25 Şubat 2016 Perşembe

TAM BAĞIMSIZLIK NASIL KAZANILIR, NASIL KAYBEDİLİR?






TAM BAĞIMSIZLIK NASIL KAZANILIR, NASIL KAYBEDİLİR?

CİHAN DURA

21.7.2014


Tam bağımsızlık bir olgudur, gözlemlenebilir. 
Her olgu gibi, onun da meydana gelmesine, oluşmasına yol açan başka olgular vardır. Bu sebepler ortaya çıkıp gerçekleşmedikçe, tam bağımsızlık da gerçekleşmez. 
Bağımsızlığın derecesi de bu unsurların gücüne bağlıdır. Onlardaki bir gerileme, zayıflama, bağımsızlıkta da gerileme ve zayıflamaya sebep olur.  
İşte bütün bu etmenlere “tam bağımsızlığın belirleyicileri” adını veriyoruz.
Tam Bağımsızlığın belirleyicileri iki açıdan ele alınabilir. “Tam Bağımsızlığı sağlayıcı” etmenler, “tam bağımsızlığı yok edici” etmenler…


I) TAM BAĞIMSIZLIĞI SAĞLAYICI ETMENLER

Atatürk, cumhuriyetimizi kurarken iki olgu üzerinde çok durmuştur: Millî egemenlik ve tam bağımsızlık. Türkiye Cumhuriyeti’ni bu iki ilke üzerine inşa etmiştir. Ayrıca tam bağımsızlığı belirleyici unsurlara da değinmiştir, bu belirleyicileri şöyle sıralayabilirim:

-Milletimizin uygarlık yeteneği,

-Kaynak kullanma başarısı, 

-Egemenlik bilinci.

A) Uygarlık Yeteneği

Uygarlık (medeniyet) “bir toplumun fikir, sanat, bilim, teknoloji, ekonomi ve benzeri alanlarında önemli gelişmeler göstermesi, ortaya değerli eserler koyması”dır. Uygarlık yeteneği ise, “uygarlık yaratma, uygarlaşma gücü” olarak tanımlanabilir.

Atatürk şöyle diyor: Bir milletin, devletiyle ayakta kalması ve yaşaması için maddi güç yeterli değildir. O millet aynı zamanda uygar eser yaratma yeteneğine sahip olmalıdır: Edebiyatı ile, sanatı ile, bilimsel birikimi ile, teknik buluşları ile, dünya çapında kendini göstermesi, kanıtlaması gerekir. Uygar eser meydana getirme yeteneğinden yoksun bir millet, özgürlük ve bağımsızlığından da yoksun kalmaya mahkûmdur.

Neden böyledir? Çünkü bu eserler o toplumu güçlü kılar, ona karşı ilgi ve saygı uyandırır. İnsan kalitesi, bilgisi ve teknik imkânları, karar süreçlerine dış müdahaleyi zorlaştırır.

Demek ki, Türk milletinin de özgürlük ve bağımsızlığı, ortaya koyduğu ve koyacağı uygar eserlere bağlıdır. Milletimizin sahip olduğu medeni eserlere şu örnekleri verebilirim: Orhun Anıtları, Kutadgu Bilig, Süleymaniye Camii,  Piri Reis Haritası, Yunus Emre Divanı, Nasrettin Hoca fıkraları, Nutuk, Anıtkabir,…

Eğer “kültür olgusunun belli bir topluma ait olduğu, medeniyetin ise zaman ve mekan itibariyle daha geniş ve daha kucaklayıcı” olduğu düşüncesinden hareket edersek, o zaman burada uygarlık yerine kültür terimini kullanmamız, belki daha doğru olur. Zaten Atatürk de “kültür kavramı üzerinde sık sık ve ısrarla durmuştur.

B) Kaynak Kullanma Başarısı

Atatürk bu kavramdan, “bir milletin ekonomik yaratıcılığı”nı kast ediyor. Millet kendi doğal kaynaklarını, insanını, sermayesini ve mevcut üretim tekniklerini gereğince kullanmalı, bunları değerlendirebilmeli, onlarla katma değer yaratabilmelidir. Öte yandan, bu kaynaklara kendisininkilerden başka, diğer ülkelerin kaynakları da dahil edilebilir. Öyleyse, Türk milleti sahip olduğu arazinin servet kaynaklarından faydalanmalı,  bu yoldan bütün insanlığa da fayda sağlamalıdır. Bu sorumluluğunu yerine getiremezse,  yaşama hakkı ve bağımsızlığı yine tehlikeye girer.  

Kaynak kullanmakta başarılı bir millet zenginleşir. Yeni teknolojiler bulur, bilgili ve yetenekli insanlar yetiştirir. Bu sayede kuvvetlenir; kendi kararlarını kendi alır; dünyayı, başka ulusları etkileme gücü artar.

C) Egemenlik Bilinci

Tam bağımsızlık için bir koşul da bir milletin, milletimizin kendi iradesine, kendi egemenliğine sahip çıkabilmesidir. Bu egemenlik şunun bunun eline, değersiz insanların, işbirlikçi bedhahların eline bırakılmamalıdır. Bırakılırsa, karar alma süreçleri iç ve dış düşmanların etkisi altına girer, milletin değil, düşman güçlerin lehine çalışır.

II) TAM BAĞIMSIZLIĞI YOK EDİCİ ETMENLER

Dünyada, kendi refah ve gelişmelerini önemli ölçüde başka milletleri sömürmeye dayandırmış olan güç odakları vardır. Bunlar şu veya bu şekilde o ülke insanlarını tutsak ederler, olmayanları o duruma getirmeye çalışırlar; ülkenin kaynaklarını, pazarlarını ele geçirirler. Yöneticileri kendilerine bağlar, kullanırlar ki, bu olguya emperyalizm diyoruz.

Dünyada emperyalizm olduğu sürece milletlerin, bu arada Türk milletinin de bağımsızlığı hep tehlikede olacaktır. Ne yazık ki ülkemiz söz konusu güçlerin etkisi altına uzun yıllardır girmiş bulunuyor. Bu odakların başında ABD gelmektedir. Onu İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkeler takip ediyor. Bu sonuncu ülkeler Avrupa Birliği şemsiyesi altında ortak hareket edebiliyorlar. Ancak şunu önemle belirtmeliyim ki, devletler görünürdedir. Onları da kullanan asıl sömürgen güçler vardır ki, bunlar dev küresel şirketlerdir. En tepede “Derin Merkez” yer alır. Demek ki Türk milletini tutsak etmek isteyen, bağımsızlığını yok eden, perde arkasındaki asıl güç, Derin Merkez’dir; o merkezi oluşturan küresel şirketlerdir. Derin Merkez; “küresel ekonomide asıl güç kaynağı ve gizli karar merkezi olup, dünyadaki servetin çok büyük bir kısmını elinde tutan, az sayıda Amerikalı sermayedardan oluşan, ülkeleri yönlendirebilen büyük bankerler, finans tekelleri grubu”dur. 

Bir ülkenin bağımsızlığı hangi yollardan yok edilmektedir? Bunlar askerî işgal, işbirlikçi kullanma, zayıf karakterli yöneticileri kullanma, ekonomik ve kültürel baskılar, askerî ve ikili anlaşmalar şekillerini alabilir.

A) İşgal

Ülke yabancı güçlerce fiilen ve temelli işgal edilir. Ulusun her türlü bağımsızlığına son verilir.

Ülke fiilen işgal edilir. Yenilgiden sonra, ülkenin yabancı askerlerden arındırılması karşılığında, o toplumdan ekonomik, mâli, adlî ve diğer alanlarda bağımlılık yaratacak ödünler kopartılır.

Bu iki şeklin tarihte pek çok örnekleri vardır: Amerika’nın, Asya’da Hindistan, Çin gibi ülkelerin, Afrika’nın Batılı sömürgeci-emperyalist ülkeler tarafından işgali gibi.

B) Kapitülasyonlar

Tam bağımsızlığın ihlali; yabancı bir güce ödün verme, ayrıcalık tanıma şeklinde de ortaya çıkar. Her ihlal, yabancı odak (ülke, ülkeler topluluğu, kuruluş,…)  için bir kazançtır; o odağa Millet’e ait bir hakkın devredilmesi demektir. Yabancının kazandığı –dolayısıyla milletin kaybettiği- bu hakka genel olarak “kapitülasyon” adı verilir. Kapitülasyon bağımlılığın ürünüdür, tam bağımsızlığın zedelenmiş olduğunun en açık bir göstergesi ve kanıtıdır.

Örnek verelim.

1) Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerine ödün vere vere, sonunda ekonomik, malî ve politik bağımsızlığını yitirmiş, Avrupa devletlerinin, kapitülasyon zincirleriyle diz çöktürülmüş bir uydusu haline gelmişti.

Atatürk’ten bir kez daha dinleyelim:

-Bir devlet düşünün ki kendi uyruğuna koyduğu bir vergiyi yabancılara koyamaz; gümrük işlemlerini, resimlerini ülkenin ve milletin ihtiyaçlarına göre düzenlemesi engellenmiştir; bir devlet ki bunların da ötesinde yabancılar üzerinde yargı yetkisini uygulamaktan men edilmiştir. işte böyledir bağımsızlığından yoksun olan bir devlet!…

-Osmanlı’da devletin ve milletin yaşamına yapılan müdahaleler bu saydıklarımdan ibaret değildi, daha fazla idi. Doğrudan doğruya milletin yaşamsal ihtiyaçlarından olan, örneğin demiryolu yapmak için, fabrika yapmak için devlet serbest değildi; mutlaka dış müdahale vardı. Bu şekilde hayatını teminden menettirilen bir devlet bağımsız olabilir mi? Gerçekte Osmanlı Devleti bağımsızlığını çoktan kaybetmişti. Osmanlı ülkesi yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi; Osmanlı içindeki Türk milleti de tamamen tutsak durumuna getirilmişti. Bu sonuç milletin kendi iradesine ve kendi egemenliğine sahip bulunamamasından, bu irade ve egemenliğin şunun bunun elinde kullanılagelmiş olmasından kaynaklanıyordu.

-Ben bu haksızlığa karşı çıktım. Milletimin başına geçerek İstiklal Savaşımızı başlattım. Milletimin gasp edilmiş haklarını geri aldım. Ülkemi tam bağımsız kıldım.

2) Geçmiş ve günümüzdeki Cumhuriyet hükümetleri de tam bağımsızlığımızı zedeleyen ya da ortadan kaldıran kararlar almış, antlaşmalar yapmışlardır. Bunlara şu örnekleri vermekle yetinelim:

-İsmet Paşa döneminde, 1940’ların sonunda ABD ile yapılan İkili Antlaşmalar.

-IMF ile ilişkiler çerçevesinde alınan kararlar.

-1995 Gümrük Birliği Antlaşması,

-Avrupa Birliği ile ilişkiler çerçevesinde kabul edilen bazı yasa ve yönergeler.

C) İşbirlikçi Bulma

Sömürgen devlet o toplumda “Biz büyük bir devletin yardımı olmaksızın varlığımızı koruyamayız” diyen kişiler bulur. Onları iş başına getirtir. Bu yöneticiler ülkenin yazgısını her bakımdan koruyucu devlete bağlar. Devlet ve toplum, uzun erimde vasi devletin emellerini gerçekleştirecek şekilde yeniden düzenlenir. Bir ülkenin bağımsızlığını yok etmenin bu şekline, çöküş halindeki 19. Yüzyıl sonlarının Osmanlı devleti örnek olarak verilebilir.

Atatürk bu tür kişilere karşı bizi şöyle uyarmıştır: “Bizi [ekonomik hayatımızı geliştirme, böylece refaha ulaşma] amacına erişmekten alıkoyan iki kuvvet vardır. Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi bir sömürge yapmak için, ilerlememizi istemeyenlerdir. Fakat bizim için, bunlardan daha zararlı, daha öldürücü bir sınıf vardır. O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir.”

D) Zayıf Karakterli Yöneticiler

Kimi politikacılar ve devlet adamları; zorluklar arttıkça, tam bağımsızlık yerine “yarı bağımsızlığa” razı olmaya, halkı da buna boyun eğdirmeye çalışırlar. Örneğin, Kurtuluş Savaşımızda, Rauf, Bekir Sami, Kara Vasıf Bey’ler bu yolu denemişlerdir. Bunlar daha Sivas Kongresi sırasında Amerikan mandası fikrini savunmuşlar; sonraları da, ellerine fırsat geçtikçe benzer girişimlerde bulunmaktan çekinmemişlerdir.

Bu nedenledir ki, tam bağımsızlığı korumada en önemli sorun, bir toplumun yöneticilerinin seçilmesi sorunudur. Yönetimi, ulusun kendi ayakları üzerinde durması gibi zor bir ilkeyi uygulayamayacak denli zayıf ruhlu politikacıların eline geçen bir millet; bağımsızlığını korumada, dış düşmandan çok, iç düşmanla uğraşmak zorunda kalır.

E) Ekonomik Baskılar

Bağımlı duruma getirilen millet; artık, ya “tarımcı,” ürünlerini yok pahasına satan, dışa bağlı ve muhtaç, ya da yeraltı zenginliklerini işlemeden satan, asalak bir insan yığını olmaya mahkûmdur. Sömürücü-koruyucu devlet; “yardım ettiği devlet”in sanayileşmesine, doğal kaynaklarını kendi öz yararı için kullanmasına izin vermez. Bu amaçla o ülke borçlanmaya itilir, özelleştirmelere, topraklarını, ekonomik tesislerini satmaya zorlanır; yabancı sermaye yoluyla ekonomi işgale uğrar. Türkiye’de 1980’den beri yapılan budur; uygulama 2002’den bu yana korkunç boyutlara ulaşmıştır.

F) Kültür Emperyalizmi

Koruyucu devlet; en etkili ve önemli bir araç olarak, kültür emperyalizminden de geniş ölçüde yararlanır. Az gelişmiş ülkenin kamuoyuna egemen olmak üzere, kitle eğitim ve haberleşme araçları (basın, radyo, televizyon, Internet) yoluyla, yurttaşların kafaları sürekli olarak yıkanır. Eğitim ve kültür kurumları, şu ya da bu yoldan koruyucu-emperyalist devletin buyruğu altına girer. Böylece toplumdaki diplomalıların çoğu, “boyun eğmeye yatkın,” “bağımsız düşünme yeteneğinden yoksun” sözde aydınlar olarak yetişir. Bunlar topluma öncülük edemezler; onu gerçek bağımsızlığına kavuşturamazlar. Hattâ, eğer ülke bağımsız ise, bunu yitirmesine katkıda bulunurlar.

G) Askerî İttifaklar Ve İkili Anlaşmalar

Büyük devletlerin, az gelişmiş ülkelerin bağımsızlıklarını ortadan kaldırmak için başvurdukları yollardan biri de “sıkı ve geniş kapsamlı askerî ittifaklar” ile bunları izleyen “ikili anlaşmalar”dır. Bu çerçevede tanınan ayrıcalıklar, ulusal orduyu kumanda olanakları, askerî üsler, silah ve teçhizat bakımından tek bir devlete bağlılık gibi olgular; az gelişmiş ülkenin iç işlerinin, dolaylı olarak büyük devletin denetimine geçmesi sonucunu doğurmaktadır.

H) Bilinçlenme Eksikliği

Tam bağımsızlığın ihlaline yol açan bir diğer faktör de halktaki bilinçlenme eksikliğidir.

Birçok alanda olduğu gibi bağımsızlık konusunda da halktaki bilinçlenme eksikliği, ciddî bir engeldir. Türkiye bakımından açıklamak gerekirse, halkımızın bağımsızlık ve özgürlüğün mahiyetini, yüksek değerini kavramış olduğunu ne yazık ki, söyleyemeyiz. Bu tehlikeli durumun temel sebebi; tam bağımsızlık bilincinin, yıllardır, bir eğitim konusu olarak görülmemiş, halkımıza sürekli ve yeterli şekilde aşılanmamış olmasıdır. Öyle ki, okumuşlarımızda, aydın olarak nitelediğimiz birçok kimselerde bile tam bağımsızlık bilinci ya yoktur, ya da zayıftır. Üstelik bu ihmal giderek artmıştır, artıyor. Günümüzde ise -ne yazık ki- tam bağımsızlık ülküsü tamamen unutulma yolundadır. Bunda, son yıllarda dal budak salan küreselleşme ve liberalizm propagandasının önemli etkisi olduğu bir gerçektir.


http://cihandura.com/tbd/374-tam-baimsizlik-nasil-kazanilir-nasil-kaybedlr-.html


DİĞER  YAZILARI  İÇİN..,


http://cihandura.com/diger-yazilar.html

BALYOZ!



BALYOZ!


Serdar ANT,

26 01 2010


Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ Soruyor:

« Darbe iddialarının gündemde kalmasından kim menfaat sağlıyor? »
İlginç değil mi, Koskoca Türk Ordusunun komutanı yanıtı belli olan bir soruyu neden sorar ki?

Son 7 yıldır iktidarda olan kim?
«AKP…»
Son 7 yıldır ülkenin geldiği durumun sorumlusu kim?
«AKP…»
Ülkenin içine saplandığı batağı gözlerden saklamak zorunda olan kim?
«AKP…»

O zaman gündemi meşgul eden, Türkiye’nin gerçek sorunlarının tartışılmasını engelleyen, kısacası AKP’nin günahlarını gözlerden saklayan darbe tartışmalarından yarar sağlayan da belli değil mi? Sormaya gerek var mı?
Peki, neden AKP?

Nedeni açık…

2009'a 10,4 milyar lira açık verme hedefiyle başlayan AKP hükümeti, yılı 52,2 milyar liralık bütçe açığı ile kapattı. Açık, hedefi beşe katladı.
Bugün Türkiye’nin 3,3 milyon işsizi var. İşsizlik, resmi açıklamalarda bile % 13'ün altına düşmüyor. 2009'da 569 bin kişi işsizler ordusuna eklendi. Genç nüfusta işsizlik oranı 2009'da % 2,2 artarak % 24 oldu. Her dört gençten biri işsiz…

Hazine, önümüzdeki yıl 200,3 milyar TL borç ödeyecek. Bunun 56,7 milyar TL’lik kısmı faiz… Bu çerçevede Türkiye, önümüzdeki yıl dakikada yaklaşık 107 971 TL, saniyede ise yaklaşık 1799 TL faiz ödemesinde bulunacak. Daha somut konuşmak gerekirse, fert başına yaklaşık 793 TL borç faizi ödemesi düşerken; bu rakam 4 kişilik bir aile için 3174 TL olacaktır. Bu para, Türk halkının cebinden çıkan net kaynaktır! AKP iktidarı döneminde iç ve dış borçlar, 82 yılda Cumhuriyet hükümetlerinin toplam borçlarının 2 kat üstüne çıkmıştır.
Türk İş’in yaptırdığı bir araştırmaya göre Aralık ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 795 TL, yoksulluk sınırı da 2 588 TL… Ama 2010 yılında asgari ücret sadece 577 TL…

AKP iktidara geldiğinde Türkiye «kalkınma hızı bakımından 149 gelişmekte olan ülke arasında 29'uncu, G-20 ülkeleri arasında 3' üncüyken, 2010'da G-20 ülkeleri arasında 17'inci sıraya, gelişmekte olan ülkeler arasında da 136. sıraya düşmüştür.» AKP iktidarının ortalama kalkınma hızı, Türkiye’nin 80 yıldır, 2002'ye kadar gerçekleştirdiği ortalama kalkınma hızının altındadır.
Türkiye ekonomisi, 2009'da yaklaşık yüzde 6 oranında küçülmüştür.
Sonuçta asıl balyoz Türk ekonomisi üzerine indiriliyor! Millet darbeler altında inliyor.

Genelkurmay Başkanı, ilk olağan görüşmede yukarıdaki tabloyu Başbakan’ın önüne koyabilecek mi? Kim bilir, Org. Başbuğ’un sorusunu belki de Başbakan Erdoğan yanıtlar!

Serdar ANT
denizk...@gmail.com

https://groups.google.com/forum/#!topicsearchin/liberal-izmirliler/SERDAR$20ANT/liberal-izmirliler/4cKunEu_yuE



CHP Tasfiye Kurultayına gidiyor! Ya Atatürkçülük ya Kürtçülük



CHP Tasfiye Kurultayına gidiyor!  Ya Atatürkçülük ya Kürtçülük


İnan Kahramanoğlu

Burada esas olan CHP içindeki Atatürkçü ve ulusalcı kesimlerin bu tehlikenin gereğine uygun bir sorumlulukta hareket etmesidir

 ''  O nedenle bu kurultayda Gürsel Tekin ve Mesut Değer başta olmak üzere CHP'yi köklerinden koparmaya çalışan isimlerin ortak bir akıl ve iradeyle liste dışı bırakılması atılacak en stratejik adım olacaktır. CHP içindeki Atatürkçü ve ulusalcıların bu kez hedefi doğru koyması gerekmektedir. Tasfiyeciler tasfiye edilmelidir!  ''

Gürsel Tekin Ulusalcıları Tasfiye Etmek İstiyor!

CHP 18 Aralık'ta Olağanüstü Kurultaya gidiyor.

Kemal Kılıçdaroğlu ve Gürsel Tekin ikilisi her fırsatta "kurultay yok" deseler de, CHP içindeki bölünme yeni bir kurultayı zorunlu hale getirmişti.

TÜRKSOLU'nun 29 Kasım 2010 tarihli 302. sayısında ".Gürsel Tekin'in bir sonraki hamlesi bir kurultay toplamak ve kendi denetiminde bir PM oluşturmak olacaktır. Zira CHP içindeki muhalefet devam ettikçe hem Gürsel Tekin'e yönelik tepki artmakta, hem de Gürsel Tekin'in parti üzerinde istediği denetimi kurması zorlaşmaktadır. O nedenle daha düne kadar "kurultay yok" diyen Kılıçdaroğlu, yakın bir süreçte, muhalif sesleri parti yönetiminden uzaklaştırmak için Gürsel Tekin tarafından kurultaya zorlanacaktır. CHP artık yeni bir kurultay ve tasfiye sürecinin içindedir." diyerek bu zorunluluğa vurgu yapmıştık.

Nitekim bu tespitten yalnızca iki gün sonra, 1 Aralık'ta Kılıçdaroğlu'nun olağanüstü kurultay açıklaması geldi. CHP, hem de 18 gün gibi kısa bir süre içinde olağanüstü kurultay toplayacak.

Kılıçdaroğlu her ne kadar "PM listesini ben belirleyeceğim" dese de, kurultay kararı da dahil olmak üzere, Gürsel Tekin'in yönlendirmesiyle hareket ettiğini artık herkes biliyor. Kılıçdaroğlu'nun tek başına böyle bir hesaplaşmayı kaldıracak gücü ve mahareti olmadığı açıkça ortada.

Kurultay Bölünmeyi daha da Derinleştirecek!

Peki ne oldu da böylesine bir baskın kurultay kararı alındı? Ve tabii bu kurultayda ne olacak, kim ne bekliyor?

22 Mayıs'ta Kemal Kılıçdaroğlu'nun genel başkan seçildiği kurultaydan hemen sonra ortaya çıkan bölünme yine bir kurultayla çözülmeye çalışılacak.

Ancak CHP içindeki bölünmenin bu kurultayla sonuçlanacağını da beklememek lâzım.

Aksine, bu kurultay mevcut ayrışmanın daha da derinleşmesine yol açacak.

Baskın kurultay kararının tek bir sebebi var. Mevcut tasfiye sürecini hızlandırmak ve tamamlamak.

Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisi, her geçen gün daha da sesini yükselten parti içi muhalefete daha fazla tahammül etmek istemiyorlar.

Ayrıca Şu anda Parti Meclisi içinde de Azınlık durumdalar.

Dolayısıyla mevcut Parti Meclisi'nin tasfiyesi hem CHP içindeki Kılıçdaroğlu-Tekin iktidarının sağlamlaştırılması, hem de bu ikilinin "Yeni CHP" diye tanımladıkları ideolojik çizginin oturtulması için hayati önemde.

Hali hazırdaki çift başlı görüntü hem seçmen nezdinde olumsuz bir görüntü yaratıyor, hem de partiyi denetim altına almak isteyen Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisinin başında Demokles'in kılıcı gibi sallanıyor.

CHP'de Kürtçü Hegemonya Yıkılacak mı, Güçlenecek mi?

Kurultaya damgasına vuracak tartışmanın ne olacağı da belli.

CHP, Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisinin yönetiminde hızla Altı Ok'tan ve geleneksel çizgisinden kopmaya doğru gidiyor. Türban tartışması ve genel af söylemiyle başlayıp, BDP ile ittifak tartışmasıyla devam eden süreç CHP'nin PKK çizgisine sokulduğu gerçeğini her geçen gün biraz daha ortaya çıkarıyor.

Parti içindeki Atatürkçü ve ulusalcı güçler tasfiye edilirken eski ve yeni Kürtçü isimler bir bir partiye davet ediliyor. Habur'dan dönen PKK'lıların avukatı ve eski Diyarbakır Barosu başkanı Sezgin Tanrıkulu artık CHP'li. 2004 seçimlerinde PKK'nın o günkü yasal partisi DEHAP'ın Mersin Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan eski genel sekreter Fikri Sağlar da partiye geri dönecek isimler arasında sayılıyor.

Zaten "Yeni CHP" ile kastedilen şey de tam olarak bu. Milliyetçilikten kopup Kürtçülük, laiklikten kopup türbancılık yapacak bir "Yeni CHP" tasarlanıyor. Partiye yeni katılımlar da elbette bu yeni çizgi doğrultusunda oluyor.

Kurultay da zaten bu iki çizginin mücadelesi şeklinde geçecek. CHP'de yönetimi elinde bulunduran Kürtçü ekip, CHP içindeki son Atatürkçü ve ulusalcı kırıntıları da temizleyerek CHP'de tam anlamıyla Kürtçü bir hegemonya kurmak istiyor.

Ancak mevcut parti yönetimi ve parti örgütleri ile bu hegemonyanın ilerletilmesi mümkün görünmüyor. Dolayısıyla kurultayda ilk olarak Parti Meclisi'nde Kürtçü hegemonyanın güçlendirilmesi hedefleniyor. Bu sağlandıktan sonra bu kez parti teşkilatlarına yönelik benzer bir tasfiyeye girişilecek. Ve muhtemelen bugün Kılıçdaroğlu'na destek çıkanlar da içinde olmak üzere büyük bir tasfiye operasyonu başlayacak.

" Yeni CHP "nin bir ideolojik dönüşümün ürünü olacağını anlamak istemeyen ve meseleyi basit lider değişikliği olarak algılayarak " Baykal gitti, yaşasın Kılıçdaroğlu " diyen pek çok parti örgütü de bu tasfiyeden payını alacak.

CHP ise tümüyle Kürtlerin denetlediği bir liberal partiye dönüştürülecek.

Kılıçdaroğlu Başarısızlığa Mahkum!


22 Mayıs'ta Kemal Kılıçdaroğlu'nun genel başkan seçildiği kurultaydan hemen sonra ortaya çıkan bölünme yine bir kurultayla çözülmeye çalışılacak. 
Ancak CHP içindeki bölünmenin bu kurultayla sonuçlanacağını da beklememek lâzım. Aksine, bu kurultay mevcut ayrışmanın daha da derinleşmesine yol açacak. 
Baskın kurultay kararının tek bir sebebi var. Mevcut tasfiye sürecini hızlandırmak ve tamamlamak. Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisi, her geçen gün daha da sesini yükselten parti içi muhalefete daha fazla tahammül etmek istemiyorlar. Ayrıca şu anda Parti Meclisi içinde de azınlık durumdalar. Dolayısıyla mevcut Parti Meclisi'nin tasfiyesi hem CHP içindeki Kılıçdaroğlu-Tekin iktidarının sağlamlaştırılması, hem de bu ikilinin " Yeni CHP " diye tanımladıkları ideolojik çizginin oturtulması için hayati önemde.


Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisi CHP'nin uzun yıllardır aldığı seçim başarısızlıklarını da kullanarak " CHP'yi farklı kesimlere açma, halkla buluşturma " parolasıyla belki de bu süreci istedikleri şekilde götürecekler ama esas mesele böylesi bir CHP'nin bir iktidar alternatifi olup olamayacağıdır.

Kılıçdaroğlu, "toplumun her kesimini kucaklayan bir CHP"den bahsederken 80 yıldır CHP'yi var eden ideoloji ve tabandan kopmaktadır.

Ancak bu kopuş CHP Açısından İntihardan Başka bir şey değildir.

AKP'nin karşısına çıkacak bir iktidar alternatifi, bugün itibariyle, Türkiye'nin milliyetçi ve laik kesimlerinin sözcüsü olacak ulusalcı bir siyasal parti olabilir. Bu kesimleri kısaca referandumda %42'lik " Hayır " oranını yaratan kitle olarak tanımlayabiliriz.

Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisinin "Yeni CHP"si ise ortada dayanabilecek bu kadar güçlü bir taban varken bu milliyetçi ve laik kitleden kopup Kürtçü ve gerici tabana oynamak istiyor.

Burada CHP'nin geleneksel tabanının her koşulda CHP'ye oy vereceği ön kabulüyle yola çıkıldığı görülüyor. Bu da %20'lik bir oy oranına denk düşer. Bunun üzerine Kürtlerden ve AKP tabanından alınacak oy da çabası olarak düşünülüyor ve böylelikle %30'ları aşacak bir oy oranı hesaplanıyor.

Ancak siyaset Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisinin hayalleriyle ilerlemiyor. Bir kere Kürtçü ve türbancı bir CHP bu kesimlerden alkış alsa bile bunun CHP'ye oy olarak dönmesi pek muhtemel değil.

PKK ve AKP'nin güçlendiği bir dönemde onların estirdiği rüzgâra kapılan CHP uyguladığı politikalarla ancak bu kesimlerin gücünü pekiştirir, onların hegemonyasını kabul etmiş olur.

Üstelik Kürtçüleşen bir CHP'nin dağılan merkez sağdan gelebilecek AKP karşıtı oyları toplaması da imkânsızlaşacaktır.

Kılıçdaroğlu kurultay kararını açıkladığı Bursa'da Celal Bayar'ın mezarını ziyaret ederek bir anlamda bu tabana da mesaj vermeye çalışmıştır ancak süreç içinde ulusalcılaşan bir kısım merkez sağ kitlenin "Yeni CHP"nin ideolojik çizgisini kabul etmesi mümkün değildir. Kılıçdaroğlu Kürtçü ve türbancı çıkışlarıyla bir ara CHP'ye yaklaşan bu tabanı da kaybetmiştir.

SHP döneminde PKK ile ittifak yapmanın ve HEP'li milletvekillerini Meclis'e taşımanın cezasını hâlâ çeken bir CHP'nin böylesi bir hatayı tekrarlaması durumunda geri dönüşü imkânsız bir kayıpla karşı karşıya kalacağı da aşikardır.

Böylesi bir politik çizginin CHP'nin geleneksel tabanında yaratacağı travma ise beklenenin çok üzerinde olacaktır.

Gerçi fanatizm noktasına kadar varan ve her koşulda CHP'ye oy verecek bir "gürültücü elit" tabanı vardır CHP'nin ama, BDP ile ittifak tartışması yapan, Kürtçü ve türbancı bir CHP'nin geleneksel tabanının en azından yarısını kaybedeceğine kesin gözüyle bakılmalıdır.

Belki ilk seçimde Kılıçdaroğlu alternatifinin denenmesi adına böylesine köklü bir kopuş olmayacaktır ama CHP'yi yöneten Kürtçü ekip orta vadede CHP'yi ideolojik yörüngesinden saptırırken geleneksel Atatürkçü tabanından da koparacaktır.

Kaldı ki Kürtçü bir CHP planlaması yapanlar da Atatürkçü ve ulusalcı bir tabanla uzun vadede iş tutmak istemeyeceklerdir.

Elbette kurultay öncesinde parti içindeki güç dengelerinin kimin lehine olduğunu, kurultaydan nasıl bir sonuç çıkacağını tam anlamıyla kestirmek zor.

Ancak kurultaydan çıkacak sonuca göre kurultayın hemen akabinde, ya da seçimlerden hemen sonra oluşacak bir büyük kopuşu da beklemek gerek.

CHP içindeki bölünmenin aynı zamanda ideolojik bir bölünme olması dolayısıyla CHP içindeki yıllardır süren koltuk kavgasından farklı bir boyut içerdiği ortada. İdeolojik ayrışmanın olduğu bir siyasal yapıdan uzun vadede çıkacak olan mutlak suretle yeni bir siyasal oluşumdur.

" Yeni CHP "nin önümüzdeki süreçte hiçbir kopma olmadan, mevcut CHP'yi içinde eriterek yola devam etmesi çok da mümkün görünmüyor.

Dolayısıyla kurultaydan sonra olmasa bile Haziran 2011'den sonra CHP'den en az bir yeni partinin çıkma olasılığı kimseyi şaşırtmamalıdır.

Kılıçdaroğlu Seçimi Görebilir mi?

CHP kurultayı aslında tam da bu açıdan önem arz ediyor.

Şimdilik genel başkan seçimi gibi bir gündem bulunmuyor. Ancak Kılıçdaroğlu'nun koltuğa ilk oturduğu günden bu yana kamuoyu nezdindeki popülaritesi büyük ölçüde erimiş durumda. Türbanın serbest bırakılması ile ilgili önerileri ve BDP ile ittifak tartışması Kılıçdaroğlu rüzgârını büyük ölçüde yok etti.

Buna rağmen seçimlere yalnızca altı ay kalmışken kimse kolay kolay böylesine bir sorumluluğu üzerine almak istemeyecektir. Zira "Yeni CHP"nin oy desteği açısından Baykal dönemini bile mumla aratması ihtimali açıkça görülmektedir.

O nedenle kurultayda Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığını, en azından seçime kadar, tehlikeye atacak bir sonuç çıkmayacak gibi duruyor.

Kurultaydaki hesaplaşma esas olarak Parti Meclisi ve buna bağlı olarak oluşacak MYK üzerinde ortaya çıkacak.

Nihai hesaplaşma ise Haziran 2011'deki seçimlerden sonra gerçekleşecek.

O nedenle 19 Aralık önemli bir tarih olmakla birlikte CHP içindeki bölünmenin sonucu görmek için Haziran 2011'i beklememiz gerekecek.

Olağanüstü kurultay, seçime hazırlık sürecindeki mücadelede önemli olduğu kadar Haziran 2011 seçimleri sonrasında oluşacak tablodaki güç dengeleri açısından önem taşıyor.

Her iki taraf da parti içindeki etkisini artırıp seçim sonucuna göre vurucu hamleyi yapacak gücü toplamak niyetinde.

Kılıçdaroğlu muhtemel bir seçim yenilgisinden sonra koltuğu kaptırmamak için, Baykal ve Sav cephesi ise Kılıçdaroğlu'na bayrak açacak bir örgütsel gücü elinde bulundurmak için kurultaydan iyi bir sonuçla çıkmak istiyorlar.

Kılıçdaroğlu - Tekin ikilisinin Baykal'dan koltuğu devralırken " Önseçim " ve " Çarşaf Liste "den bahsederken, kurultay öncesinde bunlardan çark etmeleri boşuna değil.

Kılıçdaroğlu'nun, " Kimseyi Ötekileştirmeyeceğiz ", " Çalışan herkesin partide yeri olacak " türünden söylemlerinin sadece ortamı yumuşatmak ve muhalefete olta atmaktan başka bir anlamı olmadığı da ortaya çıkıyor.

CHP'yi demokratikleşme söylemi altında, Kürtçü bir hizbin partiyi ele geçirme operasyonu yürütülüyor bugün.

Kılıçdaroğlu ve Tekin, tam da bu operasyonu tamamlamak ve muhalif tek bir ses bile bırakmamak için kurultaya blok liste ile girecekler.

Tasfiyecileri tasfiye etmek!

CHP'de kurultaylar ne yazık ki hiçbir dönem bir kayıkçı kavgasının ve koltuk kapma mücadelesinin dışında bir anlam ifade etmemiştir.

Ancak bu kurultayda CHP'nin böyle bir lüksü yoktur.

CHP içindeki Kürtçü ekibin ne tasarladığı, hangi amaca hizmet ettiği altı ay gibi kısa bir sürede ortaya çıkmıştır.

CHP içinde iktidarı ele geçiren Kürtçü ekip sadece CHP'yi değil Türkiye'yi tasfiye edecek bir büyük planın taşeronudur.

Ve Yaptıkları Yapacaklarının Teminatıdır!

Burada esas olan CHP içindeki Atatürkçü ve ulusalcı kesimlerin bu tehlikenin gereğine uygun bir sorumlulukta hareket etmesidir

O nedenle bu kurultayda Gürsel Tekin ve Mesut Değer başta olmak üzere CHP'yi köklerinden koparmaya çalışan isimlerin ortak bir akıl ve iradeyle liste dışı bırakılması atılacak en stratejik adım olacaktır.

CHP içindeki Atatürkçü ve ulusalcıların bu kez hedefi doğru koyması gerekmekte dir.

Tasfiyeciler Tasfiye Edilmelidir!


http://www.turksolu.com.tr/303/kahramanoglu303.htm


24 Şubat 2016 Çarşamba

Arap Birliği Kurulmadan Filistin Özgür Olamaz




Arap Birliği Kurulmadan Filistin Özgür Olamaz


Kaya Ataberk



Nasır
Nasır
Mişel Eflak


Kral Abdullah
Kral Abdullah



Hüsnü Mübarek
Hüsnü Mübarek
Filistin davasına sahip çıkanlar her zaman solcular olmuştur. Geçmişte Filistin için İsrail'le savaşı göze alan milliyetçi ve sosyalist Arap devletlerinin yerini bugünlerde işbirlikçi Arap rejimleri aldı ve Filistin davası şimdilerde hiç olmadığı kadar yalnız. Özellikle Arafat'ın ve Saddam'ın emperyalizm tarafından ortadan kaldırılmasından sonra ise Filistin davası tamamen sahipsiz kaldı.



Filistin’de sömürgeci katliam, Türkiye’de Şeriatçı fırsatçılık

İsrail’in Gazze’ye gerçekleştirdiği sömürgeci katliam harekatı neredeyse bir ayı dolduracak. İsrail saldırısı ardında sadece bini aşkın ölü ve yıkılmış bir halk bırakmıyor geride... Bu son derece acı ve somut gerçeklerin ötesinde saldırının esas bilançosunu ortaya koyduğumuzda, Filistin direnişinden ve Arafat’ın mirasından geriye kalan son kırıntıların da ortadan kaldırıldığını görüyoruz. Aslına bakılırsa bugün İsrail’in yaptıklarına şaşıran ve dehşet içinde kalan kesimlerin unuttuğu bir şey var: İsrail’in yaptığı soykırım, Batılı Beyaz Adam açısından yeni bir şey değil. Sömürgecilik çağının ilk başlarında, Avrupalı girdiği her ülkenin halkını hem sömürdü hem de işine geldiği anda fiziksel olarak da ortadan kaldırdı. Bu açıdan İsrail’in Filistin halkını tamamen katletmesi, Siyonizmin bir aşırılığı değil sömürgeciliğin karakterinden ileri gelen bir tavrıdır. Ancak bizim üzerinde durmamız gereken nokta şu ki, artık Filistin davası neredeyse 1947’deki durumuna kadar geriletilmiştir. Ama bunu yapan İsrail’den çok Hamas’ın Şeriatçılığından ileri gelen çözümsüzlüğü ve El Fetih’in Arafat’ın devrimci çizgisinin değil Abbas’ın işbirlikçiliğinin egemenliğindeki zavallı durumudur.
Filistin’deki bu durum ayrıca tartışmaya değer. Ancak bizim Filistin’deki hatalardan da önce Türkiye’deki ihaneti mercek altına almamız gerekiyor. Filistin’de ölen bir halk ve dağılan bir direniş varken bu duruma çok üzülür görünen ama içten içe sevinen bir kesim var Türkiye’de. Bu kesim Türkiye’nin her meselesinde Batının karşısında demagoji ile ayakta duran ama istisnasız olarak işbirlikçi tavır alan Şeriatçılardan başkası değil. Sahte göz yaşlarıyla eylemler düzenleyen, Türk Milletinin samimi tepkisini sömüren Şeriatçılara Filistin katliamıyla beraber gün doğdu. Eylemlerle beraber en dikkati çeken şeyse tüm Şeriatçı dernek ve vakıfların düzenlediği yardım kampanyaları oldu. Toplanan paraların büyüklüğünü tahmin ederken bir taraftan da 90’lı yıllarda Yugoslav iç savaşı sırasında Bosnalı Müslümanlar için toplanan ama Şeritaçılar tarafından iç edilen yardımları da hatırlamadan edemiyoruz. Bir taraftan da AKP’nin Filistin’deki durumu iç politikada bir rahatlama fırsatı olarak sonuna kadar kullanışına şahit oluyoruz. Vıcık vıcık ikiyüzlülüğün ve fırsatçılğın karşısında midemizin bulanmaması mümkün değil.
Peki bize düşen ne? Bu olanlanlara kızıp Filistin davasını Şeriatçılara bırakmak mı?

Filistin davası Şeriatçılara bırakılamaz

Geldiğimiz bu nokta Atatürkçü-sol kesimler açısından da önemli bir karar verilmesini gerektiriyor. Filistin davasının Türkiye koşullarında Şeriatçı grupların istismarına maruz kalması, yaşanan acının AKP tarafından yüzsüzce sömürülmesi, Atatürkçü-sol kesim açısından bir tepkinin doğmasına neden oluyor. Bir taraftan ezilen insanın yanında olmak doğal bir refleks olarak gelişirken diğer taraftan da Şeriatçılar yüzünden Filistin davasından soğumak iki çelişkili eğilim olarak doğuyor. Burada olayları soğukkanlı ve devrimci bir tarzda ele almak yaşanan çelişkinin aşılmasının temel yöntemi olmalı. Bunu yapabilmek de gene her kritik kararda olduğu gibi antiemperyalizmin ve mazlum millet solculuğunun bakış açısından dünyaya bakmayı gerektiriyor. Burada ilk önce yapılamayacak olanı söyleyerek işe başlayalım: Filistin davası ne olursa olsun Şeriatçılara terk edilemeyecek kadar önemli ve kritik bir meseledir.
Tabi, bunu sözde bir insancıllığın sahteliğiyle söylemiyoruz. Filistin, sadece Arap halklarının değil tüm ezilen dünyanın davası olduğu için ve Türk devrimi için verilen mücadelenin Filistin halkının mücadelesinden hem ideolojik hem de stratejik olarak ayrı düşünülemeyeceği için söylüyoruz.
Her şeyden önce Atatürkçüler ve solcular olarak şunu çok iyi bilmeliyiz ki, Filistin mücadelesi bir İslamcılık mücadelesi değildir. Mücadeleyi ilk başlatanlar Arafat, Habaş, Havatme gibi solculardır, milliyetçilerdir. Bunların kimisi Arap sosyalistidir, kimisi daha Marksist-Leninist bir çizgidedir ancak ortak noktada antiemperyalizm vardır.

Şeriatçılar ise en başından beri Filistin davasına zarar verdiler. İlk önce Arafat ve El Fetih’i zayıflatmak için İsrail tarafından desteklendiler, Filistin direnişinin solcu, devrimci özünden korkan Arap sağcıları tarafından kollandılar. Gelinen noktada İsrail’le çatışan bir Hamas varsa da onun yanlış Şeritaçı stratejisinin Arap ulusal direnişine verdiği zarar da ortadadır. Türkiye’ye geldiğimizde ise Filistin direnişine solcular dışında gerçek anlamda sahip çıkanın da olmadığını görürüz. Şeritaçılar için Filistin, Türkiye’de hep bir prim yapma fırsatı olmak dışında bir anlam kazanamamıştır.
Bunların da dışında İsrail’in yerinin sağlamlaşması Amerikan emperyalizminin Ortadoğu planlarının garantiye alınması anlamına geldiği için birebir Türk Milleti için gerçek bir tehdittir. Sadece bu bile Filistin davasının Şeritaçılara terk edilemeyecek kadar merkezi önemde olmasının nedenini açıklar.

“Bu Araplardan hiçbir şey olmaz” mı?

Geçtiğimiz günlerde Filistin’deki katliam üzerine Arap ülkelerinin liderleri Kuveyt’te bir araya geldi. Suudi Kralı Abdullah, Filistin için 1 milyar dolar bağışlayacağını açıklama lütfunda bulunurken İsrail’i kınamadı bile. Diğer Arap şeyhleri de benzer tavırlar aldılar. Mısır’ın Amerikancı devlet başkanı Hüsnü Mübarek ise İsrail yerine Hamas’ı eleştirmeyi tercih etti. Tüm bu sağcı rejim yöneticileri Filistin için kılını bile kıpırtdatmadan sanki çok şey yapıyormuş gibi davranırken, cılız da olsa tek farklı ses Suriye devlet başkanı Esad’dan geldi. Esad, İsrail’in terörist unsur olarak adlandırılmasını istedi. Doğal olarak zirvenin sonucunda Filistin için hiçbir olumlu sonuç çıkmadı.
Tam da bu noktada Türkiye’de bir propaganda işlemektedir. Bu propaganda “bu Araplardan hiçbir şey olmaz” diyerek işe başlayıp, “zaten bizi sırtımızdan vurmuşlardı” noktasına kadar uzanan bir Arap düşmanlığıdır. Aynı ses Araplara da “sizin geri kalmanızın nedeni Türklerin yüzyıllarca sizi yönetmesidir” diyor yıllardır. Bu bizzat Amerika’nın sesidir. Türk ve Arap halklarını birbirinin mücadelesine karşı duyarsızlaştırmak ve hatta birbirine düşman etmek istemektedir. Sesin sahibini bildiğimiz için rahat davranabiliriz. Ama gene de yakından bakalım; Araplardan bir şey olmaz mıymış görelim.
Filistin meselesinin en başından beri Araplar arasında ciddi ayrım sağcı ve solcu Araplar, milliyetçi ve işbirlikçi Araplar olarak gerçekleşti. Arap milliyetçileri ve solcuları emperyalizmle, siyonizmle gerçekten mücadele ederken diğerleri onlara karşı çıkmaktan başka bir şey yapmadılar. Bugün bir şey yapmayan Araplar duruma hakimse bunun nedeni Arap solu ve milliyetçiliğinin son dönem liderleri olan Saddam Hüseyin’in ve Arafat’ın emperyalizm tarafından katlinden sonra yaşanan boşluktur. Son Kuveyt toplantısında bile cılız da olsa İsrail’e tavır alan tek isimin Baas geleneğinin izlerini hala taşıyan Esad olması da anlamlıdır. Gerçekten de Arap yakın tarihine baktığımızda gerçek antiemperyalist stratejiyi uygulayanların Arap sosyalist milliyetçisi Nasır ve Suriye Baasçıları olduğunu görürüz. Bir milletin devrimcilerin, milliyetçilerin liderliğinde yapabileceklerinin de kanıtıdır bunlar…

Nasır, Birleşik Arap Cumhuriyeti ve antiemperyalizm  

1 Şubat Nasır’ın devrimci Mısır’ının, Baas Suriye’si ile kurduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC)’nin 51. Yıldönümü. İçinden geçtiğimiz günlerde ezilen dünyanın tarihinde önemli bir deneyim olan BAC’nin verdiği antiemperyalist strateji dersi dolayısıyla daha da önemli olduğu açıktır. Biraz daha geriye gidelim…
Mısır, yıllarca Arap dünyasının büyük bir bölümü gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak kalmıştı. Bu süre içinde ise ne kimliğine ne de halkına karşı bir tehditle karşılaşmadı. Hatta diğer Arap ülkeleriyle aynı Arap dünyasının parçası olarak kalmaya devam ettiler. Ancak emperyalizm Amerika’yı, Kara Afrika’yı ve Asya’nın büyük kısmını sömürgeleştirmesinin ardından yüzünü Şarka çevirdi. Artık hem Türkler hem de Araplar sömürgeciliğin tehdidi altındaydı. Biz Türkler, Araplara göre daha şanslıydık. Atatürk’ün devrimci önderliği ile verdiğimiz Ulusal Kurtuluş Savaşımız bizi sömürge olmaktan kurtardı. Ancak Arap halkları ayağa kalkmak için II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bekleyeceklerdi. 1882’de İngiltere Mısır’ı işgal ederek sömürge imparatorluğunun bir parçası yapmıştı. Nasır, 1918 yılında artık sömürge bir ülke olan ve kukla bir kral tarafından yönetilen Mısır’ın büyük liman kenti İskenderiye’de doğdu. Mısır sözde bir bağımsızlığa kavuştuktan sonra kurulan ordunun Sudan’da görev yapan bir subayıyken, Hür Subaylar adında milliyetçi, sol eğilimli bir örgüt kurdu. Nasır, I. Arap-İsrail Savaşı’na katılmıştı ve esas düşmanın İsrail ile onun hamisi İngiliz emperyalizmi olduğunu çok iyi biliyordu.
24 Temmuz 1952’de Nasır ve Hür Subaylar Örgütü, Kral Faruk’u devirdiler. Artık devrimci Mısır dünya sahnesine çıkmıştı. Nasır, bir taraftan Arap ülkelerinin tüm milliyetçiler ve devrimcileri tarafından günden güne daha da saygıyla karşılanırken, bir taraftan da Bandung Konferansı’nın öncülerinden biri oldu. O artık tüm ezilen dünyanın efsaneleşmiş isimlerinden biriydi. 1956 yılında Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesinin ardından Mısır, emperyalizmin müdahalesiyle karşılaştı. Nasır ise bu dönemde artık Arap birliği ve Arap sosyalizmi üzerine geliştirdiği fikirlerini olgunlaştırmıştı. Aynı yıllarda Mişel Eflak’ın ideolojik önderliğinde “birlik, özgürlük, sosyalizm” sloganıyla hareket eden Arap Sosyalist Baas Partisi, Suriye’de iktidara geldi. İki ülkenin Arap devrimcileri de tek yolun kendine has bir sosyalizmden geçtiğinin ve emperyalizme, siyonizme karşı birleşmenin, Arap ulusunun bir bütün olmasının gerekliliğinin farkındaydılar.
1 Şubat 1958 tarihinde, Suriye ile Mısır birleşti. Artık BAC ile birlikte Arap birliği bir rüya olmaktan çıkarak gerçek bir stratejiye dönüşüyordu. Aynı yıl içinde General Abdülkerim Kasım’ın önderliğinde Irak Devrimi gerçekleşti. Artık emperyalistlerin de İsrail’in de Ortadoğu’da durumu zayıflamıştı.
BAC, yaşanılan iç sıkıntılar nedeniyle çok uzun ömürlü olmadı. Ancak hem Arap halklarına hem de dünyanın tüm ezilenlerine milliyetçilik ve sosyalizmin nasıl kopmaz bir ikili olduğunu yarattığı maddi-manevi güçle gösterdi. Diğer taraftan da emperyalizm tarafından parçalanmış ulusların birliğinin, sosyalist ve devrimci bir zeminde vazgeçilemez bir strateji olduğunu da kanıtladı. Filistin davasına gerçekten sahip çıkanlar ise Araplar arasında sadece Nasır ve onun açtığı yoldan gidenler oldu. Aynı şeyi ideolojik anlamda Türkiye açısından da söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda bir devrimci strateji çizme zorunluluğunun da açıklanması olmalıdır.

AKP’nin “çok taraflı” işbirlikçiliği ve Filistin’de devrimci tavır

Önce AKP’nin Filistin stratejisini yeniden gözden geçirelim. AKP’nin dış politikasını esas yönlendiren kişi olarak bilinen Ahmet Davutoğlu’na bakılırsa; “İsrail’le arada alınganlık oldu ama ilişkiler kopma noktasına gelmedi. Türkiye entegre dış polikita izlemektedir”. AKP uzun süredir bu çok taraflı politika söylemi sayesinde her istediğini yapıyor, ardından da kendisini aklıyor. Filistin meselesinde de aynı şeyin tekrarını izledik. Tayyip Erdoğan, yıllardır İsrail’le en ileri düzeyde ilişkileri geliştirenler kendileri değilmiş gibi bugün İsrail’i eleştiriyor. Gerçi tabi ki bu eleştiriler kuru sözlerden ibaret. Ortada ne bir anlaşmanın iptali ne de dişe dokunur bir tavır alış var. Ancak AKP burada İsrail’e eleştiride bulunarak kendi kitlesini diriltmenin peşinde. Aslına bakılırsa bu durumdan İsrail’in de çok rahatsız olduğu söylenemez. Ortada ciddi bir danışıklı dövüş olduğu çok açık. AKP’nin Gazze saldırısından haberi olduğuna ve buna göz yumduğuna dair iddialar zaten ortadadır. İsrail, Gazze’yi vurarak Filistin karşısında durumunu sağlamlaştırıyor, AKP ise İsrail’i eleştirerek Türkiye içinde bir fırsat yakalamış oluyor. Yani bir taraftan AKP de durumunu İsrail saldırısı dolayısıyla sağlamlaştırıyor, kendi kitlesine bir hareketlilik sağlayabiliyor.
AKP’nin güç kazandığı bir Türkiye’de ise güçlenen Amerikancı Kürt-İslam faşizminden başka bir şey değil. Bir taraftan da Ortadoğu’nun ikinci İsrail’i olarak yapılanan Kürt devletinin kurulmasının önü de bu şekilde açılmış oluyor. İsrail ve AKP’nin danışıklı harekatında kazanan hem İsrail, hem de Ortadoğu çapında faşizm ve emperyalizm oldu. İşte AKP’nin çok taraflı ihaneti bu kadar kurnazca…
Peki, tüm bu karmaşanın içinde devrimci tavır ve antiemperyalist duruş nasıl olmalı? Her şeyden önce Türkiye’de Filistin direnişinin başından beri bu davaya samimiyetle sahip çıkanlar sadece antiemperyalist devrimciler oldu. 1968’lerde Deniz’lerin yaptığı gibi bu sahip çıkış Filistin’e gidip birebir savaşmaya kadar vardı kimi zaman. Burada Ortadoğu çapında bir antiemperyalizmin mantığı vardı. Deniz’ler, İsrail’in Filistin’i yenmesinin Türk devriminin işini Ortadoğu çapında zorlaştıracağını biliyorlardı. Bu nedenle Denizlerin tavrı öğreticidir.
Diğer taraftan Arap dünyası açısından da Filistin davasına gerçekten sahip çıkanların Nasır’la başlayan Arap milliyetçisi ve sosyalist akım olduğunu gördük. Burada da Araplar arasındaki kıtasal birliğin, ezilen ulusun parçalanmışlığa karşı giriştiği birlik mücadelesinin önemini görüyoruz. Kısacası Filistin’i savunmak solun ve antiemperyalistlerin görevi ve bu görev başka kimsenin de yerine getiremeyeceği bir şey.

İsrail’in Filistin’i ezmesinin esas anlamı Arap halkının katli ve vatanından sürülmesi. Ancak bunun da ötesinde ABD emperyalizminin en sağlam müttefikinin Ortadoğu’da daha da kök salması söz konusu. Bu nedenle İsrail’in güç kazanmasının ABD’nin İran’a saldırı planlarından ve Kürt devletinin kuruluşundan bağımsız ele alınamayacağını bilmeliyiz. Bu nedenle Filistin’in yanında yer almanın Türk devrimi açısından da Türkiye’nin bölünmesine karşı tavır alınmasında da stratejik önemi var. Filistinlilerle davamızın aynı olduğunu bilmeliyiz.

Peki Filistin için yapabileceğimiz en iyi şey ne? Bizim davamız nasıl Filistin halkıyla ortaksa, AKP’nin Amerikancılığının da İsrail’in en önemli destekçisi olduğu o kadar açık bir gerçektir. Bizim Türk solcuları olarak Türkiye’de geliştireceğimiz antiemperyalist mücadele Filistin için yapacağımız en iyi şeydir. AKP’nin Kürt-İslam Faşizmini durdurmak, Kürt devletinin ikinci bir İsrail olarak Ortadoğu’ya yerleştirilmesini, Türkiye’nin bölünmesini engellemek aslında İsrail’e verilecek en büyük zarar, Filistin halkına yapılabilecek tek gerçek yardımdır.
Türk devrimcileri ve milliyetçileri olarak bunları gerçekleştirmemiz Ortadoğu’da emperyalizme karşı yeni bir cephe açmamız anlamına gelecek. Bugün Chavez’in ve diğer Latin Amerikalı devrimcilerin açtığı cephe gibi. Alınabilecek tek devrimci tavır da budur.


(Sayı 221, 26/01/2009)


..



Psikolojik Savaş






Psikolojik Savaş



Yazan: Erdoğan KAYIHAN





Bölünmemenin, Yıkılmamanın TEK YOLU ŞUDUR:
Büyük Hun imparatoru Atilla diyor ki: "Eğer sınırlarınızda sorun varsa, bunu gidermenin tek yolu, sınırlarınızı genişletmektir!"
Son günlerde "Bölüneceğiz, bölünmek üzereyiz, bölmeye çalışıyorlar" söylemleri çok fazla artmış ve kamuoyu üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Bu durum Kodadı medya tarafından üzüntüyle izlenmektedir.
Yüce Türk halkı şunu bilmelidir ki, bedeli ne olursa olsunTürkiye Cumhuriyeti’ni kimse bölemeyecek, yıkamayacaktır...
Bütün bu yapılanlar, yabancı devletlerin yerli işbirlikçiler eliyle yürüttüğü PSİKOLOJİK SAVAŞ’ın bir parçasıdır. Türk halkının beyninde bölünme korkusu yaratılarak, “Ya iç savaşa gidecek ya da Barzani denen teröristi tanıyacak ve iç savaştan kurtulacaksınız” mesajı verilmektedir.
Barzani’nin tanınması durumunda, 7-8 yıl sonra iyice güçlenen ve palazlanan terörist Barzani’nin, denize açılmak için Türkiye’nin önüne dikileceği gerçeği Türk milletinden saklanmaya çalışılmaktadır. Oysa, Papa’yı önünde diz çöktürerek yüzüğünü öptüren Büyük Hun İmparatoru Atilla diyor ki; "Eğer sınırlarınızda sorun varsa, sorunu gidermenin tek yolu vardır: Sınırlarınızı GENİŞLETMEK!"
Bu, çok doğru bir yaklaşımdır. Dikkat edilirse, Türkiye yıllardır sürekli olarak defans yapmaktadır. Atağa kalkma girişimlerinde bile, dünyanın nasıl çark ettiği son 8 asker için dişini gösterdiği anlarda bir kez daha ortaya çıkmıştır. Türk Milletine sürekli olarak korku yaşatılmaktadır, “Yıkılacaksınız, bölüneceksiniz” diye.. Ve, önüne gelen Türkiye’den toprak istemektedir. “Şurası benim, burası benim” denilerek.
Basiretsiz ve sadece kendi siyasi çıkarlarını düşünen Türk yöneticiler ise “Bizim kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok” sözü gibi korkak, sorunu gizleyen cümleler ile durumu geçiştirmektedirler...
Burada sorulması gereken soru şudur: Kardeşim, senin, kimsenin toprağında gözün olmayabilir, ama onların var..!! Senin de onların toprağında gözün olsun ki, toprağını kaybetmek istemeyen devletlere karşı bir caydırıcılığın olsun. Hep korkan taraf biz mi olacağız...!!?
Onlar haritalar yayınlıyorlarsa, sen de yayınlayacaksın GENİŞLETİLMİŞ TÜRKİYE HARİTALARINI... Resmi olarak yapamıyorsan, el altından yapacaksın... Yaptırtacaksın... Sen de onların ruhsal dengelerini bozacaksın... Vücut kimyalarını bozacaksın...!!! Sonra da keyifle "onları" seyredeceksin...
Sana bu acıları yaşatanların moralini darmadağın edeceksin... Hayatı zindan edeceksin... onlar da “bölünme, çarpılma, toplama veya çıkarma” korkuları yaşacaklardır... Yani, demek isteyeceksin ki, “Sen benim toprağıma göz dikersen, ben de senin toprağına göz dikerim... Bu işin sonu fena olur.”
Bak o zaman Halk düşmanı Faşist teröristleri desteklerler mi..? O zaman bilecekler ki, kendileri birilerini desteklerse, Türkiye’de birilerini destekleyecektir...
Durum tam da budur..!!
Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, dünyada sulh” sözü bizim basiretsiz ve korkak yöneticilerimiz tarafından yanlış anlaşılmış, yanlış uygulanmıştır. Çapsız politikacılar bu sözü eritmişlerdir. Oysa işin aslı öyle değildir.
Atatürk asla “korkak olun” dememiştir. Elbette ki “En kötü barış, en iyi savaştan iyidir” ancak, sürekli acı çeken taraf sen olmamalısın!!! Bu durum büyük bir haksızlıktır.
Herkesin bir ideali, varmak istediği bir yer vardır. Mesela, Yunan’ın, Kıbrıslı Rum'un, Barzani'nin, Ermeni’nin, Fransız'ın, Alman’ın, İngiliz'in, Amerika'nın bir menzili, 25-30 yıl sonra ya da 50-60 yıl sonra varacakları hedefleri vardır, kafalarındaki haritaları hazırdır..Peki, Türk'ün neden varmak istediği bir haritası olmasın..? Olmalıdır. Eğer olursa, karşındakilerin de korkuları olur, senin karşında..!!
Kısacası, Eğer başkalarının senin toprağında gözü varsa, senin de onların toprağında gözün olmalıdır. En azından, gözün yoksa da olduğunu hissettirmelisin. . Gözün varmış gibi davranmalısın. Böylece, psikolojik üstünlük sağlamış olursun. Oysa, psikolojik üstünlük sürekli olarak karşı güçlerdedir. Hiçbir şey yapamıyorsan DİK durmayı becereksin.
Bir kez daha hatırlatmakta yarar var. Papa’yı önünde diz çöktüren Büyük Hun İmparatoru Atilla’ya kulak verin:
"Eğer sınırlarınızda sorun varsa, SINIRLARINIZI GENİŞLETİN sorunu halletmiş olursunuz!"
Ve, Unutulmamalıdır ki, Atatürk de diyor ki:
"Bayrağımızın 1 ay bile dalgalandığı her yerde, (zamanı geldiğinde) iddiamız vardır...!!"
İşte olay BUDUR..!!
O zaman kusura bakmayın, bu harita da TÜRK gençliğinden size armağan olsun.


Atatürk'ün Lozan Antlaşmasından dokuz yıl sonra (1933) General Mac Arthur'a söylediği "Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selânik de dâhil Batı Trakya’yı TÜRKİYE hudutları içerisine katacağım" sözlerini hatırlatıyor, biz ATATÜRKçocukları, sevgili müttefiklerimize TÜRKLER'le uğraşmamasını tavsiye ediyoruz.
Yazan: Erdoğan KAYIHAN

..

Sahte Milliyetçiliğe Karşı Gerçek Milliyetçilik



 Sahte Milliyetçiliğe Karşı  Gerçek Milliyetçilik



Yunus Yılmaz

Meclis'in renkleri















Devlet Bahçeli ve DTP’li Hasip Kaplan, 23 Nisan’ın yıldönümünde Birinci Meclis’in toplandığı yerde Meclis’in renklerini tamamlarken.

AKP ve MHP gerginliği!

AKP’nin başlatmış olduğu Kürt açılımı nedeniyle bugünlerde muhalefet partileri ile AKP arasında bir gerginlik yaşanıyor. Kürt açılımı ile AKP Türkiye’yi bölme noktasına her gün biraz daha yaklaştırırken muhalefetin almış olduğu tutum da oldukça düşündürücüdür. Öyle ya, daha düne kadar kendi yapmış oldukları Kürtçü, bölücü adımları unutan CHP ve MHP, AKP’yi ülkeyi bölmekle suçluyor.
Basına bakacak olursak bu noktada en sert açıklamaları MHP yapıyormuş. Fakat, sert eleştirilere rağmen AKP açılıma devam ediyor. Demek ki, açıklamalar o kadar sert değilmiş! Daha açıkçası sert eleştiriler getirsen de AKP’yi bu tarz eleştirilerle durduramazsın. Bunu MHP de çok iyi biliyor, ama biz, yine haklı olalım noktasından hareket ettiği için de ülkeyi bölmeye götüren süreci durdurmaya yönelik çalışmalar yapmıyor. Ayrıca MHP’nin bu sert eleştirilerinin altında yatan en önemli neden ise, halkın milliyetçi tepkisini önlemek ve yine halkı sokağa çıkmama konusunda uyararak, halkı yapılan bölücülük konusunda duyarsızlaştırmaktır. Eğer, MHP ülkenin milli birlik ve bütünlüğünün bozulmaya çalışıldığı konusunda gerçekten samimi ise meclisten çekilir, millete döner ve millete gerçekleri anlatarak da sert eleştirilerini pekala yerine getirebilir, ama onların böyle bir niyetinin olmadığını çok iyi biliyoruz.
“Önce ülkem, sonra partim” sloganlarıyla yıllar yılı bu milleti kandıran MHP’nin, maalesef bu konuda da gayri samimi olduğunu gözlemliyoruz. Dediğimiz gibi samimiyseniz millete dönün ve bu süreci durdurun. Ülkenin birliği ve bütünlüğü mü önemli, yoksa partinizin haklı çıkması mı önemli herkese gösterin.
Aslına bakılırsa MHP’yi gayri samimi bulduğumuz konusunda geçmişe dönük elimizde çokça malzeme mevcuttur. O nedenle MHP’yi Kürt açılımına karşı olması noktasında samimi ve ciddi bulmadığımızdan, MHP’ye güvenmiyoruz.
Peki, MHP’yi gayri samimi bulmamıza neden olan olaylar nedir bir hatırlayalım:

MHP Apo’yu İpten Aldı

MHP’nin de içinde bulunduğu 57. hükümet döneminde terör örgütü PKK’nın başı Abdullah Öcalan’ın idamı konusu gündeme gelmişti. Fakat sırf AB’ye giriş süreci sekteye uğramasın diye idam dosyasını rafta beklettiğini biliyoruz. İdam konusu meclis gündemine geldiğinde ise MHP’nin Apo’nun idamı konusunda idamının onaylanması yönünde oy kullandığı doğrudur. Fakat, Apo’nun idamının onaylanıp, onaylanmayacağı süreç içinde bir süreç vardır ki, işte o süreç gözden kaçırılmaya çalışılmaktadır.

Peki nedir o süreç?

Herkes bilir ki, yasama yetkisini elinde bulunduran partiler, Meclis gündemine gelmesi istenilen konuları kendi belirlemiş olduğu alt komisyonlarda tartışır ve bu komisyonların onayıyla Meclis gündemi belirlenir. İşte böyle bir süreç Apo’nun idamı konusunda da gerçekleşmiştir. AB uyum yasaları çerçevesinde Adalet Komisyon’unda ele alınan idam cezasının kaldırılması ilgili görüşmelerde DSP’den 7, MHP’den 6, ANAP’tan 3, SP’den 4, DYP’den 3 üye olmak üzere 23 üye bulunuyordu. DSP tasarının kabulü yönünde evet derken, ANAP’ın iki üyesi evet, bir üyesi ise red oyu kullanıyor. SP ve DYP’li üyelerinde tamamı red oyu kullanıyor. MHP’liler ise evet oyu kullanıyor. Böylece tasarının Meclis’te görüşülmesi kabul ediliyor. Eğer, MHP’liler red oyu vermiş olsaydı çoğunluk red oyu olduğu için Apo’nun işi o gün bitiyordu. Ama MHP tasarının Meclis gündemine gelmesini sağlamıştır.

Türk Ocakları AKP'nin Kürt açlımını destekliyor











AKP’nin Kürt açılımını destekleyen Türk Ocağı Genel Başkanı Naci Gürgür (solda), İçişleri Bakanı Beşir Atalay’la (sağda) görüştü ve ardından da Kürt Enstitüsü açılması teklifinde bulundu.

MHP’nin bu konuyu Meclis gündemine getirmesinin nedeni basittir. Onlar da Meclis’te Apo’nun idamı yönünde bir karar çıkmayacağını biliyorlardı ama kendilerini haklı çıkarmak için adalet komisyonunda Apo’nun işini bitirmek varken konuyu Meclis gündemine taşıyarak Apo’nun idamını engellemiştirler. Yani, “önce ülkem, sonra partim” diyen MHP, adalet komisyonunda “önce partim, sonra ülkem” demiştir. Bu gerçeği ise vefat eden MHP İstanbul eski milletvekili Mehmet Gül ve MHP Trabzon eski milletvekili Orhan Bıçakçıoğlu’nun basına vermiş olduğu açıklamalardan öğrenmiş bulunuyoruz. İsteyen geçmiş gazete arşivlerini tarayarak gerçeğin bu yönde olduğunu öğrenebilir. Ayrıca, madem Apo’nun idam edilmesini istiyordunuz, aksi yönde karar çıkacağını bildiğiniz halde hükümet ortaklığından neden ayrılmadınız? Bu mudur sizin ülke sevginiz?
MHP bu gibi şark kurnazlıkları ile halkı kandırabileceğini zannetti ama olayları açık ve net gören Türk halkı seçimlerde MHP’ye itibar etmeyerek cezalandırmıştı! Şimdi ise sözde bölücülüğe karşı olan MHP’nin PKK’nın Meclis’teki uzantısı olan DTP’ye göstermiş olduğu yakınlığı gören Türk halkı MHP’nin nasıl bir parti olduğunu anlamıştır artık.

MHP’nin DTP’ye duyduğu yakınlık

Hatırlanırsa bundan yaklaşık 2 yıl önce sınır ötesi harekatın yapılması gündeme gelmişti. O zamanın Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile DTP arasında gerginlik yaşanıyor ve Genelkurmay Başkanı “PKK Meclis’te!” diyordu. Buna karşın Bahçeli ise DTP için: “Solumuzda oturuyorlar… Maalesef hâlâ yargısı devam edenler var. O süreçte biraz ihtiyatlı olmak lazım. Yargıda beraat ederlerse mesele yok. Ama yargıdan bir karar çıkarsa, PKK meclis’te demektir.”diyordu. DTP’nin PKK ile olan yakınlığı konusunda topu yargıya atacak kadar duyarsızlaşmış Bahçeli, şimdilerde ülkenin bütünlüğü için çok duyarlı hale gelmiş görüntüsü veriyor!
Meclis’te MHP’nin DTP’ye yakınlaşması sadece bununla sınırla kalmamıştı. Meclis’te MHP’lilerin DTP’lilere incir ikramı olmuş ve bu esnada “söyleyin, arkadaş yardım ve yataklıktan gider vallahi” esprisi de partililer arasında gülüşmelere neden olmuştu. Ayrıca geçen sene 23 Nisan nedeniyle TBMM’de yapılan kutlamalar sırasında protokol Birinci Meclis’e geçmiş burada DTP’li Hasip Kaplan’ın arkada kaldığını gören Bahçeli, Hasip Kaplan’ın elinden tutarak; “Hasip, Meclis’in renklerini tamamlayalım” diyordu. Yine aynı gün Meclis töreninde muhalefet liderlerinin bulunduğu grubun fotoğraf çekiminde bulunmak isteyen Ahmet Türk yapılan uyarılar ile protokolden çıkarılmak istenmiş buna Bahçeli engel olarak fotoğraf çekiminde bulunmasına izin vererek jest yapıyordu.
İki parti arasındaki yakınlaşmalar birlikte bozkurt işareti yapmaktan tutun da Doğu Türkistan’da Çin sömürüsü altında yaşayan Uygur Türkü soydaşlarımızın yaşadığı zulmü unutan MHP’liler, DTP’li bir milletvekili ile karşılıklı göbek atmaya kadar gitmişti.
Herkes bu duruma şaşırıyordu haliyle ama biz şaşırmıyorduk. İki partinin Kürt-İslamcı bir kökene sahip olduğunu bildiğimizden, eninde sonunda yakınlaşacaklarını devamlı olarak söylüyorduk. Söylediklerimizde ne kadar haklı olduğumuz ortaya çıkmıştır.

AKP’yi de Gül’ü de başımıza bela eden MHP’dir!

DTP’ye yakınlık duyan MHP’nin AKP’nin bölücü ve şeriatçı açılımlarına karşı olmak ise doğasında yoktur! Hatta Türkiye’yi bu sürece sürükleyen MHP’nin bizzat kendisidir. Hatırlayalım bugün Kürt açılımını AKP’den önce Abdullah Gül başlatmıştır. bildiğiniz gibi Abdullah Gül’e Cumhurbaşkanlığının yolunu açan da MHP olmuştu.
MHP’liler seçilecek olan Cumhurbaşkanı için: “Milli birlik ve ülke bütünlüğüne saygılı bir siyasi anlayışın temsilcisi olması vazgeçilmez bir şarttır” diyorlardı. Fakat ne oldu da “Türklük bizi ilkel bıraktı”, “milliyetçilik aslında ırkçılık” diyen Gül’ü Cumhurbaşkanı yaptılar.
Peki, MHP başka ne yaptı? Ne yapmadı ki? AKP gibi Türkiye için zararlı olan bir partinin kapatılması sürecinde kapatılmaması yönünde söylemleri oldu. Hatta Bahçeli bir keresinde: “AKP’nin kapatılmaması, MHP’nin koalisyon ortağı olduğu 57. Hükümet döneminde 3 Ekim 2001’de yapılan Anayasa değişikliği sayesinde oldu. Bundan büyük bir memnuniyet duyduk” dedi.
AKP’nin kapatılmamasından memnun ol, Türklükten hazzetmeyen bir AKP’liye Cumhurbaşkanlığının yolunu aç; ondan sonrada bağır, çağır: “Bu milletin başına bela mısın arkadaş?” diye. Tüm bu olumsuzluklara rağmen MHP hala ülkenin milli birlik ve bütünlüğünden yanaymış izlenimi veriyor ya işte en çok ona üzülüyoruz. Sanki birileri MHP’yi başımıza bela olsun diye sayıyla verdi arkadaş.

Eski MHP’liler de Kürtçülük, bölücülük yapıyor

Kürt açılımı ile yıllar yılı sahte milliyetçilik yaparak milliyetçi geçinenlerin, sahte milliyetçi olduklarını görmemiz için ortam da doğmuştur aslında! Buna en iyi örneklerden birini ise Türk Ocakları Başkanı Nuri Gürgür “Kürt sorunun çözümü elzemdir” diyerek AKP’ye Kürtçülük ve bölücülük konusunda vermiş oldu destekle göstermiştir.
Aslına bakılırsa TÜRKSOLU okurları Nuri Gürgür’ü yakından tanımaktadırlar. Hatırlayın canım, hani “Ulusalcılar, milli kültür ve tarihten kopuktur” diyerek milliyetçi solculara saldırma cüretini gösteren zat-ı muhterem vardı ya, işte o Nuri. Sözde milli kültür ve tarihten kopuk olmayan ama AKP’ye göbekten bağlı olan bu Nuri, bir de Kürtler için Kürt Araştırma Enstitü istemiş. Hatta, “Üniversitelerde Kürtçe seçmeli ders olarak müfredata konulabilir” demiş.
Ya, gördünüz mü yıllar yılı Türkçülük, “milliyetçilik” yapanların halini. Hepsi dökülüyor! Kürtçülük, bölücülük yapıyor. Nuri bir defasında da Fethullah’ın yurt dışındaki okullarının savunuculuğunu yapmıştı. Belki Kürtçülük ona Fethullahçılardan bulaşmıştır, kim bilir!
Tabii burada dikkat çekmek istediğimiz diğer bir husus ise Nuri Gürgür’ün eski bir MHP’li olmasıdır. MHP ve MHP’ye yakın yayın organlarında yazarlık yapan Nuri, bir yazısında: “Milli inkılâbın başarılması halinde Türk cemiyeti büyük bir medeniyet sıçraması gerçekleştirecektir”diyerek Osmanlı’dan sonra Atatürk tarafından kurulan Türkiye devletinin milliyetçilik temelindeki Milli İnkılâbını görmezden gelebiliyordu. Bu ise sözde milliyetçi geçinenlerin, Atatürk gibi en büyük Türk milliyetçisinin yapmış olduğu Türk Devrimi’ni ve milliyetçiliğini beğenmemekten kaynaklanıyordu.

Atatürk düşmanlığı yaparak Türk milliyetçiliği yapabileceğini zannedenlerin şimdilerde ise Kürtçülük ve bölücülük yapmasına şaşmamalıyız aslında. Atatürk düşmanlığı yaparak kitleleri Atatürk’ten ve milliyetçilikten soğutanlar, şimdilerde ise bu halka Kürtçülük ve bölücülük virüsünü bulaştırmak istemektedirler.

Milliyetçilik solcu olmayı gerektirir

Peki, neden Türkçüyüm, milliyetçiyim diye geçinen sağcılar, şimdilerde Kürtçülük ve bölücülük yapıyor. Evet, bu soruya doyurucu bir cevap vermemiz gerekiyor.
Milliyetçilik, milletini sevme, milletini özgür ve bağımsız yaşamasını sağlamak için her türlü sömürü ile mücadele vermenin, bir diriliş, bir var olma mücadelesinin, bir ideolojinin adıdır. O nedenle vatanseverlik, yurtseverlik gibi kavramlardan çok farklı birşeydir. Önemli olan her türlü sömürüye karşı eğilmeden, bükülmeden ezene karşı dimdik ayakta durabilmektir. O da milliyetçilik ile mümkündür.
Solcu olmak ise, insan onuruna saygı duymaktır, insanın insanı sömürüsüne karşı olmaktır, kendi halkının milletinin ezilmesine sömürülmesine karşı bağımsızlık mücadelesi vermektir. O nedenle Milliyetçilik ile solculuk ortak bir paydada buluşur. Amaç kendi halkının, milletinin her türlü sömürü vasıtasıyla sömürüsüne karşı olmak ise bunu sadece solcular yapabilir, sağcılar değil.
Ülkücülerin, milliyetçi geçinenlerin geçmiş dönem yayınlarındaki yazılarına bakın, Doğan Avcıoğlu yönetimindeki sosyalistlerin milliyetçi olmaları bile eleştirilmektedir. Yani solcuların milliyetçi, yurtsever olmasına bile tahammülleri yoktur bu gibilerin.
Ülkücü ve sağcı geçinenler her daim solcuların devletçi olmalarını eleştirmişlerdir. Oysa ki, devletçi olunmadan milliyetçi olunamayacağını anlayamayanlar; “İşçi çalışır, üretir. Sosyalist devlet onu sömürür” saçmalıklarıyla devletçiğe karşı çıkmışlardır. İşçiyi asıl sömürenin burjuva olduğu gerçeğini görmezlikten gelerek kapitalizmin savunuculuğu yapanlar, kendi emekçi halkını, milletini sermayedara sömürterek milliyetçi olabilirler mi? Tabiî ki olamaz, ama gel de bunu ülkücülere, sağcılara anlat.

Türkler ve solculuk

Sosyalist düzen, ferdin mülkiyet hakkını gasp ediyor diye karşı çıkıp birde Türkçülük yapmaya çalışanlar yok mu? İşte asıl Nuri’nin de belirttiği gibi milli kültür ve tarihten kopuk olanlar bunlardır. Yani ülkücülerdir, sağcılardır. Bilmezler mi Orta Asya’dan Osmanlı dönemine kadar Türklerde mülk sahibi olma anlayışının olmadığını?
Eğer sözde milliyetçi geçinenler milli kültür ve tarihten kopuk olmasaydılar Türklerde mülkiyet anlayışının olmadığını bileceklerdi. O nedenle, mülkiyet hakkı gasp ediliyor, diye sosyalizm düşmanlığı yapanlar aslında yıllar yılı Türk ve Türkçülük düşmanlığı yapmışlardır.
Eğer biraz Türk tarihinden haberleri olsaydı, Atatürk’ün başta Türk milliyetçiliği olmak üzere Altı Ok’unun Orta Asya Türk geleneğine bir dönüşün, öze dönüşün, bugün modernize olmuş halini görür ve Atatürk düşmanlığı yaparak Türk milliyetçiliği yapılamayacağını anlarlardı.
Yine eğer, Türk tarihinden ve Türkçülükten biraz haberleri olsaydı. Orta Asya Türk yaşamının aslında bugün bizim arzuladığımız sosyalist düzen arasında bazı benzerlikleri olduğunu görürlerdi. Eğer biraz daha dikkatli baksalardı, Atatürkçülüğün Türkçülük olduğunu; Türkçülüğün ise mülkiyetsiz, paylaşımcı, köleci olmayan ve bu nedenle sömürmeyen, eşitlikçi bir düzeni, yani sosyalist düzeni, savunmak olduğunu görürlerdi! Orta Asya Türk yaşamında, insanın insanla ilişkisinin mülk sahipliğine göre değil, yeteneğine göre kurulduğunu, mal ve mülk kavramları gelişmediği için de toplumu yönetecek kişilerin meziyetleri ve kişiliğiyle ön planı çıktığını göreceklerdi. Yani Türkler özü itibariyle solcu bir millettir. Ve o nedenle sosyalizme savaş açan MHP’nin, ülkücülerin de neden Türkçü bir parti olamayacağı şimdi daha net görülebilmektedir.
Bireyin mülkiyet hakkına sahip olduğu bir yerde toplumculuğa, halkçılığa yer yoktur. Halka yer olmayan yerde milliyetçiliğe hiç yer yoktur. Çünkü bireyin mülk sahibi olma arzu ve isteği halkın, milletin özgür ve bağımsız yaşamasının önüne geçerse; milletin bağımsızlığı bireyin arzu ve isteklerine feda edilmiş demektir. Daha açıkçası bireyin olduğu yerde millet yoktur. Bireyi esas alan sağcı zihniyetin olduğu yerde milliyetçilik yoktur. İşte o nedenle de sağcılar milliyetçi olamaz.

Türkçülük; Atatürkçü, milliyetçi ve sosyalist olmak demektir!

Daha Türkçülüğün ve Milliyetçiliğin ne olduğunu bilmeyenlerin Kürtçülüğe ve bölücülüğe gereken tavrı alamamalarına, hatta üstüne üstelik Kürtçülük ve bölücülük yapmasına niye şaşırıyoruz ki? Asıl şaşılması gereken Türkçülükten bihaber olanların peşinden gitmektir.
Bunların peşinden gidenler ise şimdi Kürtçülük konusunda nasıl bir tavır takınacaklarını bilemiyor. Bilemezsin arkadaş, Atatürk’ün Türk milliyetçiliğini beğenmezlik edip burun kıvıracağına biraz onun döneminde uygulanan Kürt politikalarına bakmış olsaydın Kürtçülük konusunda nasıl tavır takınılacağı konusunda senin de bir fikrin olacaktı. Ve böylece DTP’ye yakınlık duyanların peşinden gitmek yerine onları yargılar olacaktın arkadaş. Eğer bu bildiklerini biraz yorumlama ve biraz da yeni tezler üretebilme kabiliyetin olsaydı; Atatürkçülüğü, Milliyetçiliği ve Sosyalizmi bir potada eritip; Amerikancı, kapitalist, işbirlikçisi AKP ve DTP’ye karşı en net tavrı sen alırdın. Bugün TÜRKSOLU’nun AKP ve DTP gibi Kürtçü ve bölücü partilere karşı en net tavrı almasının altında yatan neden işte budur.

Eğer bu bilgilere biraz vakıf olsaydın “Türk-Kürt kardeşliği” saçmalığı adı altında tüm tarihi boyunca emperyalizme ve sömürüye karşı mücadele eden Türk’ü; Kuzey Irak Kürt yönetiminde olduğu gibi Amerikan emperyalizmine şükranlarını bildirmek için şükran günü düzenleyen işbirlikçi ve Amerikan emperyalizminin ajan unsuru olan Kürt zihniyetiyle kardeş yapma gafletine düşmezdin. Bu gaflete düşüp Türk-Kürt kardeşliğini savunan MHP gibi partilerinde neden DTP’ye yakınlık duyduklarını da daha iyi anlardın.
Şimdi anladın mı arkadaş, ülkücülerin ve sağcıların neden Kürtçülük ve bölücülük yaptığını. Buna karşın ise TÜRKSOLU’nun Kürtçülüğü Amerikan emperyalizminin ezilen ulusları bölmek için vasıta, ajan bir unsur olarak kullandığının bilincinde olup; ezilmeye ve sömürülmeye karşı ise Türkçülük, milliyetçilik yaparak karşı çıkılacağını ve böylece bağımsız olunabileceğini bilirdin. Solcu olmak bu gerçeği bilmeyi gerektirir.

(Sayı 252, 07/09/2009 )



...