30 Haziran 2016 Perşembe

Bal­yoz TSK’­ya in­di vic­dan­lar ka­nı­yor!..

Bal­yoz TSK’­ya in­di vic­dan­lar ka­nı­yor!..


Mehmet Türker:
10 Ekim 2013

Yar­gı­ta­y’­dan bu ka­rar­la­rın çı­ka­ca­ğı aşa­ğı yu­ka­rı bel­liy­di!..
Tür­ki­ye­’yi de­rin­den sar­san ola­ğa­nüs­tü bir yar­gı­la­ma sü­re­cin­den son­ra "ö­zel yet­ki­li" mah­ke­me­nin ver­di­ği ka­rar­la­rın top­tan bo­zul­ma­sı bek­len­mez­di!.."Si­ya­si da­va" ola­rak eti­ket­le­nen böy­le bir yar­gı­la­ma­da hu­ku­kun ege­men ol­ma­sı da müm­kün de­ğil­di!..Ni­te­kim bek­le­nen ol­du!..İk­ti­dar ve yan­daş­la­rı­nın odak­lan­dı­ğı isim­le­rin ce­za­la­rı onan­dı!.."De­mok­ra­tik­leş­me pa­ke­ti" de­dik­le­ri na­ne­nin bal­yo­zu de­mok­ra­si­ye, Bal­yoz da­va­sı­nın bal­yo­zu hu­ku­ka, ik­ti­da­rın bal­yo­zu da Türk Si­lah­lı Kuv­vet­le­ri­’ne (TSK) in­di!..Tür­ki­ye va­him bir tab­lo ile kar­şı kar­şı­ya!..* * *Bu­gü­ne ka­dar sü­rek­li ola­rak "As­ker ve­sa­ye­ti" di­ye­rek top­lu­mu uyut­tu­lar…Oy­sa, "Tay­yip ve­sa­ye­ti" çok­tan baş­la­mış­tı!..Kuv­vet ko­mu­tan­la­rı, Or­du ko­mu­tan­la­rı, emek­li ve mu­vaz­zaf ge­ne­ral­ler, ami­ral­ler, seç­kin su­bay­lar tu­tuk­la­nıp içe­ri atıl­dık­ça TSK dar­be üs­tü­ne dar­be yi­yor, "Tay­yip ve­sa­ye­ti" yük­se­li­yor­du!..Bi­rin­ci dal­ga, üçün­cü, be­şin­ci dal­gay­la üst üs­te ge­len tu­tuk­la­ma­lar top­lu­mu kor­kut­ma­ya, sin­dir­me­ye, sus­tur­ma­ya yet­miş­ti!..Bu­na Er­ge­ne­kon dal­ga­la­rı da ek­le­nin­ce Tür­ki­ye "Kor­ku İm­pa­ra­tor­lu­ğu" ha­li­ne gel­di!..TSK’­nın ba­şı­na ik­ti­dar­la uyum­lu ha­lim se­lim bir Or­ge­ne­ral ge­lin­ce de Tür­ki­ye­’nin "a­nor­mal­leş­me­si" ra­yı­na otur­du!..* * *Bin­ler­ce say­fa id­di­ana­me, bin­ler­ce ek ve di­ji­tal ve­ri­ler…Bu ve­ri­ler­den ço­ğu­nun sah­te­li­ği­nin ka­nıt­lan­ma­sı da adil yar­gı­la­ma­ya yet­me­di!..Sa­nık­lar "son söz­le­ri­ni" da­hi söy­le­ye­me­den 16 yıl, 18 yıl, 20 yıl gi­bi ağır ha­pis ce­za­la­rı­na çarp­tı­rıl­dı­lar!..Bir yan­dan Er­ge­ne­kon, di­ğer yan­dan Bal­yoz, As­ke­ri Ca­sus­luk, 12 Ey­lül, 28 Şu­bat da­va­la­rı!..Tay­yi­p’­in eli gi­de­rek güç­le­nir­ken, ik­ti­dar da "rö­van­şı al­ma" se­vin­ci ya­şan­ma­ya baş­la­dı!..* * *İs­tan­bul Ba­ro­su Baş­ka­nı Ümit Ko­ca­sa­ka­l’­ın de­di­ği gi­bi, eğer Bal­yoz ve Er­ge­ne­kon gi­bi da­va­lar ol­ma­say­dı açı­lım-sa­çı­lım da ol­maz­dı!..İs­tan­bul Ba­ro­su Baş­ka­nı, bu­nun bir "dö­nem yar­gı­la­ma­sı" ol­du­ğu­nu be­lir­te­rek, "Bu da­va­lar ol­ma­say­dı, son çı­kan pa­ket da­hil Tür­ki­ye böy­le pa­ket­len­mez­di… Cum­hu­ri­ye­te ait iz­ler ve bel­lek si­li­ni­yor" di­yor…Es­ki AHİM Yar­gı­cı, CHP Mil­let­ve­ki­li Rı­za Tür­men ise, ke­sin ko­nu­şu­yor:"Bu ka­rar hu­ku­ka in­di­ri­len bal­yoz­dur"* * *Vic­dan­lar ka­nı­yor!..Ka­rar­la­rı ka­mu vic­da­nı ka­bul et­mi­yor!..Yaş­la­rı göz önün­de bu­lun­du­rul­du­ğun­da, TSK’­ya ha­ya­tı­nı ada­mış şe­ref­li as­ker­le­rin bu ce­za­lar­la öm­rü­nü ce­za­ev­le­rin­de ge­çi­re­ce­ği or­ta­da…Ai­le­ler pe­ri­şan, fer­yat edi­yor, mah­ke­me ka­pı­la­rın­da göz­ya­şı dö­kü­yor!..Ve ve­sa­yet re­ji­mi bü­tün ağır­lı­ğıy­la Tür­ki­ye­’nin üze­ri­ne çö­kü­yor…Ta­rih, Ab­dül­ha­mi­t’­in Yıl­dız Sa­ra­yı­’n­da kur­du­ğu ça­dır mah­ke­me­le­ri gi­bi bu­nu da ya­za­cak­tır!..Gün ge­le­cek akan göz­yaş­la­rı­nın he­sa­bı so­ru­la­cak, bu­gün ik­ti­dar­da olan­lar ta­ri­he kar­şı so­rum­lu­luk­la­rın­dan ka­ça­ma­ya­cak­lar­dır!..Hü­se­yin Çe­lik hâ­lâ ko­nu­şu­yor!..Kı­ya­fe­ti­ni açık bu­la­rak, yan­daş TV ka­na­lın­da­ki su­nu­cu­nun ko­vul­ma­sı­na se­bep olan Tay­yi­p’­in AK­P’­de­ki mu­avi­ni Hü­se­yin, top­lu­mun ak­lıy­la alay edi­yor!..Efen­dim, "e­leş­ti­ri hak­kı­nı" kul­lan­mış!..Su­nu­cu­nun kı­ya­fe­ti­ni çok de­kol­te bul­ma­sı "dü­şün­ce­nin ifa­de­si" imiş!..Bu "de­mok­ra­tik hak­kı­nı kul­lan­ma" ma­sal­la­rı­nı Hü­se­yin be­nim kü­la­hı­ma an­lat­sın!..AKP Ge­nel Baş­kan Yar­dım­cı­sı eleş­ti­ri (!) hak­kı­nı kul­la­na­cak da, Tay­yi­p’­in da­ma­dı­nın ba­şın­da ol­du­ğu hol­din­ge ait TV ka­na­lı o su­nucu­yu kov­ma­ya­cak, olur mu?!.* * *Kim­se­nin kı­lık kı­ya­fe­ti­ne, ha­yat tar­zı­na ka­rış­maz­lar­mış!..Ne ya­par­lar­mış, eleş­ti­ri hak­la­rı­nı kul­la­nır­lar­mış!..İk­ti­da­rın eleş­ti­ri hak­kı­nı kul­lan­ma­sı de­mek, do­lay­lı ola­rak ha­yat tar­zı­na ve kı­lık kı­ya­fe­te mü­da­ha­le de­mek­tir!..
Bas­kı­dır, teh­dit ve tah­rik­tir!..
Di­ğer TV ka­nal­la­rı­na da göz­da­ğı­dır!..Tür­ba­nı res­mi da­ire­ler­de ser­best bı­rak­tır­mak da bun­la­rı kes­mez, amaç­la­rı Tür­ki­ye­’nin ta­ma­mı­nı te­set­tü­re sok­mak, ka­fa­sı­na tür­ba­nı ge­çir­mek­tir!..
Hü­se­yin Bey, eleş­ti­ri hak­kı-dü­şün­ce­nin ifa­de­si gi­bi ma­sal­la­rı bı­rak!..
Açık ko­nuş açık!..
SÖZCÜ


29 Haziran 2016 Çarşamba

JANDARMA İLE UĞRAŞMAYIN



JANDARMA İLE UĞRAŞMAYIN



Yazar: Ümit Özdağ
09 MART 2012 CUMA





Libya'nın parçalanması eğer büyük ve şimdi öngörülemeyecek bir gelişme olmaz ise artık bir zaman meselesi. Suriye'de eğer Esad rejimi devrilir ise Suriye, içine Lübnan ve Irak'ı da alan bir iç savaşa sürüklenecek. İsrail, İran'a saldırmak için her türlü hazırlığı gerçekleştirmiş durumda. Bu saldırı gerçekleşir ise İran, çok kapsamlı bir cevap verecektir. Ortadoğu, bir yangın yerine dönecektir. Önümüzdeki bir sene Ortadoğu'nun gördüğümüz en tehlikeli bir senesi olabilir. Tabii ki, böyle bir süreçten, Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, İsrail ve İran'dan sonra en fazla etkilenen ülke Türkiye olacaktır.

Yukarıdaki tabloyu okuyan PKK ve Barzani, Arap baharı adı verilen bu süreci bir Kürt Baharına dönüştürmenin planları üzerinde çalışıyorlar. PKK, bir yandan Suriye'de Esad rejimine destek verir şekilde konuşlanırken, Esad sonrasında Suriye'de Kürtlerin yaşadığı bölgede en etkin politik-silahlı güç haline gelmek için çalışıyor. PKK, 2012 yılını "Kürt Baharının Finali" adını vermiş durumda. Dün İstanbul'da çıkan 15 kilo patlayıcı ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne saldırı planları örgütün bu sene gözünün döndüğünü gösteriyor. DHKP/C, TKP/ML PKK işbirliği bu sene büyük kentlerde ve güvenlik güçlerinin etkin olduğu bölgeler dışında sansasyonel eylemler ile sonuç almayı ve hükümeti korkutarak dize getirmeyi hedefliyor.

Genel tablo bu. Türkiye'nin bu genel tablonun oluşturduğu tehditler ile mücadele konusunda elindeki en önemli ve büyük güç Jandarma Genel Komutanlığı'dır. 1987'de PKK ile mücadele görevi Jandarma Asayiş Kolordusuna verildiği zaman terörle mücadele konusunda altı yapısı çok zayıf olan Jandarma Genel Komutanlığı zaman içinde terör ile mücadelede en profesyonel güç haline gelmiştir. Bir süre önce konuşması basına sızdırılan eski Genelkurmay Başkanı PKK ile mücadelede yapılan hataları eleştirirken konuşmasının bir yerinde jandarma bu eleştirilerimin dışında, çünkü onlar işlerini profesyonelce yapıyorlar diye boşuna dememiştir.

Profesyonel ordu diye tutturan çevrelerin aslında Türkiye'nin elindeki tek tam profesyonele yakın olan ordu olan Jandarma Genel Komutanlığı'nın kaldırılması için çalışması çok anlamlıdır. Ayni çevrelerin sistemli bir şekilde Jandarma genel Komutanlığını ve jandarma teşkilatını karalamaları, psikolojik baskı altına almaları, saldırmaları bir başka yazının konusudur.

Kara Kuvvetleri Komutanlığına beş yüz profesyonel er alınmasını günlerce televizyonlarda gösterenlerin öte yandan uzman erbaşları, 24.850 uzman jandarması, her birisi terörle mücadelede seneler içinde pişmiş ve genç subaylara sahada yol gösteren astsubayları, jandarma özel harekat birlikleri ile jandarma teşkilatı Türkiye'nin iç güvenliğinin bel kemiğidir. 1988'de açılan bir yıllık uzman jandarma okuluna ortaokul ve lise mezunları alınırken son senelerde hemen hepsi üniversite mezunlarından oluşan bir kadro oluşmuştur.

Önce 2013'de uzman jandarma okulunun kapatılması kararı alındığı basında çıktı. Yakında Jandarma Bölge Komutanlıkları kaldırılacak. Şimdi Jandarma Genel Komutanlığının 2012 senesi içinde % 10 küçülme kararı aldığı ortaya çıktı. Üç sene sonra Jandarma Genel Komutanlığı'nın olup olamayacağı bile belli değil. Oysa şimdi daha morali yüksek, geleceğe daha güvenle bakan, ülke güvenliği konusunda kendisine güvenildiği hissi verilen bir jandarmaya ihtiyaç var.

Özetle, Jandarma Genel Komutanlığı'na en fazla ihtiyaç duyulduğu bir dönemde birileri onunla uğraşıyor, tasfiye etmeye çalışıyor. Bazı çevrelerde jandarma sanki Yunan veya Alman iç işleri bakanlığına bağlı imiş gibi "jandarma iç işleri bakanlığına bağlanmalı" diye bağırıyor. Oysa yapılacak şey çok basit. 1980 öncesi vali-komutan sicil ilişkisini kurarsanız mesele çözülmüş olur. Yoksa 50 veya 100 sene sonra bu ülkenin tarihini okuyacak çocuklar, bizim bugün 1800'leri okuduğumuz gibi 20002li yılları okurlar.

Not: ABD Başsavcısı Eric Holder, Şikago'da Northwestern Üniversitesi Hukuk Fakültesinde yaptığı konuşmada Amerikan başkanının vermek zorunda kalabileceği en zor kararlardan birisinin ADB dışında yaşayıp terörist bir tehdit oluşturan Amerikan yurttaşlarının ölüm emrini vermek olduğunu açıkladı fakat böyle bir emrin yasal ve zaman zaman gerekli olduğunu söyledi.




Irak’ta Suudi-İran Savaşı


Irak’ta Suudi-İran Savaşı



Yazar: Ferhat Beşiroğlu
08 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ


Irak topraklarında ABD işgalinin sonlanmasıyla doğan otorite boşluğunda yükselişe geçen mezhep gerilimi, iç savaşın arttırdığı anarşi ortamında, Irak Şam İslam Devleti’nin faaliyetleriyle zirveye tırmanmıştır. Dış basında çokça Şii-Sünni popülasyonun çatışması olarak isimlendirilen bu savaşın içeriği ise sadece bir mezhep çatışması değildir. Şii Maliki yönetimine ve Şii sivil halka karşı yapılan bu saldırıların El Kaide bağlantılı olduğu bilinmektedir, ancak, El Kaide gibi radikal selefi örgütlerin Irak halkında bir tabanı yoktur. Dolayısıyla savaşın Sünni tarafının Irak’lı Sünniler olduğunu söylemek güçtür. Irak’ın etnik ve güncel siyasi yapısına bakıldığında görülecektir ki, sorun Irak’ta yaşamakta olan Sünni ve Şii kesimin çatışması değildir. Bu çatışmalar, kendini Sünniliğin kalesi olarak gören Vahhabi Suudi Arabistan ve Şia’nın kalesi olarak kabul edilen İran’ın, dolayısıyla birbirine düşman iki ülkenin açıktan yürütemedikleri için Irak topraklarındaki temsilcileri aracılığı ile yürüttükleri ‘vekaleten savaş’tır. Bu çalışmanın konusu olmamakla beraber iki ülkenin vekaleten savaş yürüttükleri bir ikinci coğrafya Suriye’dir. Irak iç savaşının temel bileşenleri bu süreçte yer alan Iraklı aktörler dışında, İran ve Suudi Arabistan’dır. Dolayısıyla bu iki aktörü kapsamayan çözüm önerileri savaşı bitirmeyecektir.

Osmanlı Sonrası ve Baas


1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı egemenliğinden çıkarak, İngilizlerin mandasına giren Irak’ta, 1919’dan günümüze kadar farklı yönetimler gelse de toplumun tüm kesimlerini temsil eden bir devlet var olmamıştır. Bölgedeki işgale karşı direniş refleksini tahmin eden İngilizler bölgeyi direkt yönetmenin tehlikeli olacağını bilerek, Kral Faysal’a yönetimi devretmiş ve 1958’deki darbeye kadar, Irak yönetimi Londra’nın güdümünde olmaya devam etmiştir. Kral Faysal’ın Sünni anlayışı ağır bastığı ve Arap ulusçuluğunun önünü açtığı için Kürtler ve Şii’lerle ilişkileri bu dönemde iyi değildir. İlk İngiliz yönetimi döneminde de işgale karşı koyanlar Irak Şiileri olmuştur. Irak’ta %60 ile çoğunluk Şii olmasına rağmen bu dönemde Irak yönetiminde Sünnici bir anlayış görülmüş ve tepki çekmiştir ancak bu tepkiler bugün yaşanan tablo ile kıyaslanamayacak ölçüde küçüktür. 1958’deki darbe ise General Abdülkerim Kasım’ı iktidara taşımış ve Amerikan karşıtı, pro-sovyet bir yönetim oluşmasını sağlamıştır. Bu dönemde Irak Bağdat Pakt’ından çekilmiş, Moskova’ya yakınlaşmıştır, bunun üzerine ABD-İsrail-İran destekli etnik Kürt Milliyetçiliği yükselişe geçmiştir. Suriye’de hala varlığını sürdüren Baas ise 1968’de kansız bir darbe ile Irak’ta iktidarı ele geçirmiştir. 1967 Arap-İsrail savaşındaki hayal kırıklığı bu değişimin ana sebeplerindendir. 1979’da ise 2003 Amerikan işgaline dek iktidarda kalacak olan, Irak ve Arap milliyetçiliği ile sembolleşen Saddam Hüseyin iktidara gelmiştir. Irak 1958’de batı ekseninden çıkarken, özellikle Baas ve Saddam ile Arap milliyetçiliğinin ön planda tutulduğu bir anlayış ile yönetilmiştir. Saddam döneminde, Baas ekolü büyük oranda yönetime yansımış, daha seküler ve daha milliyetçi bir yönetim görülmüştür.

Irak’ın Mezhep ve Etnik Yapısı


Saddam’ın bu yönetim anlayışı, ülke içinde en çok Kürt nüfusu rahatsız etmiştir. Yaklaşık %14 olarak tahmin edilen Irak Kürtleri, Saddam’ın Arap milliyetçisi politikaları karşısında destek aramış ve bu bağlamda Amerikan işgalini de büyük oranda alkışlarla karşılamıştır. Ülkenin yaklaşık %60’ını oluşturan Şiiler ise, seküler sisteme olan tepkileri ve özellikle İran-Irak savaşı döneminde maruz kaldıkları uygulamalar dolayısı ile Saddam yönetimine muhalif olmuşlardır, ancak Kürtler gibi Şii nüfusun da Amerikan işgaline destek verdiğini söylemek doğru olmaz, nitekim Saddam sonrası dönemde ABD karşıtı en dirençli gruplardan olmuşlardır. Yaklaşık %35’lik bir nüfus kendini Sünni olarak nitelese de, Irak’ta Sünnilik Sünni kesimin ön planda tuttuğu bir kimlik değildir. Diğer bir deyişle, Sünni popülasyon ya Baas’çı ulusalcı seküler Araplar, yani Saddam destekçileri ve ya Kürt milliyetçiliğini ön planda tutan Kürtlerdir. Dolayısıyla Irak’ta Şiilerin aksine, mezhep siyaseti güden Sünnici bir talepten bahsetmek yanlış olacaktır. Irak’ta diğer bir grupta nüfuslarının %10 olan Türkmenlerdir.Türkmen nüfusu, Saddam döneminde ve özellikle ABD işgalinden sonra, Kerkük gibi büyük Türk kentlerinde, Kürt hakimiyeti sağlanmasından sonra, Nüfus kayıtlarının da büyük ölçüde manipülasyona uğramıştır.[1]
Burada dikkat çeken nokta, tıpkı Suriye Türkmenleri gibi Irak Türkmenlerinin de, Türkmen kimliklerini ön planda tutmaktan ziyade, Şii ve de özellikle Sünni hareketlerin içinde erimeye zorlanmaktadır. Şii Türkmenler, baskın Şii kimlikleri nedeniyle kendi eğilimleriyle erirken, Sünni Türkmenler ise AKP Hükümeti tarafından bağımsız Türkmen siyasetinden çok sunni Arap siyaseti içinde yer almaya itilmektedir. Irak’ta Türklüğü geri planda tutup Sünniciliği ön plana koyan AKP politikası Türkmenlerin Araplaşmasını da beraberinde getirmektedir çünkü Irak’ın Sünni Türk’lerinin Türkiye’den başka hamisi yoktur ve Türkiye’nin politikasının üzerlerinde büyük etkisi vardır.
Kürtler ve Araplar milliyetçi siyasetleri sayesinde Irak’ta ciddi haklara sahipken, 3. büyük etnik grup Türkmen’lerin hakları ise onlarla kıyaslanamayacak derecede azdır. Buna örnek olarak Irak Anayasası’nda ana dil olarak sadece Arapça ve Kürtçenin tanınması verilebilir. Hem etnik hem de mezhepsel siyasetin yapıldığı bu karmaşık toplumsal yapı da Saddam döneminde istikrarlı bir yapıdan bahsetmek mümkündür. Burada hiç şüphe götürmeyen bir gerçek, Saddam’ın sağladığı mutlak otorite bu istikrarı sağlayan ana faktör olmuştur. Ancak bu otorite faktöründen hemen sonra gelecek etken ise, Saddam’ın ve ya Baas geleneğinin seküler, mezhepçi olmayan politikasıdır.

Şia Hakimiyeti ve Maliki


ABD işgalinden sonra, Saddam’ın devrilmesiyle birlikte ise yeni bir dönem başladı. Irak’ta en büyük etnik grup olmalarına rağmen şii Araplar, Irak’ta yönetici unsur değildi. Osmanlı’dan sonra Haşimi Sünni Kral ve sonrasında da Sosyalist Baas tarafından yönetildi. Hükümetin seçimlerle belirlenmesi sayısal çoğunluğa sahip şiileri iktidara taşırken, bölgede mezhep savaşlarına sahne oldu. Saddam döneminin en önemli özelliği, bir mezhep dayatması olmayışı yani demokratik olmasa da, otoriter seküler bir yönetim sergilemesiydi. Saddam’dan sonra 2005 yılında Şii Caferi’nin başbakanlık koltuğuna oturması, ‘Dava’ partililer için bir milat olarak görülürken, dış basında da Irak’ta sekülerliğin sonu olarak yorumlandı[2]. Irak’ta bugün ki iç çatışmalar bu seküler yönetimin aslında Irak’ı ayakta tutabilecek tek sistem olduğunu da göstermektedir. Irak, Necef ve Kerbela gibi manevi önemi yüksek yerleri içinde barındırmasının yanı sıra, tarihten bu yana Şia’ya hem ilim adamı hem savaşçı yetiştirmiştir. Ali Hüseyni Sistani gibi pek çok, Ayetullah olarak nitelenen din adamı da Irak’tan çıkmış ve ya eğitimini Irak’ta görmüştür. İran’da sadece Şia’nın kutsal saydığı İmam Rıza ve Hz. Masume’nin mezarları bulunurken, Irak’ta 7, 9, 10 ve 11. imamlarla birlikte Hz Ali ve Hz. Hüseyin’in türbeleri bulunmaktadır. Dolayısıyla Irak Şia için vazgeçilmez hatta coğrafi tarih olarak İran’dan dâhi daha önemlidir. Buna ek olarak Irak ve İran’daki şiiler de birbirinde kopmuş değildir. Irak-İran savaşında Iraklı şiilerin İran’dan yana savaşması bunun en açık kanıtıdır. Ray Takeyh de “Gizli İran” isimli kitabında bu yakınlığa dikkat çekerek; “Her iki partinin de (Dava ve Irak İslam Devrim Yüksek Konseyi(SCIRI)) Tahran’la yakın ilişkileri vardır ve İran-Irak savaşı sırasında İslam Cumhuriyeti ile müttefik oldular. SCIRI İran tarafından kuruldu, milisleri, Bedir Tugayları, Devrim Muhafızları tarafından eğitilip donatıldılar. Olağanüstü baskılar altında El Dava İran’a sığındı.”[3]
Irak Şii’leri radikal kimlikleriyle de sünnilerden ayrılmaktadır. Maliki’nin iktidar ortaklarına da bakıldığında bu radikallik göze çarpmaktadır. Bu radikal mezhepçi tutum seküler Baas ile kıyaslandığında, Irak’ta bugüne kadar Saddam döneminde yapılmamış olan mezhepsel baskının, Maliki döneminde yapıldığı görülmektedir. Maliki’nin hükümet ortakları, Irak Şia’sının en radikal hatta savaşçı isimleridir. 2005’te Birleşik Irak adı altında Şii ittifakı şeklinde, Maliki’nin de içinde bulunduğu birlik 275 sandalyeli mecliste140 sandalye kazanmıştı.[4]
2010 seçimlerinde ise Maliki bu birlikten ayrılarak Hukuk Devleti koalisyonu ile seçime girdi. Maliki’nin diğer Şii gruplardan daha ılımlı bir politika izleyeceği düşünülürken, kalan diğer radikal şii gruplarda Irak Ulusal İttifakı altında toplandı. Birleşik Şii İttifakı’nın halefi olarak görülen Ulusal İttifak içerisinde, Irak İslami yüksek Konseyi, Sadr hareketi, Bedr örgütü, Fazilet Partisi ve Ulusal Reform akımı gibi önde gelen Şii partiler bulunmaktadır. Mezhepçi bir imaj çizmek istemese de, İttifak’ın temel siyaseti Irak Şiilerine yöneliktir ve amaç Irak’ta Şiiliğin egemen kılınmasıdır.[5] Ray Takeyh İran’ın Sadr hareketiyle olan ilişkisine ayrıca dikkat çekmiş ve Mehdi ordusuna yardım ettiğini belirtmiştir. Takeyh ayrıca Sistani ile de İran’ın yakın ilişki içerisinde olduğunu ve İran’ın Sistani’nin faaliyetlerinden memnuniyet duyduğunu belirtmiştir.[6]
Her ne kadar Maliki bu gruptan ayrılarak daha ortada kendini konumlandırmaya çalışmışsa da, 2010 seçimlerinin hemen ertesinde, temel de bu iki grup arasında fark olmadığı açığa çıkmıştır. Maliki seküler siyaseti benimseyen ve sandıktan birinci çıkan Allavi ile hükümet kurarak halkın daha çok kesimini yürütmede temsil etmektense, Radikal Şii grupları içinde barındıran Irak Ulusal İttifakı ile işbirliği yapmıştır. Maliki’nin kendini merkeze konumlandırmaya çalıştığı bir dönemde dahi El Irakiye ile değil Şii Ulusal İttifak’la hükümet kurması, Maliki yönetiminin Şii İslamcı yapısını ortaya koymaktadır. Karşı tarafta ise bu şiici harekete sünnici bir karşılık değil seküler bir tavır olan Irak Ulusal Hareketi yani El Irakiye koalisyonu vardır.
2010 seçimleri sonunda, 2005’e benzer şekilde Şii Birliği’nin oluşturulmasından sonra, seçimlerde birinci olmasına rağmen Maliki’nin Kanun Devleti ve Caferi’nin Ulusal İttifak’ı tarafından hükümet dışına itilen, El Irakiye lideri Allavi, Irak’ın mezhep savaşına sürüklendiğini belirterek, mezhepçi siyaseti eleştirmiştir.[7] Kısaca ülkedeki Şiici çoğunluğu ve Sünnilerin seküler kimliğini, 2013 seçim sonuçları göstermektedir. Bu seçimlerde, hem Şii hem de Sünnilerin desteklediği, seküler El Irakiye birinci çıkarken, Maliki’nin Kanun devleti ve yine Şii İttifak partisi 2. ve 3. olmuştur. Bunlardan sonra gelen parti ise Barzani’nin KDP’sidir. Bu seçim sonuçları da göstermektedir ki, Irak’ta 3 büyük siyasi eğilim, Şii İslamcılar, Seküler Arap milliyetçileri ve Kürtçülerdir.
Hâlihazırda devam eden ve son dönemde Maliki’nin ABD’den destek almasıyla iyice tırmanan Irak iç savaşı birçok kesimce mezhep savaşı olarak algılansa da, bu tamamıyla doğru bir tespit değildir. Irak’ta Maliki hükümeti Şii İslamcı bir yönetim sergilemektedir. İçinde barındırdığı İran-Irak savaşında İran safında savaşmış Bedir Örgütü gibi koalisyon ortakları ve Sistani gibi ruhani liderleri, yönetimin mezhep çatışmalarının yaşandığı bölgede İran’a tabii olarak yakın olduğunu göstermektedir.
Şia politikalara karşı koyduğu varsayılan ikinci grup ise Irak Sünnileridir. Ancak El Irakiye’nin seküler politikasına bakıldığında, seküler milliyetçi sünni ve şii Arapların sünnici bir savaş yürüttüklerini söylemek yanlıştır. Mezhep savaşı olarak nitelendirilirken yapılan kilit hata işte bu noktadadır. Şiiliği hakim kılmaya çalışan Maliki politikalarına, sünnici fikir ile karşı koyanlar Irak halkı değil, s elefi El Kaide’dir. Irak’ın Sünni popülasyonunun Saddam’cı, daha doğrusu seküler milliyetçi yapısı bilinirken, radikal İslamcı El Kaide’ye destek vermesi beklenmemelidir. Mezhep savaşları dolayısıyla yakınlarını kaybeden ve ya çeşitli zarar gören Sünniler, münferit olarak El Kaide’ye katılmaktadır, ancak El Kaide’nin tüm dünyadan katılım alan bir örgüt olduğu düşünüldüğünde, bu katılımların bu savaşı, Irak Sünnilerinin savaşı yapmayacağı da aşikârdır.Dolayısıyla bu savaş Iraklı Sünniler ve Şiilerin mezhep savaşı değil, El Kaide ve Irak Şii yönetiminin savaşıdır. Bu iki grubun arka planlarına bakıldığındaysa, bölgede doğal iki düşman İran ve Suudi Arabistan ortaya çıkmaktadır.



Irak El-Kaidesi - IŞİD





El Kaide, Usame bin Ladin tarafından kurulmuş ve Selefi fikirle yoğrulmuştur. Kendilerini selefi olarak isimlendiren bu yapı, işte bu fikir nedeniyle Türkmenleri ve ya kendilerinden ayrı olarak örneğin Suriye’de Özgür Suriye Ordusu adı altında savaşan Sünni Arapları dinsiz ilan edebilmektedir. El Kaide kuruluşunda en büyük tehdit algısı Sovyetlerken, daha sonra ABD olmuştur. 11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin açık hedefi haline gelen El Kaide, sadece bir örgüt değil, Müslüman gençlerin arasında cihat’ın temel sembolü olan bir fikir akımı haline gelmiştir. Ömer Turan da bununla ilgili olarak “El-Kaide adından da anlaşılacağı üzere tüm İslami hareketlerin faaliyet alanı bulabileceği bir üs konumundadır. Mesela Eymen Zevahiri liderliğindeki Mısırlı cihat grubu El-Kaide şemsiyesi altında faaliyet gösteren gruplardan sadece biridir.”[8]
Irak El Kaide’sinin gelişimi de buna benzerdir, nitekim önce bağımsız bir örgüt olarak kurulmuş, sonraysa El-Kaide’ye şekli bir bağlılık ilan edilerek, şemsiyesi altına girilmiştir. Ebu Musab El Zerkavi’nin Afganistan’da eğittiği takipçileriyle Irak’a gelmesi, hareketi Irak’a taşımıştır. İlk dönemlerinde bu hareket El Kaide’den bağımsızdır ve Zerkavi harekete Tevhid ve Cihad Grubu ismini vermiştir. 2004 yılında Zerkavi El Kaide’nin ‘marka değerine’, El Kaide de Zerkavi’nin operasyon gücüne ihtiyaç duymuştur ve Zerkavi El Kaide’ye bağlılığını ilan etmiştir.[9] Ancak Zerkavi ve Ladin arasındaki fikirsel farklılıklar belirgindi. Usame bin Ladin, yerel güçlere destek veren uzak düşman yani ABD ile savaşılması gerektiğini düşünürken, Zerkavi yakındaki yani Ortadoğu’daki düşmanlarla savaşılması gerektiğine inanıyordu. Zerkavi Şiilere karşı düşmanca tutum içerisindeyken, Ladin bunun bölücü bir tutum olduğunu düşünmekteydi. Bu fikir farklılığı Irak ve Suriye’de bugün devam eden mezhep çatışmalarının da ana sebebi olmuştur nitekim Zerkavi’nin stratejisinin dört temel adımı; ABD’yle silahlı çatışmaya girmek, Irak’lı güvenlik güçlerinin örgütlenmesini engellemek ve insanları bunlarla işbirliğinden alıkoymak, ülkedeki ekonomik kalkınma sürecine darbe vurmak ve Sünni-Şii çatışması çıkarmaktır.[10]
Amerika’nın Irak işgali sırasında, intihar eylemleriyle sesini duyuran Irak El Kaide’sinin, ABD çekildikten sonra da saldırılarını devam ettirmesi, Irak’ta El Kaide’nin savaşının sadece ABD karşıtı olmadığını göstermiştir. Suriye’de İran destekli Esad’a, Irak’ta yine İran destekli Maliki’ye saldıran, Irak El Kaide’si, Sünnilik adına Şia’ya savaş açmış gözükmektedir. Ancak bu ‘cihat’ Irak Sünnileri tarafından kabul görmemiştir. Zarkavi’nin 2006’da öldürülmesinin ardından, hareketin adı Irak İslam Devleti olarak değiştirilirken başına da Ömer El Bağdadi getirildi. Örgütün adının Irak ile ilişkilendirilmesi ve bir Iraklı Arabın örgütün liderliğine getirilmesinin amacı sünni halk tarafından Irak’a ait olmamakla eleştirilen ve dışlanan hareketin, Iraklı Sünnilere sempatik göstermekti.
Irak İslam Devleti de tüm bu çabalara rağmen Sünni Iraklılardan istediği destek görmediği gibi tepki görmüş ve Irak Sünni aşiretleri ABD desteğiyle Irak İslam Devleti’ne savaş açmıştır. 2010 yılından itibaren örgütün etkinliği azalırken, ABD askerlerinin çekilmesi ve Suriye savaşı ile birlikte yeniden yayılma şansı yakalamıştır. Suriye savaşına da müdahil olan örgüt, Nusret cephesinin kendilerine katıldıklarını iddia ederek, ismini ‘Irak Şam İslam Devleti’ olarak değiştirmiştir. Bu isimde Şam’dan kastın Ürdün, İsrail, Lübnan ve Suriye topraklarını kapsayan tarihi Suriye toprakları yani Levant’ın[11] mı yoksa bugünkü Suriye topraklarının mı olduğu bilinmemektedir. Ancak buna rağmen, batı kaynaklarında örgütün adı Irak ve Levant’ta İslam Devleti olarak çevrilmektedir.

Suudi Desteği

Adından da anlaşılacağı üzere, Zerkavi ile başlayan Irak’taki cihatçı hareket, hala Ladin’in uzaktaki düşmanla değil, yakındaki düşmanla savaşma fikri ile devam etmektedir. Örgüt, Zerkavi’nin savunduğu gibi Ortadoğu’daki rejimleri değiştirmeyi hedeflemektedir ve Şii’lere düşmanca tutum sergilemektedir. Böylesi bir savaşın en büyük destekçisinin Suudi Arabistan olması kaçınılmazdır. Suudiler Ortadoğu’da kendilerine en büyük rakip ve düşman olarak İran’ı görmektedir, dolayısıyla İran’ın Ortadoğu’da Şiilik üzerinde jeopolitik etkinlik kazanma girişimlerinden fazlasıyla rahatsız olmaktadırlar.
İran’a direkt savaş açmanın yükünden kaçınan Suudiler, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, ABD’nin Rusya’ya karşı uyguladığı  stratejisi olan çevrelemeyi İran’a karşı denemektedir. Riyad öncelikle Tahran’ın Suriye’deki etkisini Esad rejimini devirerek yıkmayı hedeflerken, Irak’ta da yine El Kaide ile Şii yayılmacılığının önüne geçmeyi amaçlamaktadır. Azerbaycan’la yapılan ikili ekonomik anlaşmalar da Suudi Arabistan’ın politikasını ortaya koymaktadır. İran’ın komşusu ve 35 milyon Azerbaycan Türk’ünün İran’da yaşıyor olması sebebiyle, Azerbaycan İran için önemli bir komşudur. Suudi Arabistan da Azerbaycan’ı safına çekmeye çalışmakta ve Arap sermayesi ile orayı elinde tutmak istemektedir. Yine buna örnek olarak; Dağlık Karabağ sorununda Suudi Arabistan, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü tanıdığını açıkça ifade etmiştir.[12]
Özetle, El Kaide ve bu noktada aralarındaki ihtilafa rağmen İŞİD için Sovyet ve ABD tehditlerinin sonlanması ve ABD’nin Irak’tan çekilmesine rağmen bitmeyen savaşının arkasında Suudi desteği ve yönlendirmesi vardır. Eski ABD Bağdat Büyükelçisi Christopher Hill Irak’taki terörü Suudilerin desteklediği bilgisini aktarmıştır.[13] Batılı ve Kanada merkezli muhalif bir araştırma merkezi olan Global Research’ın haberinde de, Suudi Arabistan’ın silah dolu tırlarının, Anbar vilayetinden Irak’a girmek üzereyken, operasyonlar nedeniyle durduğu ileri sürülmüştür. Habere göre 70 civarında, intihar bombacıları için ve diğer mühimmatları taşıyan tır, Irak hükümetinin bölgede yürütmekte olduğu operasyonlar nedeniyle Irak’a giriş yapamadı.[14]
Suudiler sadece Irak’ı değil, Suriye’de de muhalifleri ve selefi İslamcıları desteklemektedir. Fransız Le Figaro’dan Georges Malbrunot’un haberine göre, bu trafik CIA tarafından yönlendirilmektedir. Ürdün de ajanlarıyla birlikte bu sevkiyatın taşımacılık aşamasında görev almaktadır. Habere göre, bu sevkiyatta silah ve mühimmatı sağlayansa Suudi Arabistan.[15] Suudi Arabistan’ın 2000-2012 yılları arasında ordu harcamalarını %98 oranında arttırarak, ABD, Rusya, Çin’den sonra 4. ülke olması da, bu trafiği açıklar niteliktedir.[16]
Bu durum İran’ın Hizbullah ile Suriye’de Esad’ı desteklemesinden farklı değildir. Savaşın öbür tarafının İran destekli olduğu ise gayet açıktır. ABD’nin ve bugüne dek Türkiye’nin merkezi Irak yönetimine mesafeli olması da işte bu Şia ve İran bağından ötürüdür. Irak’ta süregelen çatışmalar bu yönüyle incelendiğinde, Irak halkının kendi içinde bir mezhep savaşına tutuşmasından çok, İran ve Suudi Arabistan’ın, Maliki ve El Kaide’yi kullanarak Irak coğrafyasında kendi savaşlarını ‘vekaleten’ yaptırdıkları görülecektir.

Sonuç: Güçlenen Şia, Kıskaçtaki Vahhabilik

Cenevre 2 barış sürecinde, Esad’ın kalacağı artık netleşince, Suriye savaşından en karlı çıkan İran olmuştur. AKP Hükümetinin sünnici politikaları çökmüş gözükmektedir. Davutoğlu’nun Irak ve İran ziyaretleri ve Başbakan’ın İran ziyareti, bugüne kadar uzlaşmaz tutum sergilenen Irak Şiileri, Maliki ve İran’la bölgede yalnızlığın giderilmesi adına buzların eritilmesidir. Bir başka deyişle Davutoğlu dış politikası, Esad ve Maliki’li Orta Doğu’yla yaşamayı öğrenmektedir.
Bölgede 2011’den buyana en radikal dış politika izleyen ülkelerden olan Türkiye’nin, yani AKP hükümetinin bu denli dış politika değişikliğine gitmesi, ortadoğu’da özellikle Irak, Suriye ekseninde, Şii hakimiyetinin artışını göstermektedir. Türkiye, her ne kadar Esad karşıtı tavrını sürdürse de, İran’a karşı yakınlaşma çabaları ortadadır. Bunda Cenevre-2’nin ve özellikle İran-ABD anlaşmasının etkisi büyüktür. Öte taraftan, prestij kazanan İran karşısında, Suudi Arabistan Washington ile arasında gerilim yaratmak pahasına bölgede gittikçe yalnız kalmaktadır.
Ürdün artık Suriyeli isyancılara silah geçişine izin vermemektedir. Türkiye’nin tutumu ve İran yakınlaşması ortadadır. Bunlardan daha önemlisi, ABD de El Kaide’ye karşı Şii Maliki yönetimiyle iş birliğine gitmiş, silah desteği sağlamıştır. Suudilerin son dönemde politik açıdan tek destekçilerinin İsrail olması da, bölgede ne kadar yalnız kaldığını göstermektedir. Irak iç savaşının çözümü, Irak’ta seküler bir hükümetin kurulması ve Şii yayılmacılığının durdurulmasıdır çünkü bu gelişme El Kaide’nin zaten seküler yapıda olan Irak Sünnileri arasında yaşam alanı bulamamasını sağlayacaktır. Ekim 2013’te başlayan silah yardımı görüşmeleri çerçevesinde, ABD Dışişleri Bakanı’nın ziyaretlerinden sonra alınan ve uygulamaya konulan çözüm, ABD silahlarıyla, Maliki eliyle El kaide’ye karşı savaştır. Bu çözüm, savaşın esas tedarikçilerine müdahale etmemektedir.
Özetle, eğer El Kaide’den Suudi desteği çekilmezse ve İran yayılmacılığı önlenmezse, her ne kadar IŞİD kısa dönem de çökertilebilse de, birçok selefi cihatçının bölgede olduğu bilinmektedir ve gerilla savaşı yürüten militanlara karşı bu savaşta uzun sürecektir. Düşük ihtimal olmakla birlikte, etkisi çok olacağı için akılda bulundurulması gereken, 2014 ve ya 2015’te çıkabilecek potansiyel Suudi Arabistan-İran ve ya Suudi destekli İsrail-İran savaşıdır. Suudi Arabistan mevcut gidişatta, her geçen gün yalnızlaşmakta ve güç kaybetmektedir. İsrail’le olan siyasi çıkar ve hasım ortaklığı ve Suudi’lerin yüksek silah gücü, bu ihtimali oluşturan ana etkenlerdir. Direk savaş olmasa bile, İsrail tarafından açılacak bir savaşa da Suudi desteği muhtemeldir. ABD ve İran arasında devam eden görüşmelerde nükleer anlaşma sağlanamazsa, Suudi destekli bir İsrail saldırısı ihtimali daha da artacaktır. Sonuç olarak, bölgede İran lehine işleyen süreç adil bir çözüm üretmediği için, kalıcı bir barış tesis etmesi de beklenmemelidir.




[1] İlhan Yılmaz, Geçmişten Günümüze Irak’ta Türkmen Politikası, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 12, Bahar, 2006
[2] http://www.opendemocracy.net/conflict-iraq/article_2516.jsp
[3] Ray Takeyh, Gizli İran, s.209, Çvr: Cem Küçük, Ekvator Yayınları, İstanbul, 2007
[4] http://setav.org/tr/30-ocak-2005-irak-secimleri-sonrasi-irak/yorum/270
[5] http://www.orsam.org.tr/tr/Secimler/partigoster.aspx?ID=1&DetayID=3
[6] Ray Takeyh a.g.e, s. 210
[7] Allavi: Irak Mezhep Savaşına Sürükleniyor, 13 Mayıs 2010,http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haber&ArticleID=114208
[8] Ömer Turan, İslami Hareketler, s.200, İstanbul, 2002
[9] Serhat Erkmen, Irak’ta El Kaide’nin Doğuşu, Gelişimi ve Bugünü, 21.yy Türkiye Enstitüsü, Sayı:60, Aralık, 2013
[10] Serhat Erkmen, a.g.m.
[11] Levant: Akdeniz’in kıyısındaki Doğu Roma topraklarını belirtmek için kullanılan Fransızca kökenli kelime. Bugünkü Suriye, Ürdün, Lübnan, İsrail, Hatay ve Kıbrıs’ı içinde barındırmaktadır.
[12] http://www.1news.com.tr/azerbaycan/siyaset/20131106015244631.html
[13] http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/24047-suudiler-irakta-mezhep-savasi-kiskirtiyor.html
[14] http://www.globalresearch.ca/saudi-arms-shipments-to-al-qaeda-rebels-waiting-behind-iraqs-borders-with-syria/5363794
[15] http://www.globalresearch.ca/cia-is-leading-massive-arms-deliveries-to-rebels-in-syria-saudi-arabia-training-terrorists/5357531
[16] http://www.globalissues.org/article/75/world-military-spending


http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/7420



..

28 Haziran 2016 Salı

Başkanlık Sistemi ve Türkiye’de Uygulanabilirliği Üzerine Siyasal Tartışmalar


Başkanlık Sistemi ve Türkiye’de Uygulanabilirliği Üzerine Siyasal Tartışmalar
Halil İbrahim EKİZCE













GİRİŞ


Sosyal bir varlık olan insan, doğduğu andan başlayarak ölene kadar bir toplum içinde yaşamak zorundadır. İnsanoğlu günümüze dek, toplumun yapısı ve çeşitli sorunlarıyla ilgilenmiş, bunlar üzerine düşünerek çözümler getirmeye çalışmıştır. İnsanlar için toplum düzeni gerekli midir, nasıl olmalıdır, devlet doğal bir organizma mıdır yoksa insanların inşa ettiği bir siyasal yapı mıdır, devletin birey ya da vatandaş üzerindeki meşruluğu sınırsız mıdır, en iyi yönetim şekli hangisidir gibi sorular üzerinde durmuş ve bu soruların her birinin ortaya çıkarttığı değişik ve çeşitli sorunlara çözümler aramıştır.

İnsanoğlu, siyaset felsefesi literatürünün temelini oluşturan sorulara cevap arayadursun; şüphesiz ki bu makalemizin konusunu; ‘’Başkanlık Sistemleri’’ kısa tanımı ve özellikle de ‘’Türkiye’de Başkanlık Sistemi’’ özelindeki tartışmalar oluşturacaktır.
1. Parlamenter Sistem ve Başkanlık Sistemi Nedir?

Parlamenter sistemlerde hükümet, parlamento içinden seçilir ve parlamentoya karşı sorumludur. Hükümetin göreve başlaması için güvenoyu alması gereklidir. Yürütme, cumhurbaşkanı ve başbakanın liderliğinden oluşur. Hükümetin başkanı, başbakandır ve genellikle parlamentoda en fazla koltuk sayısını elde eden partinin de lideridir. Cumhurbaşkanı ise, partiler üstü tarafsız bir kurumdur.Parlamenter sistemlerde her ne kadar kanun yapma yetkisi parlamentoya ait olmakla birlikte kanun yapımında yürütmenin ağırlığı daha fazladır. Bu ağırlığı kanunlaşan tekliflerin büyük bir çoğunluğunun kanun tasarısı olmasında da görmekteyiz.

Başkanlık sistemlerinde, devlet başkanı ve parlamento halk tarafından ayrı seçimlerde seçilerek göreve gelir. Hükümetin başkanı, devlet başkanıdır. Hükümet, devlet başkanının seçtiği üyelerden oluşur. Başkanlık sistemlerinde yürütme ve yasama arasında katı bir güçler ayrılığı vardır.

3. Türkiye’de Yeniden Başkanlık Tartışmaları ve Erdoğan

Türkiye yakın tarihinde hükümet istikrarsızlıklarının yol açtığı tıkanıklığı çözmek adına rejimin niteliğinin değiştirilmesi argümanları tartışılmıştır. İlk tohumlarını Doğru Yol Partisi ve Refah Partisi’nin ortaya attığı bu fikirler özellikle Süleyman Demirel ve Turgut Özal zamanlarında tekrar gündeme gelmiştir. 10.Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Demirel’den sonra makamı doldurmasıyla ise bu tartışmalar ileri bir tarihe ertelenmiştir.

1969 yılında Necmettin Erbakan’ın başlattığı ‘’Milli Görüş’’ içerisinden gelen ve kendilerini yenilikçi atfederek ayrılıp Bülent Arınç ve Abdullah Gül ile beraber AKP’yi kuran Recep Tayyip Erdoğan, ‘’2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’’nde  sandıktan çıkmış ve akabinde 2002’den bu yana sürdürdüğü Başbakanlık görevinden istifa etmiştir. Bu siyasal değişim ise ülke gündemini, iktidarı daha fazla kontrol altına almak ve gücü maksimize etmek güdüsü ve amacıyla yeniden Başkanlık Sistemi tartışmalarına taşımıştır.

                12.Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başkanlık sistemi konusunda en kapsamlı ve en açık konuşmasını 29 Ocak 2015 tarihinde Trt’de yapmıştır: ‘’…Parlamenter sistem tamamen yok farz edilmiyor ki. Amerika’da mesela Temsilciler Meclisi ve Senato var. Türkiye illa onu yapacak değil. Parlamento ve milletvekilleri olarak bunu alır ve süreci işletir. Tabi ki denetim esaslı olacak. Parlamento denetleyecek. Meclisin vermediği izni siz kullanamazsınız. Belirlenmiş bir yetki alanı var…Yargı engelliyor mesela. Halk, sorumlu olarak siyasiyi suçluyor. Yargı ile sürtüşüyorsunuz. Bunların düzeltilmesi lazım…’’

                Bu konuşma açıkça şunları ortaya koymaktadır;
-ABD sistemini -iki meclisli kongre denetimini- reddediyor.
-Denetimi sadece milletvekilleri ve parlamentoya bırakıyor. Unutulmamalıdır ki; ‘’Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu’’ şüphelileri olan dört bakanı, yargıya yollamaya gerek görmeyen; vicdani, ahlaki ve etik gibi değerlerin parti çıkarları altında ezildiği, salt pragmatist ve hatta Machievellist partililerden oluşan çoğunluğun hüküm sürdüğü bir meclis olması bakımından önem arz ediyor.
-Cemaat-Akp ayrışmasından önce; KPSS, YGS, LYS gibi sınavlarda kopya çekildiğinin ayyuka çıkması, önemli devlet kademelerinde, emniyette, yargıda, milletvekilliklerinde kadrolaşma gibi daha fazla güç uğruna ahlaksız pazarlıkların, çıkar çatışması sonucuyla çatırdaması ile Akp’nin cemaati paralelci olarak nitelendirdiği -yakın geçmişte çıkar ortağı olmamış gibi algı yönetimine rağmen- hakimlerden çekinerek yargıyı devre dışı bırakma isteği üstteki konuşmadan rahatlıkla çıkarılabilir.
                 
Türkiye’nin Hizipleştirilen ve Kutuplaştırılan Kültürü Başkanlık Sistemi’ne Uygun mu?

Bir siyasi sistem veyahut kanunlar oluşturulurken evrensel işleyişin yanında o ülkenin içinde bulunduğu politik durum, gelenekler, örfler, yaşayış biçimleri temel alınır. Bu bağlamda, Batı demokrasisinin gelişmesinde büyük etkisi olduğuna inandığımız yönetim biçimine baktığımızda, parlamenter sistemi görmekteyiz ki, bu sistemin özellikle İngiltere’de yüzyıllardır toplumsal koşullar içerisinde geleneklerle oluşarak kurumsallaşmış olması oldukça dikkat çekicidir. Keza ABD’nin 1776 Bağımsızlık Bildirgesi’nden bu yana aynı sistemle yoluna devam ediyor olması, siyasal sistemde kültürün önemini gözler önüne sermektedir. Türkiye’nin ise Başkanlık Sistemi’ne ihtiyaç duyacak hangi siyasi süreçlerden geçtiği önemli bir sorudur. Başkanlık sistemi bu rejimin tarihi özelliklerinden dolayı yalnız ABD’de başarıyla uygulanabilmektedir. Latin Amerika ülkeleri bu sisteme özendikleri bir dönemde askeri darbelerden başlarını alamamışlardır.

Sıfır Toplam Oyunu: 

Başkanlık sistemi, kazananın her şeyi aldığı, kaybedeninse her şeyi kaybettiği bir ‘’Sıfır Toplam Oyunu’’ olarak uzlaşıyı değil, kutuplaşma eğilimlerini teşvik eder. Parlamenter sistemde kaybeden partilere oy verenler mecliste muhalefet partileri tarafından temsil edilir. Başkanlık sisteminde ise kaybeden adaya oy verenlerin bu makamda temsil edilme olanağı yoktur. Parlamenter sistemde seçimi kaybeden partinin lideri muhalefet lideridir. Başkanlık sisteminde ise seçimi kaybeden aday hiçbir şey değildir. Siyaset dışı kalmıştır.

Üniter-Fedaratif Yapı Ayrımı: 

Türkiye’de Başkanlık Sistemi’nin uygulanması konusunda bir diğer boşluk ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ankara merkezli üniter yapısı devam edecek mi yoksa dünyadaki hemen hemen bütün başkanlık rejimlerinde görülen federasyon ya da konfederasyon mu söz konusu olacağı sorusudur. G-20 ülkelerine baktığımızda, bu ülkelerin yarısının çeşitli türlerdefederal yapıda olduğunu görürüz. ABD, Kanada, Almanya, Britanya, Brezilya, Arjantin, Meksika, Hindistan, Avustralya, Rusya örnek olarak verilebilir. Ayrıca İtalya’da da “özerk bölgeler” bulunmaktadır.

Başkanlık sisteminin mutlaka diktatörlüğe, parlamenter sistemin de mutlaka demokrasiye yol açacağı gibi bir varsayım elbette doğru değil. Yönetim sistemi ile demokrasi arasında bir ilişki olsa bile, tek etken bu değil. Demokrasinin kurumlarının işleyip işlememesi, demokrasi kültürünün yerleşmesi, ekonomik gelişme düzeyi gibi bir dizi başka etken demokrasiyi etkiliyor. Ancak yapılan araştırmalar parlamenter sistemle yönetilen ülkelerin demokrasi ile sonuçlanması olasılığının daha yüksek olduğunu gösteriyor. Örneğin, Juan Linz’in 53 ülkede yaptığı araştırmada, parlamenter sistem uygulayan 28 ülkeden 17’sinin demokrasi ile yönetildiğini (%61), buna karşılık başkanlık sistemi uygulayan, 25 ülkeden 5’inin demokrasi olduğunu (%20) ortaya koymuştur. Sonradan yapılan ve seçim sistemi, siyasal partiler gibi unsurları dikkate alan araştırmalar da bu bulguları doğrulamıştır.

               Dikta rejimi kurulabilir

           Demokrasi geleneğimiz başkanlık sistemini kaldıracak nitelikte değildir. Bu sistem demokratik gelişmesini henüz tamamlamamış ülkemizde yürütme ile yasamanın birbirine karışmasına ve böylece yürütmenin fiilen üstünlüğüne sebep olacaktır. Etkili kontrol ve dengeler mekanizmalarının bulunmadığı bir başkanlık sistemi kolaylıkla diktatörlüğe kayabilir. Türk toplumunda ve siyasetinde otoriter eğilimlerin ne denli egemen olduğu göz önünde tutulacak olursa, kontrol ve denge mekanizmalarının etkisiz kalması olasılığı yüksek. AKP’nin başkanlık sistemini ortaya atmasının nedeni, mevcut sistemdeki denetim mekanizmaları yüzünden, sistemin etkili çalışmadığı yolundaki inancı. O zaman, başkanlık rejimindeki çok daha sert denetim mekanizmalarını nasıl kabul edecek?

               Parti disiplininin olduğu ülkelerde başkanlık sistemi çalışmaz: 

      Kıta Avrupası ve Türkiye gibi ülkelerden farklı olarak, ABD’de Demokrat ve Cumhuriyetçi partiler, disiplinli bir yapıda değildirler. Hatta bir anlamda “no party system” ABD siyasi sisteminin belirleyici özelliğidir. Kıta Avrupası’ndaki tüm parti sistemlerinden farklı olarak, ABD partileri arasında ideolojik ayrılık yoktur, tek bir liberal partinin içindeki eğilimler olarak nitelendirilebilir. Bu ülkede partili parlamenter parti grup kararları ile bağlı olmadıkları için, başkanlar ve kongre çoğunluğu farklı partilerden olsalar da yasama-yürütme arasında işbirliği sağlanabilmektedir. Bu da iki güç arasında denge kurulmasını kolaylaştırmaktadır. Onun içindir ki, disiplinli partilere dayalı bir siyasi hayatta, ABD tipi Başkanlık rejiminin uygulanması daima askeri darbelere yol açmıştır. Türkiye’deki particilik anlayışı düşünüldüğünde, milletvekillerinin parti argümanları dışına çıkamadığı, çıksa bile partiden ihraca kadar gidilebildiği bir politik ortamda bu sistemin işleyebilmesi önünde önemli engeller vardır.

                Kohabitasyon (Çifte Meşruiyet) Sorunu: 
     
       Başkan’la Meclis’teki çoğunluğun aynı partiden olmaması durumunda, sistemin tıkanması olasılığıdır. Türkiye gibi, uzlaşı kültürünün düşük olduğu bir ülkede, bu riski yabana atmamak gerekmektedir. 10.Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve AKP’nin ilk dönemine rastlayan zamanda statükonun parlamenter sistem olmasına rağmen onlarca yasa teklifinin veto edildiğini fakat cumhurbaşkanı yetkilerinin başkanlık sistemindeki devlet başkanından çok daha az olması sebebiyle sistem kendini sürdürebildiğini iyi okumak gerekmektedir.

SONUÇ:

              Demokrasiyi yeterince özümseyememiş güçlü sivil toplum kuruluşlarının olmayışı, siyasal bölünmüşlükler ve zayıf yargı yapısı ile Türkiye bu sistemi taşıyamayacaktır. Şüphesiz ki; 07 Haziran 2015 Genel Seçimi’nde parlamenter sistem içinde oy kullanacak olmamıza rağmen aslında başkanlık sistemi için bir ön referandum yaptığımızın farkında olmamız gerekir. 08 Haziran sabahına uyandığımızda geceden sabaha ne değişir bilinmez ama daha eşit ve daha adil bir yaşam için umutlarımızın baki kalacağı kesin.
 Saygılarımla…
Halil İbrahim Ekizce

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

-Acemoğlu, D. Ve S.Robinson, Economic Origins of Dictatorship and Democracy, Cambridge University Press, Cambridge,2006.

-Ayan, Musil. F.2013. ‘’Hükümet Sistemleri: Başkanlık Sistemi ve Parlamenter Sistem’’ Karşılaştırmalı Siyaset: Temel Konular ve Yaklaşımlar. S.Sayari ve H.Dikici Bilgin (editörler). İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ss. 189-208.

-Kongar, E. (2015, Şubat). Başkanlık ve Federasyon. Cumhuriyet. 2013.

-Kongar, E.(2015, Şubat). Başkanlık mı Diktatörlük mü? Cumhuriyet. 2006
.

-Beceren, E./ Kalağan, G. İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:6 Sayı:11 Bahar 2007/2 s.163-181

– TEZİÇ Erdoğan, Anayasa Hukuku, Beta Yayınları, 1991- İstanbul.


Çandar, Cengiz. (2015, 31 Ocak) “Başkanlık Sistemi” değil “Tek Adam yönetimi”…



-Feyzioğlu, Metin. (2015, 29 Nisan) ‘’Bu Sistem Erdoğan Ceza Hukuku’dur’’