28 Haziran 2016 Salı

Haşimi ve Irak’ta Son Süreç



Haşimi ve Irak’ta Son Süreç



Yazar: Ümit Özdağ
12 EYLÜL 2012 ÇARŞAMBA

14 Kasım 2011'de Bağdat'ın güneyinde Medain'de Irak İç İşleri Bakanlığına bağlı başında Barzani'nin partisi KDP'ye yakın olan Kürt, istihbarattan sorumlu İç İşleri Bakan vekili Hüseyin Kemali'nin bulunduğu bölümün istihbarat timleri bir garaja yaptıkları operasyonda bomba yüklenen iki araç ve bombayı yükleyenleri buluyorlar. Yakalananların üzerinden Irak Cumhurbaşkan yardımcısı Haşimi'nin bürosuna mensup olduklarını gösteren kimlik kartları çıkıyor. İstihbarat timleri, burada yaptıkları sorgulamadan sonra işin başında olduğunu anladıkları Haşimi'nin koruma amirini tutuklamak üzere harekete geçiyorlar. Koruma amiri gözaltına alınacağını anlayınca kalp krizi geçiriyor ve hastaneye kaldırılıyor. Hastanede göz altına alınan koruma amiri "bana işkence yapmayın her şeyi açıklayacağım" diyor. Ve yaptığı çalışmaları Haşimi'nin damadına bağlı olarak gerçekleştirdiğini, Haşimi'nin her şeyi bildiğini anlatıyor. İstihbaratçılar hazırladıkları dosyayı istihbarattan sorumlu Hüseyin Kemali'ye veriyorlar. Hüseyin Kemali dosyayı ilk önce bölgesel yönetim başkanı Barzani'ye sonra Irak Cumhurbaşkanı Talabani'ye anlatıyor. Bu aşamada eğer Barzani dosyanın yok edilmesini istese dosya ortadan kaybolacak. Oysa Barzani ileri de göreceğimiz gibiçok usta bir oyun oynuyor.

Dosyayı en son olarak Irak Başbakanı ve İç İşleri bakanlığını uhdesinde tutan Nuri Maliki'ye gönderiyor. Sadece bu örnek bile etnik merkezli devlet yapılanmasının ne kadar çarpık sonuçlar üreteceğini göstermek için yeterli. Maliki,dosyayı okuduktan sonra önce Amerikan Ordusunun Irak'tan çekilmesini bekliyor sonra Haşimi'nin gözaltına alınması emrini veriyor. Haşimi, Kuzey Irak'a kaçıyor ve Barzani'ye sığınıyor. Barzani Haşimi'ye Maliki'ye karşı koruma veriyor. Barzani'nin ince oyunu da burada. Kendi elemanı olan Hüseyin Kamili'nin hazırladığı dosya olmasa bunlar hiç olmayacak. Bunların olmasına müsaade ediyor sonra Haşimi sıkışınca destek oluyor. Böylece Sünni Arapların sempatisini kazanmayı, Kerkük'ün Kürt bölgesine ilhakı konusunda direnişlerini yumuşatmayı hedefliyor. Haşimi, Kuzey Irak'tan Türkiye'ye geçiyor. Hala Türkiye'de. Yargılama birkaç gün önce bitiyor ve Haşimi'ye idam cezası veriliyor. İdam Irak için garip bir ceza değil. 2012 yılında şimdiye değin 96 kişi ihanet ve terörizm suçlaması ile idam edildi.

Haşimi'nin idam edilmesi durumunda Irak'ta kımıldayan iç savaş bir anda tırmanma sürecine girebilirdi. Zaten Suriye'de 17 ay önce başlayan, Sünnilerin Nusayri azınlığın iktidarına karşı ayaklanması, Irak'ta iktidarı Amerikan işgali ile Şii çoğunluğa kaybeden Sünni azınlığı iktidarı geri almak için motive etmiş durumda. 9 Eylül 2012 Amerikan Ordusu'nun Irak'tan çekilmesinden sonra gerçekleşen okulları, marketleri ve hükümet binalarını hedef alan El Kaide'nin gerçekleştirdiği düşünülen terörist saldırılarda 100'den fazla insanın ölmesi ile en çok kişinin öldüğü gün. Ortadoğu uzmanı gazeteci Tony Karon, bu saldırıların zirveye tırmanmasının Haşimi'nin idama mahkum edildiği kararının açıklanması ile aynı gün olmasının tesadüf olmadığını ileri sürüyor.

El Kaide'nin ve selefi örgütlerin öncülüğünü yaptığı gruplar Irak'tan Suriye'ye geçerek Esad rejimine karşı savaşırken aynı zamanda Irak'ta iç savaşı tekrar tırmandırmak için yeni bir ruh elde etmektedirler. El Kaide böylece eylemleri ile Irak ve Suriye iç savaşlarını birleştirmeye sürüklemektedir. Bu tehdit Irak Dış İşleri Bakanı Hoşyar Zebari tarafından da dile getirilmiştir. Suriye'de rejimin Şam'da çökmesi ve Esad'ın direnişe Nusayristan merkezli olarak devam etmesi durumunda Suriye iç savaşının Irak üzerindeki etkileri daha da yıkıcı boyutlar kazanacaktır. Tony Karon'a göre halen devam eden El Kaide saldırıları, Sünni ve Şii Arap kitleleri çatışmaya sürükleyememektedir. 

Çünkü Amerikan işgali sırasında gerçekleşen mezhep çatışmaları sonucunda Sünniler ve Şiileri değişik bölgelere taşındıkları için artık iç içe yaşamamaktadırlar. 

Ayrıca devlet mekanizmasını ellerinde tutan Şiiler El Kaide saldırılarınadevlet güçlerinin cevap vermesi gerektiğini düşünmektedirler. 
Ancak Suriye iç savaşının bugün olduğu gibi ordu ile isyanlar arasında olmaktan çıkıp kitleleri kapsaması durumunda Irak'ta kendisini yeni bir kitlesel iç çatışmanın içinde bulacaktır. 
Sonuç olarak bu durumda Suriye iç savaşında El Kaide ve selefilerin güçleri artacaktır.


..



Güneydoğu Anadolu’da Son Durumun Fotoğrafı


Güneydoğu Anadolu’da Son Durumun Fotoğrafı



Yazar: Ümit Özdağ
19 EYLÜL 2015 CUMARTESİ


Bugün size Güneydoğu Anadolu’da son durumun bir fotoğrafını vereceğim. 

    PKK ayaklanma çağrısını resmen 15 Temmuz tarihlerinde yaptı. O günden bugüne PKK ayaklanma için gereken toplumsal desteği harekete geçirmeye çalışıyor. Bunun için yoğun bir politik telkin, baskı ve tahrik karışımı politika izleniyor. Halkı devlet ile karşı karşıya getirecek model arayışları içinde örgüt. Bu arayışlar içinde etnik kavgayı tahrik ederek, Türkleri Kürtlere karşı kışkırtarak, halkı devlet güçlerine karşı ayaklanmaya dahil etme çalışmaları var.  Ancak PKK’ya destek veren milis diye adlandırılan kesimlerde bile bir çekingenlik gözleniyor. 6-7 Ekim’deki kitlesel sokağa dökülme bu kez gerçekleşmedi. PKK, 3 yıldan bu yana önü tamamen açılmış olmasına ve bölgede her türlü çalışmayı rahatlıkla yapabilmesine rağmen bugüne değin istediği sonucu alamadı. 6-7 Ekim’de gerçekleştirdiği ayaklanma provası ve “ Kobani ”  deneyimini Türkiye’ye taşıyamadı. Ayrıca sempatizanlar ayaklanmanın ne anlama geldiğini ve gerçekleşmesi durumunda alınacak karşı önlemlerin ne kadar ezici olabileceğini hissediyor. Cizre, PKK için önemli bir ders oldu.

PKK’nın ilk aşamada istediği başarıyı elde edememesinin nedeni, AKP’nin uyumasına rağmen Türk Ordu/Jandarma ve polisin uyanık olmasıydı. 6-7 Ekim, güvenlik güçleri için çok büyük bir ders oldu. 6-7  Ekim’e hazırlıksız yakalanan polis, çok iyi bir hazırlık yaptı. Kritik ilçe ve illere terör konusunda deneyimli ve atak polis müdürleri yollandı. Açılım döneminde istihbarat paylaşmayan MİT, istihbarat paylaşımına başladı. AKP ise panik içinde. Davutoğlu; vali, jandarma ve emniyet ile yaptığı toplantıda “Size  ne zaman operasyon yapmayın dedik ki?” diye sormak zorunda kaldı. O toplantıda valiler susmak zorunda kaldı ancak Davutoğlu’na Erdoğan cevap verdi. Hem de televizyonda valilere operasyon yapmayın dediklerini açıkladı. Tabii bir de Genelkurmay Başkanlığı’nda Mayıs 2013-Haziran 2015 tarihleri arasında valilerin reddettiği 220’nin üzerinde askerin operasyon izin talebi ve gerekçeleri arşivlenmiş durumda.  (Şimdi mülki amirler “aslında jandarma da operasyon yapmak istemiyordu”  şeklinde ifadelerde bulunuyorlar. Hiç işe yaramaz. PKK tahrik olmasın diye kalekol inşaatını durduran valiler oldu.) Başbakanlık son gelişmelere rağmen “Açılım devam edecek” zihniyeti ile askerin bazı taleplerine sözlü olarak “hayır” diyor. Asker bunun üzerine “yazılı hayır” belgesi isteyince gelen belge de “evet” yazdığını gördü. 3 ay öncesine kadar güvenlikle ilgili İl Koordinasyon Toplantılarını yapmayan, ayak sürüyen, asker çok bastırırsa “yetki bende kardeşim” diyen valiler, artık bu toplantıları yapıyor ve alınan kararlar uygulanıyor.

Bütün bu gelişmelere rağmen Güneydoğu Anadolu’da durum olağanüstü bir tehdit oluşturuyor. Durumun ne kadar vahim olduğunu, Erdoğan’ın “Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kritik döneminden geçiyoruz” ve Davutoğlu’nun “Türkiye beka sorunu ile karşı karşıya” açıklamaları gösteriyor. Gerçekten de bugün PKK terör örgütü birçok yerleşim yerinde etkinliğini ve kontrolünü sürdürüyor. Örneğin, Şırnak şehir merkezinin önemli bir kısmı PKK denetiminde. Kırsalda da PKK varlığı hala etkili.

AKP, askeri birliklerin bütün kapasiteleri ile müdahalesini önlüyor. Polis özel harekat  büyük bir özveri ile çalışmasına rağmen sayıları, malzemeleri yetersiz ve çok genç deneyimsiz personelden oluşuyor. Şırnak Valiliği’nin araç-gereç  talep listesi ve ek personel talebi bu açığı gösteriyor. (Bu konuda bir belgeyi Sözcü’de Emin Çölaşan yayınladı.) Deneyimli yerli gözlemciler, “ Hocam böyle olmayacak, askerin müdahalesi şart ” diyorlar. Ancak bu olumsuzluklara rağmen polis özel harekat hızla meskun mahal çatışması konusunda deneyim kazanıyor.  Cizre bu anlamda PKK için ders olurken, polis özel harekat için de çok öğretici oldu. 

PKK, Cizre’yi ayaklanmanın en önemli merkezlerinden birisi olarak görüyor. AKP’nin PKK’nın önünü açması, kendi ifadeleri ile “ Açılım devam etsin diye görmemezlikten gelmesi Sayesinde PKK, Cizre’yi bir şehir savaşı için hazırladı. PKK’nın çok ağır bir darbe almış olduğu kendi televizyonlarına bağlanarak ağlamalarından anlaşılıyor. Çatışmalar sırasında polisin araç-gereç eksiklerini jandarma karşıladı. Bombalar ile desteklenmiş bazı barikatların havaya uçurulmasında tanklar uzaktan nokta atışı yaparak sonuç aldılar.  8 gün süren çatışmalarda sokağa çıkma yasağı bir zorunluluktu. Bundan sonra benzer bir olay gerçekleştiğinde Emniyet Genel Müdürlüğü halkla ilişkilere ve psikolojik harekata daha fazla önem vermesi gerektiğini anladı.

Bölgeye toplumsal psikoloji konusunda uzman psikiyatrist ve psikologlar yollanmalı. Bu uzmanlar hem polislere psikolojik destek vermeli hem de halka. Çatışmalar sürerken, halkla iletişim kurulmalı. Ekmek, ilaç, oyuncak dağıtılmalı. Olumlu bir iletişim dili oluşturulmalı. Halk devlet güçlerinin geri dönmesini istiyor ancak bireysel hatalar devleti zan altında bırakabiliyor. Polis sadece çatışma bölgesindeki halkla değil, Türk kamuoyu ile de çatışma sırasında stratejik iletişim kurmalı ve çatışmalar sırasında halka verilen destek doğru bir dille iletilmeli.

Çatışmaların ekseni şehirlere kayınca şehit polis sayısında dramatik bir artış oldu. 1984-2015 arasında bütün güvenlik görevlileri içinde polisin şehit oranı % 5 civarındaydı. Temmuz 2015’den bu yana ise % 40’ı aştı ve yükseliyor. Bu arada asker-polis kayıplarında El yapımı patlayıcı ile kayıp oranında büyük artış var.  Son üç senede PKK asker ve polisin geçiş güzergahları ile ilgili olağanüstü bilgi topladı. Mümkün olan güzergahların altına uyuyan bombalar yerleştirildi. Bu konuda belediyeler ile işbirliği yapıldı. PKK bombayı yerleştirdi, belediye asfaltladı. Cem Küçük, şöyle söylüyor: “O zaman iyi niyetten dostluk, barış, kardeşlik oluyor diye bunlar bir miktar görülmedi yoksa yani bunlar devletin bilgisi dahilinde idi.” Şimdi AKP’nin “iyi niyetinin” bedelini asker ve polislerimiz parçalanarak ödüyorlar. Bu arada şunu söyleyeyim. 100’lerce uyuyan bomba bulundu ve patlatıldı. Tabii bütün EYP’ler uyuyan bomba değil. Birçoğu da saldırıdan kısa bir süre önce yerleştiriliyor.

PKK’nın yeni  bir saldırı şekli de intihar bombacıları. Kandil son durumdan memnun olmadığını teröristlere iletiyor.

Terör örgütü bugünlerde “tahkim edilmiş ve 3. tarafın gözetiminde ateşkes” talep ediyor. Erdoğan’dan da “neden olmasın” şeklinde açıklamalar gelmeye başladı. Şimdi PKK ile “ateşkes yapmak” Türkiye’nin yenildiğinin ilan edilmesidir. Üstelik daha 3 gün önce PKK’lılar Türkiye’yi terk edene ve silahlarını gömene kadar bu mücadele sürecek diyen Erdoğan, Van’da şehitlerin cenazesinde ağlayarak yemin eden Davutoğlu, şimdi PKK’nın önerdiği bir ateşkesi nasıl kabul eder; şehitlere, gazilere ve Türk Milleti’ne nasıl izah ederler? Ancak AKP’den her şey beklenebilir. 

Türkiye’nin PKK tehdidini tasfiye etmediği sürece barışa ve sürdürülebilir bir kalkınma sürecine girmesi mümkün değildir. PKK tutarlı, kararlı, deneyimli bir kadronun geliştirdiği bir anti terörizm stratejisi ile aşılabilecek bir tehdittir. Türkiye bunu yapabilecek güce sahiptir. MHP, Türkiye’nin gücünü kullanabilecek bilgi ve kararlılığa sahiptir. MHP, bu seçimlerde Türk Milleti’ne PKK’yı aşmak, ezmek, yenmek için yapılması gerekenleri anlatacaktır.




..

Güneydoğu Anadolu’da Asker Sevkiyatı Konusunda




Güneydoğu Anadolu’da Asker Sevkiyatı Konusunda,


Yazar: Ümit Özdağ
23 EKİM 2012 SALI


Genelkurmay Başkanlığı bir açıklama yaparak Güneydoğu Anadolu bölgesinde asker sevkiyatlarının bundan sonra havadan yapılacağını açıkladı. Böylece askerler, PKK saldırılarından korunacaklarmış. Bunun anlamı, Türk Ordusu'nun Türkiye'nin bir bölümünde kendi askerlerinin güvenliğini sağlayamadığının itirafıdır. Kendi askerlerinin güvenliğini sağlayamadığı için onları THY ile uçuran bir ordu, yurttaşlarından aynı karayollarından geçmelerini isterken "sizi PKK'nın insafına terk ediyorum" demiş olmuyor mu? 

Genelkurmay Başkanlığı bu kararı 18 Eylül'de Bingöl'de gerçekleşen ve 9 askerimizin şehit olduğu PKK saldırısından sonra liberal basında çıkan köşe yazılarını yol haritası kabul ederek almıştır. Bu popülist karar günü kurtaran ancak ordunun haysiyetine ağır darbe indiren bir karardır. Bu çok yanlış bir adım olmuştur ve PKK'nın büyük bir psikolojik bir başarı kazanması anlamına gelecektir.

Bölücü terör örgütünün siyasi şefi bir süre önce yapmış olduğu açıklamada PKK'nın Şemdinli'de 400 km2'lik bir alanda "alan hakimiyeti" kurduğunu iddia etmiştir. TSK bu adımı atarak, terör örgütünün sadece Şemdinli'de değil, bütün Güneydoğu Anadolu'da "alanda etkin" olduğunu ve TSK'nın bu etkinliği, kıramadığını kabul etmektedir.

Türkiye'nin bu noktaya gelmesinde AKP Hükümetinin izlediği teslimiyetçi müzakere politikasının çok büyük etkisi olduğu şüphe götürmez. 2003'den buyana AKK Hükümeti izlemiş olduğu politikalar ile adım adım TSK'nın terörle mücadelesinin önünü kesmiştir. Türk Ordusu bir ordunun göreceği en büyük enformasyonsavaşı saldırılarına maruz kalmıştır ve kalmaya devam etmektedir. Bütün bunları bilmemiz ve değerlendirmemiz, TSK İç Hizmet Yasası'nın iki maddesinin unutulabileceği anlamına gelmemektedir.

TSK İç Hizmet Yasasının 37. Maddesi şöyle demektedir: Silahlı Kuvvetlere katılan her asker andiçer. And sureti aşağıdadır: "Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle, hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyliyeceğime namusum üzerine andiçerim."

Üzerinde tartışılan Madde 35 ise " Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır " demektedir. 

Demek ki, TSK Türk yurdunu koruyacak ve bunu barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada yapacaktır. Alınan askerin sevkiyat kararı yukarıda anılan TSK'nın görevini belirleyen maddenin ve askerlik yemininin özü ile ters düşmektedir. Ana kuzusu olan Mehmetçiklerimizin canlarının hain PKK saldırılarından korunması için tabii ki gereken önlemleri almak ile en başta Genelkurmay Başkanı olmak ile sınır karakolundaki astsubaya kadar bütün komutanlar sorumludur.

Psikolojik savaş elemanlarının aksi kamuoyu yaratma çabalarına rağmen, komutanların bu sorumluluğun bilincinde oldukları ve küçük istisnalar hariç bütün komutanların askerlere kendi çocuklarının canını korur gibi korumaya çalıştıkları açıktır. Ancak bunun yolu askeri sevkiyatlar da havaya çıkarmak değil, sevkiyat yolları güzergahında PKK'nın alçakça saldırını engelleyecek şekilde havadan ve karadan denetim kurmaktır. Bunun yolu alan hakimiyeti stratejisine geri dönüp, Kuzey Irak'taki PKK kamplarını basmaktır. Bu önlemler mümkündür ve yapılmalıdır.

Mevcut kararın hızla gözden geçirilerek, bir an önce iptal edilmesi gerekmektedir.



http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2012/10/23/6774/guneydogu-anadoluda-asker-sevkiyati-konusunda

25 Haziran 2016 Cumartesi

Paris’te Olanlar




Paris’te Olanlar




Yazar: Ümit Özdağ
09 OCAK 2015 CUMA,

         Paris’teki saldırı küresel bir gündem oluşturdu. Aynı gün Yemen’de bir bombalı saldırıda 50 kişi öldü. Yemen'in başkenti Sana'daki Polis Akademisi yakınlarında patlayıcı yüklü araçla gerçekleşen saldırıda  50 kişi ölürken 71 kişide yaralandı. Ölü ve yaralıların çoğunun polis akademisi öğrencileri ve İçişleri Bakanlığı çalışanları. Bu haber Türk basınında küçük haber olarak yer alırken, Paris’teki saldırıya canlı yayında bağlandı televizyonlarımız. Oysa Yemen 1539’dan 1918’e kadar Osmanlı idaresi altında kaldı. Hala söylediğimiz türkülere konu Yemen. Buna rağmen Paris ne kadar Sana’dan önemli ise Paris’te ölenlerde Sana’da ölenlerden o kadar önemli. Öte yandan El Kaide polis tarafından eylemi gerçekleştirmek ile suçlanmasına rağmen bir bildiri yayınlayarak saldırıyı gerçekleştirdiği iddiasını reddetti.

        Paris’teki saldırı neden düzenlendi? Neden Charlie Hebdo adlı karikatür dergisi basıldı ve 12 kişi öldürüldü? Muhtemelen bu sorunun cevabı, “Zaten uzun zamandan bu yana planlanıyordu şimdi fırsatını buldular” şeklindedir. Çünkü bu mizah dergisi tahrik edici yayınları ile tanınıyor. 2 sene önce Hz. Peygamberin hayatı ile ilgili 65 sayfalık bir karikatür roman yayınlayan dergi İslam dünyasında tepki uyandırmıştı.  

        Öte yandan akılları kurcalayan bazı sorular da yok değil. Mesela, 1) Arabada bulunan ve saldırganlara ait pasaport nasıl olur da arabada unutulabilir. Bu kadar profesyonel yapılan saldırıya uygun değil pasaportun unutulması. Ancak, hayat her zaman mantıklı değildir. Böyle bir hata yapılmış olabilir. Örneğin CIA, Küba’da Domuzlar Körfezi harekatında Küba ile ABD arasındaki bir saat farkını hesaplamayı unuttuğu için plan başarısız olmuştu. 2) Bu pasaportun sahibi madem Suriye'den gelen bir terör örgütü nasıl olur da havalimanından Fransa'ya giriş yapar. Bu da izah edilebilir. Amerikan istihbaratının uzun süreden beri takip ettiği bu ismi Fransız istihbaratı atlamış olabilir. 3) Öğlen vakti nasıl tesadüfen biri çatıya çıkıp görüntüleri tesadüfen çekim yapar! Bunun izahı bence en kolayı, saldırı sırasında çatıya kaçanlardan birisi cep telefonu ile çekmiştir. 4) Kaçacakları arabanın kapıları nasıl açık vaziyette bekler? Nasıl olur da öğlen vakti etrafta hiç bir canlı yoktur. Bence buna cevap vermek için saldırının yapıldığı semtin Paris’in banliyösü olduğu gerçeğinden hareket etmek lazım. Aslında sabahları burada çevre genellikle sakin olabilir. 5) Ve nasıl olur da saldırıda kullanılan arabanın aynaları farklı renklidir!!! Bunu bende anlamış değildim.

    Paris saldırısı gerçekleştikten sonra hemen saldırıdan önce 4 Ocak 2015’de Sabah Daily’de “Doğrusal Mantığın IŞİD Konusunda Anlamadığı ve Neden Avrupa İçin Önemli” başlıklı bir yazısı yayınlanan  siyasal İslam ve alt akımları konusunda uzman olan Dr. Neslihan Çevik  saldırıya uğrayan Fransız dergisinin Amerikan kaynaklarında bile “fikir hürriyetinin sınırında” bir çizgide diye nitelendirildiğini ifade etti. Gerçekten de Financial Times gazetesinde Tony Barber 7 Ocak’ta şöyle yazıyordu: “Charlie Hebdo’nın Fransa’da yaşayan Müslümanlara yönelik uzun bir alay, saldırı ve tahrik  kaydı/tarihi var. Dergi bir süre önce aleni hakaretlere son vermiş olsa da asla ifade özgürlüğü ilkesinin en ikna edici taraftarı olmadı. Fransa Voltaire’in ülkesi ancak Charlie Hebdo’da çok sık yönetim aptallıkları hakim oldu.” Üstelik Tony Barber eleştirilerinde de yalnız değil. Richard Seymour’da “Charlie Hebdo’ya Dair” adlı makalesinde derginin tahrik edici yayın politikasını sert bir şekilde eleştiriyor. Derginin yayın politikası saldırıyı haklı ve meşru yapmamakla beraber, El Kaide’nin neden böyle bir saldırıyı planladığını anlamamızı da sağlıyor.

       El Kaide gibi bir örgütü ya da örgüt ile doğrudan ilişkisi bulunmayanları Hazreti Peygamber'e saldırarak tahrik ederseniz, fırsat bulurlar ise fırsat eylemi gerçekleştirir. Ancak bu derginin Hz. İsa’nın yüzünü domuz yüzü olarak gösteren karikatür yayınladığını da söylemek gerek. Yani sadece İslam’a değil, dinlere karşı tahrik edici bir tavırları olmuş. Eylemin bunun dışında nedenleri var ise ve yukarıda cevaplandırdığımız düşündüğümüz soruların başka cevapları var ise bu cevaplar ancak yeni bilgilerin ortaya çıkmasında verilebilecektir.

        Şu anda eylemin ortaya çıkaracağı sonuçlar daha belirgin görünüyor. Sonuçlar üzerinde durursak, Paris eylemi, Suriye-Irak Savaşının Avrupa’daki ilk yansıması/sonucu. 2003 Irak Savaşı’nın da Londra ve Madrid’e bombalı saldırılar olarak geri döndüğünü hatırlamalıyız. Ancak bu sefer durum daha vahim. 2000’li yıllarda Avrupa’da selefi/cihadist örgütlerin geniş bir ağı yoktu. Oysa Suriye iç savaşı ile birlikte Avrupa’dan Suriye’ye ve daha az miktarda Irak’a 2500-3000 arasında Avrupa vatandaşı genç gitti. Gidemeyen ancak sempati duyanların sayısının bunun dört katı olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Sadece Fransa’dan gidenlerin sayısı 700 ve bunun 500’ü Suriye’de savaşıyor. Bu verilerden hareket eden Dr. Neslihan Çevik, önümüzdeki dönemde Avrupa’da yükselecek İslam karşıtı politikalar ve saldırılardan yarar sağlayacaklardan birisi de El Kaide ve benzeri örgütler olacağını düşünüyor. Özetle, önümüzdeki dönemde bütün Avrupa’da Suriye-Irak savaşından geri dönenlerin Avrupa’da benzer eylemleri şaşırtıcı olmayacaktır.   

        Paris eyleminin geleceğe yönelik başka sonuçları da olacaktır. Bu konuda Neslihan Çevik’in ikinci tespiti, Avrupa’da halklarda bir AB bıkkınlığı olduğu doğrultusunda. Aşırı sağ ve sol partiler yükselişte. Özellikle aşırı sağ partiler ve Almanya’daki yeni İslam karşıtı halk hareketi PEGİDA benzeri hareketler İslam karşıtlığı üzerinden büyüyorlar. Paris katliamı bu hareket ve partilere yeni bir ivme verebilir. Özetle, önümüzdeki dönemde Avrupa’da Müslümanlara yönelik saldırı ve cinayetlerin artması hiç şaşırtıcı olmayacaktır.

        Üzerinde bugün durulmayan bir başka alanda Fransız ve Avrupa dış politikası olacaktır. Paris’in önümüzdeki günlerde Ortadoğu genel ve Suriye özel politikalarını tekrar değerlendireceği kesin bir veri. Kaddafi’nin öldürülmesini soğukkanlı bir şekilde seyretmenin/yolunu açmanın veya Beşar Esad’ın devrilmesi politikasını desteklemenin ne kadar doğru olduğu sorusu tekrar değerlendirmeye alınacaktır. Bu değerlendirmeden Ortadoğu’yu daha büyük bir çalkantıya itecek Esad’ı devirme politikasının güçlendirilmesi çıkabileceği gibi aksine IŞİD’i Esad’a yok ettirme politikası da çıkabilir.

          Öte yandan Paris saldırılarının etkileyeceği bir başka alan ilk bakışta ne ilgisi var dense de Filistin-İsrail ilişkileri olabilir. Bağımsız Filistin Devleti düşüncesinin dünya kamuoyunun kendisini bir anlamda sivil vicdanında güçlendiği bir dönemden geçiyoruz. Sivil vicdanda İsrail’in şiddet içeren politikaları artık dünyaya bıkkınlık vermeye başlamıştı. Birleşmiş Milletler’de 30 Aralık 2014’de yapılan oylamada 8 'evet' ve 2 'hayır' ve 5 'çekimser' sonucuna ulaşıldı ve teklif reddedildi. ABD ile Avustralya aleyhte oy verdi. Güney Kore, İngiltere, Litvanya, Ruanda ile Nijerya çekimser kaldı. Tasarıya evet oyu kullanan BM Güvenlik Konseyi üyeleri ise Fransa, Çin, Rusya, Arjantin, Ürdün, Lüksemburg ile Çad oldu. Paris saldırısı, Avrupa’da ve özellikle Fransa’da bağımsız Filistin’e olan desteği azaltabilir. Tabii, bağımsız Filistin’e olan destek azalırken, İsrail’in uygulamalarına destek en azından kayıtsızlık artabilir.

                Önümüzdeki dönemde Avrupa’da alınması gereken önlemler ve kendisi de bir selefi tehdidi ile karşı karşıya olan Türkiye’nin Avrupa’ya verebileceği öneriler üzerinde de düşünülmelidir. Fransa, Paris saldırısına hazırlıklıydı. Fransız siyaseti için saldırının olup olmayacağından çok ne zaman ve nasıl olacağı üzerinde düşünülen konu idi. 2014 Nisan’ından itibaren 20 maddelik bir program çerçevesinde belirli önlemler alınmaya başlanmıştı. Bu çerçevede Fransa’da devletin kurmuş olduğu Müslümanları izlemeye yönelik bir telefon hattı açıldı. Yeşil Kırmızı hat. Fransızlara çevrelerinde yaşayan Müslümanlardan radikalleşenler hakkında güvenlik güçlerine ihbarda bulunma imkanı veriyor. Örneğin bir Müslüman genç, Fransız bir genç gibi giyinirken, aniden İslami giysiler giyinmeye başlar ise Fransız komşu yeşil kırmızı hattan telefon ederek komşusunu ihbar ediyor. (Bu uygulamanın AB tarafından eleştirildiğini ekleyelim) Ancak bu tür önlemler sadece kısıtlı başarılar elde edebilir. Avrupa’nın alacağı önlemlerin başında Ortadoğu politikasını gözden geçirmesi geliyor. Bunun üzerinde burada çok durmaya gerek yok. İkinci önlem, fikir hürriyeti adı altında İslam dinine yapılan saldırıların El Kaide ve benzeri örgütler için can suyu niteliği taşıdığı. Ermeni sözde soykırımına karşı çıkmaya hapis cezası getirmeyi tartışan Fransa’nın İslam’a veya Hıristiyanlığa hakareti fikir özgürlüğü sınırları içinde görmeye ne kadar hakkının olduğunu düşünmesi gerekmektedir. Ve geçici sonuç olarak şunu ekleyelim. 2015 Avrupa için sert geçeceğe benziyor. İngiliz Independent gazetesinin 29 Aralık 2014’da verdiği haberde 2010 tarihinde yayın hayatına başlayan El Kaide’nin “Diriliş” adlı dergisinin 2014 yılbaşı münasebetiyle yayınlanan son sayısında; El Kaide liderlerinden Şeyh Nasır El Enesi’nin “Yalnız Kurtlar” adındaki kendi militanlarına Batı ülkelerine yeni saldırılar düzenlemesi konusunda talimat verdiğini açıklandı. El Kaide, İngiliz Easy Jet ve British Airways havayollarının tehdit etti ve bugün itibarıyla bir çok batı ülkesinde bulunan ve harekete geçmek için emir bekleyen Yalnız Kurtlar’ın Batının yeni kabusu olacağını açıkladı. Paris anlaşılan yalnız kurtların ilk eylemi oldu. 



..

Erdoğan Yönetimi ve Avrupa Ne Diyor?



Erdoğan Yönetimi ve Avrupa Ne Diyor?

Yazar: Ümit Özdağ
08 OCAK 2015 PERŞEMBE



             Parlamenter demokrasilerde iktidarlardan “AKP iktidarı”, Almanya’da “CSU iktidarı”, İngiltere’de “İşçi Partisi iktidarı” diye parti adı verilerek bahsedilir. Başkanlık sistemlerinde de “Obama Yönetimi” diye başkanın adı verilerek iktidar tanımlanır. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması ile birlikte AKP iktidarı dönemi sona ermiş ve “Erdoğan Yönetimi” dönemi başlamıştır. Erdoğan Yönetiminin Batı dünyası ile arasının gittikçe gerildiği görülmektedir. Avrupa Birliği ülkeleri için Erdoğan Yönetimi büyük ölçüde aşılması gereken bir iktidar olarak görülmeye başlanmıştır. AB için sorun henüz iktidarda Erdoğan’ı aşacak bir siyasal seçeneğin gündemde de olmamasından kaynaklanmaktadır. Üstelik kısa vade de AB-Erdoğan ilişkilerinde gelişmeler Erdoğan’ın lehine şekillenebilir. AB içinde büyük rahatsızlıklar yaşanmaktadır. Avro bölgesinde Yunanistan krizi ve Yunanistan’ın Avro’dan çıkması ile büyük bir sarsıntı yaşanabilir. AB/Brüksel bürokrasisinin (insanlara işkembe çorbası içmeyi bile yasaklayan) anti-demokratik teknokrat diktatörlüğüne AB üyesi ülkelerden tepkiler yükselmeye başlamıştır. AB pazarı Avro sayesinde bir Alman iç pazarına dönüşmesi  tepkileri artırmaktadır. AB’ci liberal partiler güç kaybederken, sol ve aşırı sağ partiler güç kazanmaktadır. Bütün bu yaşananlar, Erdoğan üzerindeki AB baskılarını azaltacaktır. Ancak halen Avrupa’dan ve AB’den Erdoğan Yönetimi'ne yönelik eleştirilerin zirveye çıktığı bir dönemden geçilmektedir.  

           Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland’ın son Türkiye ziyareti sırasında yapmış olduğu açıklamalar, Avrupa’nın Erdoğan’a karşı Mısır’da Müslüman Kardeşlere karşı gerçekleşen bir darbe sürecini gayri meşru görmeyeceğini göstermektedir. Thorbjorn Jagland, Türkiye’deki otoriterleşmenin Ukrayna ve Tunus gibi devrime yol açabileceğini söyleyerek, sanki böyle bir gelişmeye ön kutsama dahi yapmıştır. Hürriyet gazetesi’nde 8 Ocak 2015’de çıkan haberde   Thorbjorn Jagland şöyle demektedir: “Bağımsız mahkemelere sahip olmak kadar basın özgürlüğüne ve ifade özgürlüğüne sahip olmak da aynı derecede önemli. Kuvvetler ayrılığı, denge ve kontrol mekanizmalarının varlığı her demokrasinin temel prensibidir. Bu bağımsızlık kuruluşlar olmadan, her zaman yolsuzluk ve gücün kötüye kullanımı ortaya çıkar. Bunu son olarak Ukrayna’da, Tunus’da ve başka yerlerde de gördük. Eğer bu bağımsız kuruluşlara sahip değilseniz bu devrime bile yol açar.” Bu açıklamalar bir siyaset bilimci akademisyen tarafından yapılır ise analizdir ancak sorumlu mevkide bulunan bir siyasetçi tarafından yapılır ise tehdit veya en azından diplomatik mesaj niteliği taşır. Jagland’ın açıklaması önemsiz diyerek üzerinde durulmayacak bir açıklama değildir. Ukrayna ve Tunus örneklerini vermesi tesadüf değildir. Ukrayna’da devrilen lider seçim ile işbaşına gelmiş bir siyasetçi idi. Darbe yerine “devrim” kavramının seçilmiş olması tesadüf değildir. Devrim kavramı meşrulaştırıcı, darbe kavramı gayrimeşrulaştırıcıdır.

         Aynen Erdoğan’ın ABD ziyareti sırasında eşine bir üniversitede “Diktatörlüğün Psikolojisi” adlı bir İngilizce kitabın hediye edilmesinin tesadüf olmadığı gibi. Avrupa gazetelerinde Erdoğan Yönetimi'nin çok ağır bir şekilde eleştirilmesi de tesadüf değildir. Özetle, ABD-AB, Erdoğan Yönetimi arasındaki ilişkilerin gittikçe gerildiği görülmektedir. Ancak Avrupa Konseyi Genel Sekreteri'ne kızarken eski bir AKP’li bakan olan Ertuğrul Günay’ın Sözcü gazetesinde 29 Aralık 2014’de çıkan şu açıklaması da unutulmamalıdır: “Türkiye’de geçen yıl aralık ayı sonundan itibaren hukuk devleti askıya alındı. Korkarım 21. Yüzyılda geçmiş yıllarda demokrasinin askıya alındığı bir hesaplaşma ile yüzyüze gelebiliriz.” Bu cevap üzerine Sözcü muhabiri Günay’a sorar: “Darbe mi olur diyorsunuz yani?” Günay’ın cevabı şöyledir: “Bu ülkede bundan sonra her şey olabilir. Demokrasi ve hukuk devleti yürürken herkes hukuk devleti içinde kozlarını paylaşır ama bu yolları kapatırsanız her yol mübah hale gelir. Türkiye de AB’den başka bir noktada hareket eder, demokrasi ve hukuk devletini yeniden kuramazsa yakın vadede bütün bu çatışmadan bölünmüş çıkar.”

        Sonuç, Avrupa ne der ise desin içerideki endişe ve eleştiriler ne kadar haklı olur ise olsun Türkiye için demokrasinin bir milli güvenlik rejimi olduğudur. Türkiye’nin milli güvenliğinin korunmasında demokratik rejim ve meşruluk Türk Ordusu kadar önemli katkıda bulunmaktadır. Erdoğan Yönetimi bu anlamda demokrasinin güçlendirilmesinin Türkiye’nin milli güvenliğinin güçlendirilmesi olduğu gerçeğinden hareket etmelidir. Demokrasiyi zayıflatıcı, hukuk devletini tasfiye edici, Anayasa Mahkemesi’ni yok etmeyi hedefleyen adımlar/projeler demokrasi ile birlikte Türkiye’nin milli güvenliğini olduğu gibi iktidarın da varlığını tehlikeye atar.



..

Cizre’de Gerçekten Ne Oldu?


Cizre’de Gerçekten Ne Oldu?



Yazar: Ümit Özdağ
30 ARALIK 2014 SALI


           Cizre’de PKK ile HÜDA-PAR yanlıları arasında çıkan çatışmalar konusunda değişik yorumlar yapılıyor. PKK yanlısı siyasetçiler, olayların karanlık güçler tarafından yapılan provokasyon olduğunu ileri sürerek, olayların arkasında Türk derin devletinin olduğunu iman ediyorlar. Örneğin Hatip Dicle, “1990’larda Tansu Çiller’e akıl verenler” olayları provoke etti diyerek, bu imayı dillendiriyor. Hatip Dicle daha sonra yaptığı bir açıklamada olaylardan “Gülen yanlısı polisleri” sorumlu tuttu. (Oysa bu iki grup-birinciye grup demek doğru ise- birbirlerinden çok farklı ve rakiptir.) Selahattin Demirtaş ve DTK eş başkanı Selma Demirtaş ise Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın HÜDA-PAR ziyareti ile Cizre’de çıkan olaylar arasında bağlantı kurdular. Öte yandan bazı gazeteciler bu açıklamaya, “Kandil, olay çıkmama emri vermişti” diyerek ve PKK’yı aklayarak dolaylı destek veriyorlar. Öte yandan HÜDA-PAR yaptığı açıklamada PKK’nın aniden kendisine saldırdığını söylüyor. Peki, Cizre’de gerçekten ne oldu?





          Cizre’de olanları anlamak için birkaç gün önce Irak’ta  Musul’a bağlı Sincar bölgesinde IŞİD ile peşmerge ve PKK’lılar arasında gerçekleşen çatışmalara dönmek gerekiyor. Peşmergeler 18 Aralık’ta Sincar etrafındaki IŞİD kuşatmasını kırarak ilerlemeye başladılar. Harekata 8000 civarında peşmerge katıldı. Amerikan Hava Kuvvetleri de peşmergelerin ilerleyişine destek verdi. Önce Sincar Dağlarını geri alan peşmergeler daha sonra Sincar ilçe merkezinde IŞİD’liler ile kent çatışmasına girdiler. Bu aşamada Suriye’den gelen PKK’lılar peşmergelere destek verdiler ve IŞİD’e saldırdılar. Sincar Dağı yolu ile Sincar-Rabia ve Sincar-Telafer yolu peşmergenin kontrolüne girdi.  Bu harekat sırasında 400 IŞİD’linin öldüğü Barzani tarafından ileri sürüldü.
             Çatışmalarda ölen dört PKK’lının cesetleri PKK’lılar tarafından Silopi ve Cizre belediyelerine ait iki cenaze aracı ile Habur sınır kapısından geçirilerek Türkiye’ye getirildi. Cizrepostası.com haberi şu şekilde verdi:  “Şengal'de çıkan çatışmalarda yaşamını yitiren YPG ve YBŞ’liler Çekdar Cıfaneyi kod adlı Serdar Sarsak, Nurhak Fırat kod adlı Mustafa Kurt, Xebat Azad kod adlı Kazım Bahadır ve Dıjwar Eriş kod adlı Abdulvahap Kusci'nin cenazeleri, aileleri ve MEYA-DER yöneticileri tarafından Habur Sınır Kapısı'nda alınarak, Cizre'ye doğru yola çıkarıldı. Cenazelerin sınır kapısından geçtiğinin duyulması ardından yüzlerce kişi, Cizre'de, Yafes Caddesi'nde bir araya gelerek, cenazeleri beklemeye başladı. Kitlenin sayısı her geçen dakika artarken, cadde üzerinde yüzlerce polis de zırhlı araçlar eşliğinde konumlandırıldı. Polisler, kitleye tazyikli su ve gaz bombaları müdahale etmeye başladı. Kitle de polise, taşlarla karşılık verdi.”
            Bunlara eklenmesi gereken bir diğer hususta PKK’nın Ayn El Arap’ta büyük bir küresel halkla ilişkiler başarısı geliştirmiş olmasına rağmen PKK sempatizanlarının IŞİD karşısında uğranılan mağlubiyetten dolayı hissettikleri eziktik. Halen Ayn El Arap’ın % 65’i IŞİD’in denetiminde. PKK büyük kayıplar vermeye devam ediyor. Bu eziklik Türkiye’de PKK sempatizan kadrolarına yansıyor.
            HÜDA-PAR ile IŞİD arasında ilişki olduğu iddiasını ileri süren PKK’lılar, Sincar’da ölenlerin intikamını almak için sabaha karşı 03.00’de HÜDA-PAR üyelerinin çoğunlukta olduğu Cizre’nin Nur Mahallesine saldırılara başladılar. PKK’lılar Nur Mahallesine giden yollara hendekler kazdıkları gibi, mahalleye giden elektrik ve telefon hatlarını kestiler.   HÜDA-PAR kaynakları saldırılara dağdan inen PKK unsurlarının da katıldığını ileri sürdü. Bu iddia kolaylıkla reddedilebilecek bir iddia değil. Çünkü, 6-7 Ekim 2014 olayları sırasında TSK bütün il ve ilçelerde çevre kuşatması yaparak kırsaldan yerleşim yerlerine sızmayı engeller iken bu Cizre’de gerçekleştirilemedi.

           HÜDA-PAR’lılar kendilerini PKK saldırısına karşı korudular. Ancak çatışmalarda dengeyi sağlayan hatta HÜDA-PAR lehine bozan korucuların HÜDA-PAR lehine çatışmalara müdahale etmesi oldu. Cizre’deki bu müdahale aslında Güneydoğu Anadolu’da çok büyük bir başka gelişmenin işareti olabilir. Devlet tarafından terk edilen korucu aşiretlerinin bir bölümü PKK’ya teslim oluyorlar. Ancak teslim olsalar dahi affedilmeyeceklerine inananlar veya teslim olmayı düşünmeyenler HÜDA-PAR ile yakınlaşıyor ve örgütleniyorlar. (Kısa bir süre önce Bingöl’ün Karlıova ilçesi Torunlar Köyü’nde HÜDA-PAR’lı korucular PKK’lıları ağır şekilde darp ettiler.-HÜDA-PAR-Korucu ilişki gelişiyor.) Özetle, bu durum bir süre sonra HÜDA-PAR’a çok büyük bir etkinlik kazandırabilir.





         Cizre’deki çatışmaların bir başka nedeni PKK’nın artık kendisini devlet yerine koymasından kaynaklanan psikolojik durumu. Terör örgütü herkesin ve grubun kendisine kayıtsız şartsız itaat etmesini istiyor. HÜDA-PAR’ın boyun eğmemesi, PKK’yı kızdırdığı gibi, kötü örnek teşkil etmesinden de korkuluyor. Üstelik 6-7 Ekim olaylarında HÜDA-PAR’ın sert şekilde direnmesi, saldırılara doğrudan HDP yöneticilerini hedef alarak cevap vermesi ve HDP’yi yıldırması da eklenir ise HÜDA-PAR’dan intikam almak için gerekçeler artıyor, PKK,  HÜDA-PAR’ın üstüne gitmek için her fırsatı değerlendiriliyor.
        Öte yandan Cizre’de olanların sadece HÜDA-PAR’dan intikam almak dışında bir anlamı da olabilir. Halen PKK içinde Öcalan ile Cemil Bayık arasında bir hakimiyet kavgası yaşandığı biliniyor. Cemil Bayık, müzakerelerin ilk gününden itibaren Öcalan’ın atmak istediği adımları yavaşlatıyor. Öcalan’ın İmralı’da verdiği sözler, Bayık tarafından yaşama geçirilmiyor. Öcalan-Bayık mücadelesinde Öcalan’ın “önce özerklik” (sonra bağımsızlık), Bayık’ın ise “Hemen bağımsızlık” tezlerini ileri sürdükleri söyleniyor ise de aslında mücadele saf iktidar mücadelesi. Öcalan, (kendi sözünün üstüne söz söyleyen-Nevruz’da Öcalan’ın açıklamasından sonra Bayık’ın açıklamasının okunması bunun en somut göstergesidir) Bayık’tan bıkmış durumda. Öcalan’ın önümüzdeki Şubat sonu Mart başında yapılacak kongrede Cemil Bayık’ı etkisizleştirmek için bir hamle arayışı içinde olduğu ileri sürülüyor. Bayık ise kongrenin Nisan 2015’e ertelenmesini istiyor. Cizre’de Bayık, eylemler ile gücünü ortaya koyuyor.
           AKP iktidarı ise gelinen noktada Güneydoğu Anadolu’yu PKK’ya kaybettiğini görüyor. PKK’nın şehirlerden çıkarmanın ne kadar zor olduğunu görüyor. Suriye’de IŞİD’in PKK’yı zayıflatmasına benzer bir sürecin Türkiye’de HÜDA-PAR-PKK çatışmaları sürecinde gerçekleşmesinde bir mahsur görmüyor olabilir. Ancak AKP Hükümeti’nin böyle bir politikası yok.          



Çocuk Katilleri İçin İdam Cezası Adil Bir Cezadır

Çocuk Katilleri İçin İdam Cezası Adil Bir Cezadır




Yazar: Ümit Özdağ
01 OCAK 2015

İdam cezası bazı durumlarda adil bir cezadır. Ancak özellikle 2. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında totaliter rejimlerin gerçekleştirdikleri kitle katliamı niteliği taşıyan idamlar Batı Avrupa toplumlarının bir uçtan diğer uca kayarak idam cezasını tamamen kaldırmalarına neden oldu. Türkiye’de idam cezaları daha çok siyasi suçlar zemininde gündeme geldiği için cezanın niteliğinden çok siyasi boyutu tartışıldığı için sağlıklı bir zeminde değerlendirilmedi. AB’ye giriş sürecinde ise bir çok doğru ve gerekli kurum gibi idam cezası da tasfiye edildi.

Oysa idam cezası siyasi nitelikli görülen ama toplumda travma yaratan saldırı ve öldürme söz konusu olduğunda PKK’nın terör suçları dâhil uygulanması gereken bir cezadır. Ancak bugün böyle bir cezayı tekrar hukuk sistemi içine almanın mümkün görünmediği bir siyasal konjonktür söz konusudur. Buna rağmen idam cezasının en azından tecavüz ve sistemli işkence sonrasında gerçekleşen çocuk katilleri için uygulanması için hukuk sistemimizde gereken düzenlemenin yapılması gerekmektedir.  

Kars’ta Mert Aydın 9 yaşındaki bir çocuk, daha önceden tanıdığı 23 yaşındaki Aykut Balk’ın önce tecavüzüne uğradı sonra kafasına taşla vuruldu, ölmeyince boğularak öldürüldü. Polis 4 gün süren bir çalışmadan sonra zanlıyı yakaladı. Zanlı suçunu itiraf etti. Şu anda hapiste olan Aykut Balk intihar girişiminde bulundu.

Benzer bir cinsel istismar olayında hukuk sisteminin ne kadar ceza verdiğine de bakalım. Erzurum'un İspir İlçesi'nde 12 yaşındaki akrabasının kızı N.Ç.'ye cinsel istismarda bulunan 49 yaşındaki Fikret B. Erzurum 1'inci Ağır Ceza Mahkemesi'nde 28 Mart 2013 günü yapılan duruşmada 14 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Yargıtay’ın cezayı az bulup, kararı bozması üzerine yeniden yargılandığı davada Fikret B., zor kulllanarak 'çocuğun nitelikli cinsel istismarı' suçundan 15 yıl hapse mahkum edildi. Sonuçta 10 ay fark etti.

Bir başka haberi hatırlayalım.  8 Eylül 2013 tarihli Hürriyet gazetesinin haberine göre Mersin’de babası ile yaşayan 9 yaşındaki Nazar Yıldız’ı babası, ayrı yaşadıkları annesi Serap A.’ya 10 gün birlikte kalması için teslim etti. Serap A.’nın birlikte yaşadığı Ayhan Aktaş 9 yaşındaki Nazar Yıldız’ı günlerce “uyumadığı ve kendisini dinlemediği” gerekçesi ile demir çubuk ve makarna süzgeçi ile dövdü. Nazar Yıldız yoğun bakımda 13 gün yaşam savaşı verdi ancak sonunda bu mücadeleyi kaybederek öldü. O kadar ağır işkence görmüş ki, kurtarılamadı.
Eğer Nazar Yıldız’ı Ayhan Aktaş’ın döverek bu hale getirdiği mahkeme kararı ile kanıtlanırsa Ayhan Aktaş adlı “adam taklidi”  hangi cezayı hak eder? Aslında bence adaletin yerine gelmesi için küçük Nazar’ı dövdüğü demir çubuk ve makarna süzgeci ile dövüle dövüle öldürülmeli. Ancak devletler böyle davranmadığı için asılması da yeterli. Bu tür çocuk cinayetlerine pek çok örnek var. Bazılarında cinsel saldırı bazılarında ise sistematik şiddet görülüyor.

Bugünkü hukuk sisteminde ne Aykut Balk ne de Ayhan Aktaş idam cezası almaz. Alsa alsa ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası alır ve çıkacak genel affı beklerler. Önümüzdeki yıllarda bir genel af geleceği için bunları da kısa bir süre sonra aramızda görmemiz mümkün olacaktır. Olayı izleyen kamuoyunun büyük bir bölümüne ise katiller genel af ile kurtulmadan önce “hapishanede diğer mahkumlar tarafından öldürülmesi umudunu” beslemek kalır.

Oysa cezalar toplum vicdanını tatmin etmelidir. Cezanın caydırıcı olup olmaması ikincil bir husustur.Ancak bir tek çocuğu bile tecavüz ve sistemli işkence sonucu ölümden kurtaracak ise çocuklara yönelik cinayetlere idam cezası verilmesi doğrudur. Toplum vicdanını tatmin etmeyen cezalar yarattıkları toplumsal travmalar nedeniyle sağlıklı bir toplum yapısının oluşmasına neden olacaktır. İnsanlar devletin vermesi gereken cezayı, hapishanedeki diğer suçlulardan gizli gizli bekleyeceklerdir. Aslında devlette kendi vermediği cezayı hapishanedeki mahkumların vermesinden memnun olacaktır. Yargılamalar sırasında çocuklardan birisinin bir yakını katili öldürür ise toplum onu katil değil, “adaleti gerçekleştiren bir şanssız kahraman” olarak görecektir. Bütün bunlar sağlıklı bir devlet-toplum sisteminin kabul etmemesi gereken hususlardır.

Bu noktada önerimi tekrarlamak istiyorum: 12 yaşından küçük çocuklara yönelik cinsel saldırı sonrasında gerçekleşecek cinayet ve sistemli işkence sonrasında gerçekleşecek cinayet suçlarına idam cezası vermek için anayasa ve yasalarda gereken hukuki düzenleme yapılmalıdır. Bu noktada artık Türk toplumunun çocukları için ağlamak ve üzülmek, mahkûmlardan medet ummak yerine harekete geçmesinin zamanı gelmiştir. Toplum, devleti çocuklarını korumaya zorlamalıdır.Toplum, devletin koruyamadığı çocukları katledenleri idam cezası ile cezalandırılmasını aktif olarak istemelidir. 



Son Terörist Eylemler Ne Anlama Geliyor?



Son Terörist Eylemler Ne Anlama Geliyor?



Yazar: Ümit Özdağ


             2015’in hem Türkiye hem de çevresi için çok ağır sorunlar ile geçeceği anlaşılıyordu. PKK’nın bir ayaklanmaya hazırlandığının bütün kanıtları ortada. PKK’nın ayaklanmayacağını söyleyenlerde buna gerekçe olarak IŞİD’in PKK üzerindeki baskısını gösteriyorlar. Kimse “Öcalan ile müzakereler çok iyi gidiyor ondan dolayı PKK ayaklanmaz” demiyor. PKK’nın ayaklanmayacağını düşünenler, IŞİD’in Suriye ve Irak’ta PKK üzerinde uyguladığı baskının PKK’nın ayaklanma için Türkiye’ye eleman aktarmasını engelleyeceğinden hareket ederek ayaklanma olmayacağını ileri sürüyorlar.    

             PKK, sadece Güneydoğu Anadolu’da değil, İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerde de örgütlenmesi sürdürüyor. Önümüzdeki günlerde büyük şehirlerde PKK eylemlerinin daha da yoğunlaşması şaşırtıcı olmayacak. PKK’nın gençli örgütü olan YDG-H, dün twitter hesabından şu mesajı yayınladı: “Hareket Olarak Tek Taraflı Yürütülen Adına Çözüm Süreci Dedikleri Süreci Askıya Alıyor, Silahlarımız Katillerin Ensesinde olduğunu Duyuruyoruz.” Bu açıklamanın anlam ve sonuçlarını önümüzdeki günlerde göreceğiz.

          Öte yandan terör eylemlerinin bu sene sadece PKK ile sınırlı kalmayacağı anlaşılıyor. İstanbul’da DHKP-C tarafından gerçekleştirilen polise yönelik birisi başarısız öteki bir polisimizin şehit olmasına yol açan eylemler, DHKP-C’nin ve belki de küçük terörist grupların önümüzdeki dönemde gündeme gelmek için eylem geliştireceklerini gösteriyor. Arka arkaya gerçekleşen iki terör eylemi tesadüf değildir. Anlaşılan Türkiye önümüzdeki dönemde yaşama geçirilmeye hazırlanan bir eylem bütünü ile karşı karşıyadır. İstihbarat analizcileri DHKP-C eylemleri söz konusu olduğu zaman özellikle dış dinamikler üzerinde dururlar. Bu eylemlerde güvenlik görevlilerinin dış dinamikler üzerinden tahliller yapacaktır. DHKP-C tahlillerinin arkasında dış dinamik aranmasının önemli bir nedeni, anılan örgütün yönetici kadrolarının Avrupa ülkelerinde yaşamaları ve yaşadıkları ülkelerin istihbarat servislerinin “gözetiminde” yaşamalarıdır. Hiçbir ülke ve istihbarat servisi bir terör örgütünün lider kadrosunu bedava yani ödeme yapmadan ülkesinde bulundurmaz.


            DHKP-C eylemlerinin kısmi istikrarsızlık yaratıcı etkisi muhakkak ki olacaktır. Ancak şu ana kadar gerçekleştirilen tek başına türde eylemler ile Türkiye gibi ağır terör eylemi travmaları yaşamış bir ülke olan Türkiye’yi değil istikrarsızlaştırmak, kısa süreli sarsmak dahi mümkün değildir. 1968’den bu yana aşamalı olarak terör dalgalarının hemen her türlüsünü yaşayan bir ülke olan Türkiye’de insanlar bir anlamda psikolojik olarak aşılanmışlardır. Eğer Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması için  özellikle Batı kaynaklı bir siyaset var ise ülkemizin çok daha etkili/kapsamlı terör dalgaları yaşaması planlanmaktadır demektir.
            Türk halkı gibi Türk güvenlik sistemi de MİT-Jandarma-polis terör konusunda dünyadaki en deneyimli güvenlik sistemlerinin başında gelmektedir. Terör dalgası boş ve direnç olmayan bir alanda değil, terör deneyimli bir halk ve güvenlik teşkilatının var olduğu ülkede gerçekleşecektir. Ancak Türkiye açısından sorun, PKK’nın Güneydoğu Anadolu’da ayaklanmaya hazırlandığı, büyük şehirlerde küçük ayaklanmalar ile belirli semtleri işgal edip kurtarılmış bölge oluşturmak için hazırlandığı bir dönemde güvenlik bürokrasisinin suikastler ile baskı altına alınması, diğer bir ifade ile terörize edilmesidir.

         PKK-DHKP-C eylemleri “organik bir birliktelik olmasa dahi” eş zamanlı ve üzerinden anlaşılmadan dahi olsa “koordineli” şekilde gerçekleşir ise zaten 2015 senesini çok zor geçireceği anlaşılan Türkiye daha da zor bir yıl geçirecektir.   



..

Çocuk Katilleri İçin İdam Cezası Adil Bir Cezadır



Çocuk Katilleri İçin İdam Cezası Adil Bir Cezadır




Yazar: Ümit Özdağ
01 OCAK 2015

İdam cezası bazı durumlarda adil bir cezadır. Ancak özellikle 2. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında totaliter rejimlerin gerçekleştirdikleri kitle katliamı niteliği taşıyan idamlar Batı Avrupa toplumlarının bir uçtan diğer uca kayarak idam cezasını tamamen kaldırmalarına neden oldu. Türkiye’de idam cezaları daha çok siyasi suçlar zemininde gündeme geldiği için cezanın niteliğinden çok siyasi boyutu tartışıldığı için sağlıklı bir zeminde değerlendirilmedi. AB’ye giriş sürecinde ise bir çok doğru ve gerekli kurum gibi idam cezası da tasfiye edildi.

Oysa idam cezası siyasi nitelikli görülen ama toplumda travma yaratan saldırı ve öldürme söz konusu olduğunda PKK’nın terör suçları dâhil uygulanması gereken bir cezadır. Ancak bugün böyle bir cezayı tekrar hukuk sistemi içine almanın mümkün görünmediği bir siyasal konjonktür söz konusudur. Buna rağmen idam cezasının en azından tecavüz ve sistemli işkence sonrasında gerçekleşen çocuk katilleri için uygulanması için hukuk sistemimizde gereken düzenlemenin yapılması gerekmektedir.  

Kars’ta Mert Aydın 9 yaşındaki bir çocuk, daha önceden tanıdığı 23 yaşındaki Aykut Balk’ın önce tecavüzüne uğradı sonra kafasına taşla vuruldu, ölmeyince boğularak öldürüldü. Polis 4 gün süren bir çalışmadan sonra zanlıyı yakaladı. Zanlı suçunu itiraf etti. Şu anda hapiste olan Aykut Balk intihar girişiminde bulundu.

Benzer bir cinsel istismar olayında hukuk sisteminin ne kadar ceza verdiğine de bakalım. Erzurum'un İspir İlçesi'nde 12 yaşındaki akrabasının kızı N.Ç.'ye cinsel istismarda bulunan 49 yaşındaki Fikret B. Erzurum 1'inci Ağır Ceza Mahkemesi'nde 28 Mart 2013 günü yapılan duruşmada 14 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Yargıtay’ın cezayı az bulup, kararı bozması üzerine yeniden yargılandığı davada Fikret B., zor kulllanarak 'çocuğun nitelikli cinsel istismarı' suçundan 15 yıl hapse mahkum edildi. Sonuçta 10 ay fark etti.

Bir başka haberi hatırlayalım.  8 Eylül 2013 tarihli Hürriyet gazetesinin haberine göre Mersin’de babası ile yaşayan 9 yaşındaki Nazar Yıldız’ı babası, ayrı yaşadıkları annesi Serap A.’ya 10 gün birlikte kalması için teslim etti. Serap A.’nın birlikte yaşadığı Ayhan Aktaş 9 yaşındaki Nazar Yıldız’ı günlerce “uyumadığı ve kendisini dinlemediği” gerekçesi ile demir çubuk ve makarna süzgeçi ile dövdü. Nazar Yıldız yoğun bakımda 13 gün yaşam savaşı verdi ancak sonunda bu mücadeleyi kaybederek öldü. O kadar ağır işkence görmüş ki, kurtarılamadı.
Eğer Nazar Yıldız’ı Ayhan Aktaş’ın döverek bu hale getirdiği mahkeme kararı ile kanıtlanırsa Ayhan Aktaş adlı “adam taklidi”  hangi cezayı hak eder? Aslında bence adaletin yerine gelmesi için küçük Nazar’ı dövdüğü demir çubuk ve makarna süzgeci ile dövüle dövüle öldürülmeli. Ancak devletler böyle davranmadığı için asılması da yeterli. Bu tür çocuk cinayetlerine pek çok örnek var. Bazılarında cinsel saldırı bazılarında ise sistematik şiddet görülüyor.

Bugünkü hukuk sisteminde ne Aykut Balk ne de Ayhan Aktaş idam cezası almaz. Alsa alsa ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası alır ve çıkacak genel affı beklerler. Önümüzdeki yıllarda bir genel af geleceği için bunları da kısa bir süre sonra aramızda görmemiz mümkün olacaktır. Olayı izleyen kamuoyunun büyük bir bölümüne ise katiller genel af ile kurtulmadan önce “hapishanede diğer mahkumlar tarafından öldürülmesi umudunu” beslemek kalır.

Oysa cezalar toplum vicdanını tatmin etmelidir. Cezanın caydırıcı olup olmaması ikincil bir husustur.Ancak bir tek çocuğu bile tecavüz ve sistemli işkence sonucu ölümden kurtaracak ise çocuklara yönelik cinayetlere idam cezası verilmesi doğrudur. Toplum vicdanını tatmin etmeyen cezalar yarattıkları toplumsal travmalar nedeniyle sağlıklı bir toplum yapısının oluşmasına neden olacaktır. İnsanlar devletin vermesi gereken cezayı, hapishanedeki diğer suçlulardan gizli gizli bekleyeceklerdir. Aslında devlette kendi vermediği cezayı hapishanedeki mahkumların vermesinden memnun olacaktır. Yargılamalar sırasında çocuklardan birisinin bir yakını katili öldürür ise toplum onu katil değil, “adaleti gerçekleştiren bir şanssız kahraman” olarak görecektir. Bütün bunlar sağlıklı bir devlet-toplum sisteminin kabul etmemesi gereken hususlardır.

Bu noktada önerimi tekrarlamak istiyorum: 12 yaşından küçük çocuklara yönelik cinsel saldırı sonrasında gerçekleşecek cinayet ve sistemli işkence sonrasında gerçekleşecek cinayet suçlarına idam cezası vermek için anayasa ve yasalarda gereken hukuki düzenleme yapılmalıdır. Bu noktada artık Türk toplumunun çocukları için ağlamak ve üzülmek, mahkûmlardan medet ummak yerine harekete geçmesinin zamanı gelmiştir. Toplum, devleti çocuklarını korumaya zorlamalıdır.Toplum, devletin koruyamadığı çocukları katledenleri idam cezası ile cezalandırılmasını aktif olarak istemelidir. 



Kürt Devletini Kim Kuruyor?




Kürt Devletini Kim Kuruyor?

Yazar: Ümit Özdağ
04 ARALIK 2014 PERŞEMBE


Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti büyük ölçüde kuruldu. Gerçi bu devlet henüz resmen ilan edilmedi ve her an KDP ve KYB devleti diye ikiye bölünebilir. Ayrıca, parçalanma resmileştiğinde Araplar, Kerkük petrollerini almak için kapsamlı bir çatışma başlatabilirler. Bütün bunlara rağmen, 1991’den 2014’e kadar geçen süre Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani’nin lehine gelişti. Ancak sadece Barzani ve Talabani bu süreçten kazanç ile çıkmadılar. PKK da anılan dönemde devlet kuramamış olsa dahi 1991-2014 sürecinden büyük kazanç ile çıktı.

1989’de durum neydi? 

İran-Irak savaşının bitmesinden sonra Saddam Hüseyin, güçlerini Kuzey Irak’a yoğunlaştırmış, KDP ve KYB ağır bir mağlubiyete uğramış ve tükenme noktasına gelerek, Türkiye-Irak-İran sınırına sığınmıştı. PKK ise 1989’da biraz daha iyi, durumdaydı. 1987’de aldığı kararları uygulamaya koyması, sıkı yönetimin kaldırılmasının yarattığı boşluk üzerinden bir gelişme içindeydi. 1990/91 sürecinde Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi sonrasında gelişen olaylar, KDP-KYB ve PKK için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Türkiye-Irak ve İran arasında sıkışmış olan coğrafyada bu üç güç kendi imkanları ile asla açamayacakları bir coğrafyanın ABD tarafından açılarak kendilerine verilmesi sonrasında yükselişe geçmişlerdir.

Tabii ABD’nin bu hamlesini önce Ankara’nın, sonra Bağdat’ın yanlışları daha da kolaylaştırmıştır. Ankara’nın yanlışı, Bağdat’ın bu coğrafyaya yönelik ortak politika izlenmesi ve KDP-KYB-PKK’nın ezilmesini önerdiği politikayı reddetmesi olmuştur. Bağdat’ın hatası ise, Kuzey Irak’tan devlet mekanizmasını çekince Kuzey Irak’ın çökeceğini düşünerek bu bölgeyi KDP-KYB’ye devrederek çekilmesi olmuştur. İki bölge başkenti bu hataları yaparken, KDP ve KYB devletleşme süreci içine girmiş; PKK ise, -artık Kuzey Irak’tan Irak Ordusu’nun büyük silah ve cephane kaynaklarına da el koymuş bir şekilde- Türkiye’ye yoğun bir saldırı sürecini başlatmıştır.

Türkiye, 1991’de başlayan bu süreci çok büyük bedeller ödeyerek aşmıştır. PKK terörü 1992-1998 arasındaki süreçte geriletilmiş ve yenilmiş, 1999’a gelindiğinde lideri yakalanarak büyük ölçüde Kuzey Irak’a itilmiştir. 1999-2003 arasında PKK Kuzey Irak’ta en kötü dönemini yaşamıştır. Önce binlerce terörist örgüt ile bağını kopararak Kuzey Irak’ta yaşama katılmış veya Türkiye’ye/Avrupa’ya gitmiştir. 

Bunu PKK’nın: “ Öcalan’ı İmralı’dan çıkaracak nesil siz olacaksınız ” sloganı ile yeni kadrolar inşa etme çalışmaları izlemiştir. Ancak 2000’li yılların başında durum PKK için gerçekten umutsuzdur. Türkiye, PKK ile mücadelesini önce KDP sonra KYB’yi destekleyerek Kuzey Irak’ta sürdürmektedir. Türk askeri sık sık Kuzey Irak’a operasyonlar düzenlemektedir. KDP ve KYB ise Washington üzerinden Türkiye’nin etki alanından bu aşama da çıkma çalışması içindedirler. ABD, Kuzey Irak’ta Türk etkisini kabul etmeyen bir politika izlemeye başlamıştır.

11 Eylül sonrasında ABD’nin Irak’ı işgali hem KDP ve KYB’nin hem de PKK’nın çıkış yolunu açmıştır. KDP ve KYB devletleşirken, PKK ise tekrar terör sürecini başlatmıştır. Çünkü artık, PKK’nın yerleşim bölgesi ABD’nin koruması altındadır ve ABD Irak’ta olmayan istikrarın bozulmaması adına Türkiye’nin Irak-Türkiye sınırındaki PKK kamplarına operasyon yapmasına izin vermemektedir. (Bu arada Türk Ordusu’nun Amerikan ordusu ile birlikte Afganistan’da teröre karşı mücadele ettiğinin altını çizelim.)

2004-2014 yılları PKK’nın altın yılları olmuştur. Özellikle 2011 sonrasında Türkiye’nin “ne olur ise olsun Esad’ı devirelim” politikası, PKK’nın önünde yeni ufuklar/imkanlar açmıştır. PKK, Türkiye-Suriye sınırı boyunca 900 kilometrelik sınırın 450 kilometresine Kürt Dağı(Afrin), Arap Pınarı (Kobani) ve Kamışlı bölgeleri olmak üzere üç ana bölgede hakim olmuştur.
İşte bu aşamada IŞİD’in Musul saldırısı sonrası başlayan gelişmeler, PKK ve aynı zamanda KDP-KYB için yeni şanslar oluşturmuştur. KYB Musul’u ele geçirmiştir. Musul’dan çekilen Irak Ordusu’nun geride bıraktığı bütün silahlara el koymuştur. KDP, ABD ve Avrupa’dan (ve Türkiye’den silah yardımı almıştır.) PKK ise önce Kuzey Irak’ta KDP’li peşmergeler kaçarken, IŞİD ilerlemesini durduran güç olarak ortaya çıkmış, daha sonra Arap Pınarı-Kobani savunması ile küresel bir halkla ilişkiler kampanyası yürütmüştür. Amerikan Hava Kuvvetleri PKK’ya havadan destek verirken, (emekli olmuş) Amerikalı özel kuvvetçiler PKK ile omuz omuza IŞİD’e karşı savaşmışlardır/savaşmaktadır.

Şimdi “Eğit-Donat” programı ile, IŞİD’e karşı muhalefeti yetiştirmek adlı yeni bir program başlatılıyor. ABD liderliğinde 60 ülke dışişleri bakanları Irak-Suriye ekseninde yıllarca sürecek bir savaştan bahsediyorlar. Acaba Irak-Suriye’nin IŞİD kontrolündeki coğrafyasında IŞİD büyüklüğünde bir örgütü son ferdine kadar imha etmek için -ki buna gerek yok, çatışma iradesini kırmak-emir-komuta zincirini imha etmek yeterli- gerçekten askeri açıdan yıllara ihtiyaç var mı? 
Yoksa, IŞİD’e karşı mücadele aslında Akdeniz’e açılan bir Kürt devletinin doğum sancıları için mi gerekli?   


..

Hadi Beşar Esad’ı Devirdik…



Hadi Beşar Esad’ı Devirdik…




Yazar: Ümit Özdağ
03 ARALIK 2014 ÇARŞAMBA

AKP Hükümetinin akılcı bir politik tercihten çıkıp bir tutkuya dönüşen Beşar Esad’ı devirme politikası büyük tehditler içermektedir. Aralık 2013’te ABD Hava Kuvvetleri’nin düşünce kuruluşu olan RAND’da yapılan bir beyin fırtınasında üzerinde çalışılan dört senaryo var. Birinci Senaryo: Çatışmaların devam etmesi. İkinci senaryo: Rejimin zaferi, Üçüncü senaryo: Rejimin çökmesi, Dördüncü senaryo: Anlaşma ve uzlaşma. 2013 sonu ve 2014’deki olayların gelişmesinden hareketle şu anda en muhtemel senaryo Amerikalılara göre rejimin zaferi senaryosu. Ancak senaryolarda uygulanan bir “wild cart” veya “hadi canım sende” tekniği vardır. Hiç beklenmeyen ancak olduğu takdirde çok büyük etkileri olacak bir olay gerçekleştiğinde yaşamın bütün akışı değişir. Aşağıda bu tekniği uygulayalım ve neler olabileceğini görelim.

Bir an olayların aşağıdaki şekilde gelişmesi neticesinde Esad iktidarının devrildiğini düşünelim. Beşar Esad, iç savaşın getirdiği büyük gerilimin yükünü daha fazla taşıyamaz ve kalp krizi geçirerek ölür. Esad klanı, Beşar’ın yerine kimin geçeceğine karar veremez ve içinden parçalanır. Bunun üzerine Şam’da bir iktidar içi savaş çıkar. Hizbullah hangi tarafı destekleyeceğini belirleyemez. Tahran tarafları uzlaştırmak için görüşmeler başlatır. Bu gelişmeler üzerine Sünni Arap bir generalin liderliğinde Suriye Ordusu darbe yaparak iktidara el koyar. İran ve Hizbullah askeri darbeyi desteklediklerini açıklamakla birlikte aktif desteklerini durdururlar. Esad klanı iç çatışmayı durdurarak, Şam’ı terk eder ve Akdeniz kıyısında Nusayrilerin çoğunluğu oluşturduğu bölgeye çekilir. Suriye Ordusu içinde yer alan Nusayri subay ve askerler ile Nusayri Milislerde Nusayristan’a çekilirler. Suriye Ordusu’nun emir-komuta yapısında çökme görülür. Rusya ve İran askeri rejime ekonomik destek vermeyince bürokrasi  ve ekonomik yaşam durur.

Bundan sonra olacaklar muhtemelen aşağıdaki gibi gelişecektir. El Nusra, Halep’i ele geçirecektir. IŞİD ise hızlı bir hamle ile Şam-Humus-Hama’yı işgal edecektir. Böylece Suriye büyük ölçüde İslam devleti/IŞİD ülkesi olacaktır. Suriye’deki bu gelişmeler, IŞİD’i Irak’ta da çok büyük ölçüde güçlendirecektir. El Nusra’nın güney Suriye’deki unsurları Şam’a girmek isteyince, Şam’ın güneyinde Nusra-IŞİD çatışması çıkacaktır. İki selefi örgüt arasındaki çatışmalar, kaçınılmaz olarak Halep’e sıçrayınca, Halep şehir merkezinden Türkiye’ye yönelik 100 binlerce kişiyi kapsayan büyük bir göç dalgası başlayacaktır. 

IŞİD, Nusayristan’a saldırsa da böyle bir saldırıya iyi hazırlanmış olan Esad klanı ve Nusayriler IŞİD’i geri püskürteceklerdir. Rusya, Esad klanının bölgeyi elinde tutması için askeri ve ekonomik yardım yapacaktır. İran’da Akdeniz’e bir çıkışının olması için Nusayrileri desteklemeye devam edecektir. Öte yandan Hizbullah birlikleri bir yenilgi ile Lübnan’a geri çekileceklerdir. Lübnan’da Hizbullah muhalifi bütün unsurlar, Hizbullah’ın politik olarak yenilmesinden istifade ederek, Hizbullah’a karşı saldırılara başlayacaklardır. Bu saldırılar, Lübnan’ı iç savaşa sürükleyecektir.

Bu iç savaşı, Nusayristan’dan Lübnan’a kaçan Nusayrilerin varlığı daha da şiddetlendirecektir. Rusya ve İran’ın desteğinde zaaf olması durumunda, IŞİD’in Esad klanı güçlerini yenerek Nusayri bölgesine girmesi durumunda modern tarihin gördüğü en kapsamlı soykırımlardan birisi başlayabilir. Böyle bir durum, Birleşmiş Milletler kararı ile Suriye’nin Akdeniz kıyısına müdahil olması sürecini ortaya çıkarabilir.    

PKK/PYD, El Nusra ve IŞİD’in askeri güçlerini güneye aktarmaları ve bir yandan askeri darbe rejimini tesis etmeye çalışan Suriye ordusu, diğer yandan birbirleri ile çatışmaya başlamaları üzerine Türkiye-Suriye sınırını tamamen ele geçirecek ve bu bölgede bağımsız bir PKK/PYD Kürdistan’ı ilan edecektir. 

PKK/PYD, Hatay’ın hemen altındaki Nusayristan'ın içinde kalan Bayır-Bucak Türkmen bölgesinden Kürdistan’ı Akdeniz’e çıkarmak üzere saldıracaktır. Bağımsız Kürdistan’ın ilanı Akdeniz’e çıkıştan sonra olabilir. Nusayriler, güneyde daha büyük bir tehlike ile karşı karşıya oldukları için bu saldırıya karşı büyük güçler sevk ederek karşı çıkmayacaklardır.

Bu çok kötümser bir senaryo mu? Hayır değil. Esad rejiminin devrilmesi durumunda Suriye’de ortaya çıkacak durum bu. Buna rağmen Esad’ın devrilmesini istemek akıl ile izah edilmesi mümkün olmayan bir taleptir. Esad’ın devrilmesi sadece Türkiye için değil, dünya için en kötü sonuçtur. 
Ortaya çıkabilecek en olumlu süreç, Esad rejimi ile demokrat Suriye muhalefeti arasında bir uzlaşma ile Beşar Esad’ın devlet başkanı, muhalefet liderlerinden birisinin başbakan olduğu bir sürecin Suriye’yi çok partili demokrasiye götürmesidir. Böyle bir iktidar yapılanmasının oluşması durumunda, Suriye’de IŞİD/El Nusra cephesine karşı güçlü bir direnç oluşturulur. 

Böyle bir gelişme Suriye’nin parçalanmasını ve PKK’nın devletleşmesini engelleyecektir. 

Esad öngörülebilecek bir süreç içinde (örneğin üç sene), BM denetiminde yapılacak seçimler ile iktidardan gitmeyi veya kalmayı kabul edecektir.



..