15 Şubat 2015 Pazar

Müstakbel-Türkten Sözde Vatandaşa: Cumhuriyet ve Kürtler







Müstakbel-Türkten Sözde Vatandaşa: Cumhuriyet ve Kürtler 




Doç. Dr. Mesut Yeğen 
23 Mayıs 2009 


Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nde yapılan konuşma metni, araştırmacıların kişisel kullanımları için web sayfamıza konulmaktadır. Bu konuşma metinleri, ticari amaçlarla çoğaltılıp dağıtılamaz veya Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nin izni olmaksızın başka kurumlara ait web sitelerinde veya veritabanlarında yer alamaz. 

İki soruya cevap vermeye çalışacağım. Bunlardan biri, neden bir Kürt meselemizin var olduğu; ikincisi ise mensubu olduğumuz Cumhuriyet’in bu meseleyi nasıl algıladığı, bu meseleyle nasıl baş etmeye çalıştığı. 

İlk sorunun cevabı belli: Nasıl olmasın ki? Böylesi bir geçmişe ve böylesi bir nüfus kompozisyonuna sahip olup, üstüne üstlük de böylesi bir dünyada yaşayıp da Kürt meselemizin olmaması için ancak mucize gerekirdi. Şunu demek istiyorum: Osmanlı’nın mirasçısı olup 1877-1924 arasında yaşanmış olanları yaşadığımız için; nüfusumuzun aşağı yukarı yüzde onuna denk düşen ve dil ve toprak birliğine sahip olup da, hiçbir surette tanıma lütfunda bulunmadığımız ulusal bir topluluğumuz var olduğu için; ve dünya, insan haysiyetinin giderek daha önem kazandığı bir yer olduğu için bir Kürt meselemiz var. Kaldı 
ki, Türkiye bu türden bir meseleyle ilk kez uğraşmıyor. Türkiye, bir ulus-devlet olarak örgütlenmeye koyulduğu zamanlardan beridir, ekalliyetler meselesi, Şark meselesi, Güneydoğu sorunu gibi adlar altında bu türden meselelerle uğraşıyor, başka pek çok ulus-devlet gibi. Malum, dünyanın pek çok yerinde siyasi topluluklar bu türden sorunlarla uğraşıyor. Etno-politik meselelerle yüzleşmek, cebelleşmek, ulus-devletler çağında istisna değil, kural. 

Etno-politik meselelerin mevcudiyeti “evrensel” olmakla birlikte, meseleyle 
cebelleşmenin, bu türden meseleleri “halletmenin” evrensel bir biçimi yok. Modern siyasetin bu türden meselelerle mesaisi çokça enstrüman üretmiş durumda: Arındırma, mübadele, tehcir, ayrımcılık, tenkil, asimilasyon, grup hakları vermek, özerklik, federasyon, konfederasyon, ayrılma bu türden enstrümanların en bilinenleri. Bu enstrümanların hangisinin hangi durumda “işlevsel” olabildiğini, “meseleyi çözdüğünü” gösteren bir kural da yok. 

Aslında, bu kuralsızlık durumuna vâkıf olabilmek için Türkiye’nin yakın tarihine 
bakmak kâfi. Türkiye’nin son yüzyılı, bu enstrümanların pek çoğuna birden müracaat edildiğini gösteriyor. Türkiye’de etno-politik meselelerin “hallinde”, arındırma, mübadele, tehcir, ayrımcılık, tenkil, asimilasyon, grup haklarının tanınması ya da ayrılma enstrümanlarının hepsi kullanıldı. 

Türkiye’nin siyasi birliğine kastettiğine hükmedilen durumlarda öncelikle köktenci etnik homojenleştirme enstrümanları devreye girdi. “Ermeni meselesi”nde tehcir, “Rum meselesi”nde mübadele öncelikli enstrüman olarak kullanıldı. “Arap meselesi” ise ayrılmayla hallolundu. Ancak, “kesin çözüme” ulaşılamadığından, bu meselelerin “halli” ikincil enstrümanlara müracaatı mecbur kıldı. Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından Türkiye sınırları içinde kalan az sayıda Ermeni, Rum ve Yahudi yurttaş, şüphesiz uluslararası zorlamaya (Lozan) bağlı olarak, anadilinde eğitim görme, yayın yapma ve serbest ibadet gibi grup 
haklarıyla donandı. [“Cumhuriyet grup tanımaz” fikrinin yanlışlığı şu: Cumhuriyet grup tanıyor, ancak dış baskıyla; yurttaşına hakkı dış baskıyla veriyor.] Ne var ki, ulusal-kültürel homojenleştirmenin görece dışında kalabilmek ayrıcalığıyla donanmış olmanın bir maliyeti de oldu: Gayrimüslim yurttaşlar sıklıkla ayrımcılıkla baş başa kaldı. Arap yurttaşlara düşen ise, homojenleştirmenin bir başka biçimi, asimilasyon oldu. 

Ülkenin siyasi birliğine kastedilmediğine hükmedilen durumlarda ise öncelikle 
asimilasyon gibi “mutedil” homojenleştirme teknikleri, zaman zaman da tenkil devreye girdi. Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan Anadolu’ya göç etmek zorunda kalan Müslüman gruplar asimilasyon üzerinden Türklüğe davet edildi; Anadolu’nun yerleşik Müslüman kavimlerinden Kürtler de öyle. Ne var ki, Kürtlerin durumunda kullanılan tek enstrüman asimilasyon olmadı. Onlar zaman zaman “tedip ve tenkil” de edildi. 

Etnopolitik meselelerin halli için uygun enstrümanın seçilmesi işinde aslolanın 
“kuralsızlık” olduğunu gösteren Türkiye tecrübesi bir başka şeyi daha gösteriyor: Kullanılan benzer enstrümanlar asimetrik sonuçlar verebildiği gibi, farklı enstrümanlar benzer sonuçlar üretebiliyor. 

Örneğin, asimilasyon siyaseti, Müslüman grupların sebep olması muhtemel bir etno-politik sıkıntıyı nerede tümüyle bertaraf etmiş görünürken, Kürtlerin durumunda aynı netice alınamadı. Kürtlerden gayrı Müslüman grupların neredeyse tamamı Türkleşmeye rıza göstermişken, mühim sayıda Kürt, Türklük dairesinin dışında kaldı. Aslında, aynı durum bir başına Kürtlerin durumunda dahi söz konusu oldu. Türkleşmeye direnen çok sayıda Kürde karşı, epey Kürt de Türkleşti. 

Keza, etno-politik meselelerin hallinde kullanılan farklı enstrümanların benzer netice ürettiği de ortada. Mübadele, tehcir ve asimilasyon gibi farklı araçların kullanımı, kimi durumlarda bir ve aynı sonucu üretmiş görünmektedir: Bu araçların her biri etnik homojenleşmenin gerçekleştirilmesinde işlevsel olmuş, neticede bu araçlar vasıtasıyla “meşgul olunan” toplulukların sebep olması muhtemel sorunların hallinde “epeyce başarılı” olunmuştur. Bu asimetrik araçların istihdam edilmiş olmasına bağlı olaraktır ki, bugün Türkiye’de Çerkez, Boşnak, Yahudi, Rum ya da Ermeni “meselelerinin” hiçbiri “Cumhuriyet’in geleceğini ipotek altına alabilecek hacimde” değildir. 

Neticede, modern devletlerin hemen hepsini bir biçimde uğraştıran etno-politik 
meselelerle Türkiye de neredeyse yüz yıldır uğraşıyor; hem de çokça çeşitli araçları kullanarak. Yüz yıldır süren uğraşın ardından oluşan bugünkü resim şunu gösteriyor: Türkiye, geride kalan yüz senenin ardından, etno-politik meselelerini Cumhuriyet’in geleceğini “tehdit edebilecek” kudretten mahrum bırakmayı becermiştir. Bunun anlamı şu: Meskûn olduğumuz mekân ve mensup olduğumuz cemaat, memleketin gayrimüslim sakinlerini “göndermek”, Türk olmayan Müslüman sakinlerini de Türkleştirmek vasıtasıyla ulusallaştırılmış olup, bu durum cemaatin kalan mensuplarına da benimsetilmiştir. Başka bir deyişle, selefleriyle beraber Cumhuriyet, mensuplarını, Türklerden ve Türkleşmişlerden 
oluşan bir siyasi topluluk fikrine razı etmiş gibidir. Kürtler hariç! Geride kalan yüzyıl gösteriyor ki, yurttaşların büyük çoğunluğu, kendilerine yakıştırılan ulusal-çerçeveye razı olmuşken, Kürtler, daha doğrusu Kürtlerin mühim bir kısmı bu ulusal çerçeveye razı değil. Kürtler, geride kalan yüzyılda olduğu gibi önümüzdeki birkaç onyıl daha Cumhuriyet’i meşgul edecek görünüyor. 

Şimdi, bu istisnai durumun, memleketin Türk olmayan mensuplarının büyük kısmının “razı edildiği” ulusal çerçeveye Kürtlerin razı edilememesinin, başka bir deyişle Kürt meselesinin ya da Kürtlerin bu “cüretinin” elbette makul bir açıklaması olmalı. 

Kanaatim o ki, bu istisnai hale yol açan ilk sebep şu: Kürtler bugün yaşadıkları 
yerlerin kadim sakinlerinden. Bugün yaşadıkları yerlere hatırlanabilir bir “eski” ya da yeni zamanda gerçekleşmiş bir göç durumuyla gelmiş değiller. Mühim sayıda Kürdün Türkleşmeye, başka bir deyişle, kendilerine sunulan ulusal çerçeveye itiraz edebilme cüretini göstermesinin ilk sebebi bu. Kürtlerin, göç vasıtasıyla yeni bir vatan edinen toplulukların çoklukla gösterdiği asimilasyona yatkın olma eğilimini paylaşmayıp, kendilerine sunulan ulusal çerçeveye itiraz edebilmesinin ardında, yaşadıkları toprakların kadim sakinleri olmalarından kaynaklanan güçlü bir bizlik duygusuna sahip olmaları yatıyor. 

Kürtlerin Osmanlı siyasi birliğine, bu siyasi birliğin merkeziyle yaptıkları bir 
uzlaşmayla dahil olmuş olması ve bu uzlaşma neticesinde edinilen “ayrıcalıklara” bağlı olarak Osmanlı merkeziyle uzunca bir müddet “gevşek bir ilişki” yaşamışlıkları da bu cüreti beslemiş olmalı. Kürtler yüz yıldır kendilerine sunulan ulusal-politik çerçeveden başka bir politik çerçeve içerisinde yaşadıklarını hatırlıyor ve anlaşılan o ki bu başka politik çerçeveye bağlı olarak muhafaza edebildikleri farklılıklarını bugün de devam ettirmek istiyorlar. 

Epey bir nüfus oluşturmaları da Kürtleri cüretkâr kılmış olsa gerek. Cumhuriyet’in ilk nüfus sayımından beri Kürtlerin toplam nüfus içindeki hacminin yüzde on beş civarında olduğu biliniyor. Fırat’ın doğusundaki illerin pek çoğunda ise bu oran yüzde ellileri epey aşıyor. Neticede, belirli bir bölgede meskûn, nüfusça epey büyük bir etnik grup olmaları, Kürtleri güçlü bir bizlik duygusuyla teçhiz edip, Türkleşmeye itiraz edebilme cüretiyle donatmış olmalı. 

Mühim sayıda Kürdün Cumhuriyet’in sınırları dışında kalmış olması da aynı sonucu doğurdu. Kürtler özellikle Irak’ta ulusal kimliklerini korumak şansına biraz daha fazla sahip oldu. Türkiye dışındaki Kürtlerin deneyimleri, kısa ömürlü Mehabad Cumhuriyeti, Irak’ta tecrübe edilen özerklik, İran ve Irak’taki Kürt “hareketliliği” ve bilhassa Barzani miti Türkiye Kürtlerinin “bizlik” duygusunun ayakta kalmasına yardım etti. Dolayısıyla, bu sınır dışı referans da Kürtlerin cüretkârlığına katkıda bulunmuş olsa gerek. 

Cumhuriyet’in asimilasyon kapasitesinin zayıflığını da aynı çerçevede 
değerlendirmek mümkün. Ulusal pazar örgütlenmesinin zayıflığı, coğrafyanın yarattığı dezavantajlar, ama özellikle de Cumhuriyet’in mali yetersizliği, inşa edilmek istenen ulusal çerçevenin Kürtlere kabul ettirilebilmesini zorlaştırdı. Kürtlerin cüretinin ardında biraz da bu “yetersizlik” yatıyor. 

Son olarak, “Türkleşin!” komutuna uymamak ve çizilen ulusal çerçeveyi kabul 
etmemek şeklindeki cüretlerinin bir başka mühim kaynağı da Kürtlerin geleneksel toplumsal ilişkilerini korumakta gösterdikleri hassasiyet ve modern zamanlarda gösterdikleri siyasi performans oldu. Geleneksel ilişkilere tutunmakta gösterilen ısrar, mühim sayıda Kürdü Türkleştirme işinin menzili dışında tuttu. Bunun kadar önemlisi, bir kısım Kürt “elit”, bütün bir yüzyıl boyunca “Kürt ideali”ni modern siyasi enstrümanları kullanarak geleceğe taşımakta kararlı oldu. Hülasa, söz konusu cüretin ardında yukarıda saydığım nesnel unsurların yanı sıra irade unsuru da yer aldı. 

Netice itibarıyla, başlarken sorduğum “Neden bir Kürt meselemiz var?” sorusuna cevabım bu. Bahsettiğim bu vasıfları sebebiyledir ki, Kürtler Cumhuriyet’in önerdiği ulusal çerçeveye bunca güçlü bir biçimde itiraz edebildi. Öte yandan, bahsettiğim bu itirazın kategorik bir itiraz olmadığı da ortada. Kürtlerin mühim bir kısmının bu ulusal çerçeveye dahil oldukları da açık. Demem o ki, Cumhuriyet’in kurduğu ulusal çerçeve bir kısmıyla çalışmazken, bir kısmıyla da çalışmış, işlemiş durumda. Bu halin de elbette tarihsel sebepleri var. Zaman kısıtlılığı sebebiyle bu sebepleri geçelim. 

Birinci soruya cevabım bu kadar. Şimdi ikinci soruya, “Cumhuriyet Kürt meselesini nasıl algıladı ve Kürt meselesinde ne yaptı?” sorusuna geçebilirim. 

Cumhuriyet ve Kürt Sorunu 

Hemen kaydedebiliriz: Cumhuriyet’in Kürt meselesine dair algısı epey bir değişken oldu. Cumhuriyet, Kürt meselesini bazen geçmişin kalıntılarının gösterdiği dirençten, bazen başka devletlerin fenalıklarından, bazen Kürtlerle meskûn bölgenin geri kalmışlığından, bazen de sadakatsizlikten kaynaklanan bir mesele olarak algıladı. Bu algı biçimlerine tanıma, asimilasyon, tedip ve tenkil ve ayrımcılık politikaları eşlik etti. 

 Bütün bu algı ve siyaset çeşitliliğini kabaca üç dönem üzerinden incelemek mümkün görünüyor. Bu dönemleri “inkârdan önce”, “inkâr dönemi” ve “ikrar dönemi” olarak adlandırmayı öneriyorum. 

 İmparatorluğu takip eden ve Cumhuriyet’i önceleyen birkaç çetin yıla denk düşen ilk dönemde Kürt meselesi etnik mahiyeti teslim edilen siyasi bir mesele olarak algılandı ve meseleyle tanıma siyasetiyle cebelleşildi. 1924’ten 1990’lara kadar uzanan ikinci dönemde ise Kürt meselesi etnik mahiyetten mahrum ve inkılâplarla ya da güvenlik siyasetiyle uğraşılması gereken sosyal ya da iktisadi bir mesele yahut da bir asayiş meselesi olarak görüldü. Bu dönemin favori siyasetleri ise inkılâp, tedip ve tenkil ve tabii ki asimilasyon oldu. 

 1990’larla açılan üçüncü dönemde ise Cumhuriyet Kürt meselesinin etnik mahiyetini ikrar eder oldu. Halen devam eden ve zikzaklarla döşeli bu son dönemde Cumhuriyet’in siyaset repertuarı genişledi: Baskı siyaseti devam etti, asimilasyon siyaseti çeşitlendi, tanıma siyaseti geri döndü ve en önemlisi ayrımcılık siyaseti peydah oldu. 

Şimdi bu üç döneme biraz daha yakından bakmak istiyorum 

İnkârdan Önce 

1918-1924 arasındaki bu ilk dönemde bir müddet için ikili bir iktidar durumu yaşanmış olduğunu biliyoruz. Enteresandır ki, bu yıllarda ikili iktidarın her iki tarafı da Kürt meselesine baktığında, selefleri İttihatçılardan farklı olarak, ıslahatla halledilecek sosyal bir meseleyi değil, etnik karakterli bir politik sorunu görüyordu. Yine her iki hükümet de Kürt meselesiyle tanıma siyasetiyle meşgul olacağını vaat ediyordu. 

Mesela, dönemin dönemin İngiliz Dışişleri Bakanlığı belgelerinden anlıyoruz ki, 10 Temmuz 1919’da Sadaret’te bir kısım Osmanlı nazırının ve dönemin Kürt aydın ve ileri gelenlerinin katıldığı bir toplantı yapılmış ve Kürdistan’a Kürt bir valinin ve Kürt memurların atanacağı sözü verilmiştir. Aynı toplantıda İstanbul hükümetinin temsilcileri özerk bir Kürdistan fikrine yakın durduklarını da belirtmişlerdir. Bundan çok daha önemlisi, Cumhuriyet’i kuracak olan kadro da Kürtleri mahsus hukukları tanınması gereken bir topluluk olarak tanıyor ve Kürt meselesiyle tanıma siyasetiyle uğraşacağını beyan ediyordu. 

Görünen o ki, bu dönemde Cumhuriyet’in kurucuları açısından Kürtler ülkenin, etnik hukuklarına saygı gösterilmesi gerektiğine hükmedilen Müslüman kavimlerindendi; tıpkı Çerkezler ve Lazlar gibi. Bu hükme varan da bilindiği üzere, Cumhuriyet’i kuran Meclis ve onun başkanıydı. Mustafa Kemal, gizli bir Meclis oturumunda şunları söylemekteydi: 

Suret-i umumiyede prensip şudur ki, hudud-u milli olarak çizdiğimiz daire dahilinde yaşayan anasır-ı muhtelife-i İslamiye yekdiğerine karşı ırki, muhiti, ahlaki, bütün hukukuna riayetkâr özkardeşlerdir. Bizce kat’i olarak muayyen bir şey varsa, o da hudud-u milli dahilinde Kürt, Türk, Laz, Çerkes vesair bütün bu İslam unsurlar müşterekülmenfaadır. 


Bu bir kez telaffuz edilmiş, kazai bir hüküm olmadı. “Kürtlerin serbesti-i inkişaflarını temin edecek vech ve surette hukuk-ı ırkiye ve içtimaiyece mazhar-ı müsaadat olmaları[nın]” kabul edildiğini belirten Amasya Protokolü’nün; Kürtlere yaşadıkları bölgelerde bir tür özerklik verileceğini duyuran İzmit beyanının ve “Kürtlerle meskûn menatıkta [...] hem siyaset-i dahiliyemiz ve hem de siyaset-i hariciyemiz nokta-i nazarından tedricen mahalli bir idare” kurulacağını bildiren Vekiller Heyeti siyasetinin, bütün bunların müellifi Cumhuriyet’in kurucusu ya da kurucularıydı. 

Dolayısıyla, görünen o ki, 1918-1924 arası dönemin nazik koşulları, Cumhuriyet’i Kürt meselesini etnik mahiyetli siyasi bir mesele olarak algılamaya ve tanıma araçlarıyla meşgul olmaya mecbur bırakmıştır. 


Cumhuriyet ve İnkâr 

Dönemin nazik koşullarının geride kalmasıyla beraber Cumhuriyet önce tanıma 
siyasetinden vazgeçti, ardında da meselenin etnik içerikli siyasi bir mesele olduğunu kabul etmekten. 
1924’te yürürlüğe giren Anayasa, ülkede Türklükten başka etnik kimliklerin de var olduğu gerçeğini kabul ediyor, ancak bunların yeniden üretimine izin verilmeyeceğini beyan ediyordu. Anayasaya göre, “Memleket dahilinde hukuk-u mütesaviyeyi (hukuksal eşitliği) haiz başka ırktan gelme kimseler bulun[makla]” beraber, “devlet, Türkten başka bir millet tanımaz”dı; çünkü “devletimiz bir devlet-i milliye”ydi. Anayasa açıktı: Kolektif hakları Lozan Antlaşması’yla tanınan gayrimüslim azınlıkların haricindeki yurttaşların Türkleşmekten başka çaresi yoktu. Tanıma siyaseti geride kalmıştı. 

Geçmişin Direnci Olarak Kürt Meselesi: Aşiret ve Eşkıya 


Bu yeni durumda Kürt meselesiyle artık tanıma siyaseti değil, inkılâp ve asimilasyon siyaseti çerçevesinde meşgul olunacaktı. Cumhuriyet’in kurucularına göre Kürt meselesi tanıma siyasetiyle ele alınması gereken kıvam ve hacimdeki siyasi bir mesele olmayıp, inkılaplar vasıtasıyla çözülebilir bir sosyal meseleydi. Bu algı, 1925’teki ayaklanmanın önderlerini yargılayan İstiklal Mahkemesi’nin karar konuşmasında bütün belirginliğiyle karşımızdadır: 


Kiminiz hasis kişisel çıkarlarınıza bir zümreyi alet, kiminiz yabancı kışkırtmasını ve siyasi harisleri rehber ederek hepiniz bir noktaya, yani bağımsız Kürdistan teşkiline doğru yürüdünüz. Senelerden beri düşündüğünüz ve tertiplediğiniz genel ayaklanmayı yaparak bu bölgeyi ateş içinde bıraktınız. Cumhuriyet hükümetinin kesin hareketi, Cumhuriyet ordusunun öldürücü darbeleri ile irticanız ve ayaklanmanız derhal yok edildi ve hepiniz yakalanarak hesap vermek üzere adalet huzuruna çıkarıldınız. Herkes bilmelidir ki, genç Cumhuriyet 
hükümeti kışkırtıcılık ve irtica[ya], her türlü lanetli faaliyetlere kesin surette göz 
yummayacağı gibi, hatta kesin tedbirleri sayesinde bu gibi eşkıya hareketlerine yol vermeyecektir. Senelerden beri şeyhlerin, ağaların, beylerin baskısı altında sömürülen, eriyen, inleyen bu bölgenin zavallı halkı artık sizin kışkırtıcılığınızdan ve kötülüğünüzden kurtularak Cumhuriyetimizin verimli ilerleme ve saadet vaad eden yollarında yürüyerek refah ve saadet içinde yaşayacaktır. (Vurgular, tarafımdan eklenmiştir.) 



Bu uzun metin aslında temel bir şeyi göstermektedir: Cumhuriyet açısından Kürt meselesi, bizzat Cumhuriyetçe temsil olunan “şimdi”nin alt etmeye koyulduğu “geçmiş”in direncinden başka bir şey değildi. Kürt meselesinde, Kürt ayaklanmasında ortaya çıkan şey, kurulan yeni ulusal çerçeveye yönelik ulusalcı ya da etnik mahiyetli bir itiraz değil, geçmişin şimdiye, geleneğin modernliğe itirazıydı. Kürdistan idealini kışkırtanlar, hepsi geçmişe ait unsurlar olarak mürteciler, eşkıyalar, şeyhler ve ağalardı ve şimdinin kurucusu Cumhuriyet 
hükümetince inkılâplar vasıtasıyla ortadan kaldırılacaklardı. Ancak geçen zaman içerisinde Cumhuriyet sadece tanıma siyasetinden vazgeçmedi. Bir müddet sonra meselenin etnik mahiyeti de tümden inkâr edildi. 1930’larla birlikte, Cumhuriyet açısından Türk vatanında Kürt de yoktu, Kürt meselesi de. Mesele artık etno-politik mahiyeti de olmayan toplumsal bir meseleydi ve eşkiyalık ve aşiret gibi geri toplumsal yapıların direncinden ibaretti. 

Nitekim 1930’da modern ve seküler bir örgüt, Hoybun tarafından idare edilen Ağrı ayaklanmasına dair gazete haberleri “tayyare bombardımanının eşkıyaları temizlediği”ni müjdeliyordu. Anlaşılan, eşkıyalık hava kuvvetlerini istihdam etmeyi gerektiren bir hacme ulaşmıştı. Yine gazete haberleri eşkıyalara karşı Cumhuriyet’in vatandaşlar tarafından korunduğunu bildiriyordu. Dersim isyanının önderi Seyyid Rıza da eşkıyalık suçlamasıyla idam edildi. Aynı dönemin meşhur İskân Kanunu da, bir Türkleştirme işi olduğu bizzat kanun gerekçesinde duyurulan iskân faaliyetinin aşiretlerle ilgili bir iş olduğunu savunuyordu. Kanuna göre, Türkleştirilecek olanlar Kürtler değil, etnik bir kimlikten mahrum aşiret mensuplarıydı. 

Beri yandan, aşiretlerin ve eşkıyalığın direnciyle ilgili bir mesele olması, Kürt 
meselesinin aynı zamanda bir medenileşme meselesi olduğunu da gösteriyordu. Mesela İnönü’ye göre, Tunceli’de gerçekleştirilen ıslahat programı “mıntıkayı medenileştirme” amacını gütmekteydi; keza Yunus Nadi’ye göre, Cumhuriyet rejiminin “Tunceli vilayetinde yaptığı şey askeri bir sefer değil, medeni bir yürüyüştü”. Yine aynı yazara göre, “hükümet Tunceli’nin dağlı bedevilerine şu hakikati” anlatmaktaydı: “Ya bu deve güdülecek ya da bu diyardan gidilecek”ti. 

Bölgesel Geri Kalmışlık Meselesi Olarak Kürt Sorunu 

Özetlemek gerekirse, Cumhuriyet, Kürt meselesini, 1930’lardan 1950’ye kadar, 
modern, seküler ve milli bir devlet-toplumun inşa edilmesinin önündeki engellerden oluşan bir toplumsal mesele olarak algıladı. 1950’lere gelindiğinde ise Kürt ayaklanmaları son bulmuş, milli bir devlet inşa etme işinin büyük kısmı halledilmiş, siyasi entegrasyon aşağı yukarı gerçekleştirilmişti. Ne var ki, iktisadi entegrasyon, özellikle Kürtlerin yaşadığı bölgelerde henüz zayıftı. Bu durumda Cumhuriyet, Kürt meselesini bir iktisadi bütünleşme sorunu ve bununla irtibatlı bir bölgesel geri kalmışlık meselesi olarak algıladı. Cumhuriyet açısından siyasi ve askeri direnci kırılan Kürtlerin yapması gereken az bir şey kalmıştı: 
İktisaden de bütünleşmek. 

Bu algının tezahürlerini 1950 ve 1960’lardaki hükümet programlarının tamamında görmek mümkündür. Örneğin 1969’daki AP hükümet programında şunlar yazıyordu: 

Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan memleketimizin bütün bölgelerinin 
kalkınması, Anayasamızın bir icabıdır. (…) Hedefimiz Türkiye’nin bütün bölgelerini tüm olarak çağımızın medeniyet seviyesine çıkartmaktır. Bunun içindir ki, memleketimizin tümüne şamil bir kalkınma planı tatbik olunurken, geri kalmışlığın yaygın ve tesirli olduğu bölgelerde özel tedbirler alınmasına ihtiyaç görmekteyiz. Bu özel tedbirlerin maksadı, memlekette imtiyazlı bölgeler yaratmak değil, bütünleşmeyi perçinlemektir. 

 Kürt meselesinin ekonomik bütünleşmenin gecikmesiyle alakalı bir bölgesel geri kalmışlık meselesi olduğu şeklindeki algı aşağı yukarı 1990’lara kadar en popüler algı biçimlerinden biri oldu. Cumhuriyet hükümetlerinin hemen hepsi, uzunca bir dönem Kürt meselesinin bölgesel kalkınma yoluyla halledilebilecek iktisadi bir geri kalmışlık meselesi olduğu zehabına kapıldı. 

Ecnebi Kışkırtması Meselesi Olarak Kürt Sorunu 

Bütün bu dönem boyunca Kürt meselesi, esas olarak reform ya da inkılâplarla 
çözülebilir toplumsal bir mesele olarak algılanmakla beraber, meselenin toplumsal bir zeminden mahrum olduğuna dair alternatif bir algı da paralel olarak işliyordu. Bu paralel algıya göre, Kürt meselesi başka devletlerce kışkırtılan suni bir meseleydi. 

Kürt meselesinin ardında ecnebi kışkırtmasının bulunduğu, daha 1925 Şeyh Sait 
ayaklanması esnasında “tespit” edilmişti; ancak, ecnebi kışkırtması olarak Kürt meselesi fikri zamana ve zemine bağlı olarak farklı biçimlerde içeriklendirildi. Kışkırtanlar bazen Batılı emperyalistler, bazen Kuzeyli komünistler, bazen de Güneyli komşular oldu. Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından Anadolu’ya dair planları boşa çıkarılan Batılı ülkeler, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Kuzeyli komünistler, 1980 sonrasında ise Güneyli komşular kışkırtıcılık rolünü üstlenmişti. Bugün, kışkırtma sırasının yeniden Batılılara geldiği bilinmektedir. 

Politikalar: İnkılâp, Tenkil ve Asimilasyon 

Sonuç olarak, 1924’le 1990 arasında Cumhuriyet Kürt meselesini ya sosyoekonomik bir mesele ya da bir asayiş meselesi olarak gördü. Bu iki algının ortak noktası, Kürt meselesinin etnik mahiyetli siyasi bir sorun olduğunun inkârına dayanıyor olmalarıydı. 

Bütün bu algıya eşlik eden siyasetler de malum inkılâp, tenkil ve asimilasyon oldu. Geleneksel toplumsal yapılar inkılâplarla tasfiye olunmaya çalışıldı. Tasfiyeye direnç gösterenler tedip ve tenkil edildi. 

Hem inkılâp hem de tenkil siyaseti asimilasyonist sonuçlar ürettiyse de asimilasyon siyasetini bağımsız bir üçüncü siyaset olarak ele almak gerekir. Asimilasyon siyaseti altında ne yapıldığı ya da en azından ne yapılmak istendiği en açık biçimiyle, Cumhuriyet’in rehber metni olmuş olan Şark Islahat Planı’nda ve Umumi Müfettişlik raporlarında mevcuttur. Bu raporlarda yer bulanları “öneriler” ve “yapılanlar” şeklinde aktarmak uygun olur. 

Önce öneriler: Türk nüfus ve nüfuzunu hâkim kılmak için “en mühim menzil hatları üzerindeki köylere Türk yerleştirmek ve yeniden Türk köyleri tesis etmek; Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan vilayet ve kaza merkezlerinde Türkçe’yi hâkim kılmak; Kürt mıntıkası içinde bilhassa kız mekteplerine ehemmiyet vermek; Fırat’ın garbındaki vilayetlerimizin bir kısmında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtleri Türk yapmak; Van’la Midyat arasındaki hattın batısında, Ermenilerden kalan araziye Türk muhacirleri yerleştirmek; Ermenilerden kalan emvalin satılmamasını, hatta Kürtlere icar dahi edilmemesini” sağlamak. Kürtlerle meskûn bu bölgeye “Yugoslavya’dan gelen Türk ve Arnavutlarla İran ve Kafkasya’dan gelecek Türkleri yerleştirmek. Vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair müessesat ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den maada (başka) lisan kullananları cezalandırmak. Askere alınanların başka bölgelerde askerlik yapmasını sağlamak ve bölgede yerli memur bulundurmamak. Bölgede görev yapan batılı memurları Kürt kızlarıyla evlenmeye özendirmek, bunlardan bölgede yerleşmek isteyenlere arazi vermek; bölgede yerleşik Türk, Kürt ve Aleviler arasında kız alıp vermeyi teşvik etmek. İdari tedbirlerle köylerden çocuk 
toplamak; Türk kültürü ve temsil esasına müstenit okutma yapmak.” 

Uygulamalar: Kürtlerin asimilasyonu için önerilen bu işlerin ne kadarının 
gerçekleştirilebildiği epey belirsiz olmakla birlikte, bütün bu önerilerin kâğıt üzerinde kalmadığı da muhakkak. Cumhuriyet, kuruluşunun hemen ardından bürokrasinin geliştirdiği önerileri uygulamak için yola koyuldu. 1925 isyanının hemen ardından uygulanan ilk önlem, isyana karışanların aileleri ve yakınlarıyla birlikte batı bölgelerinde iskân edilmesi oldu. Daha kapsamlı bir uygulama 1934 yılında geldi. Bu yıl kabul edilen İskân Kanunu’nun hedefi, Anadolu’nun demografik kompozisyonunun etnik mülahazalar uyarınca yeniden düzenlenmesi ve Türk olmayan unsurların Türkleştirilmesiydi. Türkleştirme, Türk 
olmayanların Türk bölgelerine, Türklerin de Türk olmayan bölgelere yerleştirilmesi yoluyla gerçekleştirilecekti. 

Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından Türkçe’den başka dillerde yayın ve eğitime, Lozan hükümleri saklı kalmak üzere, izin verilmedi. Nitekim bugün de, mevcut anayasanın 42. maddesi, milletlerarası anlaşma hükümleri saklı kalmak üzere, eğitim kurumlarında Türk vatandaşlarına Türkçe’den başka bir dilin anadil olarak öğretilmesini yasaklamaktadır. Kürtçe üzerindeki baskının daha yakın zamanlı örneği 1983 yılında çıkarılan ve 1991 yılında kaldırılan 2932 sayılı yasa oldu. Kürtçe üzerindeki kısıtlamalar eğitim ve yayın alanıyla sınırlı kalmadı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan Şark Islahat Planı uyarınca “açıkta” Kürtçe konuşmak da yasaklanmaya çalışıldı. 

Soyadları, yer adları ve köy adlarının Türkleştirilmesini ve çocuklara Kürtçe adlar konmasının yasaklanmasını da aynı fasıldan saymak gerekir. 1934 yılında kabul edilen 2525 sayılı Soyadı Kanunu’nun üçüncü maddesi “[r]ütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleri[nin]” soyadları olarak kullanılmasını yasaklıyordu. 1949 yılında çıkarılan İl İdaresi Kanunu ise yer adlarının değiştirilmesi yetkisini İçişleri Bakanlığı’na veriyordu. Bu yetkinin cömert bir biçimde kullanıldığı malum. Keza, 1972 yılında çıkarılan 1587 sayılı Nüfus Kanunu’nun 16. maddesi de doğan çocuklara Kürtçe isim konmasını yasaklıyordu. 

 Asimilasyon siyasetinin bir başka mümtaz aracı yatılı bölge (ilköğretim) okulları 
(YİBO) oldu. Bu aracın halen kullanılmakta olduğu malum. Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre, bugün toplam 299 yatılı bölge okulunun 155’i, diğer bir deyişle yüzde 52’si Kürtlerin yoğun yaşadığı illerdedir; keza, bu okullarda okuyan toplam 142.788 öğrencinin 84.442’si ya da yüzde 59’u yine bu illerdendir. 

Sonuç olarak, 1924’le 1990 arasında kalan ikinci dönemde Cumhuriyet Kürt meselesinin etnik mahiyetini inkâr etti ve meseleyi inkılâplarla ve baskıyla giderilebilir sosyal bir mesele ya da asayiş meselesi olarak algıladı. Bütün bu dönemde meseleyle inkılâp, tenkil ve asimilasyon araçlarıyla meşgul oldu. 

İnkârdan İkrara, Asimilasyondan Nereye? 

1990’larla beraber Cumhuriyet’in algısı da araçları da değişmeye yüz tuttu. Neyin değiştiğine geçmezden önce, değişimi mümkün ya da mecbur kılan bağlamı hatırlamak gerekiyor. 

1990’larla beraber Kürt meselesinin sadece PKK’nın askeri faaliyetlerinden ibaret bir güvenlik meselesi olmadığı, şehirlere yayılmış ve kitleleri mobilize eden siyasi bir mesele olduğu idrak edildi. 1991 seçimleri de gösterdi ki, Kürtlerin memnuniyetsizliği ciddi ölçülerdeydi ve Kürt yurttaşlar içinde bulundukları ulusal çerçeveye itiraz ediyordu. 

Bu genel bağlam içinde Cumhuriyet yöneticileri inkâra dayalı tutum ve algılarını 
yenileyeceklerine yönelik işaretler vermeye başladı. İlk olarak, 1991 yılında Meclis 1983’te çıkarılan Kürtçe yayın yasağını kaldırdı. Aynı sene Başbakan Süleyman Demirel Diyarbakır’da meşhur konuşmasını yaptı ve Türkiye’nin Kürt realitesini tanıdığını beyan etti. Takip eden zamanda da Cumhurbaşkanı Özal, PKK’yı silahsızlandırmanın yollarını aramaya koyuldu ve malum bir ateşkes sağlandı. 

Ne var ki, üvertür mahiyetindeki bu tanıma siyaseti Özal’ın ölümü ve PKK’nın 33 silahsız askeri katletmesiyle geride kaldı. Ardından, 1993-1999 arasında Kürt meselesinin en kanlı dönemi yaşandı. PKK militanlarına ve PKK’nın destekçisi olduğuna hükmedilen sivillere yönelik merhametsiz bir şiddet kampanyası başladı. HEP ve DEP kapatıldı. Binlerce köy yakıldı ya da boşaltıldı ve bir milyonun üzerinde yurttaş yerinden edildi. Başka bir deyişle, erken 90’ların üvertür tanıma siyasetini hacimli bir baskı siyaseti takip etti. 

 1990’ların sonunda durum yeniden değişti. Değişikliği mümkün kılan, 1999 senesinde Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi ve Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığının onaylanmasıydı. Öcalan’ın yakalanmasının ardından PKK ateşkes ilan edip mensuplarını sınır dışına çekti ve bağımsız bir Kürdistan kurma idealinden vazgeçtiğini açıkladı. Buna mukabil hükümet, Öcalan’ın idam cezasını uygulamaya koyacak süreci başlatmadı ve ardından da Meclis idam cezasını kaldırdı. Olağanüstü hal kaldırıldı ve Kürtçe üzerindeki kısıtlamalar azaltıldı. Özel kurslarda Kürtçe’nin öğretilmesine izin verildi. TRT haftada yarım saat Kürtçe yayın yapmaya başladı ve ardından da özel televizyonların haftada dört saate kadar Kürtçe yayın yapmasına izin verildi. Başka bir deyişle, 1990’ların sonundan itibaren bir tanıma siyaseti devreye girdi. 

 2004’te durum yeniden değişti. Bu kez sebep, Irak’ta Kürdistan Bölgesel 
Yönetimi’nin kurulması, AB’nin reform taleplerine karşı güçlü bir ulusalcı rezistansın ortaya çıkmış olması ve PKK’nın ateşkese son vermesiydi. Bütün bunlar ülkede milliyetçi duyguları alevlendirdi. Bu ortam tanıma siyasetinin ilerlemesini durdurdu. Ordu, tanıma siyasetinin sınırlarını çizdi ve yapılacak reformların bireysel haklar alanıyla ve kültürel haklarla sınırlı kalacağını buyurdu. 

 Tanıma siyasetinin durakladığı ve milliyetçililiğin tedirginliğinin arttığı bu yıllarda Kürtlere ve Kürt meselesine dair görece yeni bir algı peydah oldu. İlk kez Kürt yurttaşların sadakati sorgulanır oldu. Popüler düzeyde hızla büyüyen bu şüphe resmi düzeyde de dile getirildi ve Kürt yurttaşların bir kısmı için “sözde vatandaşlar” ibaresi kullanılır oldu. Dahası, bir kısım yazar tehcir ve mübadele seçeneklerini konuşmaya başladı. 

 Irak’ta oluşan durumu değerlendiren İlker Başbuğ bu yeni durumun bölgede Kürtlere psikolojik bir güç verdiğini ve vatandaşlarımızın bir kısmı için yeni bir aidiyet modeli oluşturabileceğini söyledi. 2008 yılında da başbakan “Beğenmeyen gitsin” mealinde sözler söyledi. 

 Kürtlerin sadakatine dair şüpheler sadece sözel olarak ifade bulmadı, jestler yoluyla da ifade edildi. Malum, 2002’den beridir savaş uçakları Diyarbakır, Yüksekova ve Cizre gibi Kürt muhalefetinin güçlü olduğu şehirlerin ya da cenaze törenleri ya da mitingler için toplanan kalabalıkların üzerinde alçak uçuş yapma alışkanlığı edindi. Irak’taki operasyondan dönen uçakların bu şehirler üzerinden alçak uçuş yaparak geçmesi, buralarda yaşayan yurttaşlara dair algı hakkında ipucu vermektedir sanıyorum. Keza, 1943’te 33 Kürt köylüsünü mahkeme kararı olmaksızın kurşuna dizdiren Mustafa Muğlalı’nın adının bu köylülerin kurşuna dizildiği Özalp’teki jandarma kışlasına verilmesi aynı neviden bir jest olsa gerek. 

 Uzun lafın kısası, seksen sene boyunca “müstakbel Türkler” olarak görülen Kürtler 2000’lerle beraber “sözde Türkler”, “sözde vatandaşlar” olarak görülmeye başladı. 

 Kürt meselesinin bir tür sadakatsizlik meselesi olduğuna dair bu algının güçlenmesine resmi ve popüler düzeylerdeki ayrımcı pratikler eşlik etti. Örneklendirmek gerekirse, 2003-2008 arasında Ordu valisi fındık toplamak için gelen Kürtleri il sınırlarından içeri sokmadı. Adana valisi 2008’de PKK yanlısı gösterilere katılanların yeşil kartlarının iptal edileceğini ve yoksulluk yardımı alamayacaklarını duyurdu. Aliağa kaymakamı, Rojda isimli bir çocuğun 
törenlerde şiir okumasına engel oldu. Ayrımcılık Kürt yurttaşların seçtiği vekillere ve belediye başkanlarına da uzandı. Belediye başkanları resmi törenlere davet edilmedi, vekillerle el sıkışılmadı. 

 Bütün bunlar, geride kalan yirmi yılda Cumhuriyet’in hem algısının hem de siyasetinin değiştiğini gösteriyor. Onlarca yıllık inkâr döneminden sonra Cumhuriyet 1990’ların başında Kürt meselesinin etnik mahiyetini ikrar etti. Ancak bu ikrar durumuna eşlik eden uygulamalar aslında ortada salınımlı bir algının mevcut olduğunu gösteriyor. Görünen o ki, Cumhuriyet, Kürt yurttaşlarını “farklılığı hukuken teslim edilmiş bir grup vatandaş” ile “sadakatsiz bir grup vatandaş” olarak algılamak arasında salınıyor. 

 Algıda bu değişim, Kürt meselesinde takip edilen siyasete de yansıdı. Erken 90’ların üvertür tanıma siyasetini 1993-1999 arasının baskı siyaseti takip etti. 2000’lerle beraber yeni bir tanıma dalgası ortaya çıktı; ancak bunu da ayrımcı bir siyaset takip etti. Beri yandan bütün bu yirmi yıl boyunca asimilasyon siyaseti de çeşitlenerek devam etti. Görünen o ki, bu salınımlı algı ve uygulamalar bir müddet daha devam edecek. Cumhuriyet seksen yıllık inkârın ardından Kürt meselesinin etnik mahiyetini ikrar etmiş, ancak bu ikrara eşlik edecek siyasette kararsız kalmış gibidir. 

Cumhuriyet’in başında farklılıkları ve farklılıklarından kaynaklanan hakları tanınan, ama bu tanımanın bedelini ayrımcılığa maruz kalarak ödeyen gayrimüslimlere davranıldığı gibi mi davranılacak Kürtlere; yoksa, farklılıkları tanınmış eşit yurttaşlar olarak mı? Görünen o ki, devlet Kürtlerin ve Kürt meselesinin etnik mahiyetini ikrar etmişse de, henüz bu soruya kesin 
yanıtını oluşturabilmiş değil. Kürt meselesinin hacminin Cumhuriyet’in ilk zamanlarındaki azınlıklar meselesiyle kıyaslanamazlığı, istese de istemese de Cumhuriyet’i ikinci cevabı vermeye mecbur edecek gibi. 

http://www.obarsiv.com/cagdas_turkiye_seminerleri_0809.html 

..


TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ




TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ






TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ - 2002


Türk-İş Dergisi, Şubat-Mart 2002 

Yıldırım Koç 
Genel Başkan Danışmanı 


Önümüzdeki aylarda Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde bazı önemli gelişmeler olacağa benzemektedir. 

TÜRK-İŞ, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinden yanadır. Ancak Avrupa Birliği, 1.1.1996 Tarihinde başlayan gümrük birliği ile en önemli talebini elde etmiş olduğundan, bu üyeliğin önüne birçok engel çıkarmaktadır. TÜRK-İŞ’in talebi, Avrupa Birliği’nin bu engelleri kaldırması ve Türkiye’nin onurlu bir biçimde üyeliğe geçişine olanak tanımasıdır. Bunu sağlamanın yolu ise Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda gücünün artırılmasından geçmektedir. 

Prof.Dr. Erol Manisalı’nın Harb Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı çok önemli bir konuşmanın ardından, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Tuncer Kılınç Paşa, Türkiye’nin AB dışındaki alternatifleri de düşünmesi gerektiğini belirtti ve Rusya ile İran’dan söz etti. Attila İlhan 23 Şubat 2002 günü TRT 2’deki programında bu görüşe destek verdi. Emekli General Çevik Bir, Şanghay Beşlisi’nden söz etti. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, “Tek seçenek AB değil” dedi 1. Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Avrupa Birliği’nin bazı yöneticilerinin Türkiye’de sömürge valisi gibi davranıp ders vermeye kalktıklarını belirterek, bu durumu eleştirdi 2. Diğer taraftan, Avrupa Komisyonu genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen, Atina’da yaptığı konuşmada, Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerinin 2002 yılı sonuna kadar tamamlanacağını belirtti; bu görüşmelerin Kıbrıs’ın bütünü adına yapıldığı iddiasını tekrarladı ve Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile ilişkilerini geliştirmesi durumunda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinin mümkün olmayacağını söyledi 3. Bu arada, Avrupa Parlamentosu, 28 Şubat 2002 tarihinde kabul ettiği iki kararla, Türkiye’ye yönelik olumsuz tavrını daha da pekiştirdi. Birinci karar, Türkiye’den sözde Ermeni soykırımı iddialarını kabul etmesini istiyordu. İkinci karar ise, Hadep’e destekti. 

Türkiye – AB ilişkilerinde giderek tırmanan bir gerginlik yaşanıyor. Bunun önemli nedenlerinden biri, Kıbrıs konusundaki gelişmelerdir. 

Avrupa Birliği uluslararası hukuku ve devletler hukukunu çiğneyerek, Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerine başladı. 1990 yılına kadar Kıbrıs konusunda mesafeli davranan Avrupa Birliği, bu yıllarda Sovyet sisteminin çöküşünün ardından, Akdeniz’de ve ayrıca Kafkaslar-Orta Asya ve Orta Doğu’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olabilmek amacıyla, Kıbrıs adasını denetimi altına almaya yönelik bir strateji benimsedi. Bu strateji, Yunanistan’ın Enosis planlarıyla da örtüşünce, Avrupa Birliği’nin hukuk ihlalleri başladı. 

Türkiye, bu hukukdışı tutum ve davranışa gereken tepkiyi gösterdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlarının ortak deklarasyonlarında, TBMM’nin kararlarında ve MGK’nın açıklamalarında, Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs’la yakınlaştığı ölçüde Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’la yakınlaşacağı açıkça ve kararlılıkla ifade edildi. 

1 Radikal, 4.4.2002. 
2 Milliyet, 26.3.2002. 
3 Sabah, 23.3.2002. 


Avrupa Birliği, 14-15 Aralık 2001 tarihlerinde toplanan Laeken Zirvesinde, Güney Kıbrıs’la üyelik görüşmelerinin 2002 yılı sonuna kadar tamamlanacağını tekrar açıkladı. Avrupa Birliği, hukukdışı tutum ve davranışını sürdürerek, Güney Kıbrıs yönetiminin tüm Kıbrıs’ı (toprak ve nüfus anlamında) temsil ettiğini iddia etmeyi sürdürdü. 

Avrupa Birliği’nin Akdeniz bölgesi ile Kafkaslar – Orta Asya ve Orta Doğu politikasında önemli bir yeri olan Kıbrıs’ın geleceğinin Denktaş-Klerides görüşmeleri ile belirlenmesi mümkün gözükmemektedir. Nitekim, Avrupa Birliği’nden destek alan Kıbrıs Rum kesimi, sorunların çözümü için olumlu bir tavır takınmamıştır. 

Bu koşullarda, Avrupa Birliği 2002 yılı sonunda Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerini tamamlayarak 2003 yılının ilk aylarında üyeliği gerçekleştirince, Türkiye de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile benzer adımları atacaktır. Avrupa Birliği, bu noktadan itibaren, Türkiye’yi Avrupa Birliği topraklarını işgal etmekle suçlayacaktır. Bugünkü suçlama, “AB üyesi olmayan Kıbrıs’ı işgal” iken, yarın bu suçlama, “AB topraklarının işgali”ne dönüşecektir. Avrupa Birliği, Türkiye ile savaşa giremeyeceğine göre, bir taraftan Türkiye’de ve Kuzey Kıbrıs Türk 
Cumhuriyeti’nde para dağıtarak taraftar kazanmaya çalışacak, diğer taraftan yönetiminde söz sahibi olduğu IMF ve denetimi altında tuttuğu bankalar aracılığıyla bir ekonomik kriz çıkaracaktır. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik koşullar, böylesi bir krizin kolayca çıkarılmasına uygundur. Avrupa Birliği’nin hedefi, ekonomik olarak dizleri üzerine çökertilmiş bir Türkiye’den siyasi alanda kalıcı tavizler koparmaktır. 

Burada sorulması gereken soru, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerde, özellikle Avrupa Parlamentosu tarafından dile getirilen taleplerin ciddi olup olmadığıdır. 

TÜRK-İŞ’in 11 Aralık 2001 tarihinde Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’e sunduğu raporda ve Genel Başkan Bayram Meral’in 20 Aralık 2001 tarihli basın açıklamasında yer alan konuların son derece önemli olduğu her geçen gün ortaya çıkmaktadır. 

Bu talepleri gündeme getiren Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda karar verme yetkisi olan son derece önemli bir kuruldur. Bu nedenle, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’ye ilişkin kararları, üyelik görüşmelerine başlamanın önşartları arasındadır. Ancak, bu taleplerin yerine getirilmesi üyeliği güvence altına almamaktadır. Bu haksız talepler yerine getirilse bile, üyelik görüşmelerine Avrupa Birliği isterse başlanacaktır. Avrupa Birliği bu aşamada her an yeni koşul öne sürebilir. 

Avrupa Parlamentosu kararlarında en açık biçimiyle ifade edilen haksız talepler, üç-beş milletvekilinin rasgele istekleri değildir. Bunlar, Avrupa Birliği’nin bölgemize yönelik köklü politikalarının sonucudur. 

Avrupa Birliği, 1991 yılında Sovyet sisteminin çöküşünün ardından, Akdeniz, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu’da hakimiyet kurma çabasına girdi. İsrail’in Filistin’e yönelik saldırısında Avrupa Birliği’nin Filistin yandaşı bir tutum sergilemesinin nedeni, Avrupa Birliği’nin insan haklarına duyduğu saygı değil, bölgedeki uzun vadeli çıkarlarıdır. 

Avrupa Birliği’nin 1991 sonrasında Türkiye’yi yakından ilgilendiren üç ayrı stratejisi vardır. 

Birinci hedef, Akdeniz’in çevresindeki ülkeleri Avrupa Birliği’ne bağlamak, buraları denetim altına almaktır. Bu konudaki politikaları 1992 yılında yeniden biçimlendirildi ve 1995 yılında “Barselona Süreci” adı altında uygulamaya kondu. Buna göre, 2010 yılına kadar güney ve doğu Akdeniz’deki 12 ülke kendi aralarında ve Avrupa Birliği ile birlikte bir serbest ticaret bölgesi, veya diğer bir deyişle, açık pazar oluşturacaklardır. Avrupa Birliği, böylece, Roma İmparatorluğu’ndan beri ilk kez Akdeniz’i tamamiyle kendi denetimi altına almaktadır. 

Akdeniz yeniden, Romalıların deyişiyle, “mare nostrum” (bizim deniz) yapılmak istenmektedir. Bu kavramı, 1930’lu yıllarda Mussolini de sık sık kullanmıştır. Bu politika sayesinde, Avrupa Birliği, güneyini ve doğusunu kaplayan bir tampon bölge oluşturmaktadır. 

Bu tampon bölge aynı zamanda Avrupa Birliği için bir açık pazardır. Ayrıca, bu bölgelerin insangücü, Avrupa Birliği’nin ihtiyaçlarına göre eğitilecektir. Bölgenin doğal kaynakları da öncelikle Avrupa Birliği tarafından kullanılacaktır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’den Kıbrıs ve Ege konularındaki talepleri, Avrupa Birliği’nin Akdeniz politikası açısından hayati önemdedir. 

Güney Kıbrıs’ı Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla kendisine katacak bir Avrupa Birliği, hem doğu Akdeniz’de, hem de Kafkaslar ve Orta Doğu bölgelerinde etkisini artıracaktır. Avrupa Birliği’nin Kıbrıs ve Ege konularındaki talepleri, Yunanistan’ın Enosis ideali ile de uyumludur; ancak Avrupa Birliği’nin bu konulardaki ısrarının asıl nedeni Yunanistan’ın talepleri değil, Avrupa sermayesinin yayılmacı politikalarıdır. 

Avrupa Birliği’nin ikinci hedefi, Balkanlar bölgesinin de Avrupa Birliği’nin arka bahçesi haline getirilmesidir. Bu konudaki adım, 1999 yılında kabul edilen Güneydoğu Avrupa Paktı veya Balkan Paktı ile atılmıştır. ABD de bu bölgeyi Avrupa Birliği’ne bırakmıştır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’den Patrikhane ve Heybeliada Ruhban Okulu konularındaki talepleri yalnızca Yunan istekleri değil, Avrupa Birliği’nin Balkanlar politikasının önemli unsurlarıdır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ABD’nin hedeflerinden biri, Orta Doğu’da etkili olmaktı. 
Amerikalılar bu amaçla Anadolu’daki Ermenileri protestan yaparak etkileri altına almaya çalıştılar. 

Bu amaçla Anadolu’nun dört bir yanına yüzlerce misyoner okulu kurdular. Dini dış politikanın bir aracı olarak kullanmada önemli başarılar elde ettiler. Benzer bir uygulama, Sovyet sisteminin dağıtılmasında en zayıf halka olan Polonya’da uygulandı. Katolik kilisesinin başına Polonyalı bir papa getirilerek, kilisenin anti-komünist mücadeledeki gücü ve etkisi artırıldı. Balkanlar’da yaşayan halkların önemli bir bölümü hristiyan ortodokstur. Bu bölgede Avrupa Birliği ile Rusya arasında bir çıkar anlaşmazlığı söz konusudur. Yunanistan dışındaki Avrupa Birliği ülkelerinde ortodoks azdır; Yunan halkı ortodokstur. Ancak eğer Fener Rum Patrikhanesine Vatikan benzeri bir evrensel nitelik (“ekümeniklik”) kazandırtılabilirse ve Heybeliada Ruhban Okulu yeniden açılıp özellikle Balkanlar için papaz görevli yetiştirebilirse, Avrupa Birliği’nin Balkanlar’daki gücü ve etkinliği daha da artacaktır. Bu iki konuda Avrupa Birliği’nin talepleri, Avrupa Birliği’nin özellikle Rusya’ya karşı Balkanlar’da hakim olma girişimlerinin unsurları arasındadır. 

Avrupa Birliği’nin üçüncü hedefi, Kafkasya ve Orta Asya’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olmaktır. Avrupa Birliği ülkelerinin sözde Ermeni soykırımı iddialarına sıcak bakmalarının birinci nedeni, özellikle Fransa’nın 1919 yılında Ermenileri kullanarak Anadolu’ya saldırması sonrasında çok sayıda Ermeni’nin Fransa’ya sığınmasıydı. Avrupa Parlamentosu’nun 1987 yılında bu konuda aldığı kararın temel nedeni buydu. Ancak Avrupa Parlamentosu’nun 15 Kasım 2000 ve özellikle de 28 Şubat 2002 kararlarının arkasında, yayılmacı hedefler 
yatmaktadır. Avrupa Parlamentosu’nun sözde Ermeni soykırımına ilişkin 28 Şubat 2002 kararı esasında Güney Kafkasya Kararıdır. Bu kararda, Balkanlar’da uygulanan politikaların benzerinin Azeybarcan, Ermenistan ve Gürcistan’dan oluşan Güney Kafkasya’da da uygulanması istenmektedir. Sözde Ermeni soykırımına ilişkin talep, 12 sayfalık bu uzun 
kararın yalnızca 15. maddesinde 7 satırlık bir bölümdür. Diğer bir deyişle, Avrupa Birliği’nin sözde Ermeni soykırımına ilişkin iddiaları ve talepleri, ortaya üç-beş milletvekili tarafından atılmış ve önemsiz konular değil, Avrupa Birliği’nin Kafkasya ve Orta Asya’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olma çabasının son derece önemli unsurlarıdır. 

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri önümüzdeki aylarda ilginç gelişmeler göstereceğe benzemektedir. Gelişmeler, TÜRK-İŞ’in 11 Aralık 2001 tarihinde yaptığı uyarıları haklı çıkarmaktadır. 

..

İÇİMİZDEKİ HANÇER , FENER RUM PATRİKHANESİ 4





 İÇİMİZDEKİ  HANÇER , FENER RUM PATRİKHANESİ  5






KARŞIT  GİRİŞİMLER VE TEPKİLER ;

(   Son yıllarda birçok ideoloji, küreselleşmenin sonucu olarak büyük bir altüst oluş süreci yaşıyor. Türkiye'deki milliyetçilîk de bunlardan biri...
Küreselleşme, emperyalizmin" Son hali " olarak karşımızda dururken, bugüne kadar onunla pek bir sorunu olmamış bizim "Milliyetçiliğimiz", halının 
altından çekildiğini görünce bîr şeyler yapmak gereğini duyuyor ancak "Düşmanın" büyüklüğü, onunla bir mücadele pratiği olmaması ve bu  mücadelenin gerektirdiği donanım yoksunluğundan dolayı, zaten kendi yazmış olduğu tarihyazımının bize öğrettiği çeşitli kum torbaları yaratıyor; Misyonerlik, Pontus, Patrikhaneler vs. ve o alanda egzersiz yapıyor.

Ankara Ticaret Odası, bir süredir faaliyetleri ve yayınlarıyla, bazı görüşlerin Meclis dışında kalmasının yarattığı boşluğu ikame etmeye çalışmakta, 
başkanı da siyaset sahnesinde kendisine o kesimlerde istikbal aramaktadır.

Yayınların bir serisini de "vatanseverin el kitabı" adını taşıyan broşürler oluşturmaktadır. Bunların sonuncusu olup, İçimizdeki Hançer: Fener Rum 
Patrikhanesi adını taşıyan broşür ise içeriğiyle, "vatanseverleri" değil bilgilendirmek; gayri ciddiliğî, tutarsızlıkları ve açık hataları ile, zaten 
önyargıların hakim olduğu azınlıklar alanında düşmanlıkları sürdürmeye davet etmektedir.

Broşüre konu olarak bu alanın en görünür yüzü olan Rum Patrikhanesi'nin seçilmesinin de anlamı budur. Oysa broşürün derdinin yalnız Patrikhane değil, azınlıklar olduğu açıkça görülmektedir.

Kapağına, neden bir Slav kilisesi fotoğrafı konduğu anlaşılamayan;, "Hıristiyan dünyasının, 'Müslüman -Türk kimliğinin kökü mutlaka kazınacaktır' yemini ile başlayan süreç, son günlerde büyük bir ivme kazandı" (s. 3) gibi, ne zaman, nerede ve kim tarafından çıkarıldığı belli olmayan ama muhafazakâr kesimler için arada sırada hatırlatılması pek faydalı olan bir söylence ile başlayan broşür, cumhuriyet dönemi Türk tarihyazımına bu alanda hakim olmuş İfadeleri tekrar etmekte ama bunları kanıtlama zahmetine de girişmemektedir.

Broşüre göre "Türkiye'de, Lozan Antlaşmasına göre, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler azınlık olarak kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti azınlıkların 
belirlenmesinde dini mensubiyet esas kriter olarak alınmıştır." (s.5).

BU gruplar Lozan Antlaşmasının neresinde yazmaktadır? Lozan'da hiçi dini grup adı geçmez ki! Ama bu grupları azınlık olarak sunduktan sonra broşürümüz, Lozan Antlaşmasında Rumlar dışında açıkça belirlenmiş bir azınlık olmamasına rağmen 42. maddenin, "Türkiye Hükümeti azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve diğer dinsel kurumlara her türlü koruma sağlamayı yüklenir' hükmünün hoşgörülü yorumlanmasının sonucu Ermeni ve Yahudiler de azınlık haklarından yararlanmışlardır" (s.6-7) gibi, 2004 yılına kadar Lozan Antlaşmasını okuyanların nedense göremediği bir ucubeyi ortaya atmaktan çekinmemektedir.

Demek ki broşüre göre, yukarıdaki maddede geçen "azınlık yalnız Rumlardır ama hoşgörülü Türkiye bu maddelerden Ermeni ve Yahudileri de yararlandırmıştır. İyi de hoşgörülü Türkiye'nin hoşgörüsü sınırlı mıdır ki, örneğin Süryanileri bu haklardan mahrum bırakmaktadır.

Sıra azınlıklara hoşgörüden, artık hoşgörü gösterilemeyecek onun bir kurumuna, Patrikhane'ye gelmiştir: "Her fırsatta, Türk yurdunun bölünüp parçalanması için faaliyet gösteren Fener Rum Patrikhanesi 'ekümenik' yani evrensellik unvanını almak için yıllardır sürdürdüğü savaşı kazanmak üzeredir." /s.3) 1918-1922 arasındaki işgal yıllarında Patrikhane'nin Venizelos tarafından gönderilmiş, Osmanlı vatandaşı olmayan patriğinin ve bazı metropolitlerinin işgal güçleriyle işbirliği yaptığı doğrudur.

Ancak savaşın kazanılması ve Lozan antlaşmasının imzalanmasıyla bu gibiler temizlenmiş, bu tarihten sonra patrikler hükümetin onayından geçen adaylar arasından seçilmişlerdir.

Dolayısıyla o günden beri, yukarıdaki suçlama nedeniyle hukuken takibata uğramış, ceza almış herhangi bir patrik bulunmamaktadır. 

Ancak "ulusal çıkarlarımız" bu "düşman"m her gün parmakla gösterilmesini, unutkan Türk zihinleri için gerekli kılmaktadır. Eğer yukarıdaki suçlama doğru ise, ilgili belgeler açıklanmalı ve bugüne kadar bu konuda hukukî bir işlem yapmayan sorumlular açığa çıkarılmalıdır.


"Türkiye'de yaşayan Rum ve Ermeni azınlık ile Diaspora Ermenileri ve Rumların Yunanistan'ın öncülüğünde Türkiye aleyhtarı faaliyetlerini sürdürecekleri..." (s. 20) öngörüsünü yapmakta broşürümüz.

Gerçekten, Türkiye'de bu bizi bölmek parçalamak isteyen azınlıklarla ilgili belgeler neden "gizli", "çok gizli" ya da "hizmete özel" statüsündedirler? 
Neden onların gerçek yüzleri "vatanseverlerden" gizlenmektedir? Neden devletimiz "koynumuzda beslediğimiz" azınlıklarla ilgili belgelerini kendine 
saklamakta, bu faaliyetleri öğrenmek isteyen vatanseverlerle paylaşmamaktadır!

Bu başlıktaki bir broşürde Ermenilerin ne işi var diye sorabilirsiniz. Meğer İstanbul Ermeni Patrikhanesi, Eçmiyadzin Katolikosluğu'na bağlıymış ve 
"...Büyük Ermenistan'ın kurulması ve Ermenistan ile birleşmesi yönünde faaliyetlerini sürdürmekte..." imiş. (s. 19)

"Sözde soykırım törenleri; 1997 yılında geçen yıllara oranla daha sessiz ve olaysız geçmiş..." (s. 19) Allah Allah, bunlar neredeki törenler ve 1997 
de nereden çıktı denilebilir. Elde o yılın "değerlendirme raporu" varmış demek ki!

Meğer Heybeliada Ruhban Okulu, "Rum militanların Bekaa Vadisi" imiş, üstelik "Fener Rum Patriği Bartholomeos müjdeyi (!) vermiş... okul 8 Ağustos'ta açılacak [mış.]" (s. 4) Kimdir bu militanlar? Nerede savaşmışlar ve eylem yapmışlardır? Madem Rum Patriği bu kadar güçlüdür de, neden okul onun verdiği tarihte açılmamıştır?

Bu broşürün tek bir kalemden çıktığını kabul etmek mümkün değildir. Çünkü aynı kişi bir sayfa önce, "...Patrikhane [Lozan'da]...bir 

Türk kurumu olarak kabul edildiğinden" (s. 5) deyip, arkasından "...varlığını ve faaliyetlerini Ayayorgi Kilisesi ve Manastırı Vakfı binalarında misafir olarak sürdürmektedir" (s. 6) diyebilmektedir.

Bir Türk kurumu Türkiye'de nasıl misafir olabilir? Ve eğer Patrik "bir memur statüsünde" (s. 6) ise, devletten neden maaş almamaktadır, 657'ye tâbi mîdir, Türkiye'de "emekli" patrik mevcut mudur gibi sorulara yanıt verilmesi gerekmektedir.

Yine aynı kişi, "...Ekümeniklik vasfı taşımayan..." (s. 6) Patrikhane'nin, "...statü itibariyle 'Eşitler arasındaki birinci" (s. 24) olduğunu yazabilir mi? 
Eğer ekümenik değilse, nasıl "...İstanbul'da Ortodoks Patrikler Toplantısı..." (s. 8) düzenleyebilmektedir? örneğin Moskova Patriği neden böyle bir toplantı yapamamaktadır, şeklindeki soruları çoğaltmak mümkündür.

Patrikhane, "1950'li yıllardan sonra Kuzey ve Güney Amerika, Avustralya, Girit, Onîkiadalar ve Yunanistan'ın Aynaros Kasabası (20 manastırlı) kiliselerini dini yönden kendisine bağlamıştır" (s. 8) denmektedir ancak, yarı-özerk Girit Kilisesi, Onikiada, Aynaroz hîç Patrikhane'den ayrılmamışlardır ki!

Amerika Kilisesi 1922'de, Avustralya ise 1924'te Patrikhane'ye bağlanmışlardır.

Herhangi bir dinî eğitim almamış, bir sinod tarafından seçilmemiş olduğu halde "Türk , Ortodoks Patriği" olarak tanınan Selçuk Erenerol'dan (2002 yılında hayatını kaybettiği halde, yaşıyormuş gibi) "Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi İstanbul Baş Episkoposluğu Vakfı Temsilcisi" (s. 11) olarak bahsedilmesi de, "resmî sıfatının" ne olduğunu göstermesi bakımından manidardır.

Broşüre göre, "...Patrikhanenin tüzel kişiliği de bulunmamaktadır" (s. 6) ki doğrudur, o zaman aynı kişi nasıl olup da, "bilindiği gibi Fener Rum Patrikhanesi, Lozan Anlaşması gereğince 'Azınlık statüsünde'dir" (s. 12) ya da "mülkiyetine sahip olduğu çevre araziyi yerleşime kapatarak, kendi kontrolüne almaya çalışacaktır" (s. 13) diyebilmektedir? Hem yukarıda tüzel kişiliği yok diyeceksin, hem "azınlık statüsünde" diyeceksin, hem de mülklere sahip diyeceksin, olmaz ki!

"Türkiye bunu [ekümenikliğini] tanıdığı anda artık Patrikhaneyi kontrol edemeyecektir." (s. 12) Laik bir devletin, dinî bir kurumun dinî bir unvanını tanıması da ne demektir? Sorun bakalım Fransa'ya, ülkesinde herhangi dinî bir kurumu resmen tanıyor muymuş? Hem bu ekümeniklik bir de , "Yasalarüstü" olmak anlamına v mı gelmektedir?

Broşürde yer alan, "Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının vesayetinden ve engellemelerinden kurtulmak"tan başlayıp, "Vatikan'ın (Bizans'ın) resmen 
kuruluşu" ile sona erecek Patrikhane'nin beş aşamalı planının (s. 12-14) Patenti Mehmet Çelik'e aittir. (EM/BA)

*  (Elçin Macar: Yıldız Teknik Üniversitesi   )

http://bianet.org/bianet/siyaset/49704-icimizdeki-hancer-fener-rum-patrikhanesi


..


Çözüm Sürecinde Kelime Oyunları Ve Türkiye Cumhuriyeti'ne Kurulan Tuzak!






Çözüm Sürecinde Kelime Oyunları Ve Türkiye Cumhuriyeti'ne Kurulan Tuzak! 







Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
13 Şubat 2015 Cuma

Cahit Armağan DİLEK 

Çözüm Sürecinde Kelime Oyunları Ve Türkiye Cumhuriyeti'ne Kurulan Tuzak!  
İç ve dış politikada sıkışan AKP iktidarı kendisini en çok zorlayan projesinden 
biri olan çözüm sürecinde 7 Haziran seçimleri öncesinde elini rahatlatacak yeni 
bir hamle başlatmış gibi gözüküyor. Ama görünen o ki bu hamle aslında AKP 
iktidarının önünü açmayacak PKK devletçiğinin önünü açacaktır.

Aslında toplumun büyük tepkisini çeken PKK ile müzakere sürecinde tepkilerin 
azaltılması için zaten gizli yürütülen müzakereler hakkında tam bir sessizlik 
politikasına geçilmişti. Yaklaşık bir aydır çözüm süreciyle ilgili hiçbir açıklama yapılmamış konu adeta gündemden düşürülmüştü. Kandil'den bile her zaman yaptıkları ters/tehdit dolu açıklamalar gelmedi.

Ancak 04 Şubat 2015'te HDP heyetinin İmralı ziyareti sonrasında yeni bir algı 
operasyonun sahneye konduğunu görüyoruz.  HDP'lilerin son günlerde yaptığı 
açıklamalar sanki önemli bir gelişme yaşanacakmış havası veriyordu. AKP ve 
Öcalan'ın anlaştığı ama Kandil ayak direttiği ve ikan edilmeye çalışıldığı 
haberleri sızdırıldı. Bu sabah HDP heyetinin Kandil'e gittiği, iyi haberlerle 
dönmelerinin beklendiğine yönelik umut sömürüsü içeren haberlerle birlikte 
hükümetin görüşlerini yansıtmasıyla tanınan gazeteci Abdülkadir Selvi bugün (13 Şubat 2015) PKK'nın silah bırakması "AN MESELESİ" ana başlığıyla bir haber yapıyor. Haberin devamındaki alt başlıkta  "Çözüm sürecinde tarihi an çok yakın. İmralı’da Öcalan, “PKK tüm unsurlarıyla silah bıraksın. Artık silahlı mücadele bitmiş, siyasi mücadele başlamıştır” deniyor.

Ancak haberin detayında   <<Öcalan’ın Kandil'e ulaştırılmasını istediği 
mesajında, “TÜRKİYE TOPRAKLARINDA SİLAHLI MÜCADELE SONLANDIRILMIŞTIR. 2013 yılı Nevruz ayında yayınlanan mesajımda da olduğu gibi artık silahlı mücadele bitirilmiş, siyasi mücadele dönemi başlamıştır. Silahlı mücadelenin bitirildiği yönündeki çağrımın uygulanması için PKK bileşenlerinin acilen kongreyi toplayıp, silahsızlanma kararının alınmasını gerekmektedir” dediği, mesajın Kandil’e ulaştırıldığı, ancak Kandil’in bunun kamuoyuna açıklanmasını engellediği,  mutabakat sağlanırsa silahlara son verecek çağrı, hükümet ve HDP tarafından ortak bir açıklamayla duyurulacak>>   deniyordu. 

İşte kelime oyunları burada başlıyor. Haberin ana ve alt başlığında verilen 
mesajla detayındakiler birbirinden çok farklı. Aslında PKK'nın silah bıraktığı 
falan yok, çözüm sürecinin başlangıcında ilan edilen eylemsizlik yani onlara 
göre ateşkesin başka kelimelerle ifadesi. Çünkü teorik yada sanal olarak terör 
örgütü şuanda sözde silahlı mücadeleye ara vermiş durumda. Neymiş Türkiye'de silahlı mücadele yapmayacakmış! Ama silahı ellerinde bulundurmaya, hükümete ve TBMM'ye karşı baskı ve tehdit unsuru olarak kullanmaya devam edecekler, taleplerinin yazılı olarak anayasa ve yasalara geçmesini bekleyecekler.

Haberde vurgulanan diğer bir konuda HDP ve AKP hükümetinin "ortak" bir 
açıklamayla bunu duyuracak olmasıdır. "PKK silah bırakıyor" ana başlığıyla 
yapılacak ortak bir açıklamayla artık "resmen" müzakerelere geçildiği de 
duyurulmuş olacaktır. Aslında yazılı bir kağıda gizli olarak atılmış bir imzadan 
daha etkili bir yöntem. Bu ortak açıklama PKK'nın elindeki en büyük kozlardan 
biri olacaktır.

Bu yapıldıktan sonra hükümetin de eli rahatlamış olacaktır. Ne de olsa 
Türkiye'nin 30 yıllık baş belası PKK terör örgütüne silah bırakma kararı (!) 
aldırılmıştır. Artık  Kandil ve İmralı'daki teröristbaşının taleplerinin 
(Öcalan'ın 2015 Nevruz'unda görüntülü olarak Diyarbakır'da halka hitap etmesinin sağlanması, müzakere heyetlerinin oluşturulması, Öcalan'ın sekreteryasının adaya yerleşmesi, Öcalan'ın başmüzakereci olarak iletişim imkanlarının artırılması, muhtemelen adada bir eve çıkarılması, müzakereyi gözleyecek üçüncü göz  ekibinin oluşturulması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi bazı yasal düzenlemelerin yapılması vs vs ) yerine getirilmesinde hiçbir engel kalmayacaktır. Bunu yapacak AKP hükümetinin elinde bütün eleştirileri ve suçlamaları savuşturacak kocaman bir yalan vardır: PKK silah bırakacağını açıkladı!

Peki bu durum sahada ve günlük hayatta taraflara ne sağlayacak? AKP iktidarı 
seçimlere kadar elini rahatlatmış olacaktır, çünkü bu ortak açıklama ve 
İmralı'daki şartların rahatlatılması karşılığında PKK'dan seçimlere kadar  hükümeti rahatsız edecek türde terör eylemleri yapılmayacağı gibi bir söz 
(aslında bölgede şuan yaşanan durumdan farklı bir şey olmayacak) almış 
olacaktır. Anayasal değişiklik gerektiren talepler için de mecburen seçimler 
beklenecektir. PKK da bunu anlayışa(!) karşılayacaktır.

PKK/KCK/Öcalan cephesi ise çözüm süreci kurgusunda yeni başarıları kendi 
hanesine yazdırmış olacaktır. Artık PKK terör örgütü Türkiye Cumhuriyeti ile 
resmen müzakere yapan bir pozisyon kazanmıştır.  Seçimlerde AKP kazanmasa bile yeni gelecek hükümetin karşına resmi bir muhatap olarak çıkacaktır. Doğu ve güneydoğuda 2013 başından buyana sürdürdüğü devlet uygulamalarına devam edecek ve daha pekiştirecektir. Çünkü bölgede hükümetin ve devletin şimdiki tutumu (polis/jandarma karargah ve kışlada hapis, operasyon yok, sokağa çıkmak yok, sokak PKK'ya emanet) devam edecektir. 7 Haziran seçimleri tamamlandığında ise tek eksik bölgede fiilen oluşan özerk/federal bölgenin anayasaya geçirilmesidir.

Tabi bunun nasıl gerçekleşeceği seçim sonuçlarına göre olacaktır. (1) Eğer HDP 
barajı geçer AKP de birinci parti olursa TBMM'de anayasa değişikliği yapmak 
kolaylaşacaktır. (2) Eğer HDP barajı geçemezse ve AKP yine tek parti olarak 
anayasayı değiştirecek sayıyla iktidara gelirse, elindeki silaha ve henüz 
bilemediğimiz ama AKP'ye karşı şantaj olarak kullanabileceği bilgi ve belgelere 
sahip PKK'nın talepleri yine AKP tarafından anayasaya yansıtılacaktır. AKP'nin 
bunu topluma anlatmak için kullanacağı argüman da şu olabilecektir: Geçen 2-3 
senede çözüm sürecinde kandırılmışız, bölgede fiili bir durum oluşmuş, PKK kamu düzenini ele geçirmiş, bölgede özerk bir yapı fiili bir işgal var, bunu geri 
döndürmek savaş demek yine analar ağlasın demektir, biz anaların ağlamasını 
istemiyoruz, dolayısıyla fiili durum neyse onun anayasal ve yasal gereğini 
yapacağız.  (3) HDP barajı geçemez, AKP de iktidar olacak çoğunluğu alamazsa 
yeni gelecek hükümetin karşısında resmi müzakerenin muhatabı olan eli silahlı, 
doğu ve güneydoğuda devlet hakimiyetini ele geçirmiş bir terör örgütü 
bulacaktır. Maalesef o hükümetin seçeneği de çok fazla olmayacaktır.

Çünkü haberlere ve devletin raporlarına yansıdığı şekilde PKK büyük bir 
ayaklanma için Türkiye topraklarında silah, patlayıcı, eleman konuşlandırmaktadır.  Dolayısıyla yukarıda saydığımız olasılıkların yanında PKK 
gerek kendi içindeki (İmralı-Kandil ayrılığı) sorunlardan kaynaklanan ya da 
bölgesel konjonktürün yaratacağı bir tehdit/fırsat ortamında, AKP hükümetinin 
taleplerini karşılamadığı gerekçesini öne sürerek arkasına aldığı dış destekle 
de 7 Haziran seçimlerini beklemeden de bir ayaklanma başlatabilir. Bundan 
PKK'nın bir askeri zaferle çıkabilmesi mümkün olmasa da sonuçta kaybeden ve 
zarar gören Türkiye olacaktır.

Görüldüğü üzere AKP hükümeti ve HDP'nin ortak açıklamasıyla duyurulacak "PKK silah bırakıyor" beyanı basit bir açıklama olamayacaktır. Böyle bir açıklama aslında Türkiye Cumhuriyeti'nin bekasına yönelik bir tehdittir ve 2013 yılı başında başlatılan çözüm süreciyle kuruluna tuzağın sağlamlaştırılması ve 
tamamen kilit altına alınmasıdır.Çözüm sürecinin başından bu yana kamuoyuna 
yansıyan haberler, devletin kurumlarının raporları ve bizzat hükümet tarafından 
yapılan PKK terör örgütünün çözüm sürecinde verdiği hiçbir sözü yerine getirmedi açıklamalarına rağmen hükümet halen süreci devam ettiriyorsa yukarıda söylediklerimizin gerçekleşmesi sonrasında söyleyeceği "kandırılmışız, safmışız, iyi niyetimizi istismar ettiler vs" açıklamaları da inandırıcı olmayacak, 
yanlışlarını/hatalarını/suçlarını ortadan kaldırmayacaktır. 

Bu girişimin bugünlerde alevlenmesinin ve de hızlandırılmasının ayrı bir önemi 
var. Eğer bu ortak açıklama yapılacaksa bunun Öcalan'ın yakalandığı 15 Şubat'a 
denk getirilmesi de hem AKP hükümeti hem de PKK açısından simgesel anlamı 
olacaktır. Öcalan'ın 15 Şubat 1999 yakalandığını 16 Şubat'ta Başbakan Ecevit 
açıklamış, Nisan'da yapılan seçimlerde de birinci parti olmuştu. AKP de 
şimdilerde benzer bir hesabı yapıyor olabilir. Aynı şekilde şimdi 15 veya 16 
Şubat 2015'te yapılacak açıklamayla Öcalan'ın halen içeride olduğu süreçte 
PKK'nın silah bırakacağının duyurulması AKP hükümeti için avantaj yaratacağı 
düşünülmüş olabilir. PKK açısında da yakalanmış liderlerinin hapishanede 
geçirdiği 16 yıl sonrasında (gerçekte silah bırakmadan) başmüzakereci olarak 
Türkiye Cumhuriyeti devletiyle müzakere masasına oturmuş ve taleplerini kabul 
ettirmiş olarak sunulacaktır. Yani PKK ve AKP açısından kazan-kazan durumu söz konusu olabilecektir.

Bakalım zaman neler gösterecek...

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/02/13/8056/cozum-surecinde-kelime-oyunlari-ve-turkiye-cumhuriyetine-kurulan-tuzak

************

Cahit Armağan DİLEK
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  Çözüm Sürecinde Kelime Oyunları Ve Türkiye Cumhuriyeti'ne Kurulan Tuzak! 
  2015'de Türkiye ve Dünyada Beklenen Kriz ve Çatışmaların Olasılıkları, 
  Etkileri ve Öncelikleri  
  Hükümetin Kamu Düzeni Sağlansından Kastı  
  ABD'nin IŞİD konulu "Harp Oyunu"; IŞİD'le mücadelede neler olacak?  
  ABD Düğmeye Bastı: Batı Kürdistan Kuruluyor, Öcalan Özgür Kalıyor 
  IŞİD tehdidinin "Kazananları" ve "Kaybedenleri" 
  IŞİD Eliyle Irak'ın Yeniden Dizaynı: Kerkük'ten Sonra Musul Barzani'ye Peşkeş 
  Mi Çekiliyor? 
  Türkiye'nin Cumhurbaşkanını Seçmek; Kim Seçilirse Ne Yapar, Hangi Kararları 
  Alır? 
  Başbakan'ın "Terörün Nedeni" Tanımlaması ve Türkiye'yi Bekleyen Tehlikeler 
  PKK'nın zaferini, Öcalan'ın Özgürlüğünü, Kürdistan'ın kuruluşunu, Türkiye'nin 
  bölünüşünü ilan eden kanun 
  TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? 
  Üç Kollu Gemi Halatı ve Yeni MİT Yasası 
  AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda 
  Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve 
  Cemaat 
  İki Buçuk Savaş Tehdidinden "İki Buçuk Devlet & İki Buçuk Hükümet Tehdidi"ne 
  Dönüşen Türkiye'nin Beka Sorunu 
  Amerikan İstihbaratının 2014 Yılı Küresel Tehdit Değerlendirmesi ve 
  Türkiye'nin Durumu 
  ABD-Romanya Stratejik Ortaklığı; ABD Artık Sürekli Karadeniz'de  
  ABD Enerji Alanında da Süper Güç Oluyor 
  Tokyo 2020; Küresel Güç Dengeleri ve Asya-Pasifik'in Yükselişi 
  Esad'ı Cezalandırmak ve Askeri Operasyonun Sürpriz Etkisi 
  Amerikan Ordusu Suriye’de Askeri Harekâta Hazır mı ve Sürdürebilir mi? 
  ABD Suriye'yi Neden Vurmalı, Neden Vurmamalı?  
  PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri 
  Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa: 
  PKK Terör Örgütünün Dönüştürülmesi 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü.
Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. 
Kurumumuz tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.

  
Yazılım & Tasarım: Mahmut ÖZDEMİR