3 Ocak 2019 Perşembe

AYRILIKÇI PKK TERÖRÜNÜN EKONOMİK MALİYETİ BÖLÜM 3

AYRILIKÇI PKK TERÖRÜNÜN EKONOMİK MALİYETİ BÖLÜM 3


V. Göçlerden Kaynaklanan Kayıplar 

Terör nedeniyle bölge içi ve bölge dışına yapılan göçler, iki tür doğrudan maliyet getirmiştir. Bunlardan birincisi, terör nedeniyle boşalan ya da boşaltılan kırsal yerleşmelerdeki üretim kaybı, ikincisi ise göçedenleri yeniden iskânın 
maliyetidir. Bu maliyetlerin nasıl hesaplandıkları ekte ayrıntılı olarak verilmiştir. 

Yapılan hesaplamalara göre 2005 yılı sonuna kadar göç nedeniyle, -birikimli-kırsal üretim kaybı 2005 Yılı fiyatlarıyla 16.32 milyar YTL’dir [Tablo 4]. Bu doğrudan bir kaynak kaybıdır. Göç olmasaydı kırsal kesimde bu miktarda bir katma değer yaratılmış olacaktı. 

Göç edenlerin, göç ettikleri yerlerde yeniden iskânları nın tahminî maliyeti 2005 Yılı fiyatlarıyla 2.98 milyar YTL olmuştur [Tablo 4]. Bunun nasıl hesaplandığı ekte açıklanmıştır. 

VI. Boşalan Yerleşmelere Geri Dönüşün Maliyeti 

Terör nedeniyle kırsal kesimden göçedenlerin bir kısmı 2000’den itibaren ortamın iyileşmesi nedeniyle ayrıldıkları köylere geri dönmüşlerdir. İçişleri Bakanlığı’na göre 2005 Yılı ortasına kadar 125539 kişi köye geri dönüş yapmıştır. Ekte nasıl hesaplandığı ayrıntılarıyla verilen köye dönüşün tahminî maliyeti 2005 Yılı fiyatlarıyla 305.2 milyon YTL’dir. 

VII. Ayrılıkçı Terörün Maddî Varlıklara Verdiği Zarar 

Ayrılıkçı terör çok sayıda araç ve iş makinaları, tren vagonu, köprü, karakol, okul, sağlık ocağı, cami ve benzeri maddi varlıkları, ya tamamen ya da kısmen tahrip etmiştir. 2001 Yılı Nisan sonuna kadar tahrip edilen maddî varlıkların 
bir listesi ve parasal olarak uğranılan kaybın büyüklüğü Ek Tablo 1’de verilmiştir. Maddî varlıklara verilen tahminî zarar, 2005 Yılı fiyatlarıyla, 223.5 milyon YTL’dir. 


Tablo 4: Ayrılıkçı Terörün Ekonomik Maliyeti 

NOT: 
2005 Yılı ortalama Dolar kuru kullanılarak elde edilmiştir. 
1 Dolar= 1.3408 YTL.


VIII. Ayrılıkçı Terörün Ekonomik Maliyeti 

2005 Yılı sonuna kadar ayrılıkçı terörün ekonomik maliyeti hem 2005 Yılı fiyatlarıyla YTL olarak, hem de ABD Doları olarak, harcama ve maliyet kategorileri itibariyle Tablo 4’te verilmektedir. Terörden ve terörle mücadeleden kaynaklanan can kaybı hariç toplam doğrudan ekonomik maliyet 72.34 milyar YTL, ya da 53.95 milyar Dolar’dır. 




IX. Ayrılıkçı Terörün Ekonomik Etkileri: Sonuç Gözlemleri 

Ayrılıkçı Terörün ekonomik sonuçları konusunda özetle aşağıdaki hususlar söylenebilir. 

i) Ayrılıkçı terörün Türkiye’ye önemli kaynak maliyeti olmuştur. 2005 yılı sonuna kadar terörün doğrudan ekonomik maliyeti olan 72.34 milyar YTL, ya da 53.95 milyar Dolar küçümsenecek bir rakam değildir. Dolaylı maliyetler de hesaba 
katıldığında tahminî toplam maliyet, bu rakamın çok üzerinde olabilir. 

2005 Yılı’ndan sonraki 2 yılı aşkın dönemde terörle mücadele kuşkusuz ekonomiye yeni maliyetler yüklemiştir. Bunlar da gözönüne alındığında Nisan 2008 sonuna kadar terörden ve terörle mücadeleden kaynaklanan doğrudan ekonomik maliyetin tahminî olarak 2005 Yılı fiyatlarıyla en fazla 100 milyar YTL, ya da 75 milyar Dolar olduğu söylenebilir.Bu rakamlar önemli olmakla birlikte, kamuoyunda dolaşan 250-300 milyar Dolar’a ulaşan söylentilerin çok altında, bunların yaklaşık dörtte biri düzeyindedir. 

ii) Terörle mücadeleden kaynaklanan güvenlik harcamalarındaki artış konsolide bütçe açıklarının gözardı edilemeyecek bir bileşeni olagelmiştir. Güvenlik harcamalarındaki tahminî artış, konsolide bütçe açıklarının yüzde 4.32 ile yüzde 24.55’i arasında oynamış daha çok da yaklaşık yüzde 10 düzeylerinde olmuştur. Bu rakamlar güvenlik harcamalarındaki artışların bütçe açıklarının esas olarak 
başka faktörlerden kaynaklandığını göstermektedir. 

iii) Kamu borçlanma gereğini artıran güvenlik harcamalarındaki artışların sığ malî piyasalarda reel faizlerin tırmanmasına katkıda bulunduğu yadsınamaz. Dolayısıyla tırmanan reel faizler nedeniyle özel sektörün, reel sektörde 
yatırım yapmaktansa, portföy yatırımlarına yönelmesinde, güvenlik harcamalarındaki artışların, büyük olmasa da, bir rolü olmuştur. 

iv) Terörün nedenlediği göç Doğu ve Güneydoğu’nun özelikle il merkezi durumundaki kentlerle, Batıda’ki büyük kentlerde, fizikî altyapı üzerinde büyük baskı oluşturmuş, daha uzun zamana yayılacak bazı altyapı yatırımlarının, 
daha kısa bir döneme sıkıştırılmasını gerektirerek, yerel yönetimlerin malî yapılarını bozmuştur. Göç edilen kentlerde gecekondulaşma ve kalabalıklaşma nedeniyle, yaşam kalitesi düşmüştür. Ayrıca göç terörü Batı’daki kentlere taşımış, buralardaki güvenlik sorunlarını artırmıştır. Güvenlik harcamalarındaki artışın bir nedeni sadece Doğu ve Güneydoğu’da değil, Batıdaki kentlerde göç sonucu oluşan ortamda gelişen terörle mücadeledir. 

v) Ekonomik açıdan terörden en zararlı çıkan bölge; terörü besleyen ve teröre sahne olan bölgedir. Bu bölgede göç nedeniyle kırsal kesim birçok yerde boşalmış, üretim durmuş, kentsel kesimde ise terörün arzettiği risk nedeniyle 
konut dışında yatırım yapılamaz hale gelmiştir. Bu risk halen devam etmektedir. Bölge ekonomisi bir fasit daire içindedir. 
Bu fasit daireden çıkmanın birinci koşulu terörün durması ya da durdurulmasıdır. 

EK 

I. Boşalan ya da Boşaltılan Kırsal Yerleşmelerdeki Üretim Kaybı ve Bundan Kaynaklanan Dolaylı Kayıp Boşalan ya da boşaltılan yerleşmelerdeki üretim kaybının hesabında aşağıdaki yöntem kullanılmıştır. 

i) DİE’nin İller İtibariyle Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, 1987- 1994 adlı yayınından OHAL Bölgesi’ndeki 14 ilin 1987 Yılı Üretici Fiyatlarıyla 1989, 1990 ve 1991 yıllarındaki toplam tarımsal hasılası bulunmuş ve bunların aritmetik ortalaması 
alınmıştır. 

ii) Üç yılın ortalama hasılası 14 ilin 1990 Genel Nüfus Sayımı’ndaki kırsal nüfusuna bölünerek kişi başına tarımsal hasıla 
bulunmuş ve bu; Gayri Safi Millî Hasıla zımnî deflatörü kullanılarak, 2005 Yılı sabit fiyatları cinsinden ifade edilmiştir. 

2005 Yılı sabit fiyatlarıyla 1989-1991 dönemi için kırsal nüfus başına düşen ortalama tarımsal hasıla 1.2072 milyar TL’dir. Bu rakam 1990 yılı değeri olarak alınmıştır. 

iii) Her yıl için yüzde 1 verimlilik artışı olduğu varsayılarak 1980-2005 dönemindeki her yıl için 2005 yılı sabit fiyatlarıyla kişi başına tarımsal hasıla hesabedilmiştir. Yapılan hesaplamada kişi başına tarımsal hasıla 1980 yılı için 1.0923 milyar TL, 2005 yılı için, 1.4026 milyar TL olarak bulunmuştur. 

iv) Herhangi bir yılda kırsaldan göçeden bir kişi için 2005 yılına kadarki (2005 dahil), birikimli üretim kaybı hesaplanmıştır. 
Örneğin, 1980 yılında göç eden birinin 2005 yılına kadar birikimli üretim kaybı 32.30 milyar TL, 1995’te göç eden birinin ise 14.68 milyar TL’dir. 

v) Ayrılıkçı terör nedeniyle 2005’e kadar kırsaldan toplam göç olarak HÜNEE araştırmasındaki (2006; 6) 837200 kişi alınmıştır. Bu sayı 1980-2005 arasındaki yıllara dağıtılmıştır. 

vi) Kırsaldan göç yıllara dağıtılırken HÜNEE araştırmasında güvenlik nedeniyle göçün 5 yıllık dönemler itibariyle yüzde dağılımı kullanılmıştır (s.59, Tablo 5.6). Ancak, ilgili tabloda dönemler itibariyle göç yüzdelerinin toplamı 89.4 
olduğundan, dönemler arasındaki oranlar korunarak tablodaki yüzdeler 1.1186 ile çarpılmış ve yeni bir dönemsel dağılım elde edilmiştir. Toplam göç -837200- bu oranlar kullanılarak dönemlere dağıtılmış ve her dönemdeki göçün o dönem içindeki yıllara eşit sayıda dağıldığı varsayılarak yıllık göç hesabedilmiş tir. 1980 ve öncesi göçün tümünün (12174) 1980 yılında yapıldığı varsayılmıştır. 

vii) Her yılki göç sayısı o yıla ait kişi başına birikimli tarımsal üretim kaybına çarpılarak o yılki göçe ilişkin toplam birikimli üretim kaybı bulunmuştur. 

viii) Yıllık birikimli tarımsal üretim kayıpları toplanarak, 1980-2005 dönemi için 2005 Yılı sabit fiyatlarıyla toplam üretim kaybı hesap edilmiş tir. Çıkan rakam, 16.33 milyar YTL’dir. 

Güvenlik Nedeniyle Göç Edenlerin Yeniden İskan Maliyeti 

Güvenlik nedeniyle 2005 yılı sonuna kadar tahminî olarak 1096889 kişi göstermiştir. HÜNEE araştırmasına göre bunlardan 837200’i kırsaldan göçetmiştir (HÜNEE, 2006; 61). Geriye kalan 259689’u ise kentlerden göçetmiştir. Göçedenlerin yeniden iskan maliyetini tahmin edebilmek için hanehalkı büyüklüğünün bilinmesi gerekir. HÜNEE araştırmasına göre, göçedenlerin ortalama hanehalkı büyüklüğü 6.24 kişidir. Daha önce, 1990’ların başlarında yapılmış GAP Bölgesi’nde Toplumsal Değişme Eğilimleri Araştırması’na göre ise, hanehalkı büyüklüğü kırda 8.3, kentte 6.4, evren genelinde ise 7.4 kişidir (GAPİ,1993, Bölüm II; 260). HÜNEE araştırmasının 2005 yılında yapıldığı, göç eden nüfusun kent koşullarında daha az çocuk yapma eğiliminde olduğu, dolayısıyla araştırmanın ailelerin kente bir uyum sürecinden geçtikten sonraki durumlarını yansıttığı göz önüne alınacak olursa GAP Bölgesi’nde Toplumsal Değişme Eğilimleri Araştırması’nın göç edildiği tarihlerdeki durumu daha iyi yansıtıyor olması yüksek bir olasılıktır. Bu nedenle, hanehalkı büyüklüğü kırdan göçedenler için ise 6.4 olarak alınacaktır. Buna göre, kırdan tahminî olarak 100867, kentten ise 40576 hane güvenlik nedeniyle göç etmiştir. 

Göç eden hanelerin gittikleri yerlerde yerleştikleri konut tipi, kalitesi ve büyüklüğü hakkında bir bilgi bulunmamakla birlikte, eldeki verilerden bir tahmin yürütülebilir. HÜNEE araştırmasına göre, yeniden oturmuş hanelerin yerleştikleri OHAL Bölgesi’ndeki 14 ilde yatak odası başına 1-2 kişi düşen hanelerin yüzdesi 30.4, 3-4 kişi düşenlerin yüzdesi 47.1, 5-6 kişi düşenlerin yüzdesi ise 15.3’tür. OHAL Bölgesi dışına ağırlıklı olarak göç edilen 10 ilde ise, bu yüzdeler sırasıyla 72.3, 24.6 ve 3’tür. 14 ilde yatak odası başına düşen ortalama kişi sayısı 3.4, 10 ilde ise 2.1’dir. 14 ilde oturulan konutların 
yüzde 55.3’ünde zemin beton, yüzde 14.9’unda toprak, 10 ilde ise sırasıyla yüzde 26.0 ve yüzde 0.5’tir (HÜNEE, 2006; 36). 

Bu veriler ve özellikle kırdan göçenlerin ekonomik durumları gözönüne alındığında yeniden yerleşmenin büyük oranda gecekondu tipi konutlarda, bir kısmının ise daha yüksek standartta olduğu söylenebilir. Kırdan göçedenlerin bir 
kısmının gecekondudan daha yüksek standartta konutlarda, kentten göç edenlerin bir kısmının da gecekondu tipi konutlara yerleşmiş olmaları olasıdır. Bunların birbirini götürdüğü varsayılarak bu çalışmada kırdan kente göç edenlerin tamamının gecekondu tipi konutlarda, kentten göçedenlerin de daha yüksek standartta, sosyal konut tipi konutlara yerleştikleri kabul edilmiştir. 

Toplu Konut İdaresi’nin 2005 Yılı’nda Diyarbakır, Bursa, Bilecik ve Ankara Esenboğa’da ihale ettiği toplu konutların altyapı hariç metrekare maliyeti 226.22 YTL ile 280.74 YTL arasında değişmektedir. Maliyet altsınır olan 226.22 YTL 
kentten göç edenlerin yerleştikleri konutların metrekare maliyeti olarak alınır, bunun üçte- biri oranında altyapı maliyeti olduğu varsayılır ve konutların 120 metrekare olduğu kabul edilirse, kentten göç eden hanelerin yerleştikleri konut maliyetinin, 2005 Yılı fiyatlarıyla 36195 YTL olduğu ortaya çıkar. Buna göre kentten göç edenlerin tahminî yeniden iskan maliyeti 1468 milyon YTL olmuştur. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

AYRILIKÇI PKK TERÖRÜNÜN EKONOMİK MALİYETİ BÖLÜM 2

AYRILIKÇI PKK TERÖRÜNÜN EKONOMİK MALİYETİ BÖLÜM 2 


III. Güvenlik Harcamaları 

Ayrılıkçı terörün niceliksel olarak hesabedilebilecek en büyük maliyeti güvenlik harcamalarındaki artıştan kaynaklanmıştır. 
Burada ele alınan güvenlik harcamaları zaman içindeki seyirleri istatistikî olarak izlenebilen Milli Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı harcamalarıdır. Ayrılıkçı terör nedeniyle Başbakanlık Örtülü Ödeneği’nde ve Milli İstihbarat Teşkilatı harcamalarında da olası artışlar olmuştur; ancak elde veri bulunmadığından, bunlar maliyet hesaplarına dahil edilememiştir. 

İzlenebilen güvenlik harcamalarının Gayri Safi Milli Hasıla [GSMH]’daki paylarının 1960’dan bu yana seyirleri Tablo 1’de verilmiştir. Güvenlik harcamalarından en büyük payı, Milli Savunma Bakanlığı alagelmiştir7. 

Milli Savunma Bakanlığı harcamalarının payı 1960’ların ortalarından itibaren azalmaya başlamış ve 1970-74 döneminde GSMH’daki payı ortalama, yüzde 2.58’e inmiştir. Bu azalmada, dünya siyasetinde Doğu ve Batı Blokları arasındaki ilişkilerdeki tedricî yumuşamanın ve Türkiye’nin 1960’ların ortalarından itibaren Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne açılımının rolü olmuş olabilir. 1975-84 döneminde Bakanlığın harcamalarının payı tekrar düşmeye başlamış ve 1987’de bir dip noktasına ulaşmış ve bu tarihten itibaren tekrar artmaya başlamıştır. Bu artış eğilimi özellikle 1999-2002 arasında çok belirgin olmuştur. Bu eğilim Türk Ordusu’nun Yeni Strateji Konsepti’yle uyumludur. 



İçişleri Bakanlığı’nın GSMH’dan aldığı pay Milli savunma Bakalığı’nınki gibi, 1960-74 arasında görece yüksek olmuş, 1975-1986 arasında tedricî olarak düşmüş, 1986’dan sonra, PKK terörünün artışına paralel olarak yükselmiştir. 
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün GSMH’dan aldığı pay 1960-1969 arası görece düşük olmuş, 1970’lerin başından itibaren kentlerde artan terör ve iç karışıklık olaylarıyla birlikte artmıştır. 12 Eylül 1980’den sonra gelen göreli sûkunetin 
etkisiyle, Müdürlüğün GSMH’dan aldığı pay bir süre düşük kalmış, 1989’dan itibaren artan PKK terörüne paralel olarak, radikal bir şekilde artmıştır. Jandarma Genel Komutalığı’nın GSMH’dan aldığı pay da 1980’den sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’nün aldığı paya bir paralellik göstermiştir. Türkiye’nin iç ve dış güvenlik durumunda, ayrılıkçı terör dışında, harcamalarda bir artış gerektirecek bir değişiklik olmadığına, hattâ Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Doğu Bloku’nun çökmesiyle dış tehdit azalmış bile olduğuna göre, güvenlik harcamalarındaki artışların, özellikle Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın harcamalarındaki artışların, doğrudan doğruya ayrılıkçı terörle mücadeleden kaynaklandığı açıktır8.

Güvenlik harcamaları ancak 1980’lerin sonunda artmaya başlamıştır; çünkü terörün gerçek boyutunun algılanmasında ve etkin mücadele şeklinin anlaşılmasında geç kalınmıştır9. 

Uzun bir süre PKK küçümsenmiş ve zamanın başbakanı tarafından bile, “bir avuç çapulcu” olarak nitelendirilmiştir. PKK’ya karşı ciddî yapılanma 1991’den hız kazanmış, mücadele için gerekli donanım bu tarihten itibaren edinilmiştir. Örneğin Bölge’deki birliklerdeki gece görüş gözlüğü sayısı 1987’de sadece 327 iken 1992 Haziran’ında 1410’a, helikopter sayısı 20’den 117’ye çıkarılmıştır. 

Ayrılıkçı terör nedeniyle güvenlik harcamalarındaki artışı tahmin edebilmek için, her kuruluşun GSMH’daki payının görece bir istikrar arzettiği 1975-1984 dönemindeki yıllık paylarının aritmetik ortalaması hesabedilmiş, 1985’ten bu 
ortalamadan pozitif sapmalar, terörle mücadeleden kaynaklanan ek güvenlik harcaması, diğer bir deyişle terörün güvenlik maliyeti olarak alınmıştır. İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın 1990’dan itibaren GSMH’dan aldıkları payların daha önceki yıllara görece çok belirgin olarak artmaları ve bu artışların, ayrılıkçı terör örgütüne karşı verilen mücadelenin yoğunluğundaki artışa paralellik göstermesi nedeniyle, bu artışların terörle mücadeleden kaynaklandığı hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kadar açıktır. Milli Savunma Bakanlığı’nın GSMH’dan aldığı payın uzun dönem ortalamasına görece gösterdiği pozitif sapmaların, bazılarının daha önceki yıllardaki negatif sapmaları telafi edecek nitelikte oldukları söylenebilir. Ancak, özellikle 1997-2002 arasında Bakanlığın aldığı payın belirgin şekilde artması önceleri terörle fiilî mücadele, 2000’den sonra ise fiilî mücadele yanında, daha etkin mücadele yöntemlerinin getirdiği ek harcamalardan kaynaklanmış olması büyük bir olasılıktır. 

Bakanlığın harcamalarındaki uzun dönem ortalamasına göre artışların büyük bir bölümü bu dönemde olmuştur ve doğrudan doğruya terörle mücadeleyle ilişkilidir. 


Tablo 2: Ayrılıkçı Terör Nedeniyle Güvenlik Harcamalarındaki Tahminî Artış 
(2005 Yılı YTL’si Olarak Milyon YTL) 

NOT: 
a) Ayrılıkçı terörle mücadele nedeniyle harcamalardaki yıllık artışlar, Gayri Safi Millî Hasıla Deflatörü kullanılarak 2005 Yılı 
YTL’sine irca edilmiştir. 
KAYNAK: 
Gayri Safi Milli Hasıla Deflatörü için: DPT, 2007;11. 
Ayrılıkçı terör nedeniyle güvenlik harcamalarındaki artışlarla ilgili tahminler Tablo 2 ve Ek Tablo 2’de verilmiştir. Tablo 2’ye göre ayrılıkçı terörle mücadele 2005 yılı sonuna kadar 2005 Yılı fiyatlarıyla Yeni Türk Lirası (YTL) cinsinden, Türkiye’ye 52.5 milyar YTL doğrudan maliyet getirmiştir. Bu gerçek bir kaynak maliyetidir. 


Daha önceki çalışmada izlenen yöntemle yapılan tahmine göre, terörle mücadelenin güvenlik harcamalarına getirdiği ek doğrudan yük ise, 2005 yılı 
Sabit Dolar’ı cinsinden, 1999 sonuna kadar 16.06 milyar Dolar, 2005 yılı sonuna kadar 32.01 milyar Dolar’dır. Önceki çalışmada, 1999 yılı sonuna kadarki doğrudan maliyet, 2000 sabit ABD Dolar’ı cinsinden 14.71 milyar Dolar’dı. Aradaki fark, temelde harcamaların farklı yılların Dolar’ı cinsinden ifade edilmesinden kaynaklanmakta dır 12. 

Tablo 2’deki tahminlerden aşağıdaki hususlar açıkça görülmektedir. 

i) Milli Savunma Bakanlığı’nın harcamalarında, özellikle 1999-2003 arası, uzun dönem ortalamalara görece, hatırı sayılır artışlar olmuştur. Bu sonuç terörle mücadeleye verilen önemi yansıtmaktadır ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin konuşunun siklet merkezinin değişmesi ve Güneydoğu’ya kaydırılmasıyla da uyumludur. 

ii) Terörle mücadele daha çok iç güvenlik kuruluşlarının harcamalarını artırmıştır. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı parasal maliyet açısından, terörle mücadelenin yükünü paylaşmışlardır. Emniyet Genel Müdürlüğü harcamalarındaki büyük artışın kısmen, terörün kentlere, özellikle de büyük kentlere, sıçramasından ve terörist örgütün kentlerdeki yandaşlarının hareketleriyle mücadelenin bir sonucu olması olasıdır. 

iii) Terörle mücadele 1990’larda gittikçe artan ve ancak 2000’lerin ortalarına doğru azalmaya başlayan bütçe açıklarına katkıda bulunmuştur. Ancak bu katkı, terörle mücadelenin maliyetini birkaç yüz milyar Dolar olduğunu savlayanların zımnî olarak atfettikleri katkının oldukça altındadır. 

Ayrılıkçı terörle mücadelenin bütçe açığına katkısı, bütçe açığının bir oranı olarak 1990’da yüzde 4.32 ile 2005’te yüzde 24.55 arasında oynamış, çoğu yıllar yüzde 8 ile yüzde 14 arasında kalmıştır (bkz. Tablo 1, sütun VIII). Ayrılıkçı terörle mücadelenin parasal boyutunun kamuoyunda ifade edilen rakamların yaklaşık beşte- biri düzeyinde olması bunun önemsiz bir büyüklük olduğu anlamına gelmemektedir. 

Ortaya çıkan büyüklükler; ülkenin maliyesi ve kalkınma ihtiyaçları gözönüne alındığında asla küçümsenmeyecek boyutlardadır. Terörle mücadele için 2005 yılı sonuna kadar harcanan kaynaklarla GAP bitirilebilir 13, yaklaşık 6000 kilometre otoyol ya da Ankara-Sivrihisar arasındakine benzer, aynı standartta, 16000 kilometre bölünmüş yol yapılabilirdi. 

IV Ayrılıkçı Terörün Nedenlediği Göçler Ayrılıkçı terörle mücadele sadece güvenlik harcamalarında artışlara neden olmamış, büyük bir göç dalgasına yol açmış, bu da önemli maddî kayıplar getirmiştir. 

Göçten kaynaklanan maddî kayıpları tahmin edebilmek için, herşeyden önce kaç kişinin terör nedeniyle göç ettiğinin bilinmesi gerekir. Bu konuda da kamu oyunda çeşitli rakamlar, dolaşmakta, bazı tahminlere göre göç sayısı üç milyona 
ulaşmaktadır14. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü [HÜNEE]’nün yaptığı araştırmaya göre ise, 2005 yılına kadar terör nedeniyle Bölge’den toplam 937.7 bin ile 1 milyon 200 bin arasında kişi; Bölge’deki kırsal alandan 
ise 728 bin ile 946 bin arasında kişi göç etmiştir15. Toplam göç, il içi ve il dışına göçler konusunda en güvenilir rakamlar Devlet İstatistik Enstitüsü [DİE]’nün, şimdiki adıyla Türkiye İstatistik Kurumu [TÜİK]’nun, Genel Nüfus Sayımlarına dayanarak verdiği rakamlardır. 

Ancak, Genel Nüfus Sayımlarına dayanan veriler sadece 1975-1990 arası için mevcuttur. 1997 Nüfus tespiti çalışmasında göçe ilişkin sorular bulunmadığı için 1990-1995 arası için herhangi bir göç verisi yoktur. 1995-2000 arası için TÜİK’in bir tahmini bulunmaktadır. 
Genel Nüfus Sayımlarına ve 1995-2000 arası için TÜİK verilerine dayanan göç verileri Tablo 3’tedir. Tablodaki, 1990-1995 arasındaki göç verileri, 1985-1990 arasında göçlerin, 1980-1985 ile 1985-1990 dönemleri arasındaki artış hızlarında arttıkları varsayımına dayanarak türetilmiştir. 
2000 sonrasında terör nedeniyle göç önemli olmadığından, bu dönem için göç tahminleri yapılmamıştır. 


Tablo 3: Olağanüstü Hal (OHAL) Bölgesi’ndeki 14 İlden 
Dönemler İtibariyle Göç, 1975-2000



NOT: 
a) 1985-1990 dönemi göç için basılı kaynak bulunmamaktadır. İlgili veriler, 1990’ların başlarında Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde Profesör Dr. Ayşe Gedik tarafından bir bilgisayar çıktısı olarak DİE’den alınan 1990 Genel Nüfus Sayımı Daimî İkametgaha Göre İç Göçler’den temin edilmiştir.Sayın Dr. Gedikten alınan çıktı kişisel arşivimdedir. 
b) 1990-1995 dönemi için göç sayısı, 1985-1990 arası göç sayısının 1980-1985 ve 1985-1990 dönemleri arasındaki artış hızında artırılmasıyla bulunmuştur. 
c) 1985 öncesi göçün tamamen terör dışı nedenlerle olduğu, 1985 sonrasında terör dışı nedenle yapılan göçün 1975-1980 ve 1980-1985 ortalaması büyüklüğünde devam ettiği varsayılarak, 1985 sonrası her dönemin göç sayısından bu ortalama göç sayısı çıkartılarak bulunmuştur. 
d) Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü [HÜNEE]’nün, 2006 yılındaki çalışmasında verilen, her dönem için terör nedeniyle yapılan göçün toplam göçe oranı V’inci sütundaki sayıyla çarpılarak bulunmuştur. 
VERİ KAYNAKLARI: 
DİE,1985, 1989; TUİK, 2005; HÜNEE; 2006. 



1985’ten önce terör nedeniyle göç yok denecek kadar azdır. HÜNEE’nin araştırmasındaki verilere göre güvenlik nedeniyle göç, 1980 öncesi dönem için toplam göçün yüzde 0.7’si, 1981-1985 dönemi için yüzde 6.1’dir16. 1985-1990, 
1990-1995, 1995-2000 dönemleri için ise sırasıyla yüzde 29.2’si, yüzde 47.2’si ve yüzde 5.1’dir17. 

Tablo 3’te terör nedeniyle göç için iki farklı tahmin yer almaktadır. Birinci tahminde (tahmin A) 1985 öncesi göçlerin ekonomik, sosyal, ailevi ve bireysel nedenlere dayandığı, terör nedeniyle göç olmadığı ya da ihmal edilebilir düzeyde olduğu, 1985 sonrasında terör dışı nedenlerle yapılan göçün 1975-1980 ve 1980-1985 dönemleri ortalaması düzeyinde devam ettiği varsayılarak, 1985 sonrası her dönem için, toplam göçten bu ortalama rakam çıkarılarak terörden kaynaklanan göç rakamlarına ulaşılmıştır. Bu tahmine göre 1985-2000 arasında Bölge’deki toplam göç, Bölge’deki il içi ve il dışına göçler toplamı, 2394146 dır. Terörden kaynaklanan göç toplamı bunun yüzde 45.8’i olup, 1096889’dur 
[Tablo 3, sütun VI]. HÜNEE araştırmasındaki terör nedeniyle yapılan göçlerin, toplam göçe oranı kullanılarak yapılan ikinci tahminde, Tahmin B’de ise, terör kaynaklı göç terör nedeniyle 1975-2000 arası için toplam 738080, 1985-2000 
arası için ise 709021’dir [Tablo 3, Sütun VII]. Terör kaynaklı göç için yapılan bu ikinci göç tahmini, HÜNEE araştırmasında kırdan yapılan göçlerin alt sınırına yaklaşık olarak eşittir. 

Birinci tahmin ise HÜNEE’nin araştırmasındaki terör kaynaklı toplam göçün üst sınırından yaklaşık 104 bin daha azdır. HÜNEE araştırmasında kırsal alandan yapılan göçün alt sınırının burada ikinci tahmindeki toplam göçe yaklaşık 
olarak eşit olması ve birinci tahmindeki toplam göçün de HÜNEE çalışmasındaki güvenlik nedeniyle toplam göçün alt ve üst sınırlarının ortasında olması gözönüne alınarak, birinci tahminin daha sağlıklı olduğu düşünülmüş ve Bölgede terör nedeniyle toplam göçün 1096.9 bin olduğu kabul edilmiştir. 

Bu rakam HÜNEE araştırmasında güvenlik nedeniyle göç toplamı için yapılan nokta tahminine, 1077.4 bine, yaklaşık olarak eşittir. Aradaki fark sadece 19.5 bindir. Güvenlik nedeniyle toplam göçün önemli bir bölümü kırsal alanlardan kaynaklanmıştır. Kırsal alan kaynaklı göçün büyüklüğü konusunda farklı veriler ve tahminler vardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi[TBMM]’nin bu konuda oluşturduğu araştırma komisyonunun 1998’de yayınladığı rapora göre 
1997 yılı itibariyle, 905 köy ve 2523 mezra boşalmış ya da boşaltılmış ve bu yerleşimlerden 378335 kişi göçetmiştir18. İçişleri Bakanı’nın bir soru önergesi üzerine TBMM Genel Sekreterliği’ne 8 Ağustos 2005’te sunduğu yanıtta ise, Köye dönüş ve Rehabilitasyon Projesi [KDRP] çerçevesindeki başvurulara dayanarak yapılan yapılan hesaplamalara göre güvenlik nedeniyle 939 köy ve 2019 mezra boşalmış ve 355803 kişi göçetmiştir19.Yerleşmelerden bir kısmı güvenlik güçleri tarafından boşaltılmış, bir kısmı ise terör örgütünün kırsal kesimde yaşamı zorlaştırması ve tehlikeli hale getirmesi nedeniyle boşalmıştır 20. 

Güvenlik nedeniyle kırsaldan göç sayısı konusunda yukarda verilen rakamlar, sadece tamamen boşalan ya da boşaltılan yerleşmelere ilişkindir. Tamamen boşalmayan kırsal yerleşimlerden de göç olmuştur. Bu nedenlerle, verilen göç 
sayıları asgari rakamlardır ve gerçek göçü yansıtmaktan uzaktır. HÜNEE’nin araştırmasına göre güvenlik nedeniyle kırsaldan göç, daha önce de sözedildiği gibi, 728 bin ile 946 bin arasındadır. Nokta tahmini ise 837.2 bindir21. Bu çalışmada; verilen son rakam, 837.2 bin, kırsaldan güvenlik nedeniyle yapılan göç sayısı olarak alınmıştır. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

AYRILIKÇI PKK TERÖRÜNÜN EKONOMİK MALİYETİ BÖLÜM 1

AYRILIKÇI PKK TERÖRÜNÜN EKONOMİK MALİYETİ BÖLÜM 1 



Servet MUTLU* 
* Prof. Dr., Başkent Üniversitesi, İktisat Bölümü 
Özel Rapor 12 Mart 2013


I. Giriş 
ÖZEL RAPOR 
21. YÜZYIL 
TÜRKİYE ENSTİTÜSÜ 
Özel Rapor 12 Mart 2013 

Bindokuzyüzseksekdörtten beri devam eden ayrılıkçı PKK terörünün Türkiye’ye önemli ekonomik maliyeti olmuştur. Güvenlik harcamalarındaki 
artış, fizikî varlıkların tahribi, boşalan ya da boşaltılan köylerde atıl kalmış kaynakların aksi halde getirebilecekleri getiri, terör nedeniyle göç edenlerin ve 
köye dönüş yapanların yeniden yerleşimi için harcanan kaynaklar, ölen ya da yaralananların ölüp ya da yaralanmasalardı üretime yapabilecekleri katkı terörün ekonomik maliyetleri arasındadır. 

Terörün Türkiye’ye maliyeti konusunda çok çeşitli tahminler ileri sürülmüştür. 

Dayanak noktaları, nasıl yapıldıkları belirtilmeyen bu tahminlerden kimi 250-300 milyar Dolar’a kadar çıkabilmektedir1. 
Daha önce nesnel verilere dayanarak yapılan bir çalışmada, 1999 yılı sonuna 
kadar olan dönemde terörün ekonomik maliyetinin yaklaşık 2000 Yılı Dolar’ıyla 
18 milyar Dolar olduğu tahmin edilmiştir2. Aradan geçen zaman içinde, terörün 
maliyeti artmış, dolayısıyla yeni bir tahmine ihtiyaç duyulmuştur. 

Bu çalışma 1984-2005 dönemi için yeni bir tahmin yapmaya yöneliktir. 2005 
sonrası için veri kısıtı nedeniyle bir çalışma yapılamamıştır. 

Yazar Hakkında 

Servet Mutlu 1995-1997 yılların arasında Ege Üniversitesi’nde dekan yardımcısı ve İktisat bölümü başkanı olarak görev almıştır. 1998- 2007 yılların 
arasında Başkent Üniversitesi’nde İktisat bölüm başkanlığı yapmış, 1998’den bu yana fakülte yönetim kurulu üyeliği ve 2007 yılından beride Senato 
üyeliği yapmaktadır. 

Prof. Dr. Servet Mutlu; 
“Doğu Sorununun Kökenleri” (2003) kitabının ve “Ayrılıkçı PKK Terörünün Ekonomik Maliyeti” (2008), 
“Türkiye Ekonomisi ve IMF Politikaları” (2003), “Devlet ve Doğu” (1999), “The Turkish Central Place Hierarchy: Its Structure 
and Some of its Determinants” (1988), “The Economic Cost of Civil Conflict in Turkey” (2011), “Ethnic Kurds in Turkey: 
A Demographic Study” (1996), “Late Ottoman Population and Its Ethnic Distribution” (2007), “Population of Turkey: By Ethnic 
Groups and Provinces” (1995) gibi önemli makalelerinin yazarıdır. 


Çalışmada terörün yoğunlaştığı Doğu ve Güneydoğu illerinin terör nedeniyle 
uğradığı dolaylı ekonomik kayıplara, özellikle yüksek risk ortamı nedeniyle 
buralarda yatırımların azalmasından kaynaklanan kayıplar konusuna girilmeyecektir; 
çünkü ülkenin içinde bulunduğu ekonomik gelişme evresinde Doğu 
ile Batı arasında artan ekonomik yatırım hacmi farklılıklarının ne kadarının dışsal 
ekonomilerin Batı’da belli birkaç merkezde yoğunlaşması ve işletme ve kent 
bazında ölçek ekonomileri gibi nedenlerden, ne kadarının Doğu’daki risk ortamından kaynaklandığını ayrıştırmak güç, hattâ mevcut veriler bağlamında olanaksızdır. 

II. Ekonomik Maliyet ve Tahmin Yöntemi 

Ekonomik maliyet; bir faaliyeti gerçekleştirmek için kullanılan kaynakların 
fırsat maliyetlerinin toplamıdır. Terörle mücadele bağlamında iki tür ekonomk 
maliyetten sözedilebilir: i) doğrudan maliyetler ve ii) dolaylı maliyetler. Doğrudan ekonomik maliyetler; ayrılıkçı terör olmasaydı toplumun katlanmak durumunda kalmayacağı maliyetlerdir. Bunların en önemlileri artan güvenlik 
harcamaları, mal ve cana verilen zarar ve kayıp, özellikle kırsal kesimde terörden kaynaklanan göç nedeniyle uğranılan üretim kaybı ve göç eden nüfusun yeniden iskân maliyetidir. Dolaylı maliyetler ise terörün bir yan ürünü olan maliyetlerdir. 
Bunlar arasında artan risk nedeniyle bölgeden ve ülkeden sermaye 
kaçışı, becerili emek göçü ve terörle mücadeleye ayrılan kaynakların aksi halde, 
yani terörle mücadelede kullanılmasalardı, getirebilecekleri getiridir. 
Bu çalışmada can kaybı ve insana verilen fizikî zara dışındaki doğrudan maliyetler ele alınmıştır. Her ne kadar bâzı kamu projelerinde, fayda-maliyet analizi yapılırken, insan hayatı için bir ekonomik değer hesabı yapılıyorsa da3,bu maliyetler, hem hesap yöntemi bakımından tartışmalı4 olduklarından, hem de ölenlerin hayatı ve yaralananların kendilerinin ve yakın çevrelerinin katlandığı maddî, psikolojik ve sosyal maliyetler yanında bir bakıma önemsiz kaldıklarından, ekonomik maliyet hesaplarına dahil edilmemiştir. 

Ekonomik maliyetler bütçesel maliyetlerden farklıdır. Doğrudan ekonomik 
maliyetlerden bazıları, örneğin terörden kaynaklanan göç nedeniyle kırsal kesimde uğranılan üretim kaybı, bir bütçesel maliyet değildir. Öte yandan, bazı 
bütçesel maliyetler de birer ekonomik maliyet değildirler. Örneğin, Köye Dönüş 
ve Rehabilitasyon Projesi [KDPR] çerçevesinde verilen, vatandaşın terör nedeniyle uğradığı kaybı telafi edici tazminatlar5 birer bütçesel maliyettir, fakat ekonomik maliyet değildir. 

Daha önceki çalışmada, toplam ekonomiye maliyet içinde, payı küçük olan 
birkaç harcama ve kayıp kalemi dışındaki tüm harcama ve kayıplar önce Türk 
Lirası cinsinden hesap edilmiş, bunlar cari yılın yıl ortası TL/Dollar kuru kullanılarak Dolar’a çevrilmiş ve bu Dolarlar, Amerika birleşik Devletleri kentsel yerler tüketici fiyat endeksi kullanılarak 2000 yılı sabit Doları’na irca edilmiştir. 
Ancak, Dolar’ın son birkaç yıldır TL karşısında değer kaybetmesi nedeniyle, bu 
hesap yönteminin gerçek maliyetleri yansıtmayacağı düşünülmüş ve bir başka 
tahmin yöntemi kullanılmıştır 6. 

Yeni yöntemde, istisna teşkil eden ve toplam maliyet içinde önemsiz bir yer 
tutan maliyetler dışında tüm maliyetler TL cinsinden hesap edilmiş ve her yıla 
ilişkin maliyetler Gayri Safi Millî Hasıla deflatörü kullanılarak 2005 yılı sabit 
fiyatları cinsinden ifade edilmiştir. Bu şekilde ifade edilen maliyetler 2005 yılı 
ortalama Dolar kuru kullanılarak 2005 Yılı sabit Dolar’ı olarakta ayrıca verilmiştir. 

21.YYTE; Türkiye ve dünyadaki millî güvenlik stratejileri, ekonomi, hukuk, enerji/enerji güvenliği, nükleer enerji/ nükleer silahlanma, enformasyon/bilgi iletişimi, anayasal düzen, hukuk, adalet, düşük yoğunluklu çatışma (terör ve terörizm), teostratejik araştırmaları demokrasi ve sivil toplum arastırmaları gibi işlevsel ana konular ile, çevre/Türk Dünyası ülkeleri ve küresel/bölgesel güçler ile uluslararası örgütlerdeki gelişmeleri izlemek, bu gelişmeleri Türkiye’nin milli menfaatleri ve ulusal güvenlik gerekleri, doğrultusunda incelemek ve bu alanlarda ciddî çalısmalar yaparak alternatif politika, strateji, program ve projeler üretmek amacıyla 01 Aralık 2005'de kurulmuştur. 21.YYTE’de kurulma amacına uygun olarak aşağıdaki araştırma gurupları kurulmuştur. 

n Anayasal Düzen, Hukuk, Adalet Araştırma Gurubu 
n Bio ve Gen Teknolojileri Araştırma Gurubu 
n Teostrateji Araşırmaları Gurubu 
n Millî Güvenlik Stratejileri Arastırma Gurubu 
n Enerji ve Enerji Güvenligi Araştırma Gurubu 
n Düşük Yoğunluklu Çatısma (Terör ve Terörizm) Araştırma Gurubu 
n Enformasyon ve İnternet Teknolojileri Araştırma Grubu 
n Ekonomi ve Küreselleşme Araştırma Gurubu 
n Rusya Araştırma Gurubu 
n Amerika Araştırma Gurubu 
n Avrupa Birliği Araştırma Gurubu 
n Avrasya-Türk Dünyası Araştırma Gurubu 
n Orta Doğu Araştırma Gurubu 
n Balkanlar-Kıbrıs Araştırma Gurubu 
n Çin-Uzakdoğu Araştırma Gurubu 
n Orta Asya Araştırmalar Merkezi 
n Rus Slav Araştırmalar Merkezi 
n Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi 
n Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmalar Merkezi 
n Amerika Araştırma Merkezi 
n Avrupa Birliği Araştırmalar Merkezi 
n Güney Kafkasya – İran – Pakistan Araştırmalar Merkezi 
n Asya – Pasifik Araştırmalar Merkezi

***
Tablo 1: Güvenlik Harcamalarının Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) İçindeki Payları, 
Bu Payların Harcamaların Uzun 
Dönem Eğiliminden Pozitif Sapmaları ve Sapmaların Konsolide Bütçe Açığına Katkısı, (%) 

NOT: 
a) Beş yıllık ortalama ; yıllık paylar toplamının aritmetik ortalamasıdır. 
b) 1975-79 ve 1980-84 dönemlerine ilişkin beşer yıllık ortalamaların aritmetik ortalamasıdır. 
c) Milli Savunma Bakanlığı harcamalarına 1987’den itibaren Savunma Sanayi Destekleme Fonu dahildir. 
VERİ KAYNAKLARI: 
Kesinleşmiş güvenlik harcamaları için: MBBMKGM, 1995; MBMGM, 2006; GSMH, Konsolide Bütçe açıkları ve Savunma 
Sanayi Destekleme Fonu için: DPT, 2007.

Güvenlik harcamaları dışındaki maliyet hesaplarına temel olan verilerin nasıl türetildikleri ve faydalanılan kaynaklar EK’te verilmiştir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

2 Ocak 2019 Çarşamba

Terörle Mücadelenin Ekonomik Maliyeti veya 300 milyar Dolar Safsatası,

Terörle Mücadelenin Ekonomik Maliyeti veya 300 milyar Dolar Safsatası,


Hikmet  21 Nisan 2010


Düşük Yoğunluklu Çatışma-terör, devletler için çok pahalı bir mücadele türüdür. Ülkemiz 1984’den 1999’a ve 2003’den 2010’a kadar süren terör ile mücadele sürecinde çok büyük insani ve mali kayıplar vermiştir.
Türkiye'nin PKK ile mücadelesi ülkemizin ekonomik kalkınmasına çok ağır darbeler vurmuştur. Türkiye, kalkınmasında ve halkının refahında kullanabileceği birçok kaynağı terör ile mücadeleye ayırmak zorunda kalmıştır.

Türkiye'nin PKK ile mücadelede harcadığı paranın ve yan maliyetler çok büyük olmakla beraber ne yazık ki siyaset, medya ve akademik camianın terörle mücadeleye harcanan para konusunda kendisini sokak efsanelerine kaptırdığı görülmektedir. Terörle mücadele sürecinde harcanan paranın 100 milyar Dolar civarında olduğu 1996 senesinden bu yana söylenir. 2003 sonrasında 300 milyar hatta 1000 milyar Dolar gibi rakamlar bakan seviyesindeki yetkililer tarafından dile getirilmiştir.

Bu çok yüksek rakamlar genellikle sorgulanmadan kabul edilmiş ve tekrarlanmaya devam edilmiştir. Bu rakamları hatta daha fazlasını inandırıcı kılan birçok delil de gösterilebilir. Bir Skorsky helikopterin fiyatı 18-20 milyon Dolardır. Bir Super Cobra helikopterin maliyeti 20-22 milyon Dolar'dır. Zırhlı araçlar, modern teknoloji ürünü silahlar çok yüksek meblağlar ödenerek başka ülkelerden tedarik edilmiştir. Bir savaş uçağının veya helikopterin bir saat havada kalması 10 bin Dolar civarındadır.

On binlerce asker senelerce dağlarda operasyon gerçekleştirmişlerdir. Operasyonlar helikopter demektir, silah, cephane, yemek taşınması demektir. Birçok karakol inşa edilmiştir. Yüzlerce kilometre yol yapılmıştır. Olağanüstü hâl bölgesinde maaşlara ek ödeme yapılmıştır. Sayıları 80 bine yaklaşan korucuya yıllarca ödeme yapılmıştır. Yıkılan ve imha edilen böylece maliyeti artıran birçok devlet malı vardır. Özetle, 100 milyar Dolar ve daha fazlasını inandırıcı kılan birçok gerekçe vardır. Ancak bir şeyin ilk bakışta akla yatkın olması onun doğru olması anlamına gelmez.

Türkiye'nin de terörle mücadeleye 100, 300 hatta 1000 milyar Dolar harcamış olduğu iddiaları sokaktaki adam için akla yakın olsa da siyaset, medya ve akademi dünyası mensuplarının Türkiye'de olmayan bir paranın nasıl harcandığını kendilerine sormadan tekrarlamaları en hafif ifade ile şaşırtıcıdır. Bu iddiaların arkasındaki motiflerden birisi de "bakın 300 hatta 1000 milyar Dolar harcamamıza rağmen PKK'yi bitiremedik, bu parayı PKK'ya harcamasaydık şimdi çok zengin bir ülke olurduk. İyisi mi şu Kürt Açılımını bir an önce bitirelim" düşüncesidir. Bu anlamda 300/1000 milyar Dolar iddiaları Türk halkına yönelik bir psikolojik operasyondur. Ancak psikolojik harekat/toplumsal histeri boyutuna ulaşmış olan terörle mücadele konusundaki iddialara kapılmayarak, konu ile ilgili bilimsel bir araştırma yapan Prof. Dr. Servet Mutlu, "Ayrılıkçı PKK Terörünün Ekonomik Maliyeti" konulu çalışmasında 1984-2005 arasındaki terör kaynaklı ekonomik harcama ve kayıplarının tamamının 72.34 milyar T. ya da 53.95 milyar Dolar olduğunu ortaya koymuştur.[1]

Servet Mutlu, yukarıda toplamı ortaya konulan rakamı oluşturan alt harcamalar konusunda da şu tespitleri yapmaktadır.

a) Güvenlik harcamaları, 52.5 milyar TL,

b) Göçte kırsal kesimde ortaya çıkan üretim kaybından doğrudan ve dolaylı 1989 – 2005 arasında 16.32 milyar TL.

c) Yeniden yerleşim için 2.98 milyar TL,

d) Köye dönüş için 305.2 milyon TL,

e) Tahrip edilen yol, köprü, bina vs. 223.5 milyon TL. Toplam 72.34 milyar TL veya 53.95 milyar Dolar. Gerçek maliyet budur.

2005 – 2010 döneminde yapılan harcamalar ile bu maliyetin 85 milyar TL.'ye çıkmış olması muhtemeldir. Ancak 300 hatta 1000 milyar Dolar ile 85 milyar TL arasındaki dev uçurum ortadadır. 85 milyar TL küçümsenecek bir rakam değildir. Bu rakamın yatırımlara harcanması durumunda ortaya çıkacak refah ülkemizi ve yurttaşlarımızı bugün olduğundan çok daha farklı bir noktaya taşıyacaktı. Fakat anılan miktarın terörle mücadeleye harcanmaması ve binlerce insanımızın şehit düşmemesi durumunda da ülkemiz parçalanacak, topraklarımızın bir bölümü üzerinde çoktan bir başka devlet kurulmuş olacaktı. Bu mücadele verilirken göz önünde tutulması gereken husus, Ege Cansen'in tespit ettiği gibi, "Mücadelenin maliyeti, zaferin muhtemel kârından çok olamaz."[2]

[1] Prof. Dr.Servet Mutlu, "Ayrılıkçı PKK Terörünün Ekonomik Maliyeti", 21. Yüzyıl, Üç aylık Dergi, Nisan-Mayıs-Haziran 2008, Yıl 2, Sayı 5, s.63-88

[2] Hürriyet, 16 Haziran 2007, Ege Cansen, "Güneydoğu Kürt Meselesi"


https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/terorle-mucadelenin-ekonomik-maliyeti-veya-300-milyar-dolar-safsatasi


***

31 Aralık 2018 Pazartesi

ABD’nin Irak’tan Çekilme Kararı ve Türkiye Üzerine Yapılan Tartışmalar

ABD’nin Irak’tan Çekilme Kararı ve Türkiye Üzerine Yapılan Tartışmalar

Selma BARDAKCI
Bahçeşehir Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Tarafından Editör -
10 Ağustos 2010


Yine iç Politikamızın sebebiyet verdiği sorunlarla başbaşa kalmış ve toplumsal uzlaşmanın tezahürü olarak bilinen anayasamız konusunda biz “evet” ve “hayır”’larımızı sayarken, sanki bir başka coğrafyada yaşanıyormuş gibi kayıtsız kalmaya devam ettiğimiz bir meselede ABD 31 Ağustos’a kadar Irak’tan çekeceği askerlerin sayısını hesaplamaktadır.

Kosova meselesinde kamusal alanla, kılık kıyafetimizle uğraştığımız iç politik döngümüz, Ortadoğu meselesinde yine iç politikamızda kaset tartışmaları ile yorulan nefesimiz ve  ABD’nin Irak’tan çekilişi sürecinde kendi aramızda oynadığımız siyasi kültür modelimiz. Tüm bu iç dinamiklerle birlikte; dış politikamızda artık genişlemeyi değil, derinleşmeyi gerektiren bir “eksene” doğru kaymanın anlamlı olacağı kanaatindeyim.

Konu elbette; en son açıklamaları ile de sözünü tutan ve konumunu güçlendiren ABD Başkanı Obama’nın 31 Ağustos’a kadar bölgede bulunan 140.000 askerinin sayısını 50.000 askere düşüreceğini ve önümüzdeki yılın son kertesinde tüm askerlerinin bölgeden çekileceğini vurgulaması ile daha önem verilmesi gereken bir hale gelmiştir. Amerika’nın bölgedeki varlığı gerçekleştirilecek olan çekilmenin ardından önümüzdeki yıl sonuna kadar ülkede kalacak 50.000 asker diplomasi ve istihbarat alanında çalışmalarına devam edecektir. ABD’nin Irak’tan çekilme kararı; ABD’nin iç politik sistemi açısından güzel bir demokrasi örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Obama’nın seçim kampanyası sürecinde verdiği söz bu kararın uygulanması ile birlikte yerine getirilmiş olacaktır. Obama’nın seçim süreci boyunca; Bush döneminin Irak savaşı ile birlikte ülkeye yüklediği ekonomik çöküntüyü iyi kullanması ve kampanyasını bunun üzerinden yürütmesi akılcı olmuştur. Bununla birlikte; demokrasinin tecelli ettiği nokta; hepimizin bildiği üzere 2010 yılında ABD’de Başkanlık Seçimleri olacaktır ve halka hesap verme zamanı gelecektir. Irak’tan çekilme kararı ve bunun uygulanışı ekonomik anlamda istenilen seviyeye gelemeyen Amerikan ekonomisinin savaş masrafının azaltılması ve bunun sonucu halkın rahatlaması olarak değerlendirilip oy potansiyeline dönüşmesi amacı taşımaktadır.     

İç politikanın etkili olduğu nedenlerin ağır bastığı bir dış politik hamle görmekteyiz. ABD Başkanı Obama’nın sırtında taşıdığı Irak yükünü seçim sürecine gelindiğinde güvenli bir şekilde bertaraf etmek istediği açıktır. Bu arada Irak’tan çekilecek askeri birliklerin önemli bir kısmının da Afganistan’a kaydırılacağı ve askerlerin bir anlamda Hoşçakal Irak, Merhaba Afganistan diyebileceği yeni bir “uluslaştırma ve demokratikleştirme” sürecine girecekleri görülmektedir. Obama Irak’tan çekilme üzerine yaptığı açıklamada başarının da altını çizerek terör gruplarının özellikle El-Kaide’nin önemli liderlerinin yok edildiğini söyledi. Bununla birlikte; yeni hedeflerinin daha açık ve başarılabilir noktalara kanalize olacağı yorumunu yaptı. Yani; Irak’ta elde edilen “başarıyı” vurguladı diğer yandan bunu bir başarı olarak değerlendiremeyenler için başarılabilir yeni rotaların örneğin; Afganistan’ın rotasını çizdi.

Çekilme kararının Obama tarafından tekrar gündeme getirilmesi ile ilgili hem Amerika içinden hem de bölgeyi yakından takip edenler tarafından dile getirilen bir çekinceler vardır. Bunlardan en önemlisi; ABD’nin bölgeden çekilmesinin ardından ki burdaki referansımız 2011 yılının sonu için önümüzde durmaktadır, bölgede senelerdir şiddetli bir şekilde devam eden çatışmalardır. Sunni- Arap, Şii- Arap, Kürt, Türkmen ve daha fundamental bir şekilde ortaya çıkan farklı grupların hala içselleştirilemeyen ve kurulamayan hükümetin birliği üzerinde oynayacakları negatif bir rol, bölgenin istikrarsız ve çatışmacı kolonlarını güçlendirecektir. Irak’ta varolan iç karışıklık, grupların kendi hesaplaşmaları ve bölünmenin demografik tarafı, Irak’ın geleceği ile ilgili endişeleri arttırmaktadır. Obama yönetimine iletilen diğer bir çekince ve eleştiride; yönetimin 2011 sonrası için herhangi bir projesi olmadığı yönündedir. 2011 ile birlikte; bölgeden tamamiyle çekilecek olan askerlerin bir sonraki hedefleri belli olmakla birlikte; geride kalan bölgenin durumu ABD tarafından netleştirilmiş değildir. Kuzey Irak Kürt Bölgesi, Türkmenler ve Şii grupların İran ile olan bağlantısı, Suriye ve Lübnan’ın ülke içerisindeki etkileri, Pakistan’ın El- Kaide ve diğer gruplarla olan ilişkisi Irak’ta oluşturulabilecek bir birliğe izin vermeyecektir. Çatışmaların nedenlerinin çok seneler öncesine dayandığı bu ülkede asıl çözüm konusunda özellikle ABD’deki birçok düşünce kuruluşunun da ifade ettiği üzere, bölgede yer alan diğer ülkelerle yapılacak kapsamlı işbirliği modelleri ile Irak’ın bölge istikrarı ve dolayısı ile ABD’nin “ulusal çıkarları” için ortak bir projede şekillendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.

2007 yılında bir konferans için Türkiye’ye gelen Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’da Irak’tan asker çekilmesi konusuna karşı çıkarak bölgeyi şu şekilde tarif etmişti. Irak’tan asker çekilmesi sonucunda varolan krizin daha da derinleşeceğini ve krizin etkisinin çok daha geniş bir alana Fas’tan Endonezya’ya kadar yayılabileceğini söylemişti. Tabi burda Türkiye’nin de bölge için önemli bir aktör olduğunu vurgulamıştı. Kendi ifadeleriyle; “NATO’nun oluşumundan sonra, üye ülkelerden en güvenilir ortaklarının Türkiye olduğunu kaydeden Kissenger, ”Pek güvenebileceğimiz ülke yoktu. Türkiye, Kore’de yanımızdaydı. Ve ben Türk birliklerinin katkısını hiçbir zaman unutmadım. Bu yüzden Türkiye’ye sempati geliştirdim. Ve Türkiye’ye baskı olduğu dönemlerde bu baskılara katılmaya hiç taraftar olmadım” demişti. Tabi, Kissinger’ın Türkiye ile ilgili düşüncelerinde bir değişme var mı yok mu bunu merak etmekle birlikte; Türkiye’yi de unutmadan yazımızın asıl noktasına ve 2011 yılından sonra; Türkiye’nin bölgede nasıl bir strateji izleyeceği ve rolünün ne olacağı yönündeki tespitimiz olacaktır.

Yazının başında da değindiğim gibi kendi iç meselelerimizle hesaplaşmadan ve bu kafa karışıklıklarımızdan kurtulmadan olaylara ve durumlara “evet”- “hayır” gibi kısa ve net cevaplar verdiğimiz ama “çekimser” kalamadığımız bugünlerde, bölgemizi ilgilendiren bu çok önemli yeni dönemle ilgili kendimize biçtiğimiz role bakmadan önce bu meselede Türkiye’nin oynayacağı rolün önemini tartabilmek için dışarda hakkımızda konuşulanların değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Ki bu değerlerdirmeler yapıldığı yer ve kişiler bakımından Türkiye’nin hassasiyetle incelemesi ve analiz etmesi gereken değerlendirmelerdir.

Bakalım, bölgede herzaman yumuşak gücünden ve arabuluculuğundan- tarafsızlığından dem vuran ülkemiz dış politika da ard arda aldığı kararlarla bölge ile alakadar olanlar tarafından nasıl bir pozisyonda değerlendirilmektedir?

28 Temmuz 2010 Çarşamba günü ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde  son dönem Türk-Amerikan İlişkilerinin değerlendirilmesi üzerine geniş bir katılımcı kitlesinin yer aldığı bir komite toplantısı yapılmıştır. Gazetelerimizde ve basında çok fazla yer bulmayan bu toplantıda dile getirilenlerin Ortadoğu ve Dünya’daki vizyonumuzun yeniden gözden geçirilmesi anlamında önemli veriler olduğunun kanaatindeyim.

Temscilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Howard L. Berman’ın açılış konuşmasını yaptığı toplantıda; Berman’ın sözleri son dönem Türk- Amerikan İlişkilerini ve Türkiye’nin dış politika vizyonunu özetliyordu. En azından Amerika’dan görünün kısmı için yerleşen öngörüleri içeriyordu. Berman’ın Türkiye’ye yönelik geliştirdiği eleştirileri şu şekilde maddeleyebiliriz.

1)            Türkiye- İsrail İlişkileri konusunda; Türkiye bir terör örgütü olan Hamas ile yakınlaşmakta ve İsrail’in bu konudaki tavrını görmezden gelmektedir.

2)            Türkiye Filistin içerisinde El- Fetih yönetimine uzak fakat Hamas ile yakın temas içerisindedir.

3)            ABD Hamas’ı terör örgütü olarak görürken, Başbakan Erdoğan Hamas’ı bir direniş örgütü olarak algılıyor ve söylüyor.

4)            Türkiye artık 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilere yaptığı soykırımı kabul etmelidir.

5)            Türkiye; Türk vatandaşlarının Kuzey Kıbrıs’a illegal olarak yerleştirilmesini engellemelidir.

6)            Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırımlar konusunda “hayır” oyu kullanması batı dünyasında tepkiyle karşılanmıştır.

7)            Mavi Marmara olayında; Türkiye Hamas’ı destekleyen İHH örgütüne olayla ilgili destek vermiştir.

Berman’ın toplantı sürecinde Türkiye’deki dini azınlıklara ve iç politikaya yönelik de bazı eleştirileri olmuştur. Berman’dan sonra söz alan diğer katılımcılar da genel itibariyle; AKP’nin son dönem politikaları, ordunun durumu ve askeri soruşturmalar, Türkiye’de anayasa tartışmaları gibi pek çok konuda fikir beyan etmişlerdir. ABD Temsilciler Meclisi’nde Berman’ın yaptığı bu eleştirileri haklı veya haksız olarak değerlendirmek elbette mümkündür. Ayrıca; Berman’ın California’nın 18. eyaletini temsil etmesi de İsrail ve Ermeni meselesi hususunda ne kadar objektif olabileceğini arka planda bizlere göstermektedir.

Bu toplantıda önemli olan ve benim de vurgulamak istediğim nokta; katılırız veya katılmayız Türkiye ile ilgili dışarıda ve içeride değişen algı bizim için çok önemlidir ki kendimize biçtiğimiz “bölgesel güç” modeli tek başına olmak istediğimiz an olabileceğimiz bir tanım değildir. Bölgede bir “güç” olarak kabul edilmek ve Türkiye’nin bölgede uluslararası anlamda etkili olabilmesini gerektirecek bazı koşulların ve algılamaların netleşmesi gerekmektedir.

Türkiye; son yıllarda bölgesinde aktif bir dış politika izlemektedir. Çok yakın bir zamanda düşman olarak görülen ülkelerle yeni dış politika anlayışı çerçevesinde ikili ve çoklu ilişkilerin geliştirilmesi önem kazanmıştır. Uluslararası kamuoyunda yer alan anlaşmazlıkların çözülmesinde arabuluculuk faaliyetleri ile taraflar arasında uzlaşma sağlanması yolunda adımlar atılmaktadır. Dünyanın konuştuğu bir dil, evrensel ve uluslararası hukukun kabul ettiği değerler ilgili beyanlarda vurgulanmaktadır. Bu genel çerçeve şu anki Türk dış politikasının dayandığı temellerdir. Şimdi bu temelleri yukarıdaki eleştirilerle birleştirip ortaya çıkan haritayı Türkiye’nin bundan sonraki vizyonu konusunda ortaya atılan durumlarla değerlendirebiliriz.

Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’tan Çekilmesi ile birlikte ve bu süreçte Türkiye bölgedeki çıkarları ve dış politikasını dayandırdığı maddeler ışığında hangi politikaları izleyecektir? Türkiye bir yandan bölgedeki devletlerle ikili ilişkilerini geliştirmek isteyip, bölgeyi ve dünyayı ilgilendiren menfi gelişmelerin çözümünde aktif rol üstlenmek istemektedir. Türkiye’nin bölgede aktif rol oynaması ve adını uluslararası kamuoyunda barıştan yana koruması elbette çok önemlidir ve büyük devlet olabilmek için gereklidir. Fakat; bir yandan böyle ideallerle yola çıkıp diğer yandan Ortadoğu’da sorunların tam da odağında olmak ve sorunların tarafı olmak Türk dış politikasının belki teorik kısmının güçlü olduğunu ancak pratik uygulanan stratejik hataların varlığını gözler önüne sermektedir.

2011 sonunda gerçekleşecek büyük çekilmenin ardından Türkiye’nin bölgedeki konumuna bakışı 2 boyutta ele almak gerekir. İlk boyut Türkiye’nin yukarıda da getirilen eleştirilerin haklı kısımları dahilinde gündemini ve politikalarını değiştirmemesidir. Türkiye eğer ki ABD’nin Irak’tan çekilme sürecini ve sonrasını başarılı bir şekilde yürütmek istiyorsa; kendinin güçlü ve zayıf yönlerini bilmesinde fayda vardır. Daha doğrusu dış politikada attığı adımların geri dönüşünü iyi hesaplamalıdır. Berman’ın ve diğer önemli katılımcıların hemen hemen üzerinde mutabakata vardığı eleştirilerden yola çıkarsak, eğer; HAMAS’ı terör örgütü olarak görmüyorsa; PKK konusunda önüne gelebilecek kartlar konusunda dikkatli olmalıdır. Ayrıca; Türkiye’nin Filistin içerisinde de bir arabulucu olma adımlarını görmekteyiz. EL- FETİH ve HAMAS arasında yapılan görüşmelerde Türkiye’nin yer alması fakat; taraflar tarafından arabalucu olarak görülmemesi de dikkate değer bir ayrıntıdır.Ermeni meselesinde Türkiye’nin uluslararası kamuoyunda daha etkin bir şekilde lobi faaliyeti yürütmesi ve kamu diplomasisinden yararlanması gerekmektedir. Kıbrıs konusu son yıllarda Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde gündeme gelmektedir. Onun dışında konuyla ilgili yeni başlayan görüşmelerde Türkiye’nin Yunanistan ve İngiltere kadar etkin olması gerekmektedir. İran ile imzalanan Takas Anlaşması ve sonrasında BM Güvenlik Konseyi’nde “çekimser” kalmak yerine “hayır” oyu verilen karar ile ilgili ve hemen ardından tekrardan gerilen İsrail- Türkiye İlişkileri konusundaki algıların evrensel değerlere vurgu yapılarak iyileştirilmesi gereklidir. Ki bu ne kadar mümkün orasını öngöremyoruz. Mavi Marmara hadisesinde gösterilen devlet zaafiyeti üzerine düşünülmelidir ve olay  sadece yardım taşıyan bir gemiye yapılan saldırı olarak değerlendirilmemelidir. Büyük devlet olmak için gereken öngörü ve hesaplanabilirlik kavramlarının altı doldurulmalıdır.

Gelelim olayın ikinci boyutuna; önümüzde ilk boyutun çizdiği bir resim ve bir Türkiye durmaktadır. Bu resmi akılda tutmakla birlikte; tüm bu olaylardan sonra Türkiye’nin nasıl ve hangi kriterlerle bölgede veya bölgelerde “stratejik derinlik” sağlayacağı soru işareti olarak ortaya çıkmaktadır. Konumuz ve değindiğimiz son gelişmeler nedeniyle ABD’nin Irak’tan çekilme olayı üstüne Türkiye’nin tüm bu parametreler çerçevesinde bölgede nasıl bir pozisyonda yer alacağı tartışılmakta dır. Türkiye bölgede terör konusunda ABD ile işbirliği içindedir. Batılı anlamda bir demokrasiye sahip bölgedeki tek ülkedir. Uluslararası hukukun değerlerini benimseyen ve Avrupa Birliği yolunda Türkiye’nin bölgesinde elde edeceği gücün AB üyeliği konusunda önemli bir koz olduğu bilinmektedir. Yine Türkiye;  Nükleer konusunda bölgesinde hassas olan ve barıştan yana olan bir tutum içerisinde olmakla birlikte; İsrail’in sahip olduğu nükleer gücü sorgulamakta fakat; İran konusunda da Batı’nın politikalarını sorgulamaktadır.

Tüm bu gelişmelerden ortaya çıkan sonuç ise Türkiye’nin dış politikasındaki olumlu değişmeler ile birlikte; bu değişimlerin iyi yönetilememesi ve ulusal çıkarlara hizmet etmediği gözlemlenmektedir. Türkiye; ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile birlikte ortaya çıkacak manzaraya kayıtsız kalmamalıdır. Daha doğrusu Türkiye; Irak’taki hiçbir gelişmeye ilgisiz kalmamalıdır. Bu Türkiye’nin hem iç politik atmosferi hem de bölgedeki konumu açısından çok önemli bir gelişmedir. Irak’ta yaşanacak olumlu veya olumsuz gelişmeler hem Türkiye için hem de bölgenin istikrarı için hayati bir önem taşımaktadır. Konuyu burada özetlemek gerekirse; ilk aşamada ABD’nin Irak’tan çekilme süreci ve bu aşamada Türkiye’ye batı tarafından biçilen rol ve roldeki değişiklikler ve Türk Dış Politikası’nın son güncel gelişmeler çerçevesinde nasıl bir vizyon izlediğinin ana hatları ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin yapmış olduğu geniş çaplı toplantıda ele alınmıştır. Bizim için önemli olan özellikle batıda telaffuz edilmeye başlanan çekinceleri ve eleştirileri dikkate almakla birlikte; teoride geliştirdiğimiz politik kararları pratikte bölgemizin ve dünyanın yeni düzenine uygun olacak bir şekilde hazırlamaktır. Bölgesinde güçlü bir devlet olarak yer almak isteyen Türkiye’nin Ortadoğu’da sürekli değişen dengelerin ve güç oyunlarının hedefi olmaması için diplomasinin ve uluslararası normların tüm araçlarını kullanarak akıllı stratejilerle yazılmaya çalışılan hikayen.in önemli karakterlerinden biri olduğunu hem kendine hem de dış dünyaya göstermesi gerekmektedir.

Dış politikada alınacak karar hükümetin duruşu değil ülkenin duruşudur. Dolayısı ile çok boyutlu düşünülmesi gereken konular üzerinde oy kaygısı ve iç politikanın etkisi ile oluşmuş duygulara yer vermeden, tutarlılığın da yetmeyip çıkar odaklı aktif bir dış politika konusunda tüm karar vericilerin hem fikir olması gereklidir. ABD’nin Irak’tan çekilme sürecinde ve sonrasında ülkemizin hangi kurumlarının Irak’ta hangi gruplarla diplomatik ve gayrı resmi toplantılar yapacağı, Irak’ın bütünlüğü ve birliği için neler yapılabileceği ve Irak’ın içinde diğer bölge ülkelerinin ne kadar etkili olduğu gibi soruların cevaplandırılması gereklidir. Türkiye’nin sahip olduğu potansiyel güç, yerel değişkenler ve uluslararası normların çerçevelendirdiği bir dış politika anlayışının önemi anlaşılmalıdır. Bölgemizde aktif olarak yer aldığımız meselelerde uluslararası kamuoyunun dikkatini konuya çekerken kullandığımız argümanlar kimliğe dayalı nedenlere değil evrensel ve hukuka dayalı nedenlere dayanmalıdır.

Unutmayalım ki dış politikamızda yer alan ve hala bir sonuca varamadığımız meselelerin ana eksenlerinin uluslararası kamuoyu tarafından bilinmemesi ve anlaşılamaması bu meselelerin çözümsüz hale gelmesine neden olmuştur. Uluslararası kamuoyunda güçlü argümanlara sahip olan Türkiye; ne dış politikası hakkında yapılacak eksen kayması tartışmalarına ne de Irak’ın şekillenmesi konusunda yaşayabileceği zorlukların okyanus ötesinden konuşulmasına izin verecektir.

Selma BARDAKCI
Bahçeşehir Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler

Ayrıntılar için Bkz: ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi 28 Temmuz 2010 tarihli komite toplantısı raporu: “Turkey’s New Foreign Policy Direction: Implications for U.S.-Turkish Relations”

http://www.tuicakademi.org/abdnin-iraktan-cekilme-karari-ve-turkiye-uzerine-yapilan-tartismalar/

***

27 Aralık 2018 Perşembe

Genelkurmay'ı Üçe ayırmışlar!

Genelkurmay'ı Üçe ayırmışlar!


ABD Dışişleri yetkilileri TSK'yı analiz ediyor. 
Wikileaks belgelerinden...
28 Mart 2011 Pazartesi, 15:18:26 
Güncelleme: 15:18:26


Yeni ortaya çıkan Wikileaks belgelerinde, ABD Dışişleri'nin ve ABD'nin Ankara Büyükelçiliği yetkililerinin Türk ordusuna ilişkin ilginç değerlendirmeleri yer alıyor.

Bugün Taraf Gazetesi'nin yayınladığı 'Wikileaks Türkiye Belgeleri'nde, ABD'nin 2003 yılına ait kriptosunda Türk Genelkurmayı'nın kendi içinde üçe bölündüğü iddia ediliyor.

"TÜRK GENELKURMAYI: DİK KAFALI VE KASVETLİ BİR SİYASİ KOALİSYON"

18 Nisan 2OO3'te, ABD'nin Ankara Büyükelçisi W. Robert Pearson'ın Washington'a gönderdiği "GİZLİ" ibareli telgraf bu başlığı taşıyor. Zamanlamasına ve içeriğine bakınca, Pearson'ın bu telgrafı, 1 Mart 2OO3'te TBMM'nin lrak tezkeresini reddetmesi ışığında, Türk Genelkurmayı'nın bu süreçte nasıl bir rol oynadığının ve daha genel olarak, Genelkurmay'ın ve ordunun bünyesindeki çeşitli kesimlerin ABD'ye nasıl baktığının anlaşılmasına yardımcı olmak üzere yazdığı düşünülebilir.

İşte o telgrafın tam metni:

Hiç bu kadar bölünmemişti

(1) ÖZET: Referans A-E belgelerlnde kaydedildiği üzere (Bu belgeler telgraf metninde yer almıyor), iç ve dış politika konularında birçok üst rütbeli askerî lider arasında gerilimler mevcutken, Türk Genelkurmayı, siyasi hayata ve siyaset üretimine günbegün derinlemesine karışmayı sürdürüyor. (Generaller arasındaki) bu bölünmeler, bugün, geçmişte herhangi bir dönemde olduğundan daha görünür bir halde ve irtibatta olduğumuz kişilere göre, ABD için önem taşıyan operasyonel siyasi ve diplomatik konulardaki işbirliğinde ilave sürtüşme ve gecikmeler yaratacak.

ÖZETİN SONU.

"İrtibatta olduklarımız XXX..."

Geniş bir siyasi yelpazeden, uzun süredir irtibatta olduğumuz çok sayıda kişi, Türk Genelkurmayı'ndaki karar alma sürecini etkileyen çekişmeler ve istikrarsızlık ile bu bölünmelerin, Türkiye'nin ABD'yle işbirliği yapma iradesine yaptığı zararlı etkiye ilişkin endişelerini yakın bir geçmişte bizimle paylaştılar. İrtibatta olduklarımız (kimliklerini kesinlikle koruyun), şu kişileri kapsamaktadır ama bunlardan ibaret değildir: (1) Eski MGK personeli ve daha önce askeri istihbarattaki kariyeri esnasında, Türk Genelkurmayı'nın şimdiki üst rütbeli generalleriyle önemli ölçüde zaman geçiren XXX; (2) XXX'in Başkan Yardımcısı XXX; (3) XXX'in (İslamî yönelimli ama müesses nizamla bağlantılı) XXX grubunun yöneticileri; (4-7) XXX muhabiri XXX, XXX yazarı XXX, XXX yazarı XXX ve Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Gül dahil üst düzey Türk hükümeti yetkilerine mükemmel erişimi olan XXX; (8) büyük bir medya grubunun sahibi ve CEO'su; (9) Önde gelen bir 'müesses nizam'cı STK olan XXX'in yöneticisi XXX ve (10) Parlamenter Kürt ve İslamcı çevrelere mükemmel erişimi olan eski bir parlamento üyesi. Bu şahıslar, istikrarlı şekilde, hizipçikle parçalanmış ve ABD'ye karşı  daha önce görülmedik derecelerde abartılı bir şüphe hissi besleyen bir Türk Genelkurmayı tarif ediyorlar. 

KORPORATİST KÜLTÜR

(2) İrtibatta olduğumuz şahıslar bize, kişisel çekişmelere karşın, Türk Genelkurmayı'nı birbirine bağlayan belli kurumsal içgüdülerin de kuşkusuz mevcut olduğunu hatırlatıyorlar. Bu içgüdüler şunları kapsıyor:
(1) Kemalizme olan sarsılmaz bir bağlılık (Atatürk'e tapınma ve ordunun, Devlet'in sivil denetimden muaf, yüce ve korkutucu muhafızı olma görevine duyulan inanç); (2) Alt rütbelerde bireysel inisiyatifi hoş görmeyen katı bir şirket (corporate) kültürü; (3) "Laikliğe" katı bir bağlılık ve Türkiye'nin İslam'la kültürel olarak özdeşleştirilmesinin ötesine geçen her şeyden duyulan korku; (4) Sahip olduğu bol teşvikler, bütçe dışı fonlar, yüklü emeklilik fonları, maaşlı rahat işler (burada "arpalık" diye de tercümesi mümkün olan "sinecure" kelimesi kullanılıyor) ve diğer imtiyazlar konusunda kuvvetle korumacı olan içe dönük bir kültür (XXX bize somut örnekler verdi); (5) Kürtlerden duyulan derin şüphe; (6) Kıbrıs'ta her türlü pratik çözüme karşı direniş; (7) Askeriyedeki yolsuzluk kanseri ve Türk Genelkurmayı'nın kendini temizlemek konusundaki ortak gönülsüzlüğü:

—(Askerî) alım skandalları (irtibatta olduğumuz birçok kişi İsrail'e verilen M-60 tankları ve F-4 savaş uçağı modernizasyon ihalelerinde rüşvet döndüğüne ilişkin ısrarlı haberleri gündeme getiriyor; savunma alanında önde gelen bir Batılı müteahhitlik şirketinin Türkiye'de yaşayan yabancı uyruklu üst düzey temsilcisi de bize, Bell helikopterlerinin rakibi olan Kamov'un ve diğer Rus şirketlerinin Türkiye temsilcisi olan Rusya yanlısı meşhur işadamı Ali Şen tarafından, 2002 Ağustosu'nda, deniz kıyısındaki tatil beldesi Bodrum'da Türk subayları için verilen ve çok sayıda Rus tele-kızın katıldığı partinin ayrıntılarını anlattı)

—Kuzey Kıbns'taki Türk askerî mülkleriyle ilgili çıkar çatışmaları ve Türkiye'nin güneydoğusundaki uyuşturucu kaçakçılığı ile bağlantılar; XXX ayrıca, askerî istihbaratta çalıştığı dönemde, PKK'ya ilaç satmak üzere Türk ordusunun bünyesinde kotarılan bir anlaşmanın istemeyerek parçası olduğunu bize anlattı. 

(3) Türk Genelkurmayı, aynı zamanda fikren bir bütün olmadığının ima edilmesine şiddetle öfkeleniyor: Türk Genelkurmayı'nın yönetimindeki çekişmeleri konu alan bir Washington Post haberine tepki olarak, Genelkurmay Başkanı Özkök, 10 Nisan'da resmi bir kuruluş olan TRT'den yayınladığı açıklamayla, özellikle de "Irak'taki gelişmeler nedeniyle ülkenin çok ciddi bir dönemden geçtiği şu sırada" bu haberin yersiz olduğu eleştirisinde bulundu. İrtibatta olduğumuz şahıslar istisnasız bir şekilde, Özkök'ün bu açıklamasını, benzer değerlendirmelere karşı Türklere yapılmış genel bir uyarı olarak değerlendirdiler.

Ancak daha sonra, önde gelen üç gazeteci (Akif Beki, dış politika yazarı Murat Yetkin ve CNN-Türk dış politika muhabiri Barçın Yinanç), Büyükelçilik basın ataşesine ayrı ayrı, Post'un haberine hayran olduklarını belirttiler; her birinin fîkrince, hiçbir Türk gazetecisinin bu haberi yazmaya cesaret edemeyecek olması bu hayranlığı arttırıyordu. Askeriyenin gazetecilere gözdağı vermesi konusuna gelince, hem Jane's Defence Weekly'den Lale Sarıibrahimoğlu hem de Hürriyet'ten Cüneyt Ülsever kısa süre önce bize, askeriyeyi açıkça eleştirmelerinin bir sonucu olarak hayatlarından endişe duyduklarını söyledi.

KİM BU İRTİBATTA OLUNANLAR?

Yabancı ülkelerin büyükelçileri ile bu tarz görüşmeler normal mi, fikir alışverişi olarak mı değerlendirilmeli? - GAZETE HABERTÜRK / POLEMİK İÇİN TIKLAYIN

GENELKURMAY'DA ÜÇ ANA GRUP VAR

...Ve fakat kişisel çekişmeler.,

(4) Türk Genelkurmayı'nın kendi içinde görüş birliğine sahip olduğu yönündeki bu iddiasına karşın, bizim irtibatta olduğumuz kişilere göre, şu anda birbirine rakip üç ana grup var.

Birincisi, Türkiye'nin stratejik çıkarımı, ABD ve NATO ile sıkı bağlar sürdürmekte olduğunu, coşkulu biçimde olsa da olmasa da, kabul eden "Atlantikçiler." İkincisi ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkan, hiç kimseye güvenmemeyi (lrak topraklarında kurulacak bağımsız bir Kürt Devteti'ni destekleme niyetinden emin oldukları ABD de buna dahil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden katı "Milliyetçiler." Üçüncüsü de, "Avrasya" konseptinin, Rusya'nın hâkimiyetindeki tabiatını kavramaksızın, uzun zamandır ABD'ye bir alternatif arayan ve Rusya'yla ya da Rusya ile İran'ı veya Rusya ile Çin'i içine alan iyi tanımlanmamış bir gruplaşma île daha yakın ilişkiler kurmayı düşünen "Avrasyacılar."

Demokrasi diye tutturmazlar da

Buradaki motivasyon gücü, kısmen "Rapallo Sendromu," yani Türkiye ve Rusya'nın yalnız olduğu, saldırgan bir Batı'nın kötü muamelesinin ve saygı yoksunluğunun eşit mağdurları olduğu duygusudur. Buna ilaveten, XXX'in bize söylediği gibi, Rusya'ya daha canlı bir ilgi gösterilmesinin ardındaki diğer bir motivasyon da "Avrasya" tezinin savunuculanın, Türk Genelkurmayı ile Rusya'nın aynı "istikrar" tercihini paylaşmaları ve Türk Devletini demokratikleşmeyi sürdürmeye zorlamayacak olmalarıdır. Türk Genelkurmayı'nın kendi içindeki siyasi yarışta, "Avrasyacılar" ile "Milliyetçiler" geçici müttefiklerdir.

ATLANTİKÇİ HİLMİ ÖZKÖK HEPSİNDEN DAHA DEMOKRAT

(5) İrtibatta olduğumuz kaynaklar, esas aktörleri şöyle görüyorlar: Genelkurmay Başkanı General Hilmi Özkök, yakın geçmişteki seleflerinin hepsinden daha demokrat eğilimli ve daha Atlantikçi. Prensiplerine bağlı kalarak insanları rahatsız eden ilkeli bir adam olan Özkök, siyasi kararların sorumluluğunun demokratik yoldan seçilmiş bir hükümete ait olduğuna inanıyor. Ancak o, büyük ölçüde izole edilmiş durumda, kurmay kademelerde gerçek müttefikleri varsa bile, sayıları pek az. Özkök, daha inatçı ve katı tutumlu meslektaşlarıyla çatışmaktan uzak durmak adına, kendi görüşlerini söylemiyor; irtibatta olduğumuz kişilerden biri, Özkök'ün "Hamletvari" bir kararsızlıkla davrandığını söyledi. Özkök'ün başarısızlıkları, bunu örnekliyordu:

 (1) Türk Genelkurmayı'nın ABD'nin operasyon planları konusundaki geciktirme taktiklerinin üstesinden gelememişti; 
(2) Parlamentonun, 1 Mart'taki ABD ve Türk askerlerinin konuşlandırılmasına ilişkin tezkereyi (başarısızlığa uğrayan) oylaması öncesindeki kritik dönemde, Türk Genelkurmayı'ndaki meslektaşlarını, askeriyenin kendi planlaması ya da ABD'nin stratejisive planları konusunda hükümeti bilgilendirmeye zorlayamamıştı. Özkök, oylamadan önce, halka, Türkiye'nin ABD'yi desteklemesinden yana bir açıklama yapmak konusunda izin istedi ama Cumhurbaşkanı Sezer, ona bunu yapmamasını söyledi. Sadece basın, sonradan, hiç de tipik olmayan bir şekilde, onu eleştirmeye başladığında, Özkök, Türk Genelkurmayı'nın ABD'nin talebini desteklediğini açıkladı. Ancak nihai olarak, Özkök'ün ABD'nin Kuzey Opsiyonu'na verdiği bu destek beş gün geç ve altı milyar dolar eksik kalmıştı.

"KATI MİLLİYETÇİ MUHALEFETLE KARŞI KARŞIYA"

Özkök, katı-milliyetçi ve Avrasyacı cephelerden bir grup üst rütbeli karacı generalin muhalefetiyle karşı karşıya; bunlardan en dikkat çekenler:

(1) Genelkurmay ikinci Başkanı General Yaşar Büyükanıt, 
(2) Kara Kuvvetleri Komutanı General Aytaç Yalman, ki genellikle bu görevdekiler daha sonra Genelkurmay Başkanı oluyor ama Yalman'ın emekli edilmesi bekleniyor; 
(3) Birinci Ordu Komutanı General Çetin Doğan; 
(4) İkinci Ordu Komutanı General Fevzi Türkeri, ki XXX'e göre, uzun zamandır Amerikan-karşıtı, hakaretamiz haberler (mesela, ABD'nin PKK/KADEK'e malzeme desteği sağladığı yönündeki ithamlar) sızdırmak için milliyetçi sosyalist haftalık dergi Aydınlık'ı kullanıyor; 
(5) Kudretli MGK'nın Genel Sekreteri ve Türkiye'nin Rusya ve İran'la daha güçlü bağlar kurmasının avukatlığını açıkça yapan General Tuncer Kılınç; 
(6) Jandarma Genel Komutanı General Şener Eruygur -kaynaklarımız, Jandarma'nın Türk Genelkurmayı tarafından rutin biçimde araştırmacı ve "polislik" amaçlar için kullanıldığını söylüyorlar. Aynı zamanda, muhtemel Genelkurmay Başkanı olabileceği yönünde tüyo verilen J-3 (Genelkurmay Harekât Başkanı) Korgeneral Köksal Karabay'ın da bu grupla ilişkili olduğunu öğrendik. Özkök'ün en ateşli ve liberal destekçileri (J-5 -Genelkurmay Genel Plan ve Prensipler Başkanı Korgeneral Reşat Turgut bunların tipik bir örneği) ise, milliyetçilere ve Avrasyacılara kıyasla daha az mücadeleci olma eğilimindeler.

AKTULGA, KOMAN VE KIVRIKOĞLU

Katı muhafazakâr generaller, General Doğu Aktulga (dönemin İslamcılar liderliğindeki hükümetine karşı yapılan 1997 post-modern darbesine katılmıştı); General Teoman Koman (bir zamanlar Milli İstihbarat Teşkilatı'nın başındaydı) ve Özkök'ün selefi Hüseyin Kıvrıkoğlu dahil, nüfuz sahibi üst rütbeden emekli subaylarca da dışarıdan destekleniyorlar.

Bu katı muhafazakâr çizgi, aynı zamanda İstanbul'daki Harp Akademileri (Mart 2002'deki yıllık ulusal güvenlik konferansında, Kılınç'ın Rusya/İran yanlısı değerlendirmeler yaptığı ve Mart 2003'teki konferansta NDU - merkez kampusu Washington'daki bir askerî üste bulunan, ABD Genelkurmayı'na bağlı Ulusal Savunma Üniversitesi-Harp Okulu'nun Dekanı'nın sunumuna tepki gösteren Kıvrıkoğlu, Doğan ve diğer bir düzine üst rütbeli Türk subayının sıradışı sertlikte bir dizi ABD-karşıtı yorumda bulundukları yer), tarafından da titizlikle korunuyor.

TÜRK GENELKURMAYI VE ABD'NİN ÇIKARLARI

(6) Türk Genelkurmayı'nın, ABD'nin lrak stratejisine karşı uzatmalı muhalefeti, operasyonel konularda ayak sürümesi ve ABD'nin Irak'ta Türk karşıtı bir gündemi olduğuna dair devam eden suçlamaları, daha çok sayıda Türk'ün, Genelkurmay'ın ABD ile ilişkilere ne kadar bağlı olduğu konusunda daha çok soru sormasına yol açtı.

AKP ve Kürtler'in altını oymak için Dahası, kamuoyu, generalleri daha fazla mercek altına aldıkça, diğer kaynaklarımızın yaptığı çıkarsamayı, Türk Genelkurmayı'nda irtibatta olduğumuz kişiler de bize itiraf etmeye başladılar: Bu da, (askeriyenin) üst yönetimındeki "bazı" kişilerin, ABD ile stratejik ortaklığı devam ettirmekten çok, AK Parti'nin ve Kürtler'in altını oymakla ilgilendiğidir.

Mevcut siyasi ortam düşünüldüğünde, Türk Genelkurmayı içindeki sürtüşme, Türk Devleti'nin ABD'ye olan kızgınlığını ve önümüzdeki istikrarsız dönemde bizim için merkezi önem taşıyan meselelerde yardımı dokunacak kararlar alma konusundaki isteksizliğini pekiştirmeyi sürdürecektir. Dahası, askeriyenin en üst kademeleri ile emir-komuta zincirinin daha alt kademelerindeki ateşli unsurlar arasındaki gerginlikler, geçmişte defalarca olduğu gibi (en son 1997'de) liderlik açısından siyasi bir sorun oluşturabilir.

İleri görüşlü subaylar lazım,

HİLMİ Özkök'ün ABD ile yeniden sağlam bir işbirliği inşa etmek için, Türk Genelkurmayı'ndaki muhaliflerinin emekli olmasını bekleyerek fırsat kolladığı 
yönünde bazı ipuçlarına sahibiz. Ancak, Türkiye'de sıkça olan şey, dışarıdaki olaylar kendi hızlı tempolarında sürüp giderken, doğru zaman bekleyerek fırsat kollamanın kendi içinde bir amaca dönüşmesidir. Bu nedenle, irtibatta olduğumuz kişiler, Türk Devlet sistemi üzerindekı mevcut askerî hâkimiyette köklü değişiklikler olması kadar, ABD-Türk ilişkisinin yeniden dinamizm kazanmasının da, hem katı muhafazakârların istifasını hem de özellikle modern, ileri görüşlü yeni bir subay kadrosunun yetişmesini gerektireceğini tahmin ediyorlar.


***

Ulusalcıların Hedefi Orgeneral Hilmi Özkök’tü

Danıştay’a yönelik saldırının ardından ortaya çıkan bağlantılar dört-beş senedir gerek eylemleri gerekse söylemleri ile dikkat çeken grupları yeniden gündeme getirdi.

Ulusalcılık, Kızılelmacılar ve Kuva-yı Milliye gibi isimler altında buluşan oluşumların hedefi AK Parti, Genelkurmay Başkanı ve Avrupa Birliği’ydi. Yeterli halk desteğini bulamayan bu örgütler hükümet ile orduyu karşı karşıya getirmeyi amaçlıyordu. Emekli askerleri kullanarak strateji geliştirmeye çalışan bu gruplar Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’e yönelik sert eleştiriler yöneltiyor du. Özkök Paşa’yı aşırı demokrat bulan gruplar gün geldi ‘ordu göreve’ pankartı açtı, gün geldi ‘genç subaylar rahatsız’ manşetleri attı. Hatta bu gruplar içinde yer alan marjinaller daha da ileri gitti. Özkök Paşa’yı 27 Mayıs darbesi ile Yassıada’ya gönderilen Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun ile korkutmaya çalıştı.

Danıştay saldırısının faili ile arka planında yer alan isimlerin ev ve işyerlerinde yapılan aramalarda ulusalcı çizgide yayın yapan dergi ve kitaplar dikkatlerden kaçmadı. Bu yayın organları, ordu ile hükümetin arasını açmak için Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e ağır eleştiriler yöneltiyor. Alparslan Arslan ve Muzaffer Tekin’in evinde ciltler halinde bulunan Türk Solu dergisi kampanyaların önderlerindendi. Dergi 21 Kasım 2005 tarihli 95. sayısının kapağında Özkök Paşa’ya benzer bir figür kullanarak ‘Bröveyi değil Genelkurmay Başkanı’nı değiştirin’ başlığını atmıştı. Derginin söz konusu sayısında karikatürlerle alay ediliyor, Özkök’ün görev süresi dolmadan istifası isteniyor: “Genelkurmay Başkanı’nın görev süresinin başından bu yana Türk milleti içinde, özellikle Atatürkçüler içinde derin bir hayal kırıklığı yarattığı ortada.” İşçi Partisi’nden ayrılarak oluşturulan Türk Solu, ulusalcılar içinde darbe tahrikçiliği ile adını duyurdu. Bu grup üniversite rektörlerinin 26 Ekim 2003’te Ankara Tandoğan’da düzenlenen ‘Cumhuriyet’e Saygı’ yürüyüşüne ‘Ordu göreve’ yazılı dev pankartla çıktı. “Orduya karşı saygısızlık oluyor.” şeklinde anons yapıldı; ancak pankart, miting sonuna kadar yerinde kaldı. Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin şeref defterine yapıştırdığı yazıda başbakan, bakanlar ve AK Partili vekiller aleyhinde ağır ifadeler kullanan Mehmet Fethi Dördüncü’de Türk Solu’na maddi destek verdiği açıklamıştı. Türk Solu ekibinin kendisine örnek aldığı en önemli isim 12 Mart cuntasının fikir babası Doğan Avcıoğlu.

Ülkemizde Kızılelma Koalisyonu’nu gündeme taşıyan İşçi Partililerin yayın organı Teori Dergisi, Haziran 2005 tarihli sayısında Özkök Paşa’yı yakın plana almıştı. İP Genel Başkanı Doğu Perinçek, ‘Org. Özkök’ün yanlış stratejisi’ başlıklı yazısında Genelkurmay Başkanı’nın 20 Nisan 2005 günü İstanbul Harp Akademileri Komutanlığı’ndaki uzun konuşmasını eleştiriyordu. Ulusalcıların sol ayağına Cumhuriyet Gazetesi de destek verdi. Gazete 3 yıl önce ‘Genç subaylar rahatsız’ manşetiyle Silahlı Kuvvetler ile AK Parti hükümetini karşı karşıya getirmeye çalıştı. Özkök Paşa ise 27 Mayıs 2003 tarihinde 14 gazetenin temsilcisi ile yaptığı toplantıda “Bu tür haberleri yapanların vatan ve millet sevgisinden şüphe ediyorum. Dedikodu yaparak TSK’nın birlik ve beraberliğini bölmek isteyenler başarılı olamayacaktır.” ifadelerini kullandı.

Ulusalcıların önemli isimlerinden biri de Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi Genel Yayın Yönetmeni eski savcı Prof. Dr. Çetin Yetkin. Katıldığı bir sempozyumda belinde silahı ile gazetelere yansıyan Yetkin de Özkök Paşa’dan rahatsızlığını bir mektup yazarak dile getirdi. Aynı mektubu dergisinde de yayınladı. Bir Silahlı Kuvvetler subayının AK Parti iktidarı ile uyum içinde olmasını anlayamadığını söyleyen Yetkin, Özkök’ün sık sık siyasal iradeye bağlılığını dile getirmesinden de rahatsızlık duyduğunu yazdı. Ülkenin hızla uçuruma doğru sürüklendiğini dile getirerek, Özkök’ün tam bağımsızlıkçı, milliyetçi ve antiemperyalist görüşleri dile getirmesini istemişti. Bir profesörün böyle çıkış yapması gazeteci Ertuğrul Özkök’ü bile çileden çıkarmıştı: “İşte size Türk tartışma aleminden iki örnek. Daha doğrusu iki zihniyet. Ne hazin değil mi? Biri sivil ve üstelik adının başında profesör unvanı taşıyor. Öteki asker, adının başında ‘Orgeneral’ unvanı var. Biri üniversitede sivil insanlara eğitim veriyor. Öteki genç subay adaylarına tavsiyeler. Biri bir derginin köşesinden adresi pek belli olmayan, ama sivil olmadığı belli olan insanlara açık mektup yazıyor. Sivilin mektubu ne kadar karanlıksa, askerin konuşması o kadar aydınlık. Kim ne derse desin Türk Silahlı Kuvvetleri artık Avrupa Birliği’ne hazırdır. Ama bazı siviller için aynı şeyi ne yazık ki söyleyemeyeceğim.” 

http://www.zaman.com.tr/?bl=haberler&alt=&trh=20060524&hn=287790


***



Ermeni Meselesi

Ermeni Meselesi,


Hüseyin Adıgüzel,
09.05.2005

Sayı:81

Dünü ve bugünü birlikte değerlendirmek

Ermenilerin 1915 tehcir olayını, sözde soykırıma döndürme çabaları, durmadan artarak sürüyor. Kiliselerde hazırlanan uydurma tarih kitapları ve uydurma belgeler, dünyanın dört bir yanına Diaspora tarafından dağıtılıyor ve Türklerin, Ermeni halkına sözde soykırım uyguladıkları ispat edilmeye çalışılıyor. Aslında, Ermeni halkı bile böyle bir soykırımın olmadığını biliyor. Fakat, devleti yönetenler ve diaspora, kendi çıkarları doğrultusunda bu iddiayı sürdürmek zorunda olduklarından, karşı görüş bildirenlerı, şiddet ve terör uygulayarak susturuyorlar.

Ermeni devlet yöneticilerinin ve diasporanın doğru yapıp yapmadığı elbette tartışılır. Çünkü, Ermeni halkını tedirgin edip kendilerine çıkar sağlamaları, Ermenilere de yapılan bir kötülük olarak ortaya çıkıyor. Bugün Ermenistan’ın içinde bulunduğu içler acısı durum, sadece onların eseri.

Bu durumu sürdürmek zorunda oldukları bir gerçek... Yaşamak için bundan başka bir yollarının da olmadığı ayrı bir gerçek... Çünkü; Ermenistan denilen yapay devletin yaşaması, kendilerine göre, “Tehcir” olayının “Soykırıma” döndürülmesi şartına bağlı... Hiç olmazsa bu propagandanın sürdürülmesine bağlı. Soykırım propagandası, uluslararası arenada, Hıristiyan Ermeni devletinin, Müslümanlar tarafından zulme uğratıldığının göstergesi oluyor. Bu durum, Ermenistan’ın diğer Hıristiyan devletlerden külliyetli miktarda yardım almasını sağlıyor. Sadece ABD’de bir yılda toplanan para bir buçuk, iki milyar dolar civarındadır. Diğer Hıristiyan devletlerden toplananları da eklerseniz, Ermenistan’ın kolunu bile kıpırdatmadan, bir yıllık ihtiyacını karşıladığını görürsünüz.

Durum böyle olunca, Ermenistan’ın bu soykırım masalından vazgeçmesinin mümkün olmadığı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu noktayı gözden uzak tutmadan, yeni politikalar oluşturmak gereği, olmazsa olmaz bir şart olarak görünüyor.

Bir kere, yıllardır uygulamaya çalıştığımız pasif, savunmaya yönelik politikanın terk edilmesi gerekiyor. Ermeni; 70-80 yıldır zulme uğrayan, masum Hıristiyan halk, bis ise zalim, soykırım yapan bir halk durumundayız. Durmadan zalim olmadığımızı ispat etmeye çalışıyoruz. Bu durum ister istemez, bazı kesimlerde şüpheler yaratıyor. Ve bu yüzden de, haklılığımızı bir türlü anlatamıyoruz. Aslında yapmamız gereken şey, Ermeni’nin uyguladığı politikanın bir benzerini uygulamaktan ibarettir. Yani, Ermenistan’ı “Zalim, Terörist Bir Hıristiyan Devlet” olarak takdim etmektir. Bunu yapmak, zalim olmadığımızı ispat etmekten çok daha kolaydır. Çünkü; Ermenistan denilen bu yapay devletin tarihi, yerleştiği toprakların sakinleri olan Türklere yaptığı insanlık dışı soykırımlarla süslüdür. Tarih de çok yakındır. Hiç kimsenin bunları öğrenmesi için arşivlere falan girmesi gerekmez, her şey orta yerde duruyor. Ermenilerin 1988 yılından itibaren Azerbaycan Türklerine, Karabağ’da, Şuşa’da, Kelbecer’de, Hocalı’da, Ağdam’da yaptıklarını ortaya koymak, Ermenilerin gerçek yüzünün görünmesi açısından yeter de artar bile... Daha gerilere gitmeye gerek yok.

Ermeniler, Çarlık Rusya’sının ve Sovyet devletinin şımarık milletiydi. Çarlık döneminde başlayan Rus-Ermeni sevdası, her ne hikmetse, çarlığı devirerek Sovyet devleti kuran Bolşeviklerde de aynen devam etti. Halbuki, Bolşevikler “Halkların Dostluğu” sloğanı ile, çarlık dönemindeki düşmanlıkları güya ortadan kaldıracaktı. Ama beklenenin tam tersi oldu. Ermenilere milliyetçilik yapmak serbest bırakılırken Türklere kesinlikle yasaklandı.

Ermenilerin, Sovyetlerin ilk dönemlerdeki azgınlıklarına ve istediklerine ilk dikkati çeken, Sosyalist Azerbaycan’ın Cumhurbaşkanı Neriman Nerimanov oldu. Neriman Nerimanov, Lenin ve Merkezi Komite’ye yazdığı mektupta “ ... Merkezin bu Ermeni sevdasını anlamış değilim. Biz burada (Güney Kafkasya) canımız, kanımız pahasına Sovyet devletini kurmaya çalışırken onlar, Güney Kafkasya’daki Sovyet devletini yıkmak için “ Milli Komiteler” kuruyorlardı. Buna rağmen merkez hala onların görüş ve istekleri doğrultusunda hareket etmeye devam ediyor. Eğer Şaumyan’ın Güney Kafkasya hakkındaki planı uygulanırsa, burada ve doğu halkları arasında sükünet sağlamak imkansız hale gelir. Dişimiz ve tırnağımız ile kurduğumuz devleti, kendi ellerimizle yıkmış oluruz” diyor ve bu sevdanın kaynağını sorguluyor, başka halkların acıları üzerine bina edilen bu sevdanın artık bitmesi gerektiğini işaret ediyordu.

Bu sevda bütün uyarılara rağmen bitmedi. Hatta artarak devam etti. Sovyetlerin çatırdamaya başladığı ilk yıllarda, 1988 yılından itibaren Rusya destekli, kilisenin koruması altındaki Ermeni silahlı çeteleri Karabağ’a saldırıya başladılar. Silahsız, korumasız, masum insanlar öldürülüyor, yerlerinden yurtlarından çıkarılıyor, zorla Azerbaycan içlerine göç ettiriliyordu. Toprağını, evini, yurdunu terk etmek istemeyenler acımasızca öldürülüyordu. Birkaç sene içinde Karabağ’da tek bir Türk bırakmadılar.

Sovyetlerin yıkılması ile (1991) birlikte, Ermeni silahlı çeteleri Karabağ ile, Ermenistan arasında kalan bölgeye karşı saldırıya geçtiler. Amaıçları; Karabağ ile Ermenistan’ı birleştirmekti. Silahı ve ordusu olmayan Azerbaycan, bu alçakça saldırılara karşı koyamadı. Koridor Ermeniler tarafından tamamen işgal edildi.

26. Şubat.1992 günü, Azerbaycan’ın tarihi şehirlerinden biri olan Hocalı’ya saldıran Ermeniler, genç, ihtiyar, kadın, çocuk demeden on binden fazla Azerbaycan Türk’ünü katlettiler. Tam bir soykırım uyguladılar. Hocalı’dan kurtulan olmadı demek kesinlikle abartı değildir.

Henüz Hocalı’nın acıları dinmeden, 8. Mayıs, 1992 günü Ermeniler Şuşa’ya, Azerbaycan’ın yüzlerce yıllık tarihi, ana toprağına saldırdılar. Kartal yuvasını, biraz da ihanetlerin yardımı ile düşürdüler. Yüksek dağlardan inerek kaçmaya çalışanlar da dahil olmak üzere, buradan hiç kimse sağ çıkamadı. Yedi binden fazla Azerbaycan Türk’ü insanlık dışı vahşi metotlarla yok edildi. Şuşa’da da tek bir Türk bırakılmadı.

Son dönem dünya tarihinin en büyük vahşeti ve soykırımı Kelbecer’de yapıldı. Kelbecer, tarih boyunca Türklerin yaşadığı ve Türklerin idaresi altında olmuş bir şehirdi. Fakat, Ermeniler için bunlar bir şey ifade etmiyordu.Onların tek isteği Ermenistan ile Karabağ’ı birleştirmekti. Buna engel olabilecek her engeli acımadan ortadan kaldırmaya kararlıydılar. Onlar için, insanlığın, uluslar arası hukukun, uluslar arası anlaşmaların hiçbir önemi yoktu.

1993 yılı Mart ayının sonlarında Kelbecer’e saldırıyı başlattılar. Yine ihanetler ve yine ordusuzluğun yarattığı avantaj ile, 2 Nisan 1993 günü Kelbecer’e girdiler. 25 bin nüfuslu şehirde tam bir facia yaşandı. Ev, ev arama yapılarak herkes dışarıya çıkarıldı. Kaçmaya çalışanlar, karlı ormana doğru gittiler. Büyük çoğunluğu karlı orman içerisinde donarak öldüler. Yakalananlar, Hitler faşizmine rağmet okutan işkencelere tabi tutuldular. Tırnakları sökülen, gözleri çıkarılan, bacaklarından asılarak ateşte kızartılanların yanında, süngülere takılan bebekler, yürüyemedikleri için kurşuna dizilen yaralılar ve evlerinden çıkamadıkları için evleri ile birlikte ateşe verilen yaşlılar ve hastalar... Bütün bunlar Ermeni kilisesinin insanlığı adına işlenen cinayetlerdi. Kelbecer’e inen Ermeni helikopterlerinin içine doldurularak Erivan’a götürülen kadın ve genç kızları bir daha gören olmadı. Bütün bunlar, Ermeni’nin “Soykırıma uğradım” çığlıkları altında işlediği cinayetlerin sadece bir bölümü...

Ermeni teröründen kaçarak hasbel kader Bakü’ye gelebilen milyonlarca insan hala çadırlarda yaşıyor. Evine, eşiğine, toprağına döneceği günü büyük bir sabırla bekleyen bu insanların talihini karartan Ermeni, bugün hala masum pozlarda merhamet dileniyor.

Daha gerilere gitmek, elbette tarihçilerin işi, ama bugünü tarihçilere bırakmak kadar büyük bir hata olamaz. Çünkü; bugün politikacıların işi, bugün yapılmış soy kırımları dünya milletlerinin gözünün içine sokma işi tamamen politikacıların işidir. Azerbaycan arşivleri binlerce soy kırım belgesi ile dolu... Hala çadırlarda yaşayan canlı tanıklar Bakü’de... İşkence görenler hala yaşıyor. Bu kadar tanığı bulunan bu olaylar neden gündeme getirilmez? Neden Türkiye ve Azerbaycan devlet adamları, ortak çalışmalarla ortak adımlar atmazlar? Neden, neden, neden? Bir sürü neden orta yerde dururken, hala tarihçilerden medet ummaya çalışmanın, aynen Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun başına gelenler gibi, yeni meseleler getireceği kesin gibi bir şey. Çünkü, karşındaki düşman mert değil, onun tarih ile, tarihçilerle bir ilgisi yok, onun derdi sadece politik... Artık bunu anlamak zorundayız. Düşmana da anlayacağı dille cevap vermeliyiz.

Osmanlı topraklarında yaşayan bir buçuk milyon Ermeni’yi soykırıma tabi tuttuğumuz yalanı beyinlere nasıl işleniyor? İngiliz, Osmanlı, Rus arşivleri o tarihlerde Osmanlı topraklarında bir milyon kadar Ermeni’nin yaşadığını açık olarak göstermelerine rağmen, dünya bir buçuk milyon Ermeni’nin katledildiğine nasıl inanıyor? İşte bunu anlamak ve araştırmak zorundayız. Görünen o ki, dünya, belgelere değil, yalanlara ve propagandaya bakıyor. Öyle ise, tüm doğruları Ermeniler kadar propaganda ederek kendimiz başarabiliriz. Yeter ki, yapacağımıza inanalım. Mesele burada.

1907 yılında Erivan nüfusunun yüzde yetmiş biri Türklerden oluşuyordu. Bugün Ermenistan denilen topraklar üzerinde, o tarihte, beş yüz yetmiş altı bin Azeri Türk’ü yaşıyordu. Gidin bugün bütün Ermenistan’ı dolaşın, bakalım ilaç için bir tane Türk bulabilecek misiniz? Dünyanın etnik açıdan, en homojen devleti biziz, diye övünen Ermeniler’in o kadar Türk’ü ne yaptıklarını sormak hakkımız değil mi? Aslında bu rakamlar Ermenilerin, dünyanın en büyük etnik temizliğini gerçekleştiren millet olduğunu göstermiyor mu?

Soykırımı yapan biziz güya, ama hala Türkiye’de yüz binlerce Ermeni yaşıyor. Onlar soy kırım yapmadılar güya, peki nerede orada yaşayan Türkler? Buhar olup uçtular mı? Ya da Ermeni terörizminin darbeleri altında yok mu edildiler? Eğer araştırılacak bir şey varsa, bu araştırılmalıdır? 1991 yılında Şuşa, Hocalı, Kelbecer, Fuzuli, Ağdam gibi Azerbaycan şehirlerinde kaç Türk yaşıyordu? Bugün kaç Türk yaşıyor? İşte esas araştırılması gerekenler bunlar. Ama, nerede bunları dünya kamuoyunun dikkatine sunacak yiğitler? Bunları tarihçiler değil, sivil toplum kuruluşları, siyasi kuruluşlar araştırmalı ve dünya kamuoyunun dikkatine sunmalıdır.

Ermenilerin, Kürtlerin Türkler tarafından ne kadarının yok edildiğini araştıran sivil toplum kuruluşları, kendilerine aydın diyen kara cahiller, bunlara dönüp bakmayı bile zillet kabul ederler. Çünkü, Ermeni ve Kürt insan sınıfına dahilken Türkler barbarlardır. Onların ölmesi bir şey ifade etmez. Bu sivil toplum kuruluşları, aydınlar bizim ülkemizde bize düşmanlık yapıyorlar. Onlara kimse bir şey demiyor, ama, benim insanım eline bayrağını alıp sokağa çıktı mı kıyamet kopuyor. Yani, artık kendimizi savunma hakkımızın bile kalmadığını söylemek istiyorum. Bırakın Ermeniyi, Avrupalıyı, bizden olduğunu söyleyenler(!) buna engel oluyorlar. Peki, bu milletin hakkını kim savunacak? Elbette milletin kendisi. Kurtuluş Savaşı günlerinde gibiyiz. Ne diyordu o günlerde Mustafa Kemal Atatürk “ Milleti, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”

İşte şimdi de o günleri, hatta daha kötüsünü yaşıyoruz. Bu yüzden bütün yazılarımızda millete müracaat ediyoruz. Her şeyi milletin azim ve kararının kurtaracağına gönülden inandığımız için, milletimize güvendiğimiz için, milletimize müracaat ediyoruz.

Tutunacak başka dalın kalmadığını sizlerin de bilmesini istediğimiz için...

 http://www.turksolu.com.tr/81/huseyin81.htm

***