüyor. Ancak bu farklılıklar, özellikle hukukî, malî ve ekonomik açıdan tamamen ayrı bir anlaşmayı gerektirecek kadar değil. Komisyon,Yunanistan'a önerilen modelin Türkiye'nin koşullarına ne derece uydurulabileceğini bir defa 
incelesin ve iki anlaşmayı olanaklar içinde birbirine yaklaştırmaya çalışalım.” Hollanda Dışişleri Bakanı Joseph Luns da tüm gerçeklere rağmen, politik sakıncaları nedeniyle, Türkiye'ye, Yunanistan'dan çok farklı bir model önerilmesine karşı çıkıp, "Ben de politik ve psikolojik açıdan, Türklerle müzakerelere Yunan modelinden çok farklı bir şemayla başlamasında sakınca görürüm" demiştir. 

İtalyan Russo, politik öneme rağmen, ortadaki gerçeklerin gözden kaçırıldığına dikkati çekerek, "Türkiye'nin koşullarına daha çok uyacağı için, uzun süreli bir modelle masaya oturulması" üzerinde durmuştur. Fransa da İtalya'yı desteklerken, Avrupa Komisyonu adına toplantıya katılan Jean Rey, behren görüş birliğini toparlamıştır: Herkesin, Türkiye'yle görüşmelerin başlatılmasını istediği anlaşılıyor. Ancak, henüz hangi tip (12 yılda mı, yoksa 22 yılda mı Gümrük Birliği'ne gidilsin) modelin önerileceği konusunda görüş birliği yok. Komisyon, Türklerle 7 Haziran’da görüştükten sonra size bilgi verir ve o zaman kesin karan alırsınız. 

Böylece, daha yüzlerce soru işareti bulunmasına rağmen, politik sakıncaları dikkate alan AET, "Türkiye ile araştırma görüşmelerinin tamamlandığını ve resmî müzakerelere geçilmesini" kararlaştırmıştır. Buna göre Türkiye'yle de Yunanistan gibi Gümrük Birliği yapılacak; ancak süresi ve ortaklığın biçimi, Yunanistan'ın tam aksine ilerde saptanacaktır. Bu kararın üzerinden iki hafta geçmeden, Türkiye'de 27 Mayıs günü darbe olmuş ve her şey durdurulmuştur. Bundan sonra hem AET'de hem de Türkiye'de çok şeyler değişecektir. 

Değişmeyen tek nokta, toplulukla yapılacak anlaşmanın yine "Batı'yla bağ kurma" şeklinde ve politik açıdan değerlendirilip, ekonomik koşullara önem verilmemesi olacaktır.518 

Daha sonra koalisyon hükümetleri döneminde devam eden görüşmeler sırasında Topluluk tarafından önerilen tercihli ticaret anlaşması seçeneğini ise Türkiye reddetmiştir. Yapılan bu ticaret anlaşması önerisinin ardında ekonomik nedenler kadar Topluluğun askeri müdahale sonrasında Türkiye’deki siyasal gelişmelerden duyduğu endişeler nedeniyle ilişkileri sıkılaştırmaktan kaçınma isteği de yatmaktadır. İşte bu yüzden Türk tarafınca kabul edilmeyen ticaret anlaşmasının yerini, yapılan toplam 10 müzakere sonunda 25 Haziran 1963’te Komisyon’un ve Türk hükümetinin temsilcileri tarafından Brüksel’de parafe edilen Ortaklık Anlaşması almıştır. Anlaşma 12 Eylül 1963’te İnönü Hükümeti ve Topluluk yetkilileri arasında Ankara’da imzalanıp 1 Aralık 1964’te yürürlüğe girmiştir.519 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

508 Cumhuriyet, 1.3.1959.
508 Cumhuriyet, 1.3.1959. 
509 TBMMTD, C.10, B.3, 1.11.1959, s.10. 
510 Hürriyet,12.5.1960. 
511 Cumhuriyet, 13.5.1960. 
512 Cüneyt Akalın, Askerler ve Dış Güçler, İstanbul, Cumhuriyet Kitap, 2000, s.111-112 
513 Milliyet, 13.2.1989. 
514 Milliyet, 14.2.1989. 
515 Milliyet, 1.8.1959. 
516 Milliyet, 28.9.1959. 
517 Esra Çayhan, Nursin Ateşoğlu Güney, Avrupa’da Yeni Güvenlik Arayışları: NATO-AB-Türkiye, İstanbul, Afa Yay.- Tüses Vakfı, 1996, s.96. 
518 Daha geniş bilgi için bkz. Mehmet Ali Birand, Türkiye’nin Büyük Avrupa Kavgası, 3. Baskı, İstanbul, Doğan Kitap, 2005. 
519 Ayşe Ceyhan, Avrupa Topluluğu Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Afa Yayınları, 1991, s. 23. 


***

1950-1960 Arası Dönemde DP-Basın İlişkisi ;


1950-1960 Arası Dönemde DP-Basın İlişkisi ;


1950–1954 yılları arasındaki iktidar-basın ilişkilerinin niteliği, kesin gerginlik aşamasına dönüşme evresi olarak nitelendirilebilir. Uzun yıllar gazeteci-milletvekili kimliğiyle siyasi sahnede rol oynamış olan birçok ismin eski iktidar partisiyle olan ilişkilerini, milletvekili kimlikleri sona ermesine rağmen bağımsız ve tarafsız gazeteci kimliğine dönüştürememiş olmaları, basın-iktidar ilişkilerinin bozulma sebeplerinden sadece biriymiş gibi gözükmektedir.491 Basın camiasının geniş bir kesiminin eski iktidar partisiyle olan bağı, CHP’nin muhalefete geçmesiyle birlikte ona bağlı basının da kendiliğinden muhalefete geçmesini gerektiriyormuş gibi bir tutum takınılmasına sebep olmuştur.492 Henüz üç ayını bile doldurmamış bir iktidara karşı hücuma geçen ana muhalefet partisi liderinin çizgisini takip etme kararlılığı, DP’nin basına tıpkı bir muhalefet partisiymiş gibi tavır almasının da nedenleri arasındadır. Eski iktidar partisinin seçim sonuçları nın aleyhine sonuçlanmasını DP’lilerin halkı aldatmış olmalarına bağlayarak bunu hemen her mahfilde tekrarlaması ve bu beyanların basında sıkça dillendirilmesi 493 DP’nin, sonraları CHP’liler tarafından “besleme basın” olarak adlandırılan, kendi ekseninde bir basın grubunu kurmaya itmiştir.494 Sektörde ayakta kalmanın tirajdan çok kamu ilanlarını ücreti karşılığı yayınlamaya bağlı olduğu bir ortamda, DP’nin bu ilanları kendisine muhalif duran basına vermemiş olması bu yönüyle anlaşılabilir gibi durmaktadır.495 Özellikle 1953’de CHP’nin “Haksız İktisaplarının Hazineye Devri”ni sağlayan Kanun,496 partinin yayın organı mevkiindeki Ulus gazetesinin de önce kapanıp, sonra Yeni Ulus ismiyle yeniden faal hale gelmesi, diğer basın nezdinde de açık bir saldırı olarak nitelenmiş ve DP ile aralarında olan mesafenin açılmasına neden olmuştur.497 

1954–1957 yılları DP’nin ikinci iktidar dönemidir ve bu dönemde artık iktidar-basın ilişkileri, hükümeti bunaltan bir evreden basını bunaltan bir evreye doğru gelişmiştir. İlan kozunu başarıyla uygulayan iktidar kimi muhalif çizgideki gazete patronları arasından bazılarını kendi yanına doğru çekmeyi başarmıştır.498 

İlan kozunun yanı sıra kağıt tahsisleri noktasındaki sıkıştırma, basında baş gösteren direnci kırma yönünde, önemli bir hamledir. Yine de basının en etkin gazete ve dergileri hâlâ ana muhalefet partisi çizgisindedirler.499 Kamuoyu nezdinde kendisine karşı yapılan muhalefetin yazılı basında bulduğu yankıyı dengelemeye çalışan iktidar partisi, bu kez radyoyu muhalefetin istifadesinden arındırma politikasına yönelmeye başlamıştır.500 İktidar partisi içindeki ilk bölünme de yine bu tarihler arasındaki bir hadise neticesinde ortaya çıkmıştır. 
Kıbrıs meselesinin hararetli bir biçimde dış politikanın gündemine oturduğu bir esnada meydana gelen 6–7 Eylül Hadiseleri dönemin basınında açık bir hükümet tertibi olarak ele alınmış; nitekim Yassıada duruşmalarında bu iddiayı Yüksek Soruşturma Kurulu Başkanı Altay Ömer Egesel de basını kaynak göstererek bolca işlemiştir.501 Basında kimi bakanlar hakkında dile getirilen yolsuzluk ve nüfuz suiistimali iddialarının yargıya taşınması, bir tartışmayı da gündeme getirmiştir. “İspat Hakkı” olarak adlandırılan bu tartışmalar, herhangi bir bakan hakkında bu tip suçlamaları kaleme alan gazeteciye, yaptığının bir iftira değil gerçek olduğu yönünde mahkemeye kanıt getirme hakkını tanımayan bir uygulamanın haksızlık olduğu kanaatine katılan on dokuz DP’li milletvekilinin partiden koparak Hürriyet Partisi’ni kurmalarıyla sonuçlanmıştır.502 Gazetecilerin basın kanununa getirilen kimi hükümler uyarınca tutuklanmaları da yine bu tarihlerdedir. Yazılan ve çizilenlerin önemli bir kısmı makul eleştiri sınırlarını aşan hakaretler içeren tarzda kaleme alınmıştır.503 

1957–1960, basının artık iyiden iyiye iktidar partisiyle köprüleri attığı dönemdir. Özellikle son seçimlerde usulsüzlükler yapıldığı; kimi il, ilçe ve nahiyelerin sırf muhalefet partilerini destekledikleri gerekçesiyle daha küçük idari birimlere dönüştürüldüğü şeklindeki yazılar sütunlarda bolca gözükmektedir. Öğrenci hareketlerinin başladığı 1960 yılının ilk yarısında, basında bu kez, kolluk güçleri tarafından inanılmaz yöntemlerin uygulandığı dile getirilmiştir.504 Özellikle Kim ve Akis dergilerinde, muhalefetin iktidar aleyhinde ortaya attığı iddialar kati gerçekler olarak takdim edilmiş; ikincisinin sahibinin Ana Muhalefet Partisi liderinin damadı oluşu, bu dergiyi neredeyse partinin yarı resmi yayın organı haline dönüştürmüştür.505 

Eleştiri sınırlarının ötesinde yapılan hakaretleri içeren kimi yazıların sahibi ve yayınlandığı dergi ya da gazetenin sorumlu yazı işleri müdürlerinin birer ikişer gözaltına alındıkları, tutuklandıkları veya mahkûm oldukları bu dönem, gerçekten de artık bir şeylerin olabileceğine delalet edecek manzarayı gözler önüne sermektedir.506 O dönemde basın kanununa muhalefetten hürriyeti sınırlananların gönderildiği cezaevinin adı Ankara Hilton’a çıkarılmıştır.507 


BÖLÜM DİPNOTLARI;


491 O yıllarda Nihat Erim’in yönettiği Ulus gazetesinin tutumu için bkz. Metin Toker, DP’nin Altın Yılları (Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları 1944–1973), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1991, s.116 vd. 
492 Aslında bir anlayışın kavgasını veren kimi yazarların münakaşası Türk Basınında sıkça gündeme gelmiştir. Bu tip atışmaların hikâyesi için bkz. Tekin Erer, Basında Kavgalar, İstanbul: Rek–Tur Kitap Servisi, 1965. 
493 Tekin Erer, On Yılın Mücadelesi, İstanbul: Ticaret Postası Matbaası, ty. s.52. 
494 Dr. Mükerrem Sarol’un Türk Sesi isimli bir gazete çıkarıp tahsisler ve resmi ilanlarla beslenmesi; üstelik resmi kurumlar, hatta ilkokulların bile bu gazeteye abone yapılması hususu için bkz. Metin Toker, DP Yokuş Aşağı (Demokrasimizin İsmet 
Paşa’lı Yılları 1944–1973), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1991, s.106. 
495 Erer, aslında ilk etapta muhalefete taviz politikası güden Menderes’in, muhalefet ettikçe kazandıklarını gören basını sürekli beslediğini yazıyor. Bkz. Erer, On Yılın Mücadelesi, s.135. 
496 Esat Arsebük, “CHP’nin Haksız İktisaplarının İadesi Hakkındaki Kanuna Dair”, AÜHF Dergisi, Yıl 1953 Cilt 10 Sayı 1–4, 426–432. 
497 Cüneyt Arcayürek, Yeni İktidar Yeni Dönem 1951–1954 (Cüneyt Arcayürek Açıklıyor–2), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1985, s.109 vd. 
498 Altan Öymen, Öfkeli Yıllar, İstanbul: Doğan Kitap, 2009, s.457 vd. 
499 Orhan Birgit, Evvel Zaman İçinde, İstanbul: Doğan Kitap, 2005, s.299. 
500 Ayrıntılar için bkz. Muammer Aksoy, Partizan Radyo ve D.P., Ankara: Ayyıldız Matbaası, 1960. 
501 Aynı Egesel’in, 1954’te DP’den milletvekili seçilebilmek için çalmadığı kapının kalmadığı yönündeki Celal Yardımcı’nın iddialarını aktaran Ağaoğlu’nun şu eserine bkz. Samet Ağaoğlu, Marmara’da Bir Ada, İstanbul: Baha Matbaası, 1972, 
s.190. Ayrıca bkz. M. Hulusi Dosdoğru, 6/7 Eylül Olayları, İstanbul: Bağlam Yayınları, 1993. 
502 Toker, DP Yokuş Aşağı (Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları 1944–1973), s.154 vd. 
503 Bunlara bir örnek olması açısından Ratip Tahir Burak’ın EK– 1‘deki karikatürlerine bkz. 
504 Tercüman, 31 Mayıs 1960. 
505 Erkanlı’dan yazan; Nazlı Ilıcak, 15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, c.1, İstanbul: Kervan Yayınları, 1975, s.13. 
506 27 Mayıs’ta basının tavrını örneklerle analiz eden şu çalışma çok önemlidir: İsmail Küçükkılınç, “27 Mayıs ve Basın”, 
Türkiye Günlüğü, Sayı 101, BAHAR, 2010, 23–41. 
507 Cüneyt Arcayürek, Bir İktidar Bir İhtilâl 1955–1960 (Cüneyt Arcayürek Açıklıyor–3), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1984, s.89 vd. 




***

27 MAYIS 1960 Darbeye Zemin Hazırlayan Olaylar; BÖLÜM 2

27 MAYIS 1960 Darbeye Zemin Hazırlayan Olaylar;  BÖLÜM 2

KURTUL ALTUĞ - Cemal Yıldırım il başkanı, emekli albay kendisi. Kendisi 9 subay olayının içerisinden gelme. Hepiniz biliyorsunuz 9 subay olaylarında o. O 
da korkunç bir hatadır. Subaylarımız da beraat ettiler, mahkeme kararıyla...ama orada gördüğüm manzara, bizim ikimizin sadece cipe bindirilirken tanışmış 
olması. İkimiz de birbirimizi tanımıyoruz. O bana “Sen misin o yahu, Kurtul Altuğ?”, ben de ona “Sen misin Albay Kocabay?” diyoruz. O kadar birbirimizden 
habersiniz ama, Egemen Bostancı bir yazı kaleme almış, diyor ki: “Halk Partisi il başkanlığı…” Basına sansür konmuş, sıkıyönetim ilan edilmiş 28 Nisan sonunda. 
Şimdi, böyle bir şey olunca biz telaşa düştük. Birbirimizin kulağına fısıldayarak bir gazete çıkardık. Yani konuşturmuyorlar, sokakta 5 kişiden fazla insan 
yürütmüyorlar. Bu şartlar altında ne yapalım? Bu işi nasıl yapacağız? Başka çare kalmadı, bunu yaptık. Bunu da Egemen Bostancı yazmış, bize göndermiş… 
Biz buna bu görevi vermişiz. O zaman Kore’de bir ihtilal oluyor. Syngman Rhee devriliyor. Syngman Rhee devrildiği zaman Akis bunu birinci haber yapmış. 
Tahkikat Komisyonunda en çok sorulan soru bu oldu. Şimdi Akis’in yazılarının hepsini ben yazmıyorum. Ben Akis’in yöneticisiyim, genel yayın yönetmeniyim. 
Orada bir yayın kurulu var. Bir tane siyasi adam yok. Doğan Avcıoğlu bile yok. Şimdi, bunun üzerine, bana şeyin başkanlığını, tıpkı sizin oturduğunuz gibi bir 
yerde, Nusret Kirişçioğlu yapıyor komisyonu, Kemal Özçoban var orada, ondan sonra, Osman Kavuncu var. Öbür büyük komisyonda, aslında, 11 kişilik 
komisyon bayağı büyüktü. O komisyona, aynı gün, 28 Nisan günü, olağanüstü yetkilerle bir yasa çıkarttıkları günde sorguya çekiliyoruz. O olağanüstü yetki, işte, Türkiye Büyük Millet Meclisinde kuvvetler ayrılığı prensibini ortadan kaldırıyor ve sorgu yargıcı görevini bir komisyona veriyor. Yani düşünün ki sizin komisyona yarın sorgu yargıcı görevi verilecek, ben de burada size geleceğim, kemali ciddiyetle meselelerimi anlatacağım, siz de beni buradan doğru hapishaneye göndereceksiniz, böyle bir yetki. Bu, işte, bardağı taşıran damla olmuştur bence. 

İşte ondan sonra Türkiye’de herkesin bir beklentisi başladı. Bizi tevkif ettiler, götürdüler. Ne sıkıntılarla, 15 kişilik heyetin önüne çıkardılar bizi.15 kişilik 
heyette… Bu Nusret Kirişçioğlu da benim Zonguldak’tan tanıdığım, çok sevdiğim bir ağabeyim. Kendisiyle Meclise gideriz. Meclise de sokmuyorlar ama 
ben alt taraflarda falan çağırttırıyorum Nusret ağabeyi. Nusret ağabey geliyor, benimle konuşuyor. Bir gün böyle toplantı hâlindeyiz, bana dedi ki: “Yahu, siz 
niye muhalefet yapıyorsunuz? İşte, millet iradesidir.” “Millet iradesi ama kardeşim senin millet tarafından seçildikten sonra bütün Türkiye'nin milletvekilisin.” dedim. “Hayır, böyle bir şey yok.” dedi. “Ben Adnan Bey’in milletvekiliyim, Adnan Bey beni seçti, ben ona bakarım.” “Olmaz, böyle olursa olmaz. Anayasa böyle diyor. Anayasa’ya aykırı olur.” falan dedik. İşte bütün bunlar üst üste geldi, geldi, geldi, bir sabah biz hapishanede uyandığımızda ihtilal oldu. Ama hapishaneye daha evvelden böyle bir haber geldi. Nasıl geldi bilmiyorum, kim getirdi bilmiyorum ama hapishanenin içerisinde “Yarın darbe olacak, ihtilal olacak.” lafları dolaşmaya başlamıştı. Biz de merakla bekliyoruz. 27 Mayıs sabahı saat üçte, hatta beşte. Biz o zaman revirde yatıyoruz, hastalık dolayısıyla revire gitmişiz. Hatta İsmet Paşa benim hapishanede kalmamam için hastaneye rica etmiş, hastalığı olabilir, onu hastaneye nakil edin, çocuk eziyet görmesin diye. Ben “Hayır.” Yirmi üç–yirmi dört yaşında adamım, ne olacak bana o yaşta. Bu yaşta olsa, tehlikeli. Onu deyince revire geçtim. Revirde yatıyoruz. Ne olmuş? “İhtilal olmuş.” Biz zannettik ki hemen bizi alıp götürecekler. Hayır, bir şey olmadı. Bir subay geldi, içeri girdi. Albay, giyindi, tıraş oldu, çıktı dışarıya, avluya. Subay buna bir selam verdi, bir de tabanca çıkardı elinden, uzattı yani bunlar ihtilalin koreograf hâlleri, size anlattığım, renk olsun diye. Tabancayı uzattı, dedi ki: “Buyurun komutanım, size lazım olur.” O da dedi ki: “Çek onu, benim artık silahla ilgim yok.” Bu kadar. O Cemal Yıldırım sonra senatör oldu. Ondan sonra dışarıdan yazdıklarını öğreniyoruz. Hapishaneden ayrılış şeyine şöyle bir not düşmüş: “Adnan Menderes’in gayrimeşru Tahkikat Komisyonu tarafları tevkif edildi ve Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından kurtarıldım.” Şimdi, bu suçsa, suç değil Cemal Yıldırım’a. Çünkü adam duygularını söylemiş. Bizi bir gün sonra çıkardılar. Burada da şunu ifade etmek istiyorum: Bazı askerler siyasetten daha hukuka bağlı oluyorlar. Şimdi, bizi, bir hukuki statü içerisinde içeri aldıkları için, içeri koydukları için, yine, onun bir hukuki statüye bağlanmasını istiyorlar ve bir gün geciktiriyorlar. Zannediyorum 1 veya 2 sayılı Kanun, bizim dışarıya tahliye edilmemize dair bir af kanunudur. Şimdi, ben bunu gördüğüm andan itibaren, açıkçası şunu söyleyeyim: Askerlere sempati duydum. Şimdi, bunu herkes duyar. Sizi hapse atmış bir iktidar var, oradan sizi kurtaran bir asker var. Şimdi, “askermillet el ele” şeyi buradan çıkmıştır, bugün de devam ediyor.463 Ancak bilhassa Bedii Faik’in 27 Mayıs öncesi yazılarının bir kısmı eleştiri sınırlarında olmadığı gibi, bu yazılar darbe sonrası dönemde hakarette aşırı gidenlerin de başında gelmektedir. Komisyonun kendisine Bayar ve Menderes’i köpekten daha aşağı gösterdiği yazısını sormuş, Akın bu soruyla ilgisiz aşağıdaki cevabı vermiştir: 

“CENGİZ YAVİLİOĞLU (Erzurum) – Yani, yargılamadan önceki bu soruşturma dosyaları. Bir de yine 15 Haziran 60 tarihli gazetenizin nüshasında 
“Protesto” diye bir makaleniz var, herhâlde köşe yazınız bu sizin. Orada “İstanbul Üniversitesi gençlerinin hazırladıkları bir pankartta Bayar ve 
Menderes’in köpeğe benzetildiklerini gördük. İnsanlara daima sadakatle hizmet eden hemcinslerimiz adına bir hakaret kabul ettiğimiz bu benzetmeyi protesto 
eder, duyurulmasını isteriz. Cümle köpekler yerine kıtmir.” -aynen naklediyorumşeklinde bir şeyiniz var. Şöyle de bir durumla karşı karşıyayız, şunu da herhâlde söylüyorsunuz siz: Gazetecilerin ve gazete sahiplerinin yalnızca gazetecilikle ilgilenmesi gerektiğine dair de bir herhâlde kanaatiniz var. 

BEDİİ FAİK AKIN – Tabii, hâlâ öyle. 

CENGİZ YAVİLİOĞLU (Erzurum) – Bunu hangi tecrübelerinize dayanarak… Yani bu şekilde içine girmiş bir gazeteci ama aynı zamanda da bütün bunlardan 
sonra da böyle bir tecrübe sonucu var. 

BEDİİ FAİK AKIN – Şimdi, bakın, bu gazetecilik başlı başına bir iştir ve ne kadar müstakil olursa, ne kadar tek başına olursa o kadar tesirli olabilir. Eğer 
gazeteciliğe başka şeyleri de ekler de giderseniz bu gazeteciliği yapamaz olursunuz. Binaenaleyh gazete sahibinin sadece gazeteci olmasını ben evleviyetle isterim ve onun savunurum. Şimdi, bugün tutarsız bir alay gazete var. Daha bir şey söyleyeyim size: Türkiye 24 milyon nüfuslu iken ne gazete tirajı varsa, 75 milyon nüfuslu Türkiye’de de o gazete tirajı var. Öyle bir hadise dünya gazeteciliğinde görülmüş değildir. Bunda computer’lerin, twitter’lerin şunların bunların payı vardır, o payı kabul ediyorum. Ama bütün dünyada da var onlar, yalnız bize ait değil ki. Bütün dünyada da gazetelerin rakipleri var, televizyonlar vesaireler, orada niye olmuyor da bizde oluyor? Çünkü inandırıcılığını kaybetmiştir Beyefendi. İnandırıcılığını gazetenin kaybetmesini ben gazetenin sahibine atfetmeyeceğim de kime atfedeceğim? Onun tutumuyla olur o iş”. 464 

Kars ve Ardahan’ın Ruslara Satıldığı İddiası 

Darbe esnasında zayıf bir retorik olarak sahiplenilen Kars ve Ardahan’ın DP’lilerce Ruslara satıldığı iddiası Komisyon tarafından Celal Bayar’ın kızı eski milletvekili Nilüfer Gürsoy ve torunu akademisyen Prof.Dr. Emine Gürsoy Naskali’ye sorulmuş ve şu cevap alınmıştır: O soru mahkemede, Yassıada’da soruldu. Başhâkim büyükbabama tevcihen veya mahkeme salonunda Kars, Ardahan’ın satılması meselesi gündeme geldi. Büyükbabam da orada -İstanbul-Ankara davasında olması lazım, neşroldu o dava da- ‘Böyle bir soruyu nasıl bana tevcih edebilirsiniz?’ diyor. Millî Mücadele’nin içinde bulunmuş bir kimse olarak böyle bir sorunun büyükbabama tevcih edilmiş olması, böyle bir suçla itham edilmiş olması…. 

Komisyonumuzun bu sorunun bilinçli olarak sorulup sorulmadığı hususunda tevcih ettiği suale de şu şekilde cevap verişmiştir: “Tabii, daha önceden, daha farklı iddialarda olduğu üzere, mesela kıyma makineleri meselesi, herkesin çok iyi bildiği veya büyükbabamın Harp Okulunu imha edeceği meselesi. Bütün bunlar bilinçli olarak maddi yönüyle, vatana bağlılığı yönüyle”.465 

Kars ve Ardahan’ın Ruslara satıldığı iddiası Demokrat Partililerin Yassıada’ya götürülmeleri esnasında gördükleri fena muamelelerin de sebepleri arasında zikredilmektedir. Tahkikat Komisyonu üyelerinden Mehmet Önder’in hatıratında yer alan anekdot şöyledir: 

En feci, esasen kalp hastası olan rahmetli Lütfü Kırdar’ın karşılaştığı muamele oldu. Uçağın kapısına gelince, neşesinden kabına sığamayan Hava Subayımız, 
adını, soyadını, hangi vekil olduğunu yüksek sesle haber verdi ve hemen arkasından, babası yerindeki yaşlı, muhterem insanın belinin ortasına, utanmadan, sıkılmadan, Allah’tan da korkmadan sert bir tekme indirdi. Onu merdivenlerden aşağıya adeta boşluğa yuvarladı… Aşağıdaki azgın topluluğun: -Döne döne başın döndü namussuz. Moskova’ya niçin gittin, Kars ve Ardahan’ı satmak için mi?... Mukavelesini imzalamak için mi? Sesler geliyordu...466 

Mehmet Önder’in hatıratına göre Demokrat Partililer Yassıada’da tutuklu bulundukları esnada da MBK üyeleri tarafından da bu kabil ithamlara maruz kalmışlardır. 

Rıfkı Salim Burçak’ın hatıratında Demokrat Parti’nin Kars ve Ardahan’ı Ruslara sattığı iddiasının darbenin hemen akabinde DP’lilerin henüz Harbiye’de tutuldukları bir esnada radyodan da duyurulduğu bilgisi yer almaktadır. 

Oysa Başbakan Adnan Menderes ile birlikte İngiltere’de bulunan Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’ye vekâlet eden Ethem Menderes Bakanlar Kurulu toplantısında Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Faik Hozar’ın göndermiş olduğu 31.5.1953 tarihli ve 68 numaralı şifreli teli okumuştur. Buna göre Rusya 7 Haziran 1945 günü istediği Kars ve Ardahan ile Boğazlardaki üs talebinden vazgeçtiğini ifade etmiş; böylece de iki komşunun ilişkilerini yıllar boyu gergin tutan bir unsuru kaldırdığı anlaşılmıştır.467 

Uşak ve Kayseri Olayları 

DP’nin yıkılışına giden yol, 29 Nisan 1959’da, 48 milletvekili, partililer ve gazetecilerden oluşan büyük bir kalabalığın başında, kendi deyimleriyle “Büyük Taarruz”u başlatan İsmet İnönü tarafından açılmıştır. CHP gezisinin ilk durağı Uşak’tır. Olaylar burada başlamıştır. Burada hükümet tarafından organize edildiği sanılan bir grup göstericiden on altı yaşındaki birinin attığı taş İnönü’nün kafasına isabet ederek yaralamıştır.468 İktidar ve muhalefet yandaşları birbirlerine girmişlerdir. Sonraki duraklarda da olaylar hep birbirini izlemiştir. 
İnönü Ankara’ya dönünce, yine olaylar çıkmıştır, 11 Mayıs 1959 günü, Mecliste CHP’lilerle DP’liler birbirlerine girmişler, karşılıklı küfürleşmeler ve yumruklaşmalar içinde camlar kırılmış, yaralananlar olmuştur. 469 

Bu durum CHP tarafından devamlı gündemde tutuldu ve bu yüzden ülke çapında ortam gerginleşmiştir. Bu hadise askerler arasında da İnönü’ye duydukları saygıdan dolayı huzursuzluğa neden olmuştur. Daha sonra İnönü İzmir’e oradan da İstanbul’a gitmiş orada havaalanından şehre gelirken arabası bir grubun saldırısına uğramıştır. Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki muhalefetin etkisini kırmaya yönelik teşebbüsler etkili olamamış, aksine CHP’nin trendini yükseltmiştir. Son olarak Kayseri’de Yeşilhisar yakınlarında İnönü ve taraftarları için verilen emre askerler itaat etmemişlerdir. Bu durum da göstermiştir ki, DP ordudan destek alamamış, aksine CHP asker yakınlaşması artmıştır.470 

Büyük Taarruzu başlatan İnönü’ye Uşak’ta taş atıldığı ve başının hafifçe kanadığı olay DP’nin tahammülsüzlüğünün ve diktacı rejim arzusunun bir delili olarak lanse edilmiştir. Bu olayda DP ve DP’lilerin de kabahatinin bulunduğu aşikâr olmakla birlikte olayın içyüzünün anlatılandan farklı olduğu da yenilerde yazılmıştır. Güngör Yerdeş, bu olayın İnönü’yle beraber gezide bulunan bir gazetecinin eliyle DP’lilere ‘n…’ işareti çektikten sonra vuku bulduğunu yazmıştır: 

“Tren yavaş yavaş hızlanıyor. Paşanın bulunduğu koridordayız. Pencerelerin camını indirip âdeta üst üste yığılmış şekilde perondaki Demokrat Partilileri seyrediyoruz. İçimizden biri sağını solunu dirsekleyip bir pencereyi aniden kaplıyor ve sol elinin avcunu açıp uzatarak, sağ elinin başparmağını işaret parmağı ile yüzük parmağının arasından geçirip tokmak şeklinde 
uzattığı sağ bileğini o sol avcunun içine yerleştirip sıkarak seyretmekte olan Demokratlara ‘Naaa!’ diye bağırıp başlıyor sallamaya… Aman yarabbi, ne için bu çılgınlık… Bu işareti, terk etmekte olduğumuz perondaki Demokratlara yapıyor. CHP’liler ise, uzaklaşan treni alkışlayarak Paşalarına bağlılıklarını göstermekteler. Ama bizim arkadaşımızın maksadı ne? Bizimki ne için yapıyor bunu? Ve işte bundan sonra başlıyor taşlama… Gelelim bizim çılgın meslektaşımıza… Hayatı komplolar üzerine kurulmuştur desem yalan olmayacak. Aldırmıyormuş gibi görünüp, inceden inceye araştırıp provokasyonunu öyle hazırlayan bir hadise yaratıcısı… Paşayı uğurlamaya gelen CHP’liler bizim meslektaşı trene bindirmeden önce âdeta öpücük yağmuruna tutmuşlardı. Sırtını sıvazlayıp kucaklayarak âdeta teşekkür ediyorlardı. DP’liler de o sırada sadece homurdanıyorlardı diyebilirim”. 471 

Komisyon Güngör Yerdeş’in hatıratını yazmasından sonra vefat etmesi sebebiyle kendisinin bilgisine başvuramamıştır. Ancak Uşak Olayları esnasında Kim Dergisi adına geziyi takip eden ve taş atıldığında İsmet İnönü’nün yanında bulunan Orhan Birgit’e bu husus sorulmuş, kendisi şu cevabı vermiştir: 

BAŞKAN - Rahmetli İnönü’nün Uşak gezisinde -bir gazetecinin- istasyondaki Demokrat Partililere eliyle bir işaret yaptığı, olayların da bu hareket neticesinde 
alevlendiği, başladığı ve İnönü’nün başına atılan bir taşla yaralandığı söylenir. Bu haberi yapan gazeteciyi biliyor musunuz? 

ORHAN BİRGİT – Hayır, bu haber yapılmadı ki. Demokrat Partili vatandaşlar Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanını uğurlamaya gelmemişlerdir herhâlde 
yani hoş-âmedî yapar gibi “Hayırlı yolculuklar.” demeye gelmemişler. Onlar oraya gelmişler, o Uşak Polis Müdürü de onlarla beraber İsmet Paşa’ya taş atıldı, taşlardan bir tanesi Paşa’nın başına isabet etti, bir tanesi de yanındaydı… 

BAŞKAN – “Bahsedilen o hareketi yapan gazeteciyi biliyor musunuz?” diyorum. 

ORHAN BİRGİT – Öyle bir hareket yapıldığını bilmiyorum. Savunma babında konmuş şeyler olabilir. 

BAŞKAN - Yani o esnada orada bulunan gazeteciden birisinin anısında yazıyor, o gazeteciyi de gerekirse verebiliriz. 

ORHAN BİRGİT – Bilmiyorum ben kimse. 
BAŞKAN - Güngör Yerdeş. 

ORHAN BİRGİT – Evet, Güngör Yerdeş… 
BAŞKAN - Okuduğum gibi yazdı Güngör Yerdeş.

ORHAN BİRGİT – Yok, hayır yani Hamdi Avcıoğlu vardı, ben vardım; ikimizin de başı yarıldı o tarihte.472 


28–29 Nisan Olayları ve Üniversitelerin Tutumu,;


İstanbul Üniversitesi olaylarında rektörün izni olmaksızın yapılan polis müdahalesi esnasında rektörün tartaklandığı iddiaları, kimi öğretim üyeleriyle polisler arasındaki arbede, 27 Mayıs sabahı neredeyse üniversitenin intikamcı bir tutumla hadiseye yaklaşmasına neden olmuştur. 

Darbenin hemen ardından, bir daha asla diktacı bir yönetimin iktidara gelmesine, laiklikten ödün verilmesine mani olacak anayasanın yapılması için davet edilen öğretim üyelerinin işe önce hukuki manada yapılanın adi bir hükümet darbesi sayılamayacağını içeren görüşle başlamaları, DP iktidarına karşı duyulan husumet hiyerarşisinde ilk sırada olduklarını göstermektedir.473 Önde gelen darbecilerin yapılacak tutuklamaların dar bir kitleyi kapsaması gerektiği yönündeki eylem planına karşı dile getirdikleri itiraz da bunu kanıtlar niteliktedir.474 

28–29 Nisan 1960 tarihli İstanbul ve Ankara Üniversitelerindeki gösteriler her ne kadar darbe öncesinde bir anlamda bardağı taşıran son damlalar olmuşsa da; iktidar-üniversite ilişkisinin yönü ve seyrinin hiç de iç açıcı olmadığını gösteren önemli bir hadise vardır. Bu da dönemin Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanı Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu’nun, 1956–1957 öğretim yılında fakültenin açılış töreninde iktidar aleyhinde yaptığı bir konuşma nedeniyle bakanlık emrine alınmasıdır. Feyzioğlu bu konuşmasında, üniversitenin asli vazifesinin hürriyet ortamı içinde hakikati arama, edinme ve açıklama olduğunu belirterek aksi takdirde nabza göre şerbet veren bir kurum olup çıkacağını 
belirtmiştir. Konuşmanın basına aksetmesinin ardından bakanlık emrine alınan Feyzioğlu, üniversiteden istifa etmiş ve CHP saflarında siyasi mücadeleye başlamıştır.475 

DP ile yıldızı bir türlü barışmayan üniversitenin, muhalefete geçmesinin gerekçelerinden en önemlisi 1933 Üniversite Reformudur.476 Reform ile birlikte inkılâba hizmetle vazifeli üniversitenin, yüklendiği mesuliyetle birlikte kazandığı önem 1950’den itibaren gitgide azalmıştır. DP’nin kendisine dayanak olarak seçtiği kesimleri tatmin noktasında daha bir istekli olması, nasıl bürokrasi ve ordunun geleneksel hâkimiyetini zedelediyse, üniversite de bu yeni politikadan incinmiştir. Bayar’ın izahıyla: “ananevi iktidar ortakları olan ilmiye, kalemiye ve seyfiye arasındaki ittifaka reaya lehine” müdahil olan DP, bunun bedelini 27 Mayıs darbesiyle devrilerek ödemiştir.477 

Üniversite kürsülerinden iktidarın icraatını eleştiren öğretim üyelerinin bu tavrına karşı iktidarın tutumu da bir o kadar sert olmuştur. Bakanlık emrine almanın yanı sıra, emekliye sevk etme, hakkında soruşturma açma gibi tedbirler üniversiteyle iktidar arasındaki köprülerin adeta atılması sonucunu yaratmıştır.478 

Özellikle ülkenin iki büyük üniversitesinde başlayan gösterilere hamilik yapan öğretim üyelerinin darbenin hemen ertesinde, devrik hükümet mensuplarına, darbeyi bizzat gerçekleştirenlerden daha sert tutum almalarına neden olmuştur.479 

Toplumun en dinamik kesimi ile en güçlü kesimini karşısına alan iktidarın simgesel olarak bitişi 5 Mayıs’ta Kızılay’da Menderes’in darp edilmesidir. 
Fakat yaklaşan darbenin başlangıcının en keskin işareti Kara Harp Okulu öğrencilerinin yürüyüşüdür. Bu yürüyüş harp okulu öğrencisi yürüyüşünden çıkıp subay yürüyüşü halini almıştır. 480 

Orgeneral Cemal Gürsel’in İzmir’e gitmesi ile bu süreçte darbe planlayan komitenin geçici bir lider bulma zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Adaylardan ilki İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Fahri Özdilek’tir. Özdilek Menderes iktidarına karşıydı fakat yapılan teklifi reddetti. Bunun üzerine ikinci aday Cemal Madanoğlu’na teklif götürülerek general açığı kapatılmaya çalışılmıştır. Cemal Madanoğlu başta “Ben bu işe gelmem arkadaşlar, benden büyük rütbe lazım” diyerek tereddüdünü belirtse de daha sonra komiteye girmeye razı olmuştur.481 Artık komite ve darbeciler generalsiz değillerdir. Darbecilerin general rütbesine sahip kişilerle irtibatta olması ve generalsiz yapamayacaklarını bilmeleri komitenin eksikliğinden değil, hiyerarşiye olan bağlılıkları ve ordudaki hiyerarşiyi karşılarına almak istememeleri önemli etkendir. 

Darbeye adım adım yaklaşırken ihbarların yoğunlaşmış ve darbe beklentisi artmıştır. Menderes ve kabine bunlardan etkilenmiş olacak ki o ana kadar pek dikkate almadıkları ordu mensuplarının ekonomik durumlarını iyileştirme kararı almışlardır. Maaş arttırılması dahi ordu mensupları tarafından rüşvet olarak algılanmıştır. Subayların ağzından aynı cümle dökülmüştür: “Bizi para ile satın alacaklarını sanıyorlar”.482

Genelkurmay Başkanı Erdelhun’un hükümete ordudan bir hareketin gelmeyeceği konusunda güvence vermesine rağmen Harp Okulu yürüyüşü hemen herkeste ordunun iktidarı ele almasının artık gün meselesi olduğu, Harbiye’nin boşuna yürümeyeceği inancını doğurmuştur. Hatta Samet Ağaoğlu gibi bazı DP’liler Menderes’i müdahale konusunda açıkça uyarmışlardır. Fakat Ağaoğlu’nun uyarılarına rağmen Menderes, Kara Harp Okulu öğrencilerinin tahrik edildiğini, Harp Okulu Komutanı General Sıtkı Ulay’ın kendisine teminat verdiğini söylemiştir. Hatta o kadar ki Mükerrem Sarol, Harp Okulu’nun hükümete karşı hazırlık içinde olduğunu söyleyince buna çok sinirlenen Başbakan, Okul Komutanı Sıtkı Ulay için “Yalnız okul komutanı değil, hayatımı korumak üzere bir çeşit fedai olarak düşünülmüş ve o mevkiye getirilmiştir” demiştir.483 

Menderes ve DP’liler, generallerin kendilerine verdikleri teminatı dikkate almış, ordu içindeki çekirdek hücrelerin zamanı gelince bu kadar büyüyeceğini hesaplamamışlardır. Alttan gelen baskı ile yukarıda yer alan üst rütbeli subayların dahi yüksek bir debi ile akan darbe kararlılığına kendilerini kaptırmaları siyasiler tarafından kolay kolay algılanmamış, son noktaya giderken eski tutumlarda değişikliğe gitmekte gecikmiştir. 

Tahkikat Komisyonunun Kuruluşu ve İlk Tepkiler;


İnönü’nün büyük bir enerjiyle yurt sathında yürüttüğü muhalefet, her iki parti taraftarlarını zaman zaman karşı karşıya getirmektedir.484 İki partinin de önde gelenleri birbirleri aleyhine sert demeçler verirken,485 tavanda başlayan bu söz düellosu, tabanda da yankısını bulmaya başlamıştır.486 

DP’nin tüm bu gelişmeler karşısında aldığı askeri ve polisiye önlemler yetersiz kalmaya başlayınca, köklü bir tedbir alınması yönünde meclisin devreye sokulması kararlaştırılmıştır. 1924 Anayasasının ruhundan mülhem Tahkikat Komisyonu’nun 487 faaliyete başlaması, muhalefetin sert karşılık vermesine neden olmuştur.488 

Tahkikat Komisyonu üyelerinin hepsinin DP’li olması, geniş sayılabilecek yetkilerle mücehhez kılınması karşısında CHP’nin tepkisi sert olmuştur. İnönü, bir merciin hem davacı, hem yargıç, hem de tatbikatçı olamayacağını, memleketin tek partili devreyi çoktan geride bıraktığını, sert sözlerle ifade etmiştir. 

27 Nisan 1960’ta mecliste tartışılan önerinin DP’lilerin oylarıyla kabul edilmesi karşısında İnönü, meclis kürsüsünden şu cümleleri sarf etmiştir: “…Bu baskı rejimine, bu tedbirlere teşebbüs eden baskı tertipçileri zannediyorlar ki Türk milleti Kore milleti kadar haysiyetli değildir… Artık sizi ben bile kurtaramam”.489 Bu sözlerin ardından İnönü’ye tam 12 celse meclis çalışmalarına katılmaktan men cezası gelmiştir. Salahiyet Kanunu, komisyonun kurulması kadar tepki çekmiştir. Tahkikat Komisyonunun çalışmaları geniş yetkilerle sürdü ve hazırlanan raporun okunmasına fırsat bulunmadan 27 Mayıs darbesi yapıldı. Raporu kaleme alan Nusret Kirişçioğlu, CHP’nin ihtilal yapılmak üzere ne gibi faaliyetler içinde olduğunu gösterir ses bantlarının da elde edildiğini ancak tüm ısrarlara rağmen Yassıada’da raporun okunmasına müsaade edilmediğini belirtmektedir.490 

Tahkikat Komisyonu kurulması ve Salahiyet Kanunu’nun çıkarılmasının 1924 Anayasasına aykırı olduğu anayasanın iç mantığına göre iddia edilemez gibi görünmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki 1926’da İstiklal Mahkemelerinin işleyişi ve üyelerinin milletvekili oluşu bir anayasa meselesi yapılmamıştı. 1960 Nisan ayındaki gelişmelerin de anayasaya aykırılık çerçevesinde değerlendiril mesi pek mümkün gözükmemektedir. DP’nin açmazı şuradadır: 
CHP’nin, sonu darbeyle bitecek bir hazırlığın içine girdiğini, adlî soruşturmanın da bu hazırlığı tam olarak ortaya çıkaramayacağını düşünmektedir. 

Ancak komisyonun kuruluş yapısı Meclis Araştırma Komisyonu değil de DP Araştırma Komisyonu gibi olmuştur. 

Buna rağmen anayasanın iç mantığı ve nadir sayıdaki uygulaması dikkate alındığında bu sonucun anayasayı ihlal değil de maslahata aykırılık olduğu söylenebilecektir. Çünkü anayasanın meclise tanıdığı hak, muhalefet partisini de araştırmayı kapsamaktadır. Bu bağlamda Yassıada Adalet Divanı’nda anayasayı ihlal suçu kapsamında yapılan yargılama aslında maslahata uymama ve demokratik davranmama suçu idi. Fakat kanunlarda da böyle bir suç bulunmamaktaydı. 


BÖLÜM DİPNOTLARI;


454 Cumhuriyet, 2.5. 1956, s. 1. 
455 Orduda Osmanlı ordusundan gelen bir düşük maaş sıkıntısı hâkimdir. Nitekim dönemin atmosferini iyi okuyanlardan biri olan Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç, Adnan Menderes’i bu nedenle uyarmak zorunda kalmış, Abdülhamit’in düşük subay maaşları yüzünden devrildiğini hatırlatmıştır, bkz. Öztuna ve Gökdemir, Türkiye’de Askeri Müdahaleler, s.29. 
456 Nurşen Mazıcı, “Türkiye’de Ordu ve Siyaset..”, s. 51. 
457 Bu olay aynı zamanda Yassıada’da Anayasayı ihlal suçu kapsamında yargılama unsurlarından birini oluşturmuştur. 
458 Yerdeş, Başkentte Önemli Olaylar ve Yazamadıklarım, s.38–40. 
459 Yerdeş, Başkentte Önemli Olaylar ve Yazamadıklarım, s. 52–54. 
460 Baykam, 27 Mayıs İlk Aşkımızdı, s.264–265. 
461 Cüneyt Arcayürek, Bir İktidar Bir İhtilal (1955–1960), Ankara: 1984, s.241. 
462 Bedii Faik Akın’la 13 Haziran 2012’de Yapılan Görüşme Tutanağı,
463 Kurtul Altuğ ile 11 Ekim 2012’de Yapılan Görüşme Tutanağı. 
464 Bedii Faik’in 26 Haziran 2012 Tarihli Görüşme Tutanağı. 
465 Nilüfer Gürsoy–Emine Gürsoy Naskali’in 11Ekim 2012 Tarihli Görüşme Tutanağı 
466 Mehmet Önder, Yassıada’da Millî İrade Nasıl Mahkûm Edildi, İstanbul: Dem Yayınları, 1990, s.73. 
467 Rıfkı Salim Burçak, On Yılın Anıları (1950–1960), Ankara: Nurol Matbaacılık, 1998, s. 170–172. 
468 Milliyet, 30.4.1960. 
469 Milliyet, 12.5.1960. 
470 William Hale, Turkish Politics and Military, Routledge, London 1994, s. 106. 
471 Güngör Yerdeş, Başkentte Önemli Olaylar ve Yazamadıklarım, Ankara, Ümit Yayıncılık, 2006, s.24–27. 
472 Orhan Birgit’le 11 Ekim 2012 Tarihli Görüşme Tutanağı. 
473 Görüşün tam metni için bkz. “Anayasa Komisyonunun Raporu”, Ak Devrim, Ankara: Başbakanlık Basımevi, 1960, ss.64–66. 
474 Profesörler, masumiyet karinesini tersine çevirerek, yapılan tahliyelerin yersiz ve yanlış olduğunu belirtiyorlardı. Devrilen hükümet mensuplarının hepsinde suç karinesi mevcuttu ve buna binaen: “Aksi ispat edilene kadar hepsi suçludurlar” demektedirler. İpekçi ve Coşar, İhtilalin İçyüzü, s.276. Nitekim tahliye edilenler yeniden toplandılar. 
475 Gürcan Bozkır, “Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu'nun Siyasi Kişiliği”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Yıl 
1996–1997 Cilt 2, Sayı:6–7, s.208. Feyzioğlu, siyasete girmeden önce kısa süreli bir tereddüt yaşadı. Acaba CHP’den mi, 
yoksa Hürriyet Partisi’nden mi siyasete girmeliydi? Yalçın Küçük’ün aktardığına göre bu hususta iki seçkin öğrencisinin görüşünü merak etmişti: Taner Timur ve Yalçın Küçük. Küçük’ün naklettiğine göre Timur, HP’yi tavsiye ederken, kendisi 
CHP’yi önermiştir. Feyzioğlu sonunda CHP’yi tercih etmiştir, bkz. Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler–5 (1830–1980), İstanbul: Tekin Yayınevi, 1988, s.737. 
476 Nurşen Mazıcı, “Öncesi ve Sonrasıyla 1933 Üniversite Reformu”, Birikim, Sayı:76, Ağustos 1995, ss.56–70. 
477 Celal Bayar (Anlatan), Bir Darbenin Anatomisi (27 Mayıs İhtilali), Yazan İsmet Bozdağ, İstanbul: Emre Yayınları, 1991, ss.12–13. 
478 Sedef Bulut, “Üçüncü Dönem Demokrat Parti İktidarı (1957–1960): Siyasi Baskılar ve Tahkikat Komisyonu”, Akademik Bakış, Cilt 2, Sayı 4, Yaz 2009, s.139. 
479 Ümit Özdağ, 27 Mayıs İhtilâli (Menderes Döneminde Ordu–Siyaset İlişkiler), İstanbul: Boyut Kitapları, 1997, s.237. 
480 Doğan Akyaz, Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi Hiyerarşi Dışı Örgütlenmeden Emir Komuta Zincirine, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s. 125. 
481 İpekçi, a.g.e., s. 39. 
482 İpekçi, a.g.e., s. 62. 
483 Samet Ağaoğlu, Arkadaşım Menderes, İstanbul, Remzi Yayınevi, s. 166. 
484 “İnönü’nün Uşak’ı ziyareti hadiseli oldu”, Akşam, 1 Mayıs 1959. Oysa İnönü, Afyon’a geldiğinde hiçbir olay olmamıştı. 
485 “Günaltay: ‘Demokrat Parti artık ruhsuz bir partidir’ dedi”, Akşam, 3 Ağustos 1959. 
486 “DP ile CHP Gençleri Düelloya Başladı”, Akşam, 24 Mart 1960. 
487 “Siyasi faaliyetler durduruldu. Dün kurulan 15 kişilik DP Tahkikat Komisyonu çalışmaya başladı ve tahkikat sonuna 
kadar kongrelerle her türlü parti toplantılarını menetti”, Akşam, 19 Nisan 1960. 
488 “Siyasi faaliyetler durduruldu. Dün kurulan 15 kişilik DP Tahkikat Komisyonu çalışmaya başladı ve tahkikat sonuna 
kadar kongrelerle her türlü parti toplantılarını menetti”, Akşam, 19 Nisan 1960. 
489 Yılmaz Öztuna/Ayvaz Gökdemir, Türkiye’de Askeri Müdahaleler, İstanbul: Tercüman Yayınları, 1987, s.55. 
490 Raporun tam metni için bkz. Nusret Kirişçioğlu, 12 Mart, İnönü&Ecevit ve Tahkikat Encümeni Raporum, İstanbul: Baha Matbaası, 1973. 

***