2 Ağustos 2015 Pazar

VATAN PARTİSİ, KİMLERİ BİRLEŞTİRİYOR?




VATAN PARTİSİ, KİMLERİ BİRLEŞTİRİYOR?



     İşçi Partisi Olağanüstü Kurultayı’ndan bir gün önce Aydınlık gazetesinde yayınlanan söyleşide partinin Genel Sekreteri Serhan Bolluk,“Pazartesi günü Meclis’te Vatan Partisi milletvekilleri olacak” diyordu. Kastettiği eski CHP milletvekilleri Süheyl Batum ve Birgül Ayman Güler idi. En azından Birgül Ayman Güler’in hem kurultaya hem de partiye katılması garanti olarak görülüyordu. Ama kurultaydan önceki gece Ulusal Kanal’da yayınlanan programda Birgül Ayman Güler, ertesi gün kurultaya katılacağını, ama Vatan Partisi’ne ne kurultayda ne de daha sonrasında üye olmayacağını, Vatan Partisi ile eylem birliği içinde bulunacağını ama kendini seçen CHP seçmenine karşı sorumluluğu olduğundan “Vatan Partisi hiyerarşisi içinde yer almayacağını” açıkladı. Dediği gibi de ertesi gün kurultaya geldi, bir köşede oturdu, o kadar… Süheyl Batum ise Kurultay salonuna bile gelmedi ve sadece bir mesaj gönderdi.

Ama hem Güler hem de Batum ile benzer bir pozisyonda olan Tayfun İçli, CHP’den istifa ederek Vatan Partisi’ne katıldı. Birgül Ayman Güler, kurultaydan önceki gece Ulusal Kanal’daki programda CHP’den istifa etmek zorunda kaldığını, istifa etmeseydi de zaten atılmış sayılacağını, disipline sevk edildiğini ve bütün yetkilerinin elinden alındığını bizzat kendisi söyledi. Yani istifasının zorunluluktan kaynaklandığını, bir anlamda istifaya zorlandığını vurguladı. Eğer bu disipline sevk ve yetkilerinden yoksun bırakılma işlemi olmasaydı Birgül Güler Ayman’ın CHP’den istifası ve Vatan Partisi’ne katılması pek olası değildi. Zaten istifa ettikten sonra bile Vatan Partisi’ne katılmaması, “Vatan Partisi hiyerarşisi içinde yer almayacağını” özellikle vurgulaması bu yönde bir tutum içinde olacağının açık kanıtıdır.

Süheyl Batum’un kurultay öncesinde ve sırasında Vatan Partisi’nden uzak durmasının ise farklı bir nedene dayandığı iddia ediliyordu. CHP’den hukuka aykırı bir şekilde ihraç edildiğini düşünen Süheyl Batum, partiye dönmek için yasal yola başvurmuştu. Dolayısıyla açtığı dava henüz sonuçlanmadan başka bir partinin kurultayına katılması ve bu partiye üye olması düşünülemezdi. İddiaya göre Batum, açtığı davayı kazandıktan sonra CHP’den istifa edecek ve Vatan Partisi’ne katılacaktı!

Ne var ki Süheyl Batum, daha sonra, CHP’den ihracına neden olan hukuksuz uygulamalar nedeniyle açtığı davayı kazanmasına rağmen, CHP’den istifa edip Vatan Partisi’ne katılmadı!

Dolayısıyla Birgül Ayman Güler ve Süheyl Batum üzerinden Vatan Partisi’nin yapmaya çalıştığı sözde “birleşme-bütünleşme” propagandası iflas etmiştir, kendi elinde patlamıştır. Şu anda da “ileride katılacaklar, bir gün mutlaka birleşeceğiz” türünden umutları canlı tutmaya yönelik mesnetsiz bir söylemle vaziyet geçiştirilmeye çalışılmaktadır.

Emine Ülker Tarhan olayı ise biraz daha farklı… Emine Ülker Tarhan’ın son dönemde ulusal solcu ve Atatürkçü çevrelerdeki yükselen prestiji, İşçi Partisi tarafından erken fark edilmiş ve onun üzerine bilinçle oynanmaya çalışılmıştır. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde İşçi Partisi ısrarla Emine Ülker Tarhan’ın aday olması gerektiği propagandasını yapmış, CHP’den 20 milletvekilinin çıkarak onun adaylığını ilan etmelerini talep etmiştir. Ne var ki İşçi Partisi kaynaklı bu talepler CHP’nin muhalif milletvekillerinde destek görmedi. 6-7 milletvekili, sadece genel bir açıklama yaptılar, ama Emine Ülker Tarhan’ın adaylığı için resmi bir imza toplama süreci başlatılmadı.

Ama daha önemlisi, Emine Ülker Tarhan’ın kendisi de İşçi Partisi’nin bu çağrısına fiilen itibar etmedi. İncelik gösterip teşekkür edildi, benzer türden açıklamalar yapıldı, ama bu işbirliği hiçbir zaman fiiliyata dökülmedi. Tarhan da diğer birçok kesim gibi İşçi Partisi’nden ısrarla uzak durdu. Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra da ayrı bir parti kurdu, yoluna Anadolu Partisi ile devam etme kararı aldı.

Ne ilginçtir ki o güne kadar Emine Ülker Tarhan’ı yere göğe sığdıramayan İşçi Partisi ve Aydınlık, bu sefer de tam ters bir tutum benimseyip saldırmaya başladılar. Anadolu Partisi’nin TÜSİAD partisi olduğu, neoliberal olduğu söylendi. Kısacası bilinen Aydınlıkçı taktikleri bir kere daha arz-ı endam etti!

İşçi Partisi’nin Vatan Partisi adını alarak kabuk değiştirdiği Olağanüstü Kurultay’da Doğu Perinçek, Anadolu Partisi’ne birleşme çağrısı yaptı. Ne kadar inandırıcı! Ama daha ilginci, bu birleşmenin iki partinin bir araya gelip görüşmeler sonunda kendilerini fesih ederek yeni bir parti kurmaları biçiminde değil de Anadolu Partisi’nin, daha doğrusu Emine Ülker Tarhan’ın Vatan Partisi’ne katılması şeklinde olmasının sağlanmaya çalışılmasıydı. Çünkü bütün bu çağrılara ve birleşme davetlerine rağmen, sürekli söylenen tek şey var:

“Bizim program ve tüzüğümüzü kabul eden herkes ile birleşiriz.”

Açıktır ki böyle bir birleşme olmaz. Bu, aslında “gel bana katıl, benim istediğim gibi hareket et, ben de sana MYK’da bir koltuk veririm”demektir. Vatan Partisi’nin tavrı, bir birleşme ve ulusal cephe yaratma projesi değildir. Aksine, ulusal birlik çabalarını sabote etme girişimidir. Kısır bir partizanlık örneğidir ki kendi siyasal geçmişleri bunun sayısız örneğiyle doludur. Bu tavır, haliyle AKP'ye hizmet eder. Ediyor da zaten... Bunun en son Süleyman Şah örneğinde de somut olarak gördük. İleride daha başka alanlarda da göreceğiz.

Ne var ki sorun sadece Birgül Ayman Güler, Emine Ülker Tarhan, Süheyl Batum örnekleriyle sınırlı değil. Mesela CHP içindeki başka birçok muhalif ulusalcı milletvekili de Vatan Partisi’nden uzak duruyor. Son yıllarda İşçi Partisi ile eylem birliği içinde olan Dilek Akagün Yılmaz, Nur Serter gibi milletvekilleri, önümüzdeki dönemde bir daha milletvekili seçilme şansları da olmadığı halde, partilerinden kopmadılar. Ne kurultayda ne de daha sonrasında Vatan Partisi’ne katıldılar. Hatta Nur Serter, CHP’den milletvekili adayı olmak için başvuruda bulundu!

Bu da ilginç ve düşündürücü bir tablo ortaya çıkarıyor. CHP tabanındaki ulusalcı kesim tarafından tutulan milletvekilleri Vatan Partisi’ne itibar etmiyorlar. Belki açıktan eleştiri yöneltmiyorlar, ama aktif olarak bir birleşme ve katılım yok!

Yine bunların dışında Kurultay’da bazı “sivil toplum örgütü”(!) yöneticilerinin de Vatan Partisi’ne katıldıklarını gördük! Bu katılım töreni, sanki demokratik kitle örgütleri temsilcilerinin akın akın Vatan Partisi’ne yöneldikleri şeklinde bir yanılsama yaratılarak sunuldu topluma… Oysa büyük bir yaygarayla ve törenle üye yapılanlar, zaten uzun yıllardır İşçi Partisi çevresinde olan, onunla yakın işbirliği içinde bulunan, bir anlamda partinin sempatizanı ya da fanatik taraftarı konumunda olan kimselerdi. Yani aslında bir üyelik akını değil, ustalıkla düzenleniş bir “show” izledik.

Bütün bu gösteriye rağmen, mesela 2013 yılında yapılan Milli Merkez Kurultayı’na da katılan, Ergenekon-Balyoz sürecinde İşçi Partisi ile yakın işbirliği içinde olan Ümit Kocasakal’ın ya da ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan’ın neden Vatan Partisi’ne katılmadıkları da sorgulanmaya muhtaçtır. Bu bağlamda daha birçok örnek verilebilir, ama ilk akla gelen, en popüler isimler bunlar olduğu için bu isimleri örnek olarak verdim.

Tabii bir de bu birleşme propagandasının Milli Merkez ayağı var ki, orası apayrı bir hikâye… Hani kendilerini pek tuttuğum ve önemsediğimden değil, ama isimleri son yıllarda sürekli İşçi Partisi ile birlikte geçtiği için Ufuk Söylemez, Hüsamettin Cindoruk, Kamer Genç’in ya da artık CHP’de milletvekili olmayan, ama son yıllarda yine bu çevreyle yakın temas halinde olan Onur Öymen’in Vatan Partisi’nden ve bu partiye katılımdan ısrarla uzak durdukları görülmektedir. Kurultay’dan bir gün önce Milli Merkez’in bundan böyle çalışmalarını ayrı bir şekilde yürüteceğini bir bildiri ile kamuoyuna açıklaması ve sanki “biz bu birleşme-bütünleşme aldatmacasına dâhil değiliz” mesajı vermesi oldukça anlamlıdır.

Peki, Vatan Partisi’ne katılanlar kimler? Hani şu “Vatan’da birleşenler…”?

Bu soruya hamaseti bir yana bırakıp nesnel bir şekilde yanıt vermek gerekirse şu saptamayı yapmak kaçınılmaz oluyor.

2002 yılında AKP’ye iktidar yolunu açan gelişmeler 1990’larda yatar. Bu dönemde, başka birçok faktörün yanı sıra, merkez sağ (DYP-ANAP) ve merkez sol partiler (CHP-DSP) arasındaki kısır ve bitmez tükenmez siyasi çekişme, sonuçta dinci sağı adım adım iktidara taşıdı. Önce REFAH Partisi, daha sonra da AKP, işte merkez sağ ve merkez soldaki bu bölünme sonunda ortaya çıkan uzun dönemli siyasal krizin sonucu olarak iktidar olma şansını yakaladılar. Kısacası AKP’nin iktidara gelmesinde, 1990’lı yılların merkez sağ ve merkez sol partilerinde yer alan politikacılarının basiretsizliği önemli bir etkendir.

İşte bugün Vatan Partisi’ne katılan veya onunla yakın ilişki içinde olan siyasi çevrelerde bu 90’lı yılların eski politikacılarını görüyoruz hep.Hasan Korkmazcan (ANAP), Barlas Doğu (ANAP), Yaşar Okuyan (MHP-ANAP), Tayfun İçli (DSP) ya da Hüsamettin Cindoruk (DYP), Ufuk Söylemez (DYP) gibi… Veya bu partilerin iktidarda olduğu dönemde görev almış Erol Çakır, Mehmet Turgut Oktay gibi bürokratlar… İsmail Hakkı Pekin, Naci Beştepe, Hasan Atilla Uğur gibi emekli askerler…

Bütün bu eski politikacılarının eve emekli askeri ve sivil bürokratların ortak bir paydası var:

12 Eylül…

Vatan Partisi’nin “birleştirdiği” kişilerin hepsi, siyasi ve mesleki kariyerlerinde 12 Eylül dönemi ile beraber yükselmeye başlamış, 12 Eylül’ün yarattığı siyasal ve toplumsal koşullar neticesinde bütün bulundukları yere gelmişlerdir. Vatan Partisi, bir anlamda 12 Eylül döneminin siyasal figürleri birleştiriyor.

Ama ne ilginçtir ki “Parola: Vatan; İşaret: Emek ve Namus” diyen bir partinin 31 kişilik MYK’sında sadece bir “emekçi” var. O da bir emekli sendikacı!

Sonuçta bugünlerin AKP’sine iktidar yollarının açılmasında yadsınamayacak sorumluluğu olan eski politikacı, eski askeri ve sivil bürokratların topluma bir çözüm ve kurtuluşa götürecek kadro olarak sunulması, üstelik bunun bir “birleşme-bütünleşme” edebiyatı eşliğinde yapılması en hafif deyimle milletin zekasına hakarettir. Vatanseverlik her şeyden önce dar parti çıkarlarının ötesine geçebilmeyi, “küçük olsun, ama benim olsun” anlayışını aşıp samimi ve özverişli olmayı gerektirir. Kırk yıllık taşra politikacısı tutumuyla, şark kurnazlığının ürünü bir laf ebeliğini, ulusalcı bir söylemle kısır siyasi hesapların kılıfı yapmayı bugüne kadar kimse yutmadı, bugünden sonra da kimse yutmaz!


Serdar Ant

https://groups.google.com/forum/#!topic/kotanlartr/ZTv8kk7DYVs

..


29 Temmuz 2015 Çarşamba

TÜRK ASKERİNİN ORTA DOĞUDAKİ KÜRESEL PETROL SAVAŞLARINDA YERİ YOKTUR. BU OYUNA DUR DİYELİM.



TÜRK ASKERİNİN ORTA DOĞUDAKİ  KÜRESEL PETROL SAVAŞLARINDA YERİ YOKTUR. BU OYUNA DUR DİYELİM.




Harp zaruri ve hayati olmalı. Gerçek kanaatim şudur; Milleti harbe götürünce vicdanımda acı duymamalıyım. ”Öldüreceğiz” diyenlere karşı “Ölmiyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lakin, millet hayatı tehlikeye uğramadıkça, harp bir cinayettir. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk - 1923)



 29 Haziran 2015 Pazartesi 


Birkaç gündür istifa etmiş olan ve yeni hükümet kurulana kadar vekaletle göreve devam eden AK Parti yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti sokaklarında Suriye ile savaş tamtamları çalınıyor. Kaynağı belli olan görünmeyen eller ülkeyi paldır-kültür Suriye ile savaşa doğru sürüklemek istiyor..

Medyada çeşit çeşit savaş senaryoları, bilir-bilmez yarım akıllı savaş uzmanlarının(!) ağzından dile getiriliyor. Doğal olarak yanlış yapılıyor ve kafalar karmakarış ediliyor..

Hükümet askere “Suriye’ye girin” demiş. Asker “yazılı emir istemiş”. Hükümet hemen hazırlayıp yazılı emrini vermiş. Asker Suriye’ye giriş hazırlıkları yapıyormuş v.s...

Önce şunu bilelim. Savaşı askerler değil T.C. Devleti Hükümeti,tüm milli güç unsurlarını kullanarak yapar. Askeri güç, savaşı planlayıp uygulayacak sekiz milli güç unsurundan biridir ve savaşta en son devreye girerek noktayı koyacak temel unsurdur.

İki ülke arasındaki sorunlar barışçıl metotlarla çözülemeyince bu defa hükümetler savaş açar. Her savaşın mutlaka elde etmesi gereken belirli bir siyasi hedefi olur. TBMM’den savaş açma yetkisini alan hükümet, bu savaşla ilgili olarak seçtiği siyasi hedefi elde etmek için HÜKÜMET DİREKTİFİ hazırlar. Bu direktif askerle birlikte devletin bu savaşta kullanacağı tüm unsurların çok detaylı görev ve sorumluluklarını içerir. 

Uluslararası hukuk kuralları ve BM Antlaşmasının temel esaslarına göre hazırlanan bu direktif içinde askerin hedefi somut olarak belirlenir. Bu hedefe nereden ve nasıl gidileceği; hedefte ne kadar kalınacağı; hedef ülkede hangi hukuki kuralların cari olacağı; yapılacak askeri harekata etki edebilecek bölge ve dünya ülkeleri ile hangi angajman kurallarının uygulanacağı; bu harekatın personel, malzeme, teçhizat, iaşe ve ibadesi ile sağlık hizmetlerinin nasıl sağlanacağı ve özellikle bu savaşın iletişiminin nasıl sağlanacağı gibi hususlar soruya muhatap kalınmayacak kadar açıkça belirtilir. Bunlar tam tespit edilip, muhtemel sonuçları iyi değerlendirmeden yapılacak askeri harekat mutlaka hüsranla ve mağlubiyetle sonuçlanır.

Savaş Hali’nin ne olduğu ve hangi prosedüre uygun olarak ilan edileceği Anayasamızda açıkça belirtilmiştir. Buna göre ülkenin tüm imkanlarının bir savaşa hazırlanması, seferberlik ilan edilmesi ve devam ettirilmesi için barış şartları kanunlarının yetmeyeceği açıktır. Savaş şartlarının zorluğu bilindiğinden çok özel tedbirlerin hızla alınabilmesi için 2941 Sayılı SEFERBERLİK VE SAVAŞ HALİ KANUNU maddeleri yürürlüğe sokularak bazı hürriyetleri kısıtlayan Sıkıyönetim ve Savaş Hali ilan edilir. Doğal olarak bütün bu hazırlıklar belli bir zaman sürecine ihtiyaç gösterir. 

Yani medyada çok dillendirilen savaş hali, birdenbire oluşan ve hemen olup-biten bir durum değildir. 1974 Kıbrıs Barış Harekatının üzerinden 41 yıl geçmiştir. Ve bu harekatı gerçekleştiren Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin savaş hali halen devam etmektedir. Çünkü, 41 yıl önce savaşan tarafların askerleri arasında yapılan Ateşkes Antlaşması, henüz siyaset makamı tarafından kabul edilen Barış Antlaşması ile sonuçlanmamıştır. 

Bu işin teknik yönüdür. İlgililer ve yetkililer mutlaka tarih önünde hesap verebilmeleri için bu kuralları işletmek durumundadır. Bu işler doğası gereği gizli yapılır. Yani şimdi basından pek çok çeşidini gördüğümüz savaş planları tamamen spekülasyon ve hayalleri çalıştırmaktan ibaret boş haberlerdir.. Bir bakıma bugün yaşananlar AK Partinin seçim yenilgisini örtecek kaos ortamının yaratılmasına ilişkin psikolojik harekat operasyonlarıdır.

Şurası bir gerçektir. Bugün Suriye sınırımız boyunca kontrolumuzda olmayan bölge içinde emperyalist küresel güçlerin devrede olduğu tipik bir asimetrik savaş tüm hızıyla devam etmektedir. Bununla ilgili IŞİD, PKK, KOBANİ, PYD, HİZBULLAH kavramları Türkiye gündeminin değişmez temalarıdır..

Bugün sınırlarımız dışında, oluşmasında Türkiye'nin de büyük günahı olduğu iddia edilen müthiş bir sıcak savaş yaşanıyor. Yıkılması için gün sayılırken, arkasına Rusya-Çin-İran gibi güçlerin desteğini alan Beşar Esad Suriye’de iktidarını sağlamlaştırıyor. Irak ve Suriyeyi parçalamak için batının destek vererek yaşattığı terör örgütleri içinde en güçlüsü olan IŞİD Suriye ve Irak topraklarının büyük bir kısmında hakimiyetini kuruyor.. 

Ülkemizde 2.5 milyon Suriyeli mülteci serseri mayın gibi kontrolsüz ve başıboş dolaşıyor. Elek haline dönen Suriye sınırımızdan geçen mülteciler ülkenin her yanını güvensiz hale getirirken kendine yetmeyen ekonomimizi felç ediyorlar. 
Suruç’un güneyinde Suriyeli Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kobani kasabasında IŞİD ve PYD örgütleri kıyasıya savaşıyor. Bölgeden kaçan Suriyeli Kürtler Türkiye'ye sığınıyor. ABD ve müttefikleri “IŞİD’a karşı hareket ediyoruz” bahanesi ile tüm bölgede havadan kurduğu hakimiyetini sürdürüyor. Yani Irak petrollerinin Akdenize kesintisiz inmesini sağlayacak bir Kürt koridorunun hazırlanması için batılı güçler tüm imkanlarını kullanıyorlar. Türkiye'de buna her şekilde katkıda bulunuyor.

Güney sınırlarımızda durum böyle iken PKK terör örgütü yandaşları; tüm Türkiye'de devletin tüzel kişiliğine, bayrağına, Atatürk heykellerine, okullarına, belediye binalarına, devletin araçlarına, bankalarına saldırıyor, yakıyor ve yıkıyorlar. 
Devletle savaşan PKK yandaşları bu yıkımın sebebi olarak Türk askerinin IŞİD’e karşı savaşmamasını gösteriyorlar. Okullar, bankalar ve devlet daireleri kapatılıyor. Bir bakıma Doğu ve Güneydoğu Anadolu şehir ve kasabalarında fiilen savaş hali yaşanıyor. 

Bugün Türkiye'de, tüm özellikleri ile süren Asimetrik Savaştan artık hiç kimse önünü göremiyor. Yetkili ve etkili devlet erkanı ise vatandaşlarını bilgilendirip aydınlatacak yerde anlamsız mesajlarla kafaları bulandırıyorlar. 

Geçen 7 yıl içinde Ergenekon, Casusluk ve Balyoz operasyonları ile ordunun komuta kademesi darmadağın ediliyor, İstihbarat ve bilgi edinme kaynakları kanunla elinden alınarak MİT’e bağlanıyor, TSK Genel ihtiyatını teşkil eden Jandarma Genelkurmayın elinden alınarak kaymakam ve valilere bağlanıyor. Bu şartlarda, Türk askeri çözüm süreci adı altında hapsedildiği kışlalarında çevresinde neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor. Geçmişte terörle mücadelede başarılı olan tüm birlik komutanlarının önceden oluşturulmuş gizli tanık ifadeleriyle birer birer tutuklanıp hapsedilmelerinin yarattığı moral yıkımının etkileri tüm subaylarının beyinlerinde henüz canlılığını koruyor. 
Özetle, yandaş medyanın tüm örtme çabalarına rağmen Türk halkı ülkenin sürüklendiği batağı görüyor ve geleceğine güvenle bakanların sayısı azalıyor. 
13 yıldır tek parti iktidarındaki Türkiye Cumhuriyeti, birbiri ardından yapılan ciddi yanlışlarla tükenmiş ve iflasın eşiğine gelmiştir. Bu şartlarda sınırlarımız dışına asker gönderilmesi, yani Orta-doğudaki sonu gelmeyen sıcak mezhep çatışmalarına dahil olunması taammüden cinayettir. Bu davranış yeni bir dünya savaşını tetikliyerek T.C Devletinin ve Türk milletinin sonunu hazırlayabilir.

Topraklarında bağımsız ve dik duran birlik ve beraberlik içinde 76 milyonluk Türkiye'nin varlığı bu bölgede istikrarın temini için kafidir. IŞİD, PYD ve diğer terör örgütleri Irak ve Suriye’nin iç işidir. Güneyimizde Kürt koridorunun kurulmasını önlemenin yolu Suriye topraklarını işgal etmek değildir. Eğer biz sınırlarımızı her türlü terörist geçişine kapatırsak ve topraklarındaki terör örgütlerine karşı ülke bütünlüğünü sağlamaya çalışan Beşar Esad’da destek olursak onlar kendi topraklarını kendileri korurlar. O topraklar ın korunması için Mehmetçik kanının dökülmesi gerekmez. Terörü desteklemeyelim o yeter. Bırakalım herkes kendi evinin içini temizlesin. Bizi Suriye’nin bölüp parçalanması değil, istikrarı daha çok ilgilendirmektedir. 

Bizim öncelikli işimiz; Suriyedeki ayrılıkçı güçlerle savaş olamaz. Bizim işimiz ülkemiz içindeki ayrılıkçı PKK terörü ile mücadele ederek kaybetmek üzere olduğumuz toprak bütünlüğümüzü sağlamak olmalıdır. Nereye sürükleniyoruz ? sorusu herkesin kafasını kurcalamaktadır. Bunun cevabını yöneticilerimiz halka vermek zorundadırlar. 

Ömrü savaş meydanlarında geçen ve kurtuluş savaşını kazanarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk; “Millet hayatı tehlikeye uğramadıkça harp bir cinayettir” sözleriyle savaş ile ilgili karar alıcılara gereken emri net bir dille vermiştir.

Atatürk, bu sözleri bugün hızla sürüklendiğimiz Suriye ile savaş gibi durumları çok önceden görerek söylemiştir. Gazi, burada “harp” sözcüğü ile iki tarafın orduları dahil topyekün tüm milli güç unsurlarıyla her alanda yaptıkları sıcak çatışmayı tanımlamaktadır.

Mahalli çatışmaları kendi milli çıkarları için yönlendiren küresel güçler dışında birbiri ile savaşan devletler bu tip savaşlar sonunda galip gelseler dahi maddi ve manevi çok büyük kayba uğrarlar. Çünkü bu savaşların tek galibi ülkeleri savaşa sürükleyen küresel güç odaklarıdır.

Onlar hep kazanırken sudan sebeplerle çatıştırılan ülkelerin kayıplarının telafisi kolay olmaz. Savaşan milletlerin refah ve gelişmişlik seviyelerinin savaş öncesi durumlara ulaşması ise uzun zamana ve büyük maddi desteğe ihtiyaç gösterir. Doğal olarak bu seviyeye ulaştırılmaları da yine onları çatışmaya sokan güçlerin maddi katkıları ile olacaktır. Yani onlar bu şekilde hem çatışan ülkelerin yönetimleri üzerindeki denetimlerini pekiştirecekler hemde maddi kazançlarını katlıyacaklardır. Ve bu vahşi düzen yüz yıldır değişmeden devam etmektedir. 
Küresel odaklar, Suriye ve Türkiye’yi savaştırarak ülkemizi BOP haritasında gösterildiği şekilde bölmeyi hedefliyorlar. Suriye ile birlikte karşımızda Rusya-İran-Çin ittifakı bulunmaktadır. Türk ordusu IŞİD veya PYD/PKK bahanesi ile Suriye’ye saldırırken Rusya ve İrandan petrol ile doğalgaz sevkiyatının kesilmesi dahi bizim savaşı başlamadan kaybetmemiz gibi bir sonucu doğuracaktır. Burada istenen Türkiye’nin zayıf, güçsüz ve birilerinin desteğine muhtaç halde bulundurulmasıdır.

Küresel güçlerin emperyalist hedeflerine katkıda bulunacağım diyerek bu acı faturayı Türk halkına ödetmeğe kimsenin hakkı yoktur.
Sanal gündemlerle kafası karıştırılan milletimizi adeta algılama yeteneğini yitirmiştir. Oysa tüm olumsuz şartlara rağmen Türk toplumunu yıkıma götürecek sıcak savaşa dur demek görevi tek tek bu necip milletin fertlerine düşmektedir.
Türk insanı Suriye ile asla savaş istemediğini her yerde haykırmalı ve olayların kontrolünü kaybetmiş olan yöneticilerini teröristlerle değil, ülkesinin toprak bütünlüğünü savunan Esad yönetimi ile işbirliği yönünde uyarmalıdır.
Emperyalist saldırıları ancak Türk milletinin hür iradesi ve vicdanından gelen vatan ve millet aşkıyla göstereceği dik duruşlar önleyebilir. Bu maksatla halkımız birilerinin kendisine önder olmasını beklememelidir. Herkes kendi iş ve sosyal çevresinde etrafında olan kendisi gibi düşünenlerle bir araya gelip savaşa doğru bu korkunç gidişe dur demelidir..
İnanıyorum ki Türk milleti tarihten gelen sağduyusu bütün savaş oyunlarını bozacaktır. Atatürk’ün söylemi ile “Muhtaç olduğu kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”
Sonuç olarak; Türk Ordusu, tüm sıkıntılarına rağmen mevcut potansiyeli ile bölgedeki savaşın savaşan tarafı değil, aksine savaşı durduracak güç olmak zorundadır. Bu tarihi misyonu başarması için tüm milleti kucaklayacak ve komşularıyla dostluk ilişkilerini yeniden tesis edecek güçlü bir siyasi desteğe ihtiyaç vardır. 

Dr. Tahir Tamer Kumkale
http://www.kumkale.net
http://kumkale.wordpress.com



Dr. Tahir Tamer Kumkale  29 Haziran 2015 Pazartesi


http://kumkale.net/yazi.asp?id=1473


..

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Sen Kimsin Yahu



Sen Kimsin Yahu





Rifat SERDAROĞLU
iletisim1@kemalistler.org
Tarih: 03-02-2015 09:46


TRT’ye (Tayyip Radyo Televizyonuna) çıktı. Maaşlı elemanlar karşısına “Sebilhane Bardağı” gibi dizildi!
Çanak sorular soruldu, çömlekler paramparça oldu!
Ekonomi uzmanları saçlarını yoldular! Anayasa Hukukçuları, başlarını duvarlara vurdular! Edebiyat Öğretmenleri bu üslup karşısında küçük dillerini 
yuttular ve amaniiin bu ne terbiyesizlik, dediler!
Tüm bu ilginçliklere rağmen programın izlenme oranı total izleyicide ilk 100’e giremedi. AB grubunda ise, 2,31’ lik izlenme oranıyla 52. Sırada yer 
alabildi. Tekrarı yayınlanan “Bu Tarz Benim” adlı ucube program bile 47. Sırada yer alarak Cumhurbaşkanı Recep’in izlenme oranını geçti! 
(Medyafaresi.com)

Cumhurun Başı Recep’in ölümden fazla korktuğu tek şey, unutulmak-izlenmemek-dinlenmemektir.
Çok sinirlendi. Kırşehir Mitingine gitti. 222.707 nüfuslu Kırşehir’de 7-8 bin kişi küçücük meydanı doldurmuştu. Teşkilat, bedava otobüslerle insan 
taşıdı.
Tüm Devlet memurları meydana götürüldü. Aksaray-Kırıkkale-Yozgat-Nevşehir illerinden çoğu sivil olmak üzere polisler getirildi. TV kameraları, 
geniş açıyla 7-8 bin kişilik meydanı, 100 bin kişi gibi göstermeye gayret ettiler.
Meydanda bedava yiyecek-içecek-şapka-şemsiye vardı ama coşku yoktu.
Millet senelerdir aynı şeyleri dinlemekten bıkmıştı artık!
(Paralel paralel paralelli, taralel taralel taralelli!)

Cumhurun Başı Recep, konuşmasında TÜSİAD’ı yine yerden yere vurdu,
Türk Sanayici ve İşadamları Derneği üyelerinin tümüne hakaret etti!
Onlara “Sen Kimsin Yahu” diye posta attı, yok saydı…

Geçen hafta “TÜSİAD’DA PROFESYONEL YÖNETİCİ DEVRİ” diye bir yazı yazıp, TÜSİAD’ın korkaklığını, suskunluğunu eleştirmiştim. 
Geçmişte TÜSİAD’ da yöneticilik yapmış üç arkadaşım aradı. Söyledikleri özetle şunlardı;
“Tamam geçmişte ülke meselelerine karşı daha duyarlıydık, uyarı görevimizi yerine getiriyorduk ama ? siyasetçiler demokrat insanlardı. 
Şimdi öyle mi? 
Korkuyoruz, çünkü kim konuşursa kapısına ya vergi denetçileri ya da polis dayanıyor, baksana bize resmen hakaret ediliyor…”

İşte TÜSİAD, SENDİKALAR ve benzeri Sivil Toplum Kuruluşları ile anlaşamadığımız konu tam da bu!
Sizler korkuyorsanız, hakkınızı aramaktan çekiniyorsanız, uğradığınız haksızlık ve yasa dışı uygulamalar karşısında feryadınız cihanı titretmiyorsa, 
sizler bugüne razısınız demektir. Sadece bu kadar da değil, yarın servetlerinizi yönetecek evlatlarınızın da Mollaların karşısında baş eğmelerini 
bugünden kabullenmiş olacaksınız.

Sizlere, yasa dışı işler yapın, vurun-kırın diyen yok. Dediğimiz, istediğimiz “Demokratik tepkinizi göstermekten çekinmeyin. 
Bilginizle, görgünüzle size hakaret eden siyasetçilere demokratik yollardan hadlerini bildirin, onlara üslubunuzla edep dersi verin.” 
İşte yapacağınız bu kadar basittir…

Ben üç gündür TÜSİAD’ dan bir yanıt, bir kamuoyunu bilgilendirme toplantısı bekledim. Göremedim. 
Hâlbuki şöyle bir açıklama yapılsa, herkes biraz olsun hizaya gelmez miydi?
“Türk Milletine saygıyla duyurulur;
Sayın Cumhurbaşkanı, her zaman olduğu gibi, eski başkanımızın konuşmasını çarpıtarak tüm TÜSİAD üyelerine hakarete devam etmiştir.
Derneğimize “Sen Kimsin Yahu” diyerek, bizi tanımadığını ifade etmiştir.
Bu konuda yasal haklarımızı arayacağımızın bilinmesi gerekir.

Kendimizi tanıtalım;

Biz TÜSİAD olarak,

-Geçen yıl TÜSİAD üyelerinin yarattığı katma değer, Türkiye’de kamu dışında yaratılan katma değerin yaklaşık YARISINA denk gelmektedir.
-Enerji ithalatının dışarıda bırakılması durumunda, TÜSİAD üye kuruluşları toplam dış ticaretimizin %80’ini gerçekleştirmektedirler.
-Kayıtlı istihdam sektöründe tarım ve kamu dışı kayıtlı çalışanların yaklaşık %50’si TÜSİAD üyeleri tarafından çalıştırılmaktadır.
İşte biz buyuz. Peki, bize ‘Sen Kimsin Yahu” diyenlere şunları sormak hakkımız değil mi?
‘Siz kimsiniz? Bu devlete şimdiye kadar kaç para vergi verdiniz? Yanınızda bir tane olsun insan çalıştırdınız mı? Bir kuruşluk ihracat yaptınız mı?
Servetinizin kaynağını bizler gibi açıklayabilir misiniz?
Bağımsız bir kuruluşa (ücreti tarafımızdan ödenmek üzere) sizin ve aile yakınlarınızın son 10 senede edindiğiniz servetin incelenmesine onay
verir misiniz? Sizin belirleyeceğiniz TÜSİAD Üyesi kendisinin incelenmesi için gönüllü olacaktır!
Ülkeyi yönetenler, kendi ülkesinin sermaye grubuna böyle davranırsa, uluslararası sermayeye nasıl güven verecekler?
Demokratik bir Cumhuriyette Anayasa ve Yasaların güvencesinde yaşadığımızı düşünüyoruz! 
Anayasa ve Yasalar başta ülkeyi yönetenleri olmak üzere, hepimizi bağlar. Makamlara saygılıyız, ama kimse bizden biat beklemesin.
Ne Mutlu Türküm Diyene…”
Türk Sanayici ve İş adamları Derneği…

Herkes aklını başına almalıdır. Bilmiyorsanız, bilene soracaksınız…
Demokrasi varsa, TÜSİAD var!
Lâik Cumhuriyet varsa, Sivil Toplum Kuruluşları var!
Hukuk Devleti varsa, özgürlük var!
Sosyal Devlet varsa, İş Barışı var!
Atatürk İlkeleri varsa, Çağdaşlık ve Medeniyet var!
Türk Milleti varsa, Birlik Beraberlik İçinde Kalkınma ve Zenginleşme var!

Bunlar olmazsa;

-Faşist Tek Adam Yönetimi olur!
-El Kaide - El Nusra - El Şabab -IŞİD ve Ortaçağ karanlığı olur!
-Bölünme olur, vatan elden gider!

Tercih Türk Milletinin! Herkes kendine sormalı;
Ben kimim?  Dedelerimiz niçin şehit olmayı göze alıp bu cennet vatanı bizlere armağan ettiler? Biz çocuklarımıza nasıl bir vatan bırakacağız?

Sağlık ve başarı dileklerimle 03 Şubat 2015

http://www.kemalistler.org/yazarlar/rifat-serdaroglu/sen-kimsin-yahu/765/

..



3 Mayıs 2015 Pazar

Milli Mücadele Döneminde Yeşil Ordu Efsanesi





Milli Mücadele Döneminde Yeşil Ordu Efsanesi.,


Dr. M. Galip Baysan,

Sovyetlerle ilişkilerin kurulması ile birlikte Anadolu’da bir Bolşeviklik modası başladı ve kısa süre içinde açık ve gizli sosyalist partiler kuruldu. 1920 Mayıs ayı ile 1921 Ocak ayı arasında Yeşil Ordu Cemiyeti, Halk Zümresi, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, (Resmi ve gizli) Türkiye Komünist Fırkası adlarını taşıyan sol örgütler kurulmuş ve faaliyette bulunmuşlardır.(1) O dönemdeki Bolşevizm ile ilgili faaliyetlerin nedenini Fahrettin Altay (Paşa)’nın anılarından bir bölüm naklederek açıklamak istiyoruz.
Ankara’dan gelen haberlerden bir yeşil ordu havadisi yayıldı, bize gelen Albay (Kasap) Osman Bey’in flamasının yeşil-kırmızı oluşu dikkatimizi çektiyse de pek üzerinde durmadım, şimdiki haberler Ankara’da bir İslam Bolşevik idare kurulacağı şeklindeydi, yeşil renk İslamlığı kırmızı renk de Bolşevikliği gösteriyordu. 
Resmi bir tebliğ almadığımız ve (daha çok) karşımızdaki düşmanla meşgul olduğumuz için bu söylentilere fazla kıymet vermemiştim. Eylül ayının sonlarına doğru Çerkez Ethem’in kardeşi Saruhan Mebusu Reşit Bey’den şöyle bir mektup aldım:
Fahrettin Beyefendiye;
Bilmem ki Bolşevik olacak mısınız? Olmazsanız bile herhalde bir Bolşevik gazetesi olan Yeni Dünya’nın intişarını(yayınını) temin için abone olarak muavenetinizi ( yardımcı olmanızı, kolaylık göstermenizi) istirham ederim efendim”.(2)

 “Garp Cephesinin Kütahya’nın güneyinde kalan kısmı ayrılarak Cenup Cephesi adıyla ikinci bir cephe kumandanlığı teşkil edilince kumandalığına Refet (Bele) Bey tayin olundu. Refet Bey de karargâhını Konya’da kurdu. Uşak karşısındaki İslam köy’de bulunduğum sıralarda bir alay süvari ve kurmay Yüzbaşı İzzet Bey’le (Aksalur) yanımıza gelen Refet Beyin de flamasının yeşil ve kırmızı renkte oluşu dikkatimi çekti. Kolordu Karargâhı binasına girerken kapıdaki flamamızın “Kırmızı ve Beyaz” oluşunu kendisine göstererek:
- Kusura bakmayınız, bu yeşil-kırmızı rengi Osman Bey’in flamasında da görmüştüm, ast’ım olduğu için aldırmadım. Fakat siz üst’ümün de bu renkleri taşıdığını görünce artık benim flamamın da rengini değiştirmem zaruri oldu…”
Benim bu sözlerim üzerine Refet Bey, hemen elini omuzuma koyarak:
-  Sakın yapma, seninki doğrudur, bizimkiler muvakkattir( geçicidir) cevabını verdi. O vakit Yeşil Ordu hikâyesinin iç yüzünü anlamış oldum“.(3)
Bir başka kurmay subayın anıları da şöyledir: “Bu Yeşil orduya, daha Bursa’da iken ne olduğunu bilmeden ben de girmiştim. Kafkasya’da bulunan Enver Paşa’nın kurduğu ve Bolşeviklerin desteklediği bir teşebbüs olduğu fikrinde idim. Açık konuşuyorum. Benim, Milli Mücadele davamızın yüzde yüz muvaffak olacağı hakkında kanaatim yoktu, bu mücadeleyi yapmak gerekti. Bu tıpkı yüzde yüz ölüme mahkûm bir hastanın yüzde yirmilik bir kurtuluş ihtimali ile operasyon masasına yatmaya razı olması gibi bir şeydi. 
Sonuna kadar dövüşecektik. Düşman, bütün Anadolu’yu işgal edecek olursa ve bütün vuruşmalarda ölmeyip sağ kalacak olursak Kafkaslara kadar çarpışa çarpışa çekilecektir. Türk Müslüman efsanesindeki Kızıl Elma belki de bu idi. Oralara kadar çekildikten sonra ise Yeşil ordu ile işbirliği etmek zaruri olacaktı. İtiraf edeyim ki bu bizim için geride bir destek kuvveti idi. Yalnız benim değil, birçoklarının (görüşü buydu). Lakin şimdi Yeşil Orducular, milis ordusu kurulması davasını ortaya attılar. Bu hiç hoşuma gitmiyordu”.(4) Tıpkı diğer subaylar gibi.
1920 yılının Eylül ayında (11 Eylül) Meclis asker kaçaklarını önlemek ve bütün yurtta yasaların hâkimiyetini sağlamak amacıyla bir kanun çıkardı. Firariler hakkındaki bu kanunun hükümlerine göre İstiklal Mahkemeleri kuruldu.(5) Fransız İhtilal Mahkemelerinden esinlenerek kurulan İstiklal Mahkemeleri Türk Tarihinin önemli bir bölümüne damgasını vurmuş ancak kesin olarak “Yasaların Hâkimiyetini” sağlamayı başarmış olan bir kurumdur.
Mahkemeler Büyük Millet Meclisi’nin kendi üyeleri arasından ve ekseriyetle seçtiği üç kişiden teşekkül ediyor, seçilenler içlerinden birini başkan yapıyorlardı. Yasa gereği Meclis Ankara, Eskişehir, Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu, Pozantı, Diyarbakır’da birer İstiklal Mahkemesi kurulmasını kararlaştırdı ve mahkemeler bir ay geçmeden çalışmaya başladılar.(6)
Bursa ve Balıkesir’in kaybedilmesiyle birlikte Ethem ve kardeşlerinin şöhret ve etkinlikleri yeniden arttı. Bununla birlikte düzenli ordunun, zorunlu askerlik sistemiyle oluşturulan kıtaların artık bir iş göremeyeceği tabur, alay ve tümenlerin kaldırılması gerektiği savunularak, maaşlı asker; yani “Çetecilik” usulünün uygulanması gerektiği şeklinde yapılmakta olan propagandalar hızlandırıldı.
1920 yılı Eylül ayında Milletvekili Hacı Şükrü (Yeşil Ordu Üyesi) tarafından Meclise verilen bir önergedeki görüşe göre; her şey ulusal kuvvetlerden beklenmeli, bunun için ordu, küçük ve milli kuvvet müfrezeleri çağındaki birliklerden oluşmuş bir milis ordusu biçiminde kurulmalıydı. Öyle bir ordu ki, generalleri az olacak ve rütbeler bulunmayacaktı(7) (Hacı Şükrü Bey uzun süre Aydın Cephesinde Kuvayı Milliye komutanı olarak görev yapmıştı.)(8)
Muntazam ordunun kurulması kararı alındıktan sonra Meclis, Çerkez Ethem ve kardeşlerinin idaresindeki kuvvetleri, devletin ancak jandarma kadrolarında barındırmak çaresini bulabildi. Bunlar seyyar jandarma vazifesini görmek üzere meydana getirilmiş kuvvetler olacak, böylece hem şimdiki maaşlarını almaya devam edebilecekler ve icabı halinde cephede de görev yapabileceklerdi. Bu jandarma kuvvetleri ülkenin değişik yerlerine asayiş ve inzibat işleri için sevk edilebilirlerdi. Esasen son zamanlarda bu gibi işlerde başarılı olmuşlardı ve böylece mevcut statülerine yasal bir biçim verilmiş olacaktı.(9)
Meclis bu görüşünde oldukça samimiydi ve “Jandarma” tabiri yerine kanun metninde “Seyyar Kuvvetler” deyimini tercih etti ve daha yasa çıkmadan önce Ethem Bey’in kuvvetleri “Seyyar Kuvvetler” adı ile anılmaya başlandı.(10)  Ethem ve kardeşleri “Yeşil ordu” ve Bolşeviklerin “askeri güç”’ünü oluşturdukları ve ülkede en büyük güç oldukları iddiasıyla komutanların güdümüne girmek istemiyor, sorun üzerine sorun yaratıyorlardı. Özellikle subaylara karşı davranışları rahatsızlık verici bir hal alıyordu. Askerler de mevcut çetelerin yasa dışı, keyfi davranışlarına alet olmak istemiyorlardı.
Mustafa Kemal gerekli gördüğü anda Bolşeviklik ve Yeşil Ordu karşısında harekete geçmekte tereddüt etmemiştir. Bunun en belirgin örneği Yeşil ordu’nun sol kanadının üyesi olan “Nazım Bey Olayı”dır. Nazım Bey, 4 eylül 1920’de 89’a karşı 98 oyla İçişleri Bakanı olarak seçilince, Mustafa Kemal, Meclis ve Bakanlar Kurulu Başkanı olarak kendisini ziyaret etmek isteyen Nazım Bey’i kabul etmedi, yabancı çevrelerle ilişki kurmakla suçladı. Nazım Bey görevden çekildi ve Bakanların seçimi konusunda Meclis Başkanı’nın önerilerinin dikkate alınmasını kabul eden bir yasa çıkarıldı ve Yeşil ordu dağıtıldı.(11)
DİPNOTLAR:
(1) Mete Tuncay, Türkiye’de Sol Akımlar, s.130-152 (Bilgi Yyaınları, Ankara-1978) Uğur Mumcu: Kazım Karabekir Anlatıyor, s.12-19 (Tekin Yayınevi-İstanbul-1990); D. Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi-2, s.555-632 (İsrtanbul-1974); H. Edip, a.g.e., s.128-130; Doğu Ergil, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, s.342
(2) F. Altay, 10 Yıl Savaş ve Sonrası, s.276, 277
(3) Aynı eser, s.282
(4) R. Apak, Yetmişlik Bir Subayın Anıları, s.212; Garp cephesi Nasıl Kuruldu, s.159 
(5) E. Aybars, İstiklal Mahkemeleri, s.41-42; Kılıç Ali, İstiklal Mahkemeleri Hatıraları, s.5-7 (Sel yayınları, İstanbul-1955)
(6) E. Aybars, İstiklal Mahkemeleri, s.44-48;
(7) Celal Erikan, 100 Soruda Kurtuluş Savaşımızın Tarihi, s.42 (Gerçek yayınevi-1971); Y. Nadi, Çerkez Ethem, s.13 (Sel Yayınları, İstanbul-1955)
(8) İzzet Öztoprak, İkinci Askeri Tarih Semineri, s.268 
(9) Y. Nadi, Çerkez Ethem, s.17, 18 (Detaylı bilgi için ayrıca bknz. Cemal Şener, Çerkez Ethem Olayı (Okan Yayınları, İstanbul-1984)
(10) Y. Nadi, Çerkez Ethem, s.18
(11) J. Glasneck, K. Atatürk, s.130; Geoffrey Lewis, Modern Turkey, s.78

Dr. M. Galip Baysan

http://www.turkcelil.com/?p=87426



KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ CUMHURBAŞKANI SAYIN RAUF DENKTAŞ ONUR GÜNÜ TOPLANTISI




KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ  
CUMHURBAŞKANI
SAYIN RAUF DENKTAŞ
ONUR GÜNÜ TOPLANTISI


Yer: İstanbul Sepetçiler Kasrı - 13 Nisan 2005
Bilim Araştırma Vakfı ve Milli Değerleri Koruma Vakfı’nın katkılarıyla hazırlanan Türk İslam Birliği Dergisi Özel Sayısı Toplantısına KKTC Cumhurbaşkanımız Sayın Rauf Denktaş katılmışlardır.



Toplantıya Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının, akademisyenlerimizin, sivil toplum kuruluşu başkanlarının, gazeteci ve yazarların yoğun katılımı olmuştur. Toplantıya katılanlar arasında; 









Saadet Partisi Genel Başkanı Sayın Recai Kutan, İstanbul Vali Yardımcısı Mustafa Kemal Keskin, Bilim Araştırma Vakfı Başkanı Tarkan Yavaş, Milli Değerleri Koruma Vakfı Başkanı Altuğ Berker,Vakit Gazetesi Genel Yayın Koordinatörü Sami Özey, Milli Gazete Genel Yayın Yönetmeni Necdet Kutsal, Sağlık eski bakanı Halil Şıvgın, Ortadoğu Gazetesi İmtiyaz Sahibi Zeki Saraçoğlu, Adalet Eski Bakanı İsmail Müftüoğlu, Önce Vatan Gazetesi İmtiyaz Sahibi Abdullah Akosman, Devlet Eski Bakanı Nurhan Tekinel, Türkiye Gazetesi yazarı Rahim Er, Genpa Yönetim Kurulu Başkanı Zeynel Abidin Erdem, Prof. Dr. Cahit Babuna, Prof. Dr. Cemal Anadol, DSP eski milletvekili Edip Özgenç, Emekli Kurmay Albay İlhan Çiloğlu, Ortadoğu Gazetesi yazarı Süleyman Doğan, Emekli Kurmay Albay Tahir Tamer Kumkale, Milli Gazete yazarı Afet Ilgaz, Prof. Dr. Ömer Aksu, Prof. Dr. Ferit Hakan Baykal, Önce Vatan gazetesi yazarı Levon Panos Dabagyan, Güven Haraketi Başkanı Samim Uygun, Müsiad Genel Başkan Yardımcısı Yusuf Cevahir, Prof. Dr. Nejat Diyerbekirli, Ortadoğu Gazetesi yazarı Kenan Akın, AK Parti Eminönü Belediye Başkanı Nevzat Er, Sağlık Eski Bakanı Cengiz Gökçek, Bağcılar Belediye Başkan vekili Lokman Çağırıcı, Vakit Gazetesi yazarı Hüseyin Öztürk, Rusya Federasyonu İstanbul Konsolosu Vladimir Krugliyakov, Kazakistan konsolosu Raşit Osakbayev bulundu. 


Toplantıdan önce bir mehteran gösterisi düzenlendi ve 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile ilgili bir fotoğraf sergisi gezildi. 

Toplantıya işlerinin yoğunluğundan dolayı katılamayıp telgraf ile mesaj gönderen Başbakanımız Sayın Tayyip Erdoğan tüm katılımcılara sevgi ve selamlarını sundu. Telgraf gönderen diğer kişiler arasında, Ulaştırma Bakanı Sayın Binali Yıldırım, Sağlık Bakanı Sayın Recep Akdağ, Devlet Bakanı Ali Babacan, Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı, İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı Sayın Kadir Topbaş, Sayıştay Başkanı Sayın Mehmet Damar, TOBB Başkanı Sayın Rıfat Hisarcıklıoğlu, BBP Genel Başkanı Sayın Muhsin Yazıcıoğlu, Prof. Dr. Necmettin Erbakan, DYP Genel Başkan Yardımcısı Celal Adan ve DYP Yönetimi vardı. 


Toplantıda Türk İslam Birliği ile milli davamız Kıbrıs hakkında bir multivizyon gösterisi yapıldı. Ardından söz alan konuşmacılar şunlar oldu:

Sayın Rauf Denktaş (KKTC Cumhurbaşkanımız)
Sayın Tarkan Yavaş (Bilim Araştırma Vakfı Başkanı)
Sayın Altuğ Berker (Milli Değerleri Koruma Vakfı Başkanı)
Yakan Cumalıoğlu (Kıbrıs Türk Milli Komitesi Başkanı)

Konuşmacıların ardından kokteyl ve katılanlara plaketlerinin sunulduğu plaket töreni düzenlenerek toplantıya son verildi.
BAV Başkanı Tarkan Yavaş Sayın Rauf Denktaş’a bir onur ödülü plaketi takdim etti. Milli Değerleri Koruma Vakfı Başkanı Altuğ Berker de Sayın Cumhurbaşkanına özel bir yaka rozeti taktılar. 

Kıbrıs Milli Komitesi Başkanı Sayın Yakan Cumalioğlu da BAV’ın Kıbrıs’ımıza yaptığı hizmetlerden dolayı BAV Başkanı Sayın Tarkan Yavaş’a bir teşekkür plaketi takdim ettiler.


KONUŞMACILAR

Tarkan Yavaş (Bilim Araştırma Vakfı Başkanı): 
KKTC Cumhurbaşkanımız Rauf Denktaş’ın haklı mücadelesini örnek alıyoruz ve bu davayı devam ettireceğimize söz veriyoruz. Tüm sorunlarımız ancak milli birlik ve beraberlik içinde aşılacaktır. Bunun için karşılıklı sevgi ve hoşgörü içinde olmamız gerekir. Son günlerden ülkemizde meydana getirilen suni kavgalara kapılmadan, bunları hoşgörüyle hızlıca geçerek asıl olan milli birlik ve beraberliği tesis etmek gerektiğini bilmek gerekir. Bu sayede Türk milletini değil tüm dünyayı ilgilendiren bir konudur. Türk İslam dünyasında Türkiye olarak öncülük yaparsak 21. yüzyıldan yepyeni bir medeniyetin oluşmasına vesile oluruz. Bugün mirascısı olduğumuz Osmanlı imparatorluğu bunu tarihte somut olarak yapmış büyük bir imparatorluktur. Mirasçısı olarak bizler ehil ve layığız. Türk milleti olarak bunu bir üstünlük değil bunu bur hizmet aşkı olarak görüşüyoruz. Cezayir Cumhurbaşkanının yaptığı açıklamalar da bunu teyit etmiştir. O konuşmalar boşuna değildir. Kazakistan cumhurbaşkanının Orta Asya Birliği oluşturmak istemesi tesadüf ve boşuna değildir. Bu dünyadaki sürecin sonucudur. Bu bir tercih değil, zorunluluktur. Dünyadaki gelişmeler bizi buna zorlamaktadır. Türk İslam birliği bir araya geldiğinde KKTC’nin sorunları diye bir şey kalmayacaktır. Türkmenler, Çerkezler, Kafkasya Türkleri ve bütün Türk İslam dünyası farklı cephelerde mücadele vermektedir. Bunun ortak çözüm noktası birlik ve beraberliktir.
Biz tarihimizde hoşgörü birlik ve beraberlik ve dayanışma içinde yaşamız bir toplum olarak bu birliği kurabiliriz, kurmalıyız da. Bu gün hepimiz Papanın ölümüne şahit olduk. Naşın önünde 3 ABD Başkanının birlikte dua ettiğini görüyoruz, bu boşuna değildir, batı Hıristiyan topluluğunun bir birliktelik görüntüsüdür. Bu bir güç temsilidir. Aynı şeyi bizimde yapmamız, aynı fotoğrafı bizim de vermemiz gerekir.

Türk İslam Birliği kurulduğunda dünya barışını kuracak bir birlikteliktir. Tüm dünya barışı için bu birlikteliği yapmalıyız, tarihte yaptık, bir kere daha yapaycağız.
Denktaş bu önemli görevde milli beraberliğimiz kurulması için çok önemli bir nokta olarak görüyoruz. Bundan sonraki dönemde de kendisinin çok önemli olduğunu düşünüyoruz.
Yakan Cumalıoğlu (Kıbrıs Milli Koordinasyon Komitesi Başkanı):
Sayın Cumhurbaşkanım 17 Nisan 2005 sonrası yeni bir başlangıç olacaktır. Yalnız değilsiniz. Türklüğünü hisseden vatan evlatları daima yanınızda olacaktır. Kazanız mübarek olsun. 3 senedir BAV Kıbrıs milli davamıza çok duyarlı bir yaklaşım sergilemiştir, örnek olacak bir davranış. Bir takım kurumlarımızın hadiseyi yozlaştırma noktasındaki hareketleri yanında bav istikrarlı bir çalışma yapmıştır. Bugün huzurunuzda BAV’ın Sayın Yönetimine nacizane plaketi sunmak istiyorum.
Altuğ Berker (Milli Değerleri Koruma Vakfı Başkanı):
Denktaş’ın yarım yüzyıldır verdiği haklı mücadelesini anıtlaştırmak için özel sayı tertip ettik. Türk İslam Birliği dergisinin bu isimde olmasının nedeni Osmanlı coğrafyasında yüzlerce yıldır birlikte yaşamış olan Türk İslam topluluklarının tekrar bir birliktelik sağlaması amacıyla konmuştur. Bu köklü çözüm olacaktır. Türkiye’mizin ve Kıbrıs’ımızın da karşısında bulunan birçok soruna köklü ve kalıcı çözüm olacaktır. Birlik ruhu oluşmuş Türk devletleri ve İslam ülkelerinin KKTC’yi tanımaları ve ekonomik işbirlikleri sayesinde Kıbrıs’ımıza dayatılan sorunlar kendiliğinden çözülecektir. AB ve Türk İslam dünyası arasındaki ilişkileri düzenlemek gibi büyük bir misyon Türkiye üzerinde olacak, Türkiye bölgesinde ve dünyada büyük bir devlet halini alacaktır. Barış ve adalet içinde bunu sürdürmüş olan Osmanlı mirasçısı Türkiye dünya siyasetini yönlendirici olacaktır. Bu misyon yeni düzenin gelmesine vesile olacaktır. 150 yıldır dünyaya hakim olan materyalist zihniyetin getirdiği savaş ve yıkımlar son bulacak ve Türk İslam medeniyetinin getirdiği barış dostluk ortamı meydana gelecektir. Buna vesile olacak tek ülke Türkiye’dir. Jeopolitik durumu, tarihi misyonu, Osmanlı mirası buna neden olmaktadır. Nasıl ki Türk Milleti 600 yıl boyunca dünyaya adalet barış ve huzur ortamı getiren Osmanlı medeniyetinin kurucusu olduysa, şimdide buna vesile olacak Türk İslam medeniyetinin kurulmasına öncülük edecektir. 21. yüzyıl Türk İslam asrı olacaktır. Buna vesile olmak bizlerin ellerindedir.


















Rauf Denktaş (KKTC Cumhurbaşkanı): 
Genç arkadaşlar, genç başkan, ümit dolu güven dolu sözlerinizi işitmekten memnun oldum, sevindim, gurur duydum. Atatürk’ün size emanet ettiği bu güzel vatanı bölmek için başlatılan büyük bir mücadele var. Siz haklı olarak Türkiye’nin İslam alemini de birleştirici rolünü de üstlenmesini istiyorsunuz. Endişem şu, Türkiye en güçlü ve en haklı olduğu davadan Kıbrıs davasından gerilerse, biz, Türki Cumhuriyetler Türkiye’ye nasıl güveneceğiz, nasıl güvenebiliriz. Dolayısıyla Türk İslam sentezi içerisinde Türkiye’nin daha da güçlenmesi tarihi rollerini omuzlayabilmesi için en haklı ve en güçlü olduğu davada Kıbrıs davasında bu hakkı koruyacak güçte olduğunu dünyaya göstermesi gerekir.

Bu bir inanç meselesidir. İnandık, güvendik anavatana ve bekledik. Anavatandan ‘en kötü günlerde yanınızdayız dayanın’ dediler bu bize yeniden can verdi. Bu birlik, et ile tırnak oluş, bizim

gücümüz. Bunu keşfettiler. Bizi sizden sizi bizden ayırmak için yapmadıkları kalmıyor. Kanmayın aldanmayın. Kalp bir, tarih bir, ülkü bir, Atatürk bayrak, Türk bayrağı sancak. Bizi sizden sizi bizden kimse ayıramaz. 

Şimdi Kıbrıs meselesi Denktaş’ın meselesi Mehmet’in Ahmet’in meselesi değil biz millet adına bir davanın vekilliğini yaptık. Barış harekâtı Türk milletinin davasının kurtuluşudur. Kıbrıs Türkü’nün kurtuluşu değil. Türk milletinin davasının kurtuluşudur. Bugün aramızda o günlerin temsilcilerini görüyoruz, gurur duyuyoruz. Bize yeniden doğuş şansı vermiştir. İnsanımız sağlamdır, ümitli yeni bir kurtuluşu beklemektedir. Buraya gelirken dışarıdaki sergiyi gördük, o günleri hatırladık. 
Kıbrıs meselesi sırat köprüsünden geçiyor. Yanlış bir adım her şeyimizi kaybettirebilir. Çünkü Annan planı denilen, ABD İngiliz usulü bir plan hazırlanmıştır. Bu planda KKTC denilen kuruluşun egemenliği yoktur, bağımsızlığı yoktur. Bu plan altında Türkiye adadan çıkarılmıştır. Müdahale hakkı yoktur. Dolayısıyla biz yine kesilmeye başlarsak uzaktan bakıp vah vah diyeceksiniz ama gelemeyeceksiniz. Burası Türk adasıdır. Burada uluslararası haklar vardır. Türkiye hiçbir şart altında en azından kuzeyden vazgeçemez sözünü dünyaya haykırmak zorundayız. Türkiye’yi adadan çıkarma ABD’nin Avrupa’nın esas planı. Bunu bilerek söylüyorum, arşivlere bakarak söylüyorum. 1964’te ABD’nin Kıbrıs üzerindeki siyasete Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesi Türkiye’nin gücendirilmemesi. Onların dediklerini kabul etmedim diye uzlaşmaz olmuşuz. Şereftir şandır benim için. 

Bayrak yırtıldıktan sonra reaksiyon gösterirsek, Kıbrıs gittikten sonra mı reaksiyon göstereceksiniz. Olmaz öyle şey. 
Türk milleti Kıbrıs’tan vazgeçemez. Kıbrıs türkü endişe etmesin. Halkın heyecanı görüyorum. Ama gazetede tek bir satır görmezsiniz. Türk milletinin heyecanının dünyaya duyurmayı gazeteciler yasaklamıştır. 

Görevimiz Kıbrıs’ı bunlara vermemek, güvenimiz Türk ulusudur. Sizsiniz siz gençlersiniz. Dolayısıyla Türk İslam birliği doğru yoldasınız ama Türkiye’ye parçalamak küçültmek isteyenlerin karşında hep birlikte basınımızla da birlikte dikilelim. Buna sahip çıkalım. Bugün Kıbrıs şehitleri gazileriyle kucaklaştım, çok duygulandım, onların heyecanı devam emektedir. Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır. 




http://www.bilimarastirmavakfi.org/rd_onur_toplantisi.html

..

KANLI NOEL KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ & TÜRKİYE CUMHURİYETİ KIBRIS SORUNU & AB İLİŞKİLERİ..,



KANLI  NOEL  KUZEY  KIBRIS  TÜRK CUMHURİYETİ &  TÜRKİYE CUMHURİYETİ KIBRIS SORUNU & AB  İLİŞKİLERİ..,






24 ARALIK 1963    Kıbrıs Kanlı Noel Lefkoşa'daki Kumsal bölgesinde Tabib Binbaşı Nihat İlhan'ın eşi Mürüvet İlhan ve çocukları Murat, Kutsi ile Hakan, Rum milliyetçileri tarafından banyo küvetinde öldürüldü.

BUNLARIN HEPSİ UNUTULDU  BU VAHŞET DOLU YILLARIN ARDINDAN SONRA  NEMİ OLDU  HABERİ OKUYUNUZ :

KIBRIS'TA TÜRKLERİN BÜYÜK HATASI

İsrail, Rum ve Araplar’dan sonra Ruslar’ın da adanın kuzeyinde 7 bin hektar toprak satın aldığı ortaya çıktı.

23.12.2014 08:47





https://www.youtube.com/watch?v=DW_PHDgdnNg




KIBRIS HAREKATI AÇIKLAMALAR..

Ruslar sıcak denizlere inmek için KKTC’den toprak alarak ilk adımı attı. İsrail, Rum ve Araplardan sonra harekete geçen Ruslar özellikle Akdeniz’e kıyısı olan Girne, Magosa, Güzelyurt, Karpaz, Tatlısu, Dipkarpaz, Büyükkonuk, Bahçeli, Yenierenköy ve Sadrazamköy bölgelerinde arazi satın alıp ve buralara lüks siteler inşa etmeye başladı.
Vatan'dan Çağdaş Ulus'un haberine göre daha önce İsrail, Rum ve Arapların satın aldığı 4 bin hektar toprağın dışında Rusların da yaklaşık 2 bin 500 futbol sahası büyüklüğünde 7 bin hektar arazi aldığı belirlenirken 17 bin Rus’un satın alınan topraklar için yaklaşık 90 milyon euro ödendiği belirlendi.
25 bin emlak satıldı
Kıbrıs Türk Emlakçılar Birliği’nden (KTEB) alınan bilgiye göre, emlak alanında son yedi yılın en parlak dönemi 2014 yılı olurken, mahkemelik konutlar dışında 6 bin Rus’un, bu yıl içerisinde 25 bin emlak satın aldığı öğrenildi.
Lüks siteler yapıyorlar
KKTC vatandaşı olmayan kişiler, Kuzey Kıbrıs sınırları içinde Bakanlar Kurulu’nun verdiği izinle bir ev, villa, dükkan ya da 1 dönüm araziye sahip olabiliyor. Yasalara göre evli çiftler bir kişi olarak kabul ediliyor. Mülk almak için de oturma iznine gerek yok.

KKTC Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’nın bulunduğu Girne boğaz bölgesinde İsraillilerin 443 paravan şirket kurup 4.5 kilometrekarelik bir alanda arsa satın aldıkları tespit edilmişti.

Vatan

http://haber3.biz/13WUZ1N

KIBRIS'TA 
Kanlı Noel'i 
((( UNUTMA UNUTTURMA )))

''  KIPIRDARLAR İSE  YİNE KIBRIS A GİRERİZ   ''
Osman PAMUKOĞLU @OPAMUKOGLU 


1963 yılının Aralık ayında Kanlı Noel olarak adlandırılan katliamda yitirdiğimiz 364 Kıbrıs Türkünü rahmetle anıyorum 

Tarihler 20 Aralık 1963’ü 21 Aralık 1963 tarihine bağladığında, Kıbrıs’ta eşi benzeri nadir görülebilecek katliamlardan biri başlıyordu. Tarihe ”Kanlı Noel” olarak geçen Rum saldırılarında çok sayıda Türk hayatını kaybederken, birçoğu da yerlerinden, yurtlarından edilmişti.

Saldırılar 20 Aralık 1963 gecesi başlamıştı. Lefkoşa'nın Tahtakale semtinde evlerine gitmekten olan bir grup Türk'ün otomobillerine açılan ateş sonucunda Zeki Halil ve Cemaliye Emirali adlı iki Türk şehit düştü ve birçoğu da yaralandı.

21 Aralık günü, saldırıyı kınamak için Lefkoşa Türk Lisesi bahçesinde toplanan Türk öğrencileri, EOKA çetesi tarafından kurşunlandı ve Lefkoşa'daki Atatürk büstüne de saldırı düzenlendi. 22 Aralık günü de, Türkiye Büyükelçilik binası ile Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Yardımcısı'nın kontuna ateş açıldı.

Kıbrıs'ı Yunanistan'a bağlayarak ENOSİS'i gerçekleştirmeyi hedefleyen Akritas Planı uygulamaya konulmuştu.

1963 yılı Aralık ayında başlatılan saldırıların ilk hedefi Lefkoşa'ydı. Rumlar, başkente hakim olmakla bütün Kıbrıs'a hakim olacaklarını sanıyorlardı. Bu hedeflerinin önündeki en büyük engel, Türklerin yoğun olarak yaşadıkları Lefkoşa'ya bağlı Küçük Kaymaklı kasabası'ydı. (1960 nüfus sayımına göre kasabada 5.126 Türk, 1.133 Rum yaşıyordu.)

19 Aralık'ta Küçük Kaymaklı çevresine EOKA'cıların çoğalması Türk toplumunda tedirginlik yaratmıştı. Gelişmelerden kuşkulanan Türk Mücahit Teşkilatı, halkı, olası bir saldırıya karşı uyardı.

Rumların, Türkleri EOKA çeteleri eliyle yoketme saldırıları, 22 Aralık günü yoğunlaştı. Makarios'un 22 Aralık günü Garanti Antlaşmaları'nı tanımadığını ilan etmesi, Ada'daki Türkleri yoketme saldırılarının başlama emri olarak algılandı. 23 Aralıkta Rum saldırganların başına EOKA'cı katil Nikos Sampson geçmişti ve Ada'daki Yunan alayı da saldırganlara her türlü desteği veriyordu.

Küçük Kaymaklı'nın dış dünya ile bağlantısı kesilmişti. 24 Aralık günü, Türk direnişçiler, Lefkoşe'de toplu olarak bulunmanın sakıncalı olduğunu görerek, 5.000 Türk'ü Lefkoşe'den daha emin bölgelere taşımaya karar verdiler. 3.000 Türk Hamitköy'e, 2.000 civarında Türk de Lefkoşa'nın emin bölgelerine gönderildi.

Rum çeteleri, kadın-erkek, genç-ihtiyar demeden Türklere karşı vahşice saldırırken; Türkler, Küçük Kaymaklı'da bulunan Rum aileleri de kendi korumaları altında Büyük Kaymaklı'ya göndermişti.

Kaygı verici gelişmeler üzerine Türkiye, 23 Aralık 1963'te İngiltere ve Yunanistan'a, Rum saldırılarının önlenmesi için, birlikte harekete geçilmesini önerdi.

Türkiye'nin girişimi üzerine, 24 Aralık 1963'te Lefkoşa'da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere adına yayınlanan ortak bildiride şöyle deniyordu:

"Türkiye, İngiltere ve Yunanistan hükümetleri Garanti Antlaşmasını imza eden devletler sıfatı ile Kıbrıs Hükümeti ile Türk ve Rum cemaatlerini halihazır karışıklıklara son vermeye müştereken çağırırlar. Üç hükümet, bu gece ateş kesilmesi için uygun bir saatin tespitine ve her iki cemaatten buna riayetini istemeye Kıbrıs Hükümeti'ni davet ederler. Üç hükümet ayrıca hukuk nizamının korunması lüzumunu göz önünde tutarak bugünkü durumu doğuran güçlüklerin haline yardım maksadıyla tavassutta bulunmayı teklif ederler."

Bu çağrıya rağmen çatışmalar durmadı. Rum silahlı güçleri 24 Aralık günü Lefkoşa ve diğer Türk bölgelerine saldırıya devam etti.

24 Aralık'ı 25 Aralık'a bağlayan gece, Hıristiyan inanışında, Hz. İsa"nın doğum günü sayılıyor. 1963 Noel gecesinde, Hıristiyan dünyası kutlu doğumu kutlamak için şenlik yaparken, Kıbrıs"ta, ENOSİS peşinde koşan EOKA üyesi Rumlar, Kıbrıs Türklerine karşı kanlı saldırılar başlattılar. Salı akşamı Lefkoşe"nin batısındaki Kumsal semtini bastılar. İrfanbey Sokağı 2 numaralı evde oturan Mürüvet Hanım , kapının önündeki Rumca konuşmaları duyar duymaz, üç oğlunu alarak banyoya koştu. Oğullarını küvetin içine doldurdu; sarmaladı, bağrına bastı. O gece evde bulunan ev sahibi Hasan Efendi, eşi Feride Nineyi tuvalete sakladı, kendisi de bir köşeye büzüldü. Feride"nin kızkardeşi Nuvber, beş aylık bebeği Işıl"la banyonun bir köşesine sığındı.

Evdekiler saklanmaya çalışırken kapı kırıldı, Rumlar çocuk, yaşlı, kadın demeden savunmasız insanlara otomatik silahlarla hunharca ateş etmeye başladılar. Banyodaki küvet, ölüm çukuruna döndü.

Ateş altındaki Kumsal semtine yaklaşma imkanı yoktu. Bölgeye ancak iki gün süren çatışmaların ardından ulaşılabildi. 2 numaralı evin kapısından içeri girildiğinde karşılaşılan manzara ürperticiydi: Işıkları yanan bir banyo. Tavandan et parçaları ve kan pıhtıları sarkıyor... Küvetin içinde kanlar içinde kurşunlarla delik deşik edilmiş bir kadın, küçük oğulları Hakan, Kudsi ve Murat'a sarılmış,cansız yatıyordu. Kıbrıs Türk Alayı Binbaşısı Dr. Nihat İlhan'ın ailesi işte böyle katledildi.

Yıllar sonra “Bu katliamı Türk Mukavemet Teşkilatı yaptı” deme cüretini gösterenlere en büyük tepkiyi İlhan göstermişti. Katliamdan sonra bir daha adaya gitmeyen İlhan, Afrika isimli “gazetenin” bu yöndeki yayınlara tepki göstermek amacıyla 2007 yılında, tam 44 yıl sonra adaya gitti. İlhan buradaki anma törenlerinde yaptığı konuşmada “Enosis uğruna katledilerek yok edilmeye çalışılan Kıbrıs Türkü’ne Türkiye Cumhuriyeti tabi ki yardım elini uzatacaktır. Bunun için benim çocuklarımı katletme gibi bir komploya hiçbir zaman ihtiyacı yoktur” demişti.

BİLANÇO

Saldırılar sonucunda 18.667 Kıbrıs Türk'ü yaşadığı 103 köyü terk etmek zorunda kaldı. Birleşmiş Milletler aracılığı ile köylerini terk etmek zorunda kalan Türklerle ilgili araştırma sonuçlarına göre, 1964 yılında Lefkoşa kazasında 39, Girne kazasında 7, Baf kazasında 49, Larnaka kazasında 21 ve Mağusa kazasında 21 köy olmak üzere 124 köy zarar görmüş, yüzlerce Türk ölmüş, binlercesi yaralanmış veya köylerini terk etmek zorunda kalmışlardı. 1963 yılında başlayıp 1964'te de devam eden olaylarda 364 Türk şehit olmuştur.*

Makarios'un görüşmelere yanaşmaması ve saldırıların devam etmesi üzerine Türkiye, garantörlük hakkını tek başına kullanmaya karar verdi. 25 Aralık 1963 tarihinde Türk alayı, garnizonundan ayrılarak gerekli mevzilere yerleşti. Bu sırada Türk Hava Kuvvetleri'ne bağlı savaş uçakları da Lefkoşa üzerinde uyarı uçuşlarına başladılar. Diğer yandan, Türk toplumuna karşı acımasız bir şekilde saldırıya geçen Rum Radyosuna cevap vermek ve Türk toplumunun moralini yükseltmek gayesiyle "Bayrak Radyosu" yayına başladı. 1974 Barış Harekatı sonrasında Kıbrıs'ta toplu mezarlar bulundu. Türkiye, 1963 "Kanlı Noel"inde yaşananlar sonrasında karalılığını göstermemiş olsaydı, Kıbrıs Türkü çok daha vahim olaylar yaşayabilirdi.

http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/haber5810-Kanli_Noeli_unutma_unutturma.html

..