10 Ağustos 2015 Pazartesi

8 HAZİRAN 2015’TE İFLAS ETMİŞ ÜLKE EKONOMİSİ İÇİN ÇÖZÜM, ATATÜRKÇÜ EKONOMİDEDİR



8 HAZİRAN 2015’TE İFLAS ETMİŞ ÜLKE EKONOMİSİ İÇİN ÇÖZÜM, 


ATATÜRKÇÜ EKONOMİDEDİR,




Milleti idarede prensibimiz milletin müşterek ve umumi fikir ve eğilimlerine uymaktır. Bu fikir ve eğilimlerin hakiki ve ciddi olabilmesi, milletin maddi ve manevi ihtiyaç kaynaklarından gelmesine bağlıdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1925)
            Boğazına kadar borca batmış, işsizliği, tavana vurmuş, üretimini sıfırlayarak borçla tüketmeyi hedef almış AKP’nin israf ekonomisi bugün iflas etmiş ve duvara toslamıştır.  Tam 13 yıldır ülkeyi gerçek muhalefetsiz yöneten beceriksiz kadrolar, dünyadaki tüm olumlu koşullara rağmen ekonomi gemisini yüzdürmeyi başaramamıştır.
           Ülkenin 95 yıllık kazanımlarını babalar gibi satıp mirasyedi gibi 1500 odalı saraylara ve lüks ulaşım araçlarına yatıran AK Parti yönetimi, üretimden uzaklaştırdığı milleti sadaka alır hale getirmiş ve elin ithal samanına muhtaç etmiştir. 7 Haziran seçimleri sonunda gelecek hükümetin öncelikli sorunu sağlıklı ve sürdürülebilir bir ekonomi düzeni oluşturmak olacaktır.
AKP’nin yeni dönem sihirli bir ekonomik çözüm projesi yoktur. Eğer halktan tekrar iktidara devam oyları alırsa ekonomik çöküntünün giderek daha da kötüleşeceği açıktır.
İktidar alternatifi olarak kendisini gören CHP ise; emperyalizmin sömürgelerdeki borçlarını tahsille görevli memuru Kemal Derviş’i getirip ekonomiyi ona teslim edeceğini peşinen duyurmuştur. Derviş’in geçmişte ne yaptığı görülmüştür. İktidarı altın tepsi içinde AK Partiye teslim eden Derviş’in ekonomi sahasında tek hedefi; kendisini bu göreve gönderen küresel güçlerin ülkedeki alacaklarının tahsilatını yaparak borçların eksizsiz ve tam zamanında ödenmesini sağlamaktır.
Kemal Derviş’in Türk halkının refahının geliştirilmesi ve sosyal sorunlarının çözümü gibi bir hedefi olamaz. Batan ekonomiyi düzetmek için değil, ülkenin borçlarını tahsile gelen bir kişinin Kılıçdaroğlu’nun fakir halk kesimlerine verdiği refah paketi sözlerini yerine getirmesini beklemek boş hayallerin peşine takılmaktır.
Ülkemiz hızla bir ekonomik çıkmaza sürüklenmedir. Muhtemel ekonomik krizle mücadele etmenin reçetelerini ise sistemi bu hale getiren küresel kapitalizm ile doğruluğu iflas etmiş Sosyalizm de aramak mümkün değildir.
O halde ne yapılacaktır? Nasıl bir sistem ve uygulama Türkiyeyi içinde düşürüldüğü mirasyedi tüketim ekonomisinden kurtarıp üretim ekonomisine taşıyacaktır.? Dünyada böyle bir sistem var mıdır? Varsa, kimler nerede, ne zaman ve nasıl uygulamışlar ve hangi  başarıyı elde etmişlerdir?
Bu sorunun cevabı evettir. Böyle bir sistem vardır ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1923-1938 arasında başarıyla uygulanmıştır. Kurtuluş Savaşından tam bağımsızlığını kazanan ama ekonomik alanda tüm verilerini sıfırlamış bir ülkeden, 15 yıl gibi kısa sürede kendi milli uçağını, tankını ve topunu imal edebilen ağır sanayiini kurmuş, Osmanlının borçlarını ödemiş, enflasyon sözcüğünü tanımayan başı dik bir ülke yaratılmıştır.
Bütün bunlar sihirli bir değnekle değil, ne yaptığını bilen, milletini ve milletinin kabiliyetlerini iyi tanıyan bir liderin planlı, proğramlı ve sistemli çalışmaları ile meydana gelmiştir. Bu çalışmalar ve sonuçları arşivimizde aynen durmaktadır. Dün bunları başaranların çocukları olarak bizler geçmişten aldığımız tecrübelerin ışığında aynisini yapabilecek potansiyele sahip bulunmaktayız. Bugün tek eksiğimiz bizi yönetip yönlendirecek siyasi iradeden yoksun olmamızdır.
Türk milleti 8 Haziran’da VATAN PARTİSİ kadrolarını iktidara taşıdıkları takdirde Atatürk’ün Ekonomik Mucizesinin yeniden yaratılması mümkün olabilecektir.
Ekonomik işbirliği teşkilatı olarak kurulan ve dünya egemenliğinde ABD’nin rakibi 27 devletli AB bugün  ekonomik çöküş içerisindedir. Kapitalizmin beşiği Avrupada Yunanistan ile başlayan iflaslar devam etmektedir.
1991’de SSCB’nin ve Varşova paktının dağılması ile çöken Komünizmden 20 yıl sonra şimdi Kapitalizmin çöktüğüne şahit olunmaktadır. Dünya ekonomisinde bugün Çin, Hindistan, Brezilya gibi yeni aktörler etkili olmaya başlamıştır. Güçlü ekonomilerin siyasi açıdan da dünyayı yönettiği prensibinden hareket edersek dünyanın siyasi güç dengesinin kapitalist ABD ve AB blokuna karşı yeniden şekillendiğini söyleyebiliriz.
Yıllarca ABD ve AB güdümünde, IMF ve Dünya Bankası kontrolünde kapitalist sistemle yönetilen Türkiye ekonomisinin krizden etkilenmemesi mümkün değildir. Hatta dünyaya yön veren devletlerin ekonomileri çökerken göbeği bu ekonomilere bağlı bizim gibi ülkelerin krizden zararının çok daha büyük olacağı kesindir.
Bu durumda çareyi tekrar ABD, AB, IMF ve Dünya Bankasının zorla dikte ettirdiği sanal politikalarda aramak yanlıştır. Çünkü çare; bizdedir, Türk milletindedir. Çareyi dışarıda değil, Türk milletinin Ata’sının özgün düşünce ve uygulamalarında aramak lazımdır. Çare; Serv’i dayatanlarda değil, Serv’i kırıp, Lozan’ı yaratan milli kadrolardadır.
Atatürk; fikir ve düşünceleriyle 20’nci asırda Türk milleti başta olmak üzere tüm insanlığa ışık saçmış ve insanları iyiye, doğruya ve güzele yönlendirmiştir. Gazi; tutarlı, dengeli ve uygulanabilir fikir yapısı ile ekonomi alanında da insanlığa ışık tutmuştur.
Bilim adamları Atatürk’ün her yönünü incelemiştir. Fakat en kuvvetli olduğu ve en büyük başarıların kazanıldığı ekonomik görüş ve uygulamaları daima  görmezden gelinmiştir. Gazi’nin başlattığı çok ciddi ekonomik hamleler ne yazık ki kendisinden sonra gelenler tarafından dikkate alınmamış ve ülkenin kalkınması için ithal ekonomik sistemler özellikle tercih edilmiştir.
Hâlbuki Atatürk; tamamen sıfırlanmış bir ekonomiden insan gücü, sermaye, bilgi, altyapı ve hiçbir dış destek olmadan Türk milli ağır sanayisini kurmuş ve plânlı kalkınma dönemini başlatmıştır. O’nun yönlendirmesi ile enflasyonsuz, borçsuz, kendi tankını, topunu ve uçağını yapabilen, geleceğe güvenle bakan bir Türkiye yaratılmıştır. Osmanlı’nın Düyun-ı Umumiyeden kalan borçlarını da ödeyerek çağına göre önemli bir kalkınma başarısı sağlanmıştır. Atatürk’ün öngörüsü ve direktifleriyle dünyanın bilinen ve uygulanan başlıca ekonomik sistemlerinin dışında, tamamen Türk milletinin ihtiyaçlarına, istek ve arzularına, milletin kabiliyetlerine uygun olarak yarattığı ekonomik sistem ile geçen asrın en büyük ekonomik mucizesi meydana getirilmiştir.
1775’lerden başlayarak Kapitalizm ve Sosyalizm gibi temel ekonomik doktrinler üzerinde bilim adamları binlerce cilt eser vermiştir. Bugün bu gibi sistemler ve başarılı uygulamaları mevcutken sadece 15 yıllık kısa bir uygulaması olan Atatürkçü Ekonomi ‘den ve bu sistemlere üstünlüğünden bahsetmek mümkün olabilir mi?
Konunun cevabı ilk bakışta olumsuzdur. Meseleye Atatürk’ün iktidar olduğu 15 yıl içinden değil de, O’nun içinden yetiştiği Türk milletinin binlerce yıllık geleneksel ekonomik faaliyetleri açısından bakarsak orada “nesiller boyu birbirine aktarılarak ve daima kendini yenileyerek sistemleşen ekonomik kültürümüzün Atatürk’ün şahsında en başarılı örneklerini verdiğini”söyleyebiliriz.
Tarihi ticaret yollarını kontrol eden bölgelerde siyasi egemenlik sahibi olan atalarımız; bu coğrafi konumlarının gerekli kıldığı şartları iyi değerlendirmişler ve ticari alandaki üstünlüklerini çevrelerine kabul ettirmişlerdir. Tarihteki Türk devletlerinin ortak bir vasfı da; halkının refah ve mutluluğunu çağının şartları içinde en üst düzeyde gerçekleştirerek çok zengin bir ekonomik kültür yapısı oluşturmalarıdır.
Atalarından aldığı ekonomik kültür mirasını çok iyi kullanan Atatürk’ün ekonomik düşüncesinde fikir ve icraat arasında eşsiz bir uyum vardır. Sıfır denilecek bir seviyeden ve savaş şartları içinden on yılda ağır sanayi hamlesini gerçekleştirerek kendi tankını, topunu ve uçağını çağın gereklerine uygun olarak bizzat Türk insanının yapabileceği bir düzeye ulaşılması onun dehasının eseridir.
Dünya ülkeleri 1929 ekonomik krizi ile büyük sıkıntılar içinde bunalırken, bu durumdan etkilenmeyen ve krizi lehine çeviren, buhranı takip eden devrede plânlı ve programlı kalkınmanın dünyadaki en güzel örneklerinden birinin yaratılması yine onun üstün dehası ve önderlik kabiliyetinin bir neticesidir.
Atatürk’ün ekonomik politikalarını belirleyen ilk dönem 1923-1930 yıllarını kapsar. Mevcut ekonomik durum Birinci İzmir İktisat Kongresinde tespit edilir. Kongrede belirlenen hedeflere ulaşılmaya çalışılır. Fakat arzu edilen sonuçlar tam olarak alınamaz. Osmanlı’nın borçları ödenir ama arzulanan ekonomik gelişme sadece tarım kesiminde görülür. İzmir Kongresindeki Çalışma Komisyonlarının ekonomik tespitleri ve çözüm önerilerinden günümüz ekonomi yöneticilerinin alacakları pek çok dersler vardır.
Atatürk’ün ekonomik politikasının temelleri ve esasları 1930-1940 arasında ortaya çıkar ve en üst düzeye ulaşır. İlk döneme göre ağırlığın bugün hepsi elden çıkarılan İktisadi Devlet Teşekküllerinde olduğu tamamen kendine özel bir ekonomik rejimin uygulandığı görülmektedir. Bu dönemde; Devletin Öncülüğü, Devletin Yatırımcılığı, Devletin İşletmeciliği, Devletin tespit ettiği hedeflere ekonominin yönlendirilmesi gibi hususlar ağırlık kazanır. Faaliyetlerin temelinde yine fertlerin topyekûn kalkınması ve refah seviyesinin adaletli olarak dağıtılması yatar.
Türk toplumunun ekonomik bünyesi ve şartlarının göz önünde tutulduğu Atatürk’ün ekonomik görüşleri, klasik ekonomik sistemlerine benzemez. Batı toplumunun ürünü olan Kapitalizm ve Sosyalizm batı insanının gerçeklerine, ihtiyaç ve kültür yapısına uygun yapılandırılmıştır. Nasıl ki montaj sanayi tek başına ülkenin kalkınmasına imkan vermiyorsa, montaj doktrin ve sistemlerin kalkınma modeli olarak kullanılması da yeterli olmayacaktır. Bugün Türk ekonomisinin düzlüğe çıkabilmesi için;
– Yeterli sermayemiz, her alanda yetişmiş insan gücümüz, yeterli okullarımız ve öğretmenlerimiz mevcuttur.
– Edirne’de oturan vatandaşımız bir gün içinde karayolu ile ülkenin en uzak ve en ücra noktasına ulaşabilmekte ve malını gönderebilmektedir.
– Fabrika yapan fabrikalarımız, fabrikalarımızda üretilen hammaddeyi sağlayan yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz vardır.
– İnsanımızın kültür ve sosyal refah seviyesi giderek gelişmiş ülkeler seviyesine yaklaşmaktadır.
Bütün bu olumlu göstergelere ve yandaş basının devamlı alkışlamasına rağmen günümüz Türkiye’sinin ekonomik bağımsızlık seviyesinin Atatürk döneminin çok altında olduğu gerçeği değişmemektedir. Bizim gibi önemli bir coğrafyada bulunan ve gelişmek için yeterli potansiyele sahip bir ülke için mutlaka milli atılımlar yapılması gerekmektedir..
Çünkü; İnsanımız kabiliyetlidir, ekonomik faaliyetlere diğer insanlara göre çok daha fazla yatkındır, müteşebbistir, daha iyisini başaracak güce ve tecrübeye sahiptir. O halde daha iyisini yapmak varken ve önünde Atatürk gibi bir önderin çok başarılı uygulama örnekleri dururken daha iyisini ve fazlasını istemek bizim de hakkımızdır. Türk insanı tamamen dışa bağımlı ekonomik sistemi asla hak etmemektedir.
Başarısızlığı kanıtlanmış ve iflas etmiş mevcut ekonomik görüşlerden çok daha tutarlı ve tamamen Türk insanının kabiliyetlerine göre hazırlanmış ATATÜRKÇÜ EKONOMİ SİSTEMİ’ nin uygulanması ile bugünkünden çok daha ileri bir refah seviyesine ulaşmamız mümkündür. Çünkü artık Atatürk zamanında olduğu gibi bir ön hazırlık devresine ihtiyaç yoktur. Atatürk’e inanmış kadroların bilinçli ve planlı çalışmalarıyla günümüzde çok kısa bir sürede başarılı neticeler alınabilecektir.
Sonuç olarak; acilen tedbir alınmadığı takdirde küresel sermayenin dümen suyunda sürüklenen ekonomimiz  kısa süre içinde dibe vuracaktır. Küresel krizin yıkımından klasik liberal ekonomi modelleri ile çıkmamız asla mümkün değildir. Çare milli çözümde ve Atatürk’ün ekonomik görüş ve uygulamalarındadır.(1)
Kendi göbeğimizi kendimiz kesmeli ve tamamen milli olan Atatürkçü Ekonomi sistemini derhal uygulamalıyız. Çünkü Atatürk’ün ekonomik görüşleri Türk ekonomisine şok tedaviyi öngörmektedir. Yeter ki kendimize inanalım ve karar verelim.
8 Haziran 2015’ten itibaren Atatürke ve Atatürkçü Düşünce’ye inanmış VATAN PARTİSİ yöneticilerinin Türk milletinin huzuru, güveni, refah ve mutluluğu için küresel mimarların yolunu değil, Atatürk’ün gösterdiği yolu seçeceklerine inanıyorum..
—————————————————————
(1) Atatürk’ün ekonomik görüş ve uygulamaları için Dr. Tahir Tamer Kumkale’nin Pegasus Yayınlarından çıkan “ ATATÜRK’ÜN EKONOMİ MUCİZESİ” kitabına bakınız.(http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=120619)

https://kumkale.wordpress.com/2015/04/28/8-haziran-2015te-iflas-etmis-ulke-ekonomisi-icin-cozum-ataturkcu-ekonomidedir/

...

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Akıntıya Kürek.,




Akıntıya Kürek.,



Yekta Güngör Özden

Yekta Güngör Özden


Seçimler Eşit koşullarda geçmeyen seçimlerin ne sonuç vereceği önceden kestirilebilir. Nitekim öyle oldu. Bir yanda iktidarın, belediyelerin olanaklarıyla donanmış bir parti, öbür yanda devlet yardımından payına düşenle kendi sınırlı olanakları içinde bir iki parti, beri yanda yalnız kendi olanakları ve değişik desteklerle çalışmalarını yürüten partiler. Seçime katılan 20 parti içinde akçalı gücü yanında devlet gücünü de kullanan iktidar partisiyle hiç biri yarışamazdı. İktidara yakın olmanın, iktidarda olmanın kimi kazanımları gözetildiğinde yerel seçimlerde her zaman iktidar öndedir. İktidar değişikliğiyle birlikte kimi belediye başkanlarının partilerini bırakıp iktidar partisine katılmalarının nedeni budur. Ülkemizde siyasal ahlâkın düzeyi bellidir. İlke, tutarlılık, kararlılık, özveri, dayanışma her şeye karşın ödünsüz çalışma terbiyesi yeterince edinilmemiştir. Görünmek, kazanmak, bir yere gelmek, bir yeri ele geçirmek, borusunu ya da düdüğünü öttürmek, kendisine ve yakınlarıyla yandaşlarına olanaklar sağlamak, böbürlenmek, nedense adını unutulmaz kılacak yapımlara, çabalara, eserlere, kendini anımsatacak olaylara ve oluşumlara imza atmaktan daha önemlidir. Katrilyonu bulan seçim giderleriyle kaç okul, kaç hastane, kaç kitaplık, kaç sağlık ocağı, kaç yuva ya da bakım evi, kaç çeşme, kaç yol, kaç köprü, kaç atölye açılmazdı? Yalnızca Hazine Yardımı partiler yerine bu kazanımları sağlamazdı. Bir Parti çıkıp “afiş, el ilanı, şarkı-türkü, marş, film, rozet, tanıtma bayrağı vs. kullanmayacağım. Bunların yerine okul, köprü, kitaplık vb. yaptıracağım” deseydi daha çok ilgi görür, beğeni ve oy toplardı. Hele dağınıklık, hele ilkelerden ödün verip seçim sonrası kendi partilerine dönme koşullu kimi yapay birliktelikler.. Bir yılı aşan bir süreden beri sözlü ve yazılı çağrılarla duyurmaya çalıştığımız anlayış benimsenseydi, iktidarın belalarından kurtulmak, aydınlığa kavuşmak için partiler biraraya gelip hangisi hangi il ve ilçede güçlüyse, kimin adayı orada daha çok şanslı ve oraya yaraşır bulunuyorsa o desteklenip öbürleri orada aday göstermeseydi daha çok başkanlık elde ederlerdi. Özseverlik, bencillik, partizanlık, ilkellik sayılacak direnme şimdiki sonucu getirdi. İktidar partisi liderlerinin değişmediğini gösteren inatlaşma ve zıtlaşmaları arttıracak, başta Kıbrıs olmak üzere desteğine gereksinim duyduğu AB’nin ve ABD’nin istekleriyle kendi milli görüş kaynaklı izlencesini uygulayacak, daha çok karanlık olacak, daha çok güçlük çekilecektir. Medyadaki beslemelerle şakşakçıların kışkırtması sürecektir.


Kıbrıs oyunu


Hiç utanıp sıkılmıyorlar. Devlet organlarının bile amaçlı uzatmayı vurgulamasına karşın, İsviçre-Bürgenstock’daki görüşmelere katılan Yunanistan ve Güney Kıbrıs yöneticilerinin yorgunluk ve hastalık bahanelerini atlayıp fiyaskoyu başarı ve umut olarak nitelendiriyorlar. Kimi iktidar olabilen irticayı, İstanbul olaylarını unutup “gülyabani hikayesine dönmüş irtica korkutmaları... yenileşen toplum” sözleri edebiliyor. Öylesine iktidarın dümen suyunda yazabiliyorlar ki ümmet ve cemaat düzenine dokunmamak için “...Merih’ten ulus gelmez” diyebiliyorlar. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir” ve “Ne mutlu Türküm diyene “ sözlerindeki anlamı, erdemi, yüceliği kavrayamıyorlar. Atatürk ilkelerini, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü savunduğum için yıllarca önce beni bu nedenle kutladığını söyleyen kişinin gericilik kıyımlarını, kalkışmalarını, iktidar başının inadını ve yinelemelerini görmemesi, duymaması, anlamaması düşünülemez. Yazılar ve yayınlar amaçlıdır. Halkımız kimin nereden nereye geldiğini, kimin ne için neler yaptığını, nasıl değiştiğini izlemektedir. Seçimlerdeki yönlendirici, sunuş biçimiyle yanlı sormacalar (anketler) de böyledir. Karaçarçaflıların artması bile uyarmıyor.
Kraldan çok kralcı kesilenler, iktidarı mutlu etmek için Denktaş’a saldırıyor, kurgularla, gerçekdışı anlatımlarla suçlayıp sonucun sorumluluğunu ona yıkmaya uğraşıyor. Kararlı, tutarlı, gerçekçi, içtenlikli, ilkeli, ahlâklı, bilgili, yurtsever, yürekli Denktaş hepsini göğüsleyerek gerekeni başarıyla yapıyor. Doğruları söylüyor. ABD’nin İngiliz-Yunan ortaklığı ürünü Annan Planı dayatmasıyla AB’nin oyunlarını bir bir açığa çıkarıyor. Yurdunu savunan bir Başkanı kendi açılımları için engel sayanlar suçluyor, karalıyor, övecek yere yeriyorlar. Bize özgü demokrasinin cilveleri. Hukuktan, siyasetten, özellikle dış siyasetten anlamayan, ulusal çıkar kavramıyla güvenlik konusunda hiç bir bilgisi olmaylan medya bilgiçleri (!) Denktaş’a akıl vermeye kalkışıyor. Paralıların kendi çıkarları için ülkeyi, ulusu, ulusal çıkarı nasıl acımasız, düşüncesiz biçimde, sapkınlık ölçüsünde gözardı ettiğini, iktidarla paslaşarak nasıl yol aldığını görenler giderek artıyor, AB’nin Kıbrıs oyunu sürüyor. Olan Türkiye’ye ve Kıbrıs Türklerine oluyor.

Seçim rüşvetleri

Bu olumsuzluklar yerel seçimlerde nedense oyları etkilemiyor. Kendi işlerine gelen her şey demokrasiye uygun, gelmeyen uygunluklar ise aykırı. Anlayış düşüklüğü ya da kıtlığı denilecek bu olgu, demokrasinin nasıl kemirildiğini anlatmaktadır. İlkesiz, ülküsüz insanlar. İçinden yıkılmakta olan demokratik kitle örgütleri. Demokrasinin dayanakları çürümeye başlayınca yaptıklarının yanında çalıp çırptıkları dağlar oluşturan kimselere oy verme sakatlığı sürdükçe umutlar sönmektedir. Seçimler sırasında bir bakanın “Adalet Sarayı yapımı”yla başka bir bakanın “diyaliz makinası sağlamak”sözleri (Devrek’te) oy almak için devlet olanaklarının nasıl araç kılındığını göstermektedir. Bunlar yalnız ikisi. Birer ağır baskıdır. Onlarcası söylendi, yazıldı. Seçim eşitliği gerçek demokrasinin koşuludur. Rüşveti de yüz karası; soğan, patates, kömür vs. dağıtımı, arsa ve bina kapışması.


İlkellikler

Geçen yıllarda Zeki Triko’nun afişine takmışlardı. Bu kez Çarşı Mağazaları’nın reklamına taktılar. Yandaşlarını okşamak, oyalamak, bir şey yapıyor görünmek ve gündemi değiştirmek için her yolu kullanıyorlar. Siyasal rüşvet ve siyasal şantajlara reklam bekçiliği de eklendi. Bu da demokrasinin sansürüdür. Aydın geçinenler yemeklerle, otel lobilerinde ya da teraslarında toplanıp çalışanları halkın sevip inandıklarını çekiştirir, başka bir şey yapmazlarsa gericiler her şeye el atarlar. Siyasal partiler de bir şey yapmadan, ortaya bir şey koymadan, bir iyiliğe neden olmadan, bir kötülüğü önlemeden, olumlu bir durum sağlamadan oy istemeye çıkıyorlar. “Ne yaptınız da oy istiyorsunuz? Hangi yüzle?” denilse yeridir. Tepki oyuyla övünülmez. İktidar başının YÖK konusundaki direnişi bilim ve siyaset yaşamımız için son derece tehlikelidir. Demokrasinin ne duruma düşürülmek istendiğinin, çoğunluk diktasının nerelere ve nasıl uzandığının belgelenişidir. “Parayı verenin yönetip yaptıracağı” savı ilkelliğin ötesinde sakıncalı amacın dışvarumudur. Para Recep Tayyip’in parası değildir. Kendi kasasından çıkmamaktadır. Oğlunun sünnetinde ya da düğününde gelen takılarla sağlanmamıştır. Devlet babasının malı kendisinin çiftliği değildir. Recep Tayyip devlet değildir. Böyle bir sözü söylemek çağdışı, hukuk dışı, siyaset dışı düşmektir. Devletin öğretim üyelerine, öğrencilere ayırdığı ödenek, üniversitelere, ulusa, ülkeye, bilime ayırdığı, ayırmak zorunda olduğu, görevi sayılan bir ödenektir. Bu ödeneği yönetimleri döneminde göndermekle yükümlü olanların “ne istersek olacaktır” yaklaşımı sakat bir anlayışın sonucudur. Yargının, yasama organı üyelerinin, partilerin, hazine yardımı yoluyla gelirlerinin ödenmesini de yürütme yaptı diye yargı, muhalefet ve partiler de iktidarın istediklerini mi yapacaklar. Dünyanın neresinde böyle devlet, böyle demokrasi vardır? Olsa olsa imamistanda, ümmenistanda olur.
Böyle sakıncalı sözlerden cesaretlenen kimileri de açıkça “%65’le anayasayı değiştiririz” diyerek seçmenleri kışkırtıyor. Üstelik iktidar başının eşinin talimatıyla bir milletvekili bayan bunu yapıyor. Anayasanın neredeyse toptan değiştirilmeyi gerektiren bölümleri var. Gözdağı verircesine geriye doğru değişiklikler yetmiyormuş gibi daha kötü duruma getirmek için yapılan hazırlıklar duyulmaktadır. Anayasa mahkemesinin büsbütün ele geçirilmesi amacı yıllardır bilinmektedir. Yapılması düşünülen olumlu değişiklikler varsa onlardan sözedilmelidir. Sıkmabaş-bohçabaş dayatması, YÖK, Kamu Yönetimi, yerel yönetimler yasaları, Başbakanlık ve MEB müsteşarları, kimi yönetmelikler, kadrolaşma, İmam Hatip Liselerinin adlarının değiştirilmesi gibi konulara öncelik ve ağırlık verenlere besleme ve yağcı medya kesimiyle Kıbrıs’ı gözden çıkaranlara, Silahlı Kuvvetler’i etkisiz ve güçsüz düşürmeye, Cumhurbaşkanı’nı göstermelik kılmaya çalışanlara, bildiğini okumaktan vazgeçmeyenlere kimse inanmaz ve güvenmez.

Takiyeyi takunya sanan kimileri de iktidar partisini “merkezin yeni partisi” olarak tanıyıp tanıtmaya çalışıyorlar. Kargaları güldürecek bir boşuna çaba. Olanları, olacakları bırakalım, nereye sığdırıyorlar? Ulusal yapıya yönelik tehlikeler yeterince algılanamadı, demokrasi anlaşılamadı, oy bilinci oluşmadı denilebilir belki ama çevreyi kirleten gürültülerle dalgalanan seçim toplantılarında terör başı için açılan bayraklar yükselen ve yayılan sloganlar kimsenin gözünü açmadı, vicdanında yankı bulmadı, denilebilir mi? Tek adamlığın koşullarına uymayan gidiş diktatörlükten başka bir şey değildir. Anlamsız hoşgörü demokratlıktan değil, ilgisiz kalarak yandaş toplamak düşüncesinden kaynaklanıyor. Etnik ayrımcılık, soykırım kalkışmaları durmuş değildir. Devletin anlayışlı davranışından ötede umursamazlık kimi Nevruz kutlamalarında bile eski adı PKK olan örgüt ile liderini öne çıkartmıştır. Yapılan hiç bir şey yoktur. Kolluk güçleri bağımsız olmadıkça, yansız davranmadıkça, iktidar partisinin içindeki yandaşlarıyla, başka partilerdeki yakınlarıyla, gelecekte hangi tehlikelerin bizleri beklediği açıktır.
Kimi demokratik kitle örgütleri de hukuku çiğneyerek, kaçak sayılabilecek toplantılar düzenleyerek ya da başkalarının güdümüne girerek ayakta durmaya, yöneticilerinde olmayan güçler sağlayarak onlarla bir yerlere gideceğini sanmaktadır. Kendi içinde barışı bozmuş olan bir kuruluş başka kuruluşlarla nasıl dayanışma kurabilir. Kandırmacalarla ilkeler yıkılmaktadır.

Cumhuriyet destanı

Bay Recep Tayyip “CHP’nin kökü”nden sonra “10. Yıl Marşı”nı diline doladı. Yardakçıları sus pus. “84 yıllık karanlık” sözünü edenlerden daha başka şeyler de beklenir. Değer bilmezliğin (nankörlüğün), bilgisizliğin, sevgisizliğin, saygısızlığın, aymazlığın, bağnazlığın, sapkınlığın nice örnekleri görülebilecektir. Gidiş onu göstermektedir. Adamlık, insanlık, yurttaşlık, inançlılık, onurluluk, soyluluk tartışmaları yaşanacaktır. Karalama, kötüleme, saldırı, kafalarındaki düzene engel olan laik cumhuriyete yöneliktir. Yurdu kurtaran, devleti kurarak namusumuzu, onurumuzu, kişiliğimizi, koruyan, bağımsızlığımızı ve özgürlüğümüzü bizlere armağan eden kahramanlara katlanamamaktadırlar. İktidar partisinin kimi resmi törenlerde Atatürk anıtlarına çelenk koymaktan kaçınması, kimi toplantılarda adını anmaması sakıncalı bir anlayışa bağlıdır. Atatürk’ü tanımak istemeyenler, sevmeyenler, saymayanlar onun başında bulunduğu yılları kötüleyenler tarih bilmeyen kendini bilmezlerdir. Düşmanların ayağını Anadolu topraklarında durdurarak, kutsal topraklara inmesini önleyerek, dünyada müslümanlığa en büyük yararı dokunmuş insana karşı olmak hiçbir insanlık niteliğiyle bağdaşmaz. Osmanlı’nın yıkıntılarını temizleyerek yoktan var edercesine kurulan her şeyi, yepyeni laik cumhuriyetle kazanılanlar saymakla bitmez. 10. Yıl Marşı olanaksızlıklar, yoksunluklar göğüslenerek 10 yıl gibi çok kısa bir sürede kazanılanların kıvancını ve coşkusunu duyuran cumhuriyet destanıdır. Ulusal ezginin özgün, en güzel örneği, gerçekten Türk olan, kendini Türk bilen her yurttaş için övünülecek değerdedir. 10. Yıl Marşı’nın büyük Atatürk’ün 15-20 Temmuz 1927’de CHP 2. Büyük Kurultayı’nda 36 saati aşan bir zamanı unutulmaz kılan büyük söyleviyle birlikte duyumsamak gerekir. Osmanlı’dan alan yapıları, okulları, iş yerlerini, öğretmen ve öğrenci sayısını, teknik elemanları, bütçeyi, Osmanlı borçlarını ödemeyi, millileştirmeyi bilmeden konuşmak gülünç olmaktır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda kimlerden ne yardım alındığını, İnönü Savaşları’ndan askerlerimizin giysilerini, kullanmaları için verilen mermi sayısını, süvari birliğindeki gerçek kılıcın ne kadar olduğunu, TBMM ordularının sayısıyla düşman güçlerinin sayısını, Atatürk’ün Ankara’ya geldiği 27 Aralık 1919’da defterdarın kasasında kaç lira olduğunu bilmeden konuşmak “desteksiz atmak”tır. Yapılan okulları, köprüleri, spor ve uçak alanlarını, çalışma yerlerini, hastaneleri, enflasyon ve devalüasyon olmadan kotarılanları düşünmek, yetişen insanları, açılan üniversiteleri, çağdaşlaşmada kazanılan aşamaları gözetmek yeter. Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanılıp Saltanat kaldırılmasa, Cumhuriyet kurulmasa neler olacağını düşünmeyenler, varlıklarını yadsımış olurlar. Birbirini izleyen devrimler olmasaydı, demir ağların yerini örümcek ağları alırdı. Kafaların içindeki karanlık dışarıyı zindana çevirirdi. Büyük söylevde ve 10. Yıl Marşı’nda anlatılanlar olmasaydı bugün bizler olmazdık. Atatürk’ün eşsiz 10. Yıl Söylevi, Büyük Söylev’in ve 10. Yıl Marşı’nın mührüdür. Kuruluş yıllarında onurla, saygınlıkla, güvenle Türkiye Cumhuriyeti güçlenmiş, uluslararası katta yaraşır olduğu yeri almış, milletler cemiyetine girmiş, dünyanın sayılı cumhuriyetlerinin önünde geldiği için yalnızca Almanya’dan o yıllarda 140’tan fazla bilim adamı Türkiye’ye sığınmıştır. Tebaadan yurttaşlığa, ümmetten ulusa geçilmiştir. Ahlâkla, adaletle, hukukla, şerefle yeni Türkiye kurulmuş, örülmüş, dokunmuş, yükselmiştir. “Demiryolları komünist işidir” diyen lekeli anlayış 1950’den sonraki kötü uyulamalarla kendisini göstermiş, bugünlerin taşımacılık sıkıntılarnı doğurmuştur. 1950’lerde kesilen hız, kışkırtılan inanç sömürüsü, Türkiye’nin karanlığıdır. O yıllarda yapılanlar olmasaydı bugün AB yüzümüze bile bakmaz, kapısının önünden bile geçirmezdi. 10 kuruluş yılı Türkiye tarihinin en şanlı bölümüdür. Nitelik ve nicelik çizelgesini inceleyip öğrenmedikçe Recep Tayyip neler söyleyip neler yapacaktır kestirilemez. Anlaması bilmesi gereken çok şey var. Yetersizliği açık. Kazanımlarımızın temeli cumhuriyetimizin ilk 10 yılıdır. 10 yıla çok şey borçluyuz.

Din sömürüsü

Bizim zavallı medyamız bellek yoksunluğunun perişanlığını, bağımlılık ve yandaşlığının ağrılarını çekiyor. Din ve inanç sömürüsüne yıllardır değiniyoruz. Resmi konuşmalarda, özel söyleşilerde dilimiz döndükçe anlatıyoruz. Yurtdışına kaçarak zehir saçanları, yabancıların koruyup kolladığı kesimleri açıklıyoruz. Söyleye yaza bıkkınlık uyandıran konuları yeni sayarak sayfa dolduruyorlar. Genelkurmay 2. Başkanı çok yerinde olarak “hem laiklik hem ılımlı İslam birarada olmaz” dedi. Önceleri zaman zaman açıklanmış bir gerçekçiliğin vurgulanmasıdır. Ortam gözetilirse çok da iyi olmuştur, haklıdır. Din, dindir. “Katı İslamiyet, ılımlı İslamiyet, yumuşak İslamiyet” diye ayrım yapılamaz, olmaz. Laiklik devletin inançlar yönünden saygın bir yansızlığıdır. Laiklik dinlerin olduğu yerde vardır, olmadığı yerde yoktur. Laikliğin olduğu yerde devletin adının yanına dinsel sıfat konulamaz. O zaman devlet devlet olmaktan çıkar, cemaat çatısı olur. Ne uluslaşmadan söz edilir ne de hukuktan. İslamiyeti kendine göre uygulayıp tanıtmaya ve dayatmaya da kimsenin hakkı yoktur. Ilımlı yaklaşımıyla devleti dinselleştirmek de bir oyundur. Din siyasallaşırsa demokrasi dinselleşir sözünü yıllardır usanmadan yineliyorum. Şeriatçıların demokrasiyle bağdaşması olanaksız çabaları, devleti din ağırlıklı güce dönüştürmek, bildiklerini ve istediklerini yapma olanaklarını kazanmaktır. Bu oyuna kimse gelemez. Din, vicdan tahtında kendi özgün yerinde kalacaktır. Laik devleti din devleti yapmaya kimsenin gücü yetmez. Devlet, hukukla yönetilir dinle değil. Demokrasinin kaynağı ve dayanağı laikliktir. Hukusal, siyasal ve ulusal birliğin de harcı gene laikliktir. Devletin dini olursa laiklik olmaz, o zaman da devlet olmaz. Dinleri devlet belirlemez. Dinler kurallarıyla bellidir, bilinmektedir. Kimse kendine göre din oluşturamaz. Kendine göre yaşar, o kadar. Kurtuluş ve kuruluşla övünemeyenlerin ılımlı dindarlıkla övünmeye kalkışmaları anlayış ve yaşam düzeylerinin göstergesidir. Cumhuriyet yıllarını “halkın değerlerine müdahale” diye göstermekten çekinmeyen yazarların at koşturduğu ülkede başka gariplikler de doğal karşılanacaktır. Yabancıların Kıbrıs oyunlarına ilgisiz kalan medyamızda bu çirkinlikleri övmeye çalışanlara da rastlanmaktadır. Çelişkiler yumağı gidek sıkmaktadır. Onaylama (ratifikasyon) işlemleri, halkoyu-referandum manevraları, oyalamalar kimin ne olduğunu ve ne yaptığını ortaya çıkaracaktır. 10 yıl o kadar başarılıdır ki zamanın Yunanistan Başbakanı Venizelos 12 Ocak 1934 günlü mektubuyla Nobel Barış ödülü için Atatürk’ü aday göstermiştir. Düşmanlığı unutup dostluğu yeğleyenler laik cumhuriyet karşıtlarını uyarmalıdır, utandırmalıdır.

Yarın ne olacak?

Giderek genelleşen bu soru güncelliğini koruyor. Toplumsal düzeyimizi gölgeleyen seçim kavgaları, öldürme ile sonuçlanan saldırılar, kapkaççılık, yanlış salıvermeler bir yana siyasetin solun aldığı sonuçlar CHP yönetiminin baskıcı, bencil, dar çerçeveli kadroculukla yürüttüğü tartışmalar yakınmaları yoğunlaştırıyor. Kürtçülerle işbirliğine girişenlerin aldığı sonuç ortada. Böyleleri gerçek Kemalist olamaz ki bu nedenle oy verilmemiş olsun. Kürtçüler, bölücüler, yıkıcılar tam kendilerinden olmayana, kullanamadıklarına günahlarını bile vermezler. Şeriatçılar da böyledir. Toplumun duyarlı olduğu konulara sırt çevirip dudak bükenlerin kürtçülere ve sıkmabaş-bohçabaş yanlılarına ödün niteliğinde yaklaşımları, yeni açılımları ne yaptığından ne yapacağı belli olmayan Kemal Derviş’e yönelmesi yanlıştır. CHP kendini, yönetimini yenilemeli, gülümsemesini, kucaklaşmasını bilmeli, gençleşmelidir. Tarihsel sorumluluk, CHP’yi önemli yükümlülüklerle başbaşa bırakmaktadır.

Önyargılı ve yanlı medya çelişkilerini sürdürüyor. Biri “CHP soldan uzaklaştığı için oy yitirdi” derken bir başkası “CHP merkeze yaklaşmadığı için oy yitirdi” diyor. Gerçekte CHP “ Ben Atatürk’ün kurduğu partiyim, ben devleti kuran partiyim, ben Atatürkçü partiyim” diyemediği, bu kimliğin güncel gereklerini yerine getiremediği için yitirdi. Yanlış tuşa basan yanlış yazar. Yanlış adaylar gösterdi, beklenen, özlenen açılımı gösteremedi. Söylemleri doyurmadı, çağrıları yankı bulmadı. Toplumsal sorunlara eğilip çözümler getiremedi. Daha neler neler...
Kıbrıs için “4. Annan Planı” medyanın Denktaş karşıtı katı, yanlı, Fogg çocuklarının önde olduğu habercilerce Türkiye’ye aktarılmakta, gerçekler açıklanmamakta, tersine hiç bir şey elde edilmemişken başarı söylentileriyle kamuoyu aldatılmaktadır. Yunanistan ve Rum yönetimi kesin AB ve ABD desteğinde bahanelerle süreyi doldurup sonucu Annan’a bırakacaklardır. Recep Tayyip ekibi de “veremi gösterip sıtmaya razı etmek” türünde, hakkımız olan bir iki küçük sorunu çözmekle “gitmişti de biz aldık” diyerek övüneceklerdir. Onlar zaten bizimdi. Bu arada gidenler gidecek, Annan Planı onay, referandum, Türkiye ve KKTC yönünden Batının oldu bittileridir. Üzücü ve yıkıcı dayatmalarıdır. Baştan beri yanlı yürütülen görüşmeler Girit olayının yinelenmesidir. Türkiye’nin çevrilmesi, kuşatılmasıdır, gelecekte Türkiye üzerindeki oyunların başlangıcıdır. Yanılmış olmayı isteriz. Tayyip ekibi önemli bir şey almadan verecek ve referanduma razı olup imzalayacaktır. Öymen, Arcayürek, Manisalı, Birgit, Gürel, Türker, Bila çabalarıyla unutulmayacak, Denktaş her zaman aranıp anılacak.

Ayıp

Başbakan basın danışmanının Cumhuriyet gazetesine gönderdiği gözdağı mektubuna yardakçı medyadan beklenen (!) tepki gelmedi. Basın özgürlüğünü kavrayış düzeyini açıklayan mektup demokrasinin geldiği aşamada ilginç bir olumsuz örnektir. Yapılanları ve yapılmak istenenleri gözardı edip tıpkı “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” sözünü anımsatırcasına Cumhuriyet gazetesi suçlanmakta, saldırı niteliğinde karalama ve kötüleme, sözde eleştiri ve yanıt adı altında genişletilip arttırılarak sürdürülmektedir. Diktacı anlayışın bu ölçüde savunulması düşündürücüdür. Karşı çıkması gereken bir çok kişi ve kuruluş uykudadır. Üniversiteler ilgisizdir. Meslek odaları tepkisizdir. Birkaç kalemin ve kuruluşun tepkisi demokrasi umudu için yeterli değildir.
Bu arada Saadet Partisi önceki Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın eski çıraklarını kusurlu bularak Ordu’yu göreve çağırması, aynı partinin şimdiki genel başkanının da Erbakan’a öykünüp asker çağrısına destek vermesi (Milliyet, 27-3-2004, s.18) gençlerin “Ordu Göreve” pankartı taşımasını eleştirenler için üzerinde durulması gereken bir örnektir. Ordu’nun görevi darbe değildir. Uyarı, öneri, dilek, tepki vs. türü hukuksal ve uygar belirtme ve istemler beklentisinin kötüye alınması Ordu için de onun daha etkin ve duyarlı davranmasını isteyenler için de amaçdışı davranış ve saptırmadır. Burada önemli olan, Erbakan’la Kutan’ın öncelikle yakındıkları ve rahatsızlıklarını belli ettikleri güçlere gereksinim duymaları, onları övmeleridir. Sorunların demokrasi içinde çözümlenmesini isteyenler Ordu’nun da kendi yapısı içinde etkin olacağı durumları düşünmüş olacaklardır. Hemen darbeyi ve hukukdışılığı düşünmek yanlıştır, yaygarası ve kışkırtıcılığı ayıptır.

Atatürkçüleri, ulusalcıları, emperyalizm karşıtı yurtseverleri suçlayan, kendi çukurlarında giderek kokuşan sapkınların, medya soytarılarının, iktidar uşaklarının kendi sıfatlarını, aşağılık niteliklerini başkalarına yükleyerek kalkıştıkları saldırılar artacaktır. “Başımız dönmeyecek” sözüne karşın şımarıklık ve azgınlık yeni sonuçlar getirecektir. Seçim sonuçlarını iktidarın getirisi olarak değil, AKP’nin başarısı olarak gösteren bilim değil kilim adamları iktidara övgüler yağdırıp, “devrimden ve seçmenin Kıbrıs ile AB için kesin yetki verdiğinden” söz edecekler. Seçimi yitirenler kazandıklarını ileri süreceklerdir. Çirkinlikler görülebilecektir. Sosyal devletin “Halkçı devlet” olduğunu bilmeyenler devletçiliğin ne zaman, ne için benimsendiğini, nasıl yorumlanıp uygulandığını unutanlar, bilgisizlik ürünü suçlamalarını, sözde eleştirilerini sürdürecekler, sapkınlar korosunun çığırtkanı, Sevrcilerin amigosu olmayı içine sindirenler terbiye dışı yazılarını patronların gülümseyişine, genel yayın müdürünün desteğine dayanarak sıralayacaktır. Halkın sorunları bunların umurunda değildir. Gerçekleri atlayıp ekonominin kağıt üzerindeki geçici, değişken, yapay göstergelerini, rakam oyunlarını abartıp olumsuzluklara gerekçe arayacaklardır. İç ve dış borçların artması, alım gücü yoksunluğu onları ilgilendirmemektedir. İşsizlik, iş yeri kapatmaları, suç olayları tasalandırmamaktadır. Seçimlerde başarılı olmayanlar ayrılma sözü vermelerine karşın yerlerinde oturacaklar, siyaset dolabı daha önce olduğu gibi dönecektir. Yanlışlıkları, yanılgıları, tutarsızlıklarıyla güven yitiren muhalefetin yarattığı boşluk daha belirginleşmiştir. Yepyeni bir yapılanma etkin, güçlü, yaygın ve çağdaş bir oluşum özlemi giderek büyümektedir.

İlkeli olmak onurdur. Seçilmek için parti değiştirmek yanlış bir tutumdur. Kanımca parti değiştirip kazanmak küçültür, değiştirmeyip yitirmek büyültür. Emin Çölaşan’la Bekir Coşkun’un anlamlı yazılarını anımsıyorum. Nelerden söz ediliyor, insan şaşırıyor. Dağıtılan yiyecek, giyecek, para, armağanlar (yılbaşı ve bayramlarda bir çok yere kimi yerlerden gönderilen armağanlar anlatılıyor)... Sorumluluğu izleyip saptayacak ve yaptırım uygulayacak kimselere kooperatif arsaları verilmesi, yakınları ve dostları adına kayıtlı, gerçekte yarısına yakını kendisinin büyük yapılar, büyük mağazalar, büyük ortaklıklar. Bizim acı gerçeklerimiz. Medyadaki dostlara ayrıcalıklı işlemler, kayırmalar, sus payları, destek rüşvetleri. Değişik seçim ve özellikle sayım olayları. Heryerle ilişki kurmak, yetkilileri ayarlamak... Liderlerin açıklamaları komediye benziyor, kimse kaybetmediyse ulus mu kaybetti?

Kimi amaçlılar için yinelemeyi yararlı buluyorum. Batıcı değil Batılıyız, Batıdan ayrılma yanlısı değiliz, ikilemleri ve eşitsizliği giderip Batıdaki yerimizi, onurlu, yaraşır konumumuza uygun biçimde almak çabasındayız. Batının yapısına değil tutumuna karşıyız. Ümmetçileri öven, destekleyen, önceleri unutup bugünü koşulsuz destekleyen, bugünkü iktidarla amaç, araç, çizgi birlikteliği kuşkusuz kişi ve kuruluşlara arka çıkan sözde ulusalcılardan da değiliz, gerçek Atatürkçü, gerçek ulusalcıyız.,

Not: Gerçekdışı yayınlarıyla kişiliğime saldıran Aydınlık dergisi açtığım dava sonunda bu ay içinde 2.5 milyar TL manevi tazminat ödemeye mahkum oldu. (31.03.2004)

(Ankara Asliye 29. Hukuk Mahkemesi’nin esas 2001/880 sayılı dosyası)

http://www.turksolu.com.tr/53/ozden53.htm

..

3 Ağustos 2015 Pazartesi

OKU BAKAYIM !




OKU BAKAYIM !

Öğretmen, 8’inci sınıf öğrencilerine “Yurttaşlık Bilgisi” dersinde “Tarihi Gerçekler” konusunu işliyordu;
Öğretmen; “Tahtada yazan birinci tümceyi beraberce ve yüksek sesle okuyalım arkadaşlar!”
Sınıf; “Elinde silah olan ve insan öldüren terör örgütleriyle müzakere yapılmaz…”
Öğretmen; “Demek ki neymiş? Eline silah alıp, insan öldüren, yakan, yıkan, üstelik silahların paralarını uyuşturucu kaçakçılığı yapıp, gençleri zehirleyerek elde eden terör örgütleriyle hiçbir devlet müzakere etmezmiş. Tarihte böyle bir olay şimdiye kadar hiç olmamıştır. Anlaşıldı mı arkadaşlar?”
Sınıf; “Anlaşıldı Öğretmenim…”
Öğretmen; “Peki, bu tarihsel gerçeğe aykırı hareket eden, kendi insanlarının ölümüne ve yaralanmasına sebep olan yöneticilere ne denir? Yüksek sesle ve beraberce söyleyelim lütfen!”
Sınıf; “Ya Aptal ya da haindirler, Öğretmenim…”
Öğretmen; “Şimdi ikinci tümceyi de beraberce ve yüksek sesle okuyalım arkadaşlar!”
Sınıf; “Türkiye, Milli Ordusunu çok güçlü hale getirmek zorundadır…”
Öğretmen; “Etrafımızda ‘Teröre destek veren devletler olduğu, bölgemizde petrol-doğalgaz ve yeraltı zenginlikleri tükenmediği veya alternatif enerji kaynakları bulunmadığı sürece, emperyalist devletlerin gözleri hep bu bölgede olacaktır. Terör örgütlerini bunlar yaratır ve beslerler. Bu yüzden güçlü ve en son teknolojiye sahip ordumuzu hepimizin desteklemesi, koruması ve demokratik çizgide tutması gerekir. Anlaşıldı mı arkadaşlar?”
Sınıf; “Anlaşıldı Öğretmenim…”
Öğretmen; “Peki, bu tarihsel gerçeğe aykırı davranıp, Cemaat militanlarıyla birlikte kendi milli ordusuna kumpas kurup, ordu komuta heyetinin yarısını zindanlara attırıp, ordumuzun kolunu kanadını kıranlara ve Genelkurmay Başkanına “Terörist” diyenleree ne denir? Yüksek sesle ve beraberce söyleyelim lütfen!”
Sınıf; “Bunlar iki defa haindirler, Öğretmenim…”
Öğretmen; “Sıra üçüncü tümcede! Bunu da beraberce ve yüksek sesle okuyun bakalım!”
Sınıf; “Tarikatlar ve Cemaatler, Demokrasi ile asla bağdaşamazlar…”
Öğretmen; “Tarikat ve Cemaatlerde, tartışma kültürü yerine biat “şartsız itaat”kültürü vardır. Tarikat ve Cemaatin önderinin her sözü kanun niteliğindedir ve kimse tartışamaz. Her emri anında yerine getirilir. Verilen emre uymayan, anında infaz edilir! Bunların müritlerinin malı-canı-namusu önderin emrindedir! Demokratik rejimlerde, tartışma-sorgulama-açıklık-hesap verilebilirlik esastır.
Bu yüzden, hem tarikat veya cemaatçiyim hem de demokratım diyenlere ve bunlara inanlara ne denir? Yüksek sesle ve beraberce söyleyelim arkadaşlar!”
Sınıf: “Bunlar, din istismarcısı sapkınlardır. Bunlara kananlar, aldananlar da aptaldırlar…”
Öğretmen en arka sıradaki öğrencilerden birinin uyukladığını görür ve sessizce yanına gider.
Öğrencinin kulağından tutar ve onu ayağa kaldırır;
“Söyle bakalım senin adın ve numaran kaç” diye sorar?
Öğrenci; “Adım Erdoğan Uzun, numaram 17 25 hocam!
Öğretmen; “Bir derstir tarihi gerçekleri anlatıyoruz. Söyle bakalım sen kendini nasıl görüyorsun?”
Öğrenci; “Hocam ben Müslüman- Muhafazakâr- Demokrat- eski Cemaatçi- yeni Tarikatçı- hem Papanın hem de Gülbettin Hikmetyar’ın dizinin dibine çöken- aynı zamanda Kovboy Obama’nın Eşbaşkanı olan oldukça varlıklı bir aktivistim!”
Öğretmen kahkahadan kırılmakta olan sınıfı zorlukla susturur ve Öğrenciye;
“Sen önce Türkiye Cumhuriyeti Devletinin onurlu-dürüst bireylerinden biri ol çocuğum. Sen kişilik ve kimlik bunalıma düşmüşsün. Senin sonun iyi görünmüyor” deyince, Öğrenci yerinden fırlar ve;
“Hocam, bizim abdestimizden şüphemiz yok ki, namazımızdan olsun” diye bağırır!
Öğretmen; “Ne abdesti be, boğazına kadar harama-pisliğe bulaşmışsın. Sen önce insan ol, insan” der ve kendi kendine söylenerek sınıfı terk eder;
“Yahu bunun gibi adamlar büyüyünce yanlışlıkla ülke yönetimini ellerine geçirirlerse, yakarlar güzelim vatanı, vallahi de billahi de yakarlar be…”
Sağlık ve başarı dileklerimle 25 Temmuz 2015

Rifat Serdaroğlu
http://rifatserdaroglu.com/2015/07/25/oku-bakayim/
..

SİZİN ÇOCUĞUNUZ OLSAYDI




SİZİN ÇOCUĞUNUZ OLSAYDI


*Ahmet Burak Erdoğan;

Tarih; 11 Mayıs 1998. Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı.
Yer; İstanbul- Şişli İlçesi Abide-i Hürriyet Caddesindeki Yaya geçidi.
İnsanlar, karşıya geçmek için “Yaya geçidinde” beklemektedirler.
Yayalara “YEŞİL” ışık yanar, insanlar yürümeye başlar.
Tam o sırada, 04 Temmuz 1979 doğumlu Ahmet Burak Erdoğan’ın kullandığı
34 ABR 93 Plakalı Opel oto son sürat, yaya geçidinden geçmekte olan
Türk Sanat Müziğinin Büyük Sanatçılarından Sevim Tanürek’e çarpar.
Sevim Tanürek hastaneye kaldırılır. Belediye araçları derhal kaza yerini yıkayıp, fren izlerini yok ederler. Sevim Tanürek hastanede ecelle boğuşup can verirken, Ahmet Burak Erdoğan hemen babası tarafından İngiltere’ye “Dil Kursuna” gönderilir. Adli Tıp Kurumu İhtisas Dairesi Başkanı Eyüp Çakmak, otosuyla yayaya çarpan A. Burak Erdoğan’ı suçsuz, yeşil ışıkta yaya geçidinden geçmekte olan Rahmetli Sevim Tanürek’i 8/8 suçlu bulur!
Ahmet Burak Erdoğan kurtulur, onu kurtaran Eyüp Çakmak ise, Türkiye Deniz İşletmeleri Kurumuna Genel Müdür Muavini yapılır.
Türkiye’nin gözü önünde gerçekleşen “Cinayet” benzeri “Ölümlü” bu olayda, suç işleyen çocuk bir dakika dahi gözaltına alınmamıştır.
-Bu kişi Ahmet Burak Erdoğan değil de, sizin çocuğunuz olsaydı neler olurdu?
*Ahmet Burak Erdoğan;
Yıl 2000. Yer Kasımpaşa Deniz Hastanesi- İstanbul.
Askerliğe uygun olmadığını iddia eden A. Burak Erdoğan, “Çürük Raporu” almak için müracaat eder. Yapılan kontrollerde “Testis Kanseri” teşhisiyle Erdoğan’a “Çürük Raporu” verilir ve Askerlik Hizmetinden muaf tutulur.
2001 Yılında yani 1 yıl sonra Ahmet Burak Erdoğan evlenir, çocukları olur.
Şimdi Türkiye’nin en zengin kişileri arasında gösterilmektedir.
-Testis Kanseri diye askerlikten muaf tutulan fakat bir yıl sonra evlenip çoluk çocuğa karışan kişi, Ahmet Burak Erdoğan değil de, sizin çocuğunuz olsaydı neler olurdu?
*Necmettin Bilal Erdoğan;
17 Aralık 2013 tarihinde Cumhuriyet Savcısı “Yolsuzluk-Hırsızlık-Rüşvet” suçlarıyla ilgili operasyon için düğmeye bastı.
Bakan çocukları, milyonlarca Dolar-Avro ile oynarken yakalandılar ve tutuklandılar. Banka Genel Müdürünün evinde ayakkabı kutularında milyonlarca Avro bulundu, tutuklandı.
Devletten ihale alan bazı iş adamlarının, Necmettin Bilal Erdoğan’ın kurduğu Vakfa, demetler halinde milyonlarca Dolar-Avro verdikleri teknik takiple belirlendi, belgelendi. Cumhuriyet Savcısının isteğiyle ilgili Mahkeme bu iş adamlarının malvarlıklarına el koydu.
Üniversite Rektörlerini, TSK’nın Orgenerallerini, Bilim Adamlarını, Gazetecileri sabaha karşı polis gücüyle gözaltına alan Cumhuriyet Savcısı, ifadesine başvurmak üzere Necmettin Bilal Erdoğan’a davetiye gönderdi.
N. Bilal Erdoğan Cumhuriyet Savcısının davetine gitmedi. Kendisini almaya giden polisler Başbakanlık Korumaları tarafından tekme-tokat dövülüp, kovalandılar. Baba Erdoğan oğlunun Savcı tarafından aranması karşısında çılgına döndü ve adeta “Yemişim senin gibi Savcıyı” dercesine, Cumhuriyet Savcısını tehdide varan sözlerle yerden yere vurdu, hakaret etti.
-Cumhuriyet Savcısının davet ettiği halde gitmeyen kişi Necmettin Bilal Erdoğan değil de, sizin çocuğunuz olsaydı neler olurdu?
*Binali’nin Bacanağı;
Binali Yıldırım, taa İstanbul Belediyesinden beri Tayyip Erdoğan’ın sağ kolu ve sırdaşıdır. Kendisi yeni dönemin gizli zenginlerindendir. Oğlu da çabuk zengin olan, gemi filosu sahibi bir gençtir.
Bacanağının, Binali’nin Bakanlık Memurlarıyla birlikte yaptıkları rüşvet-avanta pazarlığı ve demet halinde para aldıkları filmi gözlerimizle gördük. Bacanak para aldığı iş adamlarına “iş tamam” diyordu.
Bacanak önceden haber aldığı için, kaçtı. Dört gün yakalanamadı.
Bu arada on dört kişi tutuklandı. Dört gün sonra teslim olan bacanak, dosyaya hâkim olan Mahkeme beklenmeden, nöbetçi mahkemeye çıkarıldı ve serbest bırakıldı.
-Filmini seyrettiğimiz kişi, AKP İzmir Büyükşehir Başkan Adayı ve Başbakan Erdoğan’ın sırdaşı Binali’nin bacanağı değil de, sizin akrabanız veya oğlunuz olsaydı, neler olurdu?
Ekmek-su aş bekleyebilir / Temele taş bekleyebilir,
Devlete baş dahi bekleyebilir / Adalete mutlak uyulmalı ve bekletilmemelidir, demişti şair.
12 yıllık AKP İktidarında yapılan her türlü yıkım onarılabilir, maddi kayıplar
zor da olsa yerine konabilir. Fakat Adalet ve Hukuk Devletinde yapılan yıkımların tamir edilmesi, Türk Milletinin çok uzun zamanını alacaktır.
“Bir Hilal Uğruna Ya Rab, Ne Güneşler Batıyor” deyişinden
“Bir Bilal Uğruna Ya Rab, Adalet Batıyor” noktasına geldik.
“Hem Müslüman, Hem Lâik Olunmaz” diyen Recep Tayyip Erdoğan’a;
“Hem Müslüman, Hem Hırsız Olunur mu?” desek ne yanıt verir dersiniz?
Vah Türkiye’m vah, kimlerin eline kalmışsın!
Bu olaylar benim çocuğumun başına gelseydi, benim çocuğumda aynen Burak-Bilal-Binali gibi korunur, pamuklara sarılır diyorsanız, hiç durmayın, koşa-koşa
AKP’ ye oy vermeye gidin. Yok, benim oğlumu perişan ederler, gençliğini söndürürlerdi, diyorsanız işte size fırsat; AKP’ye ve Kürtçü-Bölücü partilere oy vermeyin, verdirmeyin…
Sağlık ve başarı dileklerimle 14 Ocak 2014
Rifat Serdaroğlu
http://rifatserdaroglu.com/2014/01/14/sizin-cocugunuz-olsaydi/
..

Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?




Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?


Şanlı Bahadır Koç   tarafından yazıldı.


ABD ile görüşmeler ve anlaşma nihayetlenmiş değil tabii ama henüz ABD'den somut olarak ne aldığımızı anlamak kolay değil. Şu anda görünen ABD PYD'den vazgeçmiş veya vazgeçecek gibi değil, bahsedilen bölgeyi ve sivilleri korumak ve Esad'ı vurmakla ilgili herhangi bağlayıcı bir taahhüde girmeyi reddediyor. Adı bir kere telaffuz edildikten sonra ABD’nin artık İncirlik’i de cebe atacağını varsayabiliriz. PYD'nin söz konusu bölgeye girip girmeyeceği bile belli değil. Ayrıca bu bölgede sadece siviller ve muhalifler için havadan ve dışarıdan korumayla istenilen düzeyde bir korunma sağlanabileceği şüpheli. ABD’nin Türkiye'nin istediği grupların buraya hakim olmasını kabul edip etmeyeceği meçhul. PKK-PYD’ye "yine açığa düştünüz, ABD yine sattı sizi” denecek bir şey henüz yok. 
Bu arada anlaşmanın varlığının belli olmasından sonra yerli ve yabancı medyaya çelişkili, muğlak ve havada denebilecek bazı bilgi, değerlendirme ve demeçler yansıdı. Bunların kısmen tarafların pazarlık pozisyonlarını güçlendirmek için sızdırıldığı ve manipüle edildiği düşünülebilirse de, tarafların gerçekten anlaştılar mı, varılan ön mutabakattan farklı şeyler mi anladılar, biri öbürünü ya da bizi kandırıyor mu, yoksa kervan yolda mı dizilecek, bu tam belli olmadı. Bu yazı yayınlandığında resim bir parça daha netleşmiş olabilir ama müzakere sürecinin haftalar ve hatta daha uzun sürmesi de sürpriz olmaz çünkü aslında tarafların pozisyonları, amaçları, öncelikleri ve olayları değerlendirmeleri arasında önemli farklar var. Türkiye’deki koalisyon görüşmeleri, PKK ile yeni çatışma durumu, ABD-İran anlaşmasının geleceği ve IŞİD’in bölgede yaratmaya devam ettiği yıkım da olayların seyrini etkileyebilecek ve araya sürprizler sokuşturabilecek faktörler arasında.
PKK
“Çözüm süreci” denilen şeyin ve çatışmasızlığın PKK’ya ne kadar yaradığı artık herkes için açık olmalıdır. Bunun neden ve şekillerini daha önce yazmıştık. Daha çok demokrasi, açılım, müzakere ve süreç PKK’yı zayıflattı mı, güçlendirdi mi? Efendim? Demek ki, liberal şablonlar, planlar ve teoriler her zaman doğru çıkmıyormuş değil mi? PKK en son 2011’de vurulmuştu. Örgütü böylece kendi haline bırakmanın onun palazlanması, eğitim, siyasi yayılma, alan kontrolünü ele geçirme, meşrulaşarak yabancı ortaklarla bir kısmı gizli bile olmayan ilişkiler geliştirme, sadece kendi seçmeni değil halkın geneli gözünde de imajının kısmen rehabilite etme, ona oy vermenin sadece Batı’daki Kürtler için değil “Nişantaşı ve Cihangir’deki beyaz Türkler” için bile kabul edilebilir bir şey haline gelmesi gibi sonuçları oldu. Bunların çoğu kolaylıkla tahmin edilebilirdi. PKK arada ayrıca kahraman, kadın ve hatta çevre hakları savunucusu oldu. Türkiye'nin, o da şimdi değil ileride, PKK'yla yapabileceği müzakereyi en azından önemli bir süre için çatışmasızlık olmadan yürütebilmesi gerekiyor. “Türkiye PKK'ya ölçülü, orantılı ve kısa cevap vermeli" diyenler ciddi şekilde yanılıyor. NATO’nun da Türkiye’ye orantılı ve sınırlı tepki vermesinin istenmesi anlaşılır gibi değildir. Bir terör örgütüne askeri tepki verirken, eğer sivillere zarar verme de söz konusu değilse, neden ölçülü olunsun ki? Ayrıca örneğin ABD tarihte kendisine yapılan hangi saldırıya sadece orantılı cevap vermiştir? PKK sana tokat attığında senin ona sadece tokatla karşılık vereceğini bilirse ve sen bunu caydırıcılık sanırsan çok -çook!- tokat yersin. Türkiye'nin PKK’ya karşı haklı, gerekli ve ertelenemez nefsi müdafaası güçlü, orantısız, ucu açık olmalı. Bu çatışmada insiyatif bizde olmalı, çatışmanın temposunu –elbette tamamen değil ama büyük ölçüde- biz belirleyebilmeliyiz ve “tırmandırma hakimiyeti” (“escalation dominance)” Türkiye’de olmalı. PKK’nın bu çatışma safhasından ciddi yara, kayıp ve gerilemeyle çıkmaması bizim için yenilgi olur. Büyük ölçüde kendine fazla güvenerek başlattığı bu çatışmadan sonra PKK’nın Türkiye’ye karşı aynı şeyi bir daha aklından bile geçirmemesi gerekiyor. Tabii bunları böyle ifade etmek kolay da nasıl başaracağız bunu? Ve tabii PKK’nın da eli armut toplamıyor. Ayrıca unutmayalım PKK için ne kendi ne ortadaki ve ne de karşıdaki insan hayatının önemi var. Bu “iğrenç” bir şey ama bu tür bir mücadelede belki de önemli bir avantaj da onun için. 
Bu nedenle başlangıçta şunu sormalıyız kendimize, gelecekte, belki de yakın gelecekte yaşanabilecek büyük çaplı askeri ve sivil kayıplara rağmen bu mücadeleyi sürdürmek istiyor muyuz gerçekten? Çünkü eğer işi yarı yolda bırakacak ve tekrar 1. kareye döneceksek o zaman bütün bu insanlar bir hiç için ölmüş olur. Çatışmanın amacının PKK’yı masaya getirmekle sınırlı olması gerektiğini söyleyenler de yanılıyor. Çünkü aslında PKK zaten pazarlıktan kaçıyor sayılmaz. Sorun onun (aslında anlaşılır bir şekilde) Türkiye’nin mücadele etme iradesini kaybettiğini düşünmesinde ve bunu masada kendince kazanımlara tahvil etme isteğinde. Operasyonların amaçları arasında kamu otoritesinin şüphe bırakmayacak derecede tekrar tesis edilmesi gerekiyor. Bu otoritenin hem de göz göre göre kaybolması AKP’nin belki de en büyük hatasıydı. Artık AKP’nin bölgedeki tabanı ve liderleri de bunu açıkça belirtip şikayet ettiklerine göre bu konuda ciddi olduklarını umabiliriz. Bunun dışında PKK’nın askeri olarak ülke dışına çıkarılması da gerekiyor. Türkiye’nin artık PKK ile örgütün silah tehdidinin gölgesi altında taktik düzeyde olanlar hariç esaslı hiçbir müzakereye girmemesi gerekiyor. 
PKK liderlerinin yarına sağ çıkamayabileceklerinden korkmaya başlamaları hem bu ara amaçlara ulaşmak ama hem de makul nihai sonuca varmak için gerekli. PKK verdiği alt düzeyde kayıpların yerini çok zorlanmadan doldurabiliyor. Bölgenin ekonomik, sosyal ve kültürel dokusu bunu daha uzun süre mümkün kılabilir. O nedenle PKK’lı militanları öldürmek tek başına örgütün moral gücünü, amaçlarını, taleplerini ve bunlara ulaşma umudunu azaltmıyor. Terörle mücadele literatüründe liderlerin ortadan kaldırılmasının terör örgütlerinin gücü, devamlılığı, talepleri ve performansına nasıl etki yaptığı konusunda farklı görüşler var. Bize göre PKK liderlerini hedeflemeyen, hatta buna öncelik vermeyen bir mücadelenin sonuç alması çok zor olur. Bayık ve ekibinin kalbine korku salmadan onları makul bir müzakere kıvamına sokmak neredeyse imkânsız. Bunun için de liderleri sürekli takip etmek, onlarla ilgili anlık ve nokta istihbarat üretebilecek durumda olmak gerek. Bu kolay değil ve şimdiye kadar Türkiye’nin bu yeteneği geliştirememiş olması gerçek bir skandal. MİT ve askeri istihbaratın başına getirilecek kişilerden belki de ilk önce PKK liderlerine yönelik istihbaratın geliştirilmesi istenmelidir. Bu sağlandığında da, PKK ile o anda müzakere ediyor bile olsa yüksek değerde hedef tespit edildi mi vurmaktan kaçınmamak gerek. PKK'nın her saldırısı ya da tehlikeli hamlesine misliyle karşılık verebilecek istihbarat, ateşgücü, koordinasyon ve kararlılığa sahip olmamız gerekiyor. Bu arada tabii dağa çıkmanın yaz kampına gitmek olmadığı, gidenlerin beyninin kayaların üstünde yapışıp kalabileceğini düşündürmek de önemli. Ama bölgedeki insanlarda oluşan, “bu savaşı PKK’nın kazanacağı”na dair algının kırılması ise hayati. Sonuçta PKK’nın askeri varlığının sonlandırılması elbette müzakereyle olacak ama bu kesin ve kaçınılmaz bir şey değil. Şunu kabul edelim, Türkiye’nin bu savaşı kaybetmesi özellikle yapageldiği hata ve eksikliklerde ısrar ederse ciddi bir olasılıktır. Bu aşamada Türkiye’nin uzun bir süre müzakereden bahsetmemesi gerekiyor. Müzakere konusunu çok çabuk ve istekle dile getirmek karşı tarafa bizim savaşma irademiz, sabrımız, kayıp vermeye ve acıya dayanıklılığımız konusunda arzu edilmeyen olumsuz sinyaller gönderiyor. Hâlbuki Suriye ve Irak’ta eli dolu olan ve işi tırmandırırsa ABD ile girdiği yeni ilişkiyi riske edecek olan taraf PKK. Türkiye şu anda askeri dikkat ve enerjisini büyük ölçüde PKK’ya odaklayabilir. Elbette IŞİD de var ve Suriye’deki “bölge”yle ilgili olarak gireceğimiz taahhütler de askeri yükler getirecek ama onlar ikincil önemde. Sonuçta PKK için ne kendi ne de bu taraftaki insan kaybının önemi var. O yüzden liderlerin peşinden gidip onlara ölüm korkusu salmak gerekiyor. Yani ceviz ağaçlarının altında yayılıp meyve yerken korkmalı PKK liderleri ki masaya geldiğinde makul olsunlar. Tabii sadece bu değil ve bu da kolay bir şey değil ama gerekli ve mümkün. Liderlere yönelik nokta, vur-kaç komando operasyonları lazım, bunun için de eğitimli, çok çok iyi eğitimli personel, cesaret (çünkü riskli) ve tabii nokta ve anlık istihbarat. Önümüzdeki dönemde MİT’in artık barış istihbaratından önce savaş istihbaratına odaklanması gerekiyor: Hedefler, ilişkiler, toplantılar, şemalar, siyasi ve askeri planlar, adresler, kamplar, eylem hazırlıkları, hücreler, silah sevkiyatları, elektronik haberleşme, para transferleri, düşünme biçimleri ve karar alma mekanizmaları istihbaratı. PKK’nın üst düzey yetkililerine yönelik istihbarata önem verilmesi gerekiyor. IŞİD Türkiye’ye ABD’ye olduğundan daha büyük bir tehdit mi? Evet. Ama PKK da, hem IŞİD’e göre hem de tüm radikal örgütlerinin toplamının ABD’ye olan tehdidinden daha büyük bir tehdit Türkiye için. Bu kadar basit, adeta matematik kadar kesin ve açık bir şeyi anlamak o kadar eğitimli anlı şanlı entelektüel için niye bu kadar zor oluyor? IŞİD bu oyunda sadece karakter oyuncusudur (“tecavüzcü Coşkun”?), tabii engellenmelidir, etkisiz hale getirilmelidir. Ama Türkiye için esas büyük uzun dönemli tehdit o değildir. Ona bakarak ve odaklanarak PKK’yı gözden kaçırmanın açıklaması olamaz.
Bu arada Türkiye’de kurulacak hükümetin bu mücadeleyi kararlılık ve ustalıkla sürdürecek türden olması da çok önemli. Bu nedenle PKK ile mücadeleyi önemseyen partilerin mevcut tercihlerini gözden geçirmeleri gerekebilir. Bu konuda son olarak şunu söyleyelim: Türkiye "iyi  insan" olarak PKK’yı yenemez. Savaşı kazanmak için PKK’ya karşı zalim, şımarık, dengesiz, küstah ve kinci olmalıyız. Bunlar kulağa hoş gelmeyen sıfatlar olabilir ama başarı için gereklidir. PKK’nın başarılı olma umudunu kırmalıyız, ki şu anda bu tarihi olarak en zirve noktalarından birinde, belki de yükseğindedir. Başarılı olmanın ahlaki getirisi bu belki rahatsız edici sıfatların önemini azaltacak ve onları affettirecektir. Zayıflık, yavaşlık, erteleme, kararsızlık, gevşeklik, sabırsızlık, yumuşaklık, unutkanlık, bağışlayıcılık gibi şeyler çatışmanın uzamasına ve çok daha fazla insanın ölmesi veya hayatının mahvolmasına neden olmaktadır.  İşte tam bu nedenle terörle mücadelede teröriste karşı yumuşak olmak sadece teknik değil ahlaki bir kusurdur da. “İyi olmaktansa korkulan ve saygı gören olmalıyız.” Yoksa bu kavgayı ya kaybederiz ya da sonuçlandıramadan çok kayıplar verir ve acı çekeriz.  İlk jest ve şirinlikte hemen yine çözüme dönecekmiş gibi davranmayalım ve dönmeyelim. PKK ile mücadele konusunda HDP dışındaki partilerin aralarındaki tüm husumet, şüphe ve görüş ayrılıklarını bir kenara bırakarak bir araya gelebilmeleri ve temel konularda anlaşabilmeleri gerekiyor. Bunu yapamazlarsa da bu konuda kimin hangi pozisyona sahip olduğunun net bir şekilde ortaya çıkması ve seçmenin de sandıktaki tercihini belirlerken bunu biliyor olması iyi olur. 
HDP
HDP’nin şiddeti desteklememesi, ki bunun doğruluğu bile tartışılır, yeterli mi? Şiddete net, aktif ve istikrarlı bir biçimde karşı çıkması da gerekmiyor mu? HDP’nin “elinde silah yok.” Burada hukuki bir suçlamanın hazırlığı anlamında değil analitik olarak soralım. HDP’nin PKK’dan farklı hangi konuda neyi var, talep, pozisyon, prensip, amaç ve felsefe olarak? HDP, PKK’yı “dinliyor” mu? Kullanıyor mu? En önemlisi onun kurduğu fiziki ve psikolojik baskıyla oy alıyor mu? HDP, PKK’dan bağımsız mı? Farklı mı? Ona yardım ediyor mu? Ondan yardım alıyor mu? HDP’nin hızlı ya da yavaş bir şekilde çözümün içeriği konusunda PKK’dan farklılaştığı iddia edilebilir mi? HDP PKK’yı eleştiriyor mu? Ona silah bırakma çağrısı yapıyor mu? PKK eylemlerini kınıyor mu?  Seçim sürecinde Demirtaş’a şu sorular tekrar tekrar sorulmalı değil miydi? PKK’ya yönelik eleştirileriniz neler? Onlarla direk görüştüğünüzde de bunları söylüyor muydunuz? Hiç PKK’dan emir aldınız mı? Bu arada acaba PKK ile yapılan görüşmelere 1) HDP dışındaki partilerin ortak oluşturdukları talep ve pozisyonlarla çıkılabilse sonuç ne olurdu? Hatta bu görüşmelerde diğer parti temsilcileri de gözlemci olarak katılsa bu teknik ve lojistik olarak imkansız mı olurdu? Görüşmeler bu şekilde yapılsa ve yine sonuç çıkmasa bu “çözümsüzlük” Türk tarafı için çok daha meşru ve silahlı mücadeleye başvurmak daha kolay, erken, güçlü ve etkili olmaz mıydı? Bunlar birçok kulağa masal gibi gelebilir ama bizce daha çok “devlet adamlığı yaratıcılığı eksikliği” olarak görülebilir.
Barzani
Bu arada Barzani kendi otoritesini giderek daha açıktan sarsan PKK’dan tehdit algılama, Ankara’yla kendi açısından hayati enerji ve ticaret ilişkisi, Bağdat ile yaşadığı gerilimlerden bunalma ve hatta İran’ın artan etkisinden duyduğu rahatsızlık gibi nedenlerle son krizde Türkiye’ye destek verdi. Sonuçta PKK’nın davranışlarının savunulamayacak türden olması da bir faktör olabilir. Ama PKK’dan sadece askeri değil artık belki siyasi olarak da çekinen Barzani’nin bazı durumlarda bu tavrını değiştirmesi de şaşırtıcı olmaz. Bir de Barzani’nin içinde yaşadığı iç ve dış sıkışıklıktan tüm açmaz, zorluk ve risklerine rağmen bağımsızlık kartını çekerek çıkmayı denemesi ihtimalini de göz önünde tutmalı. Hatta belki bunun için kafasında bir takvim belirlemiştir de Türkiye’ye açık desteği bununla ilgilidir. Düşük de olsa bu ihtimal gerçekleşirse Türkiye’nin PKK karşısında sözlü destek aldığı Barzani’ye nasıl tepki vereceğini önceden kararlaştırması doğru olabilir. Bu cevabın olumlu olmaması gerekir diye düşünüyoruz ama bu konu belki üzerinde biraz düşünmeyi tartmayı gerektirebilir. 
PYD
ABD’lilerin ikili görüşmelerde PYD-PKK ilişkisi –aslında birliği- konusu açıldığında tam ne dediklerini bilmek ilginç olurdu. Tabii burada konunun ayrıntılı olarak konuşulduğu ve kendileriyle istihbarat bilgilerinin paylaşıldığını varsayıyor ve bunun henüz -hala!- olmadığını düşünmek bile istemiyoruz. Acaba bu toplantılarda bize, “sunduğun kanıtlar yetersiz” mi deniyor,  “eskiden öyleyse bile bunlar artık PKK değil, sen de fazla uzatma” mı? Yoksa iki örgütün aslında aynı şey olduğu kabul ediliyor ama sadece IŞİD’e karşı savaşan başka etkin güç olmadığı için bu durumu kabullenmemiz gerektiği mi? Washington’daki basın toplantıların katılan muhabirlerin sözcüleri bu tür sorularla açması belki enteresan yeni tartışmalar ve gerçeklerin kapısını açabilirdi. ABD’nin kendisinin de bilmemesi mümkün olmayan PYD-PKK birliği konusunda yeterince sıkıştırılmış ve utandırılmış olmamasını Türk devleti ve medyasının ciddi boyutta ortak bir ayıbı ve beceriksizliği olarak görmeliyiz. Konuyu uzatmak istemiyoruz ama örneğin Obama’nın kendisinin bu yönde bir soruya ABD’nin pozisyonunu bizim lehimize az da olsa esnetmeden ve bazı itiraflarda bulunmadan cevap ver(e)meyeceğini zannediyoruz. Tabii burada bununla ilişkili şu başarısızlığı da hatırlayalım: Washington Post gibi gazetelerde ABD’nin üstünü çizdiği radikal Suriyeli grupların sözcüleri bile kolaylıkla dertlerini anlattıkları yazılar yayınlatabilirken (kaçırdıysak lütfen affola) Türkiye’nin resmi temsilcileri ya da Türk uzman ve yazarların Türkiye’nin IŞİD, PKK, PYD, terörle mücadele, Suriye gibi konulardaki pozisyon, iddia, öneri, eleştiri, uyarı ve savunmalarını  içeren tek bir yazı yayınlanmamış olmaları acıklıdır. (Bu arada tam bu yazı yayına hazırlandığı sırada Davutoğlu’nun Washington Post gazetesinde Türkiye’nin terörle mücadele pozisyonunu anlattığı yazısı çıktı, 31 Temmuz 2015). Bu durumun Türkiye’ye duyulan önyargı gibi mazeretlerle açıklanması mümkün değildir. Türkiye PYD konusundaki imaj savaşını şu anda ciddi olarak kaybetmiş durumdadır. Bu konuda dünyanın önyargılı olduğu doğruysa bile bizim de iyi bir performans gösteremediğimiz söylenebilir. PYD’nin Esat karnesi, PKK ile ilişkisi, yaptığı etnik temizlik, tüm şirin ve ultra ilerici görüntüsü altında Barzani’ye yakın Kürtlere bile alan bırakmaması, yaptığı suikastlar ve tehditler yeterince anlatılamadı.      
ABD’ye şunu kameraların önünde açıkça sormalı değil miyiz? Sen şimdi bu PYD’nin PKK olmadığına ve Türkiye’ye karşı hiçbir şekilde şiddete başvurmayacağına “kefil” misin? Değil misin? O halde beni ne hakla engelliyorsun? Tabii burada akla şu soru da geliyor: Türkiye ABD’ye PYD’ye ilişmeyeceğinin sözünü verdi/verecek/vermeli mi gerçekten? Gerçi, PYD’ye, şu aşamada askeri bir harekât yapmanın, 1) bu örgütün dünyada “şirin” bir imaja sahip oluşu, 2) bize şu an için ivedi bir saldırı tehdidi olmayışı, 3) bunun da etkisiyle Türkiye’nin saldırgan ve kavgacı taraf olarak görülme riski, 4) bölgedeki ABD varlığı ve ABD’nin PYD’yi korumak için neler yapabileceğinin açık olmaması, 5) PYD’yi vurmanın Ankara’nın IŞİD’in koruyucusu olduğu yolundaki temelsiz ama yaygın kanıyı daha da güçlendirme ihtimali ve 6) aslında Türkiye’nin de yüzlerce kilometre genişlikte yeni bir cephe açmaya askeri, siyasi ve psikolojik olarak hazır olmaması gibi nedenlerle denenmemesi/ertelenmesi anlaşılabilir. Ama bize göre Türkiye PYD konusunda kendini bağlayıcı bir taahhüde girmemelidir. ABD PYD’ye PKK ve Türkiye ile ilgili olarak ne kadar baskı yapıyor? Ama aslında bir de şu var: PYD’nin şu anda “uslu ve cici” görünmeyi başarabilmesi bizim için iyi bir şey midir? PYD açık verse ve gerçek doğası ve niyetini kussa bizim için daha iyi değil mi? PYD hem ABD desteğini korumak hem de kendine ikinci bir cephe açmamak için şu aşamada PKK dışı görünmeye çalışacak ve Türkiye’ye ilişmeyecektir. Biz de “bu PYD bize saldırmıyor, iyi çocuklar bunlar, özyönetim, kadın askerler” vs diyecek “faydalı olağan aptallar” olacaktır. Eğer bunun geçici ve yanıltıcı bir sessizlik ve huzur olacağına inanıyorsak o halde ne yapmalıyız PYD’nin gerçek yüzünü kusması için?
Türkiye kendisine karşı aktif silahlı eylemlere katılmış PYD üniformalı PKK’lıları isim isim ayrıntısıyla biliyor mu? Türkiye’nin elinde kaç PYD’linin kaydı var? Bu kayıtla ne kadar ayrıntılı? Bu teröristlerin database’i ne kadar özenli tutuluyor, ne kadar güncel, ayrıntılı, kullanışlı ve analitik? Ne kadar sık kullanılıyor? MİT PKK-PYD ilişkisini somut olarak dokümante edemiyorsa ne için var diye sorası geliyor insanın. Kadro, doktrin, amaç, lider, strateji, kumanda sistemindeki benzerlik ve hatta birliği, aradaki haberleşmelere dayanarak kanıtlamak ve ABD’nin ve dünyanın önüne koymak ve bunu gecikmeden yapmak gerekiyor. Gerçi ABD (zaten halihazırda sahip olması gereken bu istihbaratla yüzleştiğinde bile pişkinliğe vurarak, “haklı olabilirsin, ama napalım bu işler böyle, bu arkadaşlara ihtiyacım var, alış bu duruma” diyebilir. Hatta neredeyse kesinlikle böyle diyecektir. PKK-PYD ilişkisi kanıtlanıp ABD önce utandırılıp sonra bunlarla iş tutmaktan vazgeçirilmeye mi çalışılmalı, yoksa bu hiç ya da çok denenmemeli mi? ABD PYD’den vazgeçebilir mi? Vazgeçmeyecekse ilişkileri germeye değer mi? ABD’yi bu konuda zorlamamanın onu PYD’den tamamen vazgeçirmesi değilse bile ona telkinde bulunmaya ve onun davranışlarını sınırlamaya zorlaması ve desteğini sınırlaması gibi faydaları olabilir. Geçen yazıda söylediğimiz gibi bu aşamada ABD’yi -o da bir parça- suçlu hissettirmekten fazla şeyler ummak doğru olmayabilir. 
Bu arada, Türkiye’de bazılarının sandığı gibi, IŞİD’e karşı Türkiye’nin gönülsüz ve sınırlı da olsa desteği PYD’nin sağladığından daha önemli mi gerçekten ABD için? Bundan emin olmayalım. Kaldı ki, artık Türkiye IŞİD’e karşı aktif mücadeleye katıldıktan ve İncirlik’i operasyonlara açtıktan sonra kolay kolay burada geri adım atamaz. Ama ABD dolaylı ve imalı olarak da olsa şunu diyebilir: “PYD yerine seni seçmemi istiyorsan onun ‘yerde’ yaptığını yapabilmen lazım. Yok bunu bana veremiyorsan o zaman kusura bakma ben PYD ile ilişkimi devam ettiririm. En fazla İncirlik karşılığında bunun ölçek ve alanını sınırlayabilirim. O da benle çok sıkı pazarlık yaparsan. Gevşek olursan onu da unut.”
Bir de şu soruyu soralım ki peşin hükümlü olduğumuz, değişime ve umuda tamamen kapalı olduğumuz düşünülmesin:  PYD PKK’dan esasta, kalıcı ve müspet şekilde farklılaşabilir mi? Bu ne olursa mümkün olabilir? Bunu en etkili nasıl talep, teşvik ve tespit edebiliriz? PYD PKK geçmişinden sıyrılabilir ve artık PKK’lı değil gibi düşünüp hareket edebilir mi? Daha ileri gidelim, PKK’nın kendisinin şimdi PYD’nin olduğu iddia edilen türden “cici” bir şekle bürünmesi mümkün olabilir mi? Son hafta içinde yaşanan olayların gösterdiği ise bunun çok düşük ihtimal olmasının yanında zaten PKK’nın kendisi tarafından da istenmediğidir. 
Şu aşamada PYD konusunu kabullenmek ve zamana bırakmak dışında bir yol yok gibi düşünülebilir. PYD rahat mı bırakılmalı? Peki rahat bırakmanın parametreleri ve kuralları ne olacak? Türkiye PYD’ye aşılmasına kesinlikle tahammül göstermeyeceği açık bazı çizgiler çizmeli, hem coğrafi hem aktvite hem de söylem olarak. Bunlar aşıldığında da ABD dahil hiçbir gücün PYD’nin hem de orantısız sertlikte cezalandırılacağını engelleyemeyeceği bilinmeli. PYD konusunda sürekli iddia, talep, uyarı, sınırlama, ceza ve mühlet verme gibi yollarla uyanık, ihtiyatlı, tetikte, aktif  ve talepkar olmak mümkün ve gerekli. PYD’nin Türkiye’ye karşı dokunulmazlığı de fakto, de jure ve hatta zımnen dahi olmamalı. PYD tarafından Türkiye’ye yapılabilecek en ufak saldırının çok sert karşılık bulacağı açık olmalı. PYD’nin ilerleyen askeri kapasitesine yönelik operasyonlar yapılmalı. Hatta bazen sırf Türkiye’nin caydırıcılığını periyodik bakıma almak için ve rakibi çaresiz hissettirmek için kaprisli olunmalı ve “incir çekirdeğini doldurmayacak bahanelerle” kaprisli bir şekilde PYD vurulmalı ve ABD’nin varlığına rağmen burada patronun kim olduğu hatırlatılmalı. Gerçi bu tür önerilerin Türk karar alıcılar tarafından uygulanmayı bırakın anlaşılabileceğinden bile umutlu değiliz. Düşmanı çaresiz bırakma, tüm umutlarını tüketme amaçlı bu tür adımlar kendileri için fazla riskli, anlamsız ve gereksiz bulunacaktır.   

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/amerika-arastirmalari-merkezi/2015/07/31/8261/turkiye-pkk-ve-pydye-ne-yapmali

..