24 Kasım 2015 Salı

11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM, PETROL VE NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTA DOĞU 2


 11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM,  PETROL VE  NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTADOĞU 2



 NÜKLEER TEHDİT VE YENİDEN İNŞA EDİLEN GÜÇ DENGESİ 


Soğuk Savaş döneminden 21. yüzyıla, barışçıl ya da askeri amaçla, kapsamlı ve etkili kullanıldığı takdirde nükleer kapasite, hemen her anlamda en temel 
“güç” kaynaklarından birisini teşkil etmekte, bu nedenle de birçok ülke “nükleer güç” sahibi olmak istemektedir (Kibaroğlu, 2013: 11). Hem dış müdahalelerin 
yaşandığı ve yaşanması riskinin yüksek olduğu, hem de bölge–içi dengelerin önem arz ettiği Ortadoğu’da da nükleer silah gibi caydırıcılığı yüksek bir güçle donanmak ulaşılmak istenen hedeflerdendir. Bu hedef, yeni riskleri beraberinde getirmektedir. Zira bölgenin girift ve kırılgan yapısı sebebiyle hassas dengeler üzerine kurulu güç dengelerinin herhangi bir devletin lehine bozulması çok ciddi karışıklık ve çatışmalara neden olabilecektir (Leday, 2007: 93-106). Bu noktada, nükleer atıklar başta olmak üzere, ifade edilen tehdinin çevresel boyutu da göz ardı edilmemelidir (Kum, 2009: 209). 

Nükleer güç olgusunun paradoksal bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Bir yandan bu güç, stratejik avantaj sağlasa da; diğer yandan güç dengelerinin 
yeniden inşası noktasında riskleri de beraberinde getirmektedir. Bölge açısından, nükleer silaha sahip (bilinen) tek devlet olan İsrail bir taraftan nükleer silahların yayılmasını engelleyen anlaşmaya imza koymakta direnmekte, diğer taraftan nükleer silahların bölgede, özellikle İran ekseninde yayılmasının istikrar ve güvenlik açısından büyük bir tehdit oluşturduğu görüşünü dile getirmektedir. Fakat karşı/t perspektiften İsrail’in, bölgenin denge siyasetinde önemli bir aktör olması İran’ın nükleer silah üretme motivasyonunu canlı tutan bir diğer olguyu teşkil etmektedir (Topak, 2013). 

Uranyum zenginleştirme kapasitesi ve nükleer program sayesinde İran’ın nükleer silaha sahip olma konusunda çok büyük mesafeler katettiği ve ciddi 
potansiyel bir tehlike oluşturduğu iddia edilmektedir. İran’ın nükleer program geçmişi, Şah dönemine kadar uzanmaktadır. İslam devriminden sonra İran’ın 
nükleer programına son verdiği ve fakat Irak’la yapılan savaş sırasında nükleer programın önemi ve gerekliliği düşüncesinin ortaya çıkması ile sivil amaçlı 
nükleer araştırmalara yeniden başlandığı ileri sürülmektedir. İran’ın yürüttüğü nükleer programının nihai amacı konusunda iki farklı görüş mevcuttur. İlk 
görüş, İran’ın deklare ettiği gibi sivil amaçlı nükleer program yürüttüğü
konusundaki açıklamasının gerçekleri yansıttığı ile ilgilidir. Karşıt görüşe göre ise İran’ın, Pakistan, Hindistan, İsrail ve Rusya gibi nükleer silahlara sahip ülkelerle çevrili olduğu için hem kendini savunmak hem de bölgesel bir güç olmak bakımından siyasi hedeflerle nükleer silah elde etmek istediği ileri sürülmektedir. Daha gerçekçi ve ihtimal dahilinde gözüken sava göre, İran herhangi bir seçenek üzerine vurgu yapmaksızın gerçekten nükleer kapasiteyle donanmak istemektedir. Zira birincisi, İran’ın bölgesel bir güç olduğu konusundaki iddiasının gerçek olabilmesinin temel şartlarından birisi nükleer silaha sahip olmaktır. İkincisi, nükleer silah teknolojisine sahip olmak, İran rejiminin baş düşman olarak ilan ettiği İsrail’e karşı güç kazanmasının ve Müslüman dünyada prestij sahibi olmasının da yine temel şartlarından birisidir. 

Fransa, İngiltere ve Almanya’nın askeri nükleer programından vazgeçmesi ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun kontrolünü kabul etmesi karşılığında 
İran’la sivil nükleer alanda teknik bir işbirliği yapmayı, destekleyici ekonomik yardımlarda bulunmayı ve güvenliklerini garanti etmeyi bir paket halinde 
sunarak Tahran yönetimini ikna etmeye çalışmaları (Djalili, 2007: 32-43) ve Mayıs 2010’daki Nükleer Takas Anlaşması gibi girişimler söz konusu olsa da, 
İran–İsrail–ABD ekseninde karşılıklı güvensizliğin ortadan kalktığını söylemek mümkün görünmemektedir. Bu noktada şu soru karşımıza çıkmaktadır: Eğer 
İran bütün baskılara rağmen nükleer programın devamında ısrar ederse, ABD İran’ı müdahale edilmesi gereken yeni bir hedef olarak seçecek midir ve bu 
ihtimalin gerçeğe dönüşmesi ne gibi sonuçlar doğuracaktır? (Dinç, 2010: 2133) 

Böylesi bir müdahalenin ne şekilde gerçekleştirileceği de bir diğer tartışma konusudur. Nükleer araştırma mekanlarının havadan yapılan müdahalelerle 
veya komando indirmesiyle yok edilmesi seçeneğinin bu tür yerleşimlerin çok iyi korunması ve geniş bir coğrafi alana yayılmış olması gerçekleriyle beraber 
düşünüldüğünde çok da sonuca hizmet etmeyeceği bilinmektedir (Encel, 2007: 49-60). Öte yandan, İran’a karşı uygulanacak olan ekonomik yaptırımların 
petrol piyasaları üzerinde çok olumsuz etkilerde bulunacağı gerçeği İran’ı güçlü kılan bir etmen olmaktadır. Yönetiminin istikrarsızlaştırılması ile nükleer programın askıya alınması seçeneğine gelince, Molla yönetiminin hala ayakta durduğu göz önünde bulundurulursa bu seçeneğin çok gerçekçi olmadığı 
görülmektedir. Haziran 2013’de önceki dönem(ler)e kıyasla daha ılımlı bir isim olan Hasan Ruhani İran Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Her ne kadar Ruha-
ni’nin yapmış olduğu açıklamalar sonucunda İran’ın nükleer programına dair BM’ye kapılarını açabileceği düşünülse de, bu noktada Batı’nın kabul etmesi 
gereken “İran gerçeği” bulunmaya devam etmektedir (Berber, 2013). 

İsrail, nükleer silahla donanmanın kendi güvenliği ve hatta kendi varlığı açısından vazgeçilmez olduğu gerçeğinin altını çizmektedir. İran ekseni haricinde, kendi açısından nükleer silaha sahip olma girişimi, kendisini çevreleyen “ Düşman ” Arap devletlerinin saldırılarından korunmak için vazgeçilmez bir stratejik güç olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla İsrail, Arap devletlerinin olası saldırılarına karşı kendini savunabilmesi ve güvenliğini garanti altına alabilmesi açısından nükleer silaha sahip olmanın çıkarları için vazgeçilmez olduğu konusuna vurgu yapmaktadır. 

İfade edilen hususlar ve yaşanan güç müdahalesi çerçevesinde Soğuk Savaş döneminde müşahede edildiği gibi 21. yüzyılda da özellikle Ortadoğu’da 
nükleer silahlara sahip olma yarışının bütün hızıyla devam edeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Mevcut güç dengelerinin tesis edilmesi ve düşman 
olarak telakki edilen İsrail’e karşı üstünlük kurmak bakımından İran başta olmak üzere bölgenin diğer aktörlerinin bu yarışa girmeleri kaçınılmaz görünmektedir. 
Bu ihtimalden ötürü de İsrail’in, haricinde ortaya çıkabilecek nükleer programlar konusundaki hassasiyetinin devam edeceğini söylemek mümkündür. Öyle ki, ABD ile birlikte, bu konuda en küçük bir riske bile yer vermeyeceklerinin altını her fırsatta çizmeleri (Hamel, 2007: 49-58) bu görüşü destekler mahiyettedir. 

 SONUÇ 

11 Eylül ve sonrası bağlamında zikredilen bütün belirsizliklere rağmen, Ortadoğu’da daha uzun yıllar karışıklığın, istikrarsızlığın devam edeceğini ve siyasi ortamın zorluklarla dolu olacağını eldeki veriler ışığında ileri sürebiliriz. Arap Baharı olarak adlandırılan süreç de bu savı destekler mahiyettedir. İfade edilen çerçevede, toplumda radikal İslamcı hareketlerinin etkisi devam etmektedir. Amerika ve Avrupa karşıtlığı her geçen gün yükselmekte, batılı değerlere karşı Ortadoğu halklarının bir bölümünün itirazları devam etmektedir. 

Bütün dünya için olduğu gibi Ortadoğu için de ivedi ve kesin değerlendirmeler ve gelecekle ilgili yapılmış olan öngörüler gerçekçi sonuçlarla uyuşmamaktadır. 
Özellikle girift bir siyasi ve toplumsal yapıya sahip olan Ortadoğu bölgesinde geleceği öngörmek gayet zordur. Dolayısıyla bu konuda yapılan her değerlendirme nin ve öngörünün ince elenip sık dokunması ve bölgedeki sosyal ve siyasi yapının derinlemesine tahlil edilmesi önemlidir. 

11 Eylül’ün akabinde Ortadoğu’ya ilişkin Batılı devletlerin ve özellikle ABD’nin hayata geçirdiği politikaların, karşı karşıya olunan problemlere ilişkin etkin 
çözümler sunduğu konusunda bazı tereddütler mevcuttur. Çözüm önerilerinin bölgede karşılaşılan sorunların özüyle tam olarak uyuşmaması ve onlara tam manası ile bir cevap verememiş olması terörizme karşı geliştirilen stratejinin yetersiz olduğunu kanıtlamaktadır. Bir problemin çözümü konusunda alınan tedbirlerin içeriği kadar problemin iyi incelenmesi ve analiz edilmesi de önemlidir. Ortadoğu bölgesinde terörizmle mücadele konusunda, kullanılan 
imkanların sorunların halledilmesinde etkili olmadığı ve yanlış bir strateji uygulandığı sonucuna bugüne kadar elde edilen yetersiz sonuçlardan ve uygulamadaki mevcut pratiklerden yola çıkarak ulaşmak mümkündür. 

Demokrasi, uzun bir öğrenme ve kültür birikiminin sonucunda ancak elde edilebilir. Ama Ortadoğu devletlerinin büyük bir kısmı hala geleneksel yapının 
etkisi altında bulunmaktadırlar. Bu yapıların büyük bir kısmında büyük değişimler ve dönüşümler yaşanmaktadır. Bu şartlar altında, Batı modelini olduğu gibi tesis etme denemesi büyük riskler taşımaktadır. Suudi Arabistan’la Mısır’ı, Almanya ve İngiltere ile bir tutmak ve onların siyasi ve ekonomik modelini tarihsel gerçeklerden ve toplumsal yapıdan bağımsız düşünerek empoze etmek, daha başlangıçtan itibaren yenilgiyi kabullenmekle eş anlamlıdır. Batılı anlamda demokrasi, yani hükümeti oluşturacak kabinenin seçim yoluyla 
ve özgürce oluşturulması ve serbestçe kendini ifade etmenin mümkün olduğu sistemlerin bir devlette uygulanma şansının olabilmesi ve kökleşmesi için eş 
zamanlı olarak sosyal ve kültürel yapılara dayanması ve onlardan güç alması gerekmektedir (Snegur, 2005: 113-123). 

Arap Baharı süreci ile birlikte –tartışmaya açık olsa da– gün geçtikçe, Ortadoğu devletlerinde kendi iç dinamiklerinden beslenen gerçek sivil ve demokratik 
güçler ortaya çıkmaya başlamıştır. Mevcut sistemin günün gerektirdiği ihtiyaçlara cevap vermemesinden dolayı söz konusu bu devletlerde sivil inisiyatiften doğan yeni oluşumlar belirmektedir. Ortadoğu’da demokrasi kültürünün ve siyasi yapılanmasının yerleşmesi ve kalıcı olabilmesinin gerekliliklerinden birisi de bu tür inisiyatiflerden güç alınması ve yönetimlerin “gerçek manada” sivil halka dayanmasıdır. Demokratikleşme ve serbest piyasa ekonomisinin yerleştirilmesi konusunda tepeden inmeci ve zora dayalı bir şekilde kaydedilen ilerlemeler ancak kısa ömürlü olabilirler. 

ABD’nin Irak’a müdahalesi ve Saddam rejiminin devrilmesinden sonra Irak’ta yapılan seçimler ve neticesinde ortaya çıkan sivil yönetim gelecekle ilgili bazı 
küçük umutların belirmesine neden olmuştu (Mathonnière, 2007: 59-67) ancak yukarıda da belirtildiği gibi sadece dış dinamiklere dayalı ve sivil güce 
dayanmayan bir demokratikleşme hareketinin kalıcı olabilmesi ve uzun süreli olması zor gözükmektedir. Şurası bir gerçektir ki, refaha kavuşmuş, barışçıl 
ve istikrarlı bir Ortadoğu’ya ulaşmak için daha uzun ve sancılı yolların kat edilmesi gerekmektedir. 

Nükleer tehdit konusuna gelince, hassas dengeler üzerine kurulu güç ilişkilerinin 
İran lehine kayması Ortadoğu’yu istikrarsızlığa ve kaosa sürükleyebilecektir. Ortadoğu denkleminde, Soğuk Savaş dönemine kıyasla nükleer silahın 
caydırıcı bir güç olması dışında kullanılması riski belirmektedir. Demokratik rejimlere özgü, alınan kararların sorumluluğunu taşıyabilen ve hesabını verebilen yönetimlerin hüküm sürdüğü devletlerde nükleer güce başvurmak gibi kritik bir kararın alınması uzak bir ihtimal olarak kalmaktadır. Lakin Ortadoğu 
bölgesinde demokratik rejimlerin seyrekliği gerçeği göz önünde bulundurulursa nükleer silahların yarattığı tehlikenin boyutları daha iyi anlaşılabilir. 

Uluslararası nükleer silahların sınırlandırılması sözleşmesine bağlı kalınarak, bu çapta öneme sahip bir konunun bazı uluslararası manevralarla sürüncemede 
bırakılması dünya istikrarı üzerinde çok ciddi tehditler oluşturmaktadır. İşte bu gerçekler göz önünde bulundurularak, nükleer silahların terörist grupların eline geçmesi riskinin minimize edilmesi ve nükleer silahların yayılmasının engellenme si konusunda uluslararası ortak bir tavrın geliştirilmesi hayati öneme sahiptir (Delpech, 2007: 181-189). 

Bütün bu değerlendirmeler ışığında, 11 Eylül sonrası dönemde yaşananlar ve Arap baharı süreci de dikkate alınarak Ortadoğu bölgesinin orta vadede 
karışıklığın ve istikrarsızlığın hüküm sürdüğü bir coğrafya olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. 


KAYNAKÇA 

ALTUNTAŞ, Ekin Oyan. (2009), Terörizme Karşı Savaş Stratejisi, Hegemonyası Zayıflayan ABD’nin Yeni Mekân Düzenleme Aracı, İmge Kitabevi, Ankara. 

AYOUP, Antoine. (2006), “Sécurité des Approvisionnements Pétroliers: Quelles Perspectives?”, in Revue Politique et Parlementaire (Pétrole: Entre Guerre et 
Coopération), No: 1039, Avril–Juin, s. 39–47. 

BACEVİCH, Andrew. (2006), “La Véritable Quatrième Guerre Mondiale”, in Politique Américaine, Choiseul, No: 4 Printemps, s. 65–81. 
BAUCHARD, Denis. (2007), “Un Moyen–Orient En Recomposition”, in Politique étrangère, Ifri, No: 2, s. 397–410. 
BELTRAN, Alain. (2007), “Du Charbon au Pétrole”, in Questions Internationales (La bataille de l’énergie), No: 24, Mars–Avril, s. 8–19. 

BERBER, Seçkin. (2013), “İran Halkının İhtiyatlı ve İyimser Tercihi: Dr. Hasan Ruhani”, 
http://www.bilgesam.org/incele/203/-iran-halkinin-ihtiyatli-ve-iyimser-tercihi-dr-hasan-ruhani/#.U4zjn3J_sqM, (Erişim Tarihi: 05.04.2014) 

BRUTON, John. (2006-2007), “La Relation Euro–Américaine en Transition”, in Politique Américaine, Hiver, No: 6, s. 15–24. 

BURKE, Jason. (2004), El Kaide Terörün Gölgesi, (çev. Ebru Kılınç), Everest Yayınları, İstanbul. 

ÇULHAZABCI, Filiz. (2005), “Sömürge Tipi ‘Demokrasi’ ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”, Mülkiye, Cilt: XXIX, Sayı: 246, s. 227–248. 

DAĞCI, Kenan. (2006), “AB ve ABD’nin Ortadoğu Stratejileri ve Büyük Ortadoğu Projesi”, Büyük Ortadoğu Projesi, Yeni Oluşumlar ve Değişen Dengeler, (ed. A. 
Sandıklı ve K. Dağcı), Tasam Yayınları, İstanbul, s. 175-188. 

DEDEOĞLU, Beril. (2006), “NATO, Terör Odaklı Stratejiler”, Avrupa Birliği’nde Değişen Dinamikler, Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı & TOBB Ekonomi ve 
Teknoloji Üniversitesi, Ortak Çalıştay Raporu, s. 23–28. 

DELPECH, Thérèse. (2007), “L’arme Nucléaire au XXIe Siècle”, in Politique étrangère, No: 1, Ifri, Armand Colin, s. 181–189. 

DİNÇ, Artum. (2010), “İran’a Olası Bir ABD ve İsrail Saldırısı ve Sonuçları”, 21. Yüzyıl, Haziran Sayı: 18, s. 21–33. 

DJALİLİ, Mohammad–Reza. (2007), “L’Iran sur la Scène Internationale”, in Questions Internationales, No: 25, Mai–Juin, s. 32–43. 

DYSON, William E. (2010), Terrorism, An Investigator’s Handbook, 3. ed., LexisNexis, NJ. 

ENCEL, Frédéric. (2007), “Des Frappes sur l’Iran ?”, in Politique Internationale, No: 116, été, s. 49–60. 

ERSOY, Hamit. (2002), “Ulusal Çıkar Aracı Olarak Uluslararası Politikada Terörizm”, Polis Bilimleri Dergisi Cilt. 4 (3–4), s. 15–26. 

FİLİU, Jean–Pierre. (2007), “Al–Qaida: La Bataille du Jihadistan”, in Politique Internationale, été, No: 116, s. 65–80. 

GÜNAL, Altuğ. (2004), “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, Ege Academic Review, Vol: 4, Issue: 1, s. 156–164. 

HAMEL, Tewfik. (2007), “Le Programme Nucléaire Iranien, Une équation Aux Multiples Inconnues”, in Défense Nationale et Sécurité Collective, No: 7, Juillet, s. 49–58. 

HASSAN–Yari, Houshang. (2010), “Politique étrangère des Etats–Unis: Barack Obama et le Moyen–Orient”, in Géostratégique (Où va l’Amérique de Barack Obama), No: 
29, 4 Trimestre, s. 157–169. 

KELLNER, Thierry. (2006), “La Politique Pétrolière de la République Populaire de Chine: Stratégies et Conséquences Internationales”, in Revue Française de Géopolitique 
Outre–Terre (Puissance Chine?), érès éditions, No: 15, s. 425–470. 

KİBAROĞLU, Mustafa. (2013), “Enerji mi? Silah mı? Nükleerin İki Yüzü”, Ortadoğu Analiz, Cilt. 5, Sayı: 58, s. 10–22. 

KUM, Hakan. (2009), “Yenilenebilir Enerji Kaynakları: Dünya Piyasalarındaki Son Gelişmeler ve Politikalar”, Erciyes Üniversitesi İİBF Dergisi, Sayı: 33, s. 207-223. 

L’HUİLLİER, Hervé. (2007), “Les Chinois à la Conquête des Hydrocarbures de la Planète. Esquisse d’une Approche Intégrée”, in La Revue Internationale et Stratégique, No: 
65, Printemps, s. 37–49. 

LEDAY, William. (2007), “Equilibres Militaires et Stratégiques au Moyen–Orient”, in Hérodote (Proche–Orient, Géopolitique de la Crise), No: 124, 1er trimestre, s. 93– 
106. 

LİND, Michael. (2007), “Le Monde Après Bush”, in Le Débat Histoire, Politique, Société, Gallimard, No: 143, Janvier–Février, s. 105–112. 

LOROT, Pascal. (2007), “Géopolitique des Hydrocarbures”, in Questions Internationales (La bataille de l’énergie), No: 24, Mars–Avril, s. 35–44. 

MATHONNİÈRE, Julien. (2007), “Ne Condamnons Pas Trop Vite la Guerre en Irak”, in Défense Nationale et Sécurité Collective, No: 7, Juillet, s. 59–67. 

MİTCHELL, John V. (2006), “L’autre Face de la Dépendance énergétique”, in Politique étrangère (Dossier: Le Moyen–Orient de l’énergie: Nouveaux Défis, Nouvelles 
Options), No: 2, Avril–Juin, s. 255–269. 

MURPHY, John M. (2003), “Our Mission and Our Moment: George W. Bush and September 11th”, Rhetoric & Public Affairs, Volume: 6, Number: 4, Winter, s. 
607–632. 

MÜLLER, Friedemann. (2006), “Le Nouveau Grand Jeu”, in Revue Française de 
Géopolitique Outre–Terre (Asie Antérieure Guerre à l’Iran?), No: 16, érès éditions, s. 163–176. 

NAVON, Emmanuel. (2007), “Israel a-t-il un Projet Géopolitique?”, in Hérodote (Proche– Orient, Géopolitique de la Crise), No: 124, 1er Trimestre, s. 69–78. 

PFİFFNER, James. (2006), “Les Décisions de Guerre de George W. Bush: l’Afganistan et l’Irak”, in Politique Américaine, No: 5, Eté–Automne, 35–52. 
SNEGUR, Julia. (2005), “Le Grand Moyen–Orient des Russes”, in Revue Française de Géopolitique, Outre–Terre (Arabies Malheureuses–I), No: 13, érès éditions, s. 113– 
123. 

TANGÖR, Burak ve Sayın, Sevinç. (2012), “Avrupa Birliği’nin Terörizmle Mücadele Stratejisi: Yeni Bir Bütünleşme Alanı mı?”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 
Cilt: 11, No: 1, s. 85–118. 

TOPAK, Tayfun. (2013), “Uluslararası Sistemde Nükleer Güç Dengesi: İran’ın Nükleer Programı ve Son Dönem Türk Dış Politikası Bağlamında Türkiye’nin Rolü”, The 
Journal of Academic Social Science Studies, Vol: 6, Issue: 5, s. 693–717. 

YURTSEVER, Hasan. (2004), İsrail ve Büyük Ortadoğu Projesi, Böl–Parçala–Yönet, Düşünce Yayınları, İstanbul. 

...



11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM, PETROL VE NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTA DOĞU 1





11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM,  PETROL VE NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTADOĞU 1


Ramazan İZOL* 
Samet ZENGİNOĞLU** 

 “11 Eylül ve Sonrası Terörizm, Petrol ve Nükleer Tehdit Ekseninde Ortadoğu”, 
Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 
Yıl 7, Sayı 2, ss. 423-439. 

Özet

11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıların ardından üç husus dikkat çekmiştir. İlk olarak; gerçekleştirilen bu saldırı, terörizm olgusunun Soğuk Savaş dönemine kıyasla farklı yöntem ve içerikle değerlendirilmesi zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. İkinci olarak; bu saldırılar sonrası ABD’nin 2001 Afganistan ve akabinde 2003 Irak müdahaleleri ile esas amacının petrol kaynak ve güzergâhlarının kontrolü olduğu tartışmaları gündeme taşınmıştır. Son olarak ise, müdahale süreci ve sonrasında İsrail–İran hattı başta olmak üzere Ortadoğu bölgesinde nükleer tehdit konusu gündeme gelmiştir. Bu genel çerçeve dâhilinde bu çalışmanın amacı; 11 Eylül ve sonrasında bu üç husus ekseninde Ortadoğu bölgesine yönelik görüş ve tartışmaların farklı perspektifler dâhilinde ortaya konmasıdır. 

Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Terörizm, Petrol, Nükleer Tehdit. 

Makale Geliş Tarihi: 16.07.2014
Makale Kabul Tarihi: 11. 12. 2014 

* Dr., Akdeniz Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. e-posta: ramazanizol@akdeniz.edu.tr 
** Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Doktora Öğrencisi. e-posta : sametzenginoglu@gmail.com 
Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi  
Yıl 7, Sayı 2, Aralık 2014 
Ramazan İZOL - Samet ZENGİNOĞLU 


GİRİŞ 

Ortadoğu coğrafyasının asırlardır dünyanın kalp merkezi ve ana eklem noktalarından biri olduğu bilinmektedir. Bu coğrafya, teo–stratejik açıdan tek tanrılı üç büyük dinin doğduğu yer olması bakımından; jeo–stratejik açıdan ise, sahip olduğu yer altı kaynakları bakımından büyük öneme sahip olmuştur. 

Ortadoğu, sahip olduğu bu stratejik konumdan ötürü Soğuk Savaş dönemi boyunca iki süper gücün (Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist 
Cumhuriyetler Birliği) öncelikli coğrafyalarının başında gelmiştir. Dâhili aktörler açısından ise, özellikle Arap milliyetçiliğinin yayılması, İsrail ile Arap Devletleri arasındaki karşılıklı birbirlerini tanımamaya dayalı çatışmaların hiç durmadan devam etmesi, Soğuk Savaş süresince bölgede tansiyonun yüksek olmasına neden olmuştur. Ayrıca, İsrail-Filistin çatışmasına bağımlı olarak yükselen terörizm tehdidi bölgenin istikrarsızlaşmasına yol açtığı gibi, problemlerin 
içinden çıkılamaz bir karaktere dönüşmesinde de etkili olmuştur (Nayon, 2007: 69-78). 

Bölgedeki gelişmeler, çoğu kez bizatihi başta Batılı ülkeler olmak üzere harici aktörleri de etkilemiştir. Özellikle 1973 yılındaki Yom Kippur savaşı, bölgedeki 


11 Eylül ve Sonrası: Terörizm, Petrol ve Nükleer Tehdit Ekseninde Ortadoğu çatışmaların ve gerilimlerin sadece bölge için sonuç(lar) doğurmadığını, bu 
etkilerin bölge dışına da yansıdığını göstermiştir. Öyle ki, bu savaş sırasında Arap Devletlerinin uyguladıkları petrol ambargosuyla birlikte Batılı devletler, 
ekonomilerinin enerjiye bağımlı olduğu gerçeğinin farkına varmışlardır (Mitchell, 2006: 255-269). 

11 Eylül 2001’den sonra Bush’un terörizme savaş açmasından sonra (Murphy, 2003: 607-632) Ortadoğu’nun genel siyasi, toplumsal ve sosyal durumu 
temel endişelerin ve potansiyel tehditlerin kaynağı haline dönüşmüştür. Bugüne kadar, sadece kendi Ekonomisi açısından büyük öneme sahip Petrol 
kaynakları nın güvenliğini sağlamayı öncelikli hedeflerine koyan ABD dış politikasında, bu trajik olaylardan sonra radikal değişiklikler meydana gelmiştir (Bacevich, 2006: 65-81). Kendi topraklarından çok uzaklarda cereyan eden çatışmalar ve problemler ilk defa bu olayla, Amerikan topraklarına sıçramış ve kendi vatandaşlarının güvenliğini yakından tehdit etmiştir. Bu yüzden, mevcut problemlerin kökünden halledilmesi ve Ortadoğu’ya demokrasinin götürülmesi Bush’un yeni önceliklerinden birisi olmuştur. 

11 Eylül saldırıları haricinde, 11 Mart 2004 tarihinde Madrid’de dört trene düzenlenen bombalı saldırılar ve 7 Temmuz 2005 tarihinde Londra’da 6 metro 
istasyonuna eş zamanlı olarak gerçekleştirilen terör eylemleri bölgeye yönelik olumsuz algının yükselişe geçmesine neden olmuştur. Zira bölge, terörün 
doğduğu, beslendiği ve geliştiği alan olarak görülmüştür. Bunun bir sonucu olarak da bölgeye müdahale etme amaçları gündeme gelmiştir. 

ABD’nin önce Afganistan’a (2001), ardından Irak’a (2003) müdahalesi bölgedeki kırılgan yapının derinleşmesine yol açmıştır. Bu askeri müdahalelerde bölgenin “terörizm” ile ilişkisi ön planda olsa da, dikkate değer bir diğer husus İran’ın bölgedeki gücünün ABD lehine dengelenmesi ile ilgili olmuştur. Zira İran’ın nükleer program konusunda ısrar etmesi, bölgedeki tansiyonu artırıcı önemli sebeplerden bir diğerini teşkil etmiştir (Lind, 2007: 105-112). 

11 Eylül saldırılarına kadar Ortadoğu’da sadece kendi çıkarlarının korunmasını hedefleyen bir politika yürüten ABD’nin radikal bir dış politika değişikliğine 
gitmesi kaçınılmaz olmuştur. Zira Washington yönetimi 11 Eylül saldırılarından sonra doğrudan saldırı tehdidi altında bulunduğu gerçeğinin farkına varmıştır. Bu bakımdan, Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesi ve liberalleştirilmesi kendi perspektifinden tercih edilen seçeneklerden birisi olmuştur. Bununla birlikte, bu konuda somut adımlar atılması noktasında, ABD yönetiminin esas olarak gerçekleştirmeye çalıştığı hedef kendi güvenliğini sağlamaktan ve çıkarlarını güvence altına almaktan başka bir şey olmamıştır (Bauchard, 2007, 397-410). Fakat ifade edilen müdahalelerin ardından bu hedeflerin aksi yönünde bir durum ortaya çıkmıştır. Öyle ki, Afganistan ve Irak’a yapılan müdahaleler sonrasında (Pfiffner, 2006: 35-52) bölgede tam olarak temin edilemeyen istikrar ve güven ortamının eksikliği terörist faaliyetlerin rahatça yayılmasına ve gelişmesine yol açmıştır. Hassas dengeler üzerine kurulu Ortadoğu’daki düzenin temelden sarsılmasıyla, bölgedeki güç dengelerinin (özellikle İran–Amerika–İsrail ekseninde) yeniden oluşturulması zorunluluğu istikrar bozucu etki yaratmıştır. 

Genel hatları ile Irak ve Afganistan’a yapılan Amerikan müdahaleleri, Orta doğu’daki siyasi ortam açısından iki zıt bakış açısıyla değerlendirilmiştir. Bir 
yandan, Irak’taki seçimler ve sivil bir hükümetin yönetime (iktidara) gelmesi ve Ortadoğu’daki diğer bazı ülkelerde görülmeye başlanan bazı küçük demokratik 
açılımlar umut verici olmuştur. Fakat diğer taraftan, bu müdahaleler bölgenin geleceği konusundaki belirsizlik ve istikrarsızlık noktalarındaki fay hatlarını derinleştirmiştir. 

Bu çalışma, zikredilen kapsam çerçevesinde üç önemli başlık üzerinden 11 Eylül sonrası Ortadoğu coğrafyasını analiz etmeyi hedeflemektedir. Başlıklardan 
ilkini, terörizm tehlikesi oluşturmaktadır. İkinci önemli başlık, petrolün stratejik önemi ve geleceği ile ilgilidir. Soğuk Savaş döneminin vazgeçilmez 
unsurlarından olan “nükleer” güç olgusunun, bölge ve dünya açısından 21. yüzyılda bir “tehdit” unsuru/söylemi haline gelmesi ise çalışmanın üçüncü ve 
son başlığını oluşturmaktadır. 

21. YÜZYILDA TERÖRİZM TEHLİKESİ: BİR “KORKU” YÜZYILI MI? 


Berlin duvarının yıkılmasının üzerinden on yıl geçtikten sonra, 11 Eylül 2001 saldırıları meydana gelmiştir. Yapısı ve yöntemi itibariyle Soğuk Savaş dönemi 
tehditlerinden farklı olan bu saldırı ile “terörizm” olgusu uluslararası gündemin temel tartışma alanlarından birisini teşkil etmiştir. 

“Belirli bir siyasal hedefe ulaşmak veya siyasal bir davayı yüceltmek amacıyla ve genelde kurulu düzeni değiştirmeye veya söz konusu siyasal davaya boyun 
eğmeye mecbur etmek için başvurulan ‘zorlayıcı ve şiddet içeren’ davranışlar” (Ersoy, 2002: 16; Dyson, 2010: 4) olarak tanımlanan terörizm, “son derece 
somut ve dünyevi gerçeklere dayanan politikaların genel amaçlarına bütünleşik sürdürülen bir strateji(dir) (Altuntaş, 2009: 21).” Terörizmin amacı, korku 
salmak ve hedef seçtiği kitlede yılgınlık oluşturmaktır. 21. yüzyılda küreselleşme nin de etkisi ile terörizm, uluslararası bir boyut kazanmış, medya araçları vasıtası ile saldırıların daha fazla kişi tarafından duyulması ve görülmesi sağlanmıştır. Böylece, saldırıların toplumsal ve siyasi tahrik etkisi tahrip etkisinden daha fazla olmuştur. 

11 Eylül saldırılarının köktendinci El–Kaide (Burke, 2004) örgütü tarafından üstlenilmesinin ardından, terörizm olgusu İslam ile ilişkilendirilmiş ve terörün 
kaynağı olarak Ortadoğu bölgesine odaklanılmıştır. Batı düşmanlığı ve kini üzerinden beslenen ve dini temellere dayalı bir yönetimi hayata geçirmeyi hedefleyen bu tür köktendinci hareketler İsrail’in ve ABD’nin Ortadoğu’dan çıkarılmasını, ulaşılması gereken temel hedef olarak belirlemişlerdir. El–Kaide ve diğer terörist gruplar Amerikan karşıtlığı ve düşmanlığı temelinde, Dünya’daki bütün Amerikan çıkarlarını ve varlığını hedef seçerek ABD’ye karşı amansız 
bir savaş açmışlardır (Filiu, 2007: 65-80). 

Ortadoğu’daki siyasi güç dengeleri bağlamında, radikal dinci örgütlerin etkisini göz ardı etmemek gerekmektedir. Doğrudan, bazı devletlerce desteklenen 
bu yasadışı hareketlerin bölgedeki istikrarı ve düzeni kökünden sarstığı şüphe götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. 11 Eylül’ün ardından 
terörizmle mücadele kapsamında bölgeye odaklanılması neticesinde, bölgede uzun yıllardan beridir varolan bu problemin üzerine gidilmeye başlanmış ve 
bu tehdidin yok edilmesi amacıyla somut kararlar alınması noktasında Batı Devletleri arasında konsensüs oluşmuştur. “Avrupa ve ABD, özellikle radikal 
İslamist terörizmin ‘Batı’ için tehdit olduğu konusunda bir tereddüt yaşamamış ve bu hareketin sorumlusu olan kuruluş, örgüt ve rejimler konusunda da ciddi bir yol ayrımı yaşanmamıştır. (Dedeoğlu, 2006: 23)” Her ne kadar, terörizme karşı uygulanacak yöntemlerde ABD ve Avrupa Birliği arasında bazı farklılıklar olsa da temel sorun konusunda bir uzlaşı sağlanabilmiştir (Bruton, 2007: 15-24). Eklemek gerekir ki, bahsedilen yaklaşım farklılığı, Avrupalıların, 
Amerikalı yetkililerin aksine, “teröre karşı savaş” (war on terror) yerine, “ Terörizmle Mücadele ” (fight against terrorism) ifadesini tercih etmelerinden 
doğmaktadır (Tangör ve Sayın, 2012: 88). 

ABD, bu yeni tehlike karşısında güvenliğini sağlamak için bir dizi tedbir alma zorunluluğu hissetmiştir. Lakin karşı karşıya kalınan tehdidinin tespit edilmesi 
ve sonrasında etkisiz kılınması konusunda engellerle karşılaşılmıştır. 

Zira uluslararası/aşırı nitelik kazanan bu yeni tehdit, kontrol edilmesi güç iki temel dayanaktan oluşmaktadır. Bunlar; saldırganların, yok etme gücü 
sınırsız olan nükleer, kimyasal ve biyolojik kitle imha silahlarını kullanabilme kapasitesine ve bağlantılı olarak, etkileri çok büyük ve derin olabilen fiziki ve 
psikolojik zararlar verebilecek hareket imkan ve kabiliyetine sahip olmalarıdır. 

Problemin boyutunun ve kapsamının karmaşık ve girift olması sebebiyle (olası) çözüm yolları konusunda takınılacak tutumun da belirlenmesi kolay olmamamıştır. 

Sadece sonuçlarla ve sonuçların tezahürleri ile uğraşmak, çözüm üretilmesini engellediği gibi, yüzleşmek zorunda kalınan problemin muğlaklaşmasına 
da neden olmuştur. Öyle ki, terörizmle mücadele etme hedefi doğrultusunda; temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, belli topluluklar (özellikle Müslümanlar) hakkında önyargıların ve ötekileştirici söylemlerin oluşmasına ve toplumlarda yapay korkuların yaratılması gibi sosyal olgular, yeni ve farklı problemlerle karşı karşıya kalınmasına yol açmıştır. 

Batı kamuoyunun gözünde bu tehlike, karmaşık haliyle, iyi tespit edilememesi yüzünden her geçen gün artarak endişe verici bir hal almıştır. Şurası bir 
gerçektir ki, 11 Eylül saldırılarından sonra tehlikeli bir şekilde, bir kavram karmaşası ortaya çıkmıştır. “Terörizm”, “İslam”, “Terörizm ve Müslümanlar” 
ve “İslamcı hareketler” arasında oluşmaya başlayan bu karmaşa ile bütün Müslümanlar tek bir kategoriye konarak, radikal İslam uğruna mücadele veren 
teröristler olarak nitelenmeye başlanmıştır. Batı kamuoyundaki terörizm algısı bu çerçevede şekillendirilmiştir. Diğer açıdan, ayrımcılığa tabi olma hissi 
ve potansiyel suçlu muamelesi olarak görülme düşüncesi, Müslümanların içinde yaşadıkları toplumlara entegre olmalarını zorlaştıran bir diğer faktör olmuştur. Dolayısıyla, bir bakıma sorunun çözümüne giden yollardan birisi terörizmi önlemek hedefiyle paradoksal bir şekilde daha en baştan bizatihi Batılı devletler tarafından tıkanmış ve topluma tam manası ile entegre olamamış Müslüman toplulukların terörist yapılanmaların kucağına itilmesi tehlikesini ortaya çıkarmıştır. 

Medeniyetlerarası çatışmalara kadar ulaşacağı varsayılan terörizm probleminin daha geniş perspektiften analiz edilmesi, Ortadoğu bölgesini ilgilendirdiği 
kadar Batı Dünyasını da çok yakından ilgilendirmektedir. Her sosyolojik sorun gibi terörizm olgusu da içinden çıktığı toplumdan bağımsız olarak doğru 
bir şekilde değerlendirilemez. Bugüne kadar ABD’nin ve diğer Batılı devletlerin Ortadoğu’ya ilişkin uyguladıkları ayrımcı ve dışlayıcı politikaların sonucu 
olarak terörizm gibi büyük bir tehdidin ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Zira bu politikaların bir sonucu olarak bölgedeki toplumların 
tepkileri ile karşılaşmışlardır ve bu tepkiler de bölgede belli gruplara destek kazandırmıştır. Bütün dünyayı tehdit eden terörist hareketlerin gün yüzüne 
çıkmasında, Batılı devletlerin yalnız kendi ulusal çıkarlarını ve ekonomik menfaatlerini gözeterek, bölgedeki diktatörlükleri, anti–demokratik yönetimleri 
desteklemeleri gibi oportünist politikaların etkisi göz ardı edilemez boyutta olmuştur. Örneğin, İran–Irak savaşı süresince İran İslam Devrimi’nin etkilerinin 
yayılmasının önlenmesi ve Ortadoğu’daki ABD çıkarlarının savunulması için Saddam gibi bir diktatörün desteklenmesi ve ülkesinde uyguladığı anti– 
demokratik uygulamalara göz yumulması, anti–Amerikancı ve anti–Batıcı radikal hareketlerin yeşermesinde temel faktörlerden birini teşkil etmiştir. 

11 Eylül saldırıları ile birlikte ilk defa kendi topraklarının hedef alınmasının ardından ABD, karşı karşıya kalınan sorunun öneminin farkına varmış 
ve Ortadoğu’ya ilişkin politikalarını yeniden gözden geçirme yoluna gitmiştir. Amerikan yöneticileri, terörü besleyen kaynakların kökü kurutulmadan varolan 
sorunun üstesinden gelmenin imkansız olduğunun farkına varmışlardır. Bu yeni konjonktürde, Büyük Ortadoğu Projesi’nden (BOP) ve Ortadoğu’da demokratik yönetimlerin özendirilmesi ve desteklenmesi, eğitim, sağlık ve ekonomik alanlarda iyileştirilmelerin yapılabilmesi için destekte bulunmak ve bölgenin büyük bir kısmında hüküm süren diktatörlük rejimleri üzerinde baskı kurarak siyasi alanda demokratikleşmenin sağlanmasını özendirmek gibi tedbirlerin gerekliliğinden söz edilmeye başlanmıştır. “BOP’un çıkış noktası, 11 Eylül saldırılarıdır. Bu saldırı, küresel terörizmin hangi boyutlara ulaştığını bütün dünyaya göstermesi bakımından da önemlidir. Bir başka önemi de, o güne kadar klasik yöntemlerle yürütülen küresel terörle mücadelenin bir işe yaramadığının anlaşılmasını sağlamasıdır. Çok bilinen bir uyarıdır: ‘sıtmadan kurtulmak için sivrisinekleri öldürmek yetmez; esas olan bataklığı kurutmaktır.’ Amerika geç de olsa bunu algılamış ve ‘terör üreten bataklıklar nasıl kurutulur’ arayışları BOP’un temelini oluşturmuştur (Günal, 2004: 157).” Bu temelde, sadece askeri tedbirlerle sorunun halledilmesinin ve üstesinden gelinmesinin zorluğu görülmüştür. Irak’a askeri müdahalede bulunularak Saddam rejiminin sona erdirilmesi ve demokratik seçimlerin yapılmasıyla beraber sivil bir yönetimin ülkeyi yönetmesi gibi tedbirlerin alınmasında bu değerlendirme farklılığının etkisi büyük olmuştur. Her ne kadar, ifade edilen kapsamda BOP’un bölge lehine bir inisiyatif olduğu düşünülse de, projenin bölge aleyhine, sadece İsrail lehine olduğu yönünde değerlendirildiğini ve eleştirildiğini eklemek gerekmektedir (Yutsever, 2004). Yine, “ABD tarafından başlatılan BOP, hedefleri bakımından bölgede barış ve istikrarın yakalanmasına hizmet edecek mahiyette görünse de, kurgulanma biçimi ve bunun ilk aşamasının Irak’ta ortaya çıkardığı sonuçları itibariyle başarı şansınının düşük olduğu” (Dağcı, 2006: 186) şeklinde değerlendirilmiştir ve projenin, ABD’nin bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol etme amacına yönelik Sosyo - Ekonomik eksende bir meşruiyet oluşturma girişimi olduğu müşahede edilen bir diğer gelişme olmuştur. 

Terörizm ekseninde son olarak; ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin politikasının belirlenmesinde kayda değer hususlardan birisi de Arap–İsrail çatışması ve bu 
konuda ABD’nin takındığı tutumdur. Amerikan dış politikasının belirlenmesinde ve şekillenmesinde Arap–İsrail çatışmasının iyi analiz edilmesi gerekmektedir 
(Hassan-Yari, 2010: 157-169). Yukarıda da ifade edildiği üzere ABD, 11 Eylül sonrasında Müslüman ülkelerde, ılımlı hükümetlerin desteklenmesiyle terörizmin gayri meşru kılınmasını ve radikal ideolojilerin yayılmasının engellenmesi için yeni girişimlerde bulunulmasını, diplomasi alanında, kamunun bilgilendirilmesi alanında ve eğitim faaliyetleri alanında yatırım harcamalarının artırılmasını hedeflemiştir. Lakin ABD’nin Müslüman ülkelerde sahip olduğu olumsuz/kötü imajını düzeltmek için yaptığı yatırımların ve bilgilendirme amaçlı faaliyetlerinin bir çoğu etkisiz kalmıştır. Şüphesiz, bölgedeki Amerikan imajının düzeltilememesi nin temelinde Filistin–İsrail sorununda ABD’nin takındığı İsrail yanlısı tutumunun belirleyici olduğu gerçeği ile karşılaşılmıştır. 

Dolayısıyla bölge halklarının fikirlerini olumlu yönde etkileyebilmek için Filistin–İsrail çatışmasının barışçıl yollardan halledilmeye çalışılması yönünde ABD’nin geliştireceği inisiyatifin belirleyici bir unsur olacağı görülmektedir. 


PETROLÜN STRATEJİK ÖNEMİ VE GELECEĞİ 


Özellikle 20. yüzyılla birlikte, temel enerji kaynağı olarak endüstrileşme (sanayileşme) ve kentleşme bağlamında ekonomik kalkınmada kömürün yerini alan petrole yönelik talebin yükselişi hızlı olmuştur. Güç odaklarının kontrolünü ele geçirmek için çabaladıkları petrolün büyük bir çoğunlukla Ortadoğu’da 
bulunması da bütün dikkatlerin bölgeye yoğunlaşması sonucunu doğurmuştur. Enerji hammaddesi olarak dünya ekonomileri açısından vazgeçilmez olan petrol kaynaklarının güvence altına alınması, bu bölgenin önemini artıran temel faktörlerden birisini oluşturmaktadır (Lorot, 2007: 35-44). 

21. yüzyılda da başta nükleer enerji olmak üzere diğer enerji kaynaklarının petrolün tacını elinden alamadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu stratejik 
ehemmiyetinden ötürü petrol, kısa süre zarfında büyük güçlerin uluslararası diplomasiyi belirlemede temel stratejik bir konusu haline dönüşmüştür (Beltran, 
2007: 8-19). Bu stratejik önemle birlikte Ortadoğu, özellikle 20. yüzyılın başından bu yana sahip olunan zengin petrol rezevlerinden ötürü çatışmanın, 
savaşın ve yüksek tansiyonun hakim olduğu bir alan olmuştur. Zira uluslararası politikada söz sahibi olmakla Ortadoğu’da etkili olmak arasında sıkı bir bağ mevcuttur. Bu bağ nedeniyle bölgesel bazda olduğu kadar küresel bazda da aktörler arasında çatışmalar kaçınılmaz olmuştur/olmaktadır. Örneğin, 
tarihsel perpsektifte 11 Eylül’ün ardından ABD’nin Irak müdahalesi başta olmak üzere, Rusya ile Avrupa arasında doğalgaz yüzünden yaşanan gerginlik, Latin Amerika’da petrol kuyularının millileştirilmesi girişimleri, Çin Halk Cumhuriyeti ’nin (ÇHC) petrol ikmal yollarının garanti edilmesi nedeniyle saldırgan petrol diplomasisi izlemesi (L’Huillier, 2007: 37-49) gibi gelişmeler bu bağı ve ifade edilen görüşü destekler mahiyettedir. Bu durum, daha sonraki dönemlerde de geçerli olmuştur ve enerjiye olan talep artışı da göstermektedir ki, kıt petrol kaynakları konusundaki çatışmalar artarak devam edecektir. 

Doğrudan petrol enerjisine bağımlı olan gelişmiş devletler açısından ikmal yollarının güvenliği ve petrol zengini devletlerdeki istikrar, birincil önceliği oluşturmaktadır. 

Kötümser tahminlere göre dünyadaki petrol rezervlerinin tükenmesine doğru gidilmekte (Çulhazabcı, 2005: 229) ve bu yüzden petrol savaşlarının çıkacağın dan söz edilmektedir. Zira hem gelişmiş, hem de gelişmekte olan ülkeler bakımından Ortadoğu’dan gelen hidrokarbonun kesilmesi büyük bir risk arz etmektedir. Dolayısıyla dünya ekonomilerinin istikrarı ve güven ortamının tesis edilmesi bakımından Ortadoğu petrol kaynaklarının kesintiye uğramadan dünya piyasalarına sunulmasının garanti edilmesi, ABD gibi diğer ülkelerin de üzerinde önemle durduğu konulardan birisidir. 

Bugün itibariyle dünya petrol üretiminin üçte birinin, kanıtlanmış dünya petrol rezervlerinin ise üçte ikisinin bulunduğu Ortadoğu gerçeğini göz önünde 
bulundurursak, bu endişenin boyutlarının anlaşılması daha da kolaylaşmaktadır. Yapılan en son araştırmalarda gelecek otuz yıllık süre zarfında petrol ham maddesi ne olan ihtiyacın artarak devam edeceğinin altı çizilmekte ve mevcut kaynakların bu talebi karşılamaktan çok uzak olduğu tespiti yapılmaktadır. 
Eğer yapılan tahminler gerçeği yansıtıyorsa bu konuda endişelenmenin yerindeliği daha kolay anlaşılmaktadır. Batılı devletlerin yanı sıra, siyasi 
ve ekonomik güç bakımından yükselişe geçen Çin Halk Cumhuriyeti’nin son zamanlardaki artan enerji talebi, hidrokarbona ilişkin yapılan bu tahminin 
gerçekleri yansıttığını göstermektedir (Kellner, 2006: 425-470) . 

Ortadoğu’daki mevcut petrol rezervleri ve kuyuları çok küçük bir alan içerisinde bulunmaktadır. Irak’ın güney bölgesi, İran, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Bahreyn arasındaki çok dar bir koridorla sınırlı olan bu stratejik kaynağın dünya pazarları na sunulması büyük oranda Hürmüz boğazı üzerinden gerçekleştirilmek tedir. Bu denli stratejik bir kaynağın küçük bir alan içinde yer alması ve çok rahat kontrol edilebilen bir yerden dünya pazarına sunulması petrole ilişkin kaygıların artmasına yol açan nedenlerden bir diğeridir. 

Ortadoğu bölgesinde tesis edilecek istikrar ve güven veya kargaşa ve çatışma hali dolaylı olarak dünya piyasalarını da yakından etkileyecektir. Zira Körfez 
bölgesindeki Arap ülkeleri ile İran’ın hidrokarbonun piyasa fiyatının belirlenmesindeki ağırlığı bilinmektedir. Petrol üreticisi bu devletlerin üretim kapasitesini azaltma veya artırma kararları piyasadaki petrol fiyatlarını belirlemedeki etkin bir faktördür. Lakin bu faktörün tek belirleyici olmadığının altı çizilmelidir. Pertolün uluslararası ekonomideki konumunda asıl belirleyici olan, arzdaki gelişmelerle piyasadaki talep arasındaki ilişkinin varlığıdır. 

Bu çerçevede, dünyadaki büyük aktörler bu kadar hassas bir bölgede bu kadar stratejik bir kaynağın bulunması dolayısıyla hayata geçirmek zorunda oldukları 
bazı önleyici tedbirlere başvurmaktan çekinmemektedirler. Uluslararası güç odakları kendi güvenlikleri açsından hayati buldukları bazı tedbirlerin alınmasını ihmal etmemişlerdir. Petrol ikmal bölgelerinin çeşitlendirilmesi, mevcut petrol kuyularının üretim kapasitelerinin artırılması için yatırımların teşvik edilmesi ve petrol kaynakları bakımından zengin devletlerde kendilerine bağımlı yönetimlerin iktidara getirilmesine dikkat edilmesi gibi tedbirler bunlardan sadece bazılarını oluşturmaktadır. Petrolün rahat taşınması ve üretilmesi amacıyla Batı ülkelerinin kontrolünde güvenli bir coğrafyanın yaratılması hedefi bu güçlü aktörlerin ortaya koydukları dış politikalarında sürekli önemli bir yere sahip olmuştur (Müller, 2006: 163-176). İfade edilen dahilde, ABD’nin 2003 Irak müdahalesini de bu kapsam ve hedefler göz ardı edilmeden değerlendirmek daha sağlıklı analizlere ulaşılmasını sağlayacaktır. 

Bugün itibariyle, güç dengelerinin yeniden belirlendiği Ortadoğu’da kısa vadede geleceği öngörmek zor gözükmektedir. Bir taraftan fosil enerji kaynaklarının 
aşırı derecede ve kontrolsüz kullanılması küresel ısınmaya yol açmakta ve Dünya’nın geleceğini tehdit etmektedir. Diğer taraftan Dünya petrol üretiminin 
üçte birini oluşturan Ortadoğu bölgesinin savaşlarla ve bölgesel istikrarsızlıkla çalkalanması, geleceğe güvenle bakılmasını güçleştirmektedir. 

Petrolün temel enerji kaynağı olarak dünya ekonomilerinin vazgeçilmezi olmasından itibaren, petrol zengini Orta doğu’da siyasi istikrar sürekli tehdit 
altında bulunmaktadır. Bu bakımdan, uluslararası güç odaklarının hakimiyet kurmak için yarıştığı stratejik öneme sahip bu bölgenin daha uzun süre 
tehditlerin ve istikrarsızlıkların beslendiği bir coğrafya olması kaçınılmaz gibi gözükmektedir (Ayoup, 2006: 39-47). 

2 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEK

..

19 Kasım 2015 Perşembe

NEDEN GİDİYORLAR.?



NEDEN GİDİYORLAR.?




Kemal Vural Tarlan,
12 Eylül 2015


Kadim Ortadoğu halkları, tarihi boyunca iç içe yaşasa da, her zaman dinsel, etnik, aşiretsel çatışmalara, emperyal çıkarlar için gerilimlere sahne oldu. İçten içe yanan bir coğrafyaydı her daim buralar, bazı zamanlar alazlar alevlere evirildi, bazen cılızlaştı ama hep içten içe yandı. Bu coğrafyada yaşayan kadim halklar bu yangında hep çocuklarını yitirdi, kimi savaşarak, kimi göç yollarında, kimi çöllerde katledildi. Tarih 21.yüzyılı gösteriyor hala Ortadoğulu gençler omuzlarında silahlarla savaş alanlarında, cepheden cepheye koşuyorlar, bir birlerinin boğazını kesiyorlar. Kimi evini, toprağını savunuyor, kimi binlerce yıldır insanlığın yarattığı tüm değerleri, kültürel ve tarihsel mirası yerle bir edecek kadar insandan ve insanlıktan uzaklaşmış ölümü, ölmeyi kutsallaştırmış, sanal cennetler peşinde cellatlara dönüştü. Yıllardır bu topraklarda, toplumsal farklılıklar üzerinden çatışmalar körüklendi, demokrasi, insan hakları ve eşitlik talepleri, kadim çıkarlar için kurban edildi, edilmeye devam ediliyor.

29 Nisan 2011 tarihinde ilk Suriyeli mülteci kafilesi Türkiye topraklarına giriş yaptığında herhalde ne Türkiye hükumeti ne de Avrupa ülkelerinin yöneticileri bu kafilelerin sınırları aşıp bir gün Avrupa’ nın içlerine kadar yayılabileceğini hayal dahi edememişlerdi.  Bu günlerde hayal edilmeyen oluyor, yüz binleri bulan mülteciler, sınırları geçip, Akdeniz’i aşıp, karşı kıyıya da ulaşmaya başladı. Bu yangın, Orta doğu’da yüz yıl önce çizilen keskin  sınırları belirsizleştirirken,  Avrupa’da son yirmi yılda belirsizleşen sınırları yeniden keskinleştirmeye başladı. Bu gün artık Orta doğu’nun çocukları bu kirli savaşlarda ölmek istemiyor. Yaşayabilmek için ölümü göze alıp denizleri, sınırları aşıp insanca bir yaşam umuduyla oraya “medeniyetin beşiğine” lastik botlarla binilip, çocuklarına ve sırt çantalarına sıkı sıkı sarılarak, göçe başladılar.
Son 4 yılda yaşananları, Türkiye’de yaşayan her kes az çok biliyor. Özellikle sınır illerinde yaşayanlar, dört yıldır her gün, bu savaşı evinin içinde yaşadı. Apartmanında, sokağında, mahallesinde savaş mağdurlarıyla isteyerek yada istemeyerek birlikte oldu. Bir gün bu insanların ülkelerine dönmelerini, evlerine gitmelerini istedi. Ama bu kirli savaş uzadıkça, bu insanların çaresizliğine tanık oldu, kendi çocuğu okula giderken, oturduğu apartmanda, sitede, sokakta mülteci çocuk 4  yıldır okula gidemiyordu. Komşusu olan Suriyelinin gözlerinde büyüyen umutsuzluğa tanık oldu. Sokakta geçerken, Suriye kahvesi, kaçak sigara yada defne sabun dizilmiş  karton bir kolinin, önünde saatlerce oturan kadının gözlerindeki çaresizliğe bakmaktan utanıp yolunu değiştirdi. Bunlar gibi, yüreğini burkan, daha nice anı yaşayarak 4 yıl geçti. Kimisi de, bu insanları işsizliğinin, evsizliğinin, parasızlığının nedeni yabancılar olarak gördü ve onlardan nefret etti.
Bu günlerde görüyoruz ki, kimimizin dost edindiği, empati kurup el uzattığı, kimimizin de nefret edip, sınır dışı edilmesini istediğimiz bu insanlar, ölümü göze alıp başka ülkelere gidiyorlar. Giderken, göç yollarında, hayatlarından oluyorlar, çocuklarının cansız bedenleri kıyılara vuruyor.
Peki, neden gidiyorlar?

Hani kimilerince, kamplarda, bir eli yağda bir eli balda yaşayan. Devletin bizlerden alıp onlara verdiği paraları, patronların bizden alıp onlara verdikleri işlerimizi, ellerinin tersiyle itip, neden ölümü göze alıp batıya gidiyorlar.
Ne yazık ki yukarda saydığım şehir efsaneleri bir yana, hükümetimizin ve İslamcıların muhacir kardeşleri, seküler kesimin büyük bölümünce tanımladığı şekliyle “Erdoğan’ın cihatçı - cahil Arapları”  pek çok solcunun tanımlarken kararsız kaldığı ama ulusalcılığa meyledenlerin Anti-emperyalist! Esad’ın düşmanı teröristleri ve meşrebimize göre daha nice tanımlamayla adlandırdığımız ama evrensel hukuk tarafından mülteci olarak tanımlanan bu insanlar, neden gidiyorlar?

4 yıl  Nasıl yaşadılar?: Misafirlikten geçici korumaya mülteci hayatlar

29 nisan 2011 tarihinde ilk Suriyeliler geldiklerinde, nasıl olsa bir kaç aya kalmadan geri dönecekleri hesaplanarak, uluslararası kurallar gereği sınırın en az 50 km uzağına kurulması gereken kamplar ( misafirhaneler!), sınır çizgisinin yanı başına kuruldu. Tam bu günlerde Kilis  sınırında tanık olduğum bir olay olayı özetliyordu. Kaçakçıların yıllarca kullandığı mayınlı alan içerisinde ki patikaları geçip Türkiye tarafına ulaşan bir grup insanı sınırdan geri çevirmeye çalışan güvenlik görevlisine grubun içerisindeki, Türkçe bilen yaşlı adam gözleri dolarak, “ Daha bizim gençlerimiz sokağa çıkmadan, sizin hükümetiniz haber salıp erkeklerimize, siz savaşın, çocuklarınızı ve kadınlarınızı bize gönderin, biz onlara bakarız, diyordu. Şimdi de gidin diyorsunuz. Benim kardeşim Esat’ın ordusunda asker, oğlum ise muhalif. Amcalar yeğenler birbirlerini vuruyor. Çocuklarımızın cenazeleri sokakta kaldı, köpekler parçalıyor. Şimdi siz bize gidin diyorsunuz. Nereye gidelim? köyler, şehirler bombalanıyor,  evimiz, ülkemiz harap oldu.” demişti.
Çaresizlikten yollara düşen; yaşlılar, kadınlar ve çocuklar o günler de kendilerini en yakın sınırdan dışarı atmışlardı. Türkiye’ye de geldiler. Devletimiz bu insanların “uluslararası koruma statülerinden” yararlanmamaları için bekleme odasına aldı. Daha sonra bu durumu çıkardığı “Geçici Koruma Yönetmeliğiyle” de yasallaştırdı. Bu yönetmenlikle, geçici korunmaya alınan yabancıların, eğitim, sağlık, iş, barınma gibi ihtiyaçları ile ilgili tanımlamalar yapılırken, bu insanların;
Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununa göre belirlenen uluslararası koruma statülerinden herhangi birini doğrudan elde etmiş sayılmayacağı, özellikle vurgulandı.


"Bizler de Ensar Olduk Sizin İçin”

Yukarıda ki cümle, Cumhurbaşkanı tarafından 2014 yılında Gaziantep İslâhiye kampında Suriyeli mültecilere hitaben söylendi. Aynı konuşmanın bir bölümünde de, “Şu anda Kobani düştü, düşüyor” diye devam ediyordu.  Bu iki cümle Türkiye’nin Suriye politikalarının özeti gibiydi. Türkiye Suriye politikasını bu iki saik üzerinden temellendirdi. Birincil olarak yeni kurulacak Suriye’de Kürtlerin hiç bir koşulda statü sahibi olmaması, Türki’de ki çözüm süreci gibi sorunu ümmetçilik eksenli çözebileceğine olan inancı ve Suriye muhalefetine her daim bunu telkin etmesi ve de tüm destekleri bu şart eksenli yürütmesi. Kaçınılmaz olarak bu durum İslamcı ve Arap milliyetçisi muhalefetle iş tutulmasını sağladı. Diğer yandan, Baas rejiminin bir kaç ayda yıkılacağı öngörüsüzlüğü, rejimin yerini alacak olan yeni muktedirlerin kendilerine yakın "Müslüman Kardeşler ve İslamcı " ideolojiden olma stratejik sığlığını getirdi. 
Aslında yaklaşık yüzyıldır, Ortadoğu’daki diğer muhalefet odaklarıyla birlikte, diktatörler ve baskıcı rejimlere karşı muhalefet eden İslamcıların; Ensar - muhacir ilişkisi ve "benim muhacirim" nostaljilerinin bu çağda geçerliğini yitirdiğinin fakına varması, yeniden kurulan dünyada, din, inanç ve etnisite gibi farklılıkların ancak hak, eşitlik, adalet ve hukuk gibi evrensel değerler üzerinden insanları bir arada tutabileceği gerçeğine gözlerini kapamak, kulağını tıkamak olduğunu bilmeleri gerekiyordu. Ama Mısır’da olduğu gibi Türkiye’dekilerde toplumu ve toplumsal muhalefeti anlamayı beceremediler.
(Ben bu konuda,  “Özellikle “Arap Halk Ayaklanmaları” sürecinin hala Ortadoğu toplumlarında çok güçlü ve dinamik bir dip dalga olarak devindiği, şimdilik Mısır, Libya, Suriye, Yemen ve Bahreyn’de olduğu gibi yeni muktedirler tarafından yenilgiye uğratılmış gibi görünse de, gelecekte bu yeni kuşak toplumsal hareketin yeniden Arap sokağını dolduracağın kanısındayım... Türkiye’de geziden bu yana yaşananlar bunun göstergelerinden biri...”)
Şunu bilmemiz gerekiyor, hiç bir Suriyeli, Türkiye’ye yada diğer komşu ülkelere Darü’l-İslam toprakları diye hicret etmedi. Bu düşüncenin hakim olduğu İslami çevreler büyük bir yanılsama içerisinde, bu insanlar sığınacak bir liman arayışındaydılar ve 4 yılda bu limanın Türkiye olmadığını anladılar. Şimdi batıya, Hristiyan dünyaya gidebilmek için yola çıkıyorlar ve o yolda ölüyorlar.


Eğitimsiz “Kayıp Kuşak”

4 yıldır bu insanlar “muhacirlikten mülteciliğe geçme umuduyla” beklediler. Bekleme odası olarak algıladıkları Türkiye’de, gün geçtikçe sorunlarının ağırlaştığını, özellikle çocukların eğitim sorununa, 100 bine yakın Türkiye’de doğmuş "vatansız" çocuğun vatandaşlık sorunu gibi acil önlem alınması gereken sorunlar da eklendi, geçim derdi, gelecek korkusu, yer yer şiddete varan, göçmen ve yabancı düşmanlığı, ırkçı nefret gibi pek çok sorun gün geçtikçe ağırlığını his ettirmeye başladı. Okul yaşındaki her 100 Suriyeli çocuğun yalnızca 17'si okulla gidebiliyordu. Bu şansı elde edenlerin okulda karşılaştıkları ayrımcılık, yabancı düşmanlığı sorunlar bir yana, aileler 5 yıldır eğitim almayan çocuklarının geleceklerinin ellerinden kayıp gittiğinin farkına varmaya başladılar. Bu eğitimsiz çocukların geleceğin vasıfsız iş gücü olarak Türkiye sermayesinin hizmetine sunulacağını, açık açık dile getiren akademisyenler, devlet yetkilileri vardı.
Çocuklarının gelecekleri için kaygı duymaya başlayan aileler, aradan geçen 4 yılda alınan yolun ne denli zor ve kabul edilmez olduğunu yaşayarak öğrendiler. ilk ayladaki "misafirperverlik" gün geçtikçe yerini sığıntıya bıraktı. Gün geçtikçe yan komşusu onları, çocuklarının işine göz koyan, okula giden çocuğunun eğitim hakkını elinden alacak olan bir yabancı olarak görmeye başladı. Suriyeli ailelerin çocuklarının, okula gidenler dahil, geleceklerine dair kaygıları gün geçtikçe büyüyordu. Okula gidenlere verilen derslerin dini müfredatla güçlendirilmesi, Suriye’de radikal İslamcı örgütlerin güçlenmesiyle birlikte, aileler çocuklarımız bu örgütlere militan mı olacak kaygısı gütmeye başladı. Bunu ve eğitimde ki diğer sorunları dillendirdikleri toplantılarda yetkili makamdakilerin "misafirliğinizi bilin" uyarılarıyla karşılaştılar ve İslami bir tandansla muhacirlikleri hatırlatıldı. 
Çocukları ve eşiyle birlikte, 4 yıldır kampta kalan üniversite mezunu bir mülteci, son görüşmemizde çocuklarının geleceği için Avrupa’ya gitmek istediğini. çocuklarına verilen eğitimin hiç bir yararı olmadığını, savaş gibi büyük travma yaşamış öğretmen ve öğrencilerin psikolojik destek almadan eğitim yapamayacağını, söyledi. Kamplardaki hayatın ne denli zor olduğunu, kamp yönetiminin kendilerine davranışlarını kabullenebildiklerini ama çocuklarının gelecekleri için mutlaka Avrupa’ya gitmeleri gerektiğini söylüyordu ve Dubai den yaşayan bir akrabasından, kaçakçılara verilmek üzere, borç para istediğini, onu beklediğini eğer gelirse de gideceğini, söylüyordu.


Suriye’de Orta Sınıf, Türkiye’de Ucuz Emek

Bu gün artık şunu biliyoruz ki Suriyeli mülteciler neredeyse Türkiye’nin her şehrinde ucuz iş gücü olarak çalışıyorlar. Bakmayın siz devletin her sıkıştığında ben Suriyelilere 6 milyar para harcadım demesine. Bu kadar para harcanmışsa bu para çocuk, kadın ve erkek her Suriyelinin alın teridir. 4 yıldır bu ülkede çöplerimizden atık toplayan, tarlalarımızda karın tokluğuna çalışan, inşaatlarımızda en ucuz yevmiyeyle iş yapan, fabrikalarda, işliklerde 14-15 saat çalıştırdığımız ve çoğu zamanda hak ettikleri parayı dahi vermeden işten kovduğumuz bu insanların alın teridir. Bu gün,  Çukurova’da, Amik’de, sahil bölgelerinde seralarda, Orta Anadolu’da pancar çapasında, hasadında Suriyeli mülteciler çalışıyor. Hepimizin Yaşar Kemal romanlarından bildiği Kürt ırgatların yerini şimdi Suriyeli mülteciler aldı çünkü muhtaçlar bu nedenle daha ucuza çalışıyorlar.
Kentlerdeki atölyeler, fabrikalar daha mı farklı orada da durum aynı, çocuk yaşta gençler, kadınlar işlikleri doldurmuş durumda. ilk geldiklerinde evlerinin kirasını verebilmek, çocuklarının akşam ekmeğini götürebilmek için ne iş olsa yaparım diyen erkelerden daha az ücret karşılığında şimdi çocuklar ve kadınlar tercih ediliyor. Okulla gitmeyen çocuklar, hiç olmazsa meslek sahibi olurlar umuduyla, işe gönderiliyor. İş bulamayan erkeğin yerine evin geçim yükü kadının omuzlarında. Savaşta eşini yitirmiş kadın çocuklarının ve evin gereksinimleri için pek çok riski göze alarak çalışmaya başlıyor. 
Suriye’den gelen işçilere her karşılaşmada, Türkiye’de en zor durumda olanların orta sınıfa ait olan, eğitimli kesimden olduğunu görülüyordu. Suriye’de üniversite bitirmiş hekim, akademisyen, avukat, mühendis gibi eğitimli kesim çok zor şartlar altında yaşamaya çalışıyordu. Atölyelerde, işliklerde, tarlalarda çalışan mevsimlik işçiler içerisinde bu kesimden pek çok işçiyle karşılaşmak sıradan bir durumdu. Söyledikleri şey şuydu, günde 12-13 saat çalışıp 600-700 lira ancak kazanabiliyorlardı. Daha önce işçilik yapmadıkları için bu koşullarda çalışmak çok zordu, işi bilmedikleri için daha çok vasıfsız işçilik yapıyorlardı ve çoğu zaman işverenler çalışmalarını beğenmedikleri için hakkettikleri ücretlerini dahi vermeden işlerine son verebiliyorlardı. ilk yıllar, mülteciler bu durumun geçici olduğunu nasılsa kısa sürede ülkelerine geri döneceklerini ve yeniden mesleklerini yapacaklarına inanıp bu geçici işlerde çalışmayı göze aldı, bir kaç aile bir arda kiraladıkları evde kalıyorlar, bir kaç kişi çalışıp evin zaruri geçimini sağlayabiliyorlardı. Zaman geçtikçe bu insanlar artık bu küçük evlerde kalamaz oldular, ihtiyaçları farklılaştı. Çocukların eğitimi gibi sorunlar oluştu. Diğer yandan aynı işyerinde çalıştığı Türkiye vatandaşı arkadaşı  ondan daha çok ücret alıyordu ve onların aldığı maaş ihtiyaçlarını karşılamanın çok uzağındaydı. Diplomalarının Türkiye’de geçerliliği yoktu, bu yüzden Suriyeli pek çok hekim diğer Arap ülkelerine göç etmek zorunda kaldı. Bu gün Avrupa’ya geçmek için yollara düşenlerin büyük bir kısmını bu orta sınıflar oluşturuyor.
Bir diğer kesimde iç savaşla birlikte politize olan, bir kısmı Türkiye'de büyüyen, yeni genç kuşağın oluşması. Büyük bir çoğunluğu dil bilen, uluslararası yardım kuruluşlarında çalışan, dünyada ki yeni aktivist kuşakla iletişim kuran, Ortadoğu’da ki kendi kuşağıyla aynı networkü paylaşan bu gençler Türkiye’nin öyküsünü son yıllarda dünyadan ve evrensel demokrasiden kopuşunu hem yaşıyor hem de uluslararası basından okuyabiliyor. Bu kuşak geleceğini ne Suriye’de ne de Türkiye’de görebiliyor. Batıya gitmek bu kuşağın en büyük hedefi ve bunun için hayatını riske edebiliyor.
Suriye muhalefetine olan güvensizlik

Suriye, 15 mart 2011 tarihinden itibaren “Arap Baharı” olarak adlandırılan halk ayaklanmaları sürecine girdi. Arap sokağının uğultusu Şam, Hama ve Dera’ya ulaştığında, protestoların öncülüğünü büyük ölçüde orta sınıfın genç kuşağı tarafından yapılıyordu. Rejimin dönüşmesi gerektiği fikri, "Halk, düzenin yıkılmasını istiyor" (Eş-şaab yurid ıskat'en-nizam) sloganından daha etkindi. Ta ki 29 nisan da Dera’da işkenceyle katledilen çocukların bedenleri ailelerine (21 Mayıs) temsil edilene kadar. Çocuklara yapılan insanlık dışı muamele toplumda büyük bir infiale neden oldu. Ülkenin neredeyse her yerinden insanlar, çocukların duvara yazdığı, “Halk, düzenin yıkılmasını istiyor” sloganıyla sokağa çıktı. Suriye’de ki sokak hareketinin başarısızlığının temel nedenlerinden biri, muhalefetin gerçekten örgütsüz ve dağınık olmasındandı. Müslüman Kadeşler’den, Kaide’ye varan İslami kesim ile evrensel anlamda demokrasi isteyen yeni orta sınıftan,  Kürtler ve diğer etnik gruplara uzanan toplumsal muhalefet kendi içinde yüzlerce gruba bölünmüştü. Suriye’nin coğrafi konumu ve jeopolitik önemi dış güçlerin olaya hızla müdahalesi, her kesin kendi çıkarları gereğince konumlanmasına sebep olmuştu. Libya’dan ve komşu ülkelerden akan silah ve cihatçıların devreye girmesi, rejimin korkunç yüzünü göstermesi, gözaltılar, sokakta barışçıda olsa her türlü protesto en şiddetli şekilde bastırılmaya çalışıldı. Diğer yandan, muhalefetin bir kesimince oluşturulan,  Özgür Suriye Ordusu’nun da şiddeti tırmandırması, cihatçı grupların bu çatı altında etkin hale gelmeleri, gün geçtikçe El Kaide türevi örgütlerin, özerkleşmeleri, gelen silah ve askeri yardımların bu grupları güçlendirmeleri darken IŞİD’in oluşumu ve büyük bir kaos haliyle bu günlere geldi.
Suriye içerisinde ki silahlı muhalefet, yeni orta sınıfın ve demokrasiden yana olan toplumsal muhalefetin elinden “Devrimi” tam anlamıyla gasp ederken, Suriye dışında oluşan muhalefet de, sığındıkları ve destek aldıkları devletlerin denetimine girmeye başladı. Katar ve Türkiye’nin Müslüman Kardeşler öncülüğünde bir muhalefet öngörüsü, bu grubun çok güçsüz olması ve savaş sahasında etkin olmaması dolayısıyla yardımların, El Nusra (daha IŞİD ayrılmamıştı), Ahrar-u Şam ve diğer radikal cihatçıların desteklenmesine dönüştü. Dışarıda ki muhalefetin iş tutuğu ülkelere bağımlılığının üzerine deneyimsizliği, beceriksizliği ve savaş rantı da eklenince kaos giderek büyüdü. Bu gün artık Suriye muhalefetine, mülteciler içerisinde, güven duyulmaz bir organizasyon olarak bakanların sayısı oldukça artmış durumda. Özellikle akçeli işlerin ve savaş rantının dağılımı konusunda üzerlerinde ki şaibe gün geçtikçe artmakta. İlk yıllarda ÖSO kullandığı sembollerin artık mülteciler içerisinde pek rağbet görmediğini, işlerin buralara gelmesinde muhalefetin sorumluluğu hararetli bir şekilde tartışılıyor. Muhalefet içerisinde pek çok kişinin Türkiyeli İslamcı çevreden iş adamlarıyla, Suriye içine, ticaret yaptıklarını söylüyorlar. Bu konuşan Halepli mülteci, muhalefet için “ O beylerin umurunda değil, bizim çocuklarımız sokakta dileniyor, kadınlarımız sokağa düşmüş, gençlerimiz günde 15 saat köle gibi çalıştırılıyor.,  Onlar,  para kazanma derdinde ”  diyor.  Bir diğer mülteci, Avrupa’ya gidenler için, “Onlar Suriyenin geleceğine dair umutlarını yitirdiler, bir yanda zalim bir diktatör, diğer yanda işi gücü para olan bizim muhalefet, düşünsenize başlarında ki adam bir işadamı, ölenler her iki tarafta yoksul çocukları, para bulabilenler Avrupa’ya gidiyor, bulamayanlar da ya buralarda köle gibi çalışıyor ya da savaşta ölüyor,” diyor.
Etnik ve Dinsel Azınlıkların Gözünden Suriye Politikamız

Son bir yıldır, özellikle Araplar dışındaki,  Suriyeli Mülteci toplumunda Avrupa'ya gidebilmek, oraya ulaşabilmek için hayal kuran gençlerin çoğaldığını, bunun için ailesini sınır illerinde bırakıp İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlere gidenlerin artığı biliniyordu. Bunlar içinde, sayıca Kürtler çoğunluktaydı ama Süryani, Filistinli, ve Arap Alevi orta sınıfın ve özelikle de gençlerin çoğunlukta olduğu görülebiliyordu. Özelikle Suriyeli Ermenilerin büyük ölçüde rejimden yana taraf olmalarında ki büyük etkenin, Muhalefet – Türkiye ilişkisi ve Keseb’in Türkiye yardımıyla cihatçı grupların eline geçmesinde ki rolüne bağlanıyor. Irak işgalinden bu yana, Süryani, Nasturi ve Keldani grupların Ortadoğu’da ki radikal İslamcıların güçlenmesinden kaynaklı olarak ülkelerini terk ettikleri, Suriye’dekilerin de çatışmaların başlamasıyla birlikte, özelikle gençlerin, Avrupa’ya göç etmeye başladıkları biliniyordu.
Üç kanton dışında ki şehirlerde yaşayan Kürtler çatışmaların başlamasıyla ya kantonlara taşınmış yada Türkiye’ye sığınmıştı. Türkiye’ye sığınanların pek çoğu Kürt olduklarını saklıyorlardı. Buna neden olarak da Türklerin Kürt fobisinden korktuklarını, bunun yanı sıra da yardım dağıtan “İslami Cemaat ve derneklerin” Kürtlüklerinden dolayı kendilerine yardım etmediklerini ileri sürüyorlardı. Kobani’nin yaratığı tramvayı da eklersek Kürtler içerisinde Avrupa’ya gidiş fikrinin çok yaygın olduğunu kestirebiliriz.
Son dönemde; AKP hükümetini, uluslararası güçlere karşı,  Suriye ve Suriyelileri kendi siyasi çıkarları için kullandıklarına inancının genç kesimde yaygınlaştığını, en son “güvenli bölge” yaratma düşüncesinin de bu eksenli bir manevra olduğu söyleniyordu. Kürt Güçlerinin bu bölgeyi IŞİD den temizleyeceği ve kontrolü Özgür Suriye Ordusuyla sağlayacağı korkusuyla, Türkiye'nin ABD anlaşmak zorunda kaldığını, Hükümet'in Türkiye içerisinde Kürtlerle başladığı Savaş'ın da Suriye siyasetinden kaynaklandığını tespitleri yapılıyordu.
Türk hükümetinde “kadim devlet refleksinin” yeniden canlandığı dünyada Kürtler statü sahibi olmaması karşılığında, Suriyelilerinde feda edilebileceği kanısı gün geçtikçe artıyordu. 


Transit Ülke Türkiye


Tüm bu sebeplerin dışında, başka ve yeni bir mülteci grup daha var. Türkiye’yi batıya geçişte “transit ülke” olarak kullanan bu insanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Suriye’de ki çatışmalı süreç boyunca Türkiye’ye gelmeyen, daha çok  Suriye içerisinde kalan ve güneydeki Lübnan, Ürdün gibi ülkelerde mülteci hayatı süren bu insanlar, Türkiye’den geçişlerin kolay olduğu duyumuyla, sınırlardan geçip, batı illerine gitmekte ve buradan Avrupa’ya geçmeye çalışmaktalar.
Bugün gördüğümüz mültecilerin cansız bedenleri işte bu duygularla ve daha nice etmen sebebiyle yola çıkmış insanlara ait.
Evet büyük ölçüde bunun sorumlusu tabi ki bizi yönetenler, devlet - hükümet politikaları ve kadim çıkarlar. Batılı ülkelerin içerisinde bir kesimin, Suriye meselesini, tıpkı Afganistan meselesinde olduğu gibi dünyada ki fanatiklerin toplanıp birbirini öldürdüğü, kendi ülkelerinde ki radikalleri buralara gönderdiği gerçeğini bir kenara koyarsak, Batılılar ve bu alanda çalışan BM gibi uluslararası örgütler Suriyeli mülteciler konusunda Türkiye hükümeti bizim elimizi kolumuzu bağlıyor, bahanesi arkasına sığına dursunlar, aslında pek de çaba sarf etmediler. Mülteci çocukların eğitimi, mültecilerin barınma, iş ve yardımlar konusunda hükümeti zorlayabilecekken, Türkiye’ye gönderdikleri Sivil Toplum Kurumlarıyla, çoğunlukla, projecilik oynamayı sürdürmekteler.
Suriye’de ve çatışmaların olduğu ülkelerde yüz binlerce insan öldürülmekte, bu çatışmalarda yaşamını yitiren çocukların kişisel öyküleri ve ölü bedenleri yüreği olan her insanın  vicdanını sızlatmalı! ama kişisel öykülerin dramatikliği gerçek sorunların üzerini örtmeye başlar ve gerçeği gizlerse ki "gösteri toplumu" olarak adlandırdığımız bu günkü toplumun algıları, büyük ölçüde,  buna göre biçimlenmiş o zaman cansız çocuk bedenlerinin vicdanımızdaki yankısı çocuğun etnisitesine göre değişebilir. Oysa vicdanı olan her insana düşen her türlü savaşın, çatışmanın karşısında durmak, sorunların barış içerisinde siyaset ve diyalogla çözülebileceğini savunabilmektir.

http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/1253/neden-gidiyorlar#.Vk2363bhAdU