DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ. BÖLÜM 3
Bugünkü tartışmaları bire bir Osmanlı da yaşadı. Devletin kimliği ve dili açısından bugün iddia edilenler, o dönemin adeta kopyası gibidir.
Demek ki biz bu filmi daha önce de görmüşüz. Ama ders almadığımız ve tarih şuurundan mahrum olduğumuz için, başımız yine belada.
Bugüne kadarki; 1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları sıfırdan yapılmıştır, ama devletin Türk Milleti’ne ait olduğunu gösteren kurucu hükümler hep aynı kalmıştır. Aynı kalması da kaçınılmazdı. Zira devletin kurucusu hep Türk Milletiydi. Anadolu Beylikleri, (Bu dönemde bile etnik grupların egemenliği yoktu.) Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti, tek başına Türk Milletinin devletiydi ve ortağı da yoktu.
Meşrutiyet dönemini hatırlayalım. Sultan Abdülhamit Han Padişah. 1876’da ilan edilen Kanunu Esasi tartışılıyor. Entrikalar birbirini kovalıyor.
Anayasa için üç ayrı komisyon kuruluyor. Mithat Paşa’nın başkanlık ettiği komisyonun devletin diliyle ilgili teklifi, “yeni ve sivil” anayasa diyenlerle aynı. Okuyalım: “Osmanlı halkının her biri, kendi lisanı üzere talimi tekellümde serbesttir.”(10)
İlginçtir, anayasa çalışmalarının arkasında o gün de Batılı güçler vardır. Basın yoluyla kamuoyunu yönlendirmek, çıkarlarına uygun bir anayasa yapılmasını sağlamak için işbirlikçi devlet adamlarını desteklemekteler. Birkaç misal verelim:
İngiltere’de yayımlanan 15.11.1876 günlü Westminster Gazette’nin haberine bakalım:
“İstanbul’daki Rum ve Ermeni Patrikhanelerinin anayasa hazırlıklarında verdikleri destek, Türkleri bir kere daha medeniyet kapısından içeri sokacaktır.
Anayasanın, üzerinde müzakereler yapılan bir maddesine göre, Osmanlı Devleti’nin çeşitli milliyetleri bundan sonra artık kendi dilleri ile okuyacaklar, yazacaklar ve devlete başvuruda bulunacaklardır. Böylece çok yakın zamanda,
her milliyetin kendi muhtar idaresine kavuşması da imkân dâhiline girecektir. Türk asıllı olmayanlar, geri kalmış bir kültür olan Türkçenin engellerinden kurtulacaktır.”(11)
Bu yazının sonundaki imzanın sahibi ise, “Evangelos Petridis, Heybeliada Ruhban Okulu Müdürü ve Patrik Yardımcısıdır.”
Bugün Ruhban Okulunu açmaya çalışanlar, PKK’nın siyasi ve demokratik çözüm (!) talebini savunanlar, “Kürt sorunu” güçle değil, ancak siyasi diyalogla
çözülebilir dayatmasını yapan, dış güdümlü işbirlikçiler meselenin köklerinin nerelere kadar gittiğini anlamak için bu haberi iyice okumalıdırlar.
Anayasa ortak komisyonda müzakere edilirken, Trablusşamlı Bahattin Dai Efendi şu teklifi yapar:
“Peygamber efendimiz Arapça konuşur. Her padişah Türkçenin kısırlığının kurbanı olmamak için, Arapça öğrenir.
Anayasayı bu çeşitli halklara nasıl Türkçe olarak anlatabilirsiniz? O halde her unsurun kendi mektebi, kendi gazetesi, kendi kâtibi ve kendi dairesi olması gerekir.” (12)
Görülen o ki, o zaman da, günümüzde olduğu gibi, devletin kurucusu olan Türk Milleti’ne karşı, Müslim-Gayrimüslim aynı safta yer alabilmişler.
Bugün de aynı olması anlamlı değil mi?
Sadrazam Mithat Paşa, Nafıa Müsteşarı Ermeni Odyan Efendi’yi, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Derby’ye gönderip desteğini ister. Odyan Efendi; “Bu anayasa Hıristiyan ve diğer uyrukluların hukuklarını daha fazla temin edecektir.
Bu konuda istediğiniz güvenceyi hükümetim kabul edecektir. Anayasayı Avrupa hükümetleri tarafından garanti altına almanızı teklif ediyorum…” der. Bu talep Osmanlının içişlerine açıktan karışmak olarak görüldüğünden kabul edilmez. (13)
136 yıl önce yaşanan bu ibret verici acı gerçekler, bugün de aynen tekrarlanıyor. İçeride ve dışarıda işbirliği halinde, devletimizin temellerini oymaya, egemenliğimizi paylaştırmaya ve Türk Milleti’ni aldatmaya çalışıyorlar.
Devam edelim. Anayasa hazırlama komisyonu uzun tartışmalardan sonra orta yolu bulur. Taslağın 18. Maddesi şöyle olur: “Osmanlı ülkesinde yaşayan
unsurların her biri kendilerine ait dil ile eğitim ve öğretimde muhtardır. Fakat devlet hizmetinde bulunmak için devletin resmi dili olan Türkçeyi
bilmek şarttır.” (14)
Yani resmi dil Türkçe, ama unsurların diliyle eğitim ve öğretim serbest olacaktır.
Bu öneriler bugün de aynen önümüze konuyor. Koca Osmanlı’yı halletmişler, demek ki şimdi sıra bugünkü devletimize gelmiş oluyor. Tarih tekerrür ettirilmek isteniyor.
Bu metne sadece Eğinli Sait Paşa itiraz eder ve Sultan Abdülhamit Han’a bir layiha (rapor) verir. Durumu yakından takip eden Sultan Abdülhamit Han, Mithat Paşa’yı çağırtıp, şu uyarıda bulunur:
“Bilmeliydiler ki Paşa, nasıl Kur’an-ı Kerimi Arapça okumaktan vazgeçmezsem, devletimin toprakları üzerinde de, Türkçe konuşulmasından ve Türk lisanından
başkasını kabul edemem. Böyle bir maddenin yer alacağı Kanun-u Esasi’yi bana getirmeyin.” (15)
Padişahın kararlı tutumu üzerine madde düzeltilir. Ama dil tartışmaları mecliste de devam eder. 12. oturumda
Suriye Milletvekili Nevfel, Erzurum Milletvekili Ermeni Hanazap ve İstanbul Milletvekili Vasiliki Efendi, devletin dilinin değiştirilmesi amacıyla ortak bir teklif
hazırlar. Buna göre; “Osmanlı Devleti’nin resmi dilinin Türkçe olduğunu belirten madde değiştirilmeli ve resmi dil olarak Türkçe ile beraber Rusça ve Ermenice
de kabul edilmelidir.” (16)
Önergeyi gören Meclis Başkanı Ahmet Vefik Paşa öfkeyle;
“Bu ne vicdansızlık ve bu ne vefasızlıktır!.. Sizler hala evinizde, okullarınızda, kitaplarınızda kendi dilinizle yazıyor ve konuşuyorsanız, bu imkânı bu devletin
alicenaplığına borçlusunuz. Teklifinizi vermemiş olun. Ben de duymamış olayım” (17) diyerek işleme koymaz.
Bugün de, Mithat paşalar, Odyan efendiler, Nevfel efendiler, Hanazap efendiler, Vasiliki efendiler görev başındadırlar. Ancak Sultan Abdülhamit Han gibi bir
devlet başkanımız, Ahmet Vefik Paşa gibi bir Meclis başkanımız, Sait Paşa gibi bir devlet adamımız var mıdır?
Gerçekler ortada…
Evet, demek ki değişen bir şey yok. Emperyalistler de, işbirlikçileri de aynı. Haçlılar gemi azıya almış merhametsizce saldırıyor.
Birinci olarak; şu çarptırılan kavramlar meselesi ile devam edelim. “Osmanlı herkesin devletiydi” diyorlar, bu ifade bireyler için söyleniyorsa doğrudur.
Türkiye Cumhuriyeti de herkesin devletidir. Ancak söz konusu “egemenlik” ise yanlıştır. Zira egemenlik millete, Türk Milletine aittir. Bireye değil.
Birey egemen değil, hür olur. Doğru cümle; “Osmanlı gibi Türkiye Cumhuriyeti de herkesin devletidir. Egemenlik ise, her ikisinde de Türk Milletinindir” şeklinde olmalıydı.
İkincisi olarak; “Demokrasi”, “özgürlük” ve “eşitlik” gibi kavramlar, bütün dünyada bireyler/vatandaşlar için kullanılır. Etnik, ırk, din, felsefi görüş, cinsiyet, sosyal sınıf gibi topluluklar için söz konusu edilemez. Çünkü en basitinden, bunların küme adına hareket etmesi, oy kullanması, hukuk önünde eşitliği, özgürlüğü ve demokratlığı olmaz. İnsanlık kümelerin eşitliğini sağlayacak hukuki kriterleri bulamamıştır. Ama bireylerin eşitliğini sağlayacak kriterler sözleşmelerle ortaya konulmuştur. Bireylerin eşitliği, kümelerin eşitliğini de sağlar.
Toparlarsak; Büyük Atatürk ve arkadaşlarının, Osmanlı Devletinin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini, aynen Osmanlı Devletinde olduğu gibi,
Türk Devleti olarak kurması, son derece isabetli ve gerçekçi olmuştur. Asırlardan beri süren Türk egemenliğinin ve çağın gereği de buydu.
Soruyoruz; “Etnik gruplar yok sayıldı, inkâr edildi, devlete ortak yapılmadı. Osmanlı böyle değildi” dayatması üzerine “yeni” anayasa peşinde koşanlar,
acaba yaptıklarının ne manaya geldiğini vicdanları önünde hiç sorguluyorlar mı?
Bu gerçek dışı iddia, Türk Milletini bir bütün olarak görmek istemeyenlerin zihniyetinin ürünüdür. Sosyal gruplar Türk Milleti’nin parçası ve unsurudurlar.
Bireyleri eşittir. Uluslararası hukuk ve dünya düzeni de böyledir.
TBMM veya siyasi iktidar “yeni” anayasa yapabilir mi?
TBMM veya parti iktidarları, ihtiyaç halinde Anayasayı ıslah edici değişiklikler elbette yapabilirler. Hatta görevleridir. Bunda ihtilaf olamaz. Ancak,
Türk Milletinin asırlardır devam eden egemenliğini değiştiremezler.
Çünkü bu egemenlik, binlerce yıl öteden başlayan, bugüne ve yarına akıp giden Türk Milletine ait bir hayat hakkıdır. Bu hakkın ortadan kaldırılması,
Türk Milletinin yok edilmesine denktir… Millete düşmanlıktır. Türk Milleti var oldukça, Türk’ün egemenliği de yaşayacaktır.
Konuyu teknik yönüyle ele alan değerli hukukçu Prof. Dr. Çetin Yetkin şu analizi yapıyor:
“Yeni bir anayasa yapılıp yürürlüğe girinceye kadar, eskisi yürürlükte kalacaktır. O halde, yapılacak tüm işlemler yürürlükteki anayasaya uygun olmalıdır.
Bu açıdan 1982 Anayasası’na bakarsak, her şeyden önce, 11/1. Madde hükmünün şöyle olduğunu görürüz
6. Maddenin 2. fıkrasında denilmektedir ki, ‘Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.’
Anayasa Yapmak hiç kuşkusuz, bir devlet yetkisinin kullanılmasıdır. O nedenle, ilk olarak TBMM’nin Görev ve Yetkileri başlığını taşıyan 87. ve sonraki
maddelere baktığımızda Meclis’in tüm yetkileri tek tek sayıldığı halde böyle bir yetkinin tanınmadığını görüyoruz.
İdare ile ilgili 123. ve sonraki maddelerde de böyle bir yetki söz konusu değildir.
1982 Anayasası’nın 175. Maddesi Anayasa maddelerinin nasıl değiştirilebileceğini hükme bağlamıştır. Başka bir deyişle, Anayasa’da yapılacak herhangi bir “değişiklik”, yine Anayasa’nın belirlediği biçimde yapılabilecektir. Nitekim şu ana değin hep böyle yapılmıştır. Ancak, burada söz konusu olan
“ Maddelerde değişiklik” tir. Sıfırdan yeni bir Anayasa değildir.
1982 Anayasası’nın 4. Maddesi, ilk 3 Madde hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” dediğine, 2. Maddesi “Başlangıç”ta belirtilen temel
ilkelere dayandığına, bu ilkelerde “…egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait olduğu” kaydedildiğine göre, devletin kuruluş esasları asla
değiştirilemez. (18)
Yeni bir anayasa hazırlama ihtiyacı 1908 yılında da gündeme gelmiş, ancak 1908-1912 Meclis-i Mebusan’ı kendini kurucu meclis olarak görmediğinden
böyle bir yetkisinin olmadığı dikkate alınarak mevcut anayasada bazı değişikliklerle sorun çözülmeye çalışılmıştır..(19)
Bu hukuki tespitlerden sonra tekrarlayacak olursak; Anayasanın ruhu değiştirilemez. 61 ve 82 anayasaları da, bu temel gerçeğe saygılı olmuştur.
Türk Devleti’nin kimliğini hiçbir güç yok edemez.
Haçlı Seferlerinin bugünkü adı BOP
Bilindiği gibi Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi (BOP), bölgenin 22 İslam ülkesinin sınırlarını, emperyalist Batının ihtiyacına göre yeniden
şekillendirmeyi amaçlıyor. Bu belirleme ise; ülkelerin durumuna göre değişik yollardan, değişik araçlarla yapılmaktadır. Irak’ta askeri güç kullanılarak;
Libya, Tunus, Mısır, Suriye gibi ülkelerde iç isyan ve çatışmalarla; Türkiye’de “demokrasi, özgürlük, eşitlik” siyasetiyle yürütülmektedir.
İşbirlikçiler, PKK terörü, AB üyeliği ve “ABD stratejik ortaklığı el ele çalışmaktadır.
Bu çerçevede gelişmelere bakıldığında, ABD, AB ve PKK’nın, “yeni” bir anayasa istediği açıkça görülmektedir. İstemekle de kalmamakta, terör dahil her yönden saldırmaktadır. Devletimizin milli (bir millet) ve üniter/tekil (tek merkezden yönetim) yapısı bozulmadığı sürece de, bölünmesi mümkün değildir.
Bunun için millet ve devlet yapısı dağıtılmaya çalışılmaktadır. Bu hedefe ulaşılırsa, daha sonraki bir vadede devamı da gelecektir. O da, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’den koparılacak parçalar üzerinde “Büyük Kürdistan”ın kurulmasıdır.
Tarih şuuruna sahip olanlar meselenin burada da bitmeyeceğini, bin yıldan beri devam eden haçlı emellerinin gereği olarak, Türk’ün Anadolu’ya hapsedilmesi ve eritilmesiyle, bu topraklarda “Büyük Ermenistan-İsrail-Yunanistan” gibi egemenliklerin kurulmasına kadar devam edeceğini bileceklerdir.
Bu son safha ne kadar sürer bilinmez.
Haçlı/BOP Saldırısının delilleri
. Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi (BOP)’un resmi haritasına bakıldığında her şey ayan beyan görülecektir. Tereddüdü olanlar, “Sevr
haritasını” ve “Sevr Antlaşması”nı da hatırlayabilirler.
Bunların Barzani Yerel Yönetimi haritasıyla nasıl örtüştüğünü göreceklerdir.
. R. Tayyip Erdoğan 2004 yılında, daha yolun başında açıklıyor: “Türkiye'nin Ortadoğu'da bir görevi var. Nedir o görev? Biz Geniş Ortadoğu ve Kuzey
Afrika Projesinin Eşbaşkanlarından bir tanesiyiz. Ve bu görevi yapıyoruz biz… Diyarbakır'a çok farklı bakıyorum. Yani Diyarbakır istiyorum ki... şu anda...
yani Amerika'nın da hani düşündüğü... Büyük Ortadoğu Projesi var ya...
Genişletilmiş Ortadoğu... yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir... bir merkez olabilir... Bunu başarmamız lazım.”(20)
. ABD’nin PKK terörünü nasıl desteklediğini bilmeyen yoktur. PKK’yı Irak’ın kuzeyinde barındırdığını, eğitim ve lojistik ihtiyaçlarını karşıladığını, yakinen biliyoruz.
Besleyip üstümüze saldığı, binlerce insanımızı katleden terör örgütüyle “siyasi çözüm” adına egemenliğimizi paylaşmamız için alenen dayattığını da biliyoruz.
. 1998’de toplanan AB Bakanlar Komitesi’nin kararı şöyleydi: “Kürt sorunu’ siyasallaştırılarak, uluslararasılaştırılarak ve halkların hukukuna göre çözülecektir.”
13 yıldır yaşananlar, aynen böyle seyretmiyor mu?
. PKK’nın yan kuruluşu İnsan Hakları Derneği (İHD)’nin imzasını taşıyan 320 sayfalık, 1998’de hazırlanan “Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat
Taraması) kitap(19), o sırada İstanbul’da bulunan AB Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Komiseri Verheugen’a elden teslim edilmişti. (Bu bilgiler kitabın
giriş bölümünde verilmektedir.)
. Bir yıl sonra, Aralık 1999’da Türkiye’ye AB adaylık statüsü verildi. 2000 yılından itibaren de uyum adına önümüze konan yol haritasındaki ve ilerleme
raporlarında yer alan siyasi şartlar, inanılır gibi değil, ama bu kitaptan alınmıştır.
. Kitapta; Türk Milletinin ve devletinin bütünlüğünün çözülüp, etnik/ırk gruplarına göre, çok ortak bir rejime nasıl geçileceği, ayrıntılarıyla inceleniyor.
Kanunlardan “Türk”, “Türk Milleti” ve “milli” kavramlarının nasıl çıkarılacağı, Anayasa maddelerinden hangilerinin nasıl değiştirileceği, genel af, 66. Maddeden Türk kimliğinin çıkarılması, anadillerde eğitim, öğretim ve yayın gibi düzenlemelerin; adı ister AB süreci olsun, ister “PKK açılımı” hepsi mevcuttur.
Gerçekler bu kadar açıktır.
O halde, devletimizi, milletimizi ve vatanımızı muhafaza için hepimize görevler düşmektedir. Başından itibaren anlatmaya çalıştığımız da budur.
Tarafların Konumu
Uzatmadan Türk Milleti adına soralım, acaba siyasi iktidar, Türkiye’nin “demokratikleştirilmesi” denilen bu projenin neresinde duruyor? Bunun cevabı Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarında mevcuttur. “Abaza’sıyla, Boşnak’ıyla, Roman’ıyla, Arnavut’uyla bir milletiz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kimseyi rahatsız etmemeli. Üst kimliğimiz Türkiye vatandaşlığı olmalıdır” (20) Söylemini her vesileyle tekrarlıyor.
Eğer bu cümle şöyle kurulsaydı mesele olmayacaktı: “Biz Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcü’süyle, Abaza’sıyla, Boşnak’ıyla, Roman’ıyla, Arnavut’uyla
hepimiz Türk Milletiyiz. Türk Devletinin eşit vatandaşıyız. Bu kimseyi rahatsız etmemeli.” Ama böyle söylenmiyor.
Devletin kimliği konusunda PKK’da aynen böyle söylüyor. Diyor ki: “Türkiyelilik üst kimliği çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı esasalınmalıdır.”(21)
Arada fark var mı?
Başbakan’ın Gaziantep konuşmasın daha açık. Aynen; şöyle: “Millet dediğiniz zaman zannediyor ki millet sadece Türk. Hayır, millet sadece Türk değildir.
Milletin içinde Türk'ü de vardır, Kürt'ü de vardır, Laz'ı da vardır, Çerkez'i de vardır, Abaza'sı da vardır. Onun için 'tek millet' diyoruz ve bunu biz genişleterek
ne dedik? 'Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı çatısı altında bu milleti toparlayalım.”(22) şeklinde ifade ediyor. Bu “halklara özgürlük” değil mi?
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDEEKTİR.
***