10 Nisan 2017 Pazartesi

Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’de İlahi Mesajın İletiminde Bir Araç Olarak Tarih, BÖLÜM 3


Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’de İlahi Mesajın İletiminde Bir Araç Olarak Tarih, BÖLÜM 3


Bütün bu halka verecek eti nereden bulayım? Bana bize yiyecek et ver diye sızlanıp duruyorlar. Bu halkı tek başına taşıyamam, bunca yükü kaldıramam. Bana böyle davranacaksan-eğer gözünde lütuf bulduysam lütfen beni 
hemen öldür de kendi yıkımımı görmeyeyim.”41 Görüleceği üzere Hz. Musa’nın burada söylediği sözleri, bir kulun yaratıcısına sarf edemeyeceği kadar suçlayıcıdır. Hatta burada adeta bir insana sitem eder, ya da itham eder tarzda sözler sarf ettiği söylenebilir. 

Tanah’taki ve Yeni Ahitteki kıssalarda insan zaman zaman Tanrı’nın yaptıklarını sorgulayabilen, alenen onu eleştirebilen, onun ulûhiyetini inkâr eden, hatta şirke düşen bir karaktere sahiptir. Bu durumda şu söz akla gelebilir: “İnsan beşer, kuldur şaşar.” Ancak bahsi geçen hadiseleri işleyen şahıslar sıradan insanlar değil, İslam dinine göre günah işlemekten korunmuş olan peygamberlerdir. Hz. Musa Allah ile görüşmek için kavminin yanından ayrıldığında kavmine önder olarak bıraktığı ağabeyi Harun, Hz. Musa’nın gelişi gecikince İsrailoğulları’nın isteği doğrultusunda altından bir buzağı yaparak tapınmalarını sağlar.42 Tanah’ta yakın akrabayla dahi cinsel ilişki yasaklanmışken, Lut’un iki kızı şehirlerinin yok edilmesinin ardından babaları uyurken, ona fark 
ettirmeden babalarıyla cinsel ilişkiye girerler ve ondan çocuk sahibi olurlar.43 

Aynı şekilde Tanah’ta bir başka insanın karısıyla cinsel ilişkiye girmenin yasaklanmasına ve böyle bir durumda hem kadının hem de erkeğin ölümüyle cezalandırılacağı açıkça belirtilmiş olmasına rağmen, Hz. Davud, Uriya adlı bir adamın karısı Bat-Şeva’yı damda çıplak olarak görür ve kadını yanına çağırtıp, kadınla zina yaparak bu kadından bir gayri meşru çocuk sahibi olur. Daha sonra da kadının kocasının ölümüne sebep olarak neticede onunla evlenir.44 Tanah’ta bir erkeğin eşi hayattayken baldızını kuma olarak alması ve onunla cinsel ilişki yaşaması yasaklanmışken, Hz. Yakup Lea ve Rahel adlı iki kız kardeşle evlenir, onlardan birçok çocuk sahibi olur.45 Tanah’ta bir kişinin gelini ile cinsel ilişki yaşaması yasaklanmış olmasına rağmen 

İsrailoğulları’nın önderi Yahuda, Er adlı oğlu ölünce gelini Tamar’ı önce diğer oğlu Onan’la evlendirir, o da ölünce babasının evine gönderir. Yahuda eşi öldükten bir süre sonra karşısına bir peçe ile çıkan gelini hayat kadını zannederek onunla birlikte olur. 46 İsrailoğulları iffetsiz kadınlarla evlenmeleri yasaklanmış olduğu halde Hoşe adlı İsrail önderi Divlayim adlı bir şahsın Gomer adlı fahişelik yapan kızıyla Tanrı öyle istediği için evlenir ve ondan çocuk sahibi olur. Zira İsrailoğulları kutsal davaya ihanet etmişlerdir. Tanrıda onları Tanahta en fazla üzerinde durulan özellik soy ile ya da soysuzlukla cezalandırır ve onlara şu şekilde seslenir: “Çünkü siz benim halkım değilsiniz, ben de sizin tanrınız değilim.”47 

Eski ve Yeni Ahitteki kıssalarda peygamberler dışında sıradan insanlarda sık sık Tanrının mucizelerini, emirlerini, nimetlerini, faaliyetlerini sorgulayan bir tavır takınırlar. Nitekim Hz. Musa kavmini Mısır’dan çıkarıp kendilerine vaat edilen topraklara götürmeye çalışırken sık sık bu durumla karşılaşır. Kavmi hemen her gün Tanrı’nın bir mucizesine şahit olmalarına rağmen en küçük bir sıkıntı durumunda Tanrı’nın emirlerini, nimetlerini sorgular bir tavır takınırlar, hatta yaptıkları putlarla Tanrı’ya şirk koşarlar.48 

Buraya kadar bahsi geçen kıssalarda Tanrının insanîleştirilmesi, insanın ise Tanrılaştırılması söz konusudur. Bu durum daha da ileri götürülür ve en nihayetinde Tanrı ve melekler çocuk sahibi olarak tasvir edilir. 

Tanah’ta nasıl Tanrı insani özelliklerle vasıflandırılmış, hatta meleklerle insanların evlenmesinden bahsedildiyse,49 Yeni Ahitteki kıssalarda Hz. İsa, Tanrı’nın oğlu ifade edilir. Bu iki durumda da insanın Tanrısallaştırılması Tanrının da insanlaş tırılması söz konusudur. Ancak İslam dinine göre Allah mutlak yaratıcıdır ve ne bir eşi vardır, ne kız, ne de bir erkek evlat sahibidir.50 

Yeni Ahitteki Hz. İsa ile ilgili kıssalarda cüzamlıları, felçlileri, hastaları iyileştiren fırtınayı dindiren, körleri-dilsizleri tedavi eden, ölüleri dirilten, Yahya isimli bir şahıs tarafından vaftiz edilen, su üstünde yürüyen, çarmıha gerilerek öldürüldükten sonra dirilen ve kutsal hakimiyeti bin yıl devam edecek bir şahıstan bahsedilir. 

Burada bahsi geçen Hz. İsa, esasen Mısır mitolojisinde bulunan buradan da Yunan mitolojisine geçen Horus adlı karaktere büyük ölçüde benzer. Nitekim Horus Vaftizci Anus adlı bir karakter tarafından vaftiz edilir. Horus su üzerinde yürümüş hastaları iyileştirmiş ve iblisleri kovmuştur. Horus, iki hırsızın arasında çarmıha gerilmiş, bir mezara konulmuş ve ölümünün ardından üç gün geçtikten 
sonra dirilmiştir. Horus’un saltanatı da bin yıl sürecektir. Burada aktarılan doğuş, diriliş, gibi fikirlerin büyük ölçüde Mısır mitolojisi kaynaklı olduğu anlaşılmaktadır.51 

Yine Hint mitolojisindeki bazı unsurlarda Hıristiyanlık arasında bazı benzerlikler vardır. Hıristiyanlıktaki teslis inacının bir benzeri Hint mitolojinde bulunmaktadır. Buna göre, Tanrı Vişnu üç şekilde bulunmaktadır. Önce, dünyanın ve yaşamın yaratıcısı Brahma’dır. Daha sonra dünyadaki hayatın koruyucusu Vişnu’ya dönüşmektedir. Vişnu insanları korur ve insanlara yardım için sık sık dünyaya iner. İnsan suretinde doğarak onları düşmanlarından korumaktadır. Sonuncusu ise dünyadaki hayatın yıkıcısı, dünyayı yok edecek olan Şiva’dır. 52 Çok Tanrılı dönem insanlığının dini inanışlarının sonraki dönemde tek tanrılı dinlere karışması ya da tek tanrılı din mensuplarınca benimsenmesi neticesinde Tanrıya insani vasıflar yakıştırıldığı anlaşılmaktadır. 

Tanah’ta Yakub’un Tanrı ile güreşmesi hadisesinde de görüldüğü üzere bir ölümlü Tanrı ile güreşebilecek hatta onu yenebilecek kuvvet ve kudrette olabilmektedir. Tanah’da Hz. Musa, Tanrı tarafından Firavuna gönderildiğinde, Hz. Musa, hitabet konusunda çok başarılı olmadığını ifade edince; Tanrı Hz. Musa adına kardeşi Harun’un konuşmasını buyurarak şöyle demiştir: “O sana 
sözcülük edecek, senin yerine halkla konuşacak. Sen de onun için Tanrı gibi olacaksın.” Yine hemen sonra Tanrı şu sözleri söyler: “Bak, seni firavuna karşı Tanrı gibi yaptım… Ağabeyin Harun senin peygamberin olacak.”53 Görüldüğü üzere burada Tanrının sıfatı bir fani için kullanılmaktadır. Bu noktada şu söylenebilir: Gibi bir benzetme edatıdır. Dolayısıyla burada Hz. Musa’nın Tanrı olduğundan değil, yalnızca ağabeyi Harun’un onun sözlerini firavuna anlatmakla görevlendirildiğinden bahsedildiği söylenebilir. Ancak bizim için önemli olan nokta şudur: bu kelime çok net bir şekilde bir insanın bir vasfını ifade etmek için kullanılmaktadır. Yeni Ahitte bulunan bir ifade insanoğluna atfedilen kudreti oldukça ileri bir seviyeye taşımaktadır: “…
İnsanoğlu Şabat gününün de Rabbi’dir.”54 

Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.” Kur’ân-ı Kerîm, Rum Suresi 22, s. 405; “(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik…” Kur’ân-ı Kerîm, İbrahim Suresi, 4, s. 254. 

İnsanoğluna bu kadar kutsiyet hatta ulûhiyet atfedilmesi muhtemelen iki nedendendir: Öncelikle Tanah İsrailoğullarının ne kadar büyük bir kavim olduğunu vurgulamak ve isimlerini yüceltmek için yazılmış bir tarih kitabı gibidir. Yine Yeni Ahitteki dolayısıyla da Hıristiyanlıktaki teslis inancı ve Tanah’ta tanrıya insanî vasıfların yakıştırılması Musevîliğe ve Hıristiyanlığa karışan paganizm 
etkisiyle açıklanabilir. Tanahta Hz. Yakub yirmi yıl dayısı ve aynı zamanda kayınpederi olan Lavan’dan kaçarken karısı Rahel babasının putlarını da yanında götürür. Lavan arkalarından gider, yolda onlara yetişince kendine haber vermeksizin kaçmalarından ötürü damadına ve kızlarına sitem eder ve onların eşyaları arasında ilahlarını/putlarını arar55 Yine Yakup ağabeyi Esav’dan uzaklaşıp kendine yerleşecek bir yer ararken Tanrı Yakup’a Beytel adlı yere gitmesini ve oraya yerleşip, bir tapınak inşa etmesini buyurur. Bu gelişmeden sonra Yakup yanındakilere yanlarındaki yabancı ilahları bırakmalarını söyler. Böylece maiyetindeki herkes ilahlarını ve kulaklarındaki küpelerini Yakup’a verir. Yakup’ta bunları bir fıstık ağacının altına gömer.56 Görüleceği üzere her ne kadar Tanrı, Yakup’a bazı direktifler vererek onun, ailesinin ve hane halkının hayatlarını yönlendirmekte dahi olsa, onlar henüz putperestliği bırakmış değillerdir. 

Görüleceği üzere tüm bu kıssalarda insan, Tanrı’nın protagonist (birinci şahıs ya da eksen karakter) karakteri karşısında konumlanan antagonist (ana karakteri engellemekle ya da onunla mücadele etmekle yükümlü kişi) bir karakter konumundadır. 

Tüm Tanah boyunca kıssalarda hâkim unsur İsrailoğulları’dır. Bu anlamda söz konusu kıssaların yazımında tarihin temel unsurlarının bulunmasına yani insan, zaman, mekân ve neden-sonuç ilişkisi bağlamında bir metin ortaya konulmaya çalışılmıştır. Aktarılan kıssalarda olaylar tüm ince ayrıntılarına kadar verilir. Tüm kahramanların kaç yıl yaşadıkları, ömürlerinin hangi devresinde hangi çocuklarının olduğuna kadar çok ayrıntılı bilgiler verilir. Tüm bu detaylı anlatımın nedeni temelde İsrailoğullarının tarihini yazmaktır. hakkıyla Okuyucusu için Tanah, ilahi bir metinden ziyade İsrailoğullarının tarihini anlatan hikâyeci geleneğe uygun olarak yazılmış bir kronik gibidir. Tanah’ta bahsi geçen pek çok peygamber hakkında Kuran’da da kıssalar var olmakla birlikte anlatılan 
hadiseler oldukça farklıdır. Kuran’daki kıssalarda yukarıda bahsi geçen peygamberlerden iffet sahibi, sabır sahibi, Allah’ın emir ve yasaklarından ayrılmayan insanlar olarak bahsedilir. Şahısların ayrıntılı doğum tarihlerine, anne-baba isimlerine, oğullarının, kızlarının, eşlerinin, gelinlerinin vb. ayrıntılı hayat hikâyelerine yer verilmez. İnsanoğlunun ölümlü/fâni bir varlık olduğu vurgulanır.57 İnsanoğlunun iradesinin her şeyi yapmaya gücünün yetmeyeceği58 zira en nihayetinde dünyanın bir imtihan alnı olduğu59 sıklıkla vurgulanır. 

Kuran kıssalarında hiçbir kavim yüceltilmez, insanlığın dillerindeki ve renklerindeki farklılıklar kavimler arasında herhangi bir üstünlüğe delalet etmekten ziyade Allah’ın mutlak yaratıcı olmasının bir delili olarak görülür.60 

Eski ve Yeni Ahit kıssalardaki zaman kipleri incelendiğinde genel de dili geçmiş zaman kipi kullanılır. Kıssalarda Tanrı tarafından muhatap olarak kabul edilen kişilerin isimleri zikredilir. Hz. Musa, Yahya, Davud, Zekeriya ya da İsrailoğulları gibi böylece kıssaların muhatabı dolayısıyla kutsal kitabın muhatabının İsrailoğulları olduğuna işaret edilir. Kuran’daki kıssalarda da dili geçmiş zaman kipi kullanılır. 

Ancak her kıssa genel olarak bir ya da daha fazla mesaj cümlesine bağlanır. Bu cümlelerde gelecek ya da geniş zaman kipi kullanıldığı görülür. Muhatap olarak da “düşünenler için ibretler vardır” “düşünmez misiniz” vb. şeklindeki ifadelerle61 kıssaların dolayısıyla mesajın muhatabının bir şahıs ya da kavim olmadığı aksine tüm insanlığın muhatap alındığı ifade edilir. Yine 

Kur’ân-ı Kerîmde geçen kıssalardaki insan toplulukları ya Hz. Adem,62 Hz. Nuh,63 Hz. İlyas,64 Hz. Eyub,65 gibi kendilerine gönderilen peygamberlerle ya da Hicr halkı,66 Medyen halkı,67 gibi kavim isimleriyle anılmışlardır. Kuran’da zikri geçen kıssalarda bazı peygamberlerden ve ümmetlerinden bahsedilirken pek çoğundan da bahsedilmediği görülmektedir.68 Bu anlamda bahsi geçen kıssalar seçme kıssalardır.69 Dolayısıyla kıssaların anlatılmasından amaç; geçmişin tarih kurallarınca insanlara aktarılmasından ziyade inananlara bir öğüt vermek ve insanları doğru yola sevk etmektir.70 

b-Zaman 

Üç tek tanrılı dinin kutsal kitaplarında aktarılan kıssalarda ortak bir zaman anlayışına sahip oldukları görülmektedir. Zira üçü de yaradılış hadisesini ve ilk insan Hz. Adem’in yaratılıp daha sonra da Havva’nın yaratılıp yasak meyveyi yemeleri sonunda dünyaya gönderilmelerini başlangıç olarak kabul ederler. Bu olay İncil’de geçmemekle birlikte Hıristiyanlar, Tanah’ı Eski Ahit olarak kabul 
ettiklerinden yaratılış hadisesi onlar tarafından kabul edilmektedir. Bu nedenle şu söylenebilir: Üç kutsal kitap içinde tarihin başlangıcı baş aktör olan insanın yaratılması ve mekân konumunda olan dünyaya indirilmeleriyle başlar. Yine bahsi geçen zaman kıyamet ile birlikte sona erecektir. Zira insanoğlu dünyaya bir imtihan için gönderilmiştir. Bu nedenle kıyamet günü bu zamanın sonuna 
işaret eder. Yaratılış ve kıyamet arasındaki zaman, insanlığın dünya üzerindeki macerasının sınırlarını belirlediğinden üç kutsal kitaptaki zaman algısının çizgisel bir zamanı ifade ettiği söylenebilir. 

Üç kutsal kitaptaki zaman çizgisel olmakla birlikte kronolojik olmaktan uzaktır. Zira hadiselerin meydana gelme zamanları tam olarak verilmez. Ancak özellikle Tanah’da ve İncil’de kronolojik olmamakla birlikte ardışık bir zaman kurgusundan bahsedilebilir. Tanah’daki kıssalarda bahsi geçen şahısların hikâyeleri doğumlarından ölümlerine kadar anlatılır. Bir peygamberin dönemi hikâye edildikten sonra bir sonraki peygamberin hayatı anlatılmaya başlanır. Yeni Ahit, daha ziyade Hz. İsa’nın hayatı üzerine yoğunlaştığından kıssalar daha ziyade onun hayatı ile ilgilidir. Ancak bu kıssaların aktarımında da ardışık bir usul benimsendiği görülür. Üç kutsal kitapta da takvim anlayışına uygun bir zamana rastlanmaz. Aslında böyle olması da beklenmez. Zira bu gün dünya üzerinde en çok kullanılan takvimlerin başlangıcı hep bu dinlerle ilgilidir: “Yahudi takvimi için Mısır’dan kaçış, Hristiyanlar için İsa’nın doğumu ve Müslümanlar için Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicreti.”71 

Kronolojik zamanın olmamasından dolayı Tanah’da ve Yeni Ahit’teki kıssalarda yaşamları anlatılan peygamberlerin doğumları, anne ve babaları hatta çok daha önceki cetleri, kendilerinden sonra gelen oğulları, yaptıkları savaşlar, mücadeleleri, başarıları ya da başarısızlıkları ardışık denilebilecek şekilde bir biri ardınca anlatılır. Kıssalarda bahsi geçen kişi hakkında doğumundan ölümüne kadar devam eden bir anlatım şekli benimsenmiştir. Tanah’ı ve Yeni Ahit’i okuyan bir kişi adeta bir kronik okuyormuş hissine kapılır ki daha önce de bahsedildiği üzere esasen Tanah, temelde İsrail oğullarının tarihini anlatmak ve isimlerini yüceltmek amacıyla yazılmıştır. Amaç doğrultusunda da okuyanda güçlü bir zaman duygusu uyandırmak amacıyla belirli tarihlere özellikle vurgu yapıldığı görülür. 
Buna rağmen bahsi geçen kıssaların tam olarak ne zaman meydana geldiğine dair bir açıklama yapılmadığı görülmektedir. Zaten böyle bir şeyin olması da mümkün değildir. Zira hali hazırda dünya üzerinde kullanılan ayın ve güneşin hareketlerine temel alınarak yapılan takvimler bu kıssalarda anlatılan bazı hadiseler temel alınarak başlatılmıştır. 

Tanah’ta, Yakub’un, Tanrı ile güreşme hadisesi anlatıldıktan sonra, mücadele sırasında Tanrı Yakub’a üstün gelemeyince omzu ile Yakub’un uyluk kemiğine serçe vurduğu ifade edilir. Bu darbeden sonra Yakub’un uyluk kemiği yerinden çıkar. Bundan dolayı İsrailoğulları uyluk kemiğinin üst bölgesi bu hadise nedeniyle kutsal kabul edilmiştir. Daha sonra Tanah’ta şöyle bir ibare geçer: “Yakub Peniel’den ayrılırken güneş doğdu. Uyluğundan ötürü aksıyordu. Bu nedenle İsrailliler bu gün bile uyluk kemiğinin üzerindeki siniri yemezler. Çünkü Yakub’un uyluk kemiğinin üzerindeki sinire çarpılmıştı.”72 Yine Yakub’la 
ilgili olarak karısı Rahel ölümüyle ilgili olarak şu satırlara yer verilir: “Yakub Rahel’in mezarına bir taş dikti. Bu mezar taşı bugüne kadar kaldı.”73 Benzer bir anlatıma Hz. Musa’dan sonra İsrailoğullarının önderi olan Yeşu dönemi hikâye edilirken verilmektedir. Hz. Musa zamanında Tanrı, İsrailoğullarına vaat edilen toprakları ele geçirdiklerinde onların ülkelerini yakıp yıkmalarını, halklarını da 
katletmelerini buyurmuştur. Givon bölgesinde yaşayan Hivlilerin önde gelenleri Eriha ve Ay kentlerine Yeşu önderliğindeki İsrailoğullarının yaptıkları katliamı duyunca kendi akıbetlerinin de aynı olmaması adına, ayaklarına eskimiş çarıklar giyip, eşeklerine yıpranmış heybeler asıp, heybelerin içerisine de yırtık yamalı şarap tulumları ve küflenmiş yiyecekler doldururlar. Bu vaziyette Yeşu’nun 
ve İsrailoğullarının önüne gelerek İsrail Tanrısı RAB’ın adını duyduklarını ve ona ve halkına tabi olmak, İsrailoğulları ile anlaşma yapmak istediklerini söylerler. Amaçlarını gerçekleştirmek için çok uzak memleketlerden geldiklerini ifade ederler. Yeşu ve İsrailoğulları Hivlilerin önderlerine inanarak onları öldürmeyeceklerine ve aralarında barış olacağına dair söz verirler. Ancak bir müddet sonra Givon bölgesinin oldukça yakın bir yer olduğu anlaşılınca ve Hivlilerin hileyle İsrailoğullarınıkandırdıkları anlaşılır ve Yeşu onları lanetler. Hivliler köleleştirilir ve Tanrının tapınağına odun kesmek-su çekmekle görevlendirilir. Tanah bu olayı hikaye ettikten sonra şu sözlere yer verir: “Bu gün de bu işi yapıyorlar.”74 Görüleceği üzere İsrailoğullarına dair Tanah’ta anlatılan hikâyelerde sık sık geçmiş ile hâl arasında bir bağ kurulur. Böylece okuyucuda bir geçmiş duygusu uyandırılmakla birlikte bir yandan da anlatılan hikâyenin hâl olarak kabul edilen zamanda yazıldığı da ifade edilmiş 
olur. Metnin geneline hâkim olan zaman kipi “dili geçmiş zaman” olduğu göz önünde bulundurulursa yani; genelde “yaptı, etti” gibi doğrudan anlatılan zamanın hikâyenin geçmişte kaldığı ifade edilir. Bu anlamda Tanah, okuyucusuna kutsal bir metinden ziyade İsrailoğullarının tarihinin pragmatist bir anlatısını sunan bir kronik tadı verir. 

Kuran’daki kıssalarda ise söz konusu şahısların hayat hikâyelerinden kesitlerde sunulsa da kronolojik bir seyir göze çarpmaz. Daha ziyade ilgili konu işlenirken yeri geldiği ölçüde kıssalara ve kıssalarda bahsi geçen şahıslara yer verilir. Bu anlamda verilmek istenen mesaj Kuran’da şahıslardan daha ön plandadır. Bu noktada şu tespiti yapmak gerekir ki Tanah’taki ve Yeni Ahit’teki kıssalarda ardışık bir anlatım, Kuran’daki kıssalarda ise analitik bir anlatım tekniği göze çarpmaktadır. 

Kıssalar aktarılırken kronolojik bir anlatım yapılmaz. Hatta edebiyatta ve sinemada flashback ya da geriye dönüş olarak adlandırılan bir anlatımın benimsendiği söylenebilir. Örneğin Hz. Musa Firavun’a tebliği için görevlendirilir, konum itibariyle Firavun bir kraldır, devrin en büyük gücünü temsil ederken Hz. Musa sıradan bir insandır. Musa ise sırdan bir insandır. Musa’nın dili tutuktur. İyi bir hatip değildir. Nasıl olurda bir krala geçmişin inançlarına, geleneklere kafa tutabilir. Hz. Musa, Allah’a yakararak kendisine görevinde yardımcı olmasını ister. Bundan dolayı kardeşi Harun Allah tarafından kendisine vezir/yardımcı olarak görevlendirilir. Bu noktada kıssa ani bir geri dönüşle Hz. Musa’nın doğduğunda Firavunun emri hilafına öldürülmeyip nehre bırakılmasına değinilir. Hz. Musa, doğduğu sırada Firavun, İsrailoğullarının erkek çocuklarının doğduktan hemen sonra öldürülmelerini emretmiştir. Hz. Musa doğduğunda Allah, Hz. Musa’nın annesine bebeği bir sandığın içerisinde Nil nehrine bırakmasını emreder. Sandık ve içerisindeki bebek Nil kenarında gezinen Firavun ve eşi Asiye tarafından bulunur. Allah’ın inayeti sonucu, Firavun ve eşi bu bebeğe 
karşı şefkat duygusu beslerler, kendi saraylarında bebeğin büyümesini sağlarlar. Yine Allah’ın inayetiyle Hz. Musa’nın annesi bebeğe sütanne olarak Firavun’un sarayında bakar. Kıssanın bu kısmı yani Hz. Musa’nın doğumu ve Nil’e bırakılma hadisesi hikâye edildikten sonra kıssa tekrar kaldığı yerden devam eder.75 Görüleceği üzere Allah Firavun’un huzuruna çıkmaktan endişe eden Hz. Musa 
örneğinde yegâne esirgeyen ve muhafaza edenin kendisi olduğunu ifade eder. Zira O, ilerideki en önemli düşmanının sarayını küçük bir bebek için güvenli bir sığınak yaptığı gibi Hicret hadisesinde olduğu üzere bir örümcek ağını Hz. Muhammed’i ve Hz. Ebubekir’i arayan müşriklerin gözüne perde de yapabilecek kudrettedir. 


c-Mekan 

Eski ve Yeni Ahitte aktarılan kıssalarda kıssanın geçtiği yerler hakkında Mısır, Hitit,76 Kenan Ülkesi,77 Aden,78 Sayda79 Gerar,80 Gazze,81 Sodom,82 Gomora,83 Adma84 ve Sevoyim,85 Lübnan,86 Ur Kenti,87 Harran,88 Hevron,89 Paddan-Aram,90 Efrat,91 Şekem Kenti,92 Beytel,93 Kadeş,94 Amor,95 Periz,96 Hiv97 ve Yevus,98 Girgaş,99 Keniz,100 Kadnom,101 Misrefot-Mayim,102 Mispe Vadisi103 vb gibi daha birçok yer adı söz konusu kıssalarda zikredilir. Burada verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere kıssaların geçtiği mekanların isimlerinin ülke isimlerinden şehirlere, hatta vadilere kadar ayrıntılı olarak aktarıldı ğı görülür. Ancak söz konusu mekânların bazılarının günümüzde nereye tekabül ettiği bilinmemektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise kıssalarda bahsi geçen mekânların çok daha genel adlandırmalarla ifade edildiği görülmektedir. Örneğin Mısır,104 Babil,105 Medeyen,106 Tuvâ,107 Tûr-ı Sina,108 gibi bazı yer isimleri açıktan zikredilirken genelde ilgili peygamberin, ümmetin ya da kavmin adlarının ifade 
edilmekle yetinildiği görülmektedir. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’de İlahi Mesajın İletiminde Bir Araç Olarak Tarih, BÖLÜM 2


Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’de İlahi Mesajın İletiminde Bir Araç Olarak Tarih, BÖLÜM 2


I-Tarihin Unsurları Bakımından Üç Kutsal Kitaptaki Kıssalar 



 a-İnsan 

 Üç kutsal kitapta anlatılan kıssalar hakkında bir değerlendirme yaparken öncelikle kıssalarda bahsi geçen insan kavramına değinmek icap eder. 

Üç kutsal kitap benzer şekilde ilk olarak aktarılan kıssa Hz. Âdem’in yaratılması hadisesidir. Üç kitapta da insanın topraktan yaratıldığından bahsedilir. 

İlk insan topraktan yaratılmakla birlikte eşi Havva Hz. Âdem’den yaratılmıştır. Her ne kadar insanın yaratılışı konusunda ve bazı kıssalarda üç kitap arasında benzerlikler bulunsa da bariz farklarda mevcuttur. Tanah’taki ve İncil’deki kıssalarda yalnızca insan değil aynı zamanda Tanrı da oldukça farklıdır. Nitekim evrenin yaratılması bahsinde Tanrının evreni altı günde yarattığı yedinci günde işi tamamlayınca da dinlendiği anlatılır.8 Bu nedenle Tanrı İsrailoğullarına haftanın altı günü çalıştıktan sonra Cumartesi günü çalışılmamasını ve tatil yapılmasını emretmiştir. Şabat Günü ve Şabat Yılı bu şekilde ortaya çıkmıştır.9 Tanah’ta Tanrı insanı kendi suretinde yarattığından bahsetmektedir.10 Yine Tanah’ta Tanrı zaman zaman insan suretinde yeryüzüne inmektedir. Nitekim Tanrı Hz. İbrahim ile bir görüşme için yeryüzüne indiğinde; Hz. İbrahim karşısında üç insan görmüş, konuklarına ayaklarını yıkamaları için su getirmiş, daha sonrada misafirlerine pide, körpe buzağı eti, yoğurt ve süt gibi besinler ikram etmiştir. Misafirler ikramları yedikten sonra, Tanrı İbrahim ile bir süre konuşmuş ve yanından ayrılmıştır.11 Tanrı, yine insan suretinde yeryüzüne indiği bir gün, akşam karanlığı bastırırken Hz. Yusuf’un babası Yakup ile karşı karşıya gelir ve ona meydan okur. Yakub, Tanrı ile güreşir. Ancak güreş sabahın ilk ışıklarına kadar sürmesine rağmen bir türlü bitmez. Tanrı, Yakup’tan kendisini serbest bırakmasını ister, kendisini serbest bırakmayınca uyluk kemiği ile baş kısmına setçe vurur. Bu sırada Yakup’un uyluk kemiği yerinden çıkar. Böylece güreş sona erer. Tanrı mücadelesinden dolayı Yakup’u ödüllendirir ve Yakup’un adını “Tanrı ile güreşen” anlamında “İsrail” olarak değiştirir.12 Tanrı, Hz. İsa örneğinde olduğu üzere evlat sahibi olabilmekte,13 yarattığı insanlar arasında bir kavmi ve nesli diğer insan kavimlerine nazaran üstün tutup kayırmakta, tarafını tuttuğu kavimi/nesli diğer kavimlere karşı koruyacağına dair antlaşma yapabilmek tedir.14 Tanrı yarattığı kullarının eylemlerinin kendisine bildirilmesine ihtiyaç duymaktadır. Olayları görme ve haberdar olma kabiliyetine sahip değildir.15 Tanrı, bir insan gibi kin güder ve bir suçun cezasını yalnızca o suçu işleyenden değil o kişinin evlatlarından hatta üçüncü, dördüncü kuşak torunlarından soracak kadar kıskanç ve kindardır.16 Görüleceği üzere normalde bir insan için kullanılabilecek yorulmak, yemek, hırslanmak, kin gütmek gibi bazı davranışlara dair adlandırmalar Tanrı için kullanılmıştır. 

Tanah’ta, Kuran’da ifade edilen Allah’tan çok farklı bir Allah tasavvuru bulunduğu gibi aynı şekilde insan tasavvuru da oldukça farklıdır. Ancak aynen Kuran’da olduğu üzere insana dair kıssalar Hz. Âdem’in ve eşi Havva’nın cennetten kovulmasıyla başlar. 

Tanah’a göre; Hz. Âdem ve Havva yaratıldıktan sonra dünyaya indirilir ve Aden’de bir bahçeye yerleştirilir. Bu bahçedeki kötüyü bilme ağacının yasak meyvesinden yemelerinin yasak olduğu kendilerine bildirilir. Ancak Havva’nın yanına gelen -hayvanların en kurnazı- yılan ona yasak meyveden yemesini tavsiye eder. Havva, o meyveyi yemelerinin Tanrı tarafından kendilerine 
yasaklandığını, eğer yasak meyveyi yerlerse öleceklerini söyler. Yılan cevaben: “ ‘Kesinlikle ölmezsiniz’ dedi. Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.” Ardından da Havva, meyveyi tatma arzusuna ve bilgeliğe erişme hissinin cazibesine kapılır. Meyveyi hem kendisi yer hem de Hz. Âdem’in yemesin sağlar. Hz. Âdem ve Havva meyveyi yedikten sonra çıplak olduklarını anlarlar ve incir yapraklarından kendilerine önlük yaparlar. Tanrı bu günahtan dolayı yılanı, dünyada var olduğu müddetçe sürünmek ve toprak yemekle lanetler. Aynı 
şekilde lanetlenen Havva ve soyundan gelecek tüm kadınlar, doğum yaparken çok acı çekmekle, ömürleri boyunca kocalarının emrinde yaşamakla cezalandırılırlar. Hz. Âdem ve neslinden gelecek erkekler de ömrü boyunca alın teri dökmeksizin, çalışmaksızın rızıklarını temin edemeyecek olmakla lanetlenir. Hz. Âdem ve Havva yasak ağacın meyvesinden yiyince Tanrı: “ ‘Âdem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu.’ … Artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli” der. Daha sonra da Hz. Âdem ve Havva cezalarını çekmek üzere Aden Bahçesinden/Cennetten kovulur.17 

Tanah’ta bilginin insanoğlu tarafından öğrenilmesi, yaratılan ile yaratan ayrımını ortadan kaldıran, insanoğlu cennetten kovulmasına neden olacak derecede sakıncalı bir gelişme olarak ifade edilirken, Kur’ân-ı Kerîm’de tam tersi bir kabul söz konusudur. Kuran’da bilginin bizzat Allah tarafından Hz. Âdem’e öğretildiği ifade edilmektedir.18 

Tanah’ta insanoğlunun ilk atası Hz. Âdem’in kıssası anlatıldıktan sonra insanlığın ikinci atası Hz. Nuh’un kıssasına yer verilir. Tanrı insanı yarattıktan sonra yeryüzünde insanlar yeryüzünde çoğalırlar, bazı güzel kızlar bazı ilahi varlıkların gönüllerini çeler, hatta söz konusu ilahi varlıklardan bir kısmı bu kızlardan beğendikleriyle evlenirler. Bu olaylardan sonra yeryüzünde meydana gelen 
kötülükler nedeniyle insanı yarattığına pişman olan Tanrı şu sözleri sarf eder: “ ‘Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım’ dedi. Çünkü onları yarattığıma pişman oldum.” Tanrı bu düşüncesini Hz. Nuh’a açıklar. Onun nesli dışında yeryüzündeki tüm insanları yok edeceğini bildirir. Bu nedenle kendisinin, eşinin, oğullarının, kızlarının ve gelinlerinin binmeleri için bir gemi yapmasını emreder. Yine hayvan neslinin tükenmemesi için her hayvanın bir dişisinden, bir de erkeğinden inşa edeceği gemiye alması emredilir. Tufandan sonra Nuh’un gemisi Ararat Dağına iner ve onun neslinden insanlık yeniden türer.19 Tanrının insan neslini önce yok edip sonra tekrar Hz. Nuhun soyundan çoğaltması hadisesi Kitab-ı Mukaddes külliyatına dâhil edilmemiş olan apokrif (dini otoritelerce genel kabul görmeyen, dini metinlerin ve kitapların parçası olmayan metin.) ya da apokaliptik (giz ya da sır) olarak adlandırılabilecek Enok’a/Hanok’a ya da Hz. İdris’e atfedilen kitapta 
hikâye edilir. Söz konusu kitaplar Yahudi dini külliyatını yani Tanah’ı oluşturan 39 kitabın dışında bırakılmıştır. Ancak 1947 yılında bulunan Ölü Deniz Parşömenleri ya da Kurman yazmalarında Hz. İdris’in kitabının da olması bu kitabın da Tanah içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini kanıtlamıştır.20 Enok’a/Hanok’a ya da Hz. İdris’e atfedilen iki kitap bulunmaktadır. Tufan hadisesi Enok’un/Hanok’un ya da Hz. İdris’in ilk kitabında geçer. İlk kitapta yeryüzünü gözetlemekle görevlendirilmiş meleklerden bir kısmı yeryüzündeki bazı kızları çok beğenip, onlardan bazılarını kendilerine eş olarak seçmeleri hikâye edilir. Söz konusu meleklerle kızların birleşmesinden devler (Nefilim) meydana gelir. Melekler, insanlara metalleri işlemeyi, altın gümüş gibi madenleri eritmeyi, toprağa dair bilgileri, ayın-güneşin hareketlerini yorumlamayı, iklime dair bilgileri, yazı yazmayı-okumayı, büyü yapmayı ve çözmeyi vb. öğrettiler. Ancak meleklerin ve insan neslinin birlikteliğinden doğan devler dünya için felaketin başlangıcı olurlar. Devler dünyadaki tüm besinleri yerler daha sonra da bir birlerini öldürmeye başlarlar. Tanrı bu günahtan ötürü melekleri lanetler, melekler Hz. İdris’den kendileri için aracı olarak Tanrı ile görüşmesini, Tanrı’nın kendilerini affetmesi için arabulucu olmasını isterler. Ancak istekleri Tanrı tarafından kabul edilmez ve Hz. İdris göğe yükseltilir. Kendisi evrende bir seyahate çıkarılır gelecekte meydana gelecek tufan ile söz konusu günaha bulaşmış insanların, onların soyundan türeyen devlerin ve meleklerin ne şekilde 
cezalandırılacağı kendisine gösterilir. Kendilerine ebedi bir yaşam verilmişken bu melekler, şehvetlerinin kurbanı olmuşlar ve insanları da yoldan çıkarmışlardır. Tüm bu nedenlerden ötürü meleklerin ölümsüzlükleri ellerinden alınacak ve hüküm gününde de erimiş metallerden oluşan bir vadiye gömülerek yok edileceklerdir.21 Bura da anlatılan tufan hadisesi Tanha’ta anlatılan hikâyenin 
daha ayrıntılı bir versiyonudur. Bir husus özellikle dikkat çekicidir. Meleklerin insanoğluna metal işlemeyi, güneşin-ayı hareketlerini yorumlamayı, iklime dair bilgileri öğretmeleri vasıtasıyla aslen ilahî kökenli bir bilgi insanoğlu tarafından öğrenilmiş ve benimsenmiştir. 

Tufan hadisesinden sonra Tanah’ta Hz. Nuh’un oğullarına dair anlatılan kıssa aynı zamanda İsrailoğullarının tarihin başlangıcını oluşturur. Tanah’ın Yaratılış kısmında Hz. Nuh’un ilk üzüm bağını diken insan olduğu ifade edildikten sonra bu üzümden şarap yaptığı ve içtiği bu şaraptan dolayı sarhoş olup çadırında uyuya kaldığı anlatılır. Bu sırada oğlu Ham babası Nuh’u çıplak olarak 
görüp, kardeşleri Sam ve Yafet’e/Yafes’e haber verir. Sam ve Yafet/Yafes, ellerine aldıkları bir giysi ile geri geri giderek babalarını örtüp çadırdan çıktılar. Nuh, uyandığında olanları fark edip, kendisini çıplak olarak gören Ham’dan dolayı çok büyük bir öfkeye kapılır ve Ham’ın oğlu Kenan’a lanetler yağdırır. Olay Tanah’da şu şekilde hikâye edilir: “Kenan’ın babası olan Ham babasının çıplak olduğunu görünce dışarı çıkıp iki kardeşine anlattı. Sam’la Yafet bir giysi alıp omuzlarına attılar, geri geri yürüyerek babalarını örttüler. Babalarını çıplak görmemek için yüzlerini öbür tarafa çevirdiler. Nuh ayılınca küçük oğlunun ne yaptığını anlayarak, şöyle dedi: ‘Kenan’a lanet olsun, köleler kölesi olsun kardeşlerine. Övgüler olsun Sam’ın Tanrısı RAB’e, Kenan Sam’a kul olsun. Tanrı Yafet’e bolluk versin. Sam’ın çadırlarında yaşasın, Kenan Yafet’e kul olsun.” Burada anlatılan olayda birkaç husus dikkati çekmektedir. Öncelikle Nuh’un oğlu Ham’dan bahsedilirken Kenan’ın babası olması üzerinde durulmaktadır. Normalde çocuklar babalarının isimleri ile anılırken, Ham hakkında bilgi verilirken Kenan’ın babası olduğu özellikle vurgulanmıştır. Bu arada Tanrı’da unutulmuş değildir. Tanrıya övgüler sunulurken bir yandan da ona bahşedilen alanın sınırları çizilir: “Sam’ın Tanrısı” olmak. Suç işleyen Ham olduğu halde cezalandırılan Kenan olmuştur. Kenan lanetlenmiş bir insan olarak, kardeşlerine ve amcaları Sam’ın ve Yafet’in soyundan gelenlere köle olmakla cezalandırılmış tır. Bu sırada Yafet’e övgü yapılır gibi gösterilmekle birlikte ona bahşedilen ikbal alanı “Sam’ın çadırlarında yaşamak” olarak çizilmiştir.22 

Daha sonra gelişecek olaylarda sürekli olarak Kenan’ın soyundan ve Kenan diyarından bahsedilir. “Kenan[,] ilk oğlu olan Sidon’un babası ve Hititler’in, Yevuslular’ın, Amorlular’ın Girgaşlar’ın, Hivliler’in, Arklılar’ın, Sinliler’in, Arvatlılar’ın, Semarlılar’ın, Hamalılar’ın atasıydı. Kenan boyları daha sonra dağıldı. Kenan sınırı Sayda’dan Gerar, Gazze, Sodom, Gomora, Adma ve Sevoyim’e doğru Laşa’ya kadar uzanıyordu. Ülkelerinde ve uluslarında çeşitli boylara bölünen Hamoğulları bunlardı.”23 Hemen ardından da Kenan diyarının sınırları çizilir: “Kenan sınırı Sayda’dan Gerar, Gazze, Sodom, Gomora, Adma ve Sevoyim’e doğru Laşa’ya kadar uzanıyordu.”24 Tanrı, sonradan adını İbrahim olarak değiştireceği Avram’a şu vaatte bulunur: “Mısır Irmağı’ndan büyük Fırat Irmağı’na kadar uzanan bu toprakları –Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını– senin soyuna vereceğim.” Tanah’ta İsrailoğullarının tarihi aşama aşama hikâye edilirken sık sık söz konusu vaat tekrarlanır.25 İsrailoğullarının ilk atalarının birer yabancı olarak yaşadıkları Kenan diyarı, bir gurbet hayatından sonra yerleşecekleri topraklar olarak İsrailoğullarına vaat edilmiştir.26 Vaat edilen bu topraklar “süt ve bal” akan bereket dolu topraklardır.27 Söz konusu toprakların sınırları en ince ayrıntısına kadar açıklanmıştır.28 İsrailoğulları için Kenan diyarı yerleşecekleri topraklar olmakla birlikte buradaki insanlarla birlikte yaşamaları kesinlikle yasaklanmıştır. Onlardan kız almaları,29 onlar gibi yaşamaları,30 ilahları önünde eğilmeleri, onların ilahlarına tapmaları yasaklanmıştır. Kenanlıların ilahlarını parçalamaları,31 topraklarını ele geçirince de tamamını yok etmeleri emredilmiştir.32 

Hz. Nuh’un kıssası hikâye edilirken Kenan’ın işlemediği bir suçtan dolayı lanetlenmesinin hikâye edilmesinde bir kasıt söz konusudur. Zira Tanah’ta İsrailoğulları örneğinde olduğu üzere oğullar babalarının adlarıyla anılmışken,33 Hz. Nuh’un oğlu Ham, Kenan’ın babası olarak tanıtılmıştır. Zira Kenan ve ileride onun neslinden gelenlerin kuracağı Kenan diyarı İsrailoğullarının yerleşecekleri 
“vaat edilmiş toprakları” temsil etmektedir. Dolayısıyla daha ne İsrailoğulları olarak adlandırılacak bir millet ne de Kenan’ın soyundan insanların oluşturacağı bir millet henüz tarih sahnesine çıkmadan, İsrailoğullarının tarihini yazmayı hedef edinmiş adları bizce meçhul yazar/yazarlar ya da kutsal metin üzerinde son değişiklikleri yapan editör/editörler istikbaldeki düşmanlarının her türlü 
laneti/kötülüğü/hakareti hak eden bir topluluk olduğunu vurgulamak istemişlerdir. 

Tanah’ın bundan sonraki kıssalarının merkezinde İsrailoğulları vardır. Tanah’ta Tanrı, Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın neslinden Avram’a şu şekilde seslendi: “Ülkeni, akrabalarını, baba evini bırak, sana göstereceğim ülkeye git… Seni büyük bir ulus yapacağım. Seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım, Bereket kaynağı olacaksın. Seni kutsayanları kutsayacak, seni lanetleyeni lanetleyeceğim. Yeryüzündeki bütün halklar senin aracılığınla kutsanacak.” Avram, Tanrının buyruğu doğrultusunda yaşadığı şehri terk ederek Kenan ülkesine ulaşınca Tanrı: “Bu toprakları soyuna vereceğim.” dedi.34 Avram’ın karısı Saray kısırdı. 
Çocuklarının olmamasını kendisinden bilen Saray, kocasına Mısırlı cariyesi Hacer’i sundu. Hacer, Avram’dan hamile kaldı. Hacer, bu andan sonra Saray’ı küçük görmeye başladı. Bu durum üzerine Saray, Hacer’i çöle gönderdi. Tanrı yine de Hacer’i çölde yalnız bırakmadı. Bu andan sonra Tanrı, Avram’la bir anlaşma yaptı ve ona şöyle seslendi: “Seninle yaptığım anlaşma şudur… Birçok ulusun babası olacaksın. Artık adın Avram değil, İbrahim olacak. Çünkü seni birçok ulusun babası yapacağım. Seni çok verimli kılacağım. Soyundan uluslar doğacak, krallar çıkacak. Anlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, 
sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım. Bir yabancı olarak yaşadığın toprakları, bütün Kenan ülkesini sonsuza dek mülkünüz olmak üzere sana ve soyuna vereceğim.” Böylece Tanrı tarafından Avram’ın “yüce baba” anlamına gelen ismi, “çokların babası” anlamına gelen İbrahim olarak, karısı Saray’ın ismi de “prenses” manasına gelen Sara olarak değiştirildi. Bunun dışında Tanrı İbrahim’e, karısı Sara’dan bir oğlu olacağını, kendi kavmi olarak seçtiği neslin İbrahim ile Sara’nın neslinden türeyeceğini müjdeledi. Bu sırada İbrahim yüz, Sara ise doksan yaşındaydı. İbrahim, 
Tanrıya “Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi? …Doksan yaşındaki Sara doğurabilir mi?” dedi. Tanrı ise kendilerine bir oğul vereceğini adını da İshak koymalarını emrettikten sonra şöyle söyledi: “Onunla ve soyuyla antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim.”35 Aynı şekilde İbrahim’in oğlu İshak’ın karısı Rebeka da kısırdır. Bu nedenle çocuğu olmamaktadır. Ancak Tanrı’nın inayetiyle çocukları olur ve İsrailoğullarının soyu bu nesilden devam eder.36 Gerek Hz. İbrahim gerekse oğlu Hz. İshak’ın eşleri kısır olmasına rağmen Tanrı’nın inayetiyle evlat sahibi olmuşlardır. Zira Tanrı bu şahısların soyundan 
“seçilmiş bir millet” vücuda getirecektir. 

Tanah’taki İsrailoğullarına dair kıssalarda bir yandan bu kavmin Tanrı tarafından seçilmiş bir topluluk olmasından ötürü Tanrının yardımına nail olduğuna değinilirken bir taraftan da bu kavmin önderi durumundaki insanlar Tanrı karşısında konumlandırılır. Tanrı, Hz. İbrahim’in kardeşi Lut’un yaşadığı Sodom kentini yok etme kararı alınca, Hz. İbrahim açıktan Tanrının bu kararını eleştirir, 
hatta bu kararını uygulayamayacağını ifade eder: “Senden uzak olsun bu. Haklıyı, haksızı aynı kefeye koyarak haksızın yanında haklıyı da öldürmek senden uzak olsun. Bütün dünyayı yargılayan adil olmalı.” Ardından da Hz. İbrahim ile Tanrı arasında bir pazarlık başlar. Hz. İbrahim, önce Sodom kentinde yaşayan iyi insanlar nedeniyle bu kentin yok edilmesinin doğru olmadığını söyler. Pazarlık sırasında insanların sayısı için önce elli rakamını verir. Eğer şehirde elli iyi insan varsa şehri yok etmemesi hususunda Tanrıdan söz alır. Bu sayıyı sonra kırk beşe, daha sonra kırka, otuza, yirmiye ve nihayet on 
kişiye kadar indirir. Her defasında isteği Tanrı tarafından kabul edilir.37 Görüldüğü üzere Hz. İbrahim’in Tanrı ile olan bu diyalogunda sarf ettiği sözlerdeki üslubu insanlar için şefaat dilemekten çok Tanrıyı adaletsiz davranmakla itham eden bir tavrı yansıtmaktadır. Aynı şekilde Hz. Eyüp de başına gelen felaketler karşısında Tanrıyı adaletsiz davranmakla suçlar, doğduğu güne lanet eder.38 

 Hz. Musa, Tanrı tarafından peygamberlikle görevlendirilip İsrailoğullarına dinî tebliğle görevlendirildiğinde eğer İsrailoğulları kendisine Tanrının adını sorarsa verecek cevabı olması için Tanrının adını sorar. Tanrı da cevaben şöyle söyler: “Ben benim… Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve Yakun’un Tanrısı Yave gönderdi. Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar 
boyunca böyle anılacağım.” Tanrı, bundan sonra İsrailoğullarını kendi halkı olarak gördüğünü ve onları Mısır’dan çıkaracağını, sıkıntılarından kurtaracağını müjdeler.39 Görüldüğü üzere Tanah’da Hz. Musa, Tanrı ile bir insanla tanışır/konuşur şekilde tasvir edilmiştir. Yine İsrailoğulları Mısırdan çıkma isteklerini firavuna ilettiklerinde firavun kendilerini cezalandırınca, onlar Hz. Musa’ya Hz. Musa’da Tanrıya sitem eder ve şöyle söyler: “Ya Rab, niçin bu halka kötü davrandın?...Beni bunun için mi gönderdin? Senin adına firavunla konuşmaya gittim gideli firavun bu halka kötü davranıyor. Sen de kendi 
halkını kurtarmak için hiçbir şey yapmadın.”40 Aynı şekilde İsrailoğulları Mısırdan çıktıktan sonra çölde bazı sıkıntılar yaşayınca İsrailoğullarından yakınmalar başlar, Hz. Musa da Tanrıya şu şekilde hitap eder: “Kuluna neden kötü davrandın? …Seni hoşnut etmeyen ne yaptım ki, bu halkın yükünü bana yüklüyorsun? Bütün bu halka ben mi gebe kaldım? Onları ben mi doğurdum? Öyleyse neden emzikteki çocuğu taşıyan bir dadı gibi atalarına ant içerek söz verdiğin ülkeye onları kucağımda taşımamı istiyorsun? 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’de İlahi Mesajın İletiminde Bir Araç Olarak Tarih, BÖLÜM 1



Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’de İlahi Mesajın İletiminde Bir Araç Olarak Tarih, BÖLÜM 1



Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’de İlahi Mesajın İletiminde Bir Araç Olarak Tarih 
Yunus İNCE 
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi 
yunusince@yandex.com 

Özet 

Tarih, insanlığın hafızasıdır. Dolayısıyla tarih, insanlığın maziden hâle, hâlden istikbâle devam eden serüveninde bir kılavuz işlevi görür. Bu noktada tarih ile dinlerin aynı noktada buluştuğu görülmektedir. Zira hem tarih, hem de dinler insanlığın hâli hazırdaki yaşantısını biçimlendirmektedir. Bu tebliğ Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm özelinde ilahî mesajın insanlara aktarımında tarihin nasıl bir araç işlevi gördüğü sorusunun cevabını ortaya koymayı amaçlamaktadır. Üç kutsal kitap, bazı noktalarda aynı konulara değinmektedirler. Üç kutsal kitap, tarihî hadiseler üzerinden insanlığa hitap etmektedir. Sık sık geçmiş dönemlere/toplumlara ait tarihî hadiseler bir ibret vesilesi olarak insanlara sunulur. Üç kutsal kitabın tarihî hadiseler üzerinden hâli ve istikbâli 
biçimlendirme gayretinde ne gibi bir dil kullandığı meselesi tebliğde cevabı aranacak bir diğer sorudur. Tebliğde üç kutsal kitabın içerisinde aktarılan tarihî hadiseler kıyaslamalı olarak incelenecek, tarihî hadiselerin aktarımındaki benzerlikler ve farklılıklar ortaya konulacaktır. Söz konusu tarihî hadiseler üzerinden insanlığa nasıl bir mesaj verildiği hususunun ortaya çıkarılabilmesi için kullanılan dilin analizi yapılacaktır. 

Anahtar kelimeler: Tevrat, İncil, Kur’ân-ı Kerîm, tarih, ilahî mesaj 

Giriş 

Tarihin pek çok tanımı yapılabilir. Tarih için yapılabilecek söz konusu tanımlar içerisinde Cicero’nun ki ayrı bir yere sahiptir. “Tarih zamanın şahidi, hakikatin lambası, hafızanın tecessüm etmiş ruhu, yaşamın hocası ve eski çağların elçisidir.”1 Gerçekten de tarih için en kısa ve en özlü anlatım “insanlığın hafızası” olarak nitelenmesi olacaktır. Zira insanoğlunun maziden hale, halden istikbale doğru giden serüveninde geçmiş hali ve istikbali şekillendirmektedir. İbn Haldun’un büyük bir vukufla belirttiği üzere: “Suyun suya benzemesinden daha çok geçmiş geleceğe ve hale benzer”2 Tam da bu noktada kitabî dinler ile tarih arasında bir benzerlik olduğu görülmektedir. Zira Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet’te ahret inancı mevcuttur. 

Söz konusu dinler vazettikleri kurallar vasıtasıyla öte dünyayı kendisine hedef edinmiş gibi görünse de dünya ahretin tarlası olduğundan3 esasen bu üç din temel olarak bu dünyayı ve insanoğlunun hâlihazırdaki ve gelecekteki yaşantısını biçimlendirme gayreti içindedir. 

1- Tora (Tevrat) kendi içinde Yaradılış, Mısırdan Çıkış, Levililer, Çölde Sayım, Yasanın Tekrarı olmak üzere beş kısma ayrılır. 
2- Neviim (Peygamberler) bölümü de kendi içinde İlk Peygamberler ve Son Peygamberler olmak üzere ikiye ayrılır. 

İlk Peygamberler kısmı; Yeşu, Hâkimler, I. Samuel, II. Samuel, I. Krallar, II. Krallar olmak üzere altı bölümden oluşur. 

Son Peygamberler kısmı ise; Yeşeya, Yeremya, Hezekiel, Hoşea, Yoel, Amos, Ovadya, Yunus, Mika, Nahum, Habakkuk, Sefanya, Hagay, Zekeriya, Malaki olmak üzere on beş bölümden oluşur. Neviim (Peygamberler) bölümü İlk Peygamberler altı ve Son Peygamberler de on beş olmak üzere toplam yirmi bir bölümden oluşur. Tanah’ın 3. ve son bölümü Ketuvim (Yazılar) bölümüdür. Bu bölüm de Mezmurlar (Zebur), Süleyman’ın Özdeyişleri, Eyüp, Ezgiler Ezgisi, Rut, Ağıtlar (Yeramya’nın Mersiyesi), Vaiz, Ester, Daniel, Ezra, Nehemya, 

I. Tarihler ve II. Tarihler olmak üzere on üç kısımdan oluşur. 

Louis İsaac Rabinovitz, “Torah”, Encyclopedia Judaica (Second Edition), XX, ed. Fred Skolnik, Exe. Ed. Michael Berenbaum, Thomson Gale Publishing, Detroit-New York-San Francisco-New Haven-Conn-Waterville-Maine-London, 2007, s. 
39, Bu anlamda üzerinde durulması gereken bir diğer hususta Tanah ve Yeni Ahit ayrımıdır. Bilindiği üzere Hz. İsa esasen bir Yahudi olarak dünyaya gelmiştir. Bu anlamda Hz. İsa, bozulan dininin yerine Tanrı tarafından 
kendisine verilen yeni dini tebliğ ile görevlendirilmiş nübüvvet silsilesinin bir sonraki halkasını temsil etmektedir. Dolayısıyla Hz. İsa ve ona inananlar için kendilerinden önce indirilmiş olan kitaplar kutsal olarak kabul edilmekle birlikte Yahudiler için Hz. İsa’nın peygamber, İncil’in ise yeni indirilen kutsal bir kitap olarak kabul edilmesi söz konusu değildir. Zira böylesi bir kabul, dinlerini inkâr manasına gelmektedir. Hıristiyanlar Yahudi ilahi kökenli dini kitap külliyatını Eski Ahit olarak kabul ederlerken, Yahudiler, Hıristiyanlığa ait ilahi kökenli dini kitap külliyatını Yeni Ahit olarak kabul etmezler. Bu nedenle de Yahudiler için kendi kitap külliyatlarının adı Tanah’tır. Gerek Tanah’ın gerekse Yeni Ahit’in Türkçeye çevirisi Hıristiyanlar tarafından yapılmış, Eski Ahit (Tanah) ve Yeni Ahit olarak iki kısma bölünmüştür. Ancak biz her iki dinin kendi kitaplarını adlandırırken kullandıkları terminolojiyi esas aldık. Bu anlamda Tanah’daki ya da Yeni Ahit’teki bir kıssadan bahsederken Tanrı, Kuran’daki bir kıssadan bahsederken Allah lafzını kullanmayı tercih ettik. 

Zira Allah’ın farklı şekillerde adlandırılması hiçbir şekilde onun yüceliğine bir halel getirmez. “De ki ‘'İster Allah deyin ister Rahman deyin. Hangisini derseniz olur. Çünkü en güzel isimler ona hastır.” ” Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, '' (Kısaltma: Kur’ân-ı Kerîm ), hzl. Hayrettin Karaman vd., İsrâ 110, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2015, s. 292. 

Üç kutsal kitapta da geçmiş insanlığa bir ibret vesilesi olarak sunulur. Zira hâli ve istikbali biçimlendirebilme etkisi nedeniyle sık sık geçmişten bahsedilmesi bir ibret vesilesi olarak insanlara hatırlatılması gerekir. Zira hafıza-i beşer nisyan ile malüldür. Bu kusurun ortadan kaldırılması ancak belleğin/hafızanın geçmiş olmaktan çıkarılıp tarih haline getirilmesi ile mümkündür ki; bu da 
geçmişin yazılı bir anlatı haline getirilmesi ile mümkün olabilir.4 

Söz konusu kutsal kitaplar elbette ki bir tarih kitabı olarak düşünülemez. Modern anlamda bir tarihçilik formasyonuyla yazılmamışlardır. Ancak bu kutsal kitaplardaki kıssalar tarihin temel unsurlarını barındırırlar ve bu nokta da 
tebliğimize konu teşkil etmektedirler. İşte bu noktada orta doğu menşeli müteselsil olarak gönderilmiş, üç tek tanrılı dinin kutsal kitaplarında geçmişe dair kıssaların aynı amaç için bir araç olarak kullanıldığı görülmektedir. Söz konusu kitaplardaki kıssalar kitapların muhatapları olan insanları doğru yola sevk etmek amacıyla yani dünya üzerindeki yaşamlarında onlara yol gösterici 
olmaları için/ilahî amacın bir aracı olarak kullanılmışlardır. 

Tanah’ın ve İncil’in5 hemen tamamına yakını kıssalardan oluşurken Kur’ân-ı Kerîm’in de önemli bir kısmı kıssalardan oluşur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’e inanmayan insanlar tarafından eski nesillerin hikâyeleri/masalları olarak nitelendirilmiştir.6 

Ancak Kuran’da yine bu durum için söz konusu kıssaların akıl sahibi insanlar için birer ibret vesilesi olarak gönderildiği ve hiçbir şekilde insan aklının ürünü olmadığı ifade edilmiştir.7 Burada Tanah’da, İncil’de ve Kur’ân-ı Kerîm’de aktarılan tarihi kıssaları tarihin temel unsurları olan insan, zaman, mekân, illiyet prensibi (neden-sonuç ilişkileri) bağlamında tahlil edeceğiz. 

Matta’daki şecere şu şekildedir:

1-İbrahim, 
2-İshak, 
3-Yakup, 
4-Yahuda, 
5-Perets, 
6-Hetsron, 
7-Ram, 
8-Aminabad, 
9-Nahnşon, 
10-Salmon, 
11-Boaz, 
12-Obed, 
13-Yesse, 
14-Davud, 
15-Süleyman, 
16-Rehoboam, 
17-Abiya, 
18-Asa, 
19-Yehoşafat, 
20-Yoram, 
21-Uzziya, 
22-Yotam, 
23-Ahaz, 
24-Hizkiya, 
25-Manesse, 
26-Amon, 
27-Yoşiya, 
28-Yekonya, 
29-Şealtiel, 
30-Zerubbabel, 
31-Abiud, 
32-Elyakim, 
33-Azor, 
34-Sadok, 
35-Ahim, 
36-Eliud, 
37-Eleazar, 
38-Mattan, 
39-Yakub, 
40-Yusuf. 

Yeni Ahit/Matta 1/1-16, s. 1010. Yeni Ahitte Hz. İsa hakkında daha ayrıntılı bir şecere daha bulunmaktadır. 

Bu şecerede Hz. İsa doğrudan Allah’ın oğlu olarak gösterilir. 

1- Yusuf, 
2- Heli, 
3- Mattat, 
4-Levi, 
5-Melki, 
6-Yannay, 
7-Yusuf, 
8-Mattatya, 
9-Amos, 
10-Nahum, 
11-Esli, 
12-Naggay, 
13-Maat, 
14-Mattatya, 
15-Semein, 
16-Yoseh, 
17-Yoda, 
18-Yoanan, 
19-Risa, 
20-Zerubbabel, 
21-Şealtiel, 
22-Neri, 
23-Melki, 
24-Addi, 
25-Kosam, 
26-Elmadam, 
27-Er, 
28-Yeşu, 
29-Eliezer, 
30-Yorim, 
31-Mattat, 
32-Levi, 
33-Simeon, 
34-Yahuda, 
35-Yusuf, 
36-Yonam, 
37-Elyakim, 
38-Melea, 
39-Menna, 
40- Mattata, 
41-Natan, 
42-Davud, 
43-Yesse, 
44-Obed, 
45-Boaz, 
46-Salmon, 
47-Nahşon, 
48-Amminadab, 
49-Aram, 
50-Hetsron, 
51-Perets, 
52-Yahuda, 
53-Yakub, 
54-İshak, 
55-İbrahim, 
56-Terah, 
57-Nahor, 
58-Seruc, 
59-Reu, 
60-Peleg, 
61-Eber, 
62-Şela, 
63- Kainan, 
64-Arfakşad, 
65-Sam, 
66-Nuh, 
67-Lâmek, 
68-Metuşelah, 
69-Hanok, 
70-Yared, 
71-Mahalaleel, 
72-Kainan, 
73-Enoş, 
74-Şit, 
75-Âdem, 
76-Tanrı. 

bk.Yeni Ahit/ Luka 3/23-38, s. 1085-1086. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



****

Tarih Eğitiminde Yeni Bir Anlayış,

TARİHÇİLİK MAKALELERİ, Tarih Eğitiminde Yeni Bir Anlayış 


Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu ve Tarih Eğitiminde Yeni Bir Anlayış 

Fatma Aysel DINGIL 
İstanbul Üniversitesi, 
fatmaaysel48@gmail.com 

Özet 

Bildirimizde Türk tarihi ve tarihçiliğinde yaptığı ilmî çalışmaları, çalışmalarında kullandığı farklı bakış açısı ile önemli bir yere sahip olan Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu'nun tarih eğitimi ile ilgili görüşleri konu edilecektir. Kafesoğlu; Türk tarihçiliğine ve tarih eğitimine fikirleri ile rehber olmuş bir şahsiyettir. Bildirimizde Kafesoğlu’nun tarih eğitiminde eksik gördüğü veya ilave etmek 
istediği konular ele alınmaya çalışılacaktır. Zira tarih eğitimi hakkında Kafesoğlu tarafından dile getirilen yeni fikirler Türk tarihine yeni ufuklar açması bakımından son derece önemlidir. Tarih eğitiminin ilkokuldan üniversiteye kadar Türk gencine bir tarih şuuru ile öğretilmesi hususuna özellikle dikkat etmiştir. Özellikle Kafesoğlu hocamızın kaleminden çıkan Lise 1 ve 2 tarih kitapları 
ve bunların devamında üniversitelerde verilen tarih eğitimi ile ilgili görüşleri üzerinden bu birleştirici tarih eğitimi anlayışı örnekler ve fotoğraflar üzerinden aktarılacaktır. Kafesoğlu’nun konu ile ilgili yazmış olduğu çok sayıda makale ve kitap rehber edinilerek tarih eğitimindeki yeni görüş derli toplu bir şekilde sunulacaktır. 

Anahtar Kelimeler: 
Tarih, Eğitim, Prof. Dr. İbrahim Kafesoglu, lise, üniversite, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, 

Giriş 

İstanbul Üniveristesi Edebiyat Fakültesi Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı’nın kurucusu Zeki Velidi Togan’ın öğrencisi Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun millî eğitim anlayışı ve tarih eğitimine getirdiği yenilikleri aktarmak Türkiye’de tarih ve tarih eğitimi uzmanlarına rehber olacak niteliktedir. 1914 yılında Burdur İli’nin günümüzde adına bir lisenin yaptırıldığı ve lisenin girişinde bütün eserlerinin sergilendiği (Çayır ve Şahin, 2007, s. 1613) Tefenni ilçesinde doğmuş ve 1984 yılında vefat etmiştir. 

Yetmiş yıllık hayatına sayısız eser sığdırmış, ebediyetinin teminatı olan fikirleri yetiştirdiği genç dimağlara hala ışık tutmaktadır. İngilizce, Almanca, Fransızca, Macarca, Arapça ve Farsça dillerine hakim olan Kafesoğlu, çalışma hayatının ilk on beş yılını Selçuklu Tarihi çalışmalarına, sonraki yirmi beş yılını da İslam Öncesi Türk Tarihi ve İslam Öncesi Türk Kültür Tarihi meselelerine hasretmiştir 
(Donuk, 2014, s. 31). 

Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, tarihçiliğinin yanısıra bir o kadar da aydın kişiliği ile ön plana çıkmış bir şahsiyettir. Bu anlamda eserleri biz gençlere ilmî anlamda olduğu kadar ahlakî ve millî yönden de rehber olmuştur. Dersleri sadece edebiyat Fakültesi değil başta Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi öğrencileri olmak üzere pek çok kişi tarafından ilgi ile takip edilmiştir. 

Tarihin her zaman bir bütün olarak algılanması ve mutlaka karşılaştırmalı şekilde okunması gerektiğini bildiren Kafesoğlu (Ergin, 1984, s.16.), millî birlik ve beraberliğin tesisinde en önemli araç olarak tarihi göstermiş ve daha önemlisi tarihin aktarılırken Türk Dilinin eğitim ve öğretimin her seviyesinde özenle işlenmesi gerektiğini savunmuştur. Altan Deliorman ile birlikte Lise I ve Lise II 
tarih kitaplarını yazmasının sebebi de budur (Kafesoğlu ve Deliorman, 1977). 

Yöntem; 

Çalışmamızda öncelikle geniş bir çalışma alanına vakıf olan Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun Tarih öğretiminde gördüğü sorunları bugüne kadar bize bıraktığı sayısız eserden tespit ettik. Ancak sunum süresinin kısıtlı olması dolayısıyla eserlerin hepsini zikredemedik. Daha sonra onun bu sorunlara sunduğu çözümleri derleyerek bu çerçevede işlenecek olan tarihin bambaşka sonuçlar verdiğini gördük. Dolayısıyla aktarmaya çalıştığımız Türk Tarihine ait değişikliklerin Tarih eğitimi açısından faydasına değinmeye çalıştık. 

Bulgular; 

1- Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’na Göre Tarih Eğitimi Uygulaması 

Kafesoğlu, Türk millî kimliği ve şuurunun yalnızca Türk gençliğinin şuurlandırılması ile mümkün olabileceğine inanmıştır. Türkiye’de Millî Eğitim Meseleleri adlı makalesinde (Kafesoğlu, 1966, s. 297) “yurdun mukadderatını ele alacak genç nesilleri toplum menfaatleri yönünde geliştirmek ancak millî eğitim ile mümkündür” diyerek konunun önemine dikkat çekmiştir. Çünkü eğitim, toplumun ruhî, manevî hüviyetini, ahlak ve inancının karakterini bir millete diğer milletlerden ayırıcı hasletlerini temsil eder. Bu nedenle eğitim kendine has bir kültürün sahibi ve taşıyıcısı olan her millet için başkadır, yani millidir. Eğitimin amacı toplumun değerlerini tayin etmek, öğretimin amacı ise bu değerleri okullarda müfredatlarla nesillere aktarmaktır (Çayır ve Şahin, 2007, s. 1604). Eğitim ve ona bağlı olarak öğretim sadece okullarda değil sinema, tiyatro, kitap, dergi vb. alanlarda da gerçekten Türk kültürünü yaymaya, zenginleştirmeye, millî birlik ve bütünlüğü muhafazaya çalışmalıdır. 

Kafesoğlu’na göre bütün bunları sağlayacak atalarının müstesna meziyetleri ile donanmış olan Türk gencidir. Türk genci, hali hazırda lise veya üniversite öğrencisidir ancak kıs a zaman sonra memleket mukadderatında söz sahibi olacaktır (Kafesoğlu, 1966, Mayıs, s. 573). Bu nedenle müfredatlar düzenlenirken milli terbiye değerlerine sadık kalınmalı, vatanperver, saygılı, ahlaklı, iman ve ideal sahibi fertler yetiştirmek hedeflenmelidir. Ayrıca ona göre Türkiye’de milli eğitim meseleleri bellidir ve bu bağlamda Türk Milli eğitimi yine Türk pedagoji sisteminin esaslarına göre yapılmalı, okul kitapları müfredata uygun olmalı ve okul kitaplarının düzgün, anlaşılır ve yaşayan bir Türkçe ile yazılması gerekmektedir (Kafesoğlu, 1966, Şubat, s. 299- 300). 

2- Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun Türk Tarihine (Tarih Öğretimi Açısından) Getirdiği Yenilikler 

Kafesoğlu’nun eğitim ve çalışma yöntemleri bizlerin yolunu aydınlatmıştır. İyi bir bilim adamı olmak için gerekli olan ilk şeyin çok iyi bir kaynakça bilgisine sahip olmamız gerektiğidir. Kafesoğlu, Türk tarihi açısından karanlıkta kalmış pek çok problemi de aydınlatmıştır. Öğrencisi Prof. Dr. Abdülkadir Donuk’un çok iyi bir şekilde ifade ettiği Kafesoğlu’nun Türk tarihine getirdiği yeniliklerden kısaca 
bahsedecek olursak (Donuk, 2014, s. 33- 34); 


a- Moğolların Türk oldukları tezini çürütmüş, 
b- XII. Asra kadar Türklerin İstanbul kuşatmalarını tespit etmiş (İstanbul Enstitüsü Dergisi, 1957), 
c- 1015- 1021 yılları arasında Doğu Anadolu’ya yapılan ilk Selçuklu akınını göstermiş, 
d- Türk ve Türkmen adlarının manalarını belirtmiş (Tarihte “Türk Adı”, Reşit Rahmeti Arat İçin, 1966), (Türkmen Adı, Manası ve Mahiyeti, J. Deny Armağanı, 1958), 
e- Atatürk İlkelerinin tarihî temellerini sağlamlaştırmış, 
f- Ulus, yasa, kurultay gibi kelimelerin Türkçe olmadıklarını ispatlamış (Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 12, 1983), 
g- Türklerin kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmelerinde en büyük etken olan eski Türk İnancı’nın özellikleri ile İslamiyet arasındaki benzerlikleri tespit etmiş 
(Türk- İslam Sentezi, 1985), 
h- Harezmşahlar Tarihini ilk defa vücuda getirmiş Harezmşahlar Devleti Tarihi, 1956), 
i- Türk Kültür Tarihi ile alakalı olarak unvanlar, meclis, Kutadgu Bilig’in nasıl değerlendirilmesi gerektiği gibi konuları açığa çıkarmış ( Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, 
1980), 
j- Türk tarihini öğrenme adına okunması gereken bir başucu eseri olan Türk Millî Kültürü (1977) adlı eserinde Türk kültürünün gelişmesi ve yayılmasında en önemli rol oynayan 
unsurlardan at ve demirin ehemmiyetini Türk bozkır hayatını en kapsamlı ve çarpıcı bir şekilde dile getirmiştir. 
k- Çaka (Çakan) Bey’in adı ile ilgili mülahazasını ortaya koymuş (Selçuklu Çağındaki İzmir Türk Beyi'nin Adı: Çaka mı, Çağa mı, Çakan mı?, Tarih Dergisi, S. 34, 1984), 
l- Anadolu Selçuklu Devleti’nin hangi tarihte kurulduğu keşmekeşine son vererek doğrusunu göstermiş, 
m- Tarih öğretiminde çağ taksimi sorununu gündeme getirerek çözümlenmesi adına görüşlerini belirtmiştir. 


Kafesoğlu hocamızın günümüzde bile değerinden hiçbir şey kaybetmemiş öyle bir düşüncesi vardır ki bu da Türk eğitim sisteminde değişmesi zarurî görülmüş, çağ taksimi hadisesidir. Zira günümüzde kullanılan çağ taksimi, Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul eden Roma İmparatoru Konstantinos’a yani 337 yılına kadar Eskiçağ, İstanbul’un Türkler tarafından fethinin tarihi olan 1453’e kadar Ortaçağ, sonrası ise Yeniçağ şeklindedir. Eğitim sisteminde değişmesine çalıştığı çağ taksimi ile ilgili düşüncelerini hocamız şu tartışmasız ve haklı cümleler ile ifade etmiştir: 

“Böyle bir tasnife ihtiyaç duyan Batılı ilim adamları pek haklı olarak kendi tarihlerindeki sosyal gelişmelerde bariz çizgiler halinde tespit ettikleri değişme leri esas almışlardır. Batı tarihi de idare tarzı, din, hukuk, sosyal durum ve kültür gibi toplumun 5 ana cephesi bakımından İlk, Orta, Yeni ve Son çağlar arasında büyük ayrılıklar bulunduğu kesindir. Ancak çağ taksiminin ihtiva ettiği gerçeklik payını başka ülkeler ve diğer milletler için de geçerli saymak imkânsızdır. Çünkü, Avrupa dışında kalan kavim milletlerin tarihi gelişmelerini aynı çerçeve içinde mütalâa etmek Asya ve Afrika milletlerinin mazilerini böyle bir kalıba sokmak mümkün değildir”. 

“Batı örneğine uyarak üniversitelerimizde ve okullarımızda çağ taksimi sisteminde yürüdüğümüz hâlde, kendi tarihimizin çağlarını tesbit etmiş değiliz. Meselâ 4 bin yıllık mâzi biçtiğimiz Türk tarihinin Eskiçağı nasıl başlar ve hangi tarihlerde sona erer, bilmiyoruz. Çağ taksimini doğrudan doğruya Batı’dan aldığımız için, bizde Eskiçağ’ın öğretim ve araştırma konularını, tıpkı Avrupa’daki gibi kısmen Sümer, Akad, Asur, Babil, Urartu vb. tarihleri, fakat büyük ekseriyetle Grek- Roma tarih ve kültürleri teşkil eder. Avrupalı kendi tarihi gelişiminde adları geçen kavimlerle münasebeti meçhul bulunan Türk tarihine yer vermemekte ne kadar haklı ise, üniversitelerimizdeki Türk tarih mensuplarının Eskiçağ Türklüğünü dikkate almamaları ve milletimizin bugüne kadarki oluşunun ilk sosyal ve kültürel belirtilerinin önemini gözden kaçırmaları o derece yanlış bir harekettir. Ayrıca Batılı milletlere yön vermiş olan Antik çağ medeniyetinin Türk çocuklarına tafsilâtlı bir şekilde öğretilmesi yolu ile, Türk toplumunda meydana getirdiği millî kültür duygularını zayıflatıcı tesiri üzerinde de önemli durmak gerekir.” 

“Türk tarihinin Eskiçağ’ı tesbit edilemediği gibi, Orta çağ’ı da açıkça tayin edilemememiştir. Türk tarihinde Ortaçağ’ın sınırları da mâlûm değildir derken, İslâmiyetle ilgili bir tasnifi hatırlatmamız icab eder. Bilindiği gibi, bizde Türk tarihini Türklerin islâmiyeti kabulden önceki ve İslâm olduktan sonraki devirleri diye ikiye ayırmak âdet hâline gelmiştir. İslâmiyetin zuhuru Orta Doğu’da 
Ortaçağ’ın başlangıcı itibar edilirse, Türklerin islâmiyete girişleri aynı zamanda Türk Ortaçağının başlangıcı demek olabilir. Esasen, yine Türk milletinin kendi içtimaî bünyesindeki köklü değişikliklerden ziyâde, bir dine intisab etnek gibi dış faktörlere dayanan bu tasnifin ilham ettiği görüşten dolayıdır ki, İslâm –Türk kavim ve devletleri tarihi Ortaçağ çerçevesine sokulmuştur. Fakat burada tarihî realiteden çok dini hakimiyeti açıktır. İslâmiyet dışında kalanları müşrik sayan ve onları için fazlaca tarihî ve medenî rol tanımayan İslâmî anlayış Türklerin birinci devrini araştırmaya değmiyecek kadar kıymetsiz saymıştır. Bu sebeple, bu tasnife bağlananlar İslam öncesi Türk tarihini basit bir göçebe aşiret hayatından ibaret sanarak incelemeğe lüzum görmemişlerdir. Halbuki bu tasnif de, tıpkı Batılı tasnif gibi yanlıştır. İslâmiyetin kabûlünü esas tutan bu taksim, ayrıca, Karluklar veOğuzlar dışında kalan bir çok Türk kütlelerini ihmal etmenin zaafını taşır. Çünkü X. Asırda bir kısım Türkler islâmiyete girerken, diğerleri yer yer Gök-Tanrı inancında veya, Hıristiyan, Musevî, Budist ve Maniheist olarak yaşamışlardır. Böylece ilk bakışta isabetli gibi görünen son tasnifin de Türk tarihine tam uymadığı meydana çıkmaktadır.” 

“Öğretim kurullarımızda hâlâ tatbik etmekte olduğumuz çağ sistemi Yeni ve Son çağlar bakımından da isabet göstermez. Batı tarihi tasnifinin kopyasından ibaret olan bu bölünme Türk tarihinin gerçekleriyle alâkalı değildir. Çünkü bu taksimde yalnız Osmanlı İmparatorluğu dikkate alınmış, fakat Orta Asya, Hindistan ve Rusya’daki milyonlarca Türk düşünülmemiştir.” 

“Çağ taksiminin Türk tarihinin özelliği dolayısıyla lüzumsuz değil aynı zamanda zararlı olduğuna da işaret etmek isteriz. Çünkü bu taksim özellikle İlk ve Eski çağlar bakımından birkaç doğu kavmi ile Grek Roma tarihini esas aldığı için Türk tarihi ve kültürünün temellerinin atıldığı İslam Öncesi Türk Tarihini karanlıkta bırakmaktadır. Türk tarihinin en büyük hususiyetlerini coğrafî yaygınlık hatta 
dağınıklık teşkil eder. Başka milletlerin tarihi muayyen ve değişmez bir bölge içinde oluşurken, Türk tarihi aynı asırlar içinde çeşitli iklimlerde gelişmeler göstermiştir. Bundan dolayı tarihte bir Türk yurdu ve bir Türk devleti değil, fakat aynı zaman içinde Türk yurtları ve Türk devletleri mevcut olmuştur, işte bu müstesna durum Türk tarihinin çağlar esasında araştırılması ve öğretilmesini 
fevkalâde zorlaştırmaktadır. Türk boyları muhtelif yurtlarında başka başka coğrafi şartlar, türlü iktisadi ve kültürel imkânlar dolayısıyla birbirlerinden farklı gelişmeler kaydetmişlerdir. Bunları çağ taksiminin belirli sınırları içerisinde ele almak kabil değildir. Buna mukabil, her Türk boyu için belirli mekân içinde inkişaf kabul ederek çağları, onlara, ayrı ayrı tatbik cihetine gitmek, meselâ Orta Asya Türklüğü için başka, Hindistan, Rusya, Balkanlar, Avrupa, İran Mısır Türkleri için başka başka, Osmanlı İmparatorluğu için de başka çağ sınırları tesbitine çalışmak da doğru olmaz. Bu, her ülkedeki Türk boyunu ayrı millet saymak mânasına gelir ki, hakikatlere ve ilme aykırıdır. Çünkü, çeşitli ülkelerde görülen Türkler aynı milletin kollar hâlinde devamından ibarettir” (Kafesoğlu , 1990, s. 37- 42). 

Türk tarihi coğrafi olarak çok dağınık bir sahada ilerlediğinden onu çağlara bölmek başlı başına lüzumsuz hatta zararlı bir çabadır. Zira farklı yerlerde yurt kurmuş olan Türk devletleri gelişme konusunda da farklılıklar göstermişler, bu sebeple de belirli bir çağ sistemi adı altında anılamamışlardır. 

Kafesoğlu’nun bu konuya getirdiği çözüm ise, konulara göre yapılmış bir tasniftir. Mesela, Tür Teşkilat Tarihi, Türk Kültür Tarihi Meseleleri, Türk Hukuk Tarihi gibi. Böylece disiplinlerarası bir seviyeye ulaşmış olur ve araştırmacıların bilgi paylaşımını arttırır. 



Kafesoğlu’nun Tarih Bölümleri için çağ taksimi önerisi (Kafesoğlu , 1964, s. 14). 


Sonuç ve Yorum 

Eski Türk töresine göre hoca olan kişinin (öğretmenlerin) milletin en yüce mesleğini yapan kişi olduğunu ve insanlara öğrettiği terbiye ile devletin yoluna ışık tuttuğunu düşündüğümüzde Kafesoğlu’nun Tarih Eğitimi ve Tarih Yazıcılığı Meselelerine yaptığı katkılar neticesinde bu payeyi almayı çoktan hak ettiği bir gerçektir. Zira yazdıklarını, anlattığı her konuyu başlangıçtan günümüze 
kadar bütün kaynakların araştırılarak ilmin süzgecinden geçmiş olduğuna emin bir şekilde okuyor olmamız tarih öğretecek genç nesillerin dimağlarında farklı ve etkileyici izler bırakacak bir ilerlemedir. Gelecek kuşaklara bu konuda yaptığı öncülük onun hocalığının üniversite sınırlarını aşmasını, yazdıklarının ve düşüncelerinin binlerce kişi tarafından benimsenmesini sağlamıştır. 
Kafesoğlu’nun Türk tarih eğitiminde tespit ettiği sorunların ve eserlerinin Türk varlığı ile ilgili hayatî meselelerden teşkil olması kendisini zamanın dışına çıkarmış, ölümsüzleştirmiştir. Zira bir eser kaleme alırken bilinenlerin tekrarından, tercüme ve aktarmacı tarihçilikten her zaman kaçmış, ele aldığı konuları en başından bu güne pek çok dildeki kaynakları tarayarak ortaya çıkarma yoluna gitmiştir (Donuk, 2014, s. 226). 


Kaynakça 

Çayır, Y. ve Şahin, M. (2007), Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun Hayatı ve Eserleri. Ed. Yıldız, G. Yıldırım, Z. Kazan, Ş. I. Burdur Sempozyumu Bildirileri, ss. 1602- 1614. Burdur. 
Donuk, A. (2014). Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, İstanbul: Ötüken Neşriyat. 
Ergin, M. (1984). Beklenmeyen bir ölüm. Bogaziçi, 27, ss. 15- 17. 
Kafesoğlu, İ. (1964). Üniversite tarih öğretiminde yeni bir plan. Tarih Dergisi, 19, ss. 1- 14. İstanbul: İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Basımevi. 
Kafesoğlu, İ. (1966, Şubat). Türkiye’de milli eğitim ve meseleleri. Türk Kültürü, 40, ss. 207- 300. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü. 
Kafesoğlu, İ. (1966, Mayıs). Türk gencinin vazifesi, Türk Kültürü, 43, ss. 573- 576. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü. 
Kafesoğlu, İ. ve Deliorman A. (1976). Tarih lise I-II, Ankara. 
Kafesoğlu, İ. (1990) . Türk tarihinin taksmiatı Türk tarihinde çağlar meselesi. Tarih metodolojisi ve Türk tarihinin meseleleri kolloyumu. ss. 37- 46. Elazığ. 
Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu ve Tarih Eğitiminde Yeni Bir Anlayış 

Fatma Aysel DINGIL 
İstanbul Üniversitesi, 
fatmaaysel48@gmail.com 

***