29 Nisan 2015 Çarşamba

Tahrir…Tandoğan, Çağlayan, Gündoğdu




Tahrir…Tandoğan, Çağlayan, Gündoğdu 


 Ali TARTANOĞLU,



caglayan_cumhuriyet
Tahrir…Tandoğan, Çağlayan, Gündoğdu!?!?

“Tahrir”i artık hepimiz öğrendik: Mısır’ın başkenti Kahire’deki “Kurtuluş” Meydanı…
Diğerleri?…

Galiba unuttuyduk. Onlar da bizim Ankara, İstanbul ve İzmir’deki meydanlarımız. Dı…

Tahrir’dekiler kimdi? Halk… Tandoğan-Çağlayan-Gündoğdu’dakiler kimdi? Onlar da “halk”tı.

Ne istemişti Tahrir halkı? Mübarek gitsin, demokrasi gelsin, düzen değişsin… Bizim Tandoğan-Çağlayan-Gündoğdu halkı ne istemişti? AKP gitsin, laik cumhuriyet kalsın…

Tahrir halkının istediği oldu. “Halk ne isterse o olur” dendi. “Yaşasın devrim” dendi. Tahrir’dekilerin yaptığı “kutsal devrim” oldu. Bizim Tandoğan-Çağlayan-Gündoğdu halkı ise “darbeci” oldu. Tandoğan-Çağlayan-Gündoğdu’dan beri Ergenekon cehennemini ateşi sönmüyor.

Tandoğan-Çağlayan-Gündoğdu halkının istediği olursa askerler gelir diye mi korkmuştu bizim demokrasi tarikatı müridleri? E, Tahrir halkının istediği olup Mübarek gidince ne oldu? Askeri konsey yönetime el koydu!…

Tandoğan-Çağlayan-Gündoğdu ahalisi nerede hata yaptı acaba? Bizimkiler yaklaşık birer arayla gerçekleştirilmişti; Tahrir’deki ise 18 gün kesintisiz devam etti. Ondan mıdır ki?

Biz de Tandoğan, Çağlayan ve Gündoğdu’da aynı gün başlayıp AKP gidene kadar devam etseydik, biz de “halk” olur muyduk, yaptığımız da “devrim” olur muydu; cümle alem, yedi düvel de bizi çılgınca alkışlar, “aferim” diye zılgıt çeker miydi acep?

Yahut soruyu başka türlü soralım. Hüsnü Mübarek nerede hata yaptı acaba?

Yok Mübarek’in hatası yok. Gösteriler 18 gün kesintisiz sürdü; birazcık ara vermediler ki adamcağız bir Ergenekon davası başlatsın… Böyle bir ara verilseydi, zaten Recep hemen Mübarek’i arar, Lübnan başbakanına yaptığı gibi gerekli nasihatleri verirdi.

Tahrir’deki halkla, Tandoğan’daki halkın, Mübarek’le Erdoğan’ın farkı ne?

Tahrir’dekilerin siyasal programı, ideolojik alt yapısı, talepleri yokmuş; e Tandoğan’dakilerin pek mi vardı? “Ne şeriat ne darbe”den siyasi program, ideolojik alt yapı mı olur?

Mübarek diktatörmüş… Bizim ki ne peki?!!.. Mübarek 30 yıl içinde giderek demokratlaşmaya bile çalışmış; bizimki tam tersine giderek diktatörleşmiyor mu?..

Sonra Amerika’sı, Avrupa’sı, ne oldu da otuz yıldır kesintisiz destekledikleri Mübarek’i 18 günde satıverdiler?

Daha ilginç bir nokta var. Mübarek’in devrilmesini veya Tahrir devrimini hadi Amerika Avrupa alkışlıyor, hadi onların hınk deyicisi Erdoğan da alkışlıyor; ama İran da alkışlıyor.

Tesadüfün bu kadarı fazla değil mi?, Tahrir ahalisini tam siz de her şeye rağmen kutlayacakken, kendinizden şüphe etmez misiniz? Sormaz mısınız:

“- O zaman Tandoğan ahalisinin günahı ne?..”

Filistin’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı desteklemekte birbiriyle yarışan Erdoğan’la Ahmedinejad’ın Tahrir ahalisini alkışlamasını anlamak belki mümkün. Onlar “halk” denince, “milli irade” denince kendi ülkelerinde kendilerini, Filistin’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı kast ediyorlar. Mısır’da da Müslüman Kardeşler’i kast etmelerinde şaşılacak yan yok.

Peki Batı? Bir yandan “Müslüman Kardeşler bir de halk oyuyla gelirse?…” diye kabuslar görüyorlar. Bu nedenle Tunus’u Tunus ordusuna, Mısır’ı Mısır ordusuna emanet etmekte hiç pervaları yok? Her iki ülkede de Ordu ile İslamcıları karıştır-barıştır yapmaya dünden razılar.

Öte yandan İran’da Ahmedinejad’a karşılar; oysa o da düpedüz seçimle iktidara geldi. İran’da da seçilmiş parlamento var. Ama İran kötü; Ahmedinejad kötü, antidemokrat, diktatör. Mısır’a İran örnek gösterilmiyor.

Mısır’a Türkiye örnek gösteriliyor. Niye? Türkiye’de iktidar seçimle göreve geliyor, seçilmiş bir parlamento var. Ama Erdoğan çok mu demokrat? Erdoğan niye diktatör sayılmıyor? Türkiye’de demokrasi tahribatındaki, tek adamlaşmadaki, tek adam baskısındaki, muhalefeti sindirmedeki hız, kamusal, sivil, özel bütün kurumların, kuruluşların, örgütlerin ve nihayet bireylerin AKP’lileştirilmesindeki hız niye Batı’nın gözüne hiç çarpmıyor? Niye Tunus’ta, Mısır’da Ordu ile İslamcıları karıştır barıştır yapıyorlar da Türkiye’de Ordu’yu İslamcıların şamar oğlanı haline getirtiyorlar? Daha düne kadar Amerika’nın “bizim oğlanları” olan Ordu, şimdi niye tu kaka?

Sorun, bizdeki medeniyet, laiklik, çağdaşlık, ulusal bilinç, ulus olma bilinci, bağımsızlık bilinci, hatta demokrasi katsayısının Mısır’a, Tunus’a göre hayli yüksek olması mı? Bu ülkeler söz konusu olunca laiklik, modernite, medeniyet, akıl, bilim, demokrasi, kalkınmışlık Batı için yok mesabesinde, hatta hiç de istenmeyen şeyler de bu ülkelerin halkları mı yanlış biliyor? Batı’nın bu ülkeler için tek istediği, Batı’ya itiraz etmeyecek, ülkelerinin, halklarının Batı tarafından sömürülmesine, güdülmesine itiraz etmeyecek, hele halklarının bu bilince erişmesine asla izin vermeyecek yönetimler de, halklar mı yanılıyor?Bunları sağlayan yönetimlerin halklarına karşı diledikleri kadar despot, diledikleri kadar diktatör olmaları Batı’nın hiç umurunda değil mi?

Yoksa bizdeki de, Ordu ile İslamcıları karıştır-barıştır tiyatrosu da, biz mi fark edemiyoruz? Yoksa GOP, BOP dedikleri bundan mı ibaret? Demokrasi, insan hakları zikirleri fasa fisodan mı ibaret?

Yani iki yüzlülük…

Hatta belki “binbir surat”lık!

Yahut yüzsüzlük!!!…

Keşke donanmalarıyla, ordularıyla gelselerdi…

Çanakkale’deki gibi!!!…

Ali TARTANOĞLU - 

15 Şubat 2011

..

"BU İŞTE BİR MİT YENİĞİ Mİ VAR?"



BU İŞTE BİR MİT YENİĞİ Mİ VAR




Can Ataklı Star gazetesinde yayınlanan Oyun Bozan köşesine son verdiğinde tarih 15 Kasım 2003'tü.
O gün çıkan yazı; yarısı sansürlenmiş şekilde yayınlandı. Sonuna bize ait olmayan; "Star'daki yaklaşık 2 aylık beraberliğimiz burada bitiyor. Hoşçakalın" ifadesi eklenerek okuyucularımızla iletişimimiz kesilmiş oldu.

"Bu İşte Bir MİT Yeniği Var mı?" başlıklı sansürlenen yazıyı okumak için
 tıklayın


Oyun Bozan köşesi aracılığı ile; ABD Büyükelçisi'nin yaptığı temaslardanFettullah Gülen'in Türkiye'ye dönüş planlarınakadar bir çok deşifrasyonu gerçekleştirdik. (Zaman'a manşet olan Fettullah Gülen röportajları serisi geçen sene yapıldığı halde ancak bu sene yayınlandı. Sebebi; Gülen'in Türkiye'ye dönüş planının deşifre olması idi)

Kandil dağı sosyolojisi üzerine kalem oynatmadığımız, AB'ye karşı "ev ödevlerinden" sözeden yazılara imza atmadığımızdan,; kısacası suya sabuna dokunmadan birilerine zemin hazırlayan yazıları yazmadığımızdan olsa gerek; bu kadar deşifrasyonu bünye kaldıramadı ve köşemiz sansürlendi.
Bizi sansürleyenler çok fazla geçmeden kendileri de ciddi bir sansürle karşı karşıya kaldılar.

Cem Uzan'ı yaklaşan operasyon ve sonuçlarından kurtarabileceğini düşünenler; o günlerde patronları adına harıl harıl görüşme yapmakla meşguldüler. Başbakanlıktan; Ankara'da Sheraton oteline kadar bir çok mekan Cem Uzan ve ekibinin ümit dolu vaatlerle sırtlarının sıvazlandığı sahnelere sahne oldu.
Bandı daha da geriye sardığımızda ise; Fatih Çekirge gibi isimler aracılığı ile, Cem Uzan'a; "Ağustos'ta darbe olacak, parti kur, AKP'ye yüklen" mesajları yollayanları görüyoruz.

Liderler ve çevresindeki danışmanların öneminin en güçlü iki kanıtı bu sürecin sonunda karşı karşıya getirildiler ve Cüneyt Zapsu/Egemen Bağış/Ömer Çelik gibi "veri filtrelerine" sahip Tayyip Erdoğan ile Fatih Çekirge/Can Ataklı/Engin Saydam gibi "veri filtrelerine" sahip Cem Uzan kontrol edemedikleri bir arenaya sürüklendiler.

Gücünü aklı ile dengeleyemeyen Cem Uzan'ın defteri ; görünürde AKP hükümeti, perde arkasında ise, artık "Uzan Operasyonuna" ihtiyacı kalmayan güçler tarafından kapatıldı.

"Oyun Bozan" işte bu süreçte yayından kaldırıldı.

Şimdi yeniden karşınızdayız.

Vatanımıza yönelik tarihin en kapsamlı ve boyutlu saldırılarından biri ile karşı karşıya olduğumuz bu dönemde; Oyunu Bozmak ve yeni bir oyun kurmak zorundayız. 

Oyunu Bozmanın ilk safhası deşifrasyondur fakat deşifrasyon hiç bir zaman; bu ülkenin beyinlerinin yılgınlığa düşmesi ve "elimizden geleni yaptık ama ne yapalım her yerdeler" duygusunu yaratmaya hizmet etmemelidir.
Oyunu Bozarken; yeni ve daha güçlü bir karşı oyun kurmanın dinamiklerini de beraberinde yaratmalı ve önümüzdeki haritayı doğru etüd etmeliyiz; bu harita üzerine kendi güçlerimizi konuşlandırmadan önce.

Sizleri hep beraber bu oyunu bozmaya ve Türkiye için yeni bir karşı oyun kurmaya davet ediyoruz.
Yolumuz açık olsun.

Kıvaç Değirmenli



İŞTE O YAZI ;



      BU İŞTE BİR MİT YENİĞİ VAR MI?
                               (Gülümseyerek Okuyunuz)
                                                          
Kitabının adını duyduğumda gülümsedim : MİT’in Gizli Tarihi

Kapağı böyle olan bir kitabın, arka kapağına da “MİT’İn Artık Gizli Bir Tarafı Kalmamış Tarihi” yazılması gerek diye düşündüm. Ama sonra aklıma geldi : İfşa en güzel gizleme yöntemidir.

Kendisi ile yaptığımız özel sohbetlerde her “komplo” dediğimde müstehzi bir şekilde gülümseyip “gerçek her zaman belirleyicidir” deyip, “komplocu” yaftasını yapıştırmayı seven biri.

Bunu diyen insanın son iki kitabının birinin adının “Entrikalar Savaşı” , diğerinin de “MİT’in Gizli Tarihi” olmasının, kendisinin “komplolara” prim vermez görünen tavrı ile çeliştiğini zannetmeyin.

Gazetecilik hayatının çıraklık ve en idealist döneminde Uğur Mumcu’nun yanında pişen...

En hızlı gazetecilik dönemlerinde çok ciddi dezenformasyona kurban gittiği komploların ortasında kendisini bulan...

Ve artık “olgunlaşmış”, “medya yöneticisi” sınıfına girmiş ve kendi makamına  yönelik komploları yine benzer yöntemlerle savuşturan...

“Gerçekle” “ideal” arasına gerilmiş ip üzerine dizdiği çok dengeli bir üslupla bazen kelimesiz yazılar yazan...

Gözlerindeki ifadeden şık kol düğmelerine kadar tam bir profesyonel.

Yalnız her “olgunlaşmış” idealist gibi bir zaafı var :

Kendisine gençliğindeki heyecanını hatırlatan biri karşısına geldiğinde, sanki reel-politiğin kameraları sürekli izliyormuş ama yine de çırağa bir mesaj vermesi gerekiyormuş gibi vücud dili başka, sözleri ile başka bir şey anlatan tipik bir Türk gazetecisi Tuncay Özkan.

“Reelpolitiğin” köşelediği idealist bir iç çember.

En son kitabını kafamda oluşturduğum bu arkaplan üzerinden okumaya başladım. Kendisi konumundaki insanlar için, en özgür ve geniş alanların satır araları, en dar ve boğucu olanların ise manşetler olduğunun bilincinde olarak.

Ve tabi artık Uğur Mumcu’nun yanındaki “idealist” Tuncay Özkan değil; konuklarıyla sohbet ettiği odasının duvarındaki dünya petrol haritasına bakıp “realite”nin hakkını teslim eden Tuncay Özkan olduğunu unutmadan...

“MİT’in Gizli Tarihi” kitabının, MİT’i anlatırken, biraz daha perdeleme ihtimalini gözardı etmeden.

Kitabı henüz bitirmedim. En azından kendisi ile kitabı üzerine bir sohbet etmeden de analiz etmeyi düşünmüyorum. Sadece aşağıdaki cümle, kitabı bitirdiğimde görüşüm ne olursa olsun ortak bir kaygıyı dile getirmesi açısından önemli .

“Günümüzde hiyerarşik konumu, faaliyeti, denetimi ve mali kaynakları büyüteç altına alınarak incelenebilen gizli servis sayısı son derece azdır. Bu durum çağdaş dünyada demokratik yaşamı tehdit eden en temel sorunlardan birisini oluşturmaktadır.”

MİT üzerine tartışmaların yoğunlaştığı, müsteşarlık savaşının enformasyon/dezenformasyon boyutunda da kızıştığı  bir dönemde Tuncay Özkan’ın kitabı her açıdan incelenmesi gereken bir kitap. Zamanlaması da ilginç! Kendisini bu ülke için çok önemli ve değerli bir kurumu, böyle bir zamanda bu kadar ayrıntılı ele aldığı için kutlamak lazım.


KUTU

MİT TARİHİNDEN İKİ KRİTİK ANEKTOD


Özkan, kitabında MİT’in tarihsel gelişimini bir tarihçi titizliği ile olmasa da, bir gazeteci çeşitliliği ile anektodal bir yaklaşımla Osmanlı’dan bu yana ele almaya çalışıyor.

Kitaptaki iki anektod günümüze ışık tutması açısından önemli

Birincisi Osmanlı’da ilk gizli örgütün kurulduğu Sultan II. Abdülhamit döneminden.

19. yüzyılda parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Osmanlı, saray entrikaları ile çalkalandığı dönemde, gizli teşkilat gereği duymaya başlar.

Osmanlıya gizli örgüt kurmasını kim telkin eder biliyor musunuz?

İngiliz Elçi Startford Canning.

İngiliz Elçisinin telkini üzerine, diğer örgütlerin incelenmesi sonrasında kurulan bu “gizli” örgütün başına kim getirilir peki?

Rus Çariçesinin elmaslarını çalmayı başarması ile ünlü Rum Civinis Efendi.

Büyükelçiliklerin telkini ile kurduğumuz gizli teşkilatların başına hırsız Rumları getirdiğimizi öğrenince; büyükelçiliklere yasa hazırlatan Ankara kadroları daha bir anlam ve tarihi perspektif kazanıyor. Zekanın evrimi tahmin ettiğimizden de uzun sürüyor.

İkinci anektod; kendilerince ülkeyi kurtarmaya soyunan İttihat ve Terakki kadrolarının vatan çapında faaliyet gösterdiği yıllara ait.

İttihat ve Terakki döneminde oluşturulan ilk modern gizli servisimiz olan Teşkilat-ı Mahsusa’ya ait anektod bir öncekine göre çok daha içacıcı.

Teşkilat-ı Mahsusa, İngilizlerin Ortadoğu’da Arap milliyetçiliğini kışkırttığı dönemde Şam ve Beyrut gibi yerlerde Fransız Konsolosluğu ile de yakından ilgilenmekte ve bu konsolosluğa giren çıkanları yakın takip altında tutmaktadır. Bu çalışmalar sırasında Teşkilat-ı Mahsusa’ya yardımcı olan Hasan El-Abed isimli şahıs Fransız gizli servisince tutulan bir katil tarafından yazıhanesinde öldürülür ve katil sıkıştırılınca Fransız Konsolosluğuna sığınır.

Teşkilat’ın başındaki Eşref Bey, Ali Münif Beyi görevlendirir ve teşkilat Fransız Konsolosluğunu basarak, katille birlikte, İstanbul’da Arap milliyetçiliği için mücadele eden gizli bir örgütün varlığını da gösteren belgeleri ele geçirir.

Nereden nereye?

Zamanın Fransız başkonsolosluğunu basacak kadar ülke çıkarları önünde hiç bir engel tanımayan kadrolar nerede....

Yüzünün içine baka baka ülkenin altını oyanlarla işbirliği yapmayı haysiyetlerine yedirebilenler nerede...

Zekanın evrimi yavaş, karakterin çürümesi ise çok hızlı gerçekleşiyor anlaşılan.



KUTU

NATO TATBİKATI ve  KRİTİK SORULAR


İstanbul’da gerçekleştirilen NATO tatbikatında görevli üst düzey bir generalle sohbet etme fırsatım oldu. Bana gururla, Türkiye’nin üstlendiği bu devasa organizasyonun ne kadar başarılı olduğunu; Türkiye’nin birlik içindeki rolünü anlattı.

Haklıydı. Yalnız soramadan edemedim. Kendisine MGK eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç Paşa’nın veda konuşmasında sarfettiği, “NATO İslamı terör hedefine oturtunca içimize sindiremedik” sözünü hatırlattım ve “NATO içinde bu kadar etkili isek, nasıl oluyor da, bu adamlar İslamı hedef haline getirebiliyor?” diye sordum. “Bizim baskımız sonucu, tehdit algılamasını ‘köktendinci İslam’ değil ‘köktendinci hareketler’ olarak değiştirip, sadece İslam’ı hedef alan bir anlayıştan uzaklaştılar” şeklinde cevapladı.

Kendisine, kağıt üzerinde yapılan bu değişikliğin NATO’nun üst düzey isimlerinin demeçlerine pek yansımadığını söyledikten sonra, sonra bir soru daha sordum :

“Pentagon bünyesinde üst düzey bir general katıldığı kilise toplantısında Müslümanları puta tapmakla suçlayan bir demeç verdi. Bizim Genelkurmayımız bünyesinde üst düzey bir general,  camiden çıkışta , Hristiyanlığa bu kadar ağır bir laf etse, NATO ve ABD’den ciddi bir baskı gelir miydi, gelmez miydi?” diye sorduğumda bunun ABD’nin iç sorunu olduğunu ve kendi içlerinde halletmek için harekete geçtiklerini söyledi.


Sohbetimiz daha üst düzey bir generalin ortama girmesi ile yarıda kesilmeseydi paşamızı daha da sıkıştıracaktım ama olmadı. NATO’nun içinde Türk Ordusu’nun rolünün başarılı bir organizatörden, kalabalık ve sadık bir müttefikten çok daha derinleştirilmesi gerektiğini söyleyecektim ama fırsat olmadı. Aynı ismin; daha önceleri yaptığımız bir başka sohbette sorduğum, “Bugün NATO’dan çıksak TSK’nın gücü yüzde kaç azalır?” soruma verdiği cevap aklıma takılı kaldı.



.

İşkence Yaparsan Suç Değil, İşkence Yaptığınla Dost Olursan Suç!





İşkence Yaparsan Suç Değil, İşkence Yaptığınla Dost Olursan Suç!


Ali Tartanoğlu,


Devrimci Karargah diye bir örgüt var mı yok mu? Öyle görünüyor ki bu örgüt polisin uydurduğu, joker olarak kullandığı hayalet bir örgüt. Birisine kafayı taktılar mı yamayıveriyorlar. Tıpkı «Ergenekon Darbe Örgütü»gibi...

Ama «velev ki» var.
«- «Liberal sağ» diye ortaya çıkanların hiç birinin «liberal» olmadıkları bellidir. Aslına bakarsanız Türkiye'de liberal demokrasiyi kurmaya «mevzuat müsait değil'dir. Çünkü Anayasa ve yasalar örnekleri batıda görülen çoğulcu demokrasiye izin vermemektedir. Türkiye'de bugüne dek hiç «liberal sağ» parti olmadı ki bundan sonra olsun!.. Kendilerine cömertçe «liberal» adını takanlar, «liberal demokrasi» yanlısı değiller ki böyle bir kavgaya girsinler... Aynı biçimde, «sosyal demokrat» nitelikli parti kurulmasına da mevzuat müsait değildir. Olmadığı için örnekleri Batı'da görülen bir «sosyal demokrat parti» kurmaya olanak bulunmaz. Gerçi, Türkiye'de sosyal demokrat görüşlü insanlar vardır; vardır ama bunların (kurduk)ları parti sosyal demokrat partilerin Batı'daki örneklerine hiç benzeme(z). Batı'daki sosyal demokrat partiler, işçi sendikaları ile beraber ve bu sendikalarla özdeş örgütsel yapılara sahiptirler. Bizde ise bu tür örgütlenmelere «mevzuat izin vermemektedir.» ... O zaman ... liberal olmayan ve hiçbir zaman olmayacak sağ partilerle, sosyal demokrat olmalarına asla izin verilmeyecek sol partiler arasında bir çeşit geçici ve yapay denge oluşması sağlanacaktır. Böyle bir dengenin ise, toplumun bütün kesimleri için uzlaşma ortamı yaratması olası değildir. Değildir, çünkü liberal olmayan sağ ile, sosyal demokrat olmayan sol, toplumsal birikimleri derinlemesine kucaklayamaz. Kucaklayamayacakları gibi, bir süre sonra liberal olmayan sağ partileri dinsel sağ, sosyal demokrat olmayan, olamayan sosyal demokrat partileri de sosyalist sol etkileyecektir. ... sağ partiler liberal olamadıkları için Batı'daki liberal partilerin işlev ve katkıları da sosyal demokrat partilere düşecektir.» (Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 8 Mayıs 1983)


Adam işkenceci. İşkenceci bir polis. 1 – Bunu kendisi söylüyor; hem de yazıyla, ıslak imzalı. 2 – Mağduruna soruyorlar, «tanır mısın» diye; «Tanırım. İşkencecim olur!..» diyor.

4 – Adam kendisini, «O dönem, işkence devlet politikasıydı, genel uygulamaydı. Hala işkenceci diye anılmaktan hoşnut değilim» diyerek savunuyor.

5 – Adam, sağcı, milliyetçi, muhafazakar; işkence yaptıkları ise solcu. O günlerin deyimiyle söylenirse, adam için işkence yaptıkları«komünist, vatan düşmanı, Rus uşağı» ; ondan işkence görenler içinse adam «Amerikan uşağı faşist!..»

6 – Adam yıllarla birlikte yaşlandıkça olgunlaşıyor, okuyor, kendisini olabildiğince geliştiriyor ve bir gün karşılaştığı mağdurlarından, pişmanlık makamında özür diliyor. Sonra, oturuyorlar bir masaya yiyorlar, içiyorlar; hatıra fotoğraflar bile çekiliyor. Sonra, bu iş giderek dostluğa, arkadaşlığa bile dönüşüyor. 7 – Gel zaman git zaman, adam bir kitap yazıyor; «Küpleri göğe kadar üst üste dizmişler, sonra en alttakini çekmişler; seyreyle gümbürtüyü» misali kıyamet kopuyor. Adamı tutukluyor meslektaşları. (Evet«meslektaşları» .. Hele yargıçlar burada tamamen misafir sanatçı. Malum Silivri Divanı'nın başından beri işleyiş bu.) Niye tutukluyorlar adamı? Vaktiyle işkence yaptığı solcuların, «komünist, vatan düşmanı, Rus uşaklarının» örgütüne yardım ve yataklık yaptığı için!!!.. Devrimci Karargah diye bir örgüt var mı yok mu? Öyle görünüyor ki bu örgüt polisin uydurduğu, joker olarak kullandığı hayalet bir örgüt. Birisine kafayı taktılar mı yamayıveriyorlar. Tıpkı «Ergenekon Darbe Örgütü» gibi...

Ama «velev ki» var.

Adam bu örgüte gerçekten yardım ve yataklık mı yapmış? Polis rüşvet alabilir, başka her türlü suçu da işleyebilir. İnsandır nihayet. İcra ettiği meslek de suçluyla uğraşmak... Olur böyle şeyler. Ama artık «faşist» olmasa bile hala «milliyetçi muhafazakar» olan, hatta gazetelere gönderdiği mektupta «ben cemaate karşı değilim» diyen bir insanın, hele bir polis şefinin solcu örgüte yardım ve yataklık yapması da akıllara ziyan bir iş, bir iddia... Ama velev ki adam o örgüte yardım ve yataklık yaptı... Geldiğimiz nokta öyle bir nokta ki; bunların hiiiiiiiç birinin hiiiiiiiç bir kıymeti harbiyesi yok!... Çünkü... Adam, kendini yetiştirip, olgunlaşıp, durmuş oturmuş bir insanı kamil oluncaya kadar, otuz yıl öncesinden belki yirmi yıl öncesine kadar işkence yapmış. Ama ne o gün ne de bugün, başta kendisini tutuklayanlar olmak üzere bu ülkede bir Allahın sorumlu kulu «hooop Kandıralı sen de dur! Gel bakalım. Sen nasıl işkence yaparsın...» diye sormamış, incelememiş, soruşturmamış, hele hele tutuklamamış... Ama ne zaman, işkence yaptıklarıyla dost olmuş, işte o zaman «gel bakalım; sen bu komünistlere yardım ve yataklık yapıyormuşsun» diye tıkıvermişler kodese!.. (Tabi, işkenceci ile mağdurunun dost olması da çok ilginç; ama bizim konumuzla hiç ilgisi yok.) Elbette, «niye bizi teşhir eden kitap yazdın? Niye bizi bakanlara, başbakana, genel müdüre şikayet ettin» diye tutuklayamazlardı. Elbette «Devrimci Karargah Örgütüne yardım ve yataklık»«suyumu niye bulandırıyorsun» kabilinden, çocukların bile yutmayacağı, insan aklıyla alay eden, kaba saba bir bahanedir sadece. Ama olsun; kullanılıyor ya!.. Bu kadar zekadan yoksun bir bahaneyi üretip kullanmakta hiç pervaları yok ya... Sözün, umudun, güvenin bittiği yer, karanlık bir çaresizlik ve yalnızlık çukurunun ağzı, işte burası!!.. Ben dahil, tutuklanmasındaki akıl dışılık nedeniyle adama destek verenler; Vermeyenler; 30 yıldır bu ülkenin hükümranlık koltuklarından gelip geçmiş cümle siyasi, idari, sivil kodamanlar; Cümle münevveran, feylosof, çok bilmiş, türban yasağını bile «zulüm» sayan insan hakları-cı, fanatik demokrasi-ci taifesi; Hiçbirisi, hiçbirimiz bu noktaya dair tek kelimelere kadir olamıyoruz. Hükümran-hükümdar goygoycuları olamıyor... E hadi anlaşılır.... Çünkü onlar tutuklamadaki akıl dışılığı görecek durumda değil; onlar tutuklamanın ne kadar da isabetli olduğunu izah ve ispat peşindeler cansiperane. Fakat ya ötekiler?.. Yani ille tutuklanacaksa, tutuklamak için de«kitap yazdın bizi şikayet ettin» dışında mutlaka bir bahane gerekiyorsa, bu bahane niye «işkencecilik» değil?!.. Yani niye işkence yaptıydın diye değil de, adeta niye işkence yaptıklarınla dost oluyorsun dercesine bir gerekçeyle tutuklandı bu adam? Tutuklanmaya karşı çıkanlar bile, tutuklamadaki acıtıcı küstahlık karşısında bu konuya değinmeyi, bu noktaya ulaşmayı dahi beceremez hale gelmişiz. İşte bu yüzden «sözün bittiği yer...» burası. Yani artık işkence olağan, işkence artık meşru demektir bu. Bu meşrulaştırmaya bizim de katılmaya mecbur edilmemiz demektir bu. Bu nokta, bu nedenle, aynı zamanda «umutsuzluk»noktasıdır. Şeytan ayrıntıda gizlidir. Medeniyet, cep telefonu, bilgisayar ve saire, yani teknoloji değildir; hiçbir zaman olmamıştır. Saddam'ın Irak'ı da bu açıdan Fransa'dan, İngiltere'den, hatta Amerika'dan çok farklı değildi. Bağdat kentleşme, şehir planlaması açısından mükemmel denilebilecek bir başkentti. En azından Ankara'dan çok daha düzgündü. Orada da herkesin bilgisayarı, cep telefonu vardı. Bunca badireden sonra hala var. Ammaaa ve lakin... Devlet başkanları dahil bütün bunların hükümranı konumunda olanların neredeyse tamamı, bir zamanlar hizmet ettikleri işgalci efendileri tarafından tavuk gibi boğazlandılar, asıldılar. Ülke param parça, halk perişan, sokaklar ölüm pazarı, çöl kan kusuyor. Peki işgalci-efendi Amerika, eğer medeniyet eşittir teknolojisi ise, bunun ana rahmi konumundaki Amerika medeni mi? Onun yardakçısı İngiltere, Avrupa medeni mi? Kendi ülkelerinin içindeki, kendi insanlarına karşı medenilikleri bile tartışmalıdır ya, hele dışarıya karşı, medeni oldukları söylenebilir mi? Sırf kendi petrol, pazar, yatırım, sermaye çıkarları için başkalarına karşı her türlü şenaati, cinayeti mubah saymak, medenilik olabilir mi? Batı'nın meşru sayılan Saddamları, doğunun meşru sayılmayan Saddamlarını, hem de medeniyet adına asar. Oysa yoktur aslında birbirlerinden farkları. Bizim gibi ülkelerin bir takım uyanıkları da Doğu'nun Saddam'ına tükürür, Batı'nın Saddam'ını da, iğrenç bir histeriyle, salya sümük alkışlar. Medeniyet; işkencecilikten yargılayamadığın, yargılamadığın, sorgulamadığın, tutuklamadığın, hatta bunları düşünmek dahi istemediğin adamı, asıl gerekçeyi söyleyemediğin için işkence yaptıklarıyla dost oldu diye, dost olduktan sonra, ama söyleyemediğin asıl gerekçe nedeniyle sorgulayıp tutuklamayı kafanda olağanlaştırıp meşrulaştırmak ve daha kötüsü herkesi buna mecbur etmek, aksini yapamaz derecede felç etmek değildir. Böyle bir düşünce ikliminin oluşturduğu temelin üstüne sağlam bina çıkmak ise mümkün değildir. Olamaz. Kitlelerin mücadeleye niyeti, takati yok. Bakıyor koca koca adamlara, adı büyük Kozanoğlulara... Ya fiilen, fizik olarak yok edilmişler; ya mapusanelerdeler, ya tasfiye edilip köşelerine çekilmeye mecbur edilmişler, ya üç kuruş beş kuruş kazançla hayatın kıyısında tutunmaya, aşağı düşmemeye uğraşıyorlar. Ya da yanaşmışlar hükümdar limanlarına, iyiden iyiye çöpleniyorlar. «Ben kimim ki! Etim ne budum ne! Ateş olsam cürmüm kadar yer yakarım. Ben de çöplenmeme bakayım...»

Artık kömür torbası mı olur, ramazan çadırı mı olur, oğlana kıza küçücük bir iş mi olur, petrol ofis bayiliği mi olur, Allah... düzeltelim; hükümdar ne verdiyse... Bahşişini alıyor, oyunu veriyor, bitiriyor kendince işi. Biat etmek, söylenene inanıvermek, hatta inanıp inanmamayı dahi düşünmeden biat etmek kolay. Hem belki biraz nemalanıyor; hem de en azından kafası yorulmuyor, işsizlik filan biraz geride kalıyor, hele Silivri milivri... Allah düşürmesin... Bana ne Cumhuriyet'ten mumhuriyetten, laiklikten maiklikten. Hükümdar öyle mi istiyor; takarım kızın başına, karının başına türbanı: bitti. Oğlan nasıl olsa askerden geldi. Terör merör de bulaşmaz bana... Hem canım adamlar «Allah» diyor; «Allah» dedikçe gözlerinden yaş geliyor. Öteki zındıklardansa... Yani iktidar sahipleriyle milli irade, karşılıklı ensest halindeler demeyelim hadi ama, düpedüz karşılıklı rüşvetleşiyor. Milli irade oy veriyor, hükümdar bozuntuları milli iradenin gecekondusuna imarlı tapu veriyor. Hükümdar yol geçirip milli iradenin dağ başındaki arsasını kıymetlendiriyor, milli irade de hükümdara oy veriyor. Ha tabi demokrasi canım! Hem de ileri demokrasi!.. Bu, 1950'en beri böyle. Hani Tevfik Fikret«Kanun diye, kanun diye kanun tepeliyorlar...» demiş ya; demokrasi diye, demokrasi diye demokrasi tepeliyoruz. Becerebilenlerin karşılıklı rüşvetleşmesi demokrasi oluyor. Hani yine Fikret üstat demişleyin «Körolası hanede evlad-ü ayal var»ya!... İşte hep birlikte «milli irade» oluyoruz. Allah selamet versin...

Bu manzaranın altında yatandır, işkenceci diye değil işkence yaptığınla neden dost oluyorsun tutuklamasının meşrulaşması. Aşağıdaki temel bu olunca, ne yapsanız boş. Siz de rüşvetleşebiliyor musunuz?... Rüşvetleşemiyorsanız, en çok % 42 ile yetinip duracaksınız. Hepten «berhava» edilmediğinize dua edin. Kılıçdaroğlu rüzgar estirmiş; türbanı da çözecekmiş, terörü de... Af çıkaracakmış... Niye söylüyor bunları Kemal Bey? Hükümdarla rüşvetleşen milli iradeden oy almak için... Tekrar edelim: rüşvetleşebiliyor musunuz rüşvetleşemiyor musunuz? Yani, siz de aynı silahlarla dövüşebilecek misiniz dövüşemeyecek misiniz? Siz de onlar kadar gözü kara, şirret, saldırgan olabilecek misiniz, olamayacak mısınız? Çok büyük olasılıkla bunları yapamazsınız; bu soruların cevabı olumsuz. Gerisi, yani toplaşmak, örgütlenmek, birleşmek, mitingler, yazılar, gazeteler ve saire, artık naif, hatta pek mıymıntı görünüyor. Hele hükümdarın dümen suyunda yumuşakça çözümler üretip, daha doğrusu üretemeyip durmak... «Laiklik»in tehdit altında olduğunu söyleyemezmiş. «Zaman gazetesi» ni her gün dikkatle okuyormuş. Elbette okuyacaksın. Hükümdar bozuntusu da Cumhuriyet okuyordur. Ama hangi işkenceciyi getirirsen getir, bunu ona söyletebilir misin?!.. Hükümdar bozuntusunun dümen suyunda çözüm üretiyormuş görünmekten başka anlamı var mı bunların?!.. CHP 1945'ten, Milli Şef'ten bu yana sürekli, bıkmadan, yorulmadan, inatla sağı taklit etmeye uğraşır. Ama rüşvetleşmeyi de (isabetli olarak) yapmaz. Geriye lafıgüzaf kalır, Kutlu Doğum gününde nutuk atmak kalır, çarşafa rozet kalır, ılımlı laiklik kalır, açılan tekkeler zaviyeler kalır, din dersleri kalır, imam hatipler kalır. Ama CHP de iktidar yüzü göremez... CHP-Milli Şef mekteplere din dersleri koyar, tekkeleri, zaviyeleri yeniden açar, imam okulları açar... İktidara DP gelir. CHP Köy Enstitülerini kapatır, toprak reformunu öldürür, NATO'ya, IMF'ye, Dünya Bankasına başvurur, Amerika ile ilk ikili anlaşmaları imzalar... İktidara DP gelir. Milli Şef, paraların üzerinden Atatürk'ün resmini siler, yerine kendisininkini koyar... İktidara DP gelir. İnönü, «DP'lilere af» der, iktidara AP gelir.

Çünkü CHP, kendisi olamamakta, kendisi olmaktan kaçınmakta; kendisi olursa iktidara gelemeyeceğinden korkmaktadır. Oysa«kendisinden başkası» olmaya kalkınca da gelemez. Çünkü o arazinin tapusu «sağ» ındır; CHP ise bu tapulu araziye gecekondu kurmaya çalışmakta, ona da kimse, en başta da muhterem milli irade izin vermemektedir. Oysa CHP'nin kendi tapulu arazisi var; başkasına ağzının suyunu akıtıp durmanın anlamı da, yararı da yok. «Kaz büyük yumurtlar; ama tavuk, onun kadar büyük yumurtlamaya kalkıp kıçını yırtmaz!..» Kendi kıçının müsaade ettiği kadar yumurtlar. Tavuk bile!.. CHP'den beklenen, kendisi olması. Nedir peki CHP'nin kendisi? Sosyalizm, komünizm mi? Hayır efendim. CHP'nin kendisi, adam gibi «burjuvazi» dir. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet, bir burjuva devrimidir. Amacı feodaliteyi yıkıp burjuva düzenini kurmaktır. Çünkü o günün koşullarında bu bile çok ileri, çok önemli bir adımdır. Ama bu devrim girişimi, Atatürk'ün ömrüyle sınırlı kalmış, ondan sonra gelenlerse ne geriye dönebilmiş, ne de ileriye gitmişlerdir. Ortaya böyle hilkat garibesi bir ucube çıkmıştır: Burjuvazisi, aradan 90 yıl geçmiş olmasına rağmen, akıtılan onca devlet, kamu, bütçe kaynağına rağmen kendisi üretip, kendisi kazanan bir «sınıf değil, hala «devlet bana bütçeden para versin, ben de zengin olayım» diyen, sıkışınca asker darbe yapsın da işçiyi, emekçiyi sustursun diye dua eden bir ülke... Burjuvazisi böyle diyince işçisi işçi, sendikası sendika olamayan bir ülke... Yani sanayileşmiş, gelişmiş sanayisinin gümbür gümbür burjuvazisi olan bir ülke değil... Tarımı öldürüldüğü için çiftçisi de işsiz kalıp şehirlere akın etmiş, gecekonduları doldurup, köylü kalamamış, ama şehirli de olamamış, kentleri görgüsüzleşmiş bir ülke. Yani deve desen deve değil, kuş desen kuş değil, devekuşu hiç değil... AKP (de), öncülleri gibi özünde bir köylü partisidir; din, feodalizmin, tarım toplumunun ideolojisidir çünkü. Burjuvazisi adam gibi burjuvalaşmış bir ülkede din siyasette bu kadar gür öttüremez borusunu; çünkü sermayedarları adam gibi burjuvalaşmış bir ülkenin işçisi de adam gibi proleterleşmiştir. Laiklik, cumhuriyet ve demokrasi ise adam gibi sanayileşmiş, sanayicisi, zengini burjuvalaşmış, işçisi, köylüsü örgütlü, sendikalı, kooperatifli, sendikası, kooperatifi etkisiz, işlevsiz, göstermelik olmayan toplumların, sınıflı toplumların ideolojisidir. 2010 Türkiye'sinde, evet IMF (yani emperyalizm) emirleriyle tarım öldürülmüştür; ama sanayi de, yine IMF emirleriyle hala küvezdedir. İşçi proleterleşemediği gibi, işsiz kalan, üretimden topraktan kopan köylü de feodal de olsa vakarını, ağırbaşlılığını, kişiliğini yitirip şehir varoşlarının serserisi, lümpeni, kapkaççısı, tinercisi olmuştur. Bir başka ifadeyle, Türkiye her şeye rağmen hala sınıfsız, sınıfların bilerek, bilinçli, oya gibi işlenmiş bir program gereği oluşmadığı, oluşmasına izin verilmemiş bir toplumdur. Diğerlerine göre azınlığı oluşturan bir kesim, sınıf olarak değil, ama iyi kötü üretmekte, bir kaynak oluşturmakta, çoğunluğu oluşturan kesim ise bu azınlığın ürettiğinin, bunun yetmediği yerde, ormanıyla, kıyısıyla, toprağıyla, deniziyle, suyuyla doğanın talanıyla yaşamaktadır. Sınıfsız, burjuvazisi, proletaryası oluşmamış, örgütsüz, talana, bahşişe dayalı bir toplumda insan hakları, demokrasinin, öyle, bir anayasa, iki kanun, üç tüzük beş yönetmelik, on kararname ile oluşup gelişeceğini dayatıp durmak da, adamı işkencecilikten değil işkence ettikleriyle dost olmak gerekçesiyle tutuklamak kadar, tutuklamak gibi bir«sözün bittiği nokta» dır. Bu tablodan, işkenceciyi işkencecilikten değil, işkence ettikleriyle dost olmaktan (yardım ve yataklık zaten yok, öyle bir örgüt de yok...) tutuklama noktasına gelmek; gelmek yetmez, bu amansız çelişkiyi göremeyecek, yakalayamayacak, görse bile öteki abukluklardan buna söz sırasının gelmediği bir noktaya gelmek ancak bu tabloda mümkündür. Burjuva adam gibi burjuva, işçi adam gibi işçi, köylü adam gibi köylü, memur adam gibi memur (cemaatin, hükümdarın değil devletin memuru), dinci adam gibi dinci, milliyetçi adam gibi milliyetçi, solcu adam gibi solcu, sağcı adam gibi sağcı, hatta orospu adam gibi orospu, katil adam gibi katil olabilse, bu noktaya gelinmezdi. Sevgili Uğur Mumcu'nun, tam 27 yıl önceki şu sözleri buraya, bakın nasıl cuk oturur:
««Liberal sağ» diye ortaya çıkanların hiç birinin «liberal» olmadıkları bellidir. Aslına bakarsanız Türkiye'de liberal demokrasiyi kurmaya «mevzuat müsait değil'dir. Çünkü Anayasa ve yasalar örnekleri batıda görülen çoğulcu demokrasiye izin vermemektedir. Türkiye'de bugüne dek hiç «liberal sağ» parti olmadı ki bundan sonra olsun!.. Kendilerine cömertçe«liberal» adını takanlar, «liberal demokrasi» yanlısı değiller ki böyle bir kavgaya girsinler... Aynı biçimde, «sosyal demokrat» nitelikli parti kurulmasına da mevzuat müsait değildir. Olmadığı için örnekleri Batı'da görülen bir «sosyal demokrat parti» kurmaya olanak bulunmaz. Gerçi, Türkiye'de sosyal demokrat görüşlü insanlar vardır; vardır ama bunların (kurduk)ları parti sosyal demokrat partilerin Batı'daki örneklerine hiç benzeme(z). Batı'daki sosyal demokrat partiler, işçi sendikaları ile beraber ve bu sendikalarla özdeş örgütsel yapılara sahiptirler. Bizde ise bu tür örgütlenmelere «mevzuat izin vermemektedir.» ... O zaman ... liberal olmayan ve hiçbir zaman olmayacak sağ partilerle, sosyal demokrat olmalarına asla izin verilmeyecek sol partiler arasında bir çeşit geçici ve yapay denge oluşması sağlanacaktır. Böyle bir dengenin ise, toplumun bütün kesimleri için uzlaşma ortamı yaratması olası değildir. Değildir, çünkü liberal olmayan sağ ile, sosyal demokrat olmayan sol, toplumsal birikimleri derinlemesine kucaklayamaz. Kucaklayamayacakları gibi, bir süre sonra liberal olmayan sağ partileri dinsel sağ, sosyal demokrat olmayan, olamayan sosyal demokrat partileri de sosyalist sol etkileyecektir. ... sağ partiler liberal olamadıkları için Batı'daki liberal partilerin işlev ve katkıları da sosyal demokrat partilere düşecektir.» (Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 8 Mayıs 1983)

Adamcağız boşuna öldürülmemiş, değil mi? Hatta, öldürenler açısından, hak etmiş bile. Yav» sen nasıl 23 yıl öncesinden 2010'u görürsün be kardeşim!!.. Yuh!.. 27 yıl önce 1983'te yazdığından hareketle 17 yıl önce 1993'te Uğur Mumcu'yu öldürenlerin, 27 yıl sonrasını bu kadar incelikle, titizlikle nasıl planladıklarını da kabul ve haklarını, zekalarını teslim etmek lazım. Ayrıca, biz yazılarını kuru kuru okumuş belki anlamamış, fark etmemişiz, hala da etmiyoruz, ama adamlar, 27 yıl sonrası için planladıklarını Uğur'un fark ettiğini, arı kovanına çomak soktuğunu taa 17 yıl önce, kendi planlarından hemen sonra fark etmişler ve icabını yapmışlar. Kabul etmek lazım, yiğidin hakkı yiğide... Bir türlü kendisi olamayan, olamamış CHP'li bir Türkiye'yi kontrol etmek mi kolay, kendisinden başka hiçbir şey olmamış Uğur'lu bir Türkiye'yi kontrol etmek mi?!.. Üstelik sadece CHP de değil, hiç kimse kendisi değil. Herkes oynuyor. Herkes olduğundan farklı davranıyor, ya da öyle gösteriliyor, öyle reklam ediliyor. Tiyatro oyuncuları bile çok daha sahih. Bazen oyuncu mu, rol mü yapıyor karıştırıyorum.
Hırsız, oğlancı, katil = Beyefendi... Sayın... Orospu = Hanımefendi... Sayın... Sağcı= demokrat, asker karşıtı, darbe karşıtı Solcu= özelleştirmeci, işçi düşmanı İşçi= cukkacı İşveren= devlet talancısı Sporcu= açıkça pazarlama yapan tüccar Dinci= Amerikancı, Batıcı Milliyetçi= hem Amerikancı, hem çaktırmadan dinci. Amerika, Batı= Müslümancı Devlet= özelleştirmeci, özel sektör tapınıcısı Özel sektör= devletsiz yapamayan

Bütün kavramların, değerlerin içi boşaltılmış, hiçbirinin aslı ortada yok. Üstünü kazıyorsunuz altından başka, onu da kazırsanız daha başka bir şey çıkıyor. Günümüz kapitalizminin, çağdaş kapitalizmin en büyük başarısı bu. Tarihi boyunca hiç bu kadar başarılı olamamıştı. Ordularla, tanklarla, toplarla, öldürerek, kan dökerek, işgal ederek, insanları birbirine kırdırarak, kapitalizmi, faşizmi icat ederek yapamadığını böyle, bütün değerleri alt üst edip, bütün değerlerin içini boşaltarak, değersizleştirerek, hatta hiçleştirerek başardı. Paranın, kapitalizmin tanrısı paranın bile değeri kalmadı. Mevcut ekonomik krizin açıklaması özünde bu. Domates «beş milyon» lira. Değersiz olan domates değil, beş milyon lira. Gazeteci, aydın etiketli adam 25 milyar lira... Burada para, sadece miktar olarak ifade ettiği anlamla değerli. Ama özünde yine değersiz; çünkü bir aydın bu kadar para ediyorsa para da adam da değersiz demektir. Çünkü bu bir «satış»«satılma»«satın alınma» demektir. Oysa aydın, gazeteci, düşünce, inanç (din dahil), alım satım konusu bir ticari meta değildir; eğer meta ise, aydının, gazetecinin, düşüncenin, inancın da, bunları satın alan paranın da değeri kalmamış demektir; bir insanı, işkencecilikten değil, işkence yaptıklarıyla dost olmaktan ancak böyle bir ortamda tutuklayabilirsiniz. Sosyalist filan olmaya gerek yok; adam gibi kapitalistseniz, ince bir burjuva iseniz, «adam» a fiyatı, uşaklığına «evet» çiliğine göre değil, kalitesine göre biçersiniz. Ne kadar iyi evet derse desin, bu evet kalitesiz ise, sadece uşaklıktan kaynaklanıyorsa, adam gibi kapitalistin gözünde fazlaca kıymeti harbiyesi yoktur. Ticari mal, ağzı var dili yok, evet-hayır demesi imkansız ticari mal bile mecburen kalitesine göre fiyatlanır. Elbette ne bir kapitalist, yüzüne karşı «kahrolsun kapitalizm» diyen bir sosyalisti istihdam eder; ne de bütün içtenliğiyle, hayatıyla, düşüncesiyle, eylemiyle «kahrolsun kapitalizm» diyen bir sosyalist kapitalistle iş tutar. Ama ne kadar çok «evet efendim, çok haklısınız» diyorsanız o kadar çok para kazandığınız bir düzen değildir kapitalizm. Çünkü her şeye«evet, haklısınız» diyip dururken, adamın zarar etmesine, ihale kaybetmesine yol açarsanız, kendinizi kapı önünde bulursunuz. Akıllı kapitalist, «efendim, bu yatırım isabetli bir karar değil» diyebilecek adama da iş verir. Kapitalist akıllıdır. Ama «kapitalist»akıllıdır. Devlet kesesinden, yani halkın kesesinden zengin olmak, olma çabası kapitalist olmak değildir. Batı'nın kapitalistleri de elbette devletleri tarafından desteklenmiştir. Ama onların desteği, düpedüz devlet bütçesinden, kendi halkının vergisinden zengin edilmek değildir. Btı devletlerinin, Batı kapitalistine desteği, gidip ordularıyla Afrika'yı, Hindistan'ı, Çin'i işgal edip, kapitalistlerinin oraları sömürmesine olarak sağlamaktır. Türkiye gibi ülkelerde işbirlikçi hükümetler oluşturup, onlar aracılığıyla bu ülkeleri sömürmesini sağlamaktır. Oysa Türkiye'nin, çok muhterem kapitalistleri uğruna ordularını Çinlere, Hindistanlara sömürgeci işgale göndermesi zaten mümkün değil. Türk kapitalisti ancak kendi halkını sömürür. Ama bizim kapitalistimiz onu da beceremiyor. Kapitalist bile denemez, zengin olmak isteyenler, büyük çoğunlukla devletten ihale kapmaktan başka şey düşünmedikleri için, bu anlamda akıllı olmalarına gerek yoktur. Patrona «Evet efendim, haklısınız» diyip, Bakanlık koridorlarında, DPT kulislerinde koşuşturup iş takip edecek adam yeter onlara. Bu adamın fiyatını da, kalitesi değil, devletten koparılmasını devlet koridorlarında koşuşturup iş takip ederek sağladığı ihalenin büyüklüğü belirler. Bütün bunların üstüne rejim tartışması, düzen tartışması yapılmaz; sorunlara çözüm filan üretilmez, bulunmaz. Ya kendin olacaksın... Ya da... Bir dünya savaşı daha çıkacak, bu sefer Amerikan donanması Çanakkale'ye gelecek, yani önce bir bozulacağız adam akıllı, öyle morfinle değil ayıkken kesilecek kolumuz bacağımız; sonra bir düzeleceğiz. Ve göreceğiz bakalım; Ankara sokaklarında Amerikan, İngiliz, Fransız askerleri devriye gezerken, kimler işgal kuvvetleri komutanlıklarının önünde kuyruğa giriyor... Çünkü şu andaki işbirlikçileri, hainleri, benim muhterem milli iradem düşman saymıyor. Canım önünde sonunda bizim oğlanlar, diyip geçiyor. Görelim bakalım hakikaten düşman girerse ne yapar muhterem milli irade... Varsayın ki işgalciler de kömür, bulgur dağıtıyor... Bu da olmazsa zaten.... Belki haritalarda bir «Türkiye» olmaya devam edecektir (Olmaması ihtimali de hiç yabana atılmaz...). Ama o Türkiye, artık bizim Türkiye'miz değildir.

..
..

Amman "AVCI", Vurma "SİMONLARI"






Amman "AVCI", Vurma "SİMONLARI" 




Siyasi çizgisi biraz Büyük Birlik Partisi, biraz Ahmet Hakan izlenimi veriyor. AKP'ye, RTE'ye, genel politikalarına hiç itirazı yok; sadece «cemaat, kendi yetkilerini gasp ederken, niye seslerini çıkarmadıklarına»  kızıyor. Uzun süre solu, solcuları yok edilmesi gereken devlet düşmanları, vatan hainleri olarak görmüş, mesleğini de bu yönde icra etmiş. Ama zamanla, düşünebilen sağda, veya Dündar Kılıç türü mafyozik unsurlarda görüldüğü gibi saygı, hatta hayranlık duymaya başlamış. «İnandıkları dava için ölümü göze alıp mücadele ettikleri için... Banka soyup beş kuruşuna dokunmadan götürüp örgüte verdikleri için...»
«Ben yazar değilim» diyor. Gerçekten hemen hiç edebiyat yapmamış. Ama basit, sade bir Türkçesi, düzgün bir anlatımı var. Daha da sonra kısmen haklı bir değerlendirme daha yapmış: «Onlarınki inandıkları davaya bağlılıktan ziyade örgüt disiplini...»

Gayretli, çalışkan, işine düşkün. Hatta bu anlamda asosyal. Buna paralel olarak, hem Polis kolejinden, hem Akademisinden karşılarındaki örgütler ve örgüt mensupları hakkında en küçük bir bilgiye dahi sahip olmadan son derece yetersiz yetiştiklerini, karşılarındaki militanların ise fevkalade bilgili, dünyayı, olayları, Türkiye'yi çok iyi tahlil edip sonuç çıkarabilen ve buna göre karar verip harekete geçen insanlar olduklarını, buna karşılık kendi bilgi yetersizliklerinin, mahcubiyet kaynağı olmasının çok ötesinde, yaptıkları işe de yansıyıp yanlışlıklara yol açtığını görünce, kendini yetiştirmeye çalışmış. Okumuş, bir polisten beklenmeyecek derecede, hatta anlaşılan pek çok sivilden de fazla okumuş. Sonradan Hukuk Fakültesini (Ankara) bitirmiş. Mesleği icabı yurdun hemen her yerinde bulunmuş, birçok operasyona, sorguya katılmış, birçoğunu bizzat yönetmiş; çok insan tanımış. Türkiye'nin dışını da tanımış, hayli iyi biliyor. Kafasını çalıştırıp analiz yapmaya çalışmış. Karşısındaki örgüt militanlarının bilgi ve sentez yeteneklerine hayran olmuş. Polis olarak onların düşünce sistemlerini, ideolojilerini çok iyi bilmek gerektiğine kesinlikle inanıyor, ama sol literatüre dair, sınıfsal tahlile, siyasi tarihe, sosyolojiye, uluslararası ilişkilere dair çok az şey biliyor. Dolayısıyla aklıyla zekasıyla gelebildiği noktanın ötesinde, toplumsal gelişmeleri, olayları tahlili, gelip ana akım liberal, ikinci cumhuriyetçi televizyon nutuklarının ötesine geçemiyor. Bu noktada biraz çaresiz. Avrupa Birliğini idolleştiriyor, demokrasiyi kültleştiriyor, dinleştiriyor. Vaktiyle solculara karşı son derece katı olmuş sağcı bir polisin 60'na yaklaşırken, demokrat olması şaşırtıcı. Belki de değil. 12 Eylül 1980 felaketinden, hele Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra ne dünyada ne Türkiye'de «sol» kalmadığı için rahatlayan Amerika ve Avrupa emperyalistlerinden başlamak üzere, Muhsin Yazıcıoğlu'ndan Hasan Celal Güzel'e, hatta Darbe elebaşısı Evren'den MİT müsteşarlarına kadar Türkiye'de de pek muhkem demokratlaşma örnekleri görmedik mi?!.. Dünün ne kadar komünizmle mücadelecisi varsa, bugün şeriat ve Kürtçülük denince göz yaşartacak kadar demokrat kesilmedi mi!.. Dürüst. Bir zamanlar mensubu olduğu, hatta hala sempati duyduğu bir yapıyı, kendisini de taciz etmeye başlamaları, sürgün şeklinde zarar vermenin ötesine geçecekleri endişesinden kaynaklansa da, eleştirmekten çekinmemiş. Hatta genel olarak sağcı düşüncenin bütününü eleştiriyor. «Milliyeti, vatanı, hatta dini bile yanlış yorumladık, bugünkü sorunların temel sorumlusu biziz» diyecek kadar... Elbette, sınıf bilinci ve bilgisi olmadığı için «kapitalizm» den, kapitalizmin her şeyi, bu arada dini de ürünleştirmesinden, metalaştırmasından, paraya tahvilinden söz etmesini beklemek mümkün değil. «Cemaat kendisine dokunmasaydı, kendisini de kuşatmasaydı, kapalı devre eleştirilerin ötesinde böyle bir kitap yazmazdı» denebilir. Kitabı bu kuşatmaya karşı bir savunma mekanizması olarak yazdığı söylenebilir. Geçmişin MİT Raporu hadiselerinde yaşandığı ve istihbarat camiasında, siyasiler arasında sık sık görüldüğü gibi, bir taraf adına bir başka tarafa çeşitli mesajları, uyarıları olarak değerlendirilebilir. Gerçekten kitaptaki Ahmet Hakan havasına dikkat çekici. Ama 2001 Nobel İktisat Ödülü sahibi, Colombia Üniversitesi hocası, Başkan Clinton'ın ekonomi baş danışmanı, Dünya Bankası eski Başkan Yardımcısı Joseph Stiglitz'i hatırlamak da mümkün, hatta bu hatırlama daha önemli. Stiglitz bir solcu, bir Marksist değil. Bir kapitalist iktisatçı. Dünyada kapitalist ekonominin başarısını istememesi düşünülemez. Ama özellikle kürselleşme döneminde, Sovyetlerin-sosyalizmin zemin kaybetmesinden de yararlanarak azgınlaşan, bir başka türlü ve daha vahşi bir şekilde emperyalistleşen kapitalizme, onun IMF, Dünya Bankası gibi koçbaşlarına, bunların işleyişine sert, radikal eleştirileriyle tanınıyor. ABD'nin eski ve ünlü Dışişleri Bakanı ve bir tarikat gibi algılayıp önemsediği kapitalizmin müridi olduğu rahatça söylenebilecek Henry Kissinger de Fransız Le monde gazetesinde(!) 2000'lerin başında yayınlanan bir yazısında, bu kadar kuralsız, kontrolsüz, acımasız gidişine bakıp «kapitalizmi kaybediyoruz, ayağımızın altından kayıp gidiyor» diyor, ve bundan yine kapitalizmin kendisini sorumlu tutuyordu; çünkü artık sorumlu tutacak bir «komünizm» kalmadı artık. Hanefi Avcı için de aynı şeyler söz konusu. Yapılanların haksızlığı, hukuksuzluğu karşısında sızlayan vicdanına, Türkiye'de belki samimiyetle hakim olmasını istediği bir dünya görüşünün bu kadar büyük hatalarla silinip gitmesini istememeyi ekliyor.

BİRİNCİ BÖLÜM: DEVLET
Özellikle Devlet başlıklı birinci bölümde, biraz teorik yetersizlikten, biraz yeterince önemsememekten, biraz demokrasiyi bir tapınç, bir kült haline getiren ana akım televizyon nutuklarının fazlaca etkisinde kalmaktan kaynaklanan tutarsızlıklar görülüyor. 1 - Örneğin, PKK sorununun çözümüne Suriye'nin «İhvan-ı Müslimin» sorununun çözümünde izlediği yolu örnek gösteriyor. İhvan-ı Müslimin bir dönem, Hafız Esat döneminde devlete, özellikle askeri tesisleri hedef alarak tabir caizse kök söktürmektedir. Devlet de örgüte karşı son derece serttir. Ama bu sertlikle sorunu çözemeyince zaman içinde yumuşamış, af çıkarmış, yurt dışındaki militanların ülkeye dönmesine izin vermiş, iş vermiş, maaşa bağlamış, sonunda örgüt bütün etkisini, hatta varlığını kaybetmiştir. Böyle anlatıyor Hanefi Avcı ve açıkça olmasa da Türkiye'nin de PKK'ya karşı benzer bir politika izleyebileceğini ileri sürmüyor. İhvan-ı Müslimin, Mısırdaki Müslüman Kardeşler Örgütü'nün Suriye uzantısıdır aslında. İhvan-ı Müslimin, sözlük anlamıyla Müslüman Kardeşler demektir. Şeriatçı bir örgüttür. İstediği tek şey devlet yönetiminde, toplum hayatında şeriat hükümlerinin geçerli olmasıdır. Bunun dışında baştan ayağa Arap'tır. Hatta Suriye'lidir. Yani; bağımsızlık, buna bağlı ve zorunlu olarak toprak talepleri, bayrak talepleri, ayrı meclis, ayrı eğitim, okul, dil vb. talepleri yoktur. Dolayısıyla biri diğerine örnek olamayacak son derece farklı iki durum söz konusudur. Ama kutsallaştırılmış, tapınçlaştırılmış, hatta «dinselleştirilmiş televizyojenik demokrasi nutuklarının fazlaca etkisi altındaki, eski katı devletçi-milliyetçi yeni demokrat polis şefi Hanefi Avcı da mealen

«Suriye bile demokrasiyle, affederek, hoş görerek terör sorununu çözüyor» »

demeye getirmektedir.

2 – Hanefi Avcı, terörün demokratik yaklaşımla durdurulabileceği savını, hem de birden fazla yerde, döne döne Abdullah Öcalan'ın özerklik, federalizm, hele bağımsızlık gibi bir talebinin artık bulunmadığını ileri sürerek savunmaktadır. Çok tuhaf... Avcı bu konuda saf ve bilgisiz olamaz. Muhtemelen pek de ustalıklı olmayan, inceliksiz, özensiz bir psikolojik harekat yapıyor. Halbuki bu işin uzmanı: çok daha incelikli yapabilirdi. Çünkü elimizdeki kitabı 2010 Ağustos'unda yayınlanan Hanefi Avcı, her nedense bu tezinde 1999 yılında takılıp kalmıştır. Öcalan'ın bu siyasi taleplerinden vazgeçtiğini, sadece kültürel taleplerle yetineceğini, o tarihte mahkemede yargılanırken söylediğini belirtmekte ve buna kesin olarak inanmış görünmektedir Avcı. Aradan neredeyse on iki yıl geçmek üzeredir; köprülerin altından çok sular akmıştır; Öcalan, 2010'un Mayıs'ında hapishaneden «bu sorunu bir tek kendisinin çözebilecek idiğini, PKK kuvvetlerini BM'nin veya NATO'nun hatta Türk ordusunun görüp denetleyebileceği bir yerde toplayabilecek güce bir tek kendisinin sahip olduğunu, oysa kendisini kimsenin muhatap almadığını, bu nedenle artık devreden çıkıp PKK ile devleti baş başa bıraktığını, bundan sonra KCK'nın da demokratik özerklikten, federasyondan söz edebileceğini» ilan etmiş; Murat Karayılan hemen ardından altını çize çize özerklikten, federasyondan, bağımsızlıktan, Diyarbakır belediye başkanı ay yıldızlı bayrağın yanında sarı-kırmızı-yeşil bayrağın ne güzel duracağından söz etmiştir. Bunlar, Hanefi Avcı'nın da gözünün, değilse kulağının önünde cereyan eden hadiselerdir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz aylarda, hatta günlerde olanları, söylenenleri bir yana bırakıp, sadece 1999'da kalmış söylemleri her nedense esas alarak, ısrarla bir takım kültürel, hatta siyasi hakların demokratik biçimde tanınmasının yeterli olacağını savunması, anlaşılması güç bir tavırdır. Yığınakta yapılan hata muharebede devam eder. Yanlış bir önermeden hareket edince, domino taşı örneği hatanın devamı kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü Avcı, açıkça, hatta AKP'den de fazla, demokrasicilik, açılımcılık noktasından hareket etmekte; hatta bu konuda, Recep Bey ve şürekasının açıkça söyleme cesaretini bir türlü bulamadıkları hususları, onlara «hay Allah razı olsun...» dedirtecek açıklıkta söyleyivermektedir. 3 – Avcı, Kürtçülerin, dil özgürlüğünün vb.nin tanınması talebini Balkanlardaki, Yugoslavya (o zamanki), Bulgaristan ve Yunanistan'daki Türklerin durumuyla açıklamakta; «Biz oradaki Türklerin hakları için nasıl çırpınıyoruz. Ama kendi ülkemizde Kürtler söz konusu olunca tüylerimiz diken diken oluyor» demeye getirmektedir.

Sonra, tam okuyucunun aklından «ama oradaki Türkler, Balkan savaşlarından veya sosyalist yönetimlerin kurulduğu 1945'ten bu yana asla silaha sarılmamışlardı» itirazı geçerken, o da kendi tutarsızlığını hissedip «evet oradaki Türkler hiç silaha sarılmadı» demekte, ama «ancak...» diye bunun nedenini açıklarken «oradaki baskı, direniş için yeterliydi, ama silaha sarılmayı gerektirmeyecek kadardı» diye, deyim yerindeyse «özrü kabahatinden büyük» bir cevher takdim etmektedir okuyucuya.

Yunanistan'daki Türklerin hala birçok sorunları olduğunu, bu tezin sahibi olarak istemeyerek de olsa kabul eden Avcı «ama Avrupa Birliği sayesinde Yunanistan da hatalarını düzeltecektir» şeklinde kraldan da kralcı olup, adeta Yunanistan adına Yunanistan'ın yapmadığı bir savunma geliştirmektedir. Hoş!.. Avrupa Birliği, Avcı'ya göre Türkiye için de her derde deva bir hacet türbesidir. Asıl objeler hiçbir gayret göstermese de, sadece bu türbenin kapısına bir parça çaput bağlamak yeterlidir. Oysa tıpkı Türkiye gibi, Yunanistan için de Avrupa Birliği, en azından Trakya Türkleri söz konusu olduğunda, tam bir dış zorlama unsurudur; yoksa içselleştirilmiş bir irade söz konusu değildir. Avrupa Birliği uğruna, hatırına Türkiye'de de çok yasa çıkarılmış, çok şey yapılmıştır; ama Türkiye eskisinden ne daha müreffehtir, ne daha moderndir, ne daha demokrat, ne de daha medenidir. Hanefi Avcı, kendisinin bile son derece ürktüğü ve tehlikeli, sakıncalı bulduğu, ilkel, arkaik Cemaati, demokrasinin, modernitenin, Avrupalılığın, Avrupa Birliğinin neresine yerleştirmektedir? Veya Cemaatin, Avrupa Birliği uğruna on beş gün de on beş yasanın çıkarıldığı, Öcalan hatırına idam cezasının kaldırıldığı, yani demokrasi adına çok şeyin yapıldığı, Avrupa Birliği yiyip Avrupa Birliği içtiğimiz, şöyle veya böyle müzakere sürdürdüğümüz bir dönemde «devlet içinde devlet» haline gelmesini nasıl açıklayacaktır? Avrupa Birliği'nde, kendi deyimiyle «devlet içinde devlet» cemaatler mi varmış?!.. Öte yandan, «silaha sarılmayı gerektirecek kadar baskı», «silaha sarılmayı gerektirmeyecek kadar baskı» nın ölçüsü nedir? Ne kadar baskı olursa silaha sarılınır, ne kadar olursa sarılınmaz? Bunun, suyun deniz seviyesinde 100 derecede kaynaması gibi deneysel, bilimsel ve evrensel bir ölçüsü mü vardır? Yoksa, bu ölçüyü kim koyacaktır, koymaktadır? Hanefi Avcı mı? Sol'un «somut şartların somut tahlili» şeklinde bir söylemi, bir kuralı vardı. Burada da ölçü, kural veya ölçüsüzlük ya da kuralsızlık, zamana, ülkeye, koşullara göre değişecektir, değişir. Her ülkeye, her döneme, her koşula uygulanabilecek şablonlar, sosyal bilimlerde genellikle yoktur. Sosyal bilimlerin laboratuarı hayattır, tarihtir bilgidir. Ama Hanefi Avcı, tezini savunmak adına mantığı bırakıp tutarsızlığı göze almanın da ötesinde, Jivkov Bulgaristan'ı veya Yunanistan yönetiminin bile yapmayacağı savunmayı onlar adına yapmaktadır farkında olmadan ve sadece demokrat olmak adına. Bu ve benzeri, demokratlık saplantısından kaynaklının mantık, rasyonalite müsriflikleri bir yana Hanefi Avcı'nın tespitleri veya tıp diliyle teşhisleri doğrudur, ikna edicidir. Özellikle emniyet teşkilatı üzerinden devlet kadrolarının, teşkilatının yetersizliği, hatta kendi deyimle «kof» luğu konusundaki tespit ve değerlendirmeleri ikna edicidir. Ama bu demokrasi dindarlığı nedeniyle, tedavileri için aynı şeyi söylemek pek kolay görünmemektedir. Demokrasi mantıksızlık, tutarsızlık, irrasyonalite değildir. Tam tersine kendisinin de ısrarla üzerinde durduğu akıl ve akılcılıktır, bilimdir, kendisinin kullanmadığı deyimle aydınlanmacılıktır. Ayrıca, Avcı'nın da içinde bulunduğu ve cansiperane çalıştığı cephe, solun güçlü olduğu dönemde solun taleplerine kulak vermek bir yana, Amerika'sı Avrupa'sı dahil bütün güçleriyle buldozer gibi solun, sendikaların, işçinin üzerine giderken duymak bile istemedikleri demokrasiyi, Sovyetleriyle, Türkiye'siyle, Avrupa'sıyla, Afrika'sıyla, Çin'iyle, sendikasıyla, partisiyle solu, sosyalizmi tasfiye ettikten sonra nasıl oluyorsa birden bire baş tacı etmekte, hatta bir din derecesinde kutsamakta, Musevilik, Hıristiyanlık, Müslümanlıktan sonra Demokrasi adı altında adeta yeni bir din yaratmaktadırlar; Cemaat ve benzeri, PKK ve benzeri her türlü çarpıklığı, akıl dışılığı Demokrasi manzumesinin içine sokup dinlerin tartışılmazlığından hareketle tartışılmaz hale, demokrasiyi, diktatörlüğü savunan bir silah haline getirmektedirler, getirmişlerdir. 4 – Hanefi Avcı, Cumhuriyet Mitinglerini eleştirmektedir; anayasada değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek hükümlerin bulunmasına, esasen bu «teklif dahi edememe» mantığına ciddi biçimde itiraz etmektedir. Bu itirazını ise, tıpkı Recep Tayip Erdoğan gibi veya tıpkı onun zihniyetindekiler gibi «millet isterse değişir» mantığıyla yapmaktadır. Demokrasiyi, her şeye milletin karar vermesi olarak görmektedir. «Millet neyi ne kadar istiyorsa o kadar» demektedir. Kast ettiği de herhalde Meclis'tir. Hanefi Avcı, muhalefetin adeta yok sayıldığı, Meclis'in iktidar partisi çoğunluğu bile değil, adeta başbakan kişiliğinde 550 = 1 şeklinde matematiğin bile alt üst olduğu bir yer haline geldiğinin, bunun da çoğulculuk değil, faşizmi bile meşrulaştıran çoğunlukçuluk olduğunun farkında değildir sanki. Tıpkı Recep Tayip Erdoğan ve aynı zihniyettekiler gibi, Cumhuriyet Mitinglerine katılan milyonların Hanefi Avcı için de, «milleti» in bir parçası olmak bir yana, hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığı, o mitinglere katılmanın da demokrasinin bir tezahürü olarak görülmediği izlenimi edinilmektedir kitaptan. Üstelik Avcı bunu, fanatik, dindar bir şekilde demokrasiyi savunmakla aynı anda yapmaktadır. Böylece ortaya, şeriat ve bölücülük için «yaşasın demokrasi», bu iki akıma karşı olanlar içinse «kahrolsun demokrasi» gibi; veya şeraiti ve bölücülüğü savunmak demokratlık, buna karşı çıkmak ise faşistlik, darbeciliktir gibi, Hegel'in, ayakları havada başının üstünde dikilen insana benzettiği ve ancak Marx tarafından ayaklarının üstüne oturtulan diyalektiğini akla getiren tuhaf, çarpık bir manzara çıkmaktadır. Ordu karşı çıkarsa darbedir, anladık; yargı karşı çıkarsa, o da jüristokrasi oldu, e hadi onu da anladık; peki ben, % 42 karşı çıkarsa ne olacak? Ben de Türkiye İslam Cumhuriyeti istemiyorum Hanefi Bey!!!... Oyladık, % 58 de «olsun» dedi. N'olacak şimdi?!.. Demokrasi bu kadar mutlak ise, mutlakiyetçilik ise isyanlar, iç savaşlar, dış savaşlar niye çıkar!!??.. «Eğer problemin ne olduğu konusunda toplumda konsensüs yoksa orada demokrasinin de yapabileceği hiçbir şey yoktur.»

Burada problem, demokrasinin ne olduğu. Demokrasi sadece «oy» mudur? Bir öneriyi yüzde 51 kabul etmişse, % 49'un canı cehenneme, demek midir demokrasi? Demokrasi bu ise, Hanefi Avcı, referandum yapıp % 58 oy mu aldı da sakin sakin, doğal doğal PKK ile uzlaşmayı, Öcalan'ı muhatap almaktan başka çare olmadığını savunmakta?..AKP de kuvvetle muhtemeldir ki böyle düşünüyor, bunun için hazır; ama % 36'ya, % 47'ye rağmen, onca dış ve iç desteğe rağmen yapamadı; şimdi bir de % 58 var, yapacak mı, yapabilecek mi? Demokrasiyi «oy» dan ibaret görüyor Avcı. Peki kendisinin de o kadar savunduğu akıl, akılcılık, bilim, bilgi ne olacak? Feodal ortaçağ Avrupa'sında evlenen genç kızların ilk geceyi kocalarıyla değil, derebeyiyle geçirmeleri gibi bir kural varmış. Şimdi teorik olarak böyle bir imkan günümüz demokrasilerinde yeterli çoğunluğa sahip iktidar partileri için de söz konusu. Böyle bir kanun çıkarsa ne yapacağız? Avcı'nın «İnsaf artık... Olmaz öyle şey. Akıl var mantık var...» dediğini, siz de duyuyorsunuz, değil mi?!!!... Yaaaaa!!!!... Bilerek absürd bir örnek verdik. Demokrasi eşittir oy, derseniz buraya kadar gelirsiniz, anlamında... Öte yandan her sistemin, her yapının kendisini bir şekilde koruduğu da yoktur Avcı'nın kitabında. Sanki kendisi yıllarca bir sistemi düşmanlarına karşı koruyan bir mesleği yapmamış gibi... Polisin, askerin, hukukun her devlette görevi, «müesses nizamı», kurulu düzeni korumaktır. Kendisinin bir polis olarak 32 yıl boyunca mücadele ettiği örgütlerin felsefi açıklaması ise, en basit ifadeyle «müesses nizama» karşı olanlardır. Meslek hayatının çok önemli bir kısmını sıkı bir «sağcı» devletçi, milliyetçi olarak müesses nizamı korumakla geçiren Avcı'nın, koruduğu nizamın adının özünde kapitalizm, koruduğu kesimin sınıfsal adının sermaye olduğunu bilmesi, bilse bile kitabını böyle yazması elbette beklenemez. «At binicisine göre kişner» atasözümüzü bilmemesi mümkün olmayan Avcı'nın, Türkiye söz konusuysa, 1950'den itibaren, hatta dürüst olmak gerekirse 1938'den itibaren «at» ın sahibinin sermaye, devleti yöneten siyasi kadroların da bu atın jokeyi, suvarisi, binicisi olduğunu kabul etmesi de beklenmez. Ama müesses nizamı, sadece bekası uğruna mücadelenin bir ideal haline getirildiği düşsel bir devlet kavramı olarak kabul etsek bile, bu devlet, değilse bu devletin milletinin önemli bir kısmı bir şeyi, bir ideolojiyi, bir davranışı tehlikeli bulabilir. Buna karşı çıkabilir, bunu protesto edebilir. Anayasada, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelerin bulunmasını bu nedenle isteyebilir. Öyle anlaşılmaktadır ki, Hanefi Avcı, AKP'yi demokrasinin ta kendisi sayanlardandır; AKP'nin sermaye hakimiyeti hariç mevcut müesses nizamın yerine kendi müesses nizamını koymaya, mevcut müesses nizamın ise kendini korumaya çalıştığını görmemekte; ama AKP tarafından yönetilmek istemeyenleri, hadi demokrasi karşıtı olarak görmese bile yanlış ve gereksiz bir davranış içinde saymaktadır. Çoğunluğun ülkeyi yönetmek hakkı varsa, azınlık da olsalar birilerinin de buna karşı çıkmak hakkı vardır; Avcı bunu yer yer kısmen kabul etse de, bunları hükümeti devirmeye teşebbüs edenler olarak görmese de, değil mi ki azınlıkta kalmaktadırlar, pek «millet» olarak görmek, hele milli iradeden saymak eğiliminde de değildir. Tersine bu mitingleri ve katılanları, Ergenekon davası sanıklarının hükümeti devirmek için örgütledikleri şeklindeki İddianame mantığını benimser görünmektedir. Çoğunlukçu anlayış, bu zihniyetin tipik özelliğidir; bu zihniyet demokrasiye ancak bu kadar yaklaşabilmektedir. Avcı, İran'daki rejimin de kendisini laikliğe karşı, Amerika'daki kapitalizmin de kendisini sosyalizme karşı, Sovyetler Birliği'nin de kendisini kapitalizme karşı koruduğunu bilmez midir, bilir de bilmezden mi gelmiştir, anlaşılamamaktadır. 5 – Avcı PKK konusunda, «PKK, Öcalan demektir» diyerek Öcalan'la görüşülmesi gerektiğini ve bunun masa örtüsü olarak da demokratik açılımı savunmaktadır. Bu, 80'lerden bu yana zaten yaşanan bir durumdur. Bugünkü müzakere tartışmaları, Habur tartışmaları AKP'nin beceriksizliğinden kaynaklanmaktadır. AKP, her işi olduğu gibi bunu da öyle eline yüzüne bulaştırmıştır ki, kendi elini kolunu yine kendisi bağlamakta, meydan kürsülerinde «benim görüştüğümü ispatlayamazsan şerefsizsin» diye sokak ağzıyla yeminler etmek zorunda kalmaktadır. Halbuki PKK veya Öcalan'la daha önceki temasları da başbakanlar bizzat kurmamıştı; Öcalan'ı Kenya'dan bizzat Ecevit yakalayıp getirmemişti. Avcı da bunu bilir, söylemek istediği de bu değildir elbette. Avcının bilip de söylemediği bir başka şey, Öcalan'la veya PKK'la 30 yıldır el altından müzakereler sürmesine, hatta Öcalan-MİT ilişkisi iddialarına, 30 yıldır sağlanıp duran, ama hiçbir işe yaramayıp «taviz» e dönüşen haklara rağmen terörün durmadığıdır. Ayrıca Ergenekon davası, PKK'ya karşı mücadele eden ne kadar subay varsa tutuklayarak, dava açarak, AKP'nin elbette yine güvenlik ve istihbarat bürokratları aracılığıyla yapacağı girişimler konusunda yine elini kolunu bağlamaktadır. Yarın bir başka Ergenekon da, AKP'nin İmralı'ya, Kandil'e gönderdiği müsteşarlarını tutuklayabilir. Ama Avcı bu «malumu ilan» ı, yine anlaşılması hiç mümkün olmayacak şekilde, Öcalan'ın 12 yıl önce 1999'daki mahkeme ifadelerine, federasyon, özerklik, bağımsızlık istemediği tezine dayandırmaktadır. Öcalan ve adamlarının son üç dört ay içinde söyledikleri ortadayken Avcı'nın bu ısrarı, bildiği başka şeyler mi var sorusunu akla getirmektedir. Gerçekten, Avcı, aynı şeyleri söylüyor görünseler bile Öcalan'ı diğerlerinden ayırıyor, Öcalan'ın «ben çekilirsem diğerleri böyle konuşur ve bunu yapar» demek istediğini, yoksa Öcalan'ın federasyon, özerklik, bağımsızlık konusundaki olumsuz görüşlerinin 1999'dan bu yana değişmediğini, Öcalan'ın bu taleplere hala olumsuz baktığını kast ediyor olabilir. Avcının düşündüğü, hatta istediği gibi, Öcalan'ı serbest bırakarak onu rahatlatabiliriz, o da PKK'yı gerçekten susturarak, terörü belki tamamen durdurarak bizi rahatlatabilir. Ama KCK'lar, BDP'ler ne olacak? Bu iş bu kadar kolay olacak idiyse neden bunca yıl bunca insanın ölmesine yol açtınız diye soracak şehit annelerine kim hesap verecek? Her şey hallolsa bile bu soru daha uzun süre iktidarları çok rahatsız edecektir. Ayrıca Avcı'ya göre, ABD, hatta Yunanistan dahil bütün yabancı güçler PKK'yı değil Türkiye'yi destekliyormuş. Niye? ABD PKK'ya beş on tane bilmem ne füzesi verseymiş her şey değişebilirmiş, oysa vermemiş. Buradaki zorlama çok fazla sırıtıyor. Biz Kandili bombalayacağımız veya kaçan teröristi kovalayacağımız zaman, kendi illegal ve haksız işgali altındaki o topraklar için «aaa olmaz ama. Burası egemen, bağımsız bir ülke...» derken, PKK, hem de bizim yarıya ucuz verdiğimi elektrikle aydınlatılmış çadırında, mağarasında uyuyup, yemeğini yiyip, televizyonunu seyredip, bilgisayarıyla oynayıp, telefonunu şarj ettikten sonra kalkıp sakin sakin benim karakoluma, köyüme, kasabama saldırırken Türkiye'nin egemenliğini, toprak bütünlüğünü, sınır güvenliğini hiç hatırlamayan Amerika değil sanki. Ya da Avcı bunları bilmiyor...

İKİNCİ BÖLÜM: CEMAAT
Avcı'nın bu tutarsızlıkları bu bölümde de devam etmektedir. Bunlardan en çarpıcı, en hazin olanını şöyle özetleyebiliriz. Cemaatin gücünün ulaştığı boyutu, bunun tehlikesini anlayan, hisseden hatta bilen başkaları da vardı kuşkusuz. Ama bunu hiç kimsenin Hanefi Avcı kadar iyi, güzel, etkileyici biçimde en azından bu güne kadar anlatmadığını kabul etmek bir hakşinaslıktır. Yani tespitleri yine mükemmeldir. Ama Avcı, bu mükemmellik içindeyken öyle bir tutarsızlığa düşmektedir ki, bu defa o kendisine başka hiç kimsenin yapamayacağı kadar büyük haksızlık yapmış olmaktadır. Avcı cemaatle ilgili inandırıcı tespitleri-teşhisleri çok güzel yaptıktan sonra tedavi aşamasına gelince, yine malum demokrasi dindarlığıyla yine absürtleşmekte ve demektedir ki, «Ordu içinde cuntalar var olduğu sürece cemaat de var olacaktır ve bu varlığı, cuntaların varlığı yüzünden mevcut ve müstakbel hiçbir hükümet ortadan kaldıramayacaktır. Onun için ordunun da Avrupa ülkelerindeki demokratik boyuta çekilmesi gerekir.»

Öyleyse Avcı, bu tedavi önerisinin ardından «Emniyet içinde cunta mı vardı da, cemaat en rahat, en güzel, en güçlü, ama en vahim biçimde Emniyet teşkilatında örgütlendi; buradan diğer kurumlara rahatça yayıldı» sorusunun, «her rejim, her sistem, her kurum kendisini tehditlere, tahriplere karşı korur. Ordu da bugüne kadar, YAŞ kararlarındaki ihraçlarla kendisini korumaya çalışmıştır, ama siz buna yine o fanatik demokrasi dindarlığıyla karşı çıkmıştınız. Hiç değilse geldiğiniz, kitap yazarak feryat etme noktasında, hala «keşke biz de kendimizi biraz korusaydık da bu noktaya, genel müdür yardımcılarımızın, daire başkanlarımızın, şube müdürlerimizin yalan ve iftiralara dayalı komplolarla görevlerinden alınmalarına ve hatta onur kırıcı bir biçimde özgürlüklerinden olup hapislerde sürünmelerine yol açmasaydık» demiyor musunuz» sorusunun muhatabıdır. Ve Avcı bütün bu tutarsızlıkları yaparken, aynı zamanda sanki İslamcı devlet anlayışının «dar-ül harp» mantığını, dar-ül harpte yani İslam, İslamlaştırma adına yapılan bir cihad savaşıyla, gaza ile ele geçirilmiş bir kafir, bir gayrı Müslim diyarında, «ilk anda, sistem tamamen İslamlaştırılana kadar sadece savaş ve ganimet hukuku geçerlidir. O ülkenin canı da malı da helaldir. Orada İslamiyet'in günah, helal, haram sevap kavramları ve bu kavramlara dayalı hukuku geçerli değildir. Türkiye ise, cihadcı İslam devlet anlayışı açısından bir dar-ül harptir» mantığını, sanki bilmemektedir; cemaatin başta polis teşkilatı olmak üzere devlet ve ülke içindeki, çok iyi bildiği uygulamalarının bu mantığın bire bir tezahürü olduğunu, bir başka ifadeyle cemaatin AKP'yi de kullanarak (veya karşılıklı birbirinden yararlanarak) ülkede, yeni ele geçirilmiş bir küffar ülkesindeymiş gibi, veya daha açığı Irak'taki Amerika gibi davrandığını sanki görmemekte, anlamamakta, bilmemektedir ve çok şaşırmış, bu şaşkınlıkla infiale uğramış görünmektedir. Bütün bildiklerini yazmasa da, olanı biteni kamuoyunun bilmesi gerektiği kadarıyla ama bütün açıklığıyla anlatan Avcı, cemaatin gözü karalığı Emniyet teşkilatı içinde en önemli kadrolarda bulunanlara, hele saydığı sevdiği insanlara, hele hele kendisine kadar uzanmasaydı bu kitabı yazar mıydı sorusu baki kalmak kaydiyle, tamamen yazdıklarından hareketle, kanaatimizce tipik bir Stiglitz veya Kissinger olarak şunu söylemeye çalışmaktadır: «Ey cemaat! Size vaktiyle haksızlık yapılmış olabilir (Herhalde cumhuriyetin kuruluş yıllarını, 28 Şubat'ı vb. kast ediyor). Bu nedenle bir intikam duygusu içinde olabilirsiniz. Ayrıca ben, temsil ettiğiniz zihniyetin Türkiye'de hakim güç olmasından da hoşnut olurdum. Ama bunu öyle «Zücaciye dükkanına fil girer gibi» bizlere kadar uzanacak bir pervasızlıkla yapmaya kalkıyorsunuz ki, gelecekteki tam hakimiyet olasılığınız çok ciddi bir biçimde tehlikeye girmektedir. Üstelik, gelecekte ülkenin hakimi olmak bir yana, kendinizi de, hükümeti de tehlikeye atıyorsunuz.»

Çünkü Avcı cemaatin gerçekleştirdiği dinleme, görüntüleme, bunlara dayalı suçlamalar, davalar, mahkumiyetler veya görevden almalardan hareketle «bu dinlemeler şimdilik sadece Cemaat muhaliflerine karşıdır. Ama kesinlikle bununla sınırlı değildir. Her düzeyde asker sivil bürokrat, siyasiler, hatta bakanlar bile dinleniyor olabilir» demektedir.

Hatta mevcut bakanları bile uyarmaktadır. Gerçekten, Avcı'nın kitapta verdiği bilgiye göre Cemaatin izledikleri arasında Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdür Yardımcısı bile vardır!!!.. Bu zat, partizanlığın böylesine acımasız boyutlara ulaştığı böyle bir dönemde bu ihtimal çok zayıf görünse de, sadece laik, Kemalist olduğu, Cemaat ve/veya AKP muhalifi olduğu için de izleniyor olabilir. Ama hele seçim sonuçlarına elektronik hilelerin karıştığı, bilgisayar programlarının 12 Eylül 2010 referandumunda % 53 EVET çıkacak şekilde şimdiden ayarlandığı iddialarının yüksek sesle dile getirildiği bir dönemde görev de, yani Nüfus ve Vatandaşlık Genel Müdür Yardımcılığı de çok anlamlıdır. Bu noktadan bakınca Cemaat polisinin izleyip dinledikleri arasına ilçe seçim kurulu başkanlarından (ki yargıçtırlar) Yüksek Seçim Kurulu başkanına (ki yüksek yargıçtır) TÜİK başkanı ve üst yetkililerine kadar pek çok kişiyi dahil etmek mümkündür. Tespitleri Cemaatin canını acıtacak, en azından sıkacak kadar açık, kesin, deyim yerindeyse bodoslama hücum edercesine yapan, belgeler sunan, en önemlisi tanıklıklarını aktaran Avcı, üst paragraftaki uyarı söylemini, sadece biraz denge sağlamak adına geliştirmiş olabilir; ama geliştirmiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, Hanefi Avcı'nın, Cemil Çiçek söylemiyle tamamen ve sadece kanaatlerini ifade ettiği, belge göstermediği iddiasına katılmak mümkün değildir. Yeterince göstermiştir. Ama daha önemlisi, Hanefi Avcı, 32 yıl boyunca mesleğin, teşkilatın her kademesinde, boyutunda görev yapmış, tam anlamıyla bir görgü tanığıdır. Kimsenin görmediği, bilmediği, PKK itirafçısı (veya değil) gizli tanıkların ifadeleriyle, imzasız ihbar mektuplarıyla, gizli çekilmiş özel hayat görüntüleriyle, yasa dışı dinlenen telefon kayıtlarıyla yüzlerce kişinin özgürlüklerinin yok edildiği, ocağının söndürüldüğü, intiharlara sürüklendiği koskoca bir Ergenekon Davası kuranların, Hanefi Avcı'dan belge beklemeleri, vaktiyle Selim Edes adlı bir iş adamının, rüşvet aldığını iddia ettiği banka genel müdürü Engin Civan'ın «ispat et» saçmalığına verdiği «rüşvetin belgesi mi olur p...k» karşılığını hatırlatmaktadır. Kaldı ki, yinelemek gerekir, Cemaatin sadece Emniyet teşkilatında değil, çok genel olarak bir «devlet içinde devlet» kurduklarının yeterince ikna edici kanıtı vardır kitapta. Madem yok diyorlar, yok diyenlerin yokluğu veya kitaptaki belgelerin sahih olmadığını ispat etmeleri gerekir. İspat külfeti iddia sahibine aittir. Yine de, Avcı cesurdur, ama bir kahraman değildir; buna ihtiyacı yoktur. Cemaatle ilgili bölüm açısından bir «insider» dır; içeriden biridir; kitabında dengeleri çok iyi korumuştur; yaptığı, en çok sevilen bir dostun bazı ağır, vahim hataları dolayısıyla «dost acı söyler» kabilinden uyarılmasıdır. Birinci bölüm ve genel olarak bizim gibi pek, hele Avcı kadar «demokrat» olmayanlar içinse, yazıp söyledikleri çok önemli ölçüde malumun ilanıdır. Bu «malum» daki tehlikenin ağırlığının, boyutunun, ciddiyetinin, vahametinin daha çıplak olarak görülüp anlaşılmasında büyük bir katkı sağlamıştır. Çünkü o bir «insider» dır, görgü tanığıdır. Bunun dışında Mehmet Altan'dan, Mehmet Barlas'tan ve benzerlerinden duyup okuduklarımızdan farklı, yeni bir şey yoktur. Yinelemek gerekir, kitabın bir başka önemi de, bu çevrelerin, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de solu tasfiye ettikten, hatta bir kısım sağı bile tafsile ettikten sonra, Türkiye'yi sadece kan-can deposu bir geçiş ve savunma üssü olarak gören Amerikancı milliyetçiliğin yerini, Türkiyeci yurtseverlik alınca birden, hem de bölücülere karşı bile demokrat kesilivermelerini bir laboratuar sadeliği ve adeta bilimselliği içinde bir kere daha sergilemesidir. Şimdi popüler olan Türkeş, Kıbrıs çıkarmasına, haşhaş ekimi yasağının kaldırılmasına «Amerika'dan izinsiz nasıl yaparsınız!..» diye köpürüyordu. Bahçeli ise hiç değilse «emperyalizm» diyebiliyor, «Bush'la ruh ikizi olmaktansa Baykal'la ruh ikizi olmayı tercih ederim» diyor. Yeterince açık değil mi!

Ali TARTANOĞLU - 20.09.2010 - Heddam

..