15 Şubat 2020 Cumartesi

2000’Lİ YILLARDA TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİNİ BELİRLEYEN DİNAMİKLER BÖLÜM 2

2000’Lİ YILLARDA TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİNİ BELİRLEYEN DİNAMİKLER BÖLÜM 2




2.3 İsrail’in Kuzey Irak Politkası

ABD’nin, 11 Eylül saldırılarının ardından, Bush Doktrini çerçevesinde Kuzey Irak’a yaptığı müdehale ,ki daha sonra nükleer silahların bulunamayaşı ile bunun tam anlamıyla bir işgal olduğu anlaşılması, bölge ülkelerinde o zaman için en çok İsrail’in çıkarına hizmet etmiştir diyebiliriz. Burda dayanak olarak, İsrail’in kuruluşundan beridir sahip olduğu, Arap dünyasının kaotik olarak varlığını sürdürmesi, kendisine karşı oluşacak bir Arap birliği yerine, kendi içinde sorunları olan, bölünmüş, ve fikir ayrılıklarına düşüp husumetleri olan bir coğrafya tezahürüdür. Dolayısıyla, ABD’nin Irak’a yönelik olarak 2003 Mart ayında başlattığı savaş, kurulduğu andan itibaren Arap komşularını zayıflatmak isteyen İsrail’in stratejilerine oldukça uygun düştü. İsrail, 1948’de bir devlet olarak ortaya çıktığı andan itibaren Orta Doğu’daki düşmanlarına karşı yıkma ve istikrarsız hale getirme politikası izledi. Nitekim, kendisine muhalif ya da düşman gördüğü bölge ülkelerindeki özellikle de Sudan, Irak, Mısır, Lübnan gibi Arap devletlerindeki ayrılıkçı, etnik hareketleri bu politikasının bir sonucu olarak destekledi. Çünkü, İsrail açısından değerlendirildiğinde, bölünmüş bir Arap dünyası, bölgede en ideal olan düzendir. Doğal olarak Irak Savaşı’nın İsrail’in çıkarlarına hizmet etmiş ya da etmekte olduğunu düşünmek kesinlikle yanlış olmayacaktır. Nitekim, ilk andan itibaren Irak’ın kuzeyinde İsrail istihbarat servisi ve ajanları yoğun faaliyet göstermeye başlamışlardır. Doğal olarak İsrail ile Iraklı Kürtler arasındaki ilişkiler, Türkiye, Suriye ve İran’da endişelerin artmasına ve özellikle de her birinde güvenlik bunalımına neden olmuştur  Bu durumun Türkiye İsrail ilişkilkerinde oluşturduğu bir diğer etki ise, Suriye, İran ve Türkiye’nin birbirine daha çok yaklaşması olmuştur. 

2.4. El Aksa İntifadası

28 Eylül 2000’de Likud Lideri Ariel Sharon, partisinin önde gelen isimleri ile birlikte, Yasel Arafat’ın tüm uyarılarına rağmen El Aksa Camii’nin içinde bulunduğu tapınak tepesini, mevcut hükümet üzerinde baskı kurabilmek ve bu geziden tam 10 gün önce Sabra ve Şatilla katliamını  anan Filistinlililere buranın kendilerine ait olduğunu göstermek adına bir nevi gövde gösterisi yapmıştır. Fakat bu kışkırtıcı gezinin hemen ardından Filistinliler protesto yürüyüşlerine başlamış ve İsrail güvenlik güçleri tarafından dengesiz bir güçle bastırılmaya çalışılmıştır. Eylül ayının son iki gününde 20, ekimde ve kasımda toplamda 4 İsrailli hayatını kaybetmiş olup, diğer tarafta karşılaştırılmayacak bir sayıya ulaşan hayatını kaybeden Filistinlilerin sayısı 120 olmuştur.  Eylül 2000’de başlayan El Aksa İntifadası ve İsrail tarafından işgal altındaki topraklarda yürüttüğü Savunma Kalkanı Operasyonu ikili ilişkilerde sorunlu bir dönemin başlangıcı olmuştur. Ankara, işgal edilmiş topraklar ve Filistin kentlerinde İsrail Ordusu tarafından gerçekleştirilen operasyonlara karşı eleştirel bir tutum takınmış, önde gelen yetkililer İsrail’in tutumunu “ölçüsüz” şiddet kullanımı “saldırganca tutum” vb. nitelemeler kullanarak kınayan açıklamalar yapmışlardır. Türkiye, BM ve İKÖ gibi uluslararası platformlarda, Filistin yanlısı kararlara destek vermeyi sürdürmüştür. Türkiye, Ekim 2000’de BM Genel Kurulu’nda, çoğunluğu Müslüman ülkelerden oluşan bir grup tarafından hazırlanan ve “Filistinli sivillere karşı aşırı güç kullanan İsrail’i kınayarak, olayları soruşturmak için bir mekanizma oluşturulmasını destekleyen bir karar tasarısı”  lehinde oy kullanmıştır.  

Türk siyasi yetkilileri uluslararası alanda da tasvip edilmeyen İsrail devletinin Filistinlilere karşı gerçekleştirdiği eylemlerle karşılaştıkları zaman itirazlarını dile getirmekten ve  eleştirmekten kendilerini alamadılar. Bunun ilk örneği Mayıs 2002’de İsrail askerlerinin Filistin  umhurbaşkanı Yaser Arafat’ın karargâhını işgal etmesinde gerçekleşti. Başbakan Bülent Ecevit İsrail’i açıkça “Filistinlilere karşı soykırım uygulamakla” suçladı. Ecevit’in suçlaması özellikle El-Aksa  ntifadasından sonra Türk politikacılar arasında İsrail’e karşı yaygın eleştirel tonla uyumluydu. Mesut Yılmaz alenen tank modernizasyon anlaşmasının imzalanmasını sorguladı ve Filistin işgalinin çözümü ufukta görünene kadar “projenin imzalanmasını askıya almanın daha iyi olacağını” belirtti. Başlıca muhalefet partileri Fazilet Partisi ve Doğru Yol Partisi de anlaşmanın “askıya alınmasını” ya da “iptal edilmesini” istedi. Fakat Ecevit’in İsrail ile Filistinliler arasında gerilimin yüksek seyrettiği bir dönemde açık şüphelere sahip olmasına rağmen, İsrail ile yapılan tank modernizasyon anlaşmasını iptal  etmediğini not etmek gerekir.  Sonuç olarak, El Aksa İntifadası’nda da diğer tüm Filistinlileri etkileyen olaylarda olduğu gibi Türkiye hassasiyetini ve tarafını açıkça belli etmiştir, ve bu durum Türkiye-İsrail ilişkilerini yüksek tondan eleştirel söylemler nezdinde çatışma düzeyine getirmiştir.

2.5. İsrail’in Lübnan Müdehalesi

Üç İsrail askerinin Hizbullah tarafından kaçırılmasını bahane ederek Lübnan’a giren İsrail burda ağır bir Hizbullah direnişi ile karşılaşmıştır. Bu meşru olmayan saldırı Suriye ve İran tarafından olduğu kadar Türkiye tarafından da eleştirilmiş olup Türkiye-İsrail ilişkilerine eklemlenen bir diğer sorun olarak tarihe geçmiştir. Birçokları bu savaşı İsrail’in bir yenilgisi olarak görmüştür, İsrail tarafında da kendi askeri yapılarının yetersiz olduğu gibi bir kanının oluşmasına sebep vermiştir. Hizbullah’ın İran ve Suriye’den destek almasının yanısıra, elinde bulundurduğu Çin üretimi silahları da başarılı bir şekilde İsrail topraklarında kullanabilmesi, İsrail’e ağır kayıplar verdirmiştir. 33 Günlük Savaş” olarak nitelendirilen İsrail-Hizbullah Savaşı, 12 Temmuz 2006 günü başladı. Askerinin kaçırılmasını bahane eden İsrail, kara, deniz ve havadan Güney Lübnan’ı ağır bombardımana tuttu. İsrail, zırhlı birlikler ve özel birliklerle Hizbullah bölgesine girmeye kalktı. Beklenmedik direnişle karşılaştı. Ağır yenilgiye uğradı. Bu sırada bin 300’e yakın sivil hayatını kaybetti. 4 bin 300 ev yıkıldı, 226 apartman yerle bir oldu. 163 köprü ve 48 cami de yıkılanlar arasındaydı. İnsan kaybının içinde 433 çocuk ve 378 de kadın bulunuyor. İsrail, halkın direnişini kırmak için sivil bölgeleri ağır bombardımana tuttu. Tıpkı bugün Gazze’de olduğu gibi... ABD ve Avrupa desteğine rağmen İsrail yenilgiden kurtulamadı. Savaş bir anlamda İsrail-İran-Suriye Savaşı oldu. Lübnan’ı her iki ülke de açıktan destekledi. İran seferber oldu. Yıkılan binalar için ilk etapta bir milyar dolar yardım etti.  Sonuç olarak her ne kadar, bu savaştan İsrail istediğini elde edemeyip ablukayı kaldırıp bölgenin güvenliğini Lübnan ve UNIFIL askerlerine bırakmış olsa da İsrail tarafınca 1000’in üzerinde sivilin öldürülmesi Türkiye tarafından ağır bir şekilde eleştirlmiştir ve bu durum iki ülke arasındaki ilişkilerde gerilimi tırmandıran bir başka olay olay olarak görülmektedir. 

2.6 İsrail-Suriye Arasındaki Arabulucuğun Bitmesi

Türkiye-İsrail ilişkilerinde üzerinde durmamız greken bir diğer mesele de Türkiye’nin İsrail ile Suriye arasında yaşanan krizde arabulucu rolü üstlenmesidir. Suriye ile İsrail arasındaki Golan Tepeleri sorunundan dolayı yaşanan gerginliğin tarihi yaklaşık yarım asıra yakındır. 10 Haziran 1967’de Altı Gün Savaşı olarak bilinen Arap İsrail Savaşı’nın bitimiyle Golan Tepeleri’nde başlayan İsrail işgali dünyanın en uzun süreli işgali olma yolunda ilerlerken aynı zaman da çok taraflı uluslararası bir kriz alanına dönüştü. Krize birçok uluslararası aktörün müdahil olmasına rağmen İsrail işgali ile oluşan statükonun değişmesi adına çabalar ve girişimler bir türlü başarıya ulaştırılamadı. 4 Haziran 1967’den sonra İsrail’in işgal ettiği toprakları boşaltmasını öngören BM Güvenlik konseyi kararlarının (242 ve 338 sayılı kararlar) yaptırım gücünden yoksun olması ve büyük güçlerin bu kararları uygulatma adına isteksizlikleri İsrail işgalinin süresini uzatan öncelikli nedenlerdir.  2000’li yıllara gelindiğinde ise Arap Baharı sürecine kadar Suriye ile iyi ilişkiler geliştiren Türkiye’nin bu sorunun barışçıl bir yolla çözümü noktasında oldukça hevesli adımlar attığı ve elini taşın altına soktuğu bilinmektedir. Bu yolda atılan en büyük adımın ise 27 Aralık 2008 tarihine kadar başbakan Erdoğan’ın aylar süren görüşme trafiğidir. Bu tarihte yapılacak olan son bir görüşme ile barış haritasının çiziminin sonuna gelineceği gibi bir kanı oluşmuş olup tam da iki gün sonra 29 Aralık’ta tarafların masaya oturması öngörülürken İsrail’in Gazze’de başlattığı şiddtetli saldırı sonucunda daha ilk saat içinde 148 Filistinlinin ölmesi, şimdiye kadar barış için yapılan tüm görüşmeleri heba etmiş olup, Başbakan Erdoğan tarafından sırtından vurulduğunu da dile getirmesi ile ağır bir şekilde eleştirilmiştir.  Yaşanan bu gelişme, Mavi Marmara Saldırısı öncesinde Türkiye-İsrail İlişkilerinde gerginliği daha üst boyutlara taşımıştır. 

2.7 Davos Krizi

Davos, İsviçre’nin doğusunda, Graubünden kantonunda yer alan ve dağlık dinlenme merkezi olarak bilinen bir kasabanın adı. Önemi 1971’den beri yıllık olarak düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’na ev sahipliği yapmasından ileri geliyor.  Bu zirvenin Türkiye-İsrail İlişkilerinde derin yaralar açması ise daha önceden kesinlikle öngörülmemiş bir olay olarak dünya kamuoyunda dahi şaşırtıcı bir etki oluşturmuştur.

Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa’nın ve İsrail CumhurbaşakanıPerez’in panelist olarak katıldığı ve Washington Post yazarı David Ignatius’un yöneticiliği(moderatör)nde düzenlenen “Gazze: Ortadoğu’da Barış” paneli, adeta Zirve’ye damgasını vurmuştur. Dünya ekonomi krizini tartışan ve çözüm arayan Zirve, bir anda ve beklenmedik bir şekilde, Türkiye ve İsrail arasında yaşanan krizin eşiğine gelmiştir.  İsviçre Davos'ta yapılan bir oturumda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yüksek sesle konuşan ve parmağını sallayan İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e çok sert bir çıkış yaptı. İsrail'in Gazze saldırısı hakkında son derece "açık" ifadeler kullanan Başbakan Erdoğan, "Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz" dedi. Erdoğan, oturum yöneticisini de kendisine kısa süre vermekle eleştirdi ve "Davos benim için bitmiştir" diyerek, paneli terketti.  Türkiye-İsrail ilişkilerini özellikle kamuoyu nezdinde etkileyen bu olayın Türk medyasında İsrail’i eleştirecek şekilde dizi ve filmlerde işlenmesi daha sonra devletler arasındaki resmi dış politika aktörlerinin söylem ve eylemlerine ilişkileri daha çok çatışmaya götürecek şekilde yansımıştır. 

2.8 Medya Etkisi ve Alçak Koltuk Krizi

İsrail-Türkiye ilişkilerinde öenmli bir etkiye sahip olan medya, özellikle Türk dizi ve filmlerinde İsrail’in Filisitinlilere yaptığı sistematik saldırıları zaman zaman eleştirmesi ile dikkate alınması gereken unsurlardan biri haline gelmiştir. Medyanın oluşturduğu bu etkinin Türk halkı üzerindeki nüfuzu, Türk ve İsrail’li politikacıların karar alma süreci ve söylemlerinde yerel siyasetin dış politikaya dolaylı etkisi hesaba katılarak vukuu bulduğunda iki ülke arasındaki ilişkilere somut şekilde yansımıştır. TRT'de yayımlanan "Ayrılık" ve özel bir tv kanalında yayımlanan "Kurtlar Vadisi" dizilerinde İsrail askerinin çocuk katili olarak gösterildiği iddiası iki ülke ilişkilerinde yaralar oluşturdu. Ankara, "2010'da ikili ilişkiler rölantide devam eder" değerlendirmesinde bulunurken, İsrail Dışişleri Bakan Yardıncısı Danny Ayalon'un, Türkiye'nin Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol'la görüşmesinde, Çelikkol'u alçak koltukta oturtması, masaya sadece İsrail bayrağını koyması, Çelikkol'un yanında gazetecilere olayın bir kumpas olduğunu İbranice olarak açıklaması ve Çelikkol'la tokalaşmaması, Ankara-Tel Aviv hattını adeta yangın yerine çevirdi.  İsrail'in Haaretz gazetesi ise alçak koltuk mesajının arkasında İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman'ın olduğunu yazdı. Danny Ayalon Türkiye'nin Büyüekelçisi'ni ‘Kurtlar Vadisi’ dizisinin önceki hafta yayınlanan bölümünden duyulan rahatsızlığı bildirilmek için çağırmıştı  Hafızalardan belki de bir daha hiç silinmeyecek olan koltuk krizinin hemen ardından Ankara’nın, İsrail Büyükelçisi Gabby Levy’i Dışişleri Bakanlığına çağırıp durumdan duyulan hoşnutsuzluğu dile getirip bir özür beklendiğini aksi halde Büyükelçi Çelikkol’un geri çağrılacağını söylemesi sadece medya unsurunun ilişkilerdeki çatışma potansiyelini nasıl harekete geçirdğini kuşku duyulmaz bir şekilde ortaya sermiştir. 

2.9. Mavi Marmara Saldırısı ve Palmer Raporu

31 Mayıs 2010 tarihinde, İsrail tarafından abluka altında tutulan Gazze Şeridine insani yardım götürmekte olan Gazze Yardım Filosu’na İsrail silahlı kuvvetlerinin saldırısı sonucunda 8 Türkiye, 1 ABD vatandaşı olmak üzere 9 kişinin hayatını kaybetmesi ayrıca çok sayıda insanın yaralanması, Türkiye-İsrail ilişkilerini tarihte hiç olmadığı kadar çatışma noktasına getirmiştir. Saldırının arkasından, Türkiye Tel Aviv büyükelçisini geri çağırmış ve ilişkileri maslahatgüzar seviyesine indirmiştir. İsrailli komandoların gemiye çıkıp dokuz kişiyi öldürmesinden sonra Türkiye Dışişleri Bakanlığı, bu katliamın telafisi mümkün olmayan sonuçları olabileceğini dünyaya ilan etmiştir. Diğer taraftan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, aynı gün BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmada, İsrail’in katliamını korsanlık, haydutluk ve barbarlık olarak nitelemiş ve bu ülkenin uluslararası toplumdan özür dilemesi gerektiğini vurgulamıştır. 32 ayrı ülkeden 600 civarında kişinin bulunduğu filonun kıyıdan 72 mil uzakta, uluslararası sularda saldırıya uğradığını vurgulayan Davutoğlu, öldürülenlerin ailelerine, tazminat ödenmesi konusunda da ısrarcı olmuştur.  Fakat saldırı ile ilgili, başkanlığını Geoffrey Palmer’ın yaptığı, BM Genel Sekreterliği Soruşturma Paneli’nin Eylül 2011’de hazırladığı raporun ,  İsrail’in kendini savunma hakkına yer vermesi ile Türkiye tarafını tatmin etmediğini söylemek yerinde olacaktır. Raporun Türkiye açısından taleplerinin karşılanması noktasında olumlu karşılanabilecek yanı ise, İsrail ordusunun abluka bölgesinden uzak olan gemiye çıkmadan önce nihai uyarıyı yapmadığını, aşırı ve mantıksız davrandığını, gemide direniş olacağını dikkate alarak kayıpları asgariye indirmek için değerlendirme yapılmadığını, şiddet içermeyen seçenekleri kullanmadığını, İsrail’in Mavi Marmara’ya yaptığı müdahalenin orantısız olduğunu, gemidekilere kötü davrandığını, israil’in olaydan dolayı üzüntülerini bildirmesi gerektiğini, yaralananlara ve ölenlerin ailelerine tazminatın ödemesini, Türk ve İsrail hükümetlerinin Ortadoğu’da istikrar ve uluslararası barış ve güvenlik için ilişkilerini onararak aralarında tam diplomatik ilişkilerini yeniden tesis etmelerini gerektiğini belirtmesidir.  Fakat raporun bir yaptırımının olmaması ve Türkiye’nin bir diğer talepi olan İsrail’in Gazze ablukasını kaldırmasına ilişkin bir hususa değinmemesi, Ankara’ yı memnun etmemiş ve İsrail ile ilişkilerin yeniden onarılması noktasında bir fayda getirmemiştir. Bu duruma ilaveten, BM Genel Sekreterinin Palmer Raporu üzerinde hiç bir işlem yapmamış olması, raporu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi veya taraflara göndermemiş bulunması veya rapor üzerinde herhangi bir beyanda bulunmayarak raporla kendi arasındaki irtibatı adeta kesmiş olmasının bu raporun işlevselliğini esasen ortadan kaldırmış bulunduğu gözlemlendi. 

Ankara saldırının ardından İsaril’den yerine getirmesini beklediği  taleplerini net bir şekilde dile getirmiştir; birincisi, hayatını kaybeden aileleren ve Türkiye’den özür dilenmesi, ikincisi öldürülenlerin ailelerine tazminat ödenmesi, sonuncusu ise İsaril’in Gazze’ye uyguladığı deniz ablukasını kaldırmasıdır. Bu talepler geç de olsa İsrail tarafından masaya yatırlmaya ve yerine getirilmeye başlanmıştır. İsrail Başbakanı Netanyahu, ABD Başkanı Obama’nın İsrail’e gerçekleştirdiği ziyaret sırasında 22 Mart 2013 tarihinde, Başbakan olduğu dönemlerde Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı telefonla arayarak; İsrail tarafından Mavi Marmara saldırısıyla ilgili olarak yürütülen ve bir dizi operasyonel hatanın yapıldığına işaret eden soruşturma ışığında, can kaybına veya yaralanmaya yol açan her türlü hatadan dolayı İsrail adına Türk halkından özür dilemiştir. Sayın Erdoğan bu özrü Türk halkı adına kabul etmiştir. İsrail, hayatını kaybeden vatandaşlarımızın ailelerine tazminat ödemeyi de kabul etmiştir. Ayrıca, sivil halkın kullanacağı malların Gazze dahil Filistin topraklarına girişine ilişkin kısıtlamaları esas itibariyle kaldırdığı ve sükunet devam ettiği müddetçe bu durumun da devam edeceğine ilişkin taahhütte bulunmuştur. Bu çerçevede, Filistin topraklarındaki insani durumun iyileştirilmesi için birlikte çalışmaya devam etme konusunda mutabık kalınmıştır.  Sonuç olarak, Mavi Marmara Saldırısı, iki ülke arasındaki çatışmayı, İsrail’in tarihte ilk defa Türkiye vatandaşlarını öldürmesini de hesaba kattığımızda, halihazırda devam eden ilişkilerin maslahatgüzarlık seviyesine inmesi ile en üst düzeye çıkarmıştır. İlişkilerin normalleşmesi içinse, İsrail’in, Türkiye’nin tazminat ve Gazze’ye uygulanan ablukanın kaldırılması taleplerini daha somut adımlarla yerine getirmesi gerekmektedir. 

SONUÇ

Türkiye İsrail ilişkileri milenyum öncesinde 1990’lı yıllar boyunca, “ortak tehdit” algıları temeline dayalı, “stratejik işbriliği” düzleminde ilerlemiştir. Bu ortaklığın altında yatan en temel faktör, Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye’den algıladığı güvenlik tehditinin, İsrail’in kuruluşundan bu yana olıuşturduğu Ortadoğu’da Arap devletlerine ve İran’a karşı yalnız olduğu düşüncesi çıkışlı dış politikasının örtüşüyor olmasıdır. 1990’lı yıllarda Suriye ve Irak’ın PKK’ya verdiği destekler ve İran’ın rejim ihracı politikası izliyor olması Türkiye’nin bu komşuları ile ilişkilerinin gelişememesine sebep olmakla beraber, Türkiye’yi silahlanmaya ve bölgede müttefik arayışına itmiştir. Bu noktada Suriye ile Goran Tepeleri sorununu yaşayan ve İran’ın aşırı İsrail karşıtı söylem ve dış politikası, İsrail için bölgede Arap olmayan ve batı kurumlarına üye ve ABD ile ilişkileri iyi olan Türkiye, bölgede işbirliği yapılması gereken devletler arasında itiraz götürmez bir şekilde öne çıkmıştır. Bu noktada 1993’te Oslo görüşmeleri ile Türkiye’nin hassas noktası Filistin Sorununa dair barışçıl adımlar atılması da Türkiye-İsrail ilişkilerinin “işbirliği” konseptinde ilerlemesine zemin hazırlamıştır. 
1990’lu yılların sonundan başlayarak günümüze kadar ki ilişkilere baktığımızda ise, bu dönemi Mavi Marmara olayına kadar “normalleşme” olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. İlk olarak Türkiye’nin yoğun baskıları sonucu 1998 yılında, PKK lideri Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve ardından Suriye ile imzalanan Adana Mutabakatı sonucu Türkiye-Suriye ilişkilerinin düzelmeye başlaması, 2000’li yıllarda Arap Baharına kadarki dönemde ise ilişkilerin “model ortaklık” seviyesinde yürümesi, Suriye’yi güvenlik tehditi algısı perspektifinde değerlendiren İsrail tarafında gelişmelere kuşku ile bakılmasına yol açmıştır. Bunun yanısıra, Türkiye’nin 2000’li yıllarda İran’ı bir tehdit olarak görmekten ziyade, özellikle enerji boyutunda işbirliği yapılması gereken bir devlet olarak dış politika ajendasına yerleştirmesi, Türkiye-İsrail ilişkilerine olumsuz yansımıştır. 2000’li yıllarda, Türkiye-İsrail ilişkilerini, işbirliği temelinden normalleşme zeminine getiren bir diğer unsur da, her iki ülkede de başa gelen sağ partilerin, kimlik politkalarını daha çok öne çıkarması olmuştur. İsrail’de başa gelen Likud’un Filistinlilere ve diğer Arap devletlerine olan düşmanlığını, söylem ve yaptığı askeri saldırılarda üst safhalarda tutması, İslam kimliğini de taşıyan AKP’nin İsrail’e karşı söylemlerine de yansımıştır. Bu söylemler, zaman zaman, İsrail’i terörist devlet olarak niteleme noktasına kadar varmıştır. Burdan da anlaşıldığı gibi, iki devlet,  bölge ile olan ilişkilerini kimlik politikalarının sonucu olan algılamaları çerçevesinde uyguladıkları takdirde kaçnılmaz bir çatışma sürecine girmektedir. İlişkilerin halen normalleşme zemininde yürüdüğü bu çatışma sürecinde bardağı taşıran son damla ise Mavi Marmara saldırısı olmuştur. Mavi Marmara olayı ile Türkiye-İsrail ilişkileri tarihin en kötü seviyesine gelmiştir.

Türkiye-İsrail ilişkilerinin günümüzdeki noktasına baktığımızda ise, Mavi Marmara olayının yaralarının halen sarılmadığını ancak, İsrail’in Ankara tarafınca kendisinden beklenen özür talebini yerine getirmesi ve tazminatları ödeyeceği noktasında anlaşılması, ilişkileri yeniden normalleşme sürecine sokacağının habercisi olmuştur. İki ülke arasındaki ilişkileri etkileyebilecek, üzerinde durmamız gereken bir faktör de, Arap Baharı sonrasında, Türkiye’nin komşularından Suriye  ile olan ilişkilerinin yeniden kaotik bir düzleme girmesi, Mısır ve Sudi Arabistan’ın bölgedeki halk hareketleri karşısındaki tutumları sonucunda bu ülkelerle işbirliği içine girilememesi ve son olarak da bir diğer komşusu İran’ın yeri geldiğinde sahada aktif olarak revizyonist diyebileceğimiz şekilde Şii temelli mezhepçi siyaset uyguluyor olması ve faaliyetlerinin Batı nezdinde hoşgörülüyor olması ile Ortadoğu’da artan etkinliği Türkiye ile İsrail’i kaçınılmaz olarak bölgedeki dengeleri korumak maksatıyla masaya oturmaya zorlamaktadır. 


KAYNAKÇA

Akdoğan, Muzaffer, “Davos ve Kriz”, 18.01.2012, http://www.uiportal.net/davos-ve-kriz.html , (e.t.30.04.2015).,
Akgün, Mensur, Gündoğar, Sabih Senyücel, Görgülü, Aybars, “Zor Zamanda Siyaset: Türkiye-İsrail İlişkileri”, TESEV Dış Politika Programı.
 AKTOB Turizm İstatikleri, 2014 , http://www.aktob.org.tr/pdf/aktob.turizm.verileri.pdf ,(e.t.27.04.2015).
Aras, Bülent “Davutoglu Era in Turkish Foreign Policy”, SETA Policy Brief , 01.02.2009,  http://arsiv.setav.org/public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=7712&q=davutoglu-era-in-turkish-foreign-policy  ,(e.t.27.04.2015).
Ataş , R. Serdar, “ İran’ın Ortadoğudaki Kılıcı:Kasım Süleymani” , Aljazeera,  11.11.2014, http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/iranin-ortadogudaki-kilici-kasim-suleymani,(e.t.24.04.2015).
Atlıoğlu, Yasin, “Golan Tepeleri ve Suriye-İsrail Askeri Güç Dengesi”, TASAM, 10.09.2007, http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/678/golan_tepeleri_ve_suriye-israil_askeri_guc_dengesi, (e.t.30.04.2015).
Aydınlık Gazetesi, “İsrail’in Tarihi Yenilgisi”, 14.08.2014, http://www.aydinlikgazete.com/gundem/israilin-tarihi-yenilgisi-h48524.html, (e.t.30.04.2015).
Bakır, Bahar, “Türkiye-İsrail İlişkilerinde Son Nokta: Alçak Koltuk Krizi”, 21.Yüzyıl Dergisi, Şubat 10, Sayı 14, http://www.21yuzyildergisi.com/assets/uploads/files/217.pdf  , (e.t.01.05.2015).
 Baykara, Murat, “Hamas Lideri Meşal Ankara’da” , BBC, 16.02.2006,  http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/02/060216_palestine_turkey.shtml , (e.t.29.04.2014).
Bıçakçı, Salih, “İsrael’s Apology and Turkey”, Center For International and European Studies, 17.04. 2013. 
Dalar, Mehmet, “Gazze Sorunu: İsrail Ablukası, Uluslararası Hukuk, Palmer Raporu ve Türkiye’nin Yaklaşımı” , ORSAM, Rapor, No:71, Eylül 2011, http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2011127_orsamreportt_71_tr.pdf  , (e.t.02.05.2015).
Davutoğlu, Ahmet, “ Erzincan Milletvekili Sayın Muharrem  Işık’ın 7/ 8126 Sayılı Yazılı Soru Önergesi”,  05.11.2012, http://www2.tbmm.gov.tr/d24/7/7-8126sgc.pdf  , (e.t.26.04.2015).
Doç.Dr Ali Balcı sayfa, Türkiye’nin İsrail ile İlişkilerinin Değişen Dinamikleri: Bir ‘Güvenlikleştirme’ Analizi.
Gürsel, Seyfettin, “AKP’nin On Yılı: Bir Ekonomik Başarı Mı? , Aljazeera,  19.01.2014,   http://dergi.aljazeera.com.tr/2014/01/19/akpnin-on-yili-bir-ekonomik-basari-hikayesi-mi/, (e.t.28.04.2015).
Kasapoğlu, Can, “The Turkish-Israeli Relations Under the Davutoglu Doctrine in Turkish Foreign Policy”, Ege Stratejik Araştırmalar Dergisi, 3 (2), 2012.
Klein, Menachem,“The Jerusalem Problem: The Struggle for Permanent Status”, Jerusalem Institute for Israel Studies, 2003 , s.98, http://ufdcimages.uflib.ufl.edu/AA/00/01/16/93/00001/JerusalemProblem.pdf,   (e.t.30.04.2015).
Marsden, Chris, “Labour and Likud Seek National Government as Israeli-Palestinian Conflict Intensifies” 16.01.2001, World Socialist Website, https://www.wsws.org/en/articles/2001/02/isr-f16.html, (e.t.28.04.2015).
Milani, Mohsen, “Why Tehran Won’t Abandon Assad (ism)”, The Washington Quarterly, 36 (4), 2013, ss. 79-93.
Milliyet Gazetesi, “Şaron Darbesi”, 21.05.2004, http://www.milliyet.com.tr/2004/05/21/dunya/adun.html,  (e.t.29.04.2015). 
Netanyahu:”Kudüs Ebedi Başkentimizdir”, http://www.dirilispostasi.com/netanyahu-kudus-ebedi-baskentimizdir/ , (e.t.20.04.2015).
Norton ,Augustus Richard, “The Role of Hezbollah in Lebanese Domestic Politics”, The International Spectator, Vol. 42, No:4, December 2007, http://www.bostoncollege.org/content/dam/files/centers/boisi/pdf/f09/The-Role-of-Hezbollah.pdf  , (e.t.24.04.2015).
NTV Haber “ABD Ortadoğu’da eşit davranmalı”,  , http://arsiv.ntv.com.tr/news/144191.asp (e.t.28.04.2015).
NTV Haber,  “Tel Aviv Büyükelçisi Alçak Koltukta”, 12.01.2010, http://www.ntv.com.tr/arsiv/id/25043007/  ,(e.t. 01.05.2015).
Özkan, Gencer, “Aynalar Galerisi: Türkiye-İsrail İlişkilerinde Yansımalar, Yanılsamalar ve Gerçekler” Ortadoğu Analiz, Haziran 2010, Cilt 2 , Sayı 18.
Palmer Raporu Sonrası Türkiye İsrail İlişkileri” , Güncel Politika Tartışmaları,  12 Ekim 2011, No.2, İstanbul, http://www.gpotcenter.org/dosyalar/gpt2_israilturkiye_ist_12oct2011.pdf  , (e.t.15.05.2015).
Schanzer, Jonathan, “Hamas Leader Meets Turkey’s Prime Minster in Ankara”, Defend Democracy, 8 October 2013 - FDD Policy Brief  http://www.defenddemocracy.org/media-hit/hamas-leader-meets-turkeys-prime-minster-in-ankara/#sthash.6lXyyonJ.dpuf ,(e.t.25.04.2015).
Tüfekçi, Hasan, “Erdoğan: İsrail’in yaptığı terördür.” , Hürriyet Gazetesi, 14.04.2004, http://www.hurriyet.com.tr/index/ArsivNews.aspx?id=217486  , (e.t.29.04.2014).
Türkiye İsrail Ticaret Hacmi ,TC. Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, 10.02. 2015, http://www.byegm.gov.tr/turkce/haber/turkiye-ile-israil-arasinda-ticari-iliskiler-artti/76030, (e.t.27.04.2015). 
Tüysüzoğlu, Göktürk, “Değişen Bölgesel Denklemler Işığında Türkiye-İsrail İlişkileri’nde İşbirliğini Tetikleyen Unsurlar” , İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 3, 2014.
Uzer, Umut, Türkiye İsrail İlişkilerinde Bunalım, Ortadoğu Etütleri, Cilt 2, Sayı 2, Ocak 2011, http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/201121_umutUzer.orsam.pdf  , (e.t.02.05.2015).
Vatan Gazetesi,  “Erdoğan: “Olmert beni sırtımdan hançerledi”, 15.12.2010, http://www.gazetevatan.com/erdogan--olmert-beni-sirtimdan-hancerledi--340776-gundem/ , (e.t.30.04.2015).
Vatan Gazetesi, “Hamas Lideri Halid Meşal’in Ziyareti Dış Basında Yankı Buldu” , 17.02.2006, http://www.gazetevatan.com/hamas-lideri-halid-mesal-in-ziyareti-dis-basinda-yanki-buldu-71336-gundem/ , (e.t.29.04.2014).
 Yılmaz, Türel, “ Türkiye İsrail İlişkileri: Tarihten Günümüze” , Akademik Ortadoğu, Cilt 5 , Sayı 1, 2010.
“İsrail’e Gelen Türklerin Sayısı Rekor Seviyeye Ulaştı”, Al Monitor, 01.07.2014,  http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2014/07/turkey-tourism-marmara-export.html ,(e.t.27.04.2015).
“Kıbrıs-Yunanistan-İsrail Enerji Anlaşması”, BBC Türkçe , 08.08.2013, http://www.bbc.co.uk/turkce/ekonomi/2013/08/130808_kibris_israil_yunanistan.shtml , (e.t.26.04.2015).
 “Likud Party: History&Overview”, Jewish Virtual Library, http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/Politics/LikudParty.html  ,(e.t.28.04.2015).
“Report of the Secretary-General’s Panel of Inquiry on the 31 May 2010 Flotilla Incident” , September 2011, http://www.un.org/News/dh/infocus/middle_east/Gaza_Flotilla_Panel_Report.pdf   , (e.t.02.05.2015).
“Türkiye-İsrail İlişkileri” , SDE Analiz, Ekim 2011, http://www.sde.org.tr/userfiles/file/TURKIYE%20ISRAIL%20ILISKILERI.pdf   , (e.t.26.04.2015).
“Türkiye-İsrail Siyasi ilişkileri”, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı,   http://www.mfa.gov.tr/turkiye-israil-siyasi-iliskileri.tr.mfa , (e.t.16.15.2015).

DİPNOTLAR;

1 Zor Zamanda Siyaset: Türkiye-İsrail İlişkileri, Mensur Akgün,Sabih Senyücel Gündoğar, Aybars Görgülü
2 TESEV Dış Politika Programı 
  http://www.dirilispostasi.com/netanyahu-kudus-ebedi-baskentimizdir/ Netanyahu:”Kudüs Ebedi Başkentimizdir”
3 Göktürk Tüysüzoğlu, “Değişen Bölgesel Denklemler Işığında Türkiye-İsrail İlişkileri’nde İşbirliğini Tetikleyen Unsurlar” , İnsan ve Toplum Bilimleri 
   Araştırmaları Dergisi,
   Cilt: 3, Sayı: 3, 2014, sayfa 589.
4  Mohsen Milani, “Why Tehran Won’t Abandon Assad (ism)”, The Washington Quarterly 36 (4),
   2013, 79-93.
5 Augustus Richard Norton, “The Role of Hezbollah in Lebanese Domestic Politics”, The International Spectator, Vol. 42, No:4, December 2007, s.475, 
   http://www.bostoncollege.org/content/dam/files/centers/boisi/pdf/f09/The-Role-of-Hezbollah.pdf , (e.t.24.04.2015).
6 Tüysüzoğlu, op.cit. , sayfa 595.
7 R. Serdar Ataş, “ İran’ın Ortadoğudaki Kılıcı:Kasım Süleymani” , Aljazeera,  11.11.2014, 
   http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/iranin-ortadogudaki-kilici-kasim-suleymani , (e.t.24.04.2015).
8 Ataş, op.cit.
9 Jonathan Schanzer, “Hamas Leader Meets Turkey’s Prime Minster in Ankara”, Defend Democracy, 8 October 2013 - FDD Policy Brief  
   http://www.defenddemocracy.org/media-hit/hamas-leader-meets-turkeys-prime-minster-in-ankara/#sthash.6lXyyonJ.dpuf , (e.t.25.04.2015).
10  Ahmet Davutoğlu, “ Erzincan Milletvekili Sayın Muharrem  Işık’ın 7/ 8126 Sayılı Yazılı Soru Önergesi” , 05.11.2012, 
    http://www2.tbmm.gov.tr/d24/7/7-8126sgc.pdf , (e.t.26.04.2015).
11 Can Kasapoğlu, “The Turkish-Israeli Relations Under the Davutoglu Doctrine in Turkish Foreign Policy”, Ege Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (2), 
    (2012): 18
12 BBC Türkçe , “Kıbrıs-Yunanistan-İsrail Enerji Anlaşması”, , 08.08.2013,    <http://www.bbc.co.uk/turkce/ekonomi/2013/08/130808_kibris_israil_yunanistan.shtml> , (e.t.26.04.2015).
13  “Türkiye-İsrail İlişkileri” , SDE Analiz, Ekim 2011,  s.3, 
     http://www.sde.org.tr/userfiles/file/TURKIYE%20ISRAIL%20ILISKILERI.pdf , (e.t.26.04.2015).
14 Ibid. , s.7.
15 Ibid. ,  s.17
16 Salih Bıçakçı, “İsrael’s Apology and Turkey”, Center For International and European Studies, 17.04. 2013,  s.3.
17 TC. Başbakanlık Basın yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Türkiye İsrail Ticaret Hacmi ,10.02. 2015, 
     http://www.byegm.gov.tr/turkce/haber/turkiye-ile-israil-arasinda-ticari-iliskiler-artti/76030 , (e.t.27.04.2015). 
18 Al Monitor, 01.07.2014, “İsrail’e Gelen Türklerin Sayısı Rekor Seviyeye Ulaştı”,  
    http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2014/07/turkey-tourism-marmara-export.html , (e.t.27.04.2015).
19 AKTOB Turizm İstatikleri, 2014 , http://www.aktob.org.tr/pdf/aktob.turizm.verileri.pdf , (e.t.27.04.2015).
20 Bülent Aras, “Davutoglu Era in Turkish Foreign Policy”, SETA Policy Brief , 01.02.2009,  s.3, 
     http://arsiv.setav.org/public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=7712&q=davutoglu-era-in-turkish-foreign-policy , (Erişim Tarihi.27.04.2015).
21 Seyfettin Gürsel, “AKP’nin On Yılı: Bir Ekonomik Başarı Mı? , Aljazeera,  19.01.2014,   
     http://dergi.aljazeera.com.tr/2014/01/19/akpnin-on-yili-bir-ekonomik-basari-hikayesi-mi/  , (e.t.28.04.2015).
22 Jewish Virtual Library, “Likud Party: History&Overview” ,  
     http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/Politics/LikudParty.html , (e.t.28.04.2015).
23 Chris Marsden, “Labour and Likud Seek National Government as Israeli-Palestinian Conflict Intensifies” 16.01.2001, World Socialist Website, 
     https://www.wsws.org/en/articles/2001/02/isr-f16.html , (e.t.28.04.2015).
24 NTV Haber,“ABD Ortadoğu’da eşit davranmalı” , 
    http://arsiv.ntv.com.tr/news/144191.asp , (e.t.28.04.2015). 
25 Hasan Tüfekçi, “Erdoğan: İsrail’in yaptığı terördür.” , Hürriyet Gazetesi, 14.04.2004, 
     http://www.hurriyet.com.tr/index/ArsivNews.aspx?id=217486 , (e.t.29.04.2014).
26 Murat Baykara, “Hamas Lideri Meşal Ankara’da” , BBC, 16.02.2006,  
     http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/02/060216_palestine_turkey.shtml , (e.t.29.04.2014).
27 Vatan Gazetesi, “Hamas Lideri Halid Meşal’in Ziyareti Dış Basında Yankı Buldu” , 17.02.2006, 
     http://www.gazetevatan.com/hamas-lideri-halid-mesal-in-ziyareti-dis-basinda-yanki-buldu-71336-gundem/ , (e.t.29.04.2014). 
28  Milliyet Gazetesi, “Şaron Darbesi”, 21.05.2004, http://www.milliyet.com.tr/2004/05/21/dunya/adun.html , (e.t.29.04.2015). 
29 Türel Yılmaz, “ Türkiye İsrail İlişkileri: Tarihten Günümüze” , Akademik Ortadoğu, Cilt 5 , Sayı 1, 2010,  ss.17-18.
30  Menachem Klein, “The Jerusalem Problem: The Struggle for Permanent Status”, Jerusalem Institute for Israel Studies, 2003 , s.98, 
     http://ufdcimages.uflib.ufl.edu/AA/00/01/16/93/00001/JerusalemProblem.pdf , (e.t.30.04.2015).
31 Ibid. , s.97.
32 Gencer Özkan, “Aynalar Galerisi: Türkiye-İsrail İlişkilerinde Yansımalar, Yanılsamalar ve Gerçekler” Ortadoğu Analiz, Haziran 2010, Cilt 2 , Sayı 18 , s.40
33  Doç.Dr Ali Balcı sayfa, Türkiye’nin İsrail ile İlişkilerinin Değişen Dinamikleri: Bir ‘Güvenlikleştirme’ Analizi 426
34  Aydınlık Gazetesi, “İsrail’in Tarihi Yenilgisi”, 14.08.2014, 
     http://www.aydinlikgazete.com/gundem/israilin-tarihi-yenilgisi-h48524.html , (e.t.30.04.2015).
35  Yasin Atlıoğlu, “Golan Tepeleri ve Suriye-İsrail Askeri Güç Dengesi”, TASAM, 10.09.2007, 
      http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/678/golan_tepeleri_ve_suriye-israil_askeri_guc_dengesi , (e.t.30.04.2015).
36 Vatan Gazetesi,  “Erdoğan: “Olmert beni sırtımdan hançerledi”, 15.12.2010, 
    http://www.gazetevatan.com/erdogan--olmert-beni-sirtimdan-hancerledi--340776-gundem/ , (e.t.30.04.2015).
37 Muzaffer Akdoğan, “Davos ve Kriz”, 18.01.2012, 
     http://www.uiportal.net/davos-ve-kriz.html , (e.t.30.04.2015). 
38  Ibid.
39  Ibid,  CNN Turk, “ Davos’ta Kriz” , 29.01.2009, .
     http://www.cnnturk.com/2009/dunya/01/29/davosta.kriz/511241.0/ , (e.t.01.05.2015).
40  Bahar Bakır, “Türkiye-İsrail İlişkilerinde Son Nokta: Alçak Koltuk Krizi”, 21.Yüzyıl Dergisi, Şubat 10, Sayı 14, 
     http://www.21yuzyildergisi.com/assets/uploads/files/217.pdf , (e.t.01.05.2015).
41 NTV Haber,  “Tel Aviv Büyükelçisi Alçak Koltukta”, 12.01.2010, 
     http://www.ntv.com.tr/arsiv/id/25043007/ ,(e.t. 01.05.2015).
42  Umut Uzer, Türkiye İsrail İlişkilerinde Bunalım, Ortadoğu Etütleri, Cilt 2, Sayı 2, Ocak 2011, 
 http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/201121_umutUzer.orsam.pdf , (e.t.02.05.2015).
43  “Report of the Secretary-General’s Panel of Inquiry on the 31 May 2010 Flotilla Incident” , September 2011, 
     http://www.un.org/News/dh/infocus/middle_east/Gaza_Flotilla_Panel_Report.pdf  , (e.t.02.05.2015).
44 Mehmet Dalar, “Gazze Sorunu: İsrail Ablukası, Uluslararası Hukuk, Palmer Raporu ve Türkiye’nin Yaklaşımı” , 
     ORSAM, Rapor  No:71, Eylül 2011, ss.16-18, 
 http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2011127_orsamreportt_71_tr.pdf , (e.t.02.05.2015).
45 “Palmer Raporu Sonrası Türkiye İsrail İlişkileri” , Güncel Politika Tartışmaları,  12 Ekim 2011, No.2, İstanbul, 
     http://www.gpotcenter.org/dosyalar/gpt2_israilturkiye_ist_12oct2011.pdf , (e.t.15.05.2015).
46 “Türkiye-İsrail Siyasi ilişkileri”, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı,   
     http://www.mfa.gov.tr/turkiye-israil-siyasi-iliskileri.tr.mfa , (e.t.16.15.2015).



***

2000’Lİ YILLARDA TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİNİ BELİRLEYEN DİNAMİKLER BÖLÜM 1

2000’Lİ YILLARDA TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİNİ BELİRLEYEN DİNAMİKLER BÖLÜM 1



ÖĞRETİM ÜYESİ
Doç. Dr. Ferhat PİRİNÇÇİ*
T.C   ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ YÜKSEK LİSANS


Muhammet Kağan Güney,**
BURSA  MAYIS 2015
T.C   ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ YÜKSEK LİSANS

İÇİNDEKİLER

ÖZET 1
Giriş 1

BİRİNCİ BÖLÜM 3

İSRAİL TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE İŞBİRLİĞİ 3

1.İşbirliği Sebepleri 3
1.1.Irak’ta Artan İran Etkisi 4
1.2. Hamas Faktörü 5
1.3 Bölgesel Dinamiklerin Değişimi ve Yalnızlaşma Etkisi 6
1.4.Doğu Akdeniz’deki Gelişmeler 7
1.5 ABD Faktörü 7
1.6 Ticaret ve Turizm 8
1.7 Ermeni İddialarının Etkisi 9

İKİNCİ BÖLÜM 10

TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİNDE ÇATIŞMA SEBEPLERİ 10

2. Türkiye’nin İsrail ile İlişkilerinde Çatışmaların Dinamikleri 10
2.1 Aşırı Sağ Partilerin Başa gelmesi 10
2.2  2000’lerin Başında Sert Söylemler 12
2.3 İsrail’in Kuzey Irak Politkası 14
2.4. El Aksa İntifadası 14
2.5. İsrail’in Lübnan Müdehalesi 15
2.6 İsrail-Suriye Arasındaki Arabulucuğun Bitmesi 16
2.7 Davos Krizi 17
2.8 Medya Etkisi ve Alçak Koltuk Krizi 18
2.9. Mavi Marmara Saldırısı ve Palmer Raporu 18

SONUÇ 20

KAYNAKÇA………………………………………………………………………………………………………………………………………………….23


Özet;

1990’lı yılların Türkiye-İsrail ilişkilerinde işbirliği ve ortaklık zeminde geliştiğini ve bunun temel sebebinin iki ülkenin dış politika algılarının güvenlik tehditi üzerine olduğunu görürüz. Türkiye’nin İran, Suriye ve Irak’tan algıladığı tehditlerin, İsrail’in Arap devletleri ve İran arasında Ortadoğu’da yalnız olduğu algısı, bu iki devleti 2000’li yıllar öncesinde işbirliği yapan stratejik ortak temelinde bir araya getirmiştir. İlişkileri çatışmaya götüren faktörlere bakıldığında ise Türkiye’nin kimlik politikasını bir Ortadoğu ülkesi veya halkı müslüman olan ülke olarak oluşturduğunda uyguladığı İran ve Arap devletleri ile işbirliğine dayalı bölgesel politikalar ve Filistin sorununda sert söylemleriyle uluslar arası boyutta da dikkat  çeken İsrail karşıtı siyasetin etkili olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Bu bağlamda ilişkiler ele alındığında, 1990’yılları daha çok işbirliği temelinde ele alınabilecekken, 2000’li yıllarda ise ilişkilerin normalleşme zemininde ilerlediğini görürüz. Mavi Marmara saldırısı sonucu çatışma adına tarihinin en kötü sürecini yaşayan Türkiye-İsrail ilişkilerinin, Ortadoğuda’ki başta Arap Baharının sonuçları ve İran’ın sahadaki yoğunlaştırdığı Şii temelli mezhepsel politikalarıyla artan etkinliği gibi gelişmeler dolayısıyla yeniden normalleşme sürecine girmesi öngörülmektedir.  

Giriş

2000 yılından başlayarak gerginlik ve işbriliği hususlarında ele alınacak olan Türkiye İsrail ilişkilerinin bu yıllardaki niteliğinin daha iyi anlaşılması ve gelecek için öngörülerde bulunabilmesi için 1990’lı yıllardaki ilişkilerin boyutunu da göz önünde bulundurmamız gerekir. Hatta İsrail’in kuruluşundan bu yana yaşanan gelişmeleri bilmek bize günümüzdeki ilişkileri, ilişkilerin dinamiklerini, sebeplerini ve sonuçlarını anlamamızda faydalı olacaktır. Her ne kadar bu iki devlet de dış politikalarını rasyonel ve pragmatik çizgide üretiyor ve uyguluyor olsa da tarihsel süreçte gelişen olaylar bu iki devletin ve halklarının zihninde oluşturduğu algılar, bu ülkelerin birbiri ile olan ilişkilerine etki etmektedir.
Tarihsel arka plana baktığımız takdirde, bilindiği üzere Türkiye, Filistin sorununda yalnızca ulusal konjüktürde değil uluslar arası camiada da hassasiyetini samimiyetle dile getirmiş, ve bununla kalmayıp hemen her gelişmede İsrail’in karşısında Filistinlileri desteklemiştir. Bu noktada Türkiye’nin Ortadoğu’da hareket sahasını daraltan gelişme ise İsrail devletinin batılı ülkelerce insiyatif alınarak kurulması olmuştur. Ardından bilindiği üzere Türkiye 1949’da İsrail’i tanıyan halkının çoğunluğu müslüman olan ilk ülke olarak, Arap devletleri arasında edindiği kötü izlenimle, ilerleyen yıllarda Ortadoğu’da uygulaması çok da kolay olmayan bir denge poltikası izlemek zorunda kalacaktır. Bunu Türkiye’nin içinde bulunduğu uluslararası birlikteliğin getirdiği zoraki bir sonuç olarak ele almak yanlış olmayacaktır. Tam da bu noktada Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Kurulu’nda Filistin’in bölünmesini uygun gören politikaya karşı çıkması her ne kadar Türkiye’nin Filistin konusundaki hassasiyetini uluslararası camiada göstermiş olsa da Türkiye-İsrail ilişkileri, özellikle Arap dünyası ile olan ilişkilerden dolaylı inişli çıkışlı bir seyir gerçekleştirecektir.
İsrail ile yaşanan ilk kriz 1956 yılında Süveyş Kanalının işgali ile yaşanmış olup iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler ilk defa maslahatgüzarlık seviyesine inmiştir ve bu durum 1980 yılına kadar devam etmiştir. Daha sonrasında İsrail’in işgal ettiği topraklardan çıkması her ne kadar ilişkileri yumuşatsa da 1967 yılında başlayan ikinci Arap-İsrail Savaşları ile ilişkiler yeni bir gerginlik dönemine girmiştir. Bu gelişmede Türkiye İncirlik Üssü’nü Amerikan uçaklarına kapatarak ve Arap devletlerine silah yardımı yapılması noktasında yardımcı olmayarak tarafsız kalmaya çalışmıştır. Türkiye, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) 1975 yılında FKÖ Siyasi Büro Şefi Faruk Kaddumi’nin Ankara’yı ziyaret etmesi sırasında tanımışır. Mayıs 1976’da İstanbul’da yapılan İslam Konferansı Örgütü toplantısı esnasında FKÖ’nün Ankara’da temsilcilik açmasına izin vermiş olup ve ilişkilerin ivme kazanmasını sağlamıştır. FKÖ lideri Yaser Arafat’ın Ankara’yı ziyaret ederek Ecevit ile görüştüğü 1979 yılında Filistinli gerillaların görevli iki Türk polisini öldürmesi ve sonrasında Ankara’daki Mısır Büyükelçiliği’ni işgal etmesi büyük tepki toplasa da, Türkiye’deki FKÖ temsilciliği faaliyetlerine fiilen devam etmiştir.  1973 yılında patlak veren üçünü Arap-İsrail Savaşında ise Türkiye İncirlik Üssünü yine ABD’ye açmamış olup bu sefer Rusya’ya hava sahasını kullanmasında karşı çıkmayrak Arap ülkelerine yapılan yardıma izin vermesi ikinci Arap-İsrail Savaşında nfarklı bir tutum sergileyerek taraflılığını gösteren bir ibare olmuştur.  1980 yılına ilişkiler, İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhak etmesi ve burayı batısı ve doğusu ile “bölünmez  ve ebedi başkent”  ilan etmesi ile gergin girmiştir. Bunun üzerine de Türkiye Doğu Kudüs’teki Başkonsolosluğunu geçici olarak kapatmıştır. Bununla birlikte 1980’li yıllarda Türkiye, Birleşmiş Milletler’de Filistinlilerin haklarını koruyan tasarılara da olumlu yönde adım atmakla kalmayıp, FKÖ’nün 1988’de ilan ettiği Filistin Devletini Arap ülkelerinden daha önce tanımıştır. Bu gelişmelerin yanısıra, İsrail’in 1982 yılında Lübnan’ı işgali sırasında ve bu bölgedeki FKÖ içinden destek alan ASALA ve PKK ile ilgili Türkiye ile istihbarat paylaşımı içine girmesi, iki devlet arasındaki ilişkileri işbirliği üzerine temellendirmeye başlamıştır. Bu işbirliği daha sonra 1990’lı yıllarda özellike 1991 Körfez Savaşı sonrasında iki ülkenin de başta “güvenlikçi” yaklaşımları sebebiyle ortak çıkarlar bağlamında daha da gelişmiştir. 1990 lı yıllarda ilişkilerde görülen “yumuşamanın” bir diğer sebebi de Madrid görüşmeleri ve onu takiben başlatılan Oslo görüşmelerinin bölgede yarattığı barış rüzgarıdır. 
1990’lı yılların ortasından günümüze kadar ki Türkiye-İsrail ilişkilerini “çatışma ve işbirliği” kapsamında incelediğimiz takdirde, ilişkilerin Türkiye ve İsrail’in başta komşularından olmak üzere Ortadoğu’daki tehdit algılamaları ve Filistin Sorunu çevresinde şekillendiğini görürüz. Her ne vakit, Türkiye komşuları ve Arap devletleri ile ilişkilerini işbirliği zeminde geliştirmeye ve Filistin sorununda yüksek perdeden söylemlerini dile getirmeye başlasa Türkiye-İsrail ilişkilerinin işbriliğinden çatışmaya doğru evrildiğini tespit edebiliriz. Bu noktada üzerinde durmadan geçemeyeceğimiz bir diğer husus ise, Türkiye-İsrail ilişkilerini belirleyen başat aktörün Türkiye olduğu gerçeğidir. Türkiye uygun gördüğü zaman İsrail ile ilişkilerini geliştirmiş, aksi durumlarda ise ilişkileri sıfır düzeyine kadar indirmiştir. İsrail’in bu edilgen rolünü, Türkiye’nin dış politika uygulama alanının geniş olmasının yanısıra alternatiflerinin de bol olması, Türkiye’ye  üzerinde daha kolay manevra yapabileceği bir hareket sahası tanıdığı gerçeği ile açıklayabiliriz.
  


BİRİNCİ BÖLÜM
İSRAİL TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE İŞBİRLİĞİ,

1.İşbirliği Sebepleri

Türkiye-İsrail ilişkilerinin milenyumdan önce özellikle 1990’ların ortasından itibaren nitelikli ve nicelikli olarak çeşitlendiğini görürüz. İşbirliği yapılan alanların sayısı artmakla birlikte, iki ülkenin ortadoğuda birbirlerine ihtiyaç duydukları bir dönemden bahsetmekteyiz. Ortadoğu’daki gelişmelere etki edebilecek iki önemli bölgesel aktör olan Türkiye ve İsrail, aynı zamanda ABD’nin bölgedeki en önemli müttefikleri olarak bilinmektedir. Bu iki ülkenin ilişkileri, Arap-İsrail Savaşları ve Filistin Meselesi nedeniyle, Soğuk Savaş döneminde dalgalı bir seyir izlemesine karşın, 1990’lı yılların ikinci yarısında askeri ve siyasal anlamda “stratejik işbirliği” düzeyine ulaşmıştır. İki ülkenin Ortadoğu’ya bakış açılarından ve özellikle “ortak tehdit” anlayışından beslenen bu işbirliği, ABD’nin de desteğiyle, Ortadoğu’ya ilişkin en önemli bölgesel gerçekliklerden biri olarak görülmüştür.  Bu yıllarda her iki ülkenin de “güvenlikçi” dış politika anlayışını benimsemiş olması, bu ülkeleri birbirne yakınlaştırmış adeta “karşılıklı bağımlılık” oluşturmuştur diyebiliriz. Karşılıklı bağımlılık ilkesinin daha çok neoliberal bir yaklaşımının ekonomik işbirliğinin getirdiği bir ürünü olduğu halde, İsrail ve Türkiye’nin karşılıklı bağımlılığının ekonomik çıkarlardan ziyade güvenlikçi yaklaşımlarından ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. 

Başta İran’dan 1990 lı yıllarda rejim ihracı yapacağına dair tehdit algısı, daha sonraki yıllarda ise İran’ın bölgede hızla güçlenen bir devlet olarak yükselmesi, Suriye, Lübnan, Irak ve Filistin üzerinde Hizbullah aracılığıyla artan etkisi, Türkiye ve İsrail’i rahatsız etmiştir. İran’ın özellikle Esad’ı başa geldiğinden beridir kayıtsız şartsız desteklemesi  ve Esad rejiminin varlığını devam ettirmesi, Türkiye ile İsrail’i doğal olarak İran karşısında aynı saflara itmiştir. Hizbullah’ın bölgesel etkinliği de İsrail’in İran çekincelerinden biridir çünkü yaklaşık 4 milyon nüfuslu Lübnan’ın 1.4 milyon kadar vatandaşının Şii olması, İran’ın sahada aktif siyaset yapma anlayşıına dayalı dış politikası ile birlikte İran’ın oyun alanlarından biri haline gelmiştir.  İran’ın Hizbullah aracılığıyla Lübnan’ın içişlerine sürekli olarak etki etme şansına sahip olması ve böylece Lübnan’ın İsrail’e karşı düzenlenecek  saldırılar için lojistik bir ikmal merkezi olma özelliğini koruması İsrail’in İran’ı kendisine bir tehdit olarak görmesine neden olan faktörlerden bir diğeridir. Türkiye ise Ortadoğu’daki bölgesel gücünü ispatlayabilmek için Lübnan’a etki etmesi gerektiğinin farkındadır. Ne var ki, İran’ın, Hizbullah aracılığıyla Türkiye’nin bu ülkedeki girişimlerini boşa çıkarabilecek bir fırsata sahip  olması, Türkiye’yi İsrail’e yakınlaştıran bir başka faktör olmaktadır. Zira gerek Türkiye, gerekse de İsrail, İran’ın siyasal kontrolüne girmiş bir Lübnan görmeyi arzulamamaktadır.   

1.1.Irak’ta Artan İran Etkisi

Irak’ta artan İran etkisi de İsrail ve Türkiye’yi işbirliğine iten sebepler arasındadır. Mevcut Irak hükümetinin Şii yönetimi altında olması, ayrıca Irak nüfusunun çoğunluğunun da Şii olması, İran’ın bu ülkeye yapabileceği etki açısından burayı adeta biçilmiş bir kaftan konumuna getirmiştir. Bunun yanısıra IŞID’in ortaya çıkması ile birlikte, Türkiye ve İsrail yeniden tehdit algıları içine girmiştir. IŞID’in varlığı ve artan etkis, Türkiye’nin sınır güvenliğinin ve Irak’taki Türkmenlerin hayatlarının tehdit altında olması , İsrail içinse aşırı dinci bir unsur olan El-kaide’nin yayılması ve kendisini çevrelemesi gibi tehditler oluşturması sonucu ile bu iki devletin dış politikalarında ön plana çıkmıştır .  Bunun yanısıra İran’ın Tikrit’te IŞID ile giriştiği savaşla birlikte, Batı nezdinde özellikle de ABD ile olan ilişkilerinde İran’a daha geniş bir hareket etme alanı açmaktadır. Bunun yanısıra, Kasım Süleymani’nin komutanı olduğu Kudüs Gücü’nün sadece İran’da değil, Ortadoğu’nun tamamında herhangi bir muadili yoktur. Ortadoğu’da neredeyse bütün Şii grupları kendi etrafında toplamış olan Kudüs Gücü ve onun başındaki Kasım Süleymani, merkezi hükümetin Sünni ve Kürt bölgelerinde denetimi tamamen kaybettiği Irak’ta, bugünlerde yine İran çıkarlarının peşinde koşmaktadır. Musul’un 10 Haziran’da IŞİD’in denetimine girmesinden iki gün sonra birçok Arap haber sitesine Süleymani’nin Irak’ta İran için en uygun hükümeti seçtirmek için Bağdat’ta pazarlıklara oturduğu haberleri düşmüştür.   Açık olarak görülmektedir ki, İran bölgedeki nüfuzunu arttırmak için elindeki tüm kartları oynamaktadır ve aktif olarak sahada da etkinlik alanını genişletmektedir. Süleymani, bir konuşmasında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki toplumsal hareketlerin “devrime en büyük imkânları sunduğu”nu söylüyor, öğrencilere sorumluluklarının farkında olmalarını öğütlüyordu. Bununla, aslında İran’ın Suriye’ye müdahalesini ve daha da özelde başında bulunduğu Kudüs Gücü’nün Arap Baharı’nı Tahran’ın lehine kullanma niyetini ortaya koyuyordu: “Bugün, İran’ın zafer ya da yenilgisi artık Mihran veya Hürremşehr’de belirlenmiyor. Sınırlarımız genişledi. Mısır, Irak, Lübnan ve Suriye’de zafere şahitlik etmek zorundayız. Bütün bu gelişmeler İslam Devrimi’nin meyveleridir.”  Sonuç olarak İran’ın bölgede yürüttüğü politikalar Türkiye ve İsrail’i İran Devrimi’nden bu yana rahatsız etmektedir ve bu tehdit algısı şekline bürünen rahatsızlık bu iki devleti “ortak tehdit” temelinde birbirine daha da yaklaştırmaktadır. Bunun yanısıra İran’ın tüm bu faaliyetlerinin Hasan Ruhani’nin yönetimi Ahmedinecad’tan devralmasıyla birlikte, P5+1 müzakerelerinin İran açısından ABD ve Batı ile ilişkileri geliştirdiğini de hesaba kattığımızda, İran’ın Ortadoğu’da bölgede güç merkezi olma noktasında Türkiye’ye rakip olabilecek ölçüde yeni bir avantaj ve ivme kazandığını bu durumun Türkiye’nin aleyhine olduğunu söyleyebiliriz.

1.2.Hamas Faktörü

Türkiye’nin Filistin Sorununda aktif bir şekilde Filistinlilerden yana tavır alması, Türkiye-İsrail ilişkilerini zaman zaman kopma noktasına getirse de, bu durum aynı zamanda ilişkileri zorunlu kılan bir faktör olarak tarih sahnesinde varlığını devam ettirmektedir. Bunun başlıca sebebi ise Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin diğer bölge ülkelerine kıyasla çok daha ileri ve köklü olmasıdır. Bir diğer deyişle, Türkiye’nin dış poltiikada aldığı bir tavır veya dile getirdiği söylem Batı dünyasında yer edebilmektedir. BM nezdinde Türkiye’in Filistin yanlısı tutumu, İsrail’in asla istemeyceği bir koşul olarak İsrail dış politikasında ele alınan konulardan biridir. İsrail’in El Fetih’i tanıyıp Hamas’ı terör örgütü olarak gördüğü bu sorunda, Türkiye’nin Hamas’la iyi ilişkilerde bulunması, hatta mayıs 2013’te Ankara’da dönemin başbakanı Erdoğan ile görüşmesi de  göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’yi İsrail tarafında masaya oturulması, anlaşılması gereken bir aktör olarak göz önünde bulundurmaktadır. Türkiye’nin hem El Fetih hem de Hamas ile iyi ilişkilerinin bulundurmasının yanısıra, Filistin halkı içinde empati ile karşılanması, Türkiye’ye İsrail ile olan ilişkilerinde bir nevi yumuşak güç kabiliyeti kazandırmıştır. 

1.3 Bölgesel Dinamiklerin Değişimi ve Yalnızlaşma Etkisi

Arap Baharı sonrasında tüm Ortadoğuda oluşan halk ayaklanmaları sonrasında mevcut yönetimlerin değişmesi veya konumlarının sallantılı hale gelmesi özellikle Mavi Marmara olayından sonra bozulan Türkiye ile İsrail İlişkileri  için yeni bir sayfa açabilme olanağını da beraberinde getirmiştir. Mısır’da darbe ile Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler yönetiminin devrilmesi, Irak’taki Kürt yönetimi ve merkezi yönetim arasındaki anlaşmazlıklara ilaveten IŞİD’in ortaya çıkması ile artan belirsizlik, Suriye’de Esad yönetiminin özgüvenini arttırarak varlığını devam ettirmesi, Türkiye’nin Körfez ülkeleri ile özellikle Mısır’da yaşananlardan dolayı tutum ayrılıklarına düşmesi ve son olarak İran’ın bölgede artan etkisi düşünüldüğünde İsrail, Türkiye için Ortadoğu’da daha istikrarlı bir işbirliğine girebileceği nadir ülkelerden biri olarak yeniden göze çarpmaktadır.  Her ne kadar Türkiye ve İsrail’in Suriye noktasında ortak bir görüşleri olmasa da , Irak ve İran politikalarındaki yakınlıkları bu iki ülkeyi mevcut şartlarda biraraya getirebilecek en önemli iki faktör olarak ele alınabilir. 

1.4.Doğu Akdeniz’deki Gelişmeler

İsrail’in Doğu Akdeniz’deki doğal gaz arama ve bunu Avrupaya pazarlama projelerinde Yunaistan ve Kuzey Kıbrıs Rum Yönetimi ile yaptığı işbirliği, Avrupa’nın Rus gazına olan bağımlılığını azaltacağı gözüyle baktığı  bu projeye Türkiye’nin kayıtsız kalamayacağı bir gerçeği ortaya çıkarmıştır. Türkiye, Doğu Akdeniz’de özellikle Yunanistan’ın kendisne karşı edineceği bu avantajlı durumu tersine çevirebilmek için İsrail ile ilişkilerini en azından ekonomi temelli olacak şekilde düzeltebileceği bir durum ile yüz yüze kalmıştır. Türkiye’nin henüz dahil olmadığı İsrail, Yunanistan ve Kuzey Kıbrıs Rum Yönetimi’nin enerji bakanlarının imza attığı mutabakat anlaşması, üç ülkenin "enerji tedariği güvenliğini, sürdürülebilir kalkınmayı ve bölgesel işbirliğini" güçlendirmesini öngörüyor.  Fakat, bilindiği üzere Yunanistan ekonomisinin sarsınıtılı olması ve Kuzey Kıbrıs Rum Yönetiminin de bu böylesine bu projeye destek verebilecek yeterli imkanlarının olmaması, Türkiye’yi daha arzulu ve yeterli enerji firmalarıyla İsrail için ortaklık kurabileceği daha rasyonel bir aktör olarak ön plana çıkarmaktadır. Sonuç olarak Doğu Akdeniz’de oluşan bu yeni projenin Türkiye İsrail ilişkilerine en azında ekonomik anlamda bir işbirliği getireceği bunun da sonrasında oluşturacağı bir nevi karşılıklı bağımlılık ile siyasal alanlara yansıyabileceğini öngörmek yanlış olmayacaktır. 

1.5 ABD Faktörü

Uluslar arası çapta tüm küresel güçlerin gözünü diktiği bir bölge olan Ortadoğu, önemli jeopolitik konumu nedeni ile tarihte kontrolü üstünde bulunduran aktörlere kritik avantajlar sağlamış olmakla birlikte, bu bölgenin değeri zengin petrol kaynaklarının bulunması ile Ortadoğuyu 20. yüzyılda adeta satranç tahtası haline gelmiştir.  ABD’nin ulusal çıkarları da düşünüldüğünde, Ortadoğu’daki konumunu her zaman güçlendirmeye çalıştığını ve bu bölgede olışacak otorite boşluğuna kesinlikle engel olmaya çalıştığını görürüz.  ABD’nin Ortadoğuda oluşturduğu dengede, İsrail’i kuruluşundan itibaren desteklemesi ve  ilişkilerini daima iyi seviyede tutmasını da düşündüğümüzde Türkiye-İsrail ilişkilerini ABD’den bağımsız düşünemeyecğimiz gibi bir realite ortaya çıkmaktadır. Nitekim İsrail devleti, İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ABD ve İngiltere gibi batılı güçlerin desteği ile resmen 1948 yılında kuruldu. Türkiye ise, halkı Müslüman olan ülkeler arasında İsrail’i resmen tanıyan (1949) ilk devlet oldu. Bu durumun ortaya çıkmasında Türkiye’nin Batı kampına katılması ve ABD’nin Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi yönündeki aktif çabası etkili olmuştur.  Ayrıca Türkiye-İsrail ilişkileri DP döneminde de artarak devam etti. Bu durumun ortaya çıkmasında öncelikli olarak ABD’nin Ortadoğu’ya hızlı bir giriş yaparak İsrail’le kurduğu yakın ilişkinin Türkiye üzerinde oluşturduğu etki ifade edilmelidir.  Bunun yanısıra Türkiye’nin Filistin sorununda aktif rol üstlenmesinin ABD tarafından dışlanmamış bir politika olarak görülmesi, İsrail’i Türkiye ile masa başına oturmaya zorlayan, ilişkileri düzeltmesine çevreyi koşullayan bir diğer faktör olmuştur. Türkiye’nin ciddi bir bölgesel güç olması ile ABD’nin İran’ı dengeleme politikasında alternatif oluşturan ve dönüştürücü dış politika misyonu Obama yönetiminin açıkladığı dış politika ilkeleriyle uyum gösteren Türkiye’nin Filistin sorunsalına eklemlenmesi ABD yönetimi tarafından dışlanmamıştır.  ABD tarafında, bölgedeki Arap ülkelerine kıyasla demokratik ve liberal sistemleriyle bir adım öne çıkan İsrail ve Türkiye işbirliği yapılması vazgeçilmez aktörler olarak görülmektedir. Bunun yanısıra bu iki ülke arasında olıuşan bir gerilimin Ortadoğu’daki dengeleri de değiştireceğini düşünen ABD, Türkiye’nin İran ve Arap ülkelerinden çok İsrail ile ilişkilerinin iyi olmasını desteklemiştir. Nitekim; Mavi Marmara olayından sonra tarihi ilişkilerin en alt seviyesine indiği dönemde 2013’te ABD Başkanı Obama’nın İsrail Başbakanı ile görüşmesi ve Türkiye ile ilişkileri düzeltmesi nokasında baskıda bulunması ve devamında Netanyahu’nun başbakan Erdoğan’ı arayarak özür dilemesi ayrıca Obama’nın olayın ardından  iki ülke arasındaki işbirliği için iki liderin bağlantıda olması ile ne kadar umutlu olduğunu söylemlerinde belirtmesi  ABD’nin Türkiye-İsrail ilişkilerine verdiği önemi gözler önüne sermiştir. 

1.6 Ticaret ve Turizm 

İki ülke arasıdanki ilişkileri geliştiren bir diğer faktör de her zaman ekonomi olmuştur.  Mavi Marmara olayı sonrasında İsrail ve Türkiye arasındaki siyasi ilişkiler bitme noktasına gelmiş olsa da ekonomik faaliyetler devam etmiştir. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın İsrail karşıtı sert tutumuna rağmen yeni veriler, son yıllarda Türkiye ile İsrail arasındaki ticari ilişkilerin arttığını gösteriyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre, Türkiye-İsrail ikili ticaret hacmi 2014 yılında 5 milyar 600 milyon doları geçti ve bu rakam, 2009 yılına kıyasla yaklaşık yüzde 50 arttı. Ankara ile Tel Aviv arasındaki ticaret hacmi 2009 yılında 2 milyar 600 milyon dolar tutarındaydı. TÜİK’in açıklamasına göre Türkiye’nin İsrail’e yaptığı ihracatın tutarı 2014 yılında yaklaşık 2 milyar 900 milyon dolardı. Ankara’nın 2014 yılında İsrail’den yaptığı ithalat ise 2 milyar 700 milyon doları buldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail’i, Gazzeli Filistinlilere karşı acımasız ve baskıcı girişimleri nedeniyle sert bir şekilde eleştirirken ikili ticaret hacmi ise arttı. 

İki ülke arasındaki turizm ilişkilerine baktığımızda ise, bu bağlamda tek taraflı kazancı olan bir ilişkinin varlğından söz etmek yanlış olmayacaktır. 2013 yılında İsrail’i ziyaret eden Türk sayısı 24,385 kişdir, 2008’de is bu sayı 17.253 olmuştur. İsrail’den Türkiye’ye gelen turist sayısına baktığımızda ise çok farklı bir tablo ile karşılaşmaktayız. İlişkiler zarar görmeden önce 2008 yılında yarım milyondan fazla İsrailli turistin Türkiye’ye geldiğini ancak bu sayının 2010’da ilişkilerdeki krizin tavan yaptığı dönemde 105 binin altına düştüğünü görürüz.   Bu sayının 2012’de 83.740, 2013 yılında ise yaklaşık 165 bin  olduğunu belirtecek olursak iki ülke arasındaki turizm ilişkilerinin yeniden canlanmaya başladığı, Türkiye’nin İsrail vatandaşları için bir çekim merkezi olduğu , bunun için Türkiye’nin zaman zaman yatırımlarda bulunduğu ve bu potansiyel işbirliği durumunun İsrail-Türkiye ilişkilerine olumlu yansıyacağını söyleyebiliriz.  

1.7 Ermeni İddialarının Etkisi

Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerinde zaman zaman gündeme gelen ve Türkiye’yi zor durumda bırakan Ermeni İddiaları, Türkiye ile İsrail’i birbirine yaklaştıran bir unsur olarak siyasi ilişkilerde yerini almıştır. Nitekim zaman zaman ilişkilerin kötüye gitmesini ortaya çıkaracak söylemlerin yapılmasını Türkiye tarafında engellemiştir. Buna örnek olarak ise, 2001 yılında İsrail’in Filistinli sivilleri öldürmesi üzerine Filistin hassasiyeti ile bilinen dönemin başbakanı Ecevit’in önce bur olayı soykırım olarak dillendirmesi ve daha sonrasında ABD’deki Ermeni lobisi karşısında şimdiye kadar işbirliği içinde olunan yahudi lobisini kaybetme mek için söylemini yumuşatmasını vermek yerinde olacaktır. Ermeni lobisinin iddia edilen olayların yüzüncü yılı olan 2015’te faaliyetlerini daha da arttırması Türkiye ile İsrail’in ilişkilerini daha sıcak bir zemine oturtacağı gibi bir tartışma nın sonucunun her ne kadar, iki ülke arasındaki buzların erimesi için yeterli bir neden olmadığı görülmüş olsa dahi, ermeni lobisinin faaliyetlerini Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılında tekrar arttıracağına dair öngörüler, yahudi lobisi ile kurulucak olan işbirliğinin önümüzdeki yılarda Türkiye İsrail ilişkilerine olumlu bir katkısının olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. 



İKİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİNDE ÇATIŞMA SEBEPLERİ

2. Türkiye’nin İsrail ile İlişkilerinde Çatışmaların Dinamikleri

Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinide durağanlaşan dönemin 1990’lı yılların sonu olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar bu dönemde Türkiye İsrail ilişkileri askeri ve ticari anlamda gelişiyor olsa da, siyasi arenada yaşananın bazı gelişmeler İsrail tarafında olaylara kayıgıyla bakılmasını beraberinde getirmiştir. 

Öncelikle Türkiye’nin güvenlikçi politikalarına son vermeye başlaması, bölgedeki tehdit dengesi yaklaşımı yerine AKP hükümeti ile birlikte Davutoğlu’nun stratejik derinlik referanslı bölge politikaları, İsrail ile olan ilişkilere verilen ağırlığın zaman içinde azalmasına ve başta komşu devletler olmak üzere Ortadoğu’daki Arap ülkeler ve halklarıyla olan, geçmişten gelen tarihi ve kültürel bağlar parametre lerinde yapılan söylem ve mutabakatlarla birlikte olumlu ilişkileri ön plana çıkarmıştır. Davutoğlu’nun 2003’ ten beri uygulamaya koyduğu Türkiye’nin şimdiye kadarki üzerine çökmüş olan “komşularından yabancılaşma” yı  aşmayı planlayan dış politikasının ajendasının, Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül tarafından desteklenip içselleştirilmesi, Türk dış politikasında istikrarlı ve yeni bir dönemi beraberinde getirdi. Bu Arap Baharı öncesi dönemde Türkiye’nin komşuları İran ve Suriye ile ilişkilerini işbirliği boyutunda geliştirmesi, İsrail’in yaşanan gelişmelere endişe ile bakmasını da beraberinde getirmiştir. 2000’li yılların başında, kendi dış politika algısını güvenlik ve tehdit merkezli kuran, bu algılar çerçevesinde dış politkasını uygulayan İsrail’in Türkiye ile olan ilişkilerinin 1990’lı yıllardaki işbirliğinden normalleşmeye doğru bir geçiş yaşadığını görürüz.

2.1 Aşırı Sağ Partilerin Başa gelmesi

Türkiye İsrail ilişkilerinin, özellikle 2000’lerden sonra daha da gergin olacağını tahmin etmek aslında çok da zor olmayacaktı. Nitekim, her iki ülkede de yönetime sağ partilerin gelmesi elle tutulur bu tahminin yapılması için elimizdeki en somut veri olacaktı. 2002 Kasım’ında Adalet ve Kalkınma Partisi oyların yüzde 35’ini aldı; ancak Türkiye’nin yüzde 10’luk yüksek seçim barajını sadece iki parti (AKP ve Cumhuriyet Halk Partisi) aşabildiği için, meclisteki koltukların çoğu AKP’nin oldu. Temmuz 2007 ve Haziran 2011seçimlerinde, AKP seçmen sayısını ciddi oranda artırdı ve tek parti hükümetini pekiştirdi.  Son seçimde AKP’nin oy oranı yüzde 50’ye yükseldi. Demokrasi tarihindeki bu görülmemiş başarı nasıl mümkün oldu? Bunda, siyasi,  ekonomik ve çeşitli faktörler rol oynadı. Örneğin Kasım 2002’de, siyasi istikrarsızlıkla gelen üç ekonomik krizin yaşandığı 1990’lardaki kargaşadan sorumlu tutulan merkez sağın tamamen devreden çıkmış olması ve AKP’nin askeri vesayete karşı mücadelesini destekleyen liberaller, bu başarıda şüphesiz rol oynadı.  Tüm bu verilerden yola çıkarak Türkiye’nin gerek iç gerekse dış politikada özellikle 1990’lı  yıllara görece daha farklı bir politika izleyeceği öngörülüyordu. Çünkü daha öncesinde, Türkiye’nin iç ve dış politika yapıcılarının tehdit algılarından biri de “siyasal islam” olagelmiştir, bunun en somut sonuçları da Fazilet ve Refah Partilerinin üzerindeki baskılar ve nitekim bu partilerin kapatılmaları olmuştur. Kurucuları bu siyasal islam çizgisinden gelen AKP kurmaylarının da uzun yıllar içlerinde bulundukları ve mücadele verdikleri bu siyasi gelenekten, hükümet kurar kurmaz kopmaları mümkün değildi. Bu durum İsrail tarafında kuşku ile karşılanmış ve Türkiye ile, özellikle 1990’ların ortalarında kurdukları, sıkı ilişkilerin bozulacağına dair rahatsızlık oluşturmuştur. Nitekim AKP hükümetinin, Davutoğlu’nun vizyonu ile yol aldıkları yeni Türk dış politikası algısında Türkiye’nin İsrail ile paylaştığı “ortak tehdit” algısı yerine komşularla “sıfır sorun” hatta “model işbirliği” ne varan derecede hevesle yeni algılar oluşturması İsrail’in çekincelerini yerli kılmıştır. AKP kurucularının ve partinin geçmişten gelen İslam temelli anlayışının İsrail’e karşı olan sert tutumu, bu yeni dönemde, Filistin’de meydana gelen olaylarda çok net bir şekilde görülmüş ve İsrail’in Filistinlilere yaptıkları her defasında sert bir ifadeyle kınanmıştır. 

İsrail tarafında da 2000’ler sonrası hükümet kuran partilerin Arap dünyasına bakışlarına baktığımızda 1973’te kurulan hem sağ hem de sol kanadın içinde bulunduğu daha kapsayıcı bir parti olan Liqud’un Yitzhak Shamir’in liderliğini yaptığı yine bu dönemde Madrid Barış Konferansı ve Oslo Barışı sürecine de olumlu yaklaştığı 1986-1992 yıllarından sonra aşırı sağcı Netanyahu’nun partide başa gelmesi  ile birlikte Filisitin sorununa ve Arap dünyasına aşırı güvenlik tehditi söylemleri ve düşmanca yaklaşımları iki ülke arasındaki çatışma için uygun aktörleri oluşturmuştur. 1999-2001 yılları arasında iktidar olan Ehud Barak lideliğindeki Liqud’a kıyasla daha ılımlı olan İşçi partisinin ardından Netanyahu’dan pek de farklı olmayan aşırı sağ ver sert tutumu ile Ariel Sharon‘un Ehud Barak ve Barak’ın İşçi partisindeki en büyük rakibi Simon Perez’in Sharon’un Filistin meselesinde sert  ve acımasız duruşuna karşı çaersiz kalışlarının da etkisiyle Liqud ile yeniden iktidara gelmesi sonucu olarak, milenyum sonrası Türkiye-İsrail ilişkilerinin alacağı yolun, eskisi gibi ortaklık boyutunda gitmeyeceğinin yeni yüzyılın ilk yıllarında habercisi olmuştur.

2.2  2000’lerin Başında Sert Söylemler

İsrail’in kuruluşundan bu yana Filistinlilerle sıcak temaslarını hiç aksatmayan Türkiye’nin 2000’li yıllarda da aynı tutumu devam ettirdiğini görürüz. Siyasi hayatında Filistin konusundaki hassasiyeti bilinen Bülent Ecevit, nitekim 2002 yılında İsraili’in Gazze ablukası sırasında Cenin kampına yapılan saldırılarda sivilleri öldürmesi üzerine yapılanları, samimi bir refleks olarak söylemlerinde “soykırım” olarak değerlendirmiş ve İsrail’i ağır bir dille eleştirmiştir. Yine bu döenmde Dışişleri Bakanı olarak görev yapan İsmail Cem, bu operasyonları yaptığı yazılı açıklamada, Ortadoğu’daki sıcak gelişmelerin yakından izlendiğini belirtmiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin tarafları anlamlı bir ateşkese ve israil birliklerini, Ramallah dahil Filistin kentlerinden çekilmeye çağıran son kararının derhal uygulanması gerektiğini belirten Cem, “Filistin halkının topluca tabi tutulduğu muameleyi, çağdışı bir davranış ve insan haklarının ihlali olarak nitelemekteyiz” demiştir. Türkiye’nin terörü şiddetle kınadığını acılarını paylaştığını ve Filistin’in terör olaylarını önlemek için her şeyi yapmak zorunda olduğunun altını çizen Cem, açıklamasına şöyle devam etmiştir: 

“Yaser Arafat, Türkiye’nin resmen tanıdığı bir devlet başkanıdır. Kendisine karşı İsrail hükümetinin yaptığı muameleyi kabul etmiyor ve şiddetle kınıyoruz. Bir devlet başkanına onun temsil ettiği millete karşı böyle bir saygısızlığın yapılmasına kimsenin hakkı yoktur. 

Bu ve benzeri hareketler, büyük çoğunluğu barışa inanan Filistin halkının, aşırı uçların etkisine girmesine zemin hazırlamaktadır. Aşağılanmış, işgale uğramış, yönetim mekanizmaları ve polisi dağıtılmış, lideri tecrit edilmiş bir yönetimden terör unsurlarına hakim olmasını beklemek gerçekçi değildir.” 

Görüldüğü üzere AKP öncesinde de Filisitin konusunda hassasiyetleri olan Türkiye’nim AKP hükümeti ile birlikte, Türk dış politikasına meşru zeminde Hamas’ı da eklemesi Türkiye’nin Filistin sorununda daha aktif bir poltiika uygulayacağının ipuçlarını vermiştir. Nitekim dönemin başbakanı Erdoğan 13 Nisan 2004’te Tokyo’da Ulusal Basın Kulübünde kendisine sorulan soruları cevaplarken, Hamas Lideri Şeyh Ahmed Yasin’in 22 Mart 2004’te İsrail füze saldırıları ile öldürülmesi ile ilgili “Şeyh Ahmed Yasin, vücudunun üçte ikisi tutmayan, İsrail hapishanelerinde mahkum olan bir insandı. Sağlık sorunları nedeniyle serbest bırakıldı. Sonra böyle bir insan roket atışlarıyla öldürüldü. Niye serbest bıraktın? Niye roketle öldürdün ve hükümet olarak bir suikastin ve cinayetin kararını alıyorsunuz? Bir devlet kin tutmaz ve hukuku askıya almaz. Böyle olursa bu terördür. Bu durum, Ortadoğu’daki barışın üzerine bomba olarak düşmüş ve barış için yol haritasını ortadan kaldırmıştır”  diyerek sözlerinde yapılan saldırıyı “terör” olarak dile getirmesi İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerde gerilim sebeplerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Şubat 2006’da ise Türkiye’ Hamas lideri Halid Meşal’i Ankara’da misafir etmiştir.  Dış basında daha çok Türkiye’nin Hamas’a şiddet eylemlerini bitirmesi yönünde baskı yaptığı veya Türkiye’nin İsrail ve Hamas arasında arabulucu rolünü yerine getirmeye çalıştığı gibi haberler yer bulurken, İsrail gazetelerinden Jerusalem Post ve Yedioth Ahronot bu ziyeretin gerçekleşmesinden ötürü Türkiye’yi Hamas’ı tanıdığı ve evsahipliği yaptığı için sert bir şekilde eleştirdi.  Çünkü Hamas’ın, uyguladığı politikalar batı tarafından meşru zemin bulan NATO üyesi Türkiye tarafından tanınması, İsrail’e, Filistin’e yaptığı saldırılarda meşruiyet sorunu çıkarmaktadır. Şeyh Ahmed Yasin’in öldürülmesinin yaklaşık 2 ay sonra, 19 Mayıs 2004’te İsrailli helikopter ve tankların Gazze’deki Refah Mülteci kampındaki göstericilerin üzerine ateş açıp saldırması üzerinde çok sayıda sivilin hayatının kaybolması, Başbakan Erdoğan tarafından yine sert bir dille eleştirilmiştir: Gelişmeleri "insanlık dışı ve feci" diye nitelendiren Erdoğan, hem BM'ye, hem diğer ülkelere çağrı yaparak, "Devlet terörü noktasına tırmandırılan bu adımlara karşı ben bütün sorumluluk noktasında olan başbakanları, devlet başkanlarını ortak dayanışmaya ve bu konuda tavır almaya davet ediyorum" dedi. İslam Konferansı Örgütü heyetiyle Moskova’da bulunan dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de Türkiye’nin tavrını açık bir şekilde dile getirdi: "Bu, çok tehlikeli ve tedirgin edici bir gelişme. Barış böyle sağlanmaz!" Ayrıca gül sözlerini daha da sertleştirerek İsrail’in “ölçüyü kaçırdığını” konuşması içinde vurgulamaktan çekinmedi. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

**

Filistin ile İsrail Arasındaki Anlaşmalar, Kapsamı, Uygulanması ve İptali,

Filistin ile İsrail Arasındaki Anlaşmalar, Kapsamı, Uygulanması ve İptali, 





ORTA DOĞUDA BÖLGESEL GELİŞMELER. 

< Doğu Kudüs’te bulunan Wadi Hummus’taki Filistinlilere ait 70 evin sözde mahkeme kararıyla yıkılmasını eleştiren Abbas, İsrail tarafından gerçekleştirilen yıkımların, taraflar arasındaki mevcut anlaşmalara zaten riayet edilmediğini gösterdiğini ifade etti. >

Haydar Oruç 
Araştırmacı, Sakarya Üniversitesi 

25 Temmuz’da Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bir açıklama yaparak, İsrail ile Oslo görüşmelerinden kaynaklanan bütün anlaşmanın iptal edileceğini duyurmuştur. 

Açıklamanın başında.,

İsrail’in 22 Temmuz’da Doğu Kudüs’te bulunan Wadi Hummus’taki Filistinlilere ait 70 evin sözde mahkeme kararıyla yıkılmasını eleştiren Abbas, İsrail tarafından gerçekleştirilen yıkımların, taraflar arasındaki mevcut anlaşmalara zaten riayet edilmediğini gösterdiğini ifade etmiştir. Ayrıca son dönemde artan bu gibi faaliyetlerin, ABD’nin sözde Yüzyılın Anlaşması (deal of century) Filistin Yönetimi’ne kabul ettirmek için başvurulan caydırıcı girişimlerden kaynaklandığı nın da farkında olduklarını belirtmiştir. 

Ancak ne olursa olsun ABD’nin sözde barış planına karşı olduklarını tekrar eden Abbas, İsrail ile aralarındaki anlaşmaların iptal edilmesini hayata geçirmek için ivedilikle bir komisyon kurulacağını da açıklamıştır. Abbas’ın yaptığı açıklamada hangi anlaşmaların iptal edileceğine dair detaylı bir bilgi verilmemiş olup, bunların neler olacağına kurulacağı ifade edilen komisyonun karar vereceği değerlendirilmektedir. 

   Abbas’ın bu iddialı sözlerine rağmen İsrail tarafından herhangi bir açıklama gelmediği gibi Kudüs ve Batı Şeria’nın değişik bölgelerindeki yıkım faaliyetlerine devam edilmiştir. Bununla birlikte Ağustos ayının ilk haftasında İsrail hükümeti tarafından alınan bir kararla Batı Şeria’nın C bölgesindeki farklı yerlerde toplam 2400 yeni yerleşim yerinin inşa edilmesi onaylanmıştır. 

Abbas’ın daha önce de benzer açıklamalar yapmasına rağmen, nihayetinde bu kararların şu ya da bu nedenden dolayı hayata geçirilmemesi nedeniyle İsrail yönetiminin de bu açıklamayı yeterince ciddiye almadığı görülmektedir. 

< Abbas’ın daha önce de benzer açıklamalar yapmasına rağmen, nihayetinde bu kararların şu ya da bu nedenden dolayı hayata geçirilmemesi nedeniyle İsrail Yönetimi’nin de bu açıklamayı yeterince ciddiye almadığı görülmektedir. >

Dolayısıyla Filistin Yönetimi tarafından dile getirilen ancak İsrail tarafınca dikkate dahi alınmayan bu anlaşmaların neler olduğunun, muhtevasının ve uygulamalar daki problemler ile söz konusu anlaşmaların yürürlükten kaldırılması halinde sonuçlarının neler olabileceğinin ortaya konulması gerekmektedir. 

Anlaşmaların hukuki boyutu ve kapsamı 

     1980’li yılların sonları ve 1990’lı yılların hemen başlarındaki bölgesel ve küresel konjonktür İsrail ve Filistin’i çatışmaları sonlandıracak bir anlaşmaya zorlamıştır. 1991 Madrid Konferansı ile başlayan bu süreçte sürdürülen müzakereler sonunda 1993’de Oslo’da imzalanan ve Oslo I olarak da bilinen Prensipler Deklarasyonu (Declaration of Principles on Interim Self-Government Authority) geçici Filistin Yönetimi’nin oluşturulmasını sağlayan temel metin niteliğindedir. Oslo I’de üç kademeli bir geçiş planı öngörülmüştür. 


    Buna göre ilk aşamada İsrail, Batı Şeria ve Gazze’deki askerlerini çekerek bu bölgelerde kurulacak Filistin Yönetimi’ne yetkilerini devredecekti. 

İkinci aşamada yani Oslo II olarak adlandırılan Geçici Anlaşma (Interim Agreement) sonucunda ise Batı Şeria’nın belirlenen bölgelerine İsrail güçleri yeniden konuşlanarak bu bölgelerin kontrolünü devralacaktı. Geçiş sürecinin son bulacağı 1999 yılında da nihai statü (permanent status) belirlenecekti. 

Oslo I 



Oslo I’de, Filistin tarafı İsrail’in var olma hakkını kabul ederken İsrail tarafı da Filistin tarafının kendi kaderini tayin hakkına saygı göstereceğini beyan etmiştir. 
Böylelikle o tarihe kadar birbirini resmi olarak tanımayan taraflar artık çözüm için muhatap olmak durumunda kalmıştır. Anlaşmayla Batı Şeria ve Gazze’nin ileride kurulması planlanan Filistin Yöneti-mi’nin kontrolünde birleşik bir bölge olduğunun altı çizilmiş olmasına rağmen, Kudüs’ün statüsü, Yahudi yerleşimlerin durumu, sınırlar, güvenlikle ilgili düzenlemeler, komşularla iş birliği, dış ilişkiler ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakları ele alınmamıştır. 

Oslo II 



1994’te imzalanan Gazze ve Eriha Anlaşması (The Agreement on the Gaza Strip and Jericho Area) ile karara bağlanan İsrail güçlerinin Gazze Şeridi ve Eriha’dan çekilmesi işlemi 1995’de imzalanan Oslo II olarak adlandırılan Geçici Anlaşma (Israeli-Palestinian Interim Agreement on the West Bank and the Gaza Strip) ile resmileşmiştir. Ancak bu anlaşmayla Batı Şeria; A, B ve C bölgeleri olmak üzere üçe ayrılmıştır. 

A ve B bölgeleri Filistin Yönetimi’nin yetki alanında bırakılırken C bölgesi tamamen İsrail’in kontrolüne bırakılmış ve bu bölgede yeni yerleşimlerin açılmayacağı karara bağlanmıştır. Filistin Yönetimi’nin kurulması ve nihai statüsü ile İsrail güçlerinin bahse konu bölgelerden çekilmesi veya bazı bölgelere yeniden konuşlanması için 5 yıllık bir geçiş süreci öngören anlaşma, Kudüs’ün statüsü, Yahudi yerleşimler, askeri bölgelerin belirlenmesi, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı, sınırlar, dış ilişkiler ile kurulacak 

Filistin konseyine hangi yetki ve sorumlulukların devredileceği konularını ele almamıştır. Bilakis bu konuların geçiş süreci sonunda nihai anlaşmada ele alınarak çözümlenmesine karar verilmiştir. 

Gazze ve El Halil’in bölünmesi 

Yine aynı anlaşmanın 14. maddesine göre Gazze Şeridi’nin deniz kıyısı K, L ve M olmak üzere üç bölgeye ayrılmıştır. K ve M bölgeleri kapalı bölge olarak tanımlanırken L bölgesi askeri olmayan kullanımlara açık tek bölge olarak kayıt altına alınmıştır. Benzer şekilde 1997’de imzalanan El Halil Anlaşması’na (Protocol Concerning the Redeployment in Hebron) göre ikiye bölünen El Halil’in H-1 bölgesi Filistin Yönetimi kontrolünde kalırken H-2 bölgesinin kontrolü İsrail’e devredilmiştir. 

Anlaşmaların uygulamaya yönelik içerikleri 

Yukarıda sayılan anlaşmalar iki taraf arasındaki temel metinleri oluşturmaktadır. Bu anlaşmalar kapsamında aşağıdaki hususlarda taraflar arasında ele alınmış ve karara bağlanmıştır; 

• İsrail güçlerinin belirlenen bölgelere yeniden konuşlandırılması ve yetki devri 
• Terörizm ve şiddetin engellenmesi için güvenlik politikası oluşturulması 
• Karşılıklı güvenlik meselelerinde koordinasyon ve iş birliği ve kuralların belirlenmesi 
• Batı Şeria’daki güvenlik uygulamaları 
• Gazze’deki güvenlik uygulamaları 
• El Halil için yol haritası oluşturulması 
• Geçiş ve kontrol noktaları 
• Batı Şeria ve Gazze’ye giriş-çıkışlar 
• Gazze ve Batı Şeria arasında güvenli koridor oluşturulması 
• Bölgelere ayırma, planlama ve inşa faaliyetleriyle alakalı güvenlik uygulamalarının belirlenmesi 
• Hava sahasının güvenliğinin sağlanması 
• Gazze Şeridi deniz kıyısının güvenliğinin sağlanması 
• Filistin polis teşkilatının kurulması, teçhizatlarının belirlenmesi ve konuşlandırılması 
• Yahudi kutsal mekanlarının kullanımının düzenlenmesi., 

    Görüldüğü gibi İsrail Yönetimi her ne kadar Filistin Yönetimi’ni tanısa da bu yönetimin kontrol edeceği topraklardaki bütün egemenlik haklarını sınırlandır mıştır. Bununla birlikte İsrail-Filistin meselesinin özünde yer alan Kudüs’ün statüsü, Yahudi yerleşimler, sınırlar ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı gibi konuların ele alınması nihai anlaşmaya bırakılarak özellikle ötelenmiş tir. 

Anlaşmaların uygulanmasında yaşanan ihlaller., 



Anlaşmalara İsrail adına imza atan dönemin Başbakanı İzak Rabin’in bir Yahudi köktendinci tarafından öldürülmesi sonrası İsrail siyasetinde yaşanan kaos anlaşmaların geleceğiyle ilgili soru işaretlerine yol açmıştır. 1996 seçimlerini Netanyahu liderliğindeki Likud Partisi’nin kazanmasıyla yeni yönetimin Oslo Anlaşmaları ile sağlanan barış sürecine sadık kalmayacağı ve anlaşmaların yüklediği sorumluluğu üstlenmeyeceği ortaya çıkmıştır. 

Oslo II ile öngörülen 5 yıllık geçiş sürecinin 1999’da dolmasına rağmen, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin haklarını nasıl kullanacaklarını belirleyecek olan nihai anlaşmaya bir türlü yanaşılmamıştır. ABD’nin arabuluculuğuyla gerçekleştirilen 1998’deki Wye River ve 2000’deki Camp David zirvelerinden herhangi bir sonuç çıkmamıştır. Buna mukabil 2000 yılında dönemin muhalefet 
lideri Sharon’un beraberindeki binlerce kişiyle Mescid-i Aksa’yı basması ikinci intifadaya yol açmış ve bu tarihten sonra taraflar arasından anlaşmalardan kaynaklanan karşılıklı güven ve sürece bağlı kalınmasından bahsetmek mümkün olmamıştır. 

   İsrail’in 2004 yılında başlattığı duvar projesiyle zaten can çekişmekte olan barış sürecinin tamamen ortadan kalktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bunlara ek olarak Yaser Arafat’a yönelik başlatılan izolasyon ve tecrit sonrası Arafat’ın ağır hasta olarak Fransa’ya gitmek zorunda kalması ve aradan fazla bir süre geçmeden hayatını kaybetmesi de anlaşmaların ruhuyla bağdaşmayacak hamlelerden biri olarak akıllara yer etmiştir. İsrail’in 2005’te Gazze’den çekilmesinden sonra 2006’da yapılan seçimlerde İslami Direniş Hareketi’nin (HAMAS) iktidara gelmesi üzerine Gazze’ye yönelik başlatılan izolasyon ve ard arda yapılan kanlı operasyonlar da anlaşmanın sadece kağıt üzerinde kaldığını gösteren diğer işaretlerden olmuştur. 

   Tüm bu saldırgan hamlelerin yanı sıra İsrail’in, işgal altında tuttuğu Filistin topraklarında illegal sayılan Yahudi yerleşimlerini durdurmak bir yana yoğunlaştırması anlaşmanın Filistin tarafını işgale razı etmek için başvurulan taktik olduğunu kanıtlamaktadır. Anlaşma gereği İsrail’in kontrolüne bırakılan Batı Şeria’nın C bölgesinde her türlü yerleşim faaliyeti dondurulmuş olmasına rağmen hem bu bölgede hem de Doğu Kudüs’te İsrail’in izin verdiği veya görmezden gelerek zımni onay verdiği yerleşim yerlerinin sayısı yaklaşık 600 bine ulaşmıştır. 

Ayrıca İsrail’in güvenlik gerekçeleriyle yerleştirdiği çok sık kontrol noktalarında insan hakları ihlali ve ırkçılığa varan keyfi uygulamaları uluslararası gözlemciler tarafından da yoğun eleştirilere tabi tutulmuştur. Oslo I’de Gazze ile Batı Şeria bir bütün olarak kabul edilmişken, uygulamada Gazze tamamen izole edilmiş ve Batı Şeria ile irtibatı koparılmıştır. Bununla yetinmeyen İsrail Yönetimi Doğu 
Kudüs’ten Batı Şeria’nın diğer bölgelerine geçişlerini de kısıtlayarak burayı da Filistin Yönetimi’nden kopuk bir parça haline getirmiştir. 

   Mescid-i Aksa’nın BM kararları ve Oslo Anlaşmalarına ilave olarak 1994 yılındaki İsrail ve Ürdün arasında imzalan barış anlaşmasıyla belirlenen statüsünü değiştirmeye yönelik girişimler de anlaşmayı tartışmalı hale getiren konulardan biri olmuştur. Ayrıca sadece Doğu Kudüs’teki Filistinlilerin erişebildiği Mescid-i Aksa Külliyesi’ne giriş sürecinde getirilen keyfi kısıtlamalar da anlaşmalarda işaret edilen iyi niyetli yaklaşımlarla bağdaşmamaktadır. 


İsrail Yönetimi’nin telkinleriyle ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü, Oslo Anlaşmaları’nda atıf yapılan nihai statü henüz belirlenmemişken ve her iki tarafın da Kudüs’ü başkent olarak görmesine rağmen sadece İsrail’in başkenti olarak kabul ettiğini açıklaması İsrail tarafının çoktan anlaşmadan caydığını ve ABD’nin 

İsrail’in bu tutumundan rahatsız olmadığını göstermektedir. 2018 yılında Knesset’te kabul edilen tartışmalı Yahudi Ulus Devlet Kanunu ile kendi kaderini tayin hakkının sadece Yahudiler için öngörülmesi, Yahudi yerleşimlerin devlet güvencesine alınarak destekleneceğinin vurgulanması, Arapçanın resmi dil olmaktan çıkarılması ve sadece Yahudiliğe mahsus dini bayram ve sembollerin kabul edilerek diğer farklı din ve etnisitelerin dışlanması da imzalanan barış anlaşmalarının kapsamıyla çelişmektedir. 

Son olarak ABD Başkanı Trump’ın daha kampanya döneminde söz verdiği ve göreve gelir gelmez başlattığı “yüzyılın barış planı” kapsamında ortaya atılan iddialar da problemli ve tek taraflı olarak işletilse de henüz yürürlükte olan karşılıklı anlaşmalarla uyuşmamaktadır. 

     Zira içeriğinin çoğunun İsrail Yönetimi’nce dikte edildiği tahmin edilen anlaşma metninden sızdırılan maddelere göre; önceki anlaşmalarda vurgulanan iki devletli bir çözüm modelinden uzaklaşıldığı ve Batı Şeria’nın da İsrail topraklarına eklenerek İsrail Bayrağı altında tek devletli bir çözüme doğru gidildiği görülmektedir. Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğu, dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail’e dönmesi garanti altına alınırken yerlerinden edilmiş Filistinli mültecilerin kendi topraklarına dönüş haklarının olmadığı bir çözümün ne kadar adil ve geçmişteki anlaşmalarla uyumlu olduğu tartışmalıdır. 

Görüldüğü üzere İsrail ile Filistin arasındaki Oslo görüşmeleriyle başlayan süreçte imzalanan anlaşmaların pek çoğu, Rabin suikastıyla birlikte bağlamından koparılmaya başlanmıştır. Bu süreçten sonra İsrail, sadece kendi çıkarlarına uygun düşen hususlarda işlem tesis etmiş ve karşı tarafın hak ve menfaatlerini görmezden gelerek tek taraflı uygulamalarını sürdürmüştür. İsrail Yönetimi kendi güvenlik kaygıları ve ekonomik çıkarları için Filistin Yönetimi’nden anlaşmalara riayet etmesini beklerken, Filistin Yönetimi’nin kendi kaderini tayin hakkı için anlaşmalarla öngörülen hususları ise ötelemekte hatta görmezden gelmeye devam etmektedir. 

Anlaşmaların iptal edilmesine yönelik mülahazalar 

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas tarafından Filistin Yönetimi ile İsrail arasındaki mevcut anlaşmalardan hangilerinin iptal edileceği tam olarak açıklanmadığından, muhtemel bir iptal durumunda nasıl bir sonuçla karşılaşılacağı kesin olarak kestirilememektedir. 

  Ancak Mahmud Abbas’ın gerek iç siyasi çekişmeler gerekse İsrail Yönetimi ile yaşadığı sorunlar nedeniyle benzer açıklamaları daha önce de yapmış olmasına rağmen, şimdiye kadar tek taraflı dahi olsa herhangi bir somut adım atmamış olması son açıklamanın İsrail’i caydırma amaçlı yapılan bir girişim olabileceği kanaatini kuvvetlendirmektedir. 

Kaldı ki açıklamanın peşi sıra, konunun kurulacak bir komisyona havale edileceğinin belirtilmesi bu konudaki belirsizliği de ortaya çıkarmaktadır. 

Ancak bu açıklamanın İsrail’de yeniden seçim tarihinin yaklaştığı ve sözde yüzyılın barış planının açıklanmasının düşünüldüğü bir döneme denk gelmesi, bu seferki çıkışı öncekilerden daha farklı bir konuma getirmiştir. Zira hem seçim döneminin sağlıklı bir şekilde atlatılması hem de söz konusu planın hayata geçirilmesi için Filistin Yönetimi’ne ihtiyaç duyulmaktadır. Şimdiye kadar ki süreçte, sözde plan için yapılan istişarelerde Filistin tarafı edilgen bir konumda tutulsa da imza aşamasında karşı tarafın da iradesi esas olduğundan en nihayetinde Filistin Yönetimi’ni temsilen birilerinin orada olması gerekmektedir. Aksi takdirde bu plan bir barış planı veya anlaşma olmaktan ziyade dayatma olarak görülecek ve Filistin’deki halklara kabul ettirilmesi mümkün olmayacaktır. 

< Anlaşmaların iptali durumunda Filistin Yönetimi’nin meşruiyetini kaybedeceği ve masanın dışında kalacağı iddialarının gerçeği yansıtmadığı ortadadır. Zira şimdiye kadar anlaşmalara sadık kalmayan tarafın İsrail olduğu ilgili tüm kesimlerce bilinmesine rağmen, İsrail herhangi bir yaptırıma maruz kalmamıştır. >

Dolayısıyla Abbas’ın açıklamasının zamanlamasının gayet yerinde olduğu değerlendirilmektedir. Zaten sadece Filistin tarafının uymak durumunda kaldığı ve İsrail’in keyfine göre iştirak ettiği anlaşmaların iptal edilmesi durumunda sahada fazla bir şeyin değişeceği ön görülmemektedir. 

    İsrail yönetiminin bu açıklamanın ardından Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yeni yerleşim yerlerini onaylaması da onların nezdinde mevcut anlaşmaların bir kıymeti olmadığını göstermiştir. 

Hatta anlaşmaların iptali İsrail’in elini rahatlatacak ve ABD’nin de Yakın desteğiyle İsrail işgali kalıcı hale getirmeye çalışacaktır. 

Bu sebeple Filistin Yönetimi’nin meşru haklarından taviz vermeden ve kendi kaderini tayin hakkını ve tüzel kişiliğini muhafaza edecek hükümler saklı kalmak kaydıyla, anlaşmalardan ulusal çıkarlarına ters düşenleri iptal etmesi en makul seçenek gibi gözükmektedir. 

İsrail’in seçicilik politikasına benzer şekilde Filistin Yönetimi, İsrail’in işini kolaylaştırmaktan ziyade saygıdeğer muhatap olarak masada kalmalı ve Filistin halkının da menfaatlerine uygun bir çözüm için mücadeleye devam etmelidir. 

    Anlaşmaların iptali durumunda Filistin Yönetimi’nin meşruiyetini kaybedeceği ve masanın dışında kalacağı iddialarının gerçeği yansıtmadığı ortadadır. Zira şimdiye kadar anlaşmalara sadık kalmayan tarafın İsrail olduğu ilgili tüm kesimlerce bilinmesine rağmen herhangi bir yaptırıma maruz kalmamıştır. Aksine sert gücünü pekiştiren İsrail, süreç içerisinde taleplerini arttırmış ve bugün işgal ettiği toprakların asıl sahiplerini yok sayan bir noktaya gelmiştir. 

    Bu nedenle Filistin Yönetimi, mevcut anlaşmalarda İsrail’e hükümranlık sağlayan anlaşma veya maddeleri iptal ederek Filistin halkının menfaatleri için masaya eşit haklara sahip taraf olarak oturmalıdır. 

Şimdiye kadar izlenen politikanın doğru olup olmadığı Filistin halkının içinde olduğu durumdan gayet net şekilde anlaşılmaktadır. 

Bu sebeple bundan sonraki süreçte daha cesur adımlar atılmaması halinde, Filistin’i Güzel günlerin beklediğini söylemek gerçekçi olmayacaktır. 



***