2 Mart 2017 Perşembe

TÜRKİYE İÇİN YENİ BİR SEÇİM SİSTEMİ ÖNERİSİ, BÖLÜM 1


TÜRKİYE İÇİN YENİ BİR SEÇİM SİSTEMİ ÖNERİSİ, BÖLÜM 1


“ İKİ TURLU, İKİ LİSTELİ SEÇİM SİSTEMİ ” 


Hazırlayan 
Kübra TOKSARI (Hukukçu) 




1982 Anayasası'nın defalarca değişikliğe uğramasına rağmen iskeletinin değiştirilememesi nedeniyle Türkiye'nin yeni bir anayasaya gereksinimi olduğu konusunda kamuoyunda genel bir konsensüs bulunmaktadır. Nitekim anayasalara ruhunu verenin hükûmet sistemleri olduğu hususu göz önüne alındığında Türkiye'nin tercih edeceği hükûmet sisteminin kuvvetler ayılığına 
dayalı olması, daha açık bir ifade ile yasama, yürütme veya yargı erklerinin tek bir elde toplanmaması gerektiği konusunda da toplumda tam bir mutabakat vardır. Bununla birlikte tüm fırtına yeni anayasanın tercih edeceği hükûmet sisteminde kuvvetler aynılığının sertlik derecesinin ne kadar olacağı noktasında kopmaktadır. 

Daha açık bir ifade ile yeni anayasada kuvvetlerin yumuşak ayrılığına dayalı parlamenter sistemin mi yoksa kuvvetlerin sert ayrılığına dayalı başkanlık sisteminin mi veyahut parlamenter sistem ve başkanlık sisteminin bazı özelliklerini taşısa da aslında pek de özgün bir model olmayan yarı başkanlık sisteminin mi tercih edileceği meselesidir. 

Tüm tartışma hangi hükûmet sisteminin tercih edilmesi gerektiği etrafında dönse de asıl önemli olan ve ne yazık ki gözden kaçırılan husus hangi seçim sisteminin tercih edilmesi gerektiği konusudur. Çünkü hükûmet sistemlerinin başarılı olmasında anahtar rolü şüphesiz ki seçim sistemleri oynamaktadır. 

Örneğin parlamenter sistemin en çok tenkit edilen yönü istikrarsız ve zayıf hükûmetlere izin vermesidir. Tek partili bir hükûmetin çıkmasını şansa bırakmayacak şekilde kaliteli bir seçim sistemi ile desteklenmediği sürece çok partili siyaset düzeninin egemen olduğu bir parlamenter sistemde ülkenin istikrarlı bir şekilde yoluna devam edip etmeyeceği seçim sonrasında oluşacak 
parlamento aritmetiğine göre değişmektedir. Çünkü parlamenter sistem, başkanlık sisteminin aksine parçalı bir hükûmete izin vermekte, daha doğrusu müsamaha göstermektedir. 

Nitekim seçimlerde herhangi bir parti tek başına iktidar oluşturacak kadar parlamento üyesi çıkaramamışsa bu durumda ülkenin koalisyon ya da azınlık hükûmeti ile yönetilmesi kaçınılmaz hale gelmektedir. Mesela 1982 Anayasa'nın kabulünden sonra nispi temsil seçim sistemine %10 gibi çok yüksek oranlı bir seçim barajı monte edilmiş olmasına rağmen Türkiye 1991-2002 yılları 
arasında kısa ömürlü (ortalama ömrü on üç ay olan), zayıf koalisyon ve azınlık hükûmetleri ile yönetilmekten kurtulamamıştır. 

Geçmiş tecrübeler gösteriyor ki koalisyon ve azınlık hükûmetleri istikrarsızlığın esas, istikrarın istisna haline geldiği hükûmet modellerine çok güzel örnek teşkil etmektedir. 

Koalisyon ve azınlık hükûmetlerinden bu kadar yaka silkinmesinin nedenlerini sıralayacak olursak; koalisyon ortaklarının aynı zamanda birbirlerine rakip partiler oluşu, seçim öncesinde birbirlerini sert şekilde tenkit etmeleri ortaklıklarını sağlıklı bir şekilde devam ettirmelerine engel teşkil eder. Basit, sıradan, buna karşın bir bütünlük arz etmeyen icraatlar dışında önemli büyük 
projelerin hayata geçirilebilmesi için koalisyon ortaklarının öncelikle birbirlerini ikna etmeleri gerekir. 

Bu durum ise hükûmetin karar alma sürecinin uzamasına, hantal bir görüntü sergilemesine neden olur. Benzer şekilde koalisyon hükûmetleri, çözme iradesi gösteremediği sorunları halının altına süpürme eğilimi gösterir. Güçlü liderlik sergileme olanağından yoksun olan başbakan ülkenin kronikleşmiş sorunlarını çözme noktasında acizlik içine girer. 

Bunun nedeni koalisyonu oluşturan her siyasi partinin tabanının farklı beklentilerinin ve hassasiyetlerinin olmasıdır. Bu durum ayrıca koalisyon hükûmetlerini yurt içi ve yurt dışı kaynaklı manipülasyonlara açık hale getirir. 

Bilhassa ülke için kritik öneme sahip konularda (büyük ihale veya dış politika vs.) yerli ve yabancı odaklar, hükûmet içinde kriz çıkartarak kendi lehlerine olacak şekilde siyasete istedikleri şekilde yön verebilme imkanına sahiptiler. 

Koalisyon hükûmetlerinde gözlemlenen olumsuzluklardan bir diğeri de koalisyon ortaklarının sahip oldukları bakanlıklar kanalıyla kamu yararı ve ekonomik dengeleri gözetmeksizin oy deposu olarak gördükleri seçim çevrelerine yatırım yapma yarışı içine girmeleridir. 

Genellikle bu popülist yatırımların temelleri atıldıktan sonra tamamlanmadığı görülür. Bunun nedeni koalisyon hükûmetlerinin kısa ömürlü oluşu ve bir sonraki hükûmetin bu yatırımları sahiplenmeyişi olarak gösterilebilir. Elbette bu durum yatırımların atıl hale gelmesine neden olmaktadır. 

Koalisyon hükûmetlerinin milli serveti fütursuzca tükettiği yetmiyormuş gibi koalisyon hükûmetlerinin varlığı yerli ve yabancı girişimcileri yatırım yapma konusunda isteksizliğe iter. Çünkü koalisyon hükûmetlerinin her an sallantıda olması, önünü göremeyen yatırımcıyı ürkütür. 

Bu durum uzun vadeli ve büyük sermaye gerektiren yatırımların yapıl (a) mamasına, vergi gelirinin azalmasına, işsizliğin artmasına neden olur. 

Tüm bu birbirini tetikleyen faktörlerden ötürü koalisyon hükûmetlerinin başarısız olması neredeyse kaçınılmaz bir sondur. Hatta yaşanan tecrübeler gösteriyor ki başarısızlık, koalisyon hükûmetlerinin makûs kaderidir. 

Bu nedenle koalisyon ortaklarının seçim döneminde birbirlerini günah keçisi ilan ederek başarısızlıklarını örtme eğilimine girdikleri gözlemlenmektedir. 

Tabii ki bu durum seçmen nezdinde sıkıntılı bir durum oluşturmaktadır. Çünkü seçmen ilk seçimde başarısız olan hükûmet ortağına oy vermeyerek o hükûmet ortağını cezalandırmayı arzu etse de seçim propagandasında koalisyon ortaklarının başarısızlıklarını birbirlerine fatura etmeye çalışmalarından ötürü seçmen başarısızlığın asıl sorumlusunu tespit etmekte güçlük çeker. Ayrıca 
belirtmek gerekir ki koalisyon hükûmetleri demokrasi standardını da ciddi anlamda düşürmektedir. 

Çünkü koalisyon hükûmetlerinin ortaklarının kim olacağı seçmen tarafından seçim öncesinde bilinmemekte, hatta kimi zaman seçmen “oy verdiğim partinin koalisyon kuracağı partiyi seçim öncesinde bilseydim oyumu başka bir partiye verirdim” diye serzenişte bulunabilmektedir. 

Koalisyon hükûmetlerinde, dikkat çeken bir diğer husus da koalisyonun küçük ortağının parlamentoda üye sayısı ile ters orantılı bir şekilde hükûmette güç elde etmesidir. Koalisyonun büyük ortağı, küçük partiyi koalisyon hükûmetinde yer almasını sağlamak adına bakanlıkların her bir genel müdürlüğünden ayrı bakanlık oluşturulmasına göz yumabilmektedir. 

Bu durum koalisyon hükûmetinin daha da hantallaşmasına, kırtasiyeciliğin ve devlet hazinesindeki yükün daha da artmasına neden olmaktadır. Hatta bu küçük ortağın zaman zaman diğer ortakları koalisyona verdiği desteği çekmekle tehdit ettiği de görülür. 

Tabii ki bu durum azınlığın çoğunluğa tahakküm etmesi sonucunu doğurur ki bu demokrasinin içine sindirebileceği ve katlanabileceği bir durum asla değildir. 

Başbakanın başında olduğu hükûmet ile cumhurbaşkanının başında olduğu bakanlar kurulu olmak üzere iki kanatlı bir yürütme erkine sahip olan yarı başkanlık sisteminde de sistem, parlamento seçimi sonrasında tek partili bir hükûmetin çıkmasını riske atmayacak şekilde dizayn edilen kaliteli bir seçim sistemi ile desteklenmediği sürece ülkenin istikrarlı bir şekilde yoluna 
devam etmesi -parlamenter sistemde olduğu gibi - seçmenin sağduyusuna ve şansa kalmıştır. 

Üstelik yarı başkanlık sisteminde parlamenter sistemin aksine yürütme erkinin her iki başı da ( Cumhurbaşkanı ve Başbakan) çok güçlüdür. 

Bu nedenle yarı başkanlık sisteminde cumhurbaşkanı ve başbakanın ayrı siyasi partilerden olması ihtimalinde yürütme erkinin zirvesinde ciddi bir çatışma riski de bulunmaktadır. Buna karşın başkanlık sisteminde yürütme erki sadece başkandan ibarettir. 

Bunun doğal sonucu olarak yürütme erkinin tek başlı olduğu başkanlık sisteminde koalisyon ve azınlık hükûmetlerine de asla yer yoktur. Bununla birlikte başkanın ülkeyi etkin bir şekilde yönetebilmesi için istediği kanunları parlamentodan geçirtebilmesi gerekir. 

Başkanın partisinin parlamentoda azınlıkta kalması halinde ise -Türkiye gibi uzlaşma kültürünün yeterince gelişmediği, siyasi partilerin disiplinli olduğu ve pragmatist davranmadığı, kutuplaşmanın keskin olduğu ülkelerde- bu durum çok ciddi krizlerin habercisidir. 

Başkan ve parlamento seçimleri aynı anda yapılsa dahi Türkiye gibi çok partili siyaset düzenine sahip olan ülkelerde başkanın partisinin parlamentoda salt çoğunluğu yakalayamama riski bulunmaktadır. 

Başkanlık sisteminin doğum yeri olan Amerika Birleşik Devletleri'nde uygulanan dar bölge, çoğunluk seçim sistemi1 iki partili siyaset düzenini desteklese de bu seçim sistemi tek başına iki partili bir siyaset düzeninin oluşumu için kâfi değildir. 

1 Dar bölge, çoğunluk seçim sistemi, tüm ülkenin tek bir milletvekili seçilecek şekilde seçim çevrelerine bölündüğünü ve bir adayın milletvekili olarak seçilebilmesi için en yüksek oyu alması yeterli olduğu seçim sistemidir. Başka bir ifade ile tek bir milletvekilinin seçileceği bir seçim çevresinde seçimde en yüksek oyu alan adayın seçimi kazandığı seçim sistemidir. Bu nedenle bu seçim sistemi “tek turlu, dar bölge çoğunluk seçim sistemi” olarak da ifade edilir. Örneğin İngiltere'de ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan parlamento seçimlerinde dar bölge, basit çoğunluk seçim sistemi uygulanmaktadır. 

Çünkü Amerika Birleşik Devletleri'nde Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti, siyasi görüş olarak birbirlerinin neredeyse kopyasıdır. Bu nedenle siyasi iklim yumuşaktır ve her iki partinin kemikleşmiş oy miktarı düşüktür. Başka bir ifadeyle iki parti arasında yüzen oy miktarı oldukça fazladır. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri halkı ve halkın içinden çıkan siyasetçiler pragmatist bir 
bakış açısına sahiptir. 

Tüm bu nedenlerden ötürü parlamento (Kongre), başkanın geçirmek istediği kanunlara veya atadığı bürokratların göreve başlamasına körü körüne karşı çıkmamaktadır. Parlamento ikna olmaya açıktır. 

Başkan, mesaj yoluyla, lobicilik faaliyetleri ile kamuoyu oluşturarak çeşitli kanallardan parlamentoya makul gerekçeler sunarak parlamentoyu ikna edebilmektedir. Parlamentodaki muhalif üyelerin, parti disiplini etkisi altında kalmaksızın bu kadar rahat hareket etmelerinin nedeni ise ön seçimle iş başına gelmeleridir. 

Yani Amerika Birleşik Devletleri’nde siyasi partiler, başkan adaylarını ve parlamento üyeliklerine gösterecekleri adayları ön seçimle (parti üyelerinin oylarıyla) belirlerler. Tabii ki bu durum Amerika Birleşik Devletleri’ndeki partileri parti disiplininden uzak “gevşek yapılı partiler” haline getirmektedir. 

Buna karşın Amerika Birleşik Devletleri'nin aksine Türkiye'de siyasi partiler sağ-sol şeklinde ideolojik bakımdan farklılaştıkları gibi etnik ve mezhepsel temelli siyasi partiler de mevcuttur. 

Bu durum ayrıca Türkiye'deki siyasi partiler arasında ideolojik görüş farklılıklarının keskin olmasına da neden olmaktadır. 

Yani Türkiye'de parlamento üyeleri siyasi parti liderleri ve/veya yönetimleri tarafından değil de ön seçimle belirlense dahi çok partili bir siyaset düzeninin devam edeceğini tahmin etmek zor değildir. 

Dolayısıyla Türkiye'nin başkanlık sistemine geçiş ile birlikte dar bölge, çoğunluk seçim sistemini benimsemesi halinde Türkiye'de iki partili bir siyaset düzeninin oluşacağını düşünmek hayal kırıklığı ile sonuçlanabilir. 

Kısacası iki partili siyaset düzeni, başkanlık sisteminin sonucu değil başarısının ön şartıdır. Dolayısıyla Türkiye gibi çok partili bir siyaset düzeninin yerleşmiş olduğu ve yakın zamana kadar bu düzenin değişmesi beklenmeyen ülkelerde başkanlık sisteminden umulan istikrar ortamının sağlanması için başkanlık sisteminin kaliteli bir seçim sistemi ile desteklenmesi zorunludur. 

Sonuç olarak Türkiye'nin önümüzdeki dönemde gündeme gelmesi beklenen yeni anayasa yapımında parlamenter sistemi ya da yarı başkanlık sistemini tercih etmesi halinde seçim sisteminin tek partili bir hükûmetin oluşumunu şansa bırakmayacak şekilde dizayn edilmiş olması gerekmektedir. 

Keza Türkiye'nin başkanlık sistemini tercih etmesi halinde ise başkan ve parlamento üyelerinin seçiminin aynı anda yapılması ve seçim sisteminin başkanın partisinin parlamento çoğunluğunu sağlayabilmesine imkân verecek şekilde tasarlanmış olması gerekmektedir. 

Elbette seçim sisteminin Türkiye'nin %10 gibi çok yüksek olan ve adaletsiz sonuçlar doğrudan ülke seçim barajından kurtulmasını sağlayacak şekilde ve iktidara alternatif oluşturacak güçlü bir ana muhalefet partisinin varlığına zemin hazırlayacak şekilde reforme edilmesi de demokrasimizin güçlenmesi bakımından son derece önemlidir. 

Dolayısıyla Türkiye'nin tercih edeceği seçim sistemi, üç özelliğe sahip olmalıdır. Bunlar; 

1- Parlamenter sistem veya yarı başkanlık sisteminin tercih edilmesi halinde seçim sonrasında tek partili güçlü bir iktidarın oluşumu kesinlik arz etmelidir, başkanlık sisteminin tercih edilmesi halinde ise başkanın partisinin parlamentoda çoğunluğu yakalayabilmesine imkan vermelidir. 

2- Diğer muhalefet partilerine göre daha güçlü bir ana muhalefet partisinin oluşumuna zemin hazırlamalıdır. 

2- Ülke seçim barajı sembolik bir seviyede tutularak küçük partilerin de parlamentoda temsiline fırsat verilmelidir. 

Önereceğimiz “iki turlu, iki listeli seçim sistemi” bu üç özelliğe de sahip olduğu 
iddiasındadır. Bu seçim sisteminin özelliklerini maddeler halinde sıralayacak olursak; 

1- Seçimler her halükarda iki turlu yapılır. Yani klasik iki turlu seçim sistemlerinin aksine birinci turun sonucu ne olursa olsun ikinci tur mutlak surette yapılır. 

2- Birinci turda ve ikinci turda seçilecek milletvekili sayıları birbirine eşittir. Örneğin 550 milletvekili seçilecekse birinci turda 275 milletvekili, ikinci turda 275 milletvekili seçilir. Bu aynı zamanda bir seçim çevresinden seçilecek milletvekillerinin yarısının birinci turda, diğer yarısının ikinci turda seçileceği anlamına da gelir. 

3- Birinci tura, seçime katılma yeterliliğine sahip bütün siyasi partiler katılır. İkinci tura ise birinci turda en yüksek oyu alan iki parti katılır. Bununla birlikte siyasi partilerin ikinci turda ortak listelerle katılmalarının önüne geçebilmek ya da en azından gizli pazarlıkların yapılmasını engellemek için partilerin birinci ve ikinci turda gösterecekleri aday listelerini birinci turdan önce aynı zamana denk gelecek şekilde Yüksek Seçim Kurulu'na sunma zorunlulukları  bulunmakta dır. Partiler tarafından Yüksek Seçim Kurulu'na sunulacak milletvekili aday listelerinin birbirinden farklı olması da mecburidir. Yani siyasi partiler ortak aday gösteremezler. Keza siyasi partilerin her iki listesindeki adaylarının da birbirlerinden farklı olması zorunludur. 

4- Birinci turda ülke seçim barajı %1 olup nispi temsil (d’Hondt yöntemi2) seçim sistemi uygulanır. 

2 d’Hondt yöntemi, seçime katılan partilerin ve bağımsız adayların isimleri alt alta yazılır ve aldıkları geçerli oy sayıları da karşılarına yazılır. Partilerin oy oranları önce bire, sonra ikiye, sonra üçe... bölünür. Bu bölme işlemine o seçim çevresinin toplam çıkaracağı milletvekili sayısına ulaşılıncaya kadar devam edilir. Elde edilen paylar ile bağımsız adayların aldıkları oylar ayrım yapılmaksızın en büyükten küçüğe doğru sıralanır. Seçim çevresinden çıkacak milletvekili sayısı kadar bu payların sahibi olan partilere ve bağımsız adaylara sayıların büyüklük sırasına göre milletvekillikleri tahsis edilir. 

5- İkinci tura, birinci turda en yüksek oyu alan ilk iki parti katılır. İkinci tura katılan iki partiden yüksek oyu alan parti hem ikinci turun hem de seçimin galibi sayılır. 

Kural: İkinci turun galibi olan parti, kural olarak ikinci turda seçilecek tüm milletvekilliklerini kazanır. 

İstisna: İkinci turun galibi olan partinin her iki turda toplamda kazanacağı milletvekili sayısı, toplam seçilecek milletvekili sayısının %55 oranından az, ikinci turda alacağı oy yüzdesi oranından fazla olamaz. Bu istisna gerçekleşir ve ikinci turun galibi olan partinin ikinci turda seçilecek milletvekilliklerinin hepsini kanamaması durumu ortaya çıkarsa bu milletvekilliklerini (artan milletvekillikleri) ikinci turun mağlubu olan parti kazanır. 

İstisnanın istinası: İkinci turun galibi olan partinin ikinci turda çıkaracağı milletvekili sayısı, her halükarda ikinci turda aldığı oy oranından az olamaz. 



ÖRNEK 1 : 

Görüldüğü üzere iki turlu, iki listeli seçim sisteminde, birinci turda %1 ülke seçim barajını geçen tüm siyasi partiler seçim çevresi/çevrelerinde başarılı olmaları halinde parlamentoya milletvekili gönderebilmektedir. 

İlk turda, A ve B partileri en yüksek oy oranına sahip oldukları için ikinci tura katılmaya hak kazanırlar. 



ÖRNEK 1-(Alternatif A- 2. Tur Sonucu) 

Kural olarak ikinci turun galibi olan A Partisi'nin ikinci turda seçilecek olan tüm 
milletvekilliklerini kazanması gerekirdi. Yani A Partisi'nin ikinci turda seçilecek olan 275 milletvekilliğini de kazanması gerekirdi. Ancak bu kuralı “güçlü bir istisna” gölgelemektedir. 
Çünkü A Partisi'nin ikinci turda oyların %65'ini almasından ötürü A Partisi'nin 1. ve 2. turda toplam çıkaracağı milletvekili sayısı, toplam seçilecek milletvekili sayısının %65 oranından fazla olamaz. Yani A Partisi'nin 1. ve 2. turda toplam çıkaracağı milletvekili sayısı, 357 (550.(65/100)) 
milletvekilinden fazla olamaz. A Partisi 1. turda 115 milletvekili çıkarmıştı. Bu demek oluyor ki A Partisi'nin 2. turda çıkaracağı milletvekili sayısı 357-115=242'dir. Bu durumda 275-242=33 artan milletvekili söz konusudur. Artan milletvekilliklerini ise ikinci turun mağlubu olan B Partisi kazanır. Sonuç olarak, 


A Partisi toplamda, 115+242=357 milletvekili kazanır. 

B Partisi toplamda, 72+33=105 milletvekili kazanır. 



ÖRNEK 1-(Alternatif B- 2. Tur Sonucu) 

Hatırlanacağı üzere ikinci turun galibi olan A Partisi'nin birinci ve ikinci turda kazanacağı toplam milletvekili sayısı her iki turda toplam seçilecek milletvekili sayısının %55 oranından az, ikinci turda alacağı oy yüzdesi oranından fazla olamaz. Bu nedenle A Partisi'nin 1. ve 2. turda çıkaracağı toplam milletvekili sayısı 303 (550.(55/100)) milletvekilidir. A Partisi 1. turda 115 
milletvekili çıkarmıştı. Bu demek oluyor ki A Partisi'nin 2. turda çıkaracağı milletvekili sayısı 303-115=188'dir. Bu durumda 275-188=87 artan milletvekili söz konusudur. Artan milletvekilliklerini ise ikinci turun mağlubu olan B Partisi kazanır. Sonuç olarak, 

A Partisi toplamda, 115+188=303 milletvekili kazanır. 

B Partisi toplamda, 72+87=159 milletvekili kazanır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri



Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri


Ferhat Pirinççi,

2016-05-03


Suriye’de 2011 yılının Mart ayında patlak veren krizin kısa ve orta vadeli etkileri kendisini hissettirmeye devam ediyor. Özellikle radikal örgütlerin faaliyetleri ve 
Avrupa’ya yönelik Suriyeli mülteci akını nedeniyle Suriye krizi küresel bir sorun haline geldi. Dünya, Suriye krizinin doğrudan etkilerine 2016 yılı itibarıyla maruz kalıp bu etkileri tartışırken Suriye’ye komşu Türkiye, Irak, Ürdün ve Lübnan bu gerçek ile 2011 yılının başından beri yüzleşiyor. Suriye’ye komşu dört ülke, Suriyeli mülteciler ve DAEŞ ve diğer gruplar ile bağlantılı güvenlik risklerinin ötesinde Suriye krizinden kaynaklanan çeşitli meydan okumalarla mücadele etmeye çalışıyor.Suriye krizinin komşu ülkeler üzerinde farklı boyutlarda ve derinliklerde etkisi oldu. Her bir ülkenin kendine özgü yapısı, krizin etkilerinin ve buna karşı verilen tepkilerin farklı olmasını kaçınılmaz hale getiriyor. Ancak krizin komşu ülkeler üzerindeki etkileri birbiriyle yakından ilişkili olduğu için söz konusu etkileri bir diğerinden tam olarak ayırmak mümkün değil ve hiçbir bölge ülkesinin Suriye krizinin etkilerinden bağışık olmadığını vurgulamak gerekir.

"Krizin en Büyük Yükünü Türkiye taşıyor"

Suriye krizinin etkileri, her bir ülke açısından karşılaştırmalı olarak değerlendirildiğinde göç açısından krizin en büyük yükünü Türkiye’nin çektiği gerçeği ile karşılaşılıyor. Suriye krizi nedeniyle Türkiye, günümüzde dünyada en fazla mülteci/sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke konumunda. Türkiye’nin Suriye kaynaklı göçe yönelik politikası özü aynı kalmakla beraber uygulamalar açısından zaman içinde gelişti ve bu gelişme hep ilerlemeci bir şekilde oldu. AFAD, Kızılay, Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere bütün devlet kurumları entegre bir stratejiyle krizin göç etkisinin Suriyeliler ve Suriyelilerin yerleştiği bölgelerde yaşayan yerel halk açısından minimize edilmesi için çalıştı. 

Ayrıca bu süreç içinde STK’lar da kendisini geliştirerek söz konusu yükün azaltılmasına yardımcı oldu.
Ürdün, Türkiye ile kıyaslanmasa da gerek geçmişteki göç tecrübesi gerekse bağışçılardan aldığı yardımlar sayesinde Lübnan ve Irak’a göre daha sistemli mülteci politikası geliştirebildi. Ancak burada Türkiye ve Ürdün’ün göç etkisine yönelik önemli bir farkı var. Türkiye, ev sahipliği yaptığı Suriyeliler için uluslararası örgütler ve bağışçılardan minimal ölçüde destek aldı ve harcamaların büyük kısmını öz kaynaklarıyla gerçekleştirdi. Ürdün de ülkesindeki Suriyeliler için kendi kaynaklarından harcamalar yapmakla beraber uluslararası örgütler ve bağışçılardan anlamlı bir destek aldı.

Suriye krizinin göç etkisini ülkesine gelen Suriyeliler bağlamında en az hisseden ülke Irak oldu. Suriye’den nispi olarak çok az göç alsa da Suriye krizi ile ilişkili 
gelişmeler nedeniyle “Yerinden Edilmiş Kişiler” durumu Irak için önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Lübnan, krizin göç etkisini en fazla hisseden ülkelerden biri. Siyasi açıdan kırılgan yapısı krizin göç etkisine yönelik kapsamlı bir politika uygulanmasını engellerken, Lübnan’ın geçmişteki göç tecrübesi de Suriyelilere yönelik politikaların geliştirilmesinde etkili oldu.

Türkiye-Ürdün/ Irak-Lübnan karşılaştırmalı perspektifiSuriye krizinin devlet yapısına etkisine karşılaştırmalı bir perspektiften bakıldığında, Türkiye ve Ürdün ile Irak ve Lübnan’ı ayrı kategoride değerlendirmek gerekir. 
Zira Türkiye ve Ürdün’deki devlet kurumlarının ve siyasi yapıların kriz öncesindeki durumu, krizin bu ülkelerdeki devlet yapılarını olumsuz etkilemesini engelledi. Aksine Türkiye ve Ürdün devlet yapılarının kurumsallığı, krizin bütün etkileriyle mücadelede önemli bir destek sağladı.

Irak ve Lübnan açısından ise durum aynı değil. Irak’ta Suriye krizinin başlamasından önce siyasi açıdan Maliki iktidarı devam ediyor olsa da devlet yapısında aksayan sorunlar vardı. Her şeyden önce ülke içinde kamu düzeni ve otoritesi tam olarak sağlanmış değildi. Böylesi bir ortamda Suriye kriziyle ilişkili olan DAEŞ'in Musul ve diğer bölgeleri işgali, Irak’taki devlet yapısının kırılgan durumunu gözler önüne serdi. Irak siyaseti, bu kırılgan yapıyı toparlamak için girişimlerde bulunsa da kısa vadede başarı sağladığı söylenemez.
Lübnan için de krizin devlet yapısına etkisi açısından durum pek iç açıcı değil. Suriye krizinin etkisini iyiden iyiye hissettirdiği bir dönemde geçici hükümetle idare edilen Lübnan, yerel aktörlerin Suriye krizine yönelik tutumlarından dolayı iç politikada ciddi sıkıntılarla karşılaştı. Yeni hükümet 2014 yılında kurulmuş olsa da siyasi açıdan kırılgan yapı, hükümetin Suriye krizine yönelik kapsamlı politikalar izlemesini engelliyor. Ayrıca Lübnan 2014 yılından beri yeni cumhurbaşkanı seçilebilmiş değil ve Parlamento seçimleri iki kez ötelenerek 2017 yılına ertelendi.

Suriye krizinin radikalleşmeye etkisi açısından Suriye’ye komşu dört ülkenin de farklı derecelerde etkilendiğini söylemek gerekir. Her bir ülkeden yabancı terörist savaşçı olarak DAEŞ, Nusra Cephesi veya PKK/YPG gibi terör örgütlerine katılımlar olmakla beraber, krizin kendisi ve krize yönelik uygulanan politikalar, bazı ülkelerin kendi içinde radikalleşme eğilimini arttırdı. Bu durumla ilişkili olarak Irak ve Lübnan’ın daha ön plana çıktığı söylenebilir. Zira Suriye krizi ve DAEŞ’le mücadele bağlamında Irak’ta uygulanan politikalar, toplumun bütün kesimlerinde radikalleşme eğilimini yükseltti. Lübnanlı aktörlerin Suriye krizinde taraf olması, özellikle Hizbullah’ın askeri angajmanı ülkedeki siyasal ve toplumsal kutuplaşmayı körükledi ve bu da zaman zaman sıcak çatışmaya varacak düzeyde toplumsal gerginlikleri beraberinde getirdi. Lübnan’da farklı toplumsal kesimler arasında zaten güçlü olan mezhepsel bilincin daha güçlendiği ve bu kesimlerin dinsel kimliklerine daha sıkı bağlandığı görülüyor. Lübnan’da radikalleşme ve güvenlik risklerine ilişkin bir diğer boyut Lübnan’a gelen Suriyeliler arasında radikalleşme açısından uygun zeminin olması ve bunun radikal gruplar tarafından istismar edilmesi olasılığı.

"Kitlesel yer değiştirmeler güvenlikten ziyade siyasal nitelikte"
Suriye krizinin güvenlik alanında Irak’a etkisi değerlendirildiğinde daha çok DAEŞ bağlantılı gelişmeler öne çıkar. DAEŞ, Irak kökenli bir örgüt olmasına rağmen DAEŞ’in güçlenmesine zemin sağlayan Suriye iç savaşı oldu. DAEŞ saldırıları ve DAEŞ’le mücadele süreci içinde her siyasal ve silahlı aktör krizi kendi lehine çevirmek ve fırsata dönüştürmek çabası içerisine girdi. Bu sürecin doğal sonucu, uzun süreli istikrarsızlık ve her grubun kontrol ettiği bölgede tehdit olarak gördüğü toplumsal kesimleri zorunlu göçe tabi tutması oldu. Irak’ta en ciddi güvenlik riski zorunlu göçe maruz kalan bu insanların uzun vadede ülkede istikrarsızlığın kaynağı olacağı gerçeği. Bu kitlesel yer değiştirmeler güvenlikten ziyade siyasal nitelikte. Siyasi amaç da kontrol edilen bölgede homojen bir demografik yapı oluşturuyor. Bu da zaten fiili anlamda parçalanma süreci içinde olan Irak’ta merkez kaç kuvvetleri ve parçalanmayı tetikleyebilir.
Suriye krizinin Ürdün’e siyasi ve güvenlik etkileri açısından bakıldığında Ürdün’ün Suriye’ye komşu ülkeler arasında bu açıdan en az olumsuz etkiye maruz kalmış 
ülke olduğunu söylemek mümkün. Bunun temel nedeni Ürdün’ün Suriye iç savaşına doğrudan müdahil olmamaya çalışması ve sınır güvenliği konusunda krizin başından itibaren hassas davranması etkili oldu. Irak, Lübnan ve Türkiye Suriye kaynaklı çok sayıda terör saldırısına maruz kalmışken Ürdün’de henüz böyle bir gelişme yaşanmadı. Ancak Ürdün bir taraftan istikrarlı görüntüsüne rağmen kendi içinde kırılgan bir yapıya da sahip. Bu nedenle Ürdün karar alıcıları ve güvenlik bürokrasisinin Suriye krizi nedeniyle tabiri caizse “diken üstünde” olduğu söylenebilir.
Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen yabancı terörist savaşçılar Türkiye üzerinden Suriye’ye ya da Suriye üzerinden kaynak ülkelerine geçmeye çalışıyor. 
Türkiye de sınır güvenliği için çok daha fazla enerji ve kaynak harcanmak durumunda kalıyor. Türkiye-Suriye sınırının belli bölümlerinde inşa edilen yüksek duvarlar, sınır bölgesinde askeri konuşlanmanın artırılmış olması ve sınırın teknolojik imkanlar kullanılarak denetlenmesine yönelik çaba ve yatırımlar bunlar arasında sayılabilir.

Türkiye-Suriye Sınırı Türkiye açısından Suriye krizi kaynaklı belki de en ciddi tehdit ise 910 kilometrelik Türkiye-Suriye sınırının Nisan 2016 itibarıyla yaklaşık 600 kilometresini Türkiye’ye karşı mücadele yürüten PKK terör örgütünün Suriye kolu YPG tarafından kontrol ediliyor olması. Bu, sınır güvenliği açısından bir risk durumu. 
Suriye’nin parçalanması ihtimali ve bunun Türkiye’nin toprak ve siyasal bütünlüğünü riske etmesi olasılığı, Suriye krizinin Türkiye açısından uzun vadeli 
güvenlik etkisini oluşturuyor.
Suriye krizinin sınır aşan etkileri giderek artan boyutta hissediliyor. Suriye krizi, DAEŞ ve mülteciler boyutu ile tüm dünyayı etkiliyor. Buna karşın Suriye 
dışında krizden birinci derecede etkilenen ülkeler bu ülkeye komşu olan Irak, Lübnan, Ürdün ve Türkiye olmuştur. Ancak her bir ülkenin kendi şahsına 
münhasır özellikleri, krizin bu ülkelere derinliği ve boyutları açısından farklı şekillerde sirayet etmesine neden oldu. Suriye krizinin kısa vadede sona ermesi 
halinde bile bölge ülkeleri üzerindeki etkilerinin bir anda ortadan kalkacağını söylemek güç. Bu nedenle Suriye iç savaşını sonlandırmanın ötesinde krizin 
Suriye’ye komşu ülkeler üzerindeki etkilerine yönelik de kapsamlı ve sürdürülebilir politikalar geliştirilmesine ihtiyaç var. Kriz uzadıkça bu ihtiyacın daha acil hale geldiği kaçınılmaz bir gerçek.

Bu yazı “Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri” başlığıyla Anadolu Ajansı internet sitesinde yayınlanmıştır.

http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/Analiz/4701?s=orsam|turkish


***

Turgut Özal’ın Ekonomi Odaklı Dış Politikası BÖLÜM 2



Turgut Özal’ın Ekonomi Odaklı Dış Politikası BÖLÜM 2


  Nitekim Özal, tedrici yaklaşımın öngörülerine uygun olarak, önce bir iyi niyet 
hamlesinde bulunacak ve toplumlar arası etkileşimin önünü açacak bir 
adım atarak Türkiye’nin Yunan vatandaşlarına uyguladığı vizeyi tek taraflı 
olarak kaldıracağını açıklayacaktır.45 Özal’a göre, Türkiye’nin vizeleri kaldırması 
ile çok sayıda Yunan vatandaşı alışveriş için Türkiye’ye gelecek ve bu 
durum, iki ülke halkları arasında yakınlaşmaya katkı sağlayacaktır. Böylece, 
liderler düzeyinde bir diyalog kurulmadan önce halklar arasında ılımlı bir 
ilişki sağlanacak, geçmişin menfi izlerinin silinmesi için önemli bir adım 
atılmış olacaktır. 

Ancak, Özal’ın diyalog ve barış amacıyla uzattığı “zeytin dalı”na mevkidaşı 
Andreas Papandreou’nun yaklaşımı çok daha mesafelidir. Yunan Başbakanı 
11 Ocak 1984’teki açıklamasında Özal’ın sorunların çözümüne ilişkin kullandığı 
“hakkaniyet” sözünü eleştirmiş, Ege’de sorunların sadece uluslararası 
sözleşmelere göre çözülebileceğini belirtmiştir.46 Bu ifadeler aslında, iki 
tarafın soruna ilişkin pozisyonlarını da resmetmektedir. Yunanistan konuyu 
hukuki bir sorun olarak görüp uluslararası hukuk zeminine çekmeye çalışırken, 
Türkiye soruna siyasi bir mesele olarak bakıyor ve siyasi müzakereler ile 
çözmek istiyordu. Ancak bu ilk tepki dahi ilişkilerin geliştirilmesinin siyasi 
sorunların müzakeresi ile çözümünün ne kadar zor olduğunu gösteriyor ve 
Özal’ın ekonomik işbirliği öncelikli yaklaşımını destekliyordu. Özal, gelen 
ilk olumsuz tepkilere rağmen “zeytin dalı” diplomasisini sabırla sürdürecektir. 
Nisan ayında bir Yunan gazetesine verdiği demeçte siyasi sorunları 
bir kenara bırakıp, ticari ilişkileri geliştirmeyi konuşma teklifini yineleyen 
Özal, bir başlangıç adımı olarak Papandreou ile tanışma buluşması yapmak 
istediğini dile getirmiştir.47 Bu aşamada iki lider yüz yüze gelemese de Kasım 
ayında BBC Radyo yayınına katılmışlardır. Programda Özal, daha önce 
dile getirdiği görüşlerini yinelerken; Papandreou, “Türkiye’nin Ege adaları ve 
Batı Trakya’da gözü var” diyerek ve Kıbrıs ve Ege sorunlarının birlikte çözülmesi 
gerektiğini söyleyerek Özal’ın yaklaşımından çok uzakta olduğunu 
göstermiştir.48 

İkili ilişkilerde olumlu gelişmeler beklenirken ortamı yeniden geren olay, 
Yunanistan’ın Limni adasının silahlandırılması doğrultusundaki adımlarıydı. 
Bilindiği gibi, Lozan’a göre, Limni ve Semadirek silahtan arındırılmış 
adalardı. Yunanistan, Limni’yi silahlandırıp buradaki kuvvetlerini NATO 
emrine tahsis etmek istiyordu.49 Bu hamlesiyle Atina, NATO çatısı altında 
müttefiki olan Ankara’yı zor bir tercih yapmaya mecbur bırakmak istiyor ve 
NATO menfaatleri parametresinin baskısı ile adanın silahlandırılmasına razı 
etmeyi amaçlıyordu. Özal -her ne kadar uzlaşmacı bir profil çizmeye çalışsa 
da- Türkiye’nin Ege’ye ilişkin süregelen çıkar tanımlamalarını değiştirmek 
ve bir “oldu bitti”ye razı olmak niyetinde değildi. En azından, atılacak her 
geri adım, ekonomik ve kültürel işbirliğinin gelişmesi sonrasındaki ılımlı 
iklimde yapılacak pazarlıklara bağlı olmalı idi. Bu konuda Cumhurbaşkanı 
Evren, Başbakan Özal ile Dışişleri, Milli Savunma Bakanları ve Genelkurmay 
Başkanı’nın katılımıyla 17 Kasım’da Köşk’te bir toplantı yapılmış 
ve toplantıda Yunanistan’a karşı tavizsiz davranılması kararı alınmıştır.50 Bu 
doğrultuda, Özal, 23 Kasım’da yaptığı açıklamayla konuya ilişkin tavrını ortaya 
koymuş, “NATO içinde gerekli tavrımızı koyarız” diyerek veto yetkisine 
işaret etmiş ve Yunanistan’ın tavrını “açıkgözlülük” olarak tanımlamıştır.51

Gerilimin nispeten soğumasından sonra Özal, “Papandreou ile el sıkışmalıyız” 
sözleriyle görüşme çağrısını tekrar edecektir.52 Yunan mevkidaşı ise 
“Sayın Özal zeytin dalı sunarken buna bir dizi davranışın eşlik etmesi gerekiyor. 
Yoksa Yunanistan’da zeytin çoktur” diyerek Kıbrıs öncelikli olmak 
üzere Türkiye’den siyasi sorunlarda taviz beklentisini vurgulamıştır.53 Özal, 
Yunan tarafının sadece ekonomik işbirliği çağrısı ile sınırlı kalınmayıp siyasi 
konularda da adım atılması yönündeki beklentisine cevap vererek “zeytin 
dalı” politikasını kısmi bir revizyona tabi tutacaktır. Bu doğrultuda, Özal, 
Nisan ayındaki Washington ziyareti sırasında tarafları önce birbirine sınır 
güvencesi vermeye, sonrasında ekonomik işbirliği adımları atmaya ve siyasi 
sorunların görüşüleceği tartışma toplantıları başlatmaya davet edecek 
ve Papandreou’ya “Gel tarih yaratalım” diye bir daha seslenerek görüşme 
önerisini yineleyecektir.54

4. DAVOS SÜRECİ

Özal’ın ısrarlı çağrılarının sonuç verdiği ve iki liderin ilk kez ele ele sıkışarak 
kameralara poz verdiği görüntü Şubat 1986’daki Davos zirvesinde yaşanmıştır. Papandreou, bu aşamada baş başa görüşmeyi uygun bulmadığını 
ve Türkiye’den Kıbrıs konusunda adım beklediklerini söyleyerek klasik yaklaşımını tekrar etse de, “Sizin iyi niyetinize inanıyorum. Aslına bakarsanız 
Türk-Yunan diyaloğunda yarar görüyorum” ifadeleriyle gelecek için iyimser 
bir havanın oluşmasını sağlamıştır.55 1986’nın Nisan, Mayıs ve Haziran ayları 
Limni ve Ege’deki hava koridoru konuları ilişkilerde tansiyon yükselmesine 
yol açmıştır. Ne var ki Özal, 1987 başında bir adım daha atarak ilişkilerin 
olumlu bir havada gelişmesine zemin hazırlamaya çalışmıştır. AET’de 
Türkiye-Yunanistan uyum anlaşması görüşmeleri sırasında Ankara, ülkede 
Rumlara ait varlıklara ilişkin sınırlamalar getiren 1964 tarihli kararnameyi 
kaldırmaya söz vermiştir.56

Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde tarafları bir araya getiren husus ise, iki ülkeyi 
savaşın eşiğine getiren Ege’deki gerilimdi. Mart 1987’de Ege’deki kıta 
sahanlığı sorunu etrafında yaşanan ihtilaf, iki ülke askeri güçlerinin alarm 
durumuna geçmesine yol açtı. Papandreou’nun “Türkiye, Ege’de bir girişimde 
bulunursa, Balkanlar alt üst olur”57 açıklaması durumun vahametini 
görmek için yeterliydi. Sadece iki ülkede değil NATO ülkelerinde de büyük 
bir endişeye yol açan kriz, iki müttefikin çatışmasını asla istemeyen ABD ve 
İngiltere’nin devreye girmesiyle ve tarafların tahrik gelmedikçe kendi karasuları 
dışına çıkmayacaklarını açıklamaları ile yatıştı.58 

Başbakan Özal, yaşanan gerilim ve iki tarafta da oluşan savaş endişesini, 
uzunca bir süredir oluşturmaya çalıştığı diyalog ve işbirliği ilişkisini tesis 
etmek için bir fırsat olarak gördü. İki ülkeyi neredeyse savaşacak duruma 
getiren bir gelişme aradaki buzları daha da kalınlaştırabilir, bekleyen pek çok 
mevcut sorunun yeniden alevlenmesi söz konusu olabilirdi. Özal’a göre, bu 
hadise, ilişkilerin geliştirilmesinin ne kadar gerekli olduğunu gösteriyordu; 
iki ülke ya ekonomik ve kültürel alanlardan başlayarak işbirliğine yönelerek 
sorunlarını çözecek ya da kronik sorunlar tarafları her an bir silahlı çatışmaya 
götürebilecekti ki bunun sonuçları çok dramatik olacaktı. Şimdiye kadar 
Özal’ın diyalog ve işbirliği çağrılarına mesafeli yaklaşan Papandreou’nun 
bundan sonra diyalog sürecine daha olumlu bakmasında da Ege’deki krizden 
bu yönde sonuçlar çıkarmış olması belirleyiciydi.59 Özal, krizin yatışmasının 
hemen ardından Atina Büyükelçisi Nazmi Akıman’ı Papandreou’ya iki kez 
göndererek bu düşüncelerini içeren mesajlarını iletti.60 Yunan Başbakanı, 
Özal’ın mesajlarına Türk tarafının sorunları Lahey Adalet Divanı’na götürmeyi 
kabul etmesi şartıyla olumlu karşılık vereceğini açıkladı.61 Papandreou 
da göreli bir yumuşama gözlense de Yunan tarafının konuyu bir hukuki sorun 
olarak değerlendiren bakışından taviz vermek istemediği belliydi. 

Türkiye, tam bu günlerde, AET’ye tam üyelik başvurusunu yapmaya 
hazırlanmaktaydı. Papandreou, Türkiye’nin başvurusu karşısındaki tavırlarını 
AET Komisyonu ile görüşmeleri sonucunda belirleyeceklerini açıklıyor ve 
pek çok AET üyesi ülkenin de “şimdilik Yunanistan’ın arkasına saklandıklarını” 
ifade ediyordu.62 Yani, farklı nedenlerle Türkiye’nin üyeliğine karşı olan 
Avrupalı devletler, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların arkasına 
sığınacaklardı. Özal, bu durumun farkındaydı ve Türkiye’nin Topluluk üyeliğinin 
önünü açmak için Yunanistan’la ilişkilerin düzeltilmesi, en azından 
sorunların alevlenmesine fırsat verilmemesi gerektiğini düşünüyordu. Ocak 
1988’de yapılacak Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu bunun için iyi bir vesile 
olacaktı. Özal, Kasım 1987’de yeni bir çağrıda bulunarak Yunan mevkidaşı 
ile bu kez “gündemsiz” olarak görüşmeyi önerdi.63 Papandreou hükümeti 
de özellikle ilk dönemlerinde izlenen popülist politikalardan uzaklaşma ve 
silahlanmaya ayırdığı harcamaları kısma eğilimindeydi, bunun için de Türkiye 
ile var olan gerilimin düşürülmesi gerekiyordu.64

İki liderin de kullandığı özel kişiler aracılığıyla altyapısı hazırlanan görüşme 
nihayet 30-31 Ocak 1988’de Davos’ta gerçekleşti.65 Liderler arasındaki iki 
farklı görüşmenin sonunda ortak bir bildiri yayımlanarak başbakanlar düzeyinde 
yılda iki kez bir araya gelineceği, siyasi ve ekonomik konuları görüşecek 
iki komisyon kurulacağı ve iki başkent arasında doğrudan telefon hattı 
çekilmesi kararları ilan edildi.66 Özal, bu adımın sorunların bittiği anlamına 
gelmediği gerçeğinin farkında olarak, bildirinin açıklanmasından sonra Türk 
gazetecilerle yaptığı toplantıda “Meseleler çözülmüş değildir. Ama meselelerin 
çözümü için oluşturulan altyapı üzerinde çalışmalar yürütülecektir” 
diyerek şu aşamada beklentileri yükseltmemeye özen gösteriyor ve bundan 
sonraki sürecin önemine dikkat çekiyordu. Papandreou ise ortak bildiriyi 
bir “savaşa hayır” anlaşması olarak tanımlıyordu. Bu ifadeler, Mart 1987’de 
Ege’de yaşanan gerilimin diyalog ve işbirliği sürecine yönelmede ne denli etkili 
olduğunu gösteriyordu. Yunanistan Başbakanı’nın “Özal’ın bu denli içten 
ve açık görüşlü olduğunu buraya gelmeden önce bilmiyordum”67 sözleri, iki 
lider arasında bundan sonra sürdürülecek ilişkiler için ümitleri artırıyordu. 

Sürecin devamıyla ilgili ilk “jest” yine Özal’dan geldi ve bir yıl önce verdiği 
sözü yerine getirerek Yunan uyruklu vatandaşların malları üzerindeki haklarını 
sınırlandıran kararnameyi kaldırdı.68 İki lider arasında Davos’tan sonraki 
buluşma, Mart ayında Brüksel’deki NATO zirvesinde gerçekleşti. Zirvedeki 
görüşme sonucunda Ege’deki tatbikatlar ve uçuşlarla ilgili düzenlemelere 
dair diplomatlar ve asker uzmanlardan oluşacak komitenin bu ay içinde 
çalışmaya başlaması, NATO’daki vetoların karşılıklı olarak kaldırılması ve 
Yunanistan’ın AET uyum protokolünü 25 Nisan’daki Ortaklık Konseyi toplantısından önce imzalamaya söz vermesi gibi kararlarla işbirliği konusunda 
somut adımlar atılmaya başlanıyordu. Ne var ki Ortaklık Konseyi toplantısı 
gündemine Kıbrıs sorununun da dâhil edilmesi Türkiye’nin ciddi tepkisini 
çekti. Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz, bunu “Davos ruhuna indirilmiş bir darbe” 
olarak tanımlasa da69 Özal, tüm bu gelişmelere rağmen daha önceden 
planlanan ve Davos’ta başlayan sürecin devamı niteliğinde olan Atina ziyaretini 
iptal etmeyeceğini duyurdu. Özal, 13 Haziran’da 80 işadamının da yer 
aldığı 170 kişilik kalabalık bir heyetle Yunanistan’a gitti.70 Özal’ın Atina ziyareti 
Kıbrıs ve Ege sorunlarının gündeme geldiği ortamlarda yer yer gerilime 
sahne oldu, ancak bu ziyaret, iki liderin Davos ruhunu sürdürme niyetlerini 
göstermesi bakımından önemliydi. Özal, “Birbirimize güvenmemiz ve önyargılı 
düşüncelerden vazgeçmemiz gerekiyor. Bu sert çizgileri ve sert yürekleri 
yumuşatmalıyız” derken, Papandreou “Diyaloğumuzu sürdüreceğiz. 
Bu yol bizi, savaşmazlık durumundan tam anlamıyla bir barışa götürecektir” 
ifadeleriyle karşılık veriyordu.71 Bu süreçteki başka bir olumlu gelişme de 
Davos’ta karar verilen siyasi ve ekonomik komitelerin çalışmalarına başlamasıydı. 
Siyasi komite kronik sorunlara ilişkin belirgin bir ilerleme kat edemezken; 
ekonomik komite ticaret, bankacılık, turizm ve tarım alanlarında 
işbirliği kararına vardı.72 

Bu doğrultuda 1988 içinde iki ülke arasındaki Deniz Taşımacılığı Anlaşması’nın 
ilk taslakları hazırlandı ve Türk-Yunan İş Konseyi kuruldu.73 
Türkiye, 1990’da Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması’nı 
hazırlayarak Yunanistan’a sundu. Özal’ın ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi 
doğrultusundaki çağrıları ve attığı adımlara rağmen bu dönemde ikili 
ticaretteki artış sınırlı ölçekte gerçekleşmiştir. İlk Özal hükümetinin 
kurulduğu 1983 yılında iki ülke arasındaki toplam ticaret hacmi 78 milyon 
dolarken bu rakam Davos ruhunun inşası ve yaşatılmaya çalışıldığı yıllarda 
sırasıyla 1986’da 153 milyon dolar, 1987’de 185 milyon dolar, 1988’de 178 
milyon dolar ve nihayet 1989’da 225 milyon dolar olacaktır.74 Söz konusu 
rakamların iki ülke arasında karşılıklı bağımlılık ilişkisi oluşturmaktan çok 
uzak olduğu açıktır. Ancak Özal’ın barışçıl yaklaşımlarının Yunan muhatap larından geç de olsa karşılık bulması ile birlikte ortaya çıkan uzlaşmacı dil 1996’daki Kardak krizine kadar büyük bir krizin yaşanmasına engel olmuş 
ve 1999’da iki ülke dışişleri bakanları İsmail Cem ve Yorgo Papandreou’nun 
önderlik ettikleri diyalog sürecine zemin oluşturmuştur. Şüphe yok ki eğer 
Cem ve Y. Papandreou ilişkileri Özal ve A. Papandreou’nun devraldıkları tarihsel 
miras ile alsalar diyalog zeminin başlaması çok daha zor olurdu. Davos 
sürecinde yaşanan tecrübe iki dışişleri bakanı için iyi bir başlangıç noktası 
olmuştur. Öte yandan ilişkilerin gelişmesi için kurulan komiteler ve İş Konseyi 
ile imzalanan anlaşmalar 1999’dan sonra hızla gelişen ticari ilişkiler için 
de yapısal bir altyapı hüviyetindedir. Tüm bu öncü girişimler, 1999 sonrasında 
ekonomik ilişkilerin gelişmesi biçiminde meyvesini verecektir. İki ülke 
arasındaki dış ticaret hacmi 1999’da 868 milyon dolara, 2003’de 1,348 milyar 
dolara, 2007’de 3,212 milyar dolara ve nihayet 2013’de 5,644 milyar dolara 
ulaşacaktır.75

SONUÇ 

Türk dış politikasında 1983 sonrasında öne çıkan ekonomi odaklı dış politika 
yaklaşımın temelinde Özal’ın ülke ekonomisini düzeltme ve bu doğrultuda 
komşulardan başlayarak farklı ülkelerle iyi ilişkiler geliştirme düşüncesi yatmaktadır. 
Bu açıdan Türk dış politikasının siyasi ve güvenlik konularını önceleyen 
geleneksel yaklaşımından uzaklaşmanin kökeninde Özal belirleyici 
bir konumdadır. 

Özal’ın ekonomi odaklı dış politikasının önemli bir boyutunu oluşturan 
karşılıklı bağımlılık yaklaşımının bu dönemde ne ölçüde başarıya ulaştığını 
anlamak için öncelikle, Özal’ın Yunanistan’a yönelik “zeytin dalı” politikası 
ile neleri amaçladığını tespit ederek başlamak gerekir. Birincisi, Özal, iç ve dış 
siyasette barış ve istikrar olmadan ekonomik kalkınma planını uygulamaya 
koyamayacağının farkındaydı. Bu nedenle öncelikle, en azından mevcut 
sorunları bir kenarda dondurup alevlenmelerine engel olmayı amaçlıyordu. 
Bu dönemde Yunanistan ile özellikle Ege sorunlarından kaynaklı olarak bazı 
gerilimler yaşansa da, Özal’ın yapıcı ve tansiyonu düşürücü tutumu bunların 
çatışma seviyesine ulaşmasını engelledi. Mevcut krizlerin çatışmaya dönüşme 
potansiyelinin görülmesi tarafları yapıcı yaklaşıma iten önemli bir neden 
oldu. Bu açıdan Özal’ın ilk hedefini gerçekleştirdiği söylenebilir. İkinci olarak, 
Özal, taraflar arasında bir diyalog ortamı sağlamak ve tarafları çatışmacı 
dilden uzaklaştırmak istiyordu. Birbiri ile görüşmeyen halklar ve liderler 
arasında düşmanca duyguların daha da artması kaçınılmazdı. Türkiye’nin 
Yunanistan’a uygulanan vizeyi kaldırması ve ülkedeki Yunan malları ile ilgili 
kısıtlayıcı hükümlerin kaldırılması halklar arasındaki yakınlaşma bakımından 
önemli adımlardı. Özal’ın devletler arası ilişkilerdeki diyalog çağrısı ise Yunanistan tarafından başlangıçta olumlu karşılık bulmamış, Yunan ta
rafının tavrının değişmesi için Ocak 1988’deki Davos zirvesine beklemek 
gerekmiştir. İki liderin Davos’ta buluşması ve sonrasında ilerleyen süreç, 
işbirliğinin geliştirilmesi ve sorunların çözümü amacıyla kurulan komiteler 
devletler arasındaki diyaloğun da sağlandığını gösteriyordu. Sonuç olarak, 
Özal’ın diyalog ortamını tesis etmek hedefi başarıya ulaşmıştır. 

Özal döneminde yakalanamayan iki hedef ise ekonomik işbirliği girişimlerinin somutlaşması ve siyasi sorunlara kalıcı çözüm bulunmasıdır. 

Özal’ın başbakanlığı döneminde Davos sürecinin bir parçası olarak ekonomik 
işbirliğinin zeminin oluşturan önemli gelişmeler yaşanmıştır. Lakin bunların 
ticaret rakamlarına yansıması için 1990’ların sonu ve 2000’leri beklemek 
gerekecektir. Özal döneminde ticari ilişkilerde kayda değer bir artış 
sağlanamasa da ikili anlaşmalar ve kurulan komiteler gibi altyapı çalışmalarını 
takdir etmek hakşinaslığın gereğidir ve bu adımlar 1999 sonrası yaşanan 
hızlı gelişmenin önünü açmıştır. Özal kalıcı çözüm konusunda ise, tedrici 
yaklaşıma uygun olarak, beklentileri baştan beri düşük seviyede tutma 
gerçekçiliği içinde hareket etmiştir. 1980’lerde ikili ticarette kayda değer bir 
artış yaşanmadığı için iki ülke arasında karşılıklı bağımlılık ilişkisinin gerçekleştiği de söylenemez. 1980’lerin en önemli katkısı, tarafların çatışmacı 
dilinin yumaşaması ve diyalog ortamının tesisidir. Özetle, 1980’lerde yaşanan 
süreç 1999 sonrası yakınlaşma için güzel bir başlangıç noktası oluşturmuştur. 
Özal’ın barışçıl dili, krizleri diyalog ve yapıcı yaklaşımla çözme ısrarı ve ekonomik işbirliği için oluşturduğu kurumsal altyapı yakınlaşma döneminin öncüsü olmuştur. Bu açıdan Özal dönemi gelişmelerini kalıcı işbirliği doğrultusun da izlenen tedrici sürecin ilk ayağı olarak değerlendirmek gerekir. Ancak, 1990’ların sonu ve 2000’ler boyunca ticari ilişkilerdeki ciddi artışa rağmen siyasi konularda kalıcı bir çözüme ulaşılmış değildir. Öniş ve Yılmaz’ın dediği gibi,76 kalıcı işbirliğinin sağlanması için taraflar temel siyasi sorunlara “kazan-kazan” anlayışı ile yaklaşmalı ve “yüksek politika” alanına giren ana sorunları kararlı ve kapsamlı biçimde masaya yatırmalıdırar. Günümüzde dahi iki ülke siyasi konuların kriz çıkarmayacak düzeyde tutmayı tercih etmektedirler. Son dönemde Kıbrıs konusunda yapılan müzakereler ise gelecek için ümit vadedicidir. Kıbrıs müzakerelerinde başarı sağlanırsa kalıcı işbirliği için önemli bir aşama katedilmiş olacak ve diğer siyasi sorunların çözümü için uygun bir ortam ve ivme yakalanacaktır. 

DİPNOTLAR;

1 Mustafa Cüneyt Özşahin, “Barışın Ekonomi Politiği: Uluslararası İlişkilerde Liberal Kuram ve Ticari Liberalizm,” Uluslararası Hukuk ve Politika 9, No. 35 (2013), 92-93. 
2 Robert O. Keohane ve Joseph S. Nye, Power and Interdependence, (New York: Harper Collins Publishers, 1989), 24-29.
3 Bu iddiayı destekleyen ampirik çalışma örnekleri için bkz. John R. Oneal, Bruce Russett ve Michael L. Berbaum, “Causes of Peace: Democracy, Interdependence 
and International Organizations, 1885-1992,” International Studies Quarterly 47, No. 3 (2003), 371-393 ve Yuan-Ching Chang, “Economic 
Interdependence and International Interactions: The Impact of Country Size on Political Conflict and 
Cooperation,” Australian Journal of Political Science 39, No. 3 (2004), 605-623.
4 Özşahin, Barışın Ekonomi Politiği, 99.
5 Nitekim 1980 öncesinde Türkiye’nin komşusu Yunanistan ve SSCB ile ilişkilerinde işbirliği girişimlerinin cılız kaldığı, korku ve güvensizlik havasının daha belirleyici 
olduğu görülmektedir. Detaylar için Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler (1960-1980)”, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar 
Cilt 1: 1919-1980 içinde (Ed.) Baskın Oran, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005), 716-768 ve Erel Tellal, “SSCB’yle İlişkiler (1960-1980)”, Türk Dış Politikası Kurtuluş 
Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt 1: 1919-1980 içinde (Ed.) Baskın Oran, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005), 769-783. 
6 Bkz. Nora Fisher Onar, “Crisis or Opportunity? Turkey, Greece and the Political Economy of South 
East Europe in the 2010s,” Southeast European and Black Sea Studies 13, No. 3 (2013), 407-420; 
Mustafa Kutlay, “A Political Economy Approach to the Expansion of Turkish-Greek Relations: Interdependence 
or Not?,” Perceptions 14, No. 1-2 (2009), 91-119; Dimitris Tsarouhas, “The Political 
Economy of Greek-Turkish Relations,” Southeast European and Black Sea Studies 9, No.1-2 (2009), 
39-57; Constantine A. Papadopoulos, “Greek-Turkish Economic Cooperation: Guarantor of Détente 
or Hostage to Politics?,” Oxford Southeast European Studies Occasional Paper, No. 8/08 (2008), 
1-40 ve Ziya Öniş ve Şuhnaz Yılmaz, “Greek-Turkish Rapprochement: Rhetoric or Reality?,” Political 
Science Quarterly 123, No. 1 (2008), 123-149.
7 Mustafa Aydın, “Cacophony in the Aegean; Contemporary Turkish-Greek Relations,” Turkish 
Yearbook of International Relations, No. 27 (1997), 109-140; Ekavi Athanassopoulou, “Blessing in 
Disguise? The Imia Crisis and Turkish-Greek Relations,” Mediterranean Politics 2, No. 3 (1997), 
76-101 ve Nüzhet Kandemir, “Turkey-Greece Relations,” Fordham International Law Journal 19, No. 5 (1995), 1851-1856.
8 Andrew Bennett ve Alexander L. George, “Case Studies and Process Tracing in History and Political 
Science: Similar Strokes for Different Foci,” Bridges and Boundaries: Historians Political Scientists 
and the Study of International Relations içinde (Ed.) Colin Elman ve Miriam Fendius Elman 
(Massachusetts: The MIT Press, 2001), 152.
9 Bent Flyvbjerg, “Five Misunderstandings about Case-Study Research”, Qualitative Inquiry 2, No. 2 (2006), 225 ve 231.
10 Hüseyin Şahin, Türkiye Ekonomisi: Tarihsel Gelişimi-Bugünkü Durumu (Bursa: Ezgi Kitabevi, 2009), 184.
11 Yakup Kepenek ve Nurhan Yentürk, Türkiye Ekonomisi (İstanbul: Remzi Kitabevi, 2009), 175.
12 Şahin, Türkiye Ekonomisi, 186.
13 Yavuz Donat, Yavuz Donat’ın Vitrininden 3: Özal’lı Yıllar 1983-1987 (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1987), 13.
14 Turgut Özal, 6 Kasım 1983 Seçimi Öncesi Basın Mensuplarıyla 25 Ekim 1983 Tarihinde TRT’de Yaptığı Açık Oturum (Ankara: Semih Ofset, 1983), 5-21.
15 Turgut Özal, Başbakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, Beyanat ve Mülakatları (Ankara: Başbakanlık Basımevi, 1984), 14 ve 16.
16 Kenan Evren, Kenan Evren’in Anıları 4 (İstanbul: Milliyet Yayınları, 1991), 151.
17 Kepenek ve Yentürk, Türkiye Ekonomisi, 199-209.
18 David Barchard, Turkey and the West (Londra: Routledge & Kegan Paul, 1985), 35-36.
19 Mehmet Barlas, Turgut Özal’ın Anıları (İstanbul: Birey Yayıncılık, 2001), 184.
20 Cengiz Çandar, “Turgut Özal Twenty Years After: The Man and the Politician,” Insight Turkey 15, No. 2 (2013), 27-36.
21 Aytekin Yılmaz, “Türk Bürokrasi Geleneği ve Özal,” Özal: Siyaset, İktisat, Zihniyet içinde (Ed.) İhsan Dağı ve İhsan Sezal (İstanbul: Boyut Kitapları, 2003), 96-97.
22 Zeki Duman, Türkiye’de Liberal-Muhafazakâr Siyaset: Turgut Özal (Ankara: Kadim Yayınları, 2010), 190.
23 Mustafa Erdoğan, “Türk Politikasında Bir Reformist,” Özal: Siyaset, İktisat, Zihniyet içinde (Ed.) İhsan Dağı ve İhsan Sezal (İstanbul: Boyut Kitapları, 2003), 22.
24 Nevra Y. Laçinok, “Turgut Özal,” Türk Dış Politikasında Liderler içinde (Ed.) Ali F. Demir (İstanbul: Bağlam Yayınları, 2007), 555.
25 Özal, Başbakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, 98.
26 David Barchard’la 23 Mart 2014 tarihinde Nevşehir’de yapılan röportaj.
27 Duman, Türkiye’de Liberal-Muhafazakâr Siyaset, 318.
28 Özal, Başbakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj,385.
29 Hasan Cemal, Özal Hikâyesi (İstanbul: Doğan Kitap, 2004), 126-127.
30 Özal, Başbakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, 94.
31 Hasan Cemal, “Özal’ın En Kritik Beş Yılı,” Cumhuriyet, 6 Temmuz 1984.
32 Ali Bozer’le 28 Nisan 2014 tarihinde Ankara’da yapılan mülakat.
33 Ercüment Yavuzalp, Liderlerimiz ve Dış Politika (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1996), 267.
34 Samim Lütfü, “Dış Politikanın Gerçekleri”, Cumhuriyet, 24 Ocak 1985, 3.
35 Hale Gönültaş, Mehmet Keçeciler: Merkez Siyasetin Perde Arkası (İstanbul: Hayy Kitap, 2014), 201.
36 Cemal, Özal Hikâyesi, 316-317.
37 Hüseyin Fidan, 1920-2010 Türk Siyasi Tarihi (Ankara: Nobel Yayın, 2010), 261.
38 Mehmed A. Birand, “A Turkish View of Greek-Turkish Relations,” Journal of Political and Military Sociology 16 (1988), 173.
39 Evren, Kenan Evren’in Anıları 4, 470.
40 Kenan Evren, Kenan Evren’in Anıları 5 (İstanbul: Milliyet Yayınları, 1991), 37.
41 Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler (1980-1990)”, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt 2: 1980-2001 içinde (Ed.) Baskın Oran, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2006), 105.
42 Kemal Kirişçi, “The ‘Enduring Rivalry’ between Greece and Turkey: Can Democratic Peace Break it?,” Alternatives 1, No. 1 (2002), 39-41.
43 Özal, Başbakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj,135.
Bilge Strateji, Cilt 8, Sayı 15, Güz 2016
44 Öniş ve Yılmaz, Greek-Turkish Rapprochement, 125.
45 “Özal: Baskılar, Kıbrıs’ta Çözümsüzlük Getirir”, Cumhuriyet, 1 Nisan 1984.
46 “Papandreou Özal’ın İşbirliği Çağrısını Soğuk Karşıladı”, Cumhuriyet, 12 Ocak 1984.
47 “Özal: Papandreou ile Tanışma Buluşması Yapmak İstiyorum”, Cumhuriyet, 26 Nisan 1984.
48 “BBC, İki Başbakanı Radyo Programında Bir Araya Getirdi”, Cumhuriyet, 9 Kasım 1984.
49 “Limni Krizi”, Cumhuriyet, 18 Kasım 1984.
50 Evren hatıratında konuyla ilgili görüşünü şöyle ifade eder: “Mademki ortada uluslararası bir antlaşma var [Lozan’a atıfta bulunuyor, EE], o antlaşma da halen yürürlüktedir, o halde bunu yok farz etmek suretiyle orada antlaşmalara aykırı olarak konuşlandırılmış kuvvetler NATO emrine tahsis edilemez.” Bkz. Evren, Kenan Evren’in Anıları 5,143.
51 “Özal: NATO’da Veto Olabilir”, Cumhuriyet, 24 Kasım 1984.
52 “Özal: Papandreou ile El Sıkışmalıyız”, Cumhuriyet, 13 Mart 1985.
53 “Papandreou: Önce Kıbrıs Sonra Diyalog”, Cumhuriyet, 3 Nisan 1985.
54 “Özal’dan Papandreou’ya Dostluk Çağrısı: Gel Tarih Yaratalım”, Cumhuriyet, 4 Nisan 1985. 
55 “Papandreou’dan Özal’a: Diyalogda Yarar Görüyorum”, Cumhuriyet, 4 Şubat 1986.
56 “AET’de Atina’ya Türk Jesti”, Cumhuriyet, 24 Ocak 1987.
57 “Papandreou: Balkanlar’ın Altı Üstüne Gelir”, Cumhuriyet, 28 Mart 1987.
58 “Kriz Donduruldu”, Cumhuriyet, 29 Mart 1987.
59 C. W. Mccaskill, “U.S.-Greek Relations and the Problems of the Aegean and Cyprus”, Journal of Political and Military Sociology 16 (1988), 222.
60 “Özal’ın Diyalog Mesajı Atina’da”, Cumhuriyet, 2 Nisan 1987.
61 “Atina Yokluyor”, Cumhuriyet, 7 Nisan 1987.
62 A.g.e.
63 “Papandreou ile Gündemsiz Görüşelim”, Cumhuriyet, 2 Kasım 1987.
64 Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler (1980-1990)”, 111.
65 A.g.e., 114.
66 “Diyalog İçin Üç Olumlu Adım”, Cumhuriyet, 1 Şubat 1988.
67 A.g.e.
68 “İlk Jest Özal’dan”, Cumhuriyet, 2 Şubat 1988.
69 “AT’ye Kıbrıs Kilidi”, Cumhuriyet, 27 Nisan 1988.
70 “Atina Randevusu”, Cumhuriyet, 13 Haziran 1988.
71 BBYEGM, Dış Basında Başbakan Turgut Özal’ın Atina Ziyareti (Ankara: 1988), 82-83. 
72 “Davos Ruhu Atina’da Kıpırdadı”, Cumhuriyet, 8 Eylül 1988.
73 Kaşif Eryalçın, “Türkiye ile Yunanistan Arasındaki Ticari ve Ekonomik İlişkiler”, 2014, http://www.
mfa.gov.tr/turkiye-ile-yunanistan-arasindaki-ticari-ve-ekonomik-iliskiler.tr.mfa (Erişim: 11.10.2014)
74 https://biruni.tuik.gov.tr/disticaretapp/disticaret.zul?param1=4&param2=0&sitcrev=0&isicrev=0&
sayac=5808 (Erişim: 10.06.2016)
75 T.C. Atina Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği,“Yunanistan Ekonomisi: Gelişmeler, Beklentiler ve Türkiye ile Ticareti”, 2009, http://www.counsellors.gov.tr/upload/gr/yunanekonomibilginotu.
doc+&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr (Erişim: 11.10.2014) ve T.C. Ekonomi Bakanlığı, “Yunanistan: Türkiye İle Ticaret”, http://www.ekonomi.gov.tr/portal/faces/oracle/webcenter/portalapp/pages/content/
htmlViewerUlkeler.jspx?contentId=UCM%23dDocName%3AEK-161044 (Erişim: 11.10.2014) 
Bilge Strateji, Cilt 8, Sayı 15, Güz 2016
76 Öniş ve Yılmaz, Greek-Turkish Rapprochement, 144-145.


KAYNAKÇA

Ali Bozer’le 28 Nisan 2014 tarihinde Ankara’da yapılan mülakat.

Athanassopoulou, Ekavi. “Blessing in Disguise? The Imia Crisis and Turkish-
Greek Relations,” Mediterranean Politics 2, No. 3 (1997): 76-101.

Aydın, Mustafa. “Cacophony in the Aegean; Contemporary Turkish-Greek 
Relations,” Turkish Yearbook of International Relations, No. 27 (1997): 109-
40.

Barchard, David. Turkey and the West. Londra: Routledge & Kegan Paul, 
1985. 

Barlas, Mehmet. Turgut Özal’ın Anıları. İstanbul: Birey Yayıncılık, 2001.

BBYEGM, Dış Basında Başbakan Turgut Özal’ın Atina Ziyareti, Ankara: 
1988. 

Bennett, Andrew ve George, Alexander L. “Case Studies and Process Tracing 
in History and Political Science: Similar Strokes for Different Foci,” Bridges 
and Boundaries: Historians Political Scientists and the Study of International 
Relations içinde (Ed.) Colin Elman ve Miriam Fendius Elman, Massachusetts: 
The MIT Press, 2001.

Birand, Mehmet A. “A Turkish View of Greek-Turkish Relations.” Journal of 
Political and Military Sociology 16 (1988): 173-83. 

Cemal, Hasan. Özal Hikâyesi. İstanbul: Doğan Kitap, 2004.

Cemal, Hasan. “Özal’ın En Kritik Beş Yılı”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 1984.

Chang, Yuan-Ching. “Economic Interdependence and International Interactions: 
The Impact of Country Size on Political Conflict and Cooperation.” 
Australian Journal of Political Science 39, No. 3 (2004): 605-23.

Çandar, Cengiz. “Turgut Özal Twenty Years After: The Man and the Politician.” 
Insight Turkey 15, No. 2 (2013): 27-36.

David Barchard’la 23 Mart 2014 tarihinde Nevşehir’de yapılan mülakat.

Donat, Yavuz. Yavuz Donat’ın Vitrininden 3: Özal’lı Yıllar 1983-1987. Ankara: 
Bilgi Yayınevi, 1987.

Duman, Zeki. Türkiye’de Liberal-Muhafazakâr Siyaset: Turgut Özal. Ankara: 
Kadim Yayınları, 2010.

Erdoğan, Mustafa. “Türk Politikasında Bir Reformist”, Özal: Siyaset, İktisat, 
Zihniyet içinde (Ed.) İhsan Sezal ve İhsan Dağı, İstanbul: Boyut Kitapları, 2003.


Eryalçın, Kaşif. “Türkiye ile Yunanistan Arasındaki Ticari ve Ekonomik İlişkiler”, 
2014, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ile-yunanistan-arasindaki-ticari-
ve-ekonomik-iliskiler.tr.mfa (Erişim: 11.10.2014)

Evren, Kenan. Kenan Evren’in Anıları 4. İstanbul: Milliyet Yayınları, 1991. 

Evren, Kenan. Kenan Evren’in Anıları 5. İstanbul: Milliyet Yayınları, 1991. 

Fırat, Melek. “Yunanistan’la İlişkiler (1960-1980)”, Türk Dış Politikası Kurtuluş 
Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt 1: 1919-1980 içinde 
(Ed.) Baskın Oran, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005. 

Fırat, Melek. “Yunanistan’la İlişkiler (1980-1990)”, Türk Dış Politikası Kurtuluş 
Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt 2: 1980-2001 içinde 
(Ed.) Baskın Oran, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006. 

Fidan, Hüseyin. 1920-2010 Türk Siyasi Tarihi. Ankara: Nobel Yayın, 2010.

Flyvbjerg, Bent. “Five Misunderstandings about Case-Study Research”, 
Qualitative Inquiry 2, No. 2 (2006): 219-45.

Gönültaş, Hale. Mehmet Keçeciler: Merkez Siyasetin Perde Arkası. İstanbul: 
Hayy Kitap, 2014.

https://biruni.tuik.gov.tr/disticaretapp/disticaret.zul?param1=4&param2=0&
sitcrev=0&isicrev=0&sayac=5808 (Erişim: 10.06.2016)

Kandemir, Nüzhet. “Turkey-Greece Relations,” Fordham International Law 
Journal 19, No. 5 (1995): 1851-56.

Keohane, Robert O. ve Nye, Joseph S. Power and Interdependence. New 
York: Harper Collins Publishers, 1989.

Kepenek, Yakup ve Yentürk Nurhan. Türkiye Ekonomisi. İstanbul: Remzi Kitabevi, 
2009.

Kirişçi, Kemal. “The ‘Enduring Rivalry’ between Greece and Turkey: Can 
Democratic Peace Break it?,” Alternatives 1, No. 1 (2002): 38-50.

Kutlay, Mustafa. “A Political Economy Approach to the Expansion of Turkish-
Greek Relations: Interdependence or Not?,” Perceptions 14, No. 1-2 (2009): 
91-119.

Laçinok, Nevra Y. “Turgut Özal”, Türk Dış Politikasında Liderler içinde (ed.) 
Ali F. Demir, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2007.

Lütfü, Samim. “Dış Politikanın Gerçekleri”, Cumhuriyet, 24 Ocak 1985.

Mccaskill, C. W. “U.S.-Greek Relations and the Problems of the Aegean and 
Cyprus.” Journal of Political and Military Sociology 16 (1988): 215-33.

Onar, Nora Fisher. “Crisis or Opportunity? Turkey, Greece and the Political 
Economy of South East Europe in the 2010s,” Southeast European and Black 
Sea Studies 13, No. 3 (2013): 407-20.

Oneal, John. R., Russett, Bruce ve Berbaum, Michael L. “Causes of Peace: 
Democracy, Interdependence and International Organizations, 1885-1992.” 
International Studies Quarterly 47, No. 3 (2003): 371-93.

Öniş, Ziya ve Yılmaz, Şuhnaz. “Greek-Turkish Rapprochement: Rhetoric or 
Reality?,” Political Science Quarterly 123, No. 1 (2008): 123-49. 

Özal, Turgut. 6 Kasım 1983 Seçimi Öncesi Basın Mensuplarıyla 25 Ekim 1983 
Tarihinde TRT’de Yaptığı Açık Oturum. Ankara: Semih Ofset, 1983.

Özal, Turgut. Başbakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, Beyanat ve Mülakatları. 
Ankara: Başbakanlık Basımevi, 1984.

Özşahin, Mustafa C. “Barışın Ekonomi Politiği: Uluslararası İlişkilerde Liberal 
Kuram ve Ticari Liberalizm.” Uluslararası Hukuk ve Politika 9, No. 35 
(2013): 85-113.

Papadopoulos, Constantine A. “Greek-Turkish Economic Cooperation: Guarantor 
of Détente or Hostage to Politics?,” Oxford Southeast European Studies 
Occasional Paper, No. 8/08 (2008): 1-40.

Şahin, Hüseyin. Türkiye Ekonomisi: Tarihsel Gelişimi-Bugünkü Durumu. 
Bursa: Ezgi Kitabevi, 2009.

T.C. Atina Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği. “Yunanistan Ekonomisi: Gelişmeler, 
Beklentiler ve Türkiye ile Ticareti”, 2009, http://www.counsellors.
gov.tr/upload/gr/yunanekonomibilginotu.doc+&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr 
(Erişim: 11.10.2014)

T.C. Ekonomi Bakanlığı. “Yunanistan: Türkiye İle Ticaret”, 2014, http://
www.ekonomi.gov.tr/portal/faces/oracle/webcenter/portalapp/pages/content/
htmlViewerUlkeler.jspx?contentId=UCM%23dDocName%3AEK-161044 
(Erişim: 11.10.2014)

Tellal, Erel. “SSCB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşı’ndan 
Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt 1: 1919-1980 içinde (Ed.) Baskın 
Oran, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005. 

Tsarouhas, Dimitris. “The Political Economy of Greek-Turkish Relations,” 
Southeast European and Black Sea Studies 9, No.1-2 (2009): 39-57.

Yavuzalp, Ercüment. Liderlerimiz ve Dış Politika. Ankara: Bilgi Yayınevi, 
1996.

Yılmaz, Aytekin. “Türk Bürokrasi Geleneği ve Özal”, Özal: Siyaset, İktisat, 
Zihniyet içinde İhsan Sezal ve İhsan Dağı, İstanbul: Boyut Kitapları, 2003.


Turgut Özal’ın Ekonomi Odaklı Dış Politikası:Yunanistan’a Yönelik “Zeytin Dalı” Diplomasisi Örneği
Bilge Strateji, Cilt 8, Sayı 15, Güz 2016







***