28 Temmuz 2016 Perşembe

O Üniforma, İçindeki " Nikah Şahidini " Niye Taşıyamadı?






O Üniforma, İçindeki "Nikah Şahidini" Niye Taşıyamadı?  



Fatma Sibel Yüksek 
Açık İstihbarat

17 MAYIS 2016 


En az beş ölü subay ve yüzlerce mesleğinden, işinden, ailesinden, temiz isminden, çoluk çocuğundan, sağlığından olmuş asker
sığdırabilmeyi başarmış bir "Başkumandan"dır Recep Tayyip Erdoğan..
Ve böylesine ağır bir suçun ne siyasi, ne hukuki, ne de vicdani bedelini ödemeyi aklından bile geçirmemekte; "Kandırıldım" beyanının kendisini vebalden  kurtardığına inanmaktadır.
Öyle bir "Başkumandan"dır ki Recep Tayyip Erdoğan, "askerleri" en akıl ve ahlak dışı iftiralar altında zindanlarda yaşam savaşı verirken, onların can düşmanı terör örgütü ile masaya oturmuş; PKK'lı bir katilin gizli tanıklığıyla generallere ağır cezalar verilmesine göz yummuştur...
www.acikistihbarat.com


Bir Genelkurmay Başkanı'nın, bir Cumhurbaşkanı kızının düğün törenine katılmasında, hatta yeni evlilerden birinin nikah şahidi olmasında ne sakınca var?
Böyle bir durum toplumun önemli bir kesimini neden rahatsız eder?
Neden o derece büyük bir rahatsızlık ortaya çıkar ki Genelkurmay Başkanı, uzun açıklamalar yapmak zorunda kalır?
Öyle tarihe filan gitmeyeceğim; daha yakına bakıp düşünelim:
Meselâ İsmail Hakkı Karadayı, Süleyman Demirel'in bir yakınının düğününde nikah şahidi olsaydı bu kadar gürültü çıkar mıydı?
Veya Ahmet Necdet Sezer'in oğlunun nikah defterine Hilmi Özkök imza atsaydı?
Kuşkusuz, üst düzey siyasi magazin değeri taşıyan bir haber olarak gazete sayfalarını süsler, istihza yapan bir kaç yazar-çizer de bulunurdu.
Cumhurbaşkanlarının anayasaya göre "Başkumandan" oldukları da düşünüldüğünde, bugün ortaya çıkan ve Genelkurmay Başkanı'nın bir gazete vasıtasıyla uzun uzadıya kendini savunmasına kadar uzanan bir olay olarak tarihte yer bulamazdı.
Kendisini eleştirenlere Milliyet gazetesi aracılığıyla cevap veren Hulusi Akar da çok iyi biliyor ki, bu olayda sorun ne Cumhurbaşkanı'nın, ne de Genelkurmay Başkanı'nın anayasa ve toplum nazarındaki konumudur.
Burada sorun, Genelkurmay Başkanı'nın kim olduğu da değildir..
Sorun, Cumhurbaşkanı'nın kim ve "ne"olduğu sorunudur.
Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, on dört yıllık iktidarının en az 6 yıllık bölümünde (kendisi kabul edilemeyecek bir "kandırıldım" gerekçesi ortaya atsa da) Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı en yıkıcı operasyonların  siyasi sorumlusu sıfatını taşıyan Recep Tayyip Erdoğan'ın kızının düğününde nikah şahidi olmuştur.
Öyle ağır bir süreç ki, Hulusi Akar'ın (eğer öyle görüyorsa) onlarca "silah arkadaşı mesleğinden, kariyerinden, hayatından, onurundan, özgürlüğünden oldu...
Hulusi Bey'in bugün sığınmaya çalıştığı "Genelkurmay Başkanı, Başkumandan ile uyumlu çalışmalıdır" ilkesi doğru bir ilkedir. Darbe dönemlerini saymazsak, Genelkurmay Başkanları bu ilkeye hep sadık kaldılar ancak bu ilkeyi en ağır biçimde ihlal eden bir tek "Cumhurbaşkanı" çıktı ki o da Recep Tayyip Erdoğan'dır.
On dört yıllık siyasi kariyerine, "terörist" suçlamasıyla tutuklanmış bir Genelkurmay Başkanı, biri merdivenden düşerek sakat kalmak üzere beş kuvvet komutanı, onlarca orgeneral ve tümgeneral;
En az beş ölü subay ve yüzlerce mesleğinden, işinden, ailesinden, temiz isminden, çoluk çocuğundan, sağlığından olmuş asker
sığdırabilmeyi başarmış bir "Başkumandan"dır Recep Tayyip Erdoğan..
Ve böylesine ağır bir suçun ne siyasi, ne hukuki, ne de vicdani bedelini ödemeyi aklından bile geçirmemekte; "Kandırıldım" beyanının kendisini vebalden  kurtardığına inanmaktadır.
Öyle bir "Başkumandan"dır ki Recep Tayyip Erdoğan, "askerleri" en akıl ve ahlak dışı iftiralar altında zindanlarda yaşam savaşı verirken, onların can düşmanı terör örgütü ile masaya oturmuş; PKK'lı bir katilin gizli tanıklığıyla generallere ağır cezalar verilmesine göz yummuştur...
Herkes elbette istediği düğüne gider, istediği kişinin nikah şahitliğini yapar, ancak o kişi Hulusi Akar değildir. Hulusi Akar, önce elini vicdanına koymak, sırtında taşıdığı üniformanın ağırlığını hissetmek ve aynaya bakarak son sekiz yılda olup bitenleri düşünmekle yükümlü bir devlet yetkilisidir.
Yine de biz her şeye rağmen, bir an için Hulusi Akar'ın içinde bulunduğu durumla empati kuralım ve kendimizi onun yerine koyarak düşünelim.
Milliyet'ten Serpil Çevikcan,  Hulusi Bey'in başka bir subay vasıtasıyla aldırdığı notları, kendi cümlelerine dönüştürerek şöyle anlatıyor:
"Aldığım bilgilere göre, Hulusi Akar nikaha yetişebilmek için cenazeden hemen sonra hızlıca İstanbul’a gidebilmek için eşiyle birlikte doğrudan Etimesgut’taki askeri havaalanına gitmiş. Evine uğrama şansı olmadığı için üniformasını burada değiştirerek, sivil kıyafetlerle İstanbul’a hareket etmiş."
(Aslında nikah şahitliğinden daha vahim karşılanması gereken bir durumu burada hemen not edelim. Bazı davetlilerin düğüne askeri uçaklarla götürüldüğü iddia edilmişti. Çevikcan'a yazdırılan açıklamalar arasında bu konuya hiç yer verilmemiş. Anlaşılan ne soru sorulmuş, ne de cevap verilmiş. Acaba Genelkurmay Başkanı ve eşini nikaha götüren askeri uçakta başka siviller de var mıydı? Veya düğün servis aracı olarak başka askeri uçaklar da kalktı mı?)
Özetle, General kendisini şöyle savunuyor:
"Cumhurbaşkanı aynı zamanda başkumandandır, ben bir Genelkurmay Başkanı olarak özel sebeplerle yapılmış da olsa, böyle bir davete icabet etmekten başka bir seçeneğe sahip değilim."
"Neden nikah şahidi?" sorusunu da  Serpil Çevikcan'ın aktardığına göre  şöyle yanıtlıyor Hulusi Akar:
"Davet hem gelin, hem damat tarafından geldi. Bayraktar ailesi ile uzun yıllara dayanan bir hukukumuz var. "
Bayraktar ailesi, yerli, silahsız-silahlı insansız hava aracı üretimi konusunda uzun yıllardır çalışıyor. Bu çalışmaların başında ise Sümeyye Erdoğan ile evlenen Selçuk Bayraktar var. Bayraktar ailesinin şirketi tarafından yapılan silahsız İHA’lar TSK tarafından kullanılıyor, silahlı İHA’ların ise testleri yapılıyor.
Asker, riskli bir alan olarak değerlendirilen insansız hava araçları konusunda çalışan Selçuk Bayraktar’ı yakından tanıyor ve çalışmalarını da yakından izliyor. Bayraktar’ın, TSK’ya 5 ila 10 yıl içerisinde büyük fayda sağlayacak bir alanda elini taşın altına koymuş nadir isimlerden biri olduğunu düşünüyor.
Yerli İHA’ların üretiminin TSK’ya sağladığı fayda dışında Türkiye’nin büyük devletler nezdinde büyük itibar kazanmasını sağladığı, bunun da ötesinde yüzlerce askerin yaşamını kurtardığı inancını taşıyor.Akar’la Bayraktar’ın İHA’larla ilgili çalışmalar ve sosyal temasları kapsamında çekilmiş çok sayıda görüntüsü de var.
"Bütün devlet erkanının katıldığı bir nikahta bulunarak şahitlik yapmanın ve TSK’nın gücünü artırmak için çaba gösteren genç bir mühendise bu yolla askerin teşekkürünün iletilmesi insani bir görev ve vicdani bir sorumluluktur"
Bunun da doğru olduğunu kabul edelim... Bayraktar ailesinin milli silahlar üretebilen önemli bir mühendis ailesi olduğunu zaten biliyoruz. 

Baba Özdemir Bayraktar,Tayyip Erdoğan'ın Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığından da önce ulusalcı-Atatürkçü çevreler ve üst düzey askerler tarafından tanınan, sevilip sayılan bir şahsiyettir.
Hatta üste şunun da gözümüzden kaçmadığını belirtelim:
Bayraktar ailesi belli ki nikah töreninin "olabildiğince" sade ve gösterişten uzak bir şekilde yapılması için kendilerince çaba göstermiş. Katar'dan gelen onlarca hediye yüklü uçak için bir şey yapamasalar da, nikahın ayaküstü denebilecek bir şekilde, eğlencesiz gerçekleşmesi için ağırlıklarını koymuşlar. 

Hulusi Akar'ın şahit olmasını talep ederek de oğlan tarafının "askere yakın" olduğu mesajını vermek istemişler...
Ama bütün bunlar, daha 24 saat önce toprağa düşmüş gençleri unutturmuyor.
Tıpkı Tayyip Erdoğan'ın Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde "Ben bu davanın savcısıyım"demesini; ahlaksız bir medyanın ve savcı görünümlü etki ajanlarının en ahlaksızca iftiralarını eline mikrofon alıp miting meydanlarında bağırmasını unutturmadığı gibi...
Tıpkı Oslo'daki o ihanet fısıltılarını unutturmadığı gibi;
Tıpkı Yarbay Ali Tatar'ı, Yüzbaşı Olgun Ural'ı,Deniz Yüzbaşı Doğan İlhan'ı, Albay Murat Özenalp'i, düz vatandaş Kuddusi Okkır'ı unutturmadığı gibi...
Hulusi Akar, vicdan sahiplerini bütün bu olup biten acı olayları olmamış sayıp, kendisine anlayış  göstermelerini bekleyemez..
Beklememelidir.
O nedenle,
"Eleştirilerin temelinde TSK’nın yıpratılması maksadını vardır. İnsani, ahlaki, vicdani olmaktan uzak eleştiriler yapılmaktadır" 

gibi her ucuz siyasetçinin başvurduğu bir argümanı hiç referans almadan,
"Öncelikle bu olaydan incinen vatandaşlarımızın duygularını anlıyorum" diye başlamalıydı söze. "Belli ki yaralar henüz sarılmamış" diye devam edebilmeliydi..
Sekiz şehidin geldiği kara bir günde nikah şahidi olmayı ise, eğer isteseydi çok kolay bir şekilde başından atabilirdi.
Madem Bayraktar ailesi ile eskiye dayanan bir hukuku var, baba Bayraktar'dan durumun hassasiyetinden dolayı özür dileyebilirdi. Aralarında halledebilirlerdi bu meseleyi...
Görüldüğü gibi ülkenin en büyük Maraz'ı haline gelen şahsiyeti görmezden gelerek, normalmiş gibi davranarak, en saçma isteklerini bile emir telakki ederek hiç bir şey çözülemiyor, aksine her şey giderek daha da kördüğüm oluyor.
Vicdanlar susmuyor, akıl soru sormaktan vazgeçmiyor...
Toplum olanları unutamıyor, kabullenemiyor, yok sayamıyor...

..

TÜRKİYE DE DARBE., ABD MİLİTARİZMİ VE DEMOKRASİNİN ÇÖKÜŞÜ..





DIŞ DÜNYADAN TÜRKİYE YE BAKIŞ VE 15 TEMMUZ DEĞERLENDİRMESİ..
TÜRKİYE DE DARBE., ABD MİLİTARİZMİ VE DEMOKRASİNİN ÇÖKÜŞÜ..


Bill Van Auken
23 Temmuz 2016
İngilizce’den çeviri (22 Temmuz 2016)

Türkiye'nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı devirmeye yönelik başarısız askeri darbeden bir hafta sonra, Washington'ın İstanbul'u ve Ankara'yı sarsmış olan kanlı olaylarda büyük ölçüde parmağı olduğu konusunda hiçbir kuşku kalmadı.
Türk ordusunun, ABD'nin Avrupa'daki en büyük nükleer silah stoğunu depoladığı ve Irak ile Suriye'ye yönelik bombardıman saldırısını gerçekleştirdiği İncirlik hava üssünün komutanını da kapsayan ve Pentagon ile son derece sıkı bağlara sahip olan komutanları, bu devirme girişimine doğrudan dahil olmuş durumda. Darbeyi destekleyen birçok uçak, ABD ordusunun gözü önünde İncirlik'ten havalandı. Üssün Türk komutanı, darbenin başarısız olacağı ortaya çıktıktan sonra ABD'den sığınma talebinde bulundu.
Yaklaşan darbe konusunda bir uyarının, onu düzenleyenler arasında yapılan telsiz konuşmalarını ele geçirip Milli İstihbarat Teşkilatı'na (MİT) aktaran Rusya'dan gelmiş olduğu Çarşamba günü ortaya çıktı. Uyarı, Türkiye Cumhurbaşkanı'nın, onu öldürmek ya da yakalamak için yazlığına gönderilen özel operasyon ekibinden sadece yarım saat önce kaçmasını sağlayacak şekilde, onunla paylaşılmış.
CIA'in ve ABD ordusunun, bölgedeki büyük çapta yığınaklarıyla ve ellerindeki dünyanın en yaygın elektronik izleme ağıyla, aynı haberleşmelerden habersiz olacağı akla yatkın mı?
Eğer bu iletişimler Amerikan ordu ve istihbarat aygıtı tarafından Türk hükümetine aktarılmadıysa, bunun nedeni ortada. Onlar, darbeye katılmışlardı. Obama, Erdoğan'ı uyarmak istemedi; onu ölü istiyordu.
Derken, Washington’ın, Moskova’da bulunan Dışişleri Bakanı John Kerry tarafından dile getirilen darbeye yönelik ilk tepkisi geldi. Kerry, kendisini, Amerika'nın “ Türkiye'de istikrar, barış ve süreklilik ” umudunu ifade etmekle sınırlamıştı. [Açıklamada] Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yazgısına ilişkin herhangi bir kaygı ifadesi şöyle dursun, demokratik olarak seçilmiş bir hükümetin savunusundan söz edilmedi.
Kerry'nin “ Türkiye'deki süreklilik ”e desteğini dile getirirken tam olarak neye gönderme yaptığı, yalnızca, 70 yıllık ABD-Türkiye ilişkileri bağlamında anlaşılabilir. ABD, 1947'de, Soğuk Savaş'ın başlangıcında, kendisini sözde Sovyet saldırganlığına karşı Yunanistan'ı ve Türkiye'yi savunmaya adadığı Truman Doktrini’ni ilan etti.
Moskova'nın Karadeniz ile Akdeniz'i birbirine bağlayan stratejik Türk boğazlarından serbest geçiş talebini şiddetle reddetmesine yardımcı olmak için, aceleyle, Türkiye'ye ABD yardımı, askeri danışmanlar ve bir uçak gemisi grubu gönderildi. Türkiye 1952'de NATO'ya alındı ve 40 yıl boyunca, ABD'nin Sovyetler Birliği'ne karşı askeri yöneliminde bir eksen ülke olarak kaldı.
Washington, bu “Süreklilik”i koruma adına, Türkiye'de, ilki 1960 yılında, ekonomik yardım için Moskova'ya yönelmesinin ardından yazgısı belirlenmiş olan (idam edildi) Başbakan Adnan Menderes'e karşı gerçekleşen, bir dizi askeri darbeyi destekledi.
Erdoğan, 2003'ten 2014'e kadar başbakan, ardından da cumhurbaşkanı olarak, benzeri sorunlar sergiledi. O, sağcı İslamcı partisi AKP'nin hakimiyetini sağlama almak için, Washington ile sık sık çelişen milliyetçi bir politika izledi. Türkiye, 2003 yılında, ABD'nin Irak'a saldırmak için topraklarını kullanmasını reddetti. O, 2010'da, ABD'nin İran'a yönelik BM yaptırımları yönelimini desteklemedi. Türkiye, 2013 yılında, Çin'den füze savunma sistemi alma planlarını açıklayarak, Washington'ı ve NATO'yu şok etti.
İlişkiler, Washigton Ankara'nın savaş içinde olduğu Türkiye'deki Kürt hareketi PKK ile aynı eksende olan Suriyeli Kürt milislerle ilişkilerini giderek sağlamlaştırırken, Türkiye'nin El Kaide bağlantılı İslamcı milislerin başlıca destekleyicisi olduğu Suriye'deki rejim değişikliği savaşı konusunda daha da kötüleşti.
Son olarak, Erdoğan'ın, Kasım 20015'te bir Rus savaş uçağının kasten düşürülmesi konusunda Moskova'dan özür dilemesi ve Vladimir Putin yönetimi ile ilişkileri iyileştirme yönündeki hamlesi geldi.
Erdoğan, darbenin hemen ardından, Obama ile yaptığı telefon görüşmesinden çok önce, Putin ile konuştu. O, Salı günü İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile konuşmasında, “İran ve Rusya ile el ele verip bölge meselelerini çözmek için işbirliği yapmaya; çabalarımızla bölgeye barışı ve istikrarı geri getirmeye kararlıyız.” dedi.
ABD emperyalizminin bölgede bu tür bir stratejik yeniden düzenlemeye tahammül etmeye hiç niyeti yok. Bir askeri darbe girişimine başvurmak, hiç kuşkusuz, son derece pervasız bir politikaydı. O eğer başarılı olsaydı, sonuç, muhtemelen bir iç savaş olacaktı ve ölü sayısı, Mısır'daki ABD destekli kanlı darbedekinden geri kalmayacaktı.
< Kendi jeo-stratejik çıkarları uğruna milyonlarca insanı öldüren ve sakatlayan ABD emperyalizmi, daha önce Irak'ı, Libya'yı ve Suriye'yi harabeye çevirdi. Neden Türkiye'yi de çevirmesin ki? >
Türkiye ile yaşanan gerilimler, Amerikan militarizminin küresel patlaması bağlamında ortaya çıkmıştır. Darbe, Rusya'nın batı sınırlarına yapılan askeri konuşlandırmaların büyük ölçüde arttırılmasına ve Moskova ile doğrudan -yani nükleer- bir çatışma hazırlıklarına ilişkin planların ana hatlarıyla çizildiği Varşova'daki NATO zirvesinden yalnızca bir hafta sonra gerçekleşmiştir.
ABD emperyalizmi, Asya'da, Daimi Tahkim Mahkemesi’nin Çin'in Güney Çin Denizi'ndeki iddialarına karşı kararını Pekin'e karşı büyük bir askeri tırmanmanın bahanesi olarak kullanma niyetini açığa vurmuş durumda.
Obama yönetimi, bu hedefe ulaşmak için, Başkan Yardımcısı Joe Biden'ı, Çin'i ABD'nin askeri gücüyle tehdit eden savaşçı konuşmalar yapmak; daha açık bir şekilde ifade edersek, Avustralyalılara, hoşlarına gitsin ya da gitmesin, ABD'nin savaş hazırlıklarına dahil olacakları talimatı vermek için Avustralya'ya gönderdi. Biden, “ABD'ye karşı bahse girmek, asla iyi bir bahis değildir” tehdidinde bulundu.
ABD, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana görülmedik ölçekte bir askeri çatışmaya doğru ilerliyor. O, kendi savaş planlarının önündeki bütün engelleri yıkmaya kararlı. Kasım ayında yapılacak olan Amerikan seçimlerinin ardından, belki de daha önce, büyük sarsıntılar geliyor.
Militarizmin ve dünya savaşı hazırlıklarının artması, gezegenin neresinde olursa olsun, demokratik egemenlik biçimlerinin sürdürülmesi ile bağdaşmamaktadır. Savaş yönelimi, bir ülkeden diğerine, diktatörce yöntemlere doğru bir yönelimi yoğunlaştırıyor ve hızlandırıyor. Bu yönelim, dünya kapitalizminin temel krizinden ve toplumsal eşitsizliğin ve sınıfsal gerilimlerin 2008 mali çöküşünün ardından kontrolsüz artışından kaynaklanmaktadır.
Bizzat Türkiye'de, emperyalist destekli darbenin yenilgisi, demokrasinin belirli bir canlanması değil; Erdoğan'ın, ona karşı olduğu düşünülen on binlerce insanın gözaltına alınmasını ve işten atılmasını gerçekleştirir ve ölüm cezasını geri getirmeye kalkışırken, kendisini ülkeyi kararnamelerle yönetme yetkisiyle donattığı sağcı bir diktatörlüğün sağlamlaştırılması anlamına geliyor.
Türkiye cumhurbaşkanı, Batıdaki ahlaki yönden yapılan eleştirileri yanıtlarken, kendisinin, yalnızca, ülkeyi terörle mücadele bahanesiyle dayatılmış ama artan toplumsal gerilimlere ve işçi sınıfının huzursuzluğuna yönelmiş sürekli bir olağanüstü hal altında yöneten Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ile aynı şeyi yaptığı karşılığını verdi.
15 Temmuz'daki başarısız darbenin Türk ordusunun iktidarı ele geçirme girişimlerinin sonuna işaret edip etmediği, çözülmemiş bir sorun. Ülkenin -generallerinin üçte biri gözaltında olan- ordusu, karışıklık içinde. Dahası, Washington, Türkiye'nin kendi stratejik yörüngesinden çıkmasına edilgen bir şekilde izin vermeyecek.
Türkiye'deki gelişmeler, işçi sınıfı için çarpıcı dersler sağlamıştır. Emperyalist savaşa ve militarizme ve onların kaynaklandığı kapitalist sisteme karşı birleşik uluslararası bir mücadele vermeksizin, temel toplumsal ve demokratik hakları savunmak mümkün değildir.

Türk-Kürt Çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar., DIŞ ETKENLER.,


Türk-Kürt Çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar, DIŞ ETKENLER.,


Bush, Türkiye’ye Irak’ta PKK’ya saldırması için yeşil ışık yaktı

Türk-Kürt Çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar

Yazı Kurulu
28 Kasım 2007
İngilizce’den çeviri 
(10 Kasım 2007)

ABD Başkanı George W. Bush ve Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 5 Kasım’da Washington’da, çok büyük sarsıntılar yaşamış olan Irak’ta, yeni bir suç işlemek konusunda anlaşmaya vardılar. Türk ordusu, ABD’nin sağlayacağı lojistik destekle, kuzey Irak’taki Kandil Dağları’nda saklanmakta olan PKK (Kürdistan İşçi Partisi) üyelerine karşı harekete geçecek.
Bush, Erdoğan’a, Türkiye’ye PKK’nın kampları ve hareketleriyle ilgili ABD istihbaratı sağlanacağı sözünü verdi. Türk basını bunu "askeri saldırı için yeşil ışık yakıldığı" şekilde yansıttı ve Erdoğan, Bush’la yaptığı görüşmenin ardından, Irak’taki PKK mevzilerine karşı harekâtların başlatılacağını açıkladı.
Erdoğan - Bush görüşmesinin öncesinde, haftalarca süren bir propaganda savaşı ve bir dizi diplomatik çekişme yaşandı. Türk generaller kuzey Irak’a yönelik bir saldırı düzenlenmesi için aylardır baskı yapıyorlardı. Generaller PKK sorununu, sağcı milliyetçi güçleri AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) hükümetine karşı seferber etmek için kullandılar.
Türk hükümeti, PKK savaşçılarıyla giriştikleri çatışmalar sonucunda bir düzineden fazla Türk askerinin öldürülmesinin ardından, en sonunda, üst düzey komutanların baskısına boyun eğdi. AKP’nin büyük bir çoğunluğa sahip olduğu meclis, 17 Kasım’da, büyük bir çoğunlukla, sınır ötesi bir harekâta onay verdi. Türk ordusu sınıra 100.000 asker yığmış ve kuzey Irak’taki hedeflere savaş uçakları ile ağır silahlar kullanarak saldırmaya başlamış durumda.
Türk medyası yalnızca PKK’yı değil, fakat aynı zamanda kuzey Irak’taki Kürtleri de hedef alan, isterik milliyetçi bir kampanya yürütüyor. Yüksek tirajlı Hürriyet gazetesi 22 Kasım’da, kuzey Irak bölgesel yönetimi lideri Mesut Barzani’yi, "Amacımız, oradaki ‘Kürt rüyasını’, ‘Türk kâbusuna’ çevirmektir" ve "[bunun] neticesi yirmi yıl geriye gitmiş bir Kuzey Irak’tır," diyerek tehdit etti.
Başbakan Erdoğan, Irak hükümetinin ve ABD işgal güçlerinin PKK’ya karşı, örgütün kamplarını kapatarak ve liderlerini Türkiye’ye teslim ederek derhal harekete geçmemeleri durumunda, bunu büyük bir Türk saldırısının izleyeceğini açıkladı.
Irak hükümeti ilk başta bunu reddetti. Kendisi de bir Kürt olan Irak Devlet Başkanı Celal Talabani, iki hafta önce, Irak’ın Türkiye’nin sorunlarını çözemeyeceğini söylemişti. Talabani, "PKK liderlerinin Türkiye’ye teslim edilmesi asla gerçekleşmeyecek olan bir rüyadır," dedi. Kuzey Irak bölgesel yönetimi milisleri [peşmergeler -ç.n.] Türkiye’yi, istilacı Türk askerlerine karşı direnmekle tehdit etti.
ABD yönetimi Irak’taki en önemli müttefiki olan Iraklı Kürtler ile bölgedeki en önemli NATO üyesi ülke olan Türkiye’nin karşı karşıya gelmesini önlemeye çalıştı. Washington böyle bir askeri harekâtın, işgal altındaki ülkede bir ölçüde sakin bir görünüme sahip tek bölge olan kuzey Irak’ı istikrarsızlaştırabileceğinden korkarak, Ankara’ya saldırıda bulunmaması için baskı yaptı.
Irak’a ABD askeri ikmalinin büyük bölümü Türkiye üzerinden gerçekleştiriliyor. ABD ile Türkiye arasında yaşanacak açık bir çatışma, aynı zamanda, Washington’un giderek daha sıcak baktığı görülen İran’a karşı bir savaşın önünde de bir engel oluşturacak.
Buna karşılık Türk hükümeti kendi çıkarttığı cini şişeye geri sokabilecek durumda değildi. Irak’ın istilası için mecliste yapılan oylama, hükümeti, giderek daha fazla Amerikan karşıtı bir tonla PKK ile hesaplaşılması konusunda ısrar eden ultra-milliyetçilerin rehinesi haline getirdi. Şu anda Türkiye, bütün dünya ülkeleri içinde ABD hakkında en olumsuz düşünen ülke olarak kabul ediliyor. Bir Amerikalı kuruluşun yaptığı bir araştırmaya göre, Türklerin yalnızca yüzde 9’u ABD’ye olumlu bir gözle bakıyor.
ABD, nihayet geçtiğimiz hafta sonunda, Türklerden gelen baskıya boyun eğdi. PKK’ya karşı girişilecek harekât, İstanbul’da toplanan Irak’a komşu ülkeler arasındaki üst düzey bir konferansın ana konusuydu. Konferansa katılanlar arasında, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un yanı sıra, BM Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisini elinde bulunduran ülkelerin dışişleri bakanları ve Alman dışişleri bakanı Frank-Walter Steinmeier dahil, G-8 devletlerinin dışişleri bakanları yer alıyordu.
Rice, Türk hükümetini ABD’nin PKK’yı terörist bir örgüt ve ortak düşman olarak gördüğü konusunda temin etti ve bu örgüte karşı mücadelede destek sözü verdi.
Konferans, Irak’ta yaşanan veya Irak topraklarından komşu ülkelere karşı girişilen bütün terörist eylemleri kınayan bir karar önergesini kabul etti. Bu karar önergesi PKK’ya karşı yapılacak bir Türk askeri saldırısına verilmiş, üzeri çok az örtülü bir izin olarak yorumlanıyor.
Spiegel on-line, şu anda ABD için başlıca sorunun, "Türk askeri harekâtının sınırlı ve sıkı sıkıya kontrol altında tutulan bir harekât olmasını sağlamak," olduğu yorumunu yaptı.Spiegel on-line, "Türk ordusu ile kuzey Irak’taki Kürt milisleri arasında çatışmaların yaşanmaması için, askeri harekâtın, mümkün olduğu yerlerde, Kürt bölgesel yönetimiyle eşgüdüm içinde yürütülmesi gerektiği"ni ekledi.
ABD aynı zamanda durumu yumuşatmak için, PKK ve kuzey Irak bölgesel hükümeti üzerinde de baskı uygulamakta. Kuzey Irak polisi iki şehirde, televizyon kameralarının karşısında PKK bürolarını kapattı.
PKK birkaç hafta önce esir aldığı sekiz Türk askerini serbest bıraktı. Askerlere Türkiye’ye dönüşlerinde bizzat Irak’taki ABD güçlerinin komutanı General David Petraeus eşlik etti.
Erdoğan’la Bush arasındaki görüşme Ankara’da varılmış olan anlaşmaları pekiştirmeye hizmet etti.
BM’nin, G-8’lerin ve bölgesel güçlerin onayıyla İstanbul’da PKK’ya karşı varılan mutabakat, Irak savaşı bağlamında işlenmiş olan sayısız suçun üzerine bir yenisini ekliyor. ABD’nin desteğiyle gerçekleştirilecek Türk askeri saldırılarının kurbanları Irak’a sığınmış olan PKK savaşçılarıyla sınırlı kalmayarak, daha geniş ölçekte hem Irak’taki ve Türkiye’deki Kürt nüfusu hem de Türkiye işçi sınıfını kapsayacaktır.
Kürtler, ABD ile Türkiye arasındaki gerilimlerin -geçici olarak- azaltılabilmesi için, piyonlar gibi kurban edilecekler.
Dünya Sosyalist Web Sitesi, Türkiye ve ABD tarafından PKK’ya karşı girişilecek saldırıya kesin bir biçimde karşı çıkıyor. PKK terörist bir örgüt değil, Kürt halkının on yıllardır gördüğü ve bugün de devam etmekte olan baskılar nedeniyle etkinlik ve destek sağlamış olan, kitlesel desteğe sahip milliyetçi bir örgüttür.
PKK’ya karşı alınan tutumun sinikliği, ABD’nin PKK’yı teröristler olarak yaftaladığı halde, aynı zamanda PKK ile yakın işbirliği içindeki İranlı Kürtlerin bir örgütü olan PJAK’ı destekliyor olması gerçeği tarafından ortaya konuyor. PJAK, İran’a karşı faaliyetlerini Kandil Dağları’ndan yürütüyor. Washington’un hangi silahlı grupları "terörist örgütler" olarak yaftalayacağı ve baskı altına alacağı ve hangilerini "özgürlük savaşçıları" olarak göreceği ve destekleyeceği bütünüyle ABD emperyalizminin güncel dış politika çıkarlarına bağlıdır.
Türkiye’nin PKK’ya karşı planladığı askeri saldırılar bütün Kürt halkına boyun eğdirmeyi amaçlamaktadır. Bu saldırılar kaçınılmaz bir biçimde sivil halkı da etkileyecek ve Afganistan’ı ve Irak’ın geniş kesimlerini tahrip etmiş olan şiddeti ve yıkımı yeni bölgelere doğru yayacaktır.
Yerel halkın, önde gelen Kürt politikacıların rızası olsa bile, bir Türk askeri istilasını uysalca kabul edip etmeyeceği şüphelidir. Kürt halkı ile kuzey Irak’a egemen olan iki parti -Irak devlet başkanı Celal Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve kuzey Irak bölgesel yönetimi başkanı Mesut Barzani’nin Kürdistan Demokratik Partisi (KDP)- arasındaki ilişkiler gergin durumda. Her iki parti de aşiret yapılarını temel almakta ve dar bir seçkin grubunun çıkarlarını temsil etmektedir.
Kürt karşıtı şovenizmin zehri Türkiye içinde siyasi atmosferi kirletiyor. Generaller birbiri ardınca siyasi yenilgiler yaşadıktan sonra, PKK’ya karşı kampanya temelinde bir kez daha üstünlüğü ele geçirdiler. AKP yazın yapılan seçimleri, birçok seçmen onu ordu karşısında demokratik bir karşı ağırlık olarak gördüğü için kazandı. Şimdi Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül orduya açık bir çek vermiş ve kendilerini generallerin ellerine teslim etmiş durumdalar.
PKK’ya karşı yürütülen kampanya sırasında Kürtlere karşı başlatılan cadı avı, AKP hükümeti tarafından Türkiye’deki Kürt nüfusa tanınmış olan sınırlı kültürel hakları tehlikeye atıyor. Türkiye’de son günlerde Kürtlere ait bina ve işyerlerine karşı pogrom tarzı saldırılar düzenlendi. Yurtdışında yaşayan Türklerle Kürtler arasında da çatışmalar yaşandı. Berlin’de milliyetçi Türkler bir Kürt kültür merkezine saldırdılar. Geçtiğimiz hafta sonu Almanya’da, Irak’a yönelik bir Türk saldırısını destekleyen ve karşı çıkan ayrı ayrı gösterilere binlerce insan katıldı.
Bununla birlikte bizim PKK’ya yönelik saldırıya karşı çıkıyor olmamız, onun milliyetçi politikalarını ve yöntemlerini desteklediğimiz anlamına gelmiyor. PKK’nın Kürt halkının tarihsel ezilmişliğine verebileceği bir cevabı bulunmamaktadır; kullandıkları yöntemler Ankara’daki yönetici seçkinin Türk ve Kürt kitleler arasına bir kama sokmasını kolaylaştırmaktadır; PKK pek çok kez Türk hükümetiyle ilkesiz anlaşmalar yapmaya çalıştı ve hatta Irak’a yönelik Amerikan istilasını memnuniyetle karşıladı.

Milliyetçiliğin çıkmazı

Kürtler ilk kez büyük güçlerin ve Ortadoğu’daki bölgesel güçlerin entrikalarının kurbanı olmuyorlar. Kürtlerin tarihi bu tür trajedilerle doludur. Bu tarih, burjuva milliyetçi bir perspektif bağlamında ulusal baskının yol açtığı sorunları çözmenin ve demokratik devrimin görevlerini yerine getirmenin olanaksızlığını ortaya koymaktadır.
Bugünkü Ortadoğu’da devletlerin sınırları, Birinci Dünya Savaşından sonra, muzaffer emperyalist güçler tarafından, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerine çizilmiştir. Britanya ve Fransa, daha 1916’da, gizli bir anlaşma ile (Sykes-Picot Anlaşması), kendi etki alanlarının sınırlarını belirleme konusunda anlaşmaya varmışlardı. Onlar Sevr Antlaşması’nda (1920), farklı halkları birbirlerine karşı kullanarak ve kayırdıkları egemen aileleri iktidara getirerek, keyfi bir biçimde çöllerin ve dağların üzerinden geçen sınırlar çizdiler.
Britanya İmparatorluğu, daha savaştan önce, zengin petrol yatakları bulunan Musul’u kontrol edebilmek için, Kürtleri Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kullanmaya çalıştı. Sevr Antlaşması, Kürtlerin kendi devletlerine sahip olmasını, aynı zamanda Ermeniler için de bir devlet kurulmasını öngörüyordu. Türkiye’ye ise küçük bir toprak parçası bırakılıyordu.

Mustafa Kemal’in (Atatürk) önderliğindeki Türk milliyetçileri buna karşı ayaklanarak, üç yıl süren bir kurtuluş savaşıyla Sevr Antlaşması’nın yeniden gözden geçirilmesini sağladılar. Musul eyaletini kontrolü altındaki Irak’a eklemeyi başaran Britanya, şimdi artık Kürtlere olan ilgisini yitirmişti.

Türkiye’nin bugünkü sınırları işte bu şekilde ortaya çıktı. Şu anda sayıları 26 milyonu bulan Kürtler kendi devletlerini kuramadılar. Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında bölünmüş bir halde, sık sık vahşi baskılara maruz kaldılar.
Kemalistler, içinde çok çeşitli halkların ve dinlerin yüzyıllarca bir arada yaşamış olduğu, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun sorunlarına demokratik bir çözüm sunamadılar. Kurtuluş savaşı devasa halk gruplarının ülkeden sürgün edilmeleri ve başka yerlere yerleştirilmeleri ile sona erdi.
Bir buçuk milyon Yunanlı Türkiye’yi terk etmek zorunda kalırken, yarım milyon Türk Yunanistan’ı terk etti. 1915’de zaten bir milyondan fazla Ermeni ya öldürülmüş ya da sürgün edilmişti.
Türkiye nüfusunun yaklaşık olarak beşte birini oluşturan Kürtler hiçbir azınlık hakkı elde etmediler. Çağdaş Türkiye’de yalnızca "Türkler" olacaktı. Kürt kültürünün tanınmasını veya Ermenilere karşı girişilmiş olan soykırımın kabul edilmesini istemek, bugüne kadar, devlet tarafından çok sert bir biçimde cezalandırılmakla sonuçlanabilmektedir.
Yerleşik sınırların değiştirilmesine yönelik bütün girişimler kanlı çatışmalarla sonuçlandı ve emperyalist güçlerin işin içine karışmaları tehlikesini doğurdu. Kendi bağımsız Kürt devletini kurmak isteyen milliyetçi Kürt partileri, çeşitli emperyalist çıkarların gönüllü maşaları olduklarını tekrar ve tekrar kanıtladılar. Bu yalnızca geleneksel aşiret yapılarına derinden bağlı olan ve dolayısıyla özellikle kolayca yönlendirilebilen Barzani’nin KDP’si ve Talabani’nin KYB’si için değil, fakat aynı zamanda, kökleri Maoizm ve Stalinizmde olduğundan, ulusal soruna sınıf sorunu karşısında mutlak öncelik atfeden PKK için de geçerlidir.

KDP ve KYB

Bu iki en büyük Iraklı Kürt örgütünün tarihi, bir entrikalar ve ihanetler tarihidir. Her iki örgüt de amaçlarına, büyük ya da bölgesel güçlerden birine ya da ötekine hizmet ederek ulaşmaya çalıştılar. Bu, onları yalnızca bölgedeki diğer halklarla çatışmaya sürüklemekle kalmadı, fakat aynı zamanda bizzat Kürt ulusal hareketinin bölünmesine de yol açtı.
Kürt grupları bölgesel çatışmaların çoğunda, çatışma hatlarının her iki tarafında da yer aldılar. Kürtlerin bölgesel güçlere karşı verdikleri savaşlar, aynı zamanda, hemen hemen her zaman Kürtler arası iç savaşlardı. Kürtler kendi rollerini oynadıklarında, bir kez daha kendilerine hamilik yapan güçler tarafından terk edildiler. Kürt halkı bunun için çok ağır bir bedel ödedi.
Özellikle Körfez ülkeleri -İran ve Irak- arasındaki çatışmalarda ABD emperyalizmi tarafından teşvik edilen Kürtler kullanışlı bir manevra aracı oldular ve ölüme sürülen azap askerleri işlevini üstlendiler. Bugünkü bölgesel Kürt yönetiminin başkanının babası olan Mustafa Barzani, 1960’larda ve 1970’lerde, kendilerine büyük miktarda silah ve para sağlayan İran Şahı’nın, CIA’nın ve İsrail’in desteğiyle, Bağdat’taki milliyetçi Baas rejimine karşı savaştı. Bunun karşılığında Barzani, isyan eden İranlı Kürtlerin zor kullanılarak bastırılmasında Şah’a destek verdi.
Şah ve Baas rejimi 1975 yılında Cezayir’de yapılan bir OPEC konferansı sırasında, aralarındaki anlaşmazlıkları şaşırtıcı bir biçimde hallettiler. Şah, Iraklı Kürtlere verdiği desteği kesti, sınırı kapattı ve Barzani’nin savaşçılarının gerek silah ikmal gerekse de geri çekilme hatlarını kesti. Bunun sonucunda Barzani’nin isyanı bütünüyle çöktü ve Iraklı Kürtler korkunç bir baskıya maruz kaldılar.
Kürtler 1980-1988 İran-Irak savaşında her iki tarafta da savaştılar (İranlı Kürtler ve Talabani’nin Iraklı KYP’si Irak’ın yanında, İran’ın safına geçmiş olan Barzani’nin KDP’sine karşı). KDP bir kez daha İranlı Kürtlerin bastırılmasında doğrudan rol oynadı.
Hem Tahran hem de Bağdat şimdi artık kendi ülkelerindeki Kürtlere karşı kullanabilecekleri askerleri bunun için harekete geçirdiklerinde savaş daha yeni sona ermişti. İntikam şiddetli ve kanlı oldu. Irak’ta, Halepçe’de 5.000 sivil bir zehirli gaz saldırısının kurbanı oldu. 160.000 kadar Kürt, Irak’tan Türkiye’ye ve İran’a kaçmak zorunda kaldı.
1991 Körfez Savaşı sonrasında, KDP ve KYP, Iraklı Kürtlerin kaderini bütünüyle Amerikan emperyalizminin kaderine bağladı. Irak’ın kuzeyinde dayatılan uçuşa yasak bölge onlar için geniş ölçekli bir özerklik sağlamalarını mümkün kıldı.
KDP ve KYP, 2003 Irak savaşı sırasında Amerikalı saldırganın yanında yer aldılar ve o zamandan beri işgal rejiminin en önemli payandası oldular. Körfezin petrol rezervlerini kontrol altına almaya çalışan bir emperyalist güçle kurulan bu ittifak, Irak halkına ölüm ve yıkım getirdi ve İran’a karşı hazırlıkları yapılan -ve dolayısıyla derin nefret uyandıran- savaş, Kürt halkı için daha da trajik sonuçlar yaratacaktır.

PKK

PKK’nın kökleri 1960’ların ve 1970’lerin öğrenci protesto hareketlerine uzanmaktadır. Türkiye, hızlı bir sanayileşme döneminin ardından, bir işçi mücadeleleri dalgasına ve 1968 sonrasında gençliğin radikalleşmesine tanık oldu.
Üniversitelerde, Mao’nun, Che Guevara’nın öğretilerini ya da Vietkong gerilla taktiklerini izlediğini öne süren, sayısız milliyetçi örgüt aktif durumdaydı. PKK işte bu hareketin içinden doğdu.
PKK, Kürt ve Türk işçi sınıflarının yönetici seçkine karşı ortak bir mücadele vermesine -ki bu o zaman tamamen mümkün olan bir şeydi- karşı çıktı. PKK bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını talep etti ve işçi sınıfının ve köylülüğün toplumsal mücadelelerinin, önceliği ulusal mücadeleye terk etmesi gerektiğinde diretti. PKK’nın kuruluş programı ulusal sorunun mutlak önceliğini vurguluyordu: program "Ulusal çelişkiler çözümlenmediği sürece, diğer hiçbir sosyal çelişki çözülemez," diye beyan ediyordu.
PKK, asıl olarak Türk devletinin insanlıktan uzak baskılarının bir sonucu olarak bir yandaş grubu kazanabildi. Sosyal demokrat Bülent Ecevit hükümeti işçi sınıfı ve gençlik içinde yükselmekte olan militanlaşma dalgasının önünü kesebilmek için ulusal şovenizmi teşvik etti. Ecevit, 1978 yılında, Kürt illerinde sıkıyönetim ilan etti.
Ordu 1980’de iktidarı ele geçirdi ve her türlü muhalefete karşı acımasız bir terör uyguladı. Baskı, tutuklama ve işkencenin çoğu kez herhangi bir nedene bağlı olmadan yapıldığı Kürt bölgelerinde, özellikle çok şiddetliydi. 12 yaşındaki çocuklar bile kötü muameleye maruz kaldılar.
PKK, FKÖ ile yan yana savaştığı Lübnan’a gitti ve Suriye’nin kontrolündeki Bekaa Vadisi’nde eğitim kampları kurdu. Örgütün lideri Abdullah Öcalan, varlığına Suriye rejimi tarafından göz yumulduğu Şam’da yaşadı.
PKK, 1984 yılında, Türk ordusuna karşı silahlı bir mücadele başlattı ve ordu buna son derece acımasız bir biçimde karşılık verdi. 1990 yılına gelindiğinde 2,500 Kürt köyü boşaltılmış ve halkı zorla göç ettirilmişti. Türk hükümeti, PKK’ya karşı kullanılan sözde "köy korucularını" rüşvet ve tehdide başvurarak silah altına aldı. Savaş toplam olarak 35.000 insanı kurban aldı.
Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve bunun sonucunda Suriye rejiminin Sovyet desteğinden yoksun kalmasıyla birlikte, PKK’nın karşı karşıya olduğu durum giderek daha tehlikeli bir hal almaya başladı. PKK, bu duruma bir ateşkesle ve önceleri suçladığı emperyalist güçlerin desteğini sağlama çalışarak karşılık verdi. Celal Talabani, PKK’nın arabuluculuğunu üstlenerek, PKK lideri Öcalan’la, Türkiye Cumhurbaşkanı Özal’la ve o tarihte ABD Başkanı olan baba George Bush’la dönüşümlü olarak görüştü.
Ancak, bir uzlaşmadan yana olduğunun işaretlerini vermiş olan Cumhurbaşkanı Özal, bunu sağlayamadı. Türk egemen sınıfı daha da sert bir baskı uyguladı.
Öcalan’ın emperyalist güçlere, özellikle Avrupa’ya yönelik yakarışları artık her zamankinden daha fazla onursuz bir hal alacaktı. Öcalan, 1993’te, Talabani ile birlikte düzenlediği bir basın toplantısında, tek yanlı olarak ateşkes ilan etti ve bir Kürt devleti talebinden vazgeçti. Ancak Türk ordusu Kürtlere karşı savaşı büyük bir gaddarlıkla sürdürdü.
1998 yılında, Türk baskısı Öcalan’ın Suriye’yi terk etmesi anlamına geldi. Öcalan, tek bir ülke bile ona sığınma hakkı vermeyi istemediğinden, CIA’nin desteğiyle Kenya’da yakalandı ve şu anda ömür boyu hapis cezasını çekmekte olduğu Türkiye’ye götürüldü.

PKK o zamandan bu yana çeşitli bölümler yaşadı ve birkaç kez ismini değiştirdi. PKK, tek yanlı ateşkesler ve Türk hükümetine yaptığı işbirliği çağrıları ile silahlı mücadelenin sürdürülmesi arasında bocalıyor. PKK’ya yakın duran Kürt partisi DTP’nin adayları, son seçimlerde, Kürt illerinde ilk kez AKP’den daha az oy aldılar. Bunun ardından PKK askeri faaliyetlerine hız verdi. Birçok gözlemci bunun PKK’nın sahip olduğu desteği kaybediyor olmasına ve kutuplaşmanın artmasının kendisine daha fazla destek sağlayacağını ummasına bağlıyorlar.

Türkiye’nin değişen rolü

Amerika’nın Irak’a karşı acımasızca yürüttüğü savaş bütün Ortadoğu’yu istikrarsızlaştırdı. Geçtiğimiz yüzyılın çözümlenmemiş bütün tarihsel sorunları bir kez daha su yüzüne çıkıyor.

ABD’nin başını çektiği bir ittifak tarafından Afganistan’ın işgal edilmesinden altı ve Irak’ın istilasından dört buçuk yıl sonra, Ortadoğu’da, bütün bölgeyi askeri bir cehenneme çevirmekle tehdit eden ve Bush yönetiminin İran’a saldırı tehdidini uygulamaya koyması durumunda bir dünya savaşının kıvılcımı haline gelebilecek bir büyük yangın, ufukta beliriyor.

Bu gelişmelerin, Türkiye'nin siyasi yaşamı üzerinde çok kapsamlı etkileri olacaktır. Türkiye’de yönetici seçkin, siyasi olarak, hep çok zayıf oldu. On yıllar boyunca ne aktif bir dış politika izledi ne de ülke içinde gerçek anlamda demokratik yönetim biçimleri geliştirebildi.

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin arkasında saf tuttu. Soğuk Savaş sırasında, NATO’nun doğu kanadı olarak, Sovyetler Birliği’ne karşı stratejik bir konuma sahip oldu.

Egemen sınıflar, ülke içinde, dönüşümlü olarak ya parlamenter görünümlü otoriter rejimlere ya da askeri diktatörlüklere dayandılar. Ordu, devlet içinde bir devlet kurdu ve kendisini Kemalist mirasın koruyucusu olarak gördü. Ordu, sınıf savaşı ne zaman kontrolden çıksa duruma müdahale etti ve bunu iktidara doğrudan doğruya el koyarak ya da varolan kurumsal yapıyı bütünüyle ilga etmeden gerçekleştirdi. 1980’deki son doğrudan askeri darbe sonrasında binlerce sendikacı ve solcu aktivist tutuklandı, işkence gördü ya da kayboldu.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ve ABD’nin Irak’a karşı savaş başlatmasıyla birlikte Türkiye için uluslararası durum bütünüyle değişti. ABD bir istikrar faktörü olmaktan çıkarak istikrarsızlık yaratan bir güç haline geldi. Aynı zamanda Türkiye’nin ekonomik ağırlığı da artmıştı.

Uluslararası sermaye akışı sayesinde ülke ekonomisi Ortadoğu’da ikinci en büyük ekonomi haline geldi. Türkiye 71 milyonluk nüfusuyla dünyadaki en büyük 18. ekonomi. Türk ordusu, ABD’nin ardından NATO’daki ikinci en büyük ordu konumunda.

Türkiye, ABD ile giderek artmakta olan anlaşmazlıklar ve Avrupa Birliği’ne üyelik umudunun kırılmış olması karşısında, bağımsız bölgesel bir güç olarak rolünü kuvvetlendiriyor. Çeşitli yorumcular bu gerçeğe dikkat çekiyorlar.
Foreign Affairs dergisi Temmuz / Ağustos tarihli sayısında yayınlanan "Türkiye Ortadoğu’yu Yeniden Keşfediyor" başlıklı makalede şöyle yazıyor: "bu ülkenin dış siyasetindeki belirgin bir değişim büyük oranda gözlerden kaçtı: Türkiye onlarca yıldır süren pasif tutumunun ardından, şimdi Ortadoğu'da önemli bir aktör olarak boy göstermeye başlıyor."

23 Ekimde,Stratfor.com’da yayınlanan bir değerlendirmede, şu sonuca varılıyor
"Türkiye, hızla yükselmekte olan bölgesel bir güç -ya da en geniş anlamda, Küçük Asya’da yerleşik, ancak siyasi, ekonomik ve askeri güçleri bir arada tasarlayan, muazzam stratejik güce sahip, bir bölgesel egemen gücün yaratılması sürecinin başlangıcı- olarak görülmelidir."

Kuzey Irak’a yönelik bir askeri saldırı tehdidi bu bağlamda görülmelidir. PKK sorunu gerçekte yalnızca bir bahanedir. 

Merkezi Irak hükümetinin otoritesinin çökmesiyle birlikte giderek daha olası hale gelen, Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız veya büyük ölçüde özerk bir Kürt devleti, Türk seçkini için bütünüyle kabul edilemez bir gelişmedir. Böyle bir devlet, Irak’takinden üç kat daha fazla Kürdün yaşadığı Türkiye’de ayrılıkçı eğilimleri cesaretlendirebilir ve Türk devletinin toprak bütünlüğü üzerine büyük bir soru işareti koyabilir.

Ankara, özellikle Kerkük şehrinin, önerildiği biçimde yıl sonuna kadar yapılması planlanan bir referandumla, otonom Kürt bölgesince massedilmesini önlemek istiyor. Sahip olduğu muazzam petrol rezervleriyle, kuzey Irak’taki petrol üretiminin bu merkezi, bir Kürt devletine gerekli olan ekonomik temeli sağlayabilir. Bu konuda Türkiye ile ABD arasında, şu ana kadar bir uzlaşma sağlanabilmiş değil.
Washington’da, Ortadoğu’yu kontrol edebilmek için, Türkiye’ye daha önce olduğundan çok daha fazla bel bağlamak gerektiği yolunda düşünceler var. Foreign Affairs veStratfor’da yayınlanan makaleler bu yöndeki düşüncelere işaret ediyor. Ne var ki, bu ancak Ankara’ya, Kürtlerin pahasına ödünler verilerek yapılabilir. PKK’ya karşı ortak Amerikan-Türk harekâtı bu yöne işaret ediyor.

Türk işçi sınıfının sorumluluğu

Türkiye’nin izlediği saldırgan dış politika, aynı zamanda yurt içinde de sınıf çelişkilerinin şiddetini artırıyor. Bu, işçi sınıfının sosyal ve demokratik haklarına yapılan sert saldırılarla bağlantılıdır.
Liberal çevrelerin, AKP’nin generallerin etkisini azaltacağına ve daha fazla demokrasi getireceğine dair umutlarının bir yanılsama olduğu ortaya çıkmış durumda. PKK’ya karşı yaptıkları savaş tüccarlığı, Erdoğan’ı ve Gül’ü ordunun sözcüleri haline getirdi.
Ortadoğu’daki mevcut koşullar, çeşitli devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası üzerinde kavga ettikleri, 100 yıl öncesinin Balkanlar’ındaki durumu hatırlatıyor. Büyük Güçler tarafından kullanılan çekişmeler, 1912 ve 1913’teki iki Balkan savaşıyla sonuçlanmıştı. Avusturya Veliahttı Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi ile kıvılcımı çakılan "üçüncü Balkan savaşı", Birinci Dünya Savaşı için katalizör görevi gördü.
O tarihte 31 yaşında olan, döneminin önde gelen Marksistlerinden Lev Trotskiy, bu savaşın arifesinde şöyle yazdı: "Balkan Yarımadasında, tek bir devlet çatısı altında birlik ancak şu iki yoldan biriyle sağlanabilir: ya yukarıdan aşağı, en güçlü devlet olduğunu diğer zayıf devletlerin pahasına kanıtlayan tek bir Balkan devletini genişleterek -bu zayıf ulusların imha edilmeleri ve ezilmeleri için yapılan savaşların yoludur; monarşizmi ve militarizmi pekiştiren bir yoldur; ya da aşağıdan, bizzat halkların bir araya gelmeleri yoluyla -bu devrimin yoludur; bu yol Balkan hanedanlıklarının devrilmesi ve bir Balkan federal cumhuriyetinin bayrağının açılması anlamına gelir."
Bu sözler güncelliklerinden hiçbir şey kaybetmedi. Yugoslavya’nın dağılması geçmişin milliyetçi dehşetinin Balkanlar’da yinelenmesi anlamına geldi. O zamandan bu yana ortaya çıkmış olan küçük devletler, eşitlik ve demokrasinin cisimleşmesinden çok, bir dizi hapishane hücresini andırmaktadır. Bu devletler büyük güçlerin piyonları haline geldiler ve Balkan halkları arasında sürekli bir çekişme kaynağı konumundalar.
Ortadoğu benzer bir kaderle yüzleşiyor. Bunu yalnızca işçi sınıfının bütün ulusal ve etnik bölünmeleri aşarak birleşmesi önleyebilir. Bu birleşmenin amacı bir Ortadoğu Sosyalist Federasyonu olmak zorundadır. İşçi sınıfının sosyal ve demokratik haklarının savunulması, ulusal ayrımcılığın ve baskının ortadan kaldırılması ve emperyalizme ve onun bölgesel yardakçılarına karşı mücadele, birbirinden ayrılamaz.
Türkiye işçi sınıfının yeni bir önderliğe ihtiyacı var. Bülent Ecevit’in önderliği altında hâlâ sosyal demokrat olduklarını iddia eden Kemalistler, en tiksindirici savaş tüccarları haline geldiler. Aynı şey, hükümete "terörizm" sorunu (PKK kastediliyor) çözülene kadar bütün sendikal faaliyetleri bırakmayı bile öneren, resmi sendika konfederasyonu Türk-İş için de geçerlidir.
Türkiye’de, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin seksiyonunu inşa etmenin zamanıdır. DEUK ve onun uluslararası yayın organıDünya Sosyalist Web Sitesi, Stalinizme karşı Trotskist Sol Muhalefetin ve Dördüncü Enternasyonal’in boyun eğmemiş geleneğini sürdürmektedir. Her ikisi de, milliyetçiliğin bütün biçimlerine karşı Marksist proletarya enternasyonalizminin perspektifini savunuyor.
Aynı zamanda bakınız
Makalenin İngilizce orijinali
(10 Kasım 2007)
Türkiye ile ABD arasındaki anlaşmazlık şiddetleniyor
( 7 Kasım 2007)
Türkiye-Irak krizi kızışırken, ABD PKK üslerine askeri saldırı düzenlemeyi planlıyor
( 7 Kasım 2007)
Türk hükümeti kuzey Irak’a askeri müdahale yapılmasına yeşil ışık yaktı
( 22 Ekim 2007)
****

ALINTI;


..