11 Ağustos 2015 Salı

EVREN PAŞA ÖLDÜ !




EVREN PAŞA ÖLDÜ !


Devletin içine düştüğü yok olma tehlikesinin korkunç derinliğini görmekten aciz olan zavallılar, elbette ciddi ve hakiki çareyi görmemek için gözlerini yumarlar. -Gazi Mustafa Kemâl Atatürk- (1924)
Türkiye’nin 1980-1989 yıllarına damgasını vuran müstesna bir insanı, TC.’nin 17 nci Genelkurmay Başkanı ve 7 nci Cumhurbaşkanı Kenan Evren Paşa’yı kaybettik . Milletçe başımız sağ olsun. Eski bir silah arkadaşı olarak değerli komutanımızın acılı ailesine, Türk Silahlı Kuvvetleri camiasına ve milletimize baş sağlığı diliyorum.
Allahtan rahmet diliyorum. Ruhu şad olsun. Mekanı cennet olsun.
Bu vesile ile daha dün kendisini göklere çıkararak yakınında olabilmek için çırpınan, ama bugün kendisini görmemezlik ve tanımamazlıktan gelen siyasi aktörleri şiddetle kınıyorum.
Doğruları ve yanlışları ile 12 Eylül Askeri darbesinin lideri olarak o günlerin tek sorumlusu olarak kabul edilen Evren Paşa’nın 98 yaşında ölümü ile maruz kaldığı muamelenin Türk örf ve adetlerinde yeri yoktur. Türk kültüründe ölünün ardından kötü konuşmak yoktur. Saygınlığını kaybetmiş Türk basınında yer alan objektif kriterler içermeyen yersiz ve haksız suçlamaları yapmak bize yakışan davranış normları değildir. Çünkü Evren Paşa söylemleri ve yaptıkları, o günleri yaşamamış günümüz siyasilerinin polemik yapacağı konulardan değildir. 12 Eylül ve eserleri artık tarihe intikal etmiştir. Değerlendirmeyi sokaktaki sade vatandaşlar değil tarihçiler yapacaktır.
Evren Paşa’nın şahsında gündeme getirilen 12 Eylül Askeri darbesini ana hatları ile hatırlatmak istiyorum.
35 yıl önce 12 Eylül 1980’de Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri içinde ülke yönetimine el koymuş ve Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren ile Kuvvet Komutanlarından oluşan 5 kişilik kadro MİLLİ GÜVENLİK KONSEYİ adı altında tam üç yıl süre ile ülkeyi yönetmiştir.
O gün doğanlar bugün 35 yaşındalar. O gün 10 yaşında olup olayları tam olarak anlayıp, kavrayacak yaşta olmayanlar bugün 45 yaşında olup ülke yönetiminde gerçek söz sahibidirler.
Stratejik konumu ve coğrafi özellikleri gereği ülkemiz daima dış tehdit odaklarının menfaatlerinin kesiştiği bir düğüm noktasında bulunmaktadır. 92 yıllık Cumhuriyet tarihimizde, Atatürk Dönemi de dahil olmak üzere anarşi, terör, isyan, iç çatışma, kardeş kavgası hiç eksik olmamıştır. Bölgede güçlü, kuvvetli, zengin, huzur ve refah dolu bir Türkiye istemeyen dış güçler bütün imkan ve kabiliyetlerini birleştirerek bu ülke insanının birbiriyle daima savaş halinde olmasını arzulamış ve bunun için el birliği ile çalışmışlardır. Bu coğrafyada yaşayan insanımızın kaderi budur. Bu saldırılar biz güçsüz olduğumuz sürece devam edecektir.
Artık tarihe mal olmuş günleri tarihçilere bırakmadan karalayanlar; ayni tarihçilerin, ayni şahısların 12 Eylül 1980 öncesi ve sonrasında askerleri yönetime el koyması için nasıl teşvik ettiklerini, ve sonrasında şimdi CUNTA olarak niteleyip yargıladıkları 12 Eylül askeri yöneticilerine nasıl alkış tuttuklarını ve kendilerine kurtarıcı gözü ile bakıp methiyeler düzdüklerini de yazacaklarını bilmeleri gerekmektedir.
“En iyi askeri idare, en kötü demokrasiden bin kat daha kötüdür.” Sözü günümüz Türkiyesi için çok doğrudur. Çünkü bugünkü globalleşen ortamda yapılacak bir darbeyi ve yönetime el koymayı ne halka, ve nede dış dünyaya anlatabilmek mümkün değildir. Olaylar o günün şartları altında değerlendirildiği takdrde bakış açılarının daha mantıki ve gerçekçi olacağı kesindir.
Toplumsal ve sosyal olayları şahıslara bağlı kılmadan geniş bir perspektif ile ele almak gerekir. Olayların yarar ve zararlarının görülmesi uzun zamana bağlıdır. Bu bakımdan 12 Eylül Harekatı’nın iyi ve kötü yanlarını tarihçilere bırakıp bir tek iyi hususunu açıklamanın yararlı olacağını sanıyorum.
Bugün içinde bulunduğumuz her alandaki aciz durumumuza; 60’lı yıllardan başlayarak anarşi ve terör yüzünden daima kapalı bulunan okullarımızdan iyi tahsil alamayan ve ülkeyi şu anda bütün unsurları ile yöneten bizim nesillerimizin sebep olduğunu söylemem yanlış bir değerlendirme olmaz. Ama 1980 sonrası milli eğitim sistemimizdeki bütün aksaklıklara rağmen eğitim ve öğretim faaliyeti; 35 yıldır her seviyede kesintisiz olarak , Atatürk İlke ve İnkılaplarına uygun sürdürülmüştür. Yeni yetişen nesiller bizlerden çok daha iyi eğitim almışlardır. Bunun sonuçlarının ise ancak 10 yıl sonra görüleceğini de biliyor ve mutlu geleceğe güveniyorum.
12 Eylül öncesi adeta askeri yönetimi bağıra bağıra çağıran korkunç ortamı anlatabilmek,o ıstıraplı günleri kalemle tasvir edebilmek kolay değildir. Ancak yaşayanlar bilir. İşte size birkaç örnek;
– İşçiler, memurlar, öğrenciler, sendikalar, polisler, hakimler, savcılar bölünmüşler ve bütün mesailerini birbirlerini ortadan kaldırabilmenin planları ile geçiriyorlar.
– Halkın tamamı kamplara bölünmüş, birbirini kırmak ve ortadan kaldırmak için silahlanmış. Kurtarılmış köyler, mahalleler, kurtarılmış kazalar ve iller meydana gelmiş.
– Terzi Fikri adında bir gafil kişi, bu devleti tanımadığını bildirerek Fatsa’da kendi adına Halk Cumhuriyetini ilan etmiş.
– Günde her yaştan, asgari 30 kişi ölüyor. 1 yıl içinde ölen ve yaralanan halk kitlerinin sayısı SAKARYA Meydan Muharebesindeki zaiyatımızdan büyüktür. Bu ölenlerin içinde üzerine 30 kurşun sıkılan 6 aylık bebekler ,en namlı gazeteciler, belediye başkanları, profesörler, Orgeneraller, bakanlar, milletvekilleri ve hatta başbakanlar vardır.
– Ülkede Atatürk’ün yerini Lenin, Stalin, Mao, Humeyni gibi liderler almış. Türk bayrağının yerini kızıl bayraklar ve yeşil bayraklara devretmiştir .
– İşçiler ekmek yedikleri fabrikalarını,işyerlerini ateşe veriyorlar. Yıkıyorlar.
– Okullarımız ve üniversitelerimiz kapanmış, eğitim tamamen durmuş. Üniversitelerimiz tamamen anarşi ve teröre teslim olmuş. Harabe haline gelmiş sınıf ve anfiler ile yakılan kitap ve dokümanların resimleri gazete sayfalarını dolduruyor.
– Yurdun her tarafında ilan edilen sıkıyönetim anarşi ve terörü önleyemiyor. Ülkenin her tarafında hava karardıktan sonra sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş. İnsanlarımız birbirinden ürker hale gelmiş.
– Parlamentomuz 6 aydır bir cumhurbaşkanı seçemiyor.
– ECEVİT, DEMİREL, ERBAKAN ve TÜRKEŞ liderliğindeki partililer hiç bir konuda anlaşamıyorlar. Sadece bu ortamın müsebbibi olarak birbirlerini suçluyorlar.
– Her an nerenin bombalanacağı ve nerenin yakılacağı bilinmiyor.
– Üretim tamamen durmuş. Benzin yok. Sigara yok. Sana yağı yok, Ekmek yok. Isınacak kömür yok. Karaborsa ve fiat anarşisi kontrol edilemiyor.
– Durdurun bu kanı, düzeltin bu anarşik ortamı diye haykıran ve bütün sıkıntıları yaşayan halkın sesini dinleyen yok.
Bunlar ilk anda aklıma gelen ve tarafımdan yaşanmış birkaç örnek. Ama daha fazlasını öğrenmek isteyenler için gazete ve dergilerimizin arşivleri açıktır. Bugün ülkeyi bu durumdan çıkartan ve halka lâyık olduğu huzur ve güven dolu ortamını sağlayan Türk ordusunu ve Evren Paşayı karalamaya çalışanlara tarihçiler gerekli cevabı zamanı gelince vereceklerdir.
Demokrasiler için gerçekten istenilmeyen ve günümüzde son derece utanç verici bir yönetim olmasına rağmen; milli hislerin, milli şuur ve ihtiyaçların, ülkemizin ve milletimizin geleceğine ilişkin kaygıların, ümit ve bekleyişlerin doğrultusunda; kanunların kendisine tanıdığı yetkilere dayanarak, tamamen hiyerarşi düzen ve disiplin içinde gerçekleştirilen “BAYRAK HAREKATI” ile gelen 12 EYLÜL ASKERİ YÖNETİMİ yurt içinde büyük tasvip ve destek gördü. Dost ve müttefik ülkelerde ilgi ile izlendi ve genellikle anlayışla karşılandı.
Askeri yönetim 1983 Kasımında seçimleri yapıp ülkede normal düzene dönüldüğünde; ‘ Bayrak Harekatını en çok eleştirenler ve bu eleştirilerden oy ve çıkar sağlamaya çalışanlar; maalesef siyasi geleceklerini, ilmi ve idari kariyerlerini ve hatta varlıklarını bu harekatın yapılmasına borçlu olanlar arasından çıkmıştır.
Bu insanlar devlet ve millet hayatında, bürokraside, eğitimde ,yönetimde daima kısır ve bağnaz çekişmeler içerisinde yaptıkları büyük hataları, devletin varlık ve bütünlüğü ile milletimizin birlik ve beraberliğine karşı işledikleri ağır suç ve davranışları; bu harekatı eleştirmek, yapılanları küçük göstermek ve hatta yok saymak suretiyle örtme, hafızalardan silme imkan ve fırsatlarını elde ettiler.

Bugün, Türk Ordusu tarafından gerçekleştirilen “BAYRAK HAREKATI”nı zorunlu kılan yıkıcı, bölücü, yok edici, kardeş kanı dökücü; devleti, cumhuriyeti ve milletimizi büyük risk altına sokup varlığını tehdit eden anarşik eylemler unutuldu. Bu dönemde; devlet yönetiminde, kamu ve hukuk düzeninde, toplumumuzun siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel, bilim ve teknolojideki önemli gelişmeler tamamen gözardı edildi. Yıllardır çalışmayan yönetim yüzünden dağ gibi biriken sorunların çözümü için, hiç bir yönetimin göze alamadığı insan üstü çabalarla ortaya konarak, güncelliği, gerçekçiliği ve geçerliliği hala devam eden yasal düzenlemelerde unutulmak istendi.
Bugün basınımızın isim sahibi kalemşörleri elbirliği etmişçesine o günlere ve o günlerin yöneticilerine ağır saldırılarda bulunmaya devam etmektedirler. Bu saygın kardeşlerimizin unutmaması gereken bir önemli husus vardır… Arşivlerde halâ o günkü yönetime ithâf ettikleri methiyeleri durmaktadır.
Sonuç olarak;
TÜRKİYE ARTIK ASKERİ İHTİLAL DÖNEMLERİNi GERİDE BIRAKMIŞTIR.
Şartlar ne olursa olsun askeri yönetim bir daha gelmeyecektir. Çünkü bugün Türkiye ve dünyanın şartları çok değişmiştir. Tek kanallı siyah-beyaz devlet televizyonundan yüzlerce televizyon, binlerce radyo, bilgisayar, internet ve cep telefonu devrine girilmiştir. Türkiye global ortama ayak uydurmuştur. Ne kadar zorlanırsa zorlansın, günümüz Türkiyesinde bir askeri ihtilâlin hiç bir mantıkî sebebi bulunamaz ve artık hiç kimsenin desteği de alınamaz. Nitekim Ordunun komuta kademesince bu husus zaten her fırsatta dile getirilmektedir.
Konuya bu açıdan yaklaşarak, O günlerin şartları içinde gerçekleştirilen ve halkın her kesiminden çok büyük destek olan 12 EYLÜL BAYRAK HAREKATI’nı ve artık merhum olan lideri Kenan Evran Paşa’yı yermeyi bırakalım. O’nu tarihçilere ve tarihe terk edelim. Ama o günlerden alacağımız pek çok ders olduğunu bilerek araştıralım, inceleyelim.


https://kumkale.wordpress.com/2015/05/13/evren-pasa-oldu/

10 Ağustos 2015 Pazartesi

8 HAZİRAN 2015’TE İFLAS ETMİŞ ÜLKE EKONOMİSİ İÇİN ÇÖZÜM, ATATÜRKÇÜ EKONOMİDEDİR



8 HAZİRAN 2015’TE İFLAS ETMİŞ ÜLKE EKONOMİSİ İÇİN ÇÖZÜM, 


ATATÜRKÇÜ EKONOMİDEDİR,




Milleti idarede prensibimiz milletin müşterek ve umumi fikir ve eğilimlerine uymaktır. Bu fikir ve eğilimlerin hakiki ve ciddi olabilmesi, milletin maddi ve manevi ihtiyaç kaynaklarından gelmesine bağlıdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1925)
            Boğazına kadar borca batmış, işsizliği, tavana vurmuş, üretimini sıfırlayarak borçla tüketmeyi hedef almış AKP’nin israf ekonomisi bugün iflas etmiş ve duvara toslamıştır.  Tam 13 yıldır ülkeyi gerçek muhalefetsiz yöneten beceriksiz kadrolar, dünyadaki tüm olumlu koşullara rağmen ekonomi gemisini yüzdürmeyi başaramamıştır.
           Ülkenin 95 yıllık kazanımlarını babalar gibi satıp mirasyedi gibi 1500 odalı saraylara ve lüks ulaşım araçlarına yatıran AK Parti yönetimi, üretimden uzaklaştırdığı milleti sadaka alır hale getirmiş ve elin ithal samanına muhtaç etmiştir. 7 Haziran seçimleri sonunda gelecek hükümetin öncelikli sorunu sağlıklı ve sürdürülebilir bir ekonomi düzeni oluşturmak olacaktır.
AKP’nin yeni dönem sihirli bir ekonomik çözüm projesi yoktur. Eğer halktan tekrar iktidara devam oyları alırsa ekonomik çöküntünün giderek daha da kötüleşeceği açıktır.
İktidar alternatifi olarak kendisini gören CHP ise; emperyalizmin sömürgelerdeki borçlarını tahsille görevli memuru Kemal Derviş’i getirip ekonomiyi ona teslim edeceğini peşinen duyurmuştur. Derviş’in geçmişte ne yaptığı görülmüştür. İktidarı altın tepsi içinde AK Partiye teslim eden Derviş’in ekonomi sahasında tek hedefi; kendisini bu göreve gönderen küresel güçlerin ülkedeki alacaklarının tahsilatını yaparak borçların eksizsiz ve tam zamanında ödenmesini sağlamaktır.
Kemal Derviş’in Türk halkının refahının geliştirilmesi ve sosyal sorunlarının çözümü gibi bir hedefi olamaz. Batan ekonomiyi düzetmek için değil, ülkenin borçlarını tahsile gelen bir kişinin Kılıçdaroğlu’nun fakir halk kesimlerine verdiği refah paketi sözlerini yerine getirmesini beklemek boş hayallerin peşine takılmaktır.
Ülkemiz hızla bir ekonomik çıkmaza sürüklenmedir. Muhtemel ekonomik krizle mücadele etmenin reçetelerini ise sistemi bu hale getiren küresel kapitalizm ile doğruluğu iflas etmiş Sosyalizm de aramak mümkün değildir.
O halde ne yapılacaktır? Nasıl bir sistem ve uygulama Türkiyeyi içinde düşürüldüğü mirasyedi tüketim ekonomisinden kurtarıp üretim ekonomisine taşıyacaktır.? Dünyada böyle bir sistem var mıdır? Varsa, kimler nerede, ne zaman ve nasıl uygulamışlar ve hangi  başarıyı elde etmişlerdir?
Bu sorunun cevabı evettir. Böyle bir sistem vardır ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1923-1938 arasında başarıyla uygulanmıştır. Kurtuluş Savaşından tam bağımsızlığını kazanan ama ekonomik alanda tüm verilerini sıfırlamış bir ülkeden, 15 yıl gibi kısa sürede kendi milli uçağını, tankını ve topunu imal edebilen ağır sanayiini kurmuş, Osmanlının borçlarını ödemiş, enflasyon sözcüğünü tanımayan başı dik bir ülke yaratılmıştır.
Bütün bunlar sihirli bir değnekle değil, ne yaptığını bilen, milletini ve milletinin kabiliyetlerini iyi tanıyan bir liderin planlı, proğramlı ve sistemli çalışmaları ile meydana gelmiştir. Bu çalışmalar ve sonuçları arşivimizde aynen durmaktadır. Dün bunları başaranların çocukları olarak bizler geçmişten aldığımız tecrübelerin ışığında aynisini yapabilecek potansiyele sahip bulunmaktayız. Bugün tek eksiğimiz bizi yönetip yönlendirecek siyasi iradeden yoksun olmamızdır.
Türk milleti 8 Haziran’da VATAN PARTİSİ kadrolarını iktidara taşıdıkları takdirde Atatürk’ün Ekonomik Mucizesinin yeniden yaratılması mümkün olabilecektir.
Ekonomik işbirliği teşkilatı olarak kurulan ve dünya egemenliğinde ABD’nin rakibi 27 devletli AB bugün  ekonomik çöküş içerisindedir. Kapitalizmin beşiği Avrupada Yunanistan ile başlayan iflaslar devam etmektedir.
1991’de SSCB’nin ve Varşova paktının dağılması ile çöken Komünizmden 20 yıl sonra şimdi Kapitalizmin çöktüğüne şahit olunmaktadır. Dünya ekonomisinde bugün Çin, Hindistan, Brezilya gibi yeni aktörler etkili olmaya başlamıştır. Güçlü ekonomilerin siyasi açıdan da dünyayı yönettiği prensibinden hareket edersek dünyanın siyasi güç dengesinin kapitalist ABD ve AB blokuna karşı yeniden şekillendiğini söyleyebiliriz.
Yıllarca ABD ve AB güdümünde, IMF ve Dünya Bankası kontrolünde kapitalist sistemle yönetilen Türkiye ekonomisinin krizden etkilenmemesi mümkün değildir. Hatta dünyaya yön veren devletlerin ekonomileri çökerken göbeği bu ekonomilere bağlı bizim gibi ülkelerin krizden zararının çok daha büyük olacağı kesindir.
Bu durumda çareyi tekrar ABD, AB, IMF ve Dünya Bankasının zorla dikte ettirdiği sanal politikalarda aramak yanlıştır. Çünkü çare; bizdedir, Türk milletindedir. Çareyi dışarıda değil, Türk milletinin Ata’sının özgün düşünce ve uygulamalarında aramak lazımdır. Çare; Serv’i dayatanlarda değil, Serv’i kırıp, Lozan’ı yaratan milli kadrolardadır.
Atatürk; fikir ve düşünceleriyle 20’nci asırda Türk milleti başta olmak üzere tüm insanlığa ışık saçmış ve insanları iyiye, doğruya ve güzele yönlendirmiştir. Gazi; tutarlı, dengeli ve uygulanabilir fikir yapısı ile ekonomi alanında da insanlığa ışık tutmuştur.
Bilim adamları Atatürk’ün her yönünü incelemiştir. Fakat en kuvvetli olduğu ve en büyük başarıların kazanıldığı ekonomik görüş ve uygulamaları daima  görmezden gelinmiştir. Gazi’nin başlattığı çok ciddi ekonomik hamleler ne yazık ki kendisinden sonra gelenler tarafından dikkate alınmamış ve ülkenin kalkınması için ithal ekonomik sistemler özellikle tercih edilmiştir.
Hâlbuki Atatürk; tamamen sıfırlanmış bir ekonomiden insan gücü, sermaye, bilgi, altyapı ve hiçbir dış destek olmadan Türk milli ağır sanayisini kurmuş ve plânlı kalkınma dönemini başlatmıştır. O’nun yönlendirmesi ile enflasyonsuz, borçsuz, kendi tankını, topunu ve uçağını yapabilen, geleceğe güvenle bakan bir Türkiye yaratılmıştır. Osmanlı’nın Düyun-ı Umumiyeden kalan borçlarını da ödeyerek çağına göre önemli bir kalkınma başarısı sağlanmıştır. Atatürk’ün öngörüsü ve direktifleriyle dünyanın bilinen ve uygulanan başlıca ekonomik sistemlerinin dışında, tamamen Türk milletinin ihtiyaçlarına, istek ve arzularına, milletin kabiliyetlerine uygun olarak yarattığı ekonomik sistem ile geçen asrın en büyük ekonomik mucizesi meydana getirilmiştir.
1775’lerden başlayarak Kapitalizm ve Sosyalizm gibi temel ekonomik doktrinler üzerinde bilim adamları binlerce cilt eser vermiştir. Bugün bu gibi sistemler ve başarılı uygulamaları mevcutken sadece 15 yıllık kısa bir uygulaması olan Atatürkçü Ekonomi ‘den ve bu sistemlere üstünlüğünden bahsetmek mümkün olabilir mi?
Konunun cevabı ilk bakışta olumsuzdur. Meseleye Atatürk’ün iktidar olduğu 15 yıl içinden değil de, O’nun içinden yetiştiği Türk milletinin binlerce yıllık geleneksel ekonomik faaliyetleri açısından bakarsak orada “nesiller boyu birbirine aktarılarak ve daima kendini yenileyerek sistemleşen ekonomik kültürümüzün Atatürk’ün şahsında en başarılı örneklerini verdiğini”söyleyebiliriz.
Tarihi ticaret yollarını kontrol eden bölgelerde siyasi egemenlik sahibi olan atalarımız; bu coğrafi konumlarının gerekli kıldığı şartları iyi değerlendirmişler ve ticari alandaki üstünlüklerini çevrelerine kabul ettirmişlerdir. Tarihteki Türk devletlerinin ortak bir vasfı da; halkının refah ve mutluluğunu çağının şartları içinde en üst düzeyde gerçekleştirerek çok zengin bir ekonomik kültür yapısı oluşturmalarıdır.
Atalarından aldığı ekonomik kültür mirasını çok iyi kullanan Atatürk’ün ekonomik düşüncesinde fikir ve icraat arasında eşsiz bir uyum vardır. Sıfır denilecek bir seviyeden ve savaş şartları içinden on yılda ağır sanayi hamlesini gerçekleştirerek kendi tankını, topunu ve uçağını çağın gereklerine uygun olarak bizzat Türk insanının yapabileceği bir düzeye ulaşılması onun dehasının eseridir.
Dünya ülkeleri 1929 ekonomik krizi ile büyük sıkıntılar içinde bunalırken, bu durumdan etkilenmeyen ve krizi lehine çeviren, buhranı takip eden devrede plânlı ve programlı kalkınmanın dünyadaki en güzel örneklerinden birinin yaratılması yine onun üstün dehası ve önderlik kabiliyetinin bir neticesidir.
Atatürk’ün ekonomik politikalarını belirleyen ilk dönem 1923-1930 yıllarını kapsar. Mevcut ekonomik durum Birinci İzmir İktisat Kongresinde tespit edilir. Kongrede belirlenen hedeflere ulaşılmaya çalışılır. Fakat arzu edilen sonuçlar tam olarak alınamaz. Osmanlı’nın borçları ödenir ama arzulanan ekonomik gelişme sadece tarım kesiminde görülür. İzmir Kongresindeki Çalışma Komisyonlarının ekonomik tespitleri ve çözüm önerilerinden günümüz ekonomi yöneticilerinin alacakları pek çok dersler vardır.
Atatürk’ün ekonomik politikasının temelleri ve esasları 1930-1940 arasında ortaya çıkar ve en üst düzeye ulaşır. İlk döneme göre ağırlığın bugün hepsi elden çıkarılan İktisadi Devlet Teşekküllerinde olduğu tamamen kendine özel bir ekonomik rejimin uygulandığı görülmektedir. Bu dönemde; Devletin Öncülüğü, Devletin Yatırımcılığı, Devletin İşletmeciliği, Devletin tespit ettiği hedeflere ekonominin yönlendirilmesi gibi hususlar ağırlık kazanır. Faaliyetlerin temelinde yine fertlerin topyekûn kalkınması ve refah seviyesinin adaletli olarak dağıtılması yatar.
Türk toplumunun ekonomik bünyesi ve şartlarının göz önünde tutulduğu Atatürk’ün ekonomik görüşleri, klasik ekonomik sistemlerine benzemez. Batı toplumunun ürünü olan Kapitalizm ve Sosyalizm batı insanının gerçeklerine, ihtiyaç ve kültür yapısına uygun yapılandırılmıştır. Nasıl ki montaj sanayi tek başına ülkenin kalkınmasına imkan vermiyorsa, montaj doktrin ve sistemlerin kalkınma modeli olarak kullanılması da yeterli olmayacaktır. Bugün Türk ekonomisinin düzlüğe çıkabilmesi için;
– Yeterli sermayemiz, her alanda yetişmiş insan gücümüz, yeterli okullarımız ve öğretmenlerimiz mevcuttur.
– Edirne’de oturan vatandaşımız bir gün içinde karayolu ile ülkenin en uzak ve en ücra noktasına ulaşabilmekte ve malını gönderebilmektedir.
– Fabrika yapan fabrikalarımız, fabrikalarımızda üretilen hammaddeyi sağlayan yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz vardır.
– İnsanımızın kültür ve sosyal refah seviyesi giderek gelişmiş ülkeler seviyesine yaklaşmaktadır.
Bütün bu olumlu göstergelere ve yandaş basının devamlı alkışlamasına rağmen günümüz Türkiye’sinin ekonomik bağımsızlık seviyesinin Atatürk döneminin çok altında olduğu gerçeği değişmemektedir. Bizim gibi önemli bir coğrafyada bulunan ve gelişmek için yeterli potansiyele sahip bir ülke için mutlaka milli atılımlar yapılması gerekmektedir..
Çünkü; İnsanımız kabiliyetlidir, ekonomik faaliyetlere diğer insanlara göre çok daha fazla yatkındır, müteşebbistir, daha iyisini başaracak güce ve tecrübeye sahiptir. O halde daha iyisini yapmak varken ve önünde Atatürk gibi bir önderin çok başarılı uygulama örnekleri dururken daha iyisini ve fazlasını istemek bizim de hakkımızdır. Türk insanı tamamen dışa bağımlı ekonomik sistemi asla hak etmemektedir.
Başarısızlığı kanıtlanmış ve iflas etmiş mevcut ekonomik görüşlerden çok daha tutarlı ve tamamen Türk insanının kabiliyetlerine göre hazırlanmış ATATÜRKÇÜ EKONOMİ SİSTEMİ’ nin uygulanması ile bugünkünden çok daha ileri bir refah seviyesine ulaşmamız mümkündür. Çünkü artık Atatürk zamanında olduğu gibi bir ön hazırlık devresine ihtiyaç yoktur. Atatürk’e inanmış kadroların bilinçli ve planlı çalışmalarıyla günümüzde çok kısa bir sürede başarılı neticeler alınabilecektir.
Sonuç olarak; acilen tedbir alınmadığı takdirde küresel sermayenin dümen suyunda sürüklenen ekonomimiz  kısa süre içinde dibe vuracaktır. Küresel krizin yıkımından klasik liberal ekonomi modelleri ile çıkmamız asla mümkün değildir. Çare milli çözümde ve Atatürk’ün ekonomik görüş ve uygulamalarındadır.(1)
Kendi göbeğimizi kendimiz kesmeli ve tamamen milli olan Atatürkçü Ekonomi sistemini derhal uygulamalıyız. Çünkü Atatürk’ün ekonomik görüşleri Türk ekonomisine şok tedaviyi öngörmektedir. Yeter ki kendimize inanalım ve karar verelim.
8 Haziran 2015’ten itibaren Atatürke ve Atatürkçü Düşünce’ye inanmış VATAN PARTİSİ yöneticilerinin Türk milletinin huzuru, güveni, refah ve mutluluğu için küresel mimarların yolunu değil, Atatürk’ün gösterdiği yolu seçeceklerine inanıyorum..
—————————————————————
(1) Atatürk’ün ekonomik görüş ve uygulamaları için Dr. Tahir Tamer Kumkale’nin Pegasus Yayınlarından çıkan “ ATATÜRK’ÜN EKONOMİ MUCİZESİ” kitabına bakınız.(http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=120619)

https://kumkale.wordpress.com/2015/04/28/8-haziran-2015te-iflas-etmis-ulke-ekonomisi-icin-cozum-ataturkcu-ekonomidedir/

...

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Akıntıya Kürek.,




Akıntıya Kürek.,



Yekta Güngör Özden

Yekta Güngör Özden


Seçimler Eşit koşullarda geçmeyen seçimlerin ne sonuç vereceği önceden kestirilebilir. Nitekim öyle oldu. Bir yanda iktidarın, belediyelerin olanaklarıyla donanmış bir parti, öbür yanda devlet yardımından payına düşenle kendi sınırlı olanakları içinde bir iki parti, beri yanda yalnız kendi olanakları ve değişik desteklerle çalışmalarını yürüten partiler. Seçime katılan 20 parti içinde akçalı gücü yanında devlet gücünü de kullanan iktidar partisiyle hiç biri yarışamazdı. İktidara yakın olmanın, iktidarda olmanın kimi kazanımları gözetildiğinde yerel seçimlerde her zaman iktidar öndedir. İktidar değişikliğiyle birlikte kimi belediye başkanlarının partilerini bırakıp iktidar partisine katılmalarının nedeni budur. Ülkemizde siyasal ahlâkın düzeyi bellidir. İlke, tutarlılık, kararlılık, özveri, dayanışma her şeye karşın ödünsüz çalışma terbiyesi yeterince edinilmemiştir. Görünmek, kazanmak, bir yere gelmek, bir yeri ele geçirmek, borusunu ya da düdüğünü öttürmek, kendisine ve yakınlarıyla yandaşlarına olanaklar sağlamak, böbürlenmek, nedense adını unutulmaz kılacak yapımlara, çabalara, eserlere, kendini anımsatacak olaylara ve oluşumlara imza atmaktan daha önemlidir. Katrilyonu bulan seçim giderleriyle kaç okul, kaç hastane, kaç kitaplık, kaç sağlık ocağı, kaç yuva ya da bakım evi, kaç çeşme, kaç yol, kaç köprü, kaç atölye açılmazdı? Yalnızca Hazine Yardımı partiler yerine bu kazanımları sağlamazdı. Bir Parti çıkıp “afiş, el ilanı, şarkı-türkü, marş, film, rozet, tanıtma bayrağı vs. kullanmayacağım. Bunların yerine okul, köprü, kitaplık vb. yaptıracağım” deseydi daha çok ilgi görür, beğeni ve oy toplardı. Hele dağınıklık, hele ilkelerden ödün verip seçim sonrası kendi partilerine dönme koşullu kimi yapay birliktelikler.. Bir yılı aşan bir süreden beri sözlü ve yazılı çağrılarla duyurmaya çalıştığımız anlayış benimsenseydi, iktidarın belalarından kurtulmak, aydınlığa kavuşmak için partiler biraraya gelip hangisi hangi il ve ilçede güçlüyse, kimin adayı orada daha çok şanslı ve oraya yaraşır bulunuyorsa o desteklenip öbürleri orada aday göstermeseydi daha çok başkanlık elde ederlerdi. Özseverlik, bencillik, partizanlık, ilkellik sayılacak direnme şimdiki sonucu getirdi. İktidar partisi liderlerinin değişmediğini gösteren inatlaşma ve zıtlaşmaları arttıracak, başta Kıbrıs olmak üzere desteğine gereksinim duyduğu AB’nin ve ABD’nin istekleriyle kendi milli görüş kaynaklı izlencesini uygulayacak, daha çok karanlık olacak, daha çok güçlük çekilecektir. Medyadaki beslemelerle şakşakçıların kışkırtması sürecektir.


Kıbrıs oyunu


Hiç utanıp sıkılmıyorlar. Devlet organlarının bile amaçlı uzatmayı vurgulamasına karşın, İsviçre-Bürgenstock’daki görüşmelere katılan Yunanistan ve Güney Kıbrıs yöneticilerinin yorgunluk ve hastalık bahanelerini atlayıp fiyaskoyu başarı ve umut olarak nitelendiriyorlar. Kimi iktidar olabilen irticayı, İstanbul olaylarını unutup “gülyabani hikayesine dönmüş irtica korkutmaları... yenileşen toplum” sözleri edebiliyor. Öylesine iktidarın dümen suyunda yazabiliyorlar ki ümmet ve cemaat düzenine dokunmamak için “...Merih’ten ulus gelmez” diyebiliyorlar. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir” ve “Ne mutlu Türküm diyene “ sözlerindeki anlamı, erdemi, yüceliği kavrayamıyorlar. Atatürk ilkelerini, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü savunduğum için yıllarca önce beni bu nedenle kutladığını söyleyen kişinin gericilik kıyımlarını, kalkışmalarını, iktidar başının inadını ve yinelemelerini görmemesi, duymaması, anlamaması düşünülemez. Yazılar ve yayınlar amaçlıdır. Halkımız kimin nereden nereye geldiğini, kimin ne için neler yaptığını, nasıl değiştiğini izlemektedir. Seçimlerdeki yönlendirici, sunuş biçimiyle yanlı sormacalar (anketler) de böyledir. Karaçarçaflıların artması bile uyarmıyor.
Kraldan çok kralcı kesilenler, iktidarı mutlu etmek için Denktaş’a saldırıyor, kurgularla, gerçekdışı anlatımlarla suçlayıp sonucun sorumluluğunu ona yıkmaya uğraşıyor. Kararlı, tutarlı, gerçekçi, içtenlikli, ilkeli, ahlâklı, bilgili, yurtsever, yürekli Denktaş hepsini göğüsleyerek gerekeni başarıyla yapıyor. Doğruları söylüyor. ABD’nin İngiliz-Yunan ortaklığı ürünü Annan Planı dayatmasıyla AB’nin oyunlarını bir bir açığa çıkarıyor. Yurdunu savunan bir Başkanı kendi açılımları için engel sayanlar suçluyor, karalıyor, övecek yere yeriyorlar. Bize özgü demokrasinin cilveleri. Hukuktan, siyasetten, özellikle dış siyasetten anlamayan, ulusal çıkar kavramıyla güvenlik konusunda hiç bir bilgisi olmaylan medya bilgiçleri (!) Denktaş’a akıl vermeye kalkışıyor. Paralıların kendi çıkarları için ülkeyi, ulusu, ulusal çıkarı nasıl acımasız, düşüncesiz biçimde, sapkınlık ölçüsünde gözardı ettiğini, iktidarla paslaşarak nasıl yol aldığını görenler giderek artıyor, AB’nin Kıbrıs oyunu sürüyor. Olan Türkiye’ye ve Kıbrıs Türklerine oluyor.

Seçim rüşvetleri

Bu olumsuzluklar yerel seçimlerde nedense oyları etkilemiyor. Kendi işlerine gelen her şey demokrasiye uygun, gelmeyen uygunluklar ise aykırı. Anlayış düşüklüğü ya da kıtlığı denilecek bu olgu, demokrasinin nasıl kemirildiğini anlatmaktadır. İlkesiz, ülküsüz insanlar. İçinden yıkılmakta olan demokratik kitle örgütleri. Demokrasinin dayanakları çürümeye başlayınca yaptıklarının yanında çalıp çırptıkları dağlar oluşturan kimselere oy verme sakatlığı sürdükçe umutlar sönmektedir. Seçimler sırasında bir bakanın “Adalet Sarayı yapımı”yla başka bir bakanın “diyaliz makinası sağlamak”sözleri (Devrek’te) oy almak için devlet olanaklarının nasıl araç kılındığını göstermektedir. Bunlar yalnız ikisi. Birer ağır baskıdır. Onlarcası söylendi, yazıldı. Seçim eşitliği gerçek demokrasinin koşuludur. Rüşveti de yüz karası; soğan, patates, kömür vs. dağıtımı, arsa ve bina kapışması.


İlkellikler

Geçen yıllarda Zeki Triko’nun afişine takmışlardı. Bu kez Çarşı Mağazaları’nın reklamına taktılar. Yandaşlarını okşamak, oyalamak, bir şey yapıyor görünmek ve gündemi değiştirmek için her yolu kullanıyorlar. Siyasal rüşvet ve siyasal şantajlara reklam bekçiliği de eklendi. Bu da demokrasinin sansürüdür. Aydın geçinenler yemeklerle, otel lobilerinde ya da teraslarında toplanıp çalışanları halkın sevip inandıklarını çekiştirir, başka bir şey yapmazlarsa gericiler her şeye el atarlar. Siyasal partiler de bir şey yapmadan, ortaya bir şey koymadan, bir iyiliğe neden olmadan, bir kötülüğü önlemeden, olumlu bir durum sağlamadan oy istemeye çıkıyorlar. “Ne yaptınız da oy istiyorsunuz? Hangi yüzle?” denilse yeridir. Tepki oyuyla övünülmez. İktidar başının YÖK konusundaki direnişi bilim ve siyaset yaşamımız için son derece tehlikelidir. Demokrasinin ne duruma düşürülmek istendiğinin, çoğunluk diktasının nerelere ve nasıl uzandığının belgelenişidir. “Parayı verenin yönetip yaptıracağı” savı ilkelliğin ötesinde sakıncalı amacın dışvarumudur. Para Recep Tayyip’in parası değildir. Kendi kasasından çıkmamaktadır. Oğlunun sünnetinde ya da düğününde gelen takılarla sağlanmamıştır. Devlet babasının malı kendisinin çiftliği değildir. Recep Tayyip devlet değildir. Böyle bir sözü söylemek çağdışı, hukuk dışı, siyaset dışı düşmektir. Devletin öğretim üyelerine, öğrencilere ayırdığı ödenek, üniversitelere, ulusa, ülkeye, bilime ayırdığı, ayırmak zorunda olduğu, görevi sayılan bir ödenektir. Bu ödeneği yönetimleri döneminde göndermekle yükümlü olanların “ne istersek olacaktır” yaklaşımı sakat bir anlayışın sonucudur. Yargının, yasama organı üyelerinin, partilerin, hazine yardımı yoluyla gelirlerinin ödenmesini de yürütme yaptı diye yargı, muhalefet ve partiler de iktidarın istediklerini mi yapacaklar. Dünyanın neresinde böyle devlet, böyle demokrasi vardır? Olsa olsa imamistanda, ümmenistanda olur.
Böyle sakıncalı sözlerden cesaretlenen kimileri de açıkça “%65’le anayasayı değiştiririz” diyerek seçmenleri kışkırtıyor. Üstelik iktidar başının eşinin talimatıyla bir milletvekili bayan bunu yapıyor. Anayasanın neredeyse toptan değiştirilmeyi gerektiren bölümleri var. Gözdağı verircesine geriye doğru değişiklikler yetmiyormuş gibi daha kötü duruma getirmek için yapılan hazırlıklar duyulmaktadır. Anayasa mahkemesinin büsbütün ele geçirilmesi amacı yıllardır bilinmektedir. Yapılması düşünülen olumlu değişiklikler varsa onlardan sözedilmelidir. Sıkmabaş-bohçabaş dayatması, YÖK, Kamu Yönetimi, yerel yönetimler yasaları, Başbakanlık ve MEB müsteşarları, kimi yönetmelikler, kadrolaşma, İmam Hatip Liselerinin adlarının değiştirilmesi gibi konulara öncelik ve ağırlık verenlere besleme ve yağcı medya kesimiyle Kıbrıs’ı gözden çıkaranlara, Silahlı Kuvvetler’i etkisiz ve güçsüz düşürmeye, Cumhurbaşkanı’nı göstermelik kılmaya çalışanlara, bildiğini okumaktan vazgeçmeyenlere kimse inanmaz ve güvenmez.

Takiyeyi takunya sanan kimileri de iktidar partisini “merkezin yeni partisi” olarak tanıyıp tanıtmaya çalışıyorlar. Kargaları güldürecek bir boşuna çaba. Olanları, olacakları bırakalım, nereye sığdırıyorlar? Ulusal yapıya yönelik tehlikeler yeterince algılanamadı, demokrasi anlaşılamadı, oy bilinci oluşmadı denilebilir belki ama çevreyi kirleten gürültülerle dalgalanan seçim toplantılarında terör başı için açılan bayraklar yükselen ve yayılan sloganlar kimsenin gözünü açmadı, vicdanında yankı bulmadı, denilebilir mi? Tek adamlığın koşullarına uymayan gidiş diktatörlükten başka bir şey değildir. Anlamsız hoşgörü demokratlıktan değil, ilgisiz kalarak yandaş toplamak düşüncesinden kaynaklanıyor. Etnik ayrımcılık, soykırım kalkışmaları durmuş değildir. Devletin anlayışlı davranışından ötede umursamazlık kimi Nevruz kutlamalarında bile eski adı PKK olan örgüt ile liderini öne çıkartmıştır. Yapılan hiç bir şey yoktur. Kolluk güçleri bağımsız olmadıkça, yansız davranmadıkça, iktidar partisinin içindeki yandaşlarıyla, başka partilerdeki yakınlarıyla, gelecekte hangi tehlikelerin bizleri beklediği açıktır.
Kimi demokratik kitle örgütleri de hukuku çiğneyerek, kaçak sayılabilecek toplantılar düzenleyerek ya da başkalarının güdümüne girerek ayakta durmaya, yöneticilerinde olmayan güçler sağlayarak onlarla bir yerlere gideceğini sanmaktadır. Kendi içinde barışı bozmuş olan bir kuruluş başka kuruluşlarla nasıl dayanışma kurabilir. Kandırmacalarla ilkeler yıkılmaktadır.

Cumhuriyet destanı

Bay Recep Tayyip “CHP’nin kökü”nden sonra “10. Yıl Marşı”nı diline doladı. Yardakçıları sus pus. “84 yıllık karanlık” sözünü edenlerden daha başka şeyler de beklenir. Değer bilmezliğin (nankörlüğün), bilgisizliğin, sevgisizliğin, saygısızlığın, aymazlığın, bağnazlığın, sapkınlığın nice örnekleri görülebilecektir. Gidiş onu göstermektedir. Adamlık, insanlık, yurttaşlık, inançlılık, onurluluk, soyluluk tartışmaları yaşanacaktır. Karalama, kötüleme, saldırı, kafalarındaki düzene engel olan laik cumhuriyete yöneliktir. Yurdu kurtaran, devleti kurarak namusumuzu, onurumuzu, kişiliğimizi, koruyan, bağımsızlığımızı ve özgürlüğümüzü bizlere armağan eden kahramanlara katlanamamaktadırlar. İktidar partisinin kimi resmi törenlerde Atatürk anıtlarına çelenk koymaktan kaçınması, kimi toplantılarda adını anmaması sakıncalı bir anlayışa bağlıdır. Atatürk’ü tanımak istemeyenler, sevmeyenler, saymayanlar onun başında bulunduğu yılları kötüleyenler tarih bilmeyen kendini bilmezlerdir. Düşmanların ayağını Anadolu topraklarında durdurarak, kutsal topraklara inmesini önleyerek, dünyada müslümanlığa en büyük yararı dokunmuş insana karşı olmak hiçbir insanlık niteliğiyle bağdaşmaz. Osmanlı’nın yıkıntılarını temizleyerek yoktan var edercesine kurulan her şeyi, yepyeni laik cumhuriyetle kazanılanlar saymakla bitmez. 10. Yıl Marşı olanaksızlıklar, yoksunluklar göğüslenerek 10 yıl gibi çok kısa bir sürede kazanılanların kıvancını ve coşkusunu duyuran cumhuriyet destanıdır. Ulusal ezginin özgün, en güzel örneği, gerçekten Türk olan, kendini Türk bilen her yurttaş için övünülecek değerdedir. 10. Yıl Marşı’nın büyük Atatürk’ün 15-20 Temmuz 1927’de CHP 2. Büyük Kurultayı’nda 36 saati aşan bir zamanı unutulmaz kılan büyük söyleviyle birlikte duyumsamak gerekir. Osmanlı’dan alan yapıları, okulları, iş yerlerini, öğretmen ve öğrenci sayısını, teknik elemanları, bütçeyi, Osmanlı borçlarını ödemeyi, millileştirmeyi bilmeden konuşmak gülünç olmaktır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda kimlerden ne yardım alındığını, İnönü Savaşları’ndan askerlerimizin giysilerini, kullanmaları için verilen mermi sayısını, süvari birliğindeki gerçek kılıcın ne kadar olduğunu, TBMM ordularının sayısıyla düşman güçlerinin sayısını, Atatürk’ün Ankara’ya geldiği 27 Aralık 1919’da defterdarın kasasında kaç lira olduğunu bilmeden konuşmak “desteksiz atmak”tır. Yapılan okulları, köprüleri, spor ve uçak alanlarını, çalışma yerlerini, hastaneleri, enflasyon ve devalüasyon olmadan kotarılanları düşünmek, yetişen insanları, açılan üniversiteleri, çağdaşlaşmada kazanılan aşamaları gözetmek yeter. Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanılıp Saltanat kaldırılmasa, Cumhuriyet kurulmasa neler olacağını düşünmeyenler, varlıklarını yadsımış olurlar. Birbirini izleyen devrimler olmasaydı, demir ağların yerini örümcek ağları alırdı. Kafaların içindeki karanlık dışarıyı zindana çevirirdi. Büyük söylevde ve 10. Yıl Marşı’nda anlatılanlar olmasaydı bugün bizler olmazdık. Atatürk’ün eşsiz 10. Yıl Söylevi, Büyük Söylev’in ve 10. Yıl Marşı’nın mührüdür. Kuruluş yıllarında onurla, saygınlıkla, güvenle Türkiye Cumhuriyeti güçlenmiş, uluslararası katta yaraşır olduğu yeri almış, milletler cemiyetine girmiş, dünyanın sayılı cumhuriyetlerinin önünde geldiği için yalnızca Almanya’dan o yıllarda 140’tan fazla bilim adamı Türkiye’ye sığınmıştır. Tebaadan yurttaşlığa, ümmetten ulusa geçilmiştir. Ahlâkla, adaletle, hukukla, şerefle yeni Türkiye kurulmuş, örülmüş, dokunmuş, yükselmiştir. “Demiryolları komünist işidir” diyen lekeli anlayış 1950’den sonraki kötü uyulamalarla kendisini göstermiş, bugünlerin taşımacılık sıkıntılarnı doğurmuştur. 1950’lerde kesilen hız, kışkırtılan inanç sömürüsü, Türkiye’nin karanlığıdır. O yıllarda yapılanlar olmasaydı bugün AB yüzümüze bile bakmaz, kapısının önünden bile geçirmezdi. 10 kuruluş yılı Türkiye tarihinin en şanlı bölümüdür. Nitelik ve nicelik çizelgesini inceleyip öğrenmedikçe Recep Tayyip neler söyleyip neler yapacaktır kestirilemez. Anlaması bilmesi gereken çok şey var. Yetersizliği açık. Kazanımlarımızın temeli cumhuriyetimizin ilk 10 yılıdır. 10 yıla çok şey borçluyuz.

Din sömürüsü

Bizim zavallı medyamız bellek yoksunluğunun perişanlığını, bağımlılık ve yandaşlığının ağrılarını çekiyor. Din ve inanç sömürüsüne yıllardır değiniyoruz. Resmi konuşmalarda, özel söyleşilerde dilimiz döndükçe anlatıyoruz. Yurtdışına kaçarak zehir saçanları, yabancıların koruyup kolladığı kesimleri açıklıyoruz. Söyleye yaza bıkkınlık uyandıran konuları yeni sayarak sayfa dolduruyorlar. Genelkurmay 2. Başkanı çok yerinde olarak “hem laiklik hem ılımlı İslam birarada olmaz” dedi. Önceleri zaman zaman açıklanmış bir gerçekçiliğin vurgulanmasıdır. Ortam gözetilirse çok da iyi olmuştur, haklıdır. Din, dindir. “Katı İslamiyet, ılımlı İslamiyet, yumuşak İslamiyet” diye ayrım yapılamaz, olmaz. Laiklik devletin inançlar yönünden saygın bir yansızlığıdır. Laiklik dinlerin olduğu yerde vardır, olmadığı yerde yoktur. Laikliğin olduğu yerde devletin adının yanına dinsel sıfat konulamaz. O zaman devlet devlet olmaktan çıkar, cemaat çatısı olur. Ne uluslaşmadan söz edilir ne de hukuktan. İslamiyeti kendine göre uygulayıp tanıtmaya ve dayatmaya da kimsenin hakkı yoktur. Ilımlı yaklaşımıyla devleti dinselleştirmek de bir oyundur. Din siyasallaşırsa demokrasi dinselleşir sözünü yıllardır usanmadan yineliyorum. Şeriatçıların demokrasiyle bağdaşması olanaksız çabaları, devleti din ağırlıklı güce dönüştürmek, bildiklerini ve istediklerini yapma olanaklarını kazanmaktır. Bu oyuna kimse gelemez. Din, vicdan tahtında kendi özgün yerinde kalacaktır. Laik devleti din devleti yapmaya kimsenin gücü yetmez. Devlet, hukukla yönetilir dinle değil. Demokrasinin kaynağı ve dayanağı laikliktir. Hukusal, siyasal ve ulusal birliğin de harcı gene laikliktir. Devletin dini olursa laiklik olmaz, o zaman da devlet olmaz. Dinleri devlet belirlemez. Dinler kurallarıyla bellidir, bilinmektedir. Kimse kendine göre din oluşturamaz. Kendine göre yaşar, o kadar. Kurtuluş ve kuruluşla övünemeyenlerin ılımlı dindarlıkla övünmeye kalkışmaları anlayış ve yaşam düzeylerinin göstergesidir. Cumhuriyet yıllarını “halkın değerlerine müdahale” diye göstermekten çekinmeyen yazarların at koşturduğu ülkede başka gariplikler de doğal karşılanacaktır. Yabancıların Kıbrıs oyunlarına ilgisiz kalan medyamızda bu çirkinlikleri övmeye çalışanlara da rastlanmaktadır. Çelişkiler yumağı gidek sıkmaktadır. Onaylama (ratifikasyon) işlemleri, halkoyu-referandum manevraları, oyalamalar kimin ne olduğunu ve ne yaptığını ortaya çıkaracaktır. 10 yıl o kadar başarılıdır ki zamanın Yunanistan Başbakanı Venizelos 12 Ocak 1934 günlü mektubuyla Nobel Barış ödülü için Atatürk’ü aday göstermiştir. Düşmanlığı unutup dostluğu yeğleyenler laik cumhuriyet karşıtlarını uyarmalıdır, utandırmalıdır.

Yarın ne olacak?

Giderek genelleşen bu soru güncelliğini koruyor. Toplumsal düzeyimizi gölgeleyen seçim kavgaları, öldürme ile sonuçlanan saldırılar, kapkaççılık, yanlış salıvermeler bir yana siyasetin solun aldığı sonuçlar CHP yönetiminin baskıcı, bencil, dar çerçeveli kadroculukla yürüttüğü tartışmalar yakınmaları yoğunlaştırıyor. Kürtçülerle işbirliğine girişenlerin aldığı sonuç ortada. Böyleleri gerçek Kemalist olamaz ki bu nedenle oy verilmemiş olsun. Kürtçüler, bölücüler, yıkıcılar tam kendilerinden olmayana, kullanamadıklarına günahlarını bile vermezler. Şeriatçılar da böyledir. Toplumun duyarlı olduğu konulara sırt çevirip dudak bükenlerin kürtçülere ve sıkmabaş-bohçabaş yanlılarına ödün niteliğinde yaklaşımları, yeni açılımları ne yaptığından ne yapacağı belli olmayan Kemal Derviş’e yönelmesi yanlıştır. CHP kendini, yönetimini yenilemeli, gülümsemesini, kucaklaşmasını bilmeli, gençleşmelidir. Tarihsel sorumluluk, CHP’yi önemli yükümlülüklerle başbaşa bırakmaktadır.

Önyargılı ve yanlı medya çelişkilerini sürdürüyor. Biri “CHP soldan uzaklaştığı için oy yitirdi” derken bir başkası “CHP merkeze yaklaşmadığı için oy yitirdi” diyor. Gerçekte CHP “ Ben Atatürk’ün kurduğu partiyim, ben devleti kuran partiyim, ben Atatürkçü partiyim” diyemediği, bu kimliğin güncel gereklerini yerine getiremediği için yitirdi. Yanlış tuşa basan yanlış yazar. Yanlış adaylar gösterdi, beklenen, özlenen açılımı gösteremedi. Söylemleri doyurmadı, çağrıları yankı bulmadı. Toplumsal sorunlara eğilip çözümler getiremedi. Daha neler neler...
Kıbrıs için “4. Annan Planı” medyanın Denktaş karşıtı katı, yanlı, Fogg çocuklarının önde olduğu habercilerce Türkiye’ye aktarılmakta, gerçekler açıklanmamakta, tersine hiç bir şey elde edilmemişken başarı söylentileriyle kamuoyu aldatılmaktadır. Yunanistan ve Rum yönetimi kesin AB ve ABD desteğinde bahanelerle süreyi doldurup sonucu Annan’a bırakacaklardır. Recep Tayyip ekibi de “veremi gösterip sıtmaya razı etmek” türünde, hakkımız olan bir iki küçük sorunu çözmekle “gitmişti de biz aldık” diyerek övüneceklerdir. Onlar zaten bizimdi. Bu arada gidenler gidecek, Annan Planı onay, referandum, Türkiye ve KKTC yönünden Batının oldu bittileridir. Üzücü ve yıkıcı dayatmalarıdır. Baştan beri yanlı yürütülen görüşmeler Girit olayının yinelenmesidir. Türkiye’nin çevrilmesi, kuşatılmasıdır, gelecekte Türkiye üzerindeki oyunların başlangıcıdır. Yanılmış olmayı isteriz. Tayyip ekibi önemli bir şey almadan verecek ve referanduma razı olup imzalayacaktır. Öymen, Arcayürek, Manisalı, Birgit, Gürel, Türker, Bila çabalarıyla unutulmayacak, Denktaş her zaman aranıp anılacak.

Ayıp

Başbakan basın danışmanının Cumhuriyet gazetesine gönderdiği gözdağı mektubuna yardakçı medyadan beklenen (!) tepki gelmedi. Basın özgürlüğünü kavrayış düzeyini açıklayan mektup demokrasinin geldiği aşamada ilginç bir olumsuz örnektir. Yapılanları ve yapılmak istenenleri gözardı edip tıpkı “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” sözünü anımsatırcasına Cumhuriyet gazetesi suçlanmakta, saldırı niteliğinde karalama ve kötüleme, sözde eleştiri ve yanıt adı altında genişletilip arttırılarak sürdürülmektedir. Diktacı anlayışın bu ölçüde savunulması düşündürücüdür. Karşı çıkması gereken bir çok kişi ve kuruluş uykudadır. Üniversiteler ilgisizdir. Meslek odaları tepkisizdir. Birkaç kalemin ve kuruluşun tepkisi demokrasi umudu için yeterli değildir.
Bu arada Saadet Partisi önceki Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın eski çıraklarını kusurlu bularak Ordu’yu göreve çağırması, aynı partinin şimdiki genel başkanının da Erbakan’a öykünüp asker çağrısına destek vermesi (Milliyet, 27-3-2004, s.18) gençlerin “Ordu Göreve” pankartı taşımasını eleştirenler için üzerinde durulması gereken bir örnektir. Ordu’nun görevi darbe değildir. Uyarı, öneri, dilek, tepki vs. türü hukuksal ve uygar belirtme ve istemler beklentisinin kötüye alınması Ordu için de onun daha etkin ve duyarlı davranmasını isteyenler için de amaçdışı davranış ve saptırmadır. Burada önemli olan, Erbakan’la Kutan’ın öncelikle yakındıkları ve rahatsızlıklarını belli ettikleri güçlere gereksinim duymaları, onları övmeleridir. Sorunların demokrasi içinde çözümlenmesini isteyenler Ordu’nun da kendi yapısı içinde etkin olacağı durumları düşünmüş olacaklardır. Hemen darbeyi ve hukukdışılığı düşünmek yanlıştır, yaygarası ve kışkırtıcılığı ayıptır.

Atatürkçüleri, ulusalcıları, emperyalizm karşıtı yurtseverleri suçlayan, kendi çukurlarında giderek kokuşan sapkınların, medya soytarılarının, iktidar uşaklarının kendi sıfatlarını, aşağılık niteliklerini başkalarına yükleyerek kalkıştıkları saldırılar artacaktır. “Başımız dönmeyecek” sözüne karşın şımarıklık ve azgınlık yeni sonuçlar getirecektir. Seçim sonuçlarını iktidarın getirisi olarak değil, AKP’nin başarısı olarak gösteren bilim değil kilim adamları iktidara övgüler yağdırıp, “devrimden ve seçmenin Kıbrıs ile AB için kesin yetki verdiğinden” söz edecekler. Seçimi yitirenler kazandıklarını ileri süreceklerdir. Çirkinlikler görülebilecektir. Sosyal devletin “Halkçı devlet” olduğunu bilmeyenler devletçiliğin ne zaman, ne için benimsendiğini, nasıl yorumlanıp uygulandığını unutanlar, bilgisizlik ürünü suçlamalarını, sözde eleştirilerini sürdürecekler, sapkınlar korosunun çığırtkanı, Sevrcilerin amigosu olmayı içine sindirenler terbiye dışı yazılarını patronların gülümseyişine, genel yayın müdürünün desteğine dayanarak sıralayacaktır. Halkın sorunları bunların umurunda değildir. Gerçekleri atlayıp ekonominin kağıt üzerindeki geçici, değişken, yapay göstergelerini, rakam oyunlarını abartıp olumsuzluklara gerekçe arayacaklardır. İç ve dış borçların artması, alım gücü yoksunluğu onları ilgilendirmemektedir. İşsizlik, iş yeri kapatmaları, suç olayları tasalandırmamaktadır. Seçimlerde başarılı olmayanlar ayrılma sözü vermelerine karşın yerlerinde oturacaklar, siyaset dolabı daha önce olduğu gibi dönecektir. Yanlışlıkları, yanılgıları, tutarsızlıklarıyla güven yitiren muhalefetin yarattığı boşluk daha belirginleşmiştir. Yepyeni bir yapılanma etkin, güçlü, yaygın ve çağdaş bir oluşum özlemi giderek büyümektedir.

İlkeli olmak onurdur. Seçilmek için parti değiştirmek yanlış bir tutumdur. Kanımca parti değiştirip kazanmak küçültür, değiştirmeyip yitirmek büyültür. Emin Çölaşan’la Bekir Coşkun’un anlamlı yazılarını anımsıyorum. Nelerden söz ediliyor, insan şaşırıyor. Dağıtılan yiyecek, giyecek, para, armağanlar (yılbaşı ve bayramlarda bir çok yere kimi yerlerden gönderilen armağanlar anlatılıyor)... Sorumluluğu izleyip saptayacak ve yaptırım uygulayacak kimselere kooperatif arsaları verilmesi, yakınları ve dostları adına kayıtlı, gerçekte yarısına yakını kendisinin büyük yapılar, büyük mağazalar, büyük ortaklıklar. Bizim acı gerçeklerimiz. Medyadaki dostlara ayrıcalıklı işlemler, kayırmalar, sus payları, destek rüşvetleri. Değişik seçim ve özellikle sayım olayları. Heryerle ilişki kurmak, yetkilileri ayarlamak... Liderlerin açıklamaları komediye benziyor, kimse kaybetmediyse ulus mu kaybetti?

Kimi amaçlılar için yinelemeyi yararlı buluyorum. Batıcı değil Batılıyız, Batıdan ayrılma yanlısı değiliz, ikilemleri ve eşitsizliği giderip Batıdaki yerimizi, onurlu, yaraşır konumumuza uygun biçimde almak çabasındayız. Batının yapısına değil tutumuna karşıyız. Ümmetçileri öven, destekleyen, önceleri unutup bugünü koşulsuz destekleyen, bugünkü iktidarla amaç, araç, çizgi birlikteliği kuşkusuz kişi ve kuruluşlara arka çıkan sözde ulusalcılardan da değiliz, gerçek Atatürkçü, gerçek ulusalcıyız.,

Not: Gerçekdışı yayınlarıyla kişiliğime saldıran Aydınlık dergisi açtığım dava sonunda bu ay içinde 2.5 milyar TL manevi tazminat ödemeye mahkum oldu. (31.03.2004)

(Ankara Asliye 29. Hukuk Mahkemesi’nin esas 2001/880 sayılı dosyası)

http://www.turksolu.com.tr/53/ozden53.htm

..

3 Ağustos 2015 Pazartesi

OKU BAKAYIM !




OKU BAKAYIM !

Öğretmen, 8’inci sınıf öğrencilerine “Yurttaşlık Bilgisi” dersinde “Tarihi Gerçekler” konusunu işliyordu;
Öğretmen; “Tahtada yazan birinci tümceyi beraberce ve yüksek sesle okuyalım arkadaşlar!”
Sınıf; “Elinde silah olan ve insan öldüren terör örgütleriyle müzakere yapılmaz…”
Öğretmen; “Demek ki neymiş? Eline silah alıp, insan öldüren, yakan, yıkan, üstelik silahların paralarını uyuşturucu kaçakçılığı yapıp, gençleri zehirleyerek elde eden terör örgütleriyle hiçbir devlet müzakere etmezmiş. Tarihte böyle bir olay şimdiye kadar hiç olmamıştır. Anlaşıldı mı arkadaşlar?”
Sınıf; “Anlaşıldı Öğretmenim…”
Öğretmen; “Peki, bu tarihsel gerçeğe aykırı hareket eden, kendi insanlarının ölümüne ve yaralanmasına sebep olan yöneticilere ne denir? Yüksek sesle ve beraberce söyleyelim lütfen!”
Sınıf; “Ya Aptal ya da haindirler, Öğretmenim…”
Öğretmen; “Şimdi ikinci tümceyi de beraberce ve yüksek sesle okuyalım arkadaşlar!”
Sınıf; “Türkiye, Milli Ordusunu çok güçlü hale getirmek zorundadır…”
Öğretmen; “Etrafımızda ‘Teröre destek veren devletler olduğu, bölgemizde petrol-doğalgaz ve yeraltı zenginlikleri tükenmediği veya alternatif enerji kaynakları bulunmadığı sürece, emperyalist devletlerin gözleri hep bu bölgede olacaktır. Terör örgütlerini bunlar yaratır ve beslerler. Bu yüzden güçlü ve en son teknolojiye sahip ordumuzu hepimizin desteklemesi, koruması ve demokratik çizgide tutması gerekir. Anlaşıldı mı arkadaşlar?”
Sınıf; “Anlaşıldı Öğretmenim…”
Öğretmen; “Peki, bu tarihsel gerçeğe aykırı davranıp, Cemaat militanlarıyla birlikte kendi milli ordusuna kumpas kurup, ordu komuta heyetinin yarısını zindanlara attırıp, ordumuzun kolunu kanadını kıranlara ve Genelkurmay Başkanına “Terörist” diyenleree ne denir? Yüksek sesle ve beraberce söyleyelim lütfen!”
Sınıf; “Bunlar iki defa haindirler, Öğretmenim…”
Öğretmen; “Sıra üçüncü tümcede! Bunu da beraberce ve yüksek sesle okuyun bakalım!”
Sınıf; “Tarikatlar ve Cemaatler, Demokrasi ile asla bağdaşamazlar…”
Öğretmen; “Tarikat ve Cemaatlerde, tartışma kültürü yerine biat “şartsız itaat”kültürü vardır. Tarikat ve Cemaatin önderinin her sözü kanun niteliğindedir ve kimse tartışamaz. Her emri anında yerine getirilir. Verilen emre uymayan, anında infaz edilir! Bunların müritlerinin malı-canı-namusu önderin emrindedir! Demokratik rejimlerde, tartışma-sorgulama-açıklık-hesap verilebilirlik esastır.
Bu yüzden, hem tarikat veya cemaatçiyim hem de demokratım diyenlere ve bunlara inanlara ne denir? Yüksek sesle ve beraberce söyleyelim arkadaşlar!”
Sınıf: “Bunlar, din istismarcısı sapkınlardır. Bunlara kananlar, aldananlar da aptaldırlar…”
Öğretmen en arka sıradaki öğrencilerden birinin uyukladığını görür ve sessizce yanına gider.
Öğrencinin kulağından tutar ve onu ayağa kaldırır;
“Söyle bakalım senin adın ve numaran kaç” diye sorar?
Öğrenci; “Adım Erdoğan Uzun, numaram 17 25 hocam!
Öğretmen; “Bir derstir tarihi gerçekleri anlatıyoruz. Söyle bakalım sen kendini nasıl görüyorsun?”
Öğrenci; “Hocam ben Müslüman- Muhafazakâr- Demokrat- eski Cemaatçi- yeni Tarikatçı- hem Papanın hem de Gülbettin Hikmetyar’ın dizinin dibine çöken- aynı zamanda Kovboy Obama’nın Eşbaşkanı olan oldukça varlıklı bir aktivistim!”
Öğretmen kahkahadan kırılmakta olan sınıfı zorlukla susturur ve Öğrenciye;
“Sen önce Türkiye Cumhuriyeti Devletinin onurlu-dürüst bireylerinden biri ol çocuğum. Sen kişilik ve kimlik bunalıma düşmüşsün. Senin sonun iyi görünmüyor” deyince, Öğrenci yerinden fırlar ve;
“Hocam, bizim abdestimizden şüphemiz yok ki, namazımızdan olsun” diye bağırır!
Öğretmen; “Ne abdesti be, boğazına kadar harama-pisliğe bulaşmışsın. Sen önce insan ol, insan” der ve kendi kendine söylenerek sınıfı terk eder;
“Yahu bunun gibi adamlar büyüyünce yanlışlıkla ülke yönetimini ellerine geçirirlerse, yakarlar güzelim vatanı, vallahi de billahi de yakarlar be…”
Sağlık ve başarı dileklerimle 25 Temmuz 2015

Rifat Serdaroğlu
http://rifatserdaroglu.com/2015/07/25/oku-bakayim/
..

SİZİN ÇOCUĞUNUZ OLSAYDI




SİZİN ÇOCUĞUNUZ OLSAYDI


*Ahmet Burak Erdoğan;

Tarih; 11 Mayıs 1998. Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı.
Yer; İstanbul- Şişli İlçesi Abide-i Hürriyet Caddesindeki Yaya geçidi.
İnsanlar, karşıya geçmek için “Yaya geçidinde” beklemektedirler.
Yayalara “YEŞİL” ışık yanar, insanlar yürümeye başlar.
Tam o sırada, 04 Temmuz 1979 doğumlu Ahmet Burak Erdoğan’ın kullandığı
34 ABR 93 Plakalı Opel oto son sürat, yaya geçidinden geçmekte olan
Türk Sanat Müziğinin Büyük Sanatçılarından Sevim Tanürek’e çarpar.
Sevim Tanürek hastaneye kaldırılır. Belediye araçları derhal kaza yerini yıkayıp, fren izlerini yok ederler. Sevim Tanürek hastanede ecelle boğuşup can verirken, Ahmet Burak Erdoğan hemen babası tarafından İngiltere’ye “Dil Kursuna” gönderilir. Adli Tıp Kurumu İhtisas Dairesi Başkanı Eyüp Çakmak, otosuyla yayaya çarpan A. Burak Erdoğan’ı suçsuz, yeşil ışıkta yaya geçidinden geçmekte olan Rahmetli Sevim Tanürek’i 8/8 suçlu bulur!
Ahmet Burak Erdoğan kurtulur, onu kurtaran Eyüp Çakmak ise, Türkiye Deniz İşletmeleri Kurumuna Genel Müdür Muavini yapılır.
Türkiye’nin gözü önünde gerçekleşen “Cinayet” benzeri “Ölümlü” bu olayda, suç işleyen çocuk bir dakika dahi gözaltına alınmamıştır.
-Bu kişi Ahmet Burak Erdoğan değil de, sizin çocuğunuz olsaydı neler olurdu?
*Ahmet Burak Erdoğan;
Yıl 2000. Yer Kasımpaşa Deniz Hastanesi- İstanbul.
Askerliğe uygun olmadığını iddia eden A. Burak Erdoğan, “Çürük Raporu” almak için müracaat eder. Yapılan kontrollerde “Testis Kanseri” teşhisiyle Erdoğan’a “Çürük Raporu” verilir ve Askerlik Hizmetinden muaf tutulur.
2001 Yılında yani 1 yıl sonra Ahmet Burak Erdoğan evlenir, çocukları olur.
Şimdi Türkiye’nin en zengin kişileri arasında gösterilmektedir.
-Testis Kanseri diye askerlikten muaf tutulan fakat bir yıl sonra evlenip çoluk çocuğa karışan kişi, Ahmet Burak Erdoğan değil de, sizin çocuğunuz olsaydı neler olurdu?
*Necmettin Bilal Erdoğan;
17 Aralık 2013 tarihinde Cumhuriyet Savcısı “Yolsuzluk-Hırsızlık-Rüşvet” suçlarıyla ilgili operasyon için düğmeye bastı.
Bakan çocukları, milyonlarca Dolar-Avro ile oynarken yakalandılar ve tutuklandılar. Banka Genel Müdürünün evinde ayakkabı kutularında milyonlarca Avro bulundu, tutuklandı.
Devletten ihale alan bazı iş adamlarının, Necmettin Bilal Erdoğan’ın kurduğu Vakfa, demetler halinde milyonlarca Dolar-Avro verdikleri teknik takiple belirlendi, belgelendi. Cumhuriyet Savcısının isteğiyle ilgili Mahkeme bu iş adamlarının malvarlıklarına el koydu.
Üniversite Rektörlerini, TSK’nın Orgenerallerini, Bilim Adamlarını, Gazetecileri sabaha karşı polis gücüyle gözaltına alan Cumhuriyet Savcısı, ifadesine başvurmak üzere Necmettin Bilal Erdoğan’a davetiye gönderdi.
N. Bilal Erdoğan Cumhuriyet Savcısının davetine gitmedi. Kendisini almaya giden polisler Başbakanlık Korumaları tarafından tekme-tokat dövülüp, kovalandılar. Baba Erdoğan oğlunun Savcı tarafından aranması karşısında çılgına döndü ve adeta “Yemişim senin gibi Savcıyı” dercesine, Cumhuriyet Savcısını tehdide varan sözlerle yerden yere vurdu, hakaret etti.
-Cumhuriyet Savcısının davet ettiği halde gitmeyen kişi Necmettin Bilal Erdoğan değil de, sizin çocuğunuz olsaydı neler olurdu?
*Binali’nin Bacanağı;
Binali Yıldırım, taa İstanbul Belediyesinden beri Tayyip Erdoğan’ın sağ kolu ve sırdaşıdır. Kendisi yeni dönemin gizli zenginlerindendir. Oğlu da çabuk zengin olan, gemi filosu sahibi bir gençtir.
Bacanağının, Binali’nin Bakanlık Memurlarıyla birlikte yaptıkları rüşvet-avanta pazarlığı ve demet halinde para aldıkları filmi gözlerimizle gördük. Bacanak para aldığı iş adamlarına “iş tamam” diyordu.
Bacanak önceden haber aldığı için, kaçtı. Dört gün yakalanamadı.
Bu arada on dört kişi tutuklandı. Dört gün sonra teslim olan bacanak, dosyaya hâkim olan Mahkeme beklenmeden, nöbetçi mahkemeye çıkarıldı ve serbest bırakıldı.
-Filmini seyrettiğimiz kişi, AKP İzmir Büyükşehir Başkan Adayı ve Başbakan Erdoğan’ın sırdaşı Binali’nin bacanağı değil de, sizin akrabanız veya oğlunuz olsaydı, neler olurdu?
Ekmek-su aş bekleyebilir / Temele taş bekleyebilir,
Devlete baş dahi bekleyebilir / Adalete mutlak uyulmalı ve bekletilmemelidir, demişti şair.
12 yıllık AKP İktidarında yapılan her türlü yıkım onarılabilir, maddi kayıplar
zor da olsa yerine konabilir. Fakat Adalet ve Hukuk Devletinde yapılan yıkımların tamir edilmesi, Türk Milletinin çok uzun zamanını alacaktır.
“Bir Hilal Uğruna Ya Rab, Ne Güneşler Batıyor” deyişinden
“Bir Bilal Uğruna Ya Rab, Adalet Batıyor” noktasına geldik.
“Hem Müslüman, Hem Lâik Olunmaz” diyen Recep Tayyip Erdoğan’a;
“Hem Müslüman, Hem Hırsız Olunur mu?” desek ne yanıt verir dersiniz?
Vah Türkiye’m vah, kimlerin eline kalmışsın!
Bu olaylar benim çocuğumun başına gelseydi, benim çocuğumda aynen Burak-Bilal-Binali gibi korunur, pamuklara sarılır diyorsanız, hiç durmayın, koşa-koşa
AKP’ ye oy vermeye gidin. Yok, benim oğlumu perişan ederler, gençliğini söndürürlerdi, diyorsanız işte size fırsat; AKP’ye ve Kürtçü-Bölücü partilere oy vermeyin, verdirmeyin…
Sağlık ve başarı dileklerimle 14 Ocak 2014
Rifat Serdaroğlu
http://rifatserdaroglu.com/2014/01/14/sizin-cocugunuz-olsaydi/
..