22 Şubat 2017 Çarşamba

MİLLİ KIBRIS DAVAMIZ.., NEREYE? BÖLÜM 2




MİLLİ KIBRIS DAVAMIZ..,  NEREYE?  BÖLÜM 2






Osmanlı Devleti Kıbrıs'ı Ülkesinin Emniyeti İçin Fethetti

Osmanlı Devleti'nin de, Kıbrıs Adası'nın Osmanlı ülkesinin emniyeti bakımından taşıdığı büyük önemin şuuru içinde Kıbrıs adasını fethettiği bir gerçektir.
Osmanlı Devleti'nin Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa'nın hepimizin daha ilkokul, ortaokul çağlarımızda öğrendiğimiz Kıbrıs hakkındaki meşhur sözü vardır. Ada'nın Türkler tarafından fethinden birkaç ay sonra 1571 Ekim ayındaki İnebahtı deniz muharebesinden sonra söylenmiştir.
Türklerden Kıbrıs'ın kaybının acısını çıkarmak için oluşturulan haçlılar donanmasının İnebahtı'da (Laponte) baskın yapıp Osmanlı donanmasına çok ağır kayıplar verdirmesinden sonra kendisini ziyaret eden Venedik elçisini kabulünde şöyle konuşuyor Sokullu Mehmet Paşa: "Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik;  siz ise İnebahtı’nda bizim sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez, ama kesilen sakal daha gür olarak yeniden çıkar." Bu sözün Kıbrıs'ın stratejik önemini ve değerini ortaya veciz biçimde koyduğu kuşkusuzdur.
Gerçekten de, Osmanlı Devleti, Kıbrıs’ı fethetme kararı aldığı zaman orada Türkler ve Müslümanlar yaşamıyordu. Osmanlı Devleti, sadece bir büyük güç olabilmenin ve Doğu Akdeniz’i ve deniz ticaret yollarını büyük bir güce yaraşır biçimde kontrol edebilmenin ve Anadolu’nun emniyetini sağlayabilmenin gereği olarak Kıbrıs’a hâkim olmuştur. Bunu da muazzam ve muhteşem bir imparatorluk haline gelerek gücünün zirvesine eriştiği; Doğu Akdeniz’i âdeta bir Türk gölüne dönüştürdüğü ve Dünyaya gücünü kabul ettirdiği  “Yükselme Devrinde” gerçekleştirebilmiştir.  307 yıl hukuken ve fiilen,  45 yıl da hukuken olmak üzere 352 yıl egemenliği altında tutmuştur. Gücünü yitirdiği  “Yıkılma Devrinde” 1878 yılında Rusya'dan Anadolu topraklarına yönelen çok ciddi tehdit ve tehlike üzerine, İngiltere'nin vereceği askerî destek karşılığında Kıbrıs'ın İngiltere tarafından işgal ve idare edilmesine, akdedilen bir Sözleşme çerçevesinde bazı şartlarla razı olmak mecburiyetinde kalmıştır. İngiltere’nin Ada’yı ilhak ettiğini 5 Kasım 1914 tarihinde açıkladığı zaman da bunu tanımadığını fiilen gösterecek gücü kendisinde görememiştir.
Bu tarihî hakikat karşısında Kıbrıs adasının, Osmanlı Devleti’nin gücünün, bölgesindeki ve dünyadaki ağırlığının, itibarının bir ölçüsü veya mihenk taşı olarak alınabileceğini söylemenin pek de yanlış olmayacağını düşünüyorum.

Kıbrıs Adası Türkiye'nin Millî Güvenliği İçin Önemlidir

Aynı ölçü, Türkiye Cumhuriyeti için de geçerlidir. Çünkü Türkiye, 1923'den bu yana Kıbrıs adasının millî güvenliğine bir tehdit üssü olarak kullanılmasına, hayatî çıkarlarına zarar vermesine müsaade etmemiştir.

Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar, Lozan Barış Konferansı'nda Kıbrıs'ın Yunanistan'ın egemenliğine bırakılacağı ümidi ve beklentisi içinde olmuşlardır. Konferans'ın açılışından önce ve açıldıktan sonra Kıbrıs'ın Yunanistan'a verilmesi için gayret sarfedenler ve bu amaçla Türk heyetine baskı yapanlar olmuştur.

"Lozan Dengesi"

Filhakika, Konferans'da Andlaşma'nın ilk taslağı olarak hazırlanan belgede, Osmanlı Devleti’nin üzerinden egemenliğini terk ettiği topraklarda ve Kıbrıs dâhil adalarda, gelecekte ilhak, bağımsızlık ilânı veya herhangi bir başka rejim kurulması yolunda alınacak kararları Türkiye'nin önceden uygun bulmasını, kabullenmesini ve tanımasını öngören bir hükme yer verilmiştir. [xxx]

Büyük Önder Mustafa Kemal Paşa’danda güç ve destek alan Lozan Kahramanı İsmet Paşa,  Antlaşma'da Kıbrıs'ın Yunanistan'a verilmesini hükme bağlayan veya sonradan Yunanistan’a devredilebilmesine kapıyı açan  böyle bir maddenin yer almasını, kararlı bir tutum göstererek önlemiştir.

Antlaşma'da Kıbrıs'ın İngiltere'nin egemenliği altında bırakılarak, Kıbrıs bakımından Türkiye ile Yunanistan arasında siyasî ve stratejik denge oluşturulmasını sağlamıştır. Türkiye’nin o zamandan bu zamana kadar dış politikasında korunmasına titizlik gösterdiği “Lozan Dengesi” kavramı böylece ortaya çıkmıştır.

Lozan Konferansına katılmış ve Barış Antlaşması’nı imzalamış olan Yunanistan Antlaşma’nın Kıbrıs’ın İngiltere’nin egemenliği altına konulmasına ilişkin maddesi hakkında herhangi bir çekince beyan etmemiş olduğunu da hatırda tutmak lâzımdır.

1960 Antlaşmaları "Lozan Dengesini" Pekiştirdi

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devleti'nin Yıkılıma Devrinde İngiltere'ye terk etmek ve üzerindeki askerini geri çekmek mecburiyetinde kaldığı Kıbrıs'taki Türk varlığının koruyucusu ve güvencesi olmuştur.  1960 Antlaşmalarıyla Lozan Dengesini pekiştirmiştir. Kıbrıs'ta hukukî, etkin ve  fiilî hak ve yetkiler elde etmiştir. Askerini Kıbrıs'tan çektikten 82 yıl sonra yeniden Ada'da konuşlandırmıştır. Yunanistan'ın silâh yoluyla "enosis" i gerçekleştirme teşebbüslerini, 1974'de olduğu gibi, kendisinin sebep olmadığı bir harbin bütün olumsuz sonuçlarını da göze alarak boşa çıkarmıştır. 1974 Barış Harekâtımız Kıbrıs sorununun gerçekçi ve yaşayabilir bir çözüm şekline kavuşturulması için gerekli parametrelerin ada sathında fiilen oluşmasını sağlamıştır.Kıbrıs Türk halkı kendi bağımsız ve egemen Devletine, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne sahip olmuştur.

Millî Dava İçin Millî Duruş

Özetle, yeniden bir vurgulama yapmak istiyorum.  Özellikle 1950'li yılların ortalarından başlayarak 2003 başına kadar, zaman zaman içinden geçilen çok ağır iç ve dış şartlara rağmen, Kıbrıs konusunda, Türkiye’de, Devlet’in bütün kurumlarını, TBMM’ni, bütün siyasî partileri, genç ihtiyar bütün halkımızı kaplayan ve basınımız tarafından gönül birliği içinde yansıtılan bir “millî heyecan” vardı.  Bu heyecana yol açan faktör “millî dava” anlayışıydı. Bu anlayış Kıbrıs adasının Türkiye için taşıdığı önemin ve değerin bilincine varmanın sonucunda ortaya çıkmıştı.  “Millî dava’ya” sahip çıkma kararlılığı içinde dimdik bir millî duruş gösteriliyordu. Dış politikada bir başka hedefe ulaşmak için Kıbrıs konusunda geri adım atmak, taviz vermek gibi bir anlayış, ne hükûmetlerimizde vardı, ne de kamuoyunu besleyen gazetelerimizde.
Türkiye, İsmet İnönü'nün Başbakan olduğu dönemde, bir taraftan 12 Eylül 1963 günü Ankara'da Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Ortaklık Anlaşması imzalayarak Avrupa ile siyasî ve ekonomik bütünleşme yolunda tarihî adımı atmıştı.  Diğer taraftan da, Türkiye, yaklaşık 100 gün sonra 21 Aralık günü Kıbrıslı Rumlar Kıbrıs Türk halkına silâhlı saldırılara başlayınca, 25 Aralık günü savaş uçaklarını Kıbrıs semalarında uçurarak; donanmasını Kıbrıs karasularına sokarak soydaşlarının yanında olduğunu dünya göstermişti.
Rauf Denktaş: Ben Türkiyesiz Cennete Bile Girmem
Kıbrıs’taki soydaşlarımız da, önce Dr. Fazıl KÜÇÜK ve sonra Rauf DENKTAŞ gibi anavatan Türkiye'ye inançla bağlı kahramanların önderliğinde ve liderliğinde mücahitlik ruhu içinde canları pahasına “enosis” e karşı direnmişlerdir.
Daha sonraki yıllarda, Kıbrıs Türk halkı, AB'ne katılım konusunda, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üye olmasından önce, kendilerinin bir çözüm çerçevesinde AB'ne katılmalarının,  Rumları ve Yunanistan'ı tarihi "enosis" emellerine kavuşturacağının farkında olmuştur. Rauf Denktaş demeçlerinde "ben Türkiyesiz Cennet'e bile girmem" şeklinde konuşmuştur.
Prof. Dr. A. Davutoğlu'nun Kaleminden  Kıbrıs'ın Önemi:
Kıbrıs müzakere sürecinin Şubat 2014'de başlatılmasında ABD Cumhurbaşkanı Yardımcısı Biden ve ABD Dışişleri Bakanı Kerry ile birlikte  baş başrolü oynayan aktörlerden biri olan Başbakan Davutoğlu'nun Kıbrıs Adasının genel olarak ve özellikle Türkiye için olan önemine dair görüşlerini ve değerlendirmelerini dikkatinize sunmak istiyorum.

Benimde paylaştığım bu isabetli görüşler ve değerlendirmeler, Sayın Davutoğlu'nun Akademisyen sıfatıyla kaleme alıp yayınladığı "Stratejik Derinlik" isimli kitabında [xxxi] yer almaktadır.

Zamandan tasarruf için özetle zikretmem gerekirse, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu kitabında,
▬ Kıbrıs konusunun Türkiye'nin tarihî sorumluluklarının bir sonucu olarak ve Ada'nın coğrafî konumunun jeostratejik açıdan taşıdığı önem sebebiyle ülkemizi doğrudan ilgilendirdiğini;
▬ Ada'da tek bir Müslüman Türk yaşıyor olmasa bile Türkiye'nin bir Kıbrıs meselesinin olması gerektiğini;
▬ Çünkü, Ege'den soyutlanmış  ve Kıbrıs Rum Kesimi ile güneyden çevrilmiş bir Türkiye'nin dünyaya açılma kapılarının  önemli ölçüde sınırlanmış olacağını;
▬ Ayrıca, Kıbrıs'ın, Türkiye'nin Hazar-Karadeniz-Boğazlar-Ege Denizi-Doğu Akdeniz-Süveyş-Basra Körfezi hattından oluşan yakın deniz kuşağı ile ilgili genel bir deniz stratejisinin kilit unsuru olarak özel bir önem taşıdığını;
▬ Kıbrıs adasının sabit bir üs ve uçak gemisi konumunda olduğunu;
▬ Türkiye'ye hasım bir gücün Kıbrıs'a yerleştirilebileceği bir füzenin Anadolu topraklarını tehdit edebileceğini;
▬ Bu tehdidin Rusya, Ermenistan ve Suriye'den de ülkemize yönelebilecek tehditlerle birleşmesi halinde Türkiye'de hiçbir güvenlikli alanının kalmayabileceğini;
▬ Hiçbir ülkenin kendi hayat alanının kalbinde yer alan böyle bir adaya kayıtsız davranamayacağını;
▬ Öte yandan, Kıbrıs'ı ihmal eden bir ülkenin küresel ve bölgesel politikalarda etkinlik kazanamayacağını;
▬ Nitekim,Almanya'nın da Kıbrıs politikasının amacının,  güney hattı üzerinde önemli bir stratejik ayak elde etmeye,  İskenderun Körfezindeki ve Doğu Akdeniz çıkışı üzerindeki kontrolünü arttırmaya ve Avrupa'yı Ortadoğu bölgesine de müdahil bir konuma getirmeye  matuf bulunduğunu;  
▬ Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Ege, Süveyş Boğazı, Kızıl Deniz ve Körfez üzerinde stratejik hesaplar yapan hiçbir küresel ve bölgesel gücün Kıbrıs adasını ihmal edemeyeceğini,
kolayca anlaşılır açık bir dille ifade etmiştir.
Davutoğlu: "Kıbrıs'ta Çözüme Çok Yakınız
Başbakan Ahmet Davutoğlu,  8 Mart Salı günü Türkiye - Yunanistan İşbirliği Konseyi toplantısı vesilesiyle İzmir'de buluştuğu Yunanistan Başbakanı Alexis Tsipras ile yaptığı ortak basın toplantısında, memnun bir tarzda, "Kıbrıs'ta çözüme çok yakınız"  demiştir. [xxxii] Tsipras ise aynı değerlendirmeyi yapmamıştır.
Davutoğlu'nun kitabındaki değerlendirmelerinin de ışığında "yakın olduğumuz" çözüm şeklinin, Türkiye'nin millî çıkarları ve millî güvenliği açısından Kıbrıs sorununun çözümü için Devletimiz tarafından belirlenmiş olan parametrelere tamamen uygun olduğunu düşünmemiz ve beklememiz doğaldır.
Kıbrıs müzakere sürecinin seyri medya karartması uygulanmaktadır. Bu karartmaya sadece Türk tarafı büyük ölçüde uymaktadır.  Oysa, Rum tarafında müzakerelerdeki gelişmeler hakkında günü gününe tartışma cereyan etmektedir. Resmî demeçler verilmektedir. Bunlardan, Rum tarafının müzakere başlıkları altındaki konuların birçoğunda Türk tarafının savunduğu tezleri kabul etmekten uzak durdukları anlaşılmaktadır. Akıncı ileAnastasiadis arasındaki görüşmelerin birinci yılında, Türk tarafı için hayatî önemi haiz parametrelerde herhangi bir mutabakat ortaya çıktığını söylemek mümkün değildir.
Belirtiler, Kıbrıs sorununu, Atatürk'den başlayarak, çeşitli Devlet adamlarımızın, siyasetçilerimizin ve son 14 yıldır da Başbakan Başdanışmanı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan olarak Kıbrıs politikalarımızın oluşturulmasında ve uygulanmasında etki ve söz sahibi olmuş bulunan Profesör. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun, Kıbrıs adasının özellikle Türkiye için önemine dair yapmış olduğu değerlendirmelere uygun düşen bir çözüme kavuşturmanın mümkün olamayacağını ortaya koymaktadır.
Kaldı ki, Anastasiadis'i müzakere masasına çekebilmek ve müzakereleri başlatabilmek için, Rum tarafına peşin tavizler verilmiş bulunmaktadır.
Ortak Bildiri Türk - Amerikan Ortak Üretimi
Müzakere süreci için - hiç de ihtiyaç yokken - çerçeve belgesi niteliği kazandırılmış olan 11 Şubat 2014 tarihli Liderlerin Ortak Bildirisi, Türkiye ve ABD'nin ve  belirli ölçüde de AB'nin yürüttükleri ortak bir diplomasinin mahsulüdür. 
Bu Belge adeta çullanma şeklindeki bir diplomasiyle KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Derviş Eroğlu'na kabul ettirilmiştir.
Bu Ortak Bildiri, Türkiye'nin çözüm şekli için belirlemiş ve kamuoyu ile de 2008 yılında paylaşmış olduğu parametrelerle uyum halinde değildir.
Ortak Bildiri hakkındaki değerlendirmemi "Eroğlu - Anastasiadis Ortak Bildirisi Hakkında Değerlendirme" başlıklı bir yazıyla kamuoyumuz ile zamanında paylaşmıştım. İnternetten ulaşmak mümkündür.
Türkiye'nin Parametreleri
Türkiye, Kıbrıs müzakere sürecinde gözetilmesini öngördüğü parametreleri, 2008 Mart ayında alt yapısı oluşturulan Talât- Hristofyas görüşmeleri münasebetiyle MGK'nın 24 Nisan 2008 tarihli toplantısında belirlemiş ve kamuoyuna açıklamıştır.
MGK’nın Kıbrıs sorununun çözümü konusunda benimsediği görüş MGK’nın anılan Basın Açıklamasında (2/C paragrafı) şu şekilde ifade edilmiştir:
Kıbrıs'ta 21 Mart 2008 tarihinde başlayan yeni süreç ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bu çerçevede, Türkiye'nin Kıbrıs'ta adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması çabalarını içtenlikle desteklediği, çözümün Ada'daki gerçekler temelinde iki ayrı halkın ve iki demokrasinin varlığına dayanacağı, iki kesimliliğin, iki tarafın siyasi eşitliğinin, iki kurucu devletin eşit statüsünün ve yeni ortaklık devleti parametrelerinin korunmasının esas olduğu, garanti ve ittifak antlaşmalarının yürürlükte kalacağı vurgulanmıştır.”[xxxiii]
MGK, daha önce de, 5 Nisan 2004 toplantısına ilişkin Basın Açıklamasında [xxxiv]çözümün Avrupa Birliği'nin birincil hukuku durumuna getirilmesinin önemini” vurgulamış ve “müzakere süreci içinde bu yönde Türkiye ve KKTC'ne verilen güvencelerin fiilen uygulamaya geçirilmesinin yakından ve ısrarlı bir biçimde izlenmeye devam edilmesi” gerektiğini belirtmiştir.
Ayrıca "....sürecin başlaması durumunda, Ada'daki Türk varlığının, Türkiye'nin garantörlüğünün ve iki kesimlilik ilkesinin zayıflatılmaması amacıyla uygulamada gerekli dikkat ve özenin gösterilmesi " vurgulanmıştır.
Belirlenen bu parametreler daha sonra MGK'nın 30 Haziran 2009,  28 Aralık 2009 ve 19 Şubat 2010 tarihinde yayınlanan Basın Bildirileriyle de teyit edilmişlerdir.
Ada'daki Gerçekler
Kıbrıs sorununun müzakereye dayanan âdil ve kalıcı bir çözüm şekline kavuşabilmesi için temel alınması gereken unsurları/parametreleri MGK'nın değerlendirmesini esas alarak şu şekilde sıralayabilirim:
1. Ada’daki gerçekler temelinde çözüm;
2. İki ayrı halk;
3. İki ayrı demokrasi;
4. İki kesimlilik;
5. İki Tarafın siyasî eşitliği;
6. Yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması;
7. Eşit statüde iki kurucu Devlet;
8. 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının yürürlükte kalmaları;
9. Çözüm şeklinde  “parametrelerin korunması”. Özellikle Ada'daki Türk varlığının, Türkiye'nin garantörlüğünün ve iki kesimlilik ilkesinin zayıflatılmaması. Bunun için de çözümün Avrupa Birliği'nin birincil hukuku durumuna getirilmesi.
Bu parametreler/unsurlar, Türkiye’de ve KKTC’de en yüksek düzeylerde Devlet ve Hükûmet ricalinin çeşitli vesilelerle verdikleri demeçlerle de vurgulanmıştır.
Örneğin, o zamanki Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül  o zamanki KKTC Cumhurbaşkanı Sayın M. Ali Talât ile 3 Ocak 2008 tarihinde Ankara’da yaptığı görüşmeden sonra “Kıbrıs'ta yaşanabilir çözümün, Ada'nın gerçeklerine ve  iki ayrı halk, iki demokrasi ve iki devletin varlığına dayalı” olarak elde edilebileceğini beyan etmiştir. [xxxv]
Cumhurbaşkanı Sayın Gül, 24. Dönem 4. Yasama Yılı'nın açılışı nedeniyle TBMM Genel Kurulu'nda 1 Ekim 2013 günü yaptığı konuşmada da “çözümün parametreleri esasen bellidir” demiştir.[xxxvi]
KKTC’nin Cumhurbaşkanları DenktaşTalât ve Eroğlu’nun da anılan parametreleri zikreden çok sayıda demeçleri vardır.
O dönemde Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan da 2008 yılında Kıbrıs Barış Harekâtımızın 34. Yıldönümü münasebetiyle Lefkoşa’da düzenlenen törenlerdeki nutkunda Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm şeklinin temeli hakkında şunları ifade etmiştir."...Şurası çok açıktır ki kapsamlı çözüm ancak adadaki gerçekler temelinde Kıbrıs Türk halkı ve KKTC’nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklıkla mümkün olacaktır. Bu yeni ortaklık iki kesimlilik, siyasi eşitlik ve Türkiye’nin etkin garantörlüğü gibi vazgeçilmeyecek ilkeler üzerine inşa edilecektir....Hiç kimse Kıbrıs Türk halkını kendi yönetiminden, eşit statü ve ortaklıktan vazgeçmesini, azınlık olarak yaşamayı kabul etmesini beklemesin.  Hiç kimse boş hayaller kurup bu parametreleri değiştirme gayreti sergilemesin. Kapsamlı çözüm yeni bir ortaklıkla mümkün olacaktır" demiştir. [xxxvii]
Sayın Erdoğan KKTC'ne vaki aynı ziyareti sırasında, ayrıca, Yakındoğu Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin açılış töreninde yaptığı konuşmada da son yıllarda 20’den fazla ülkede KKTC temsilciliği açıldığını hatırlatmış ve “mücadelemiz KKTC’yi dünyaya devlet olarak tanıtmak mücadelesidir” sözlerini dile getirmiştir.[xxxviii]
Görüleceği üzere, Başbakan Erdoğan bu konuşmasında "Kıbrıs Türk halkı" kavramını kullanmıştır.  Ayrıca, çözüm şeklinin aslî unsurlarından biri olarak sadece Kıbrıs Türk "kurucu devlet" kavramını ve parametresini zikretmekle kalmamış,  “KKTC’nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklık” Devleti’nden söz etmiştir. Yani KKTC'nin varlığını ve yaşamasını esas alan bir çözüm öngörmüştür.
Şimdi, Başbakan Sayın Davutoğlu'nun "çok yakın" olduğunu açıkladığı "çözümün" MGK'nın çözüm için belirlediği ve Türkiye'de ve KKTC'de liderler tarafından da çeşitli vesilelerle tekrarlanmış olan parametrelere uygun olarak şekillenip şekillenmediğine bir göz atalım:
1. Ada'daki gerçekler temelinde çözüm:
Akıncı - Anastasiadis müzakerelerinden kamuoyuna yansıyan bilgiler, müzakerelerde ortaya çıktığı söylenen mutabakat noktalarının, biraz önce zikrettiğim parametrelerin temelini teşkil eden "Ada'daki gerçekler" üzerine bina edilmemiş olduklarını göstermektedir.
"Ada'daki gerçekler" nelerdir?
Ada’da gerçeklerin neler olduğunu görmek için Ada’daki bugünkü duruma, yani, 1974'den bu yana ateşkes kararına dayalı olarak 42 yıldır devam  eden “statükoya” (status quo) bakmak lâzımdır. Görülen gerçekler şunlardır:
●Birincisi, kuzeyde sırf Türklerin; güneyde sırf Rumların yaşadığı şekildeki “iki kesimli” hudutları belli bir siyasî coğrafya;
●İkincisi, bu coğrafyanın üzerinde yaşayan “iki ayrı halk”;
●Üçüncüsü, birbirinden bağımsız fakat eş değerde “iki ayrı halk iradesi”;
●Dördüncüsü,  biri KKTC, diğeri “Kıbrıs Cumhuriyeti” olduğunu iddia eden yönetim olmak üzere bağımsız ve egemen   “iki ayrı devlet”,
●Beşincisi, iki ayrı demokrasi”;
●Altıncısı, bunlara bağlı iki ayrı mülkiyet durumu;
●Yedincisi, temelini 1960 “Garanti ve İttifak” Antlaşmalarının teşkil ettiği ve Türkiye'nin 1974 Barış Harekâtıyla Ada'da fiilen oluşturduğu kuvvet dengesi ve istikrarlı sükûnet ve güvenlik ortamı.
Statüko” Rumların 1974’den sonraki bütün çözüm teşebbüslerini reddetmiş olmaları sebebiyle 42 yıldır istikrar kazanarak devam etmiştir ve etmektedir.
Türkiye'nin ve KKTC'nin  "Ada'daki gerçeklere dayanan çözüm" sözüyle kastettikleri çözüm şekli, Kıbrıs'taki mevcut durumun, diğer bir deyişle, statükonun içinde barındırdığı saydığım bu olguların, gerçeklerin üzerine bina edilecek bir çözüm şeklidir.
Hal böyleyken, devem etmekte olan Akıncı ve  Anastasiadis arasındaki çözüm müzakereleri için çerçeve vazifesi gören 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri’nin 1. Maddesinde Ada’daki “statükonun kabul edilmez” (status quo is unacceptable) olduğu beyan edilmiştir. 
Böylece, Türk tarafı için çözüme temel teşkil etmesi gereken Ada'daki “gerçekler” daha baştan reddedilmiş bulunmaktadır.
Statüko kabul edilmez” söyleminin Rumlara ait olduğunu ve Türkiye’nin kabul etmediği BM Güvenlik Konseyi kararlarında yer aldığını da ara söz olarak kaydetmek isterim.
2.Ada'da iki ayrı halkın mevcudiyeti:
Türk tarafı için çözümün temel parametrelerinden biri de bu olgudur.
Bu olgu,  24 Nisan 2004'de Ada'nın her iki kesiminde ayrı ayrı ve eş zamanlı olarak BM gözetiminde gerçekleştirilmiş olan referandumlarla da kanıtlanmış bulunmaktadır. Bununla beraber, "halk" (people) kavramı halen Akıncı ve Anastasiadis'in çözüm şeklinin çerçevesi olarak kullandıkları 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri'de mevcut değildir.
Esasen, BM'nin Kıbrıs terminolojileri arasında "halk" kavramı, "people/peuple" kavramı yoktur. "Halk" kavramı bir yana, yürütülmekte olan müzakerelerde, Ada'da birbirlerinden ırk, din, dil, kültür ve tarihî geçmiş bakımından farklı iki toplumun varlığı olgusu dahi göz ardı edilmektedir. Böylece 1960 Anayasası'nın da gerisine düşen bir sonuca doğru gidilmesi tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktayız. 
Gerçekten de, 2004'den sonraki dönemde Rumların ortaya attığı ve BM'nin de benimsediği "Kıbrıslılar", "Kıbrıslı çözüm" kavramları ön plâna çıkarılmıştır. Bununla Rumların Kıbrıs Türk varlığının aleyhine güttüğü amaç bellidir. Bu amaç, 1960 Antlaşmalarında ve Anayasası'nda kabul gören ırk, din, dil ve kültür bakımından iki ayrı toplum varlığı olgusunun ve bu olgudan doğan toplumsal hak ve statülerin, kurulması tasarlanan federal yapıya rağmen, zaman  içinde aşınmasına ve kaybolmasına yol açmaktır.
Bu olgu ile ilgili olarak kaygı içinde ifade etmek isterim ki, Rum tarafı ve Yunanistan kendilerinin geleceğe dönük emelleri ve hedefleri doğrultusunda Ada'da "Kıbrıslılık" ruhunun ve bilincinin oluşmasına önem vermektedirler. Bu yönde gayret sarf etmektedirler.  Bu gayretleri uluslararası toplumun belli başlı üyeleri tarafından da destek görmektedir.
Mustafa Akıncı KKTC Cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra Rum ve Yunan resmî çevreleri ve medyası Akıncı'nın "Kıbrıslı" hüviyetinin ağır bastığını vurgulayarak, seçilmesini Kıbrıs sorununun geleceği açısından olumlu olarak değerlendirmişlerdir.
GKRY Lideri Anastasiadis,  Akıncı'nın seçilmesini memnunlukla karşıladığını ifade etmiş ve "sonunda ülkemizin yeniden birleşeceğine dair ümitlerimiz artmıştır" demiştir.
Yunanistan Dışişleri Bakanı Kotziaz, Mustafa Akıncı'nın seçilmesinden duyduğu memnuniyeti çeşitli vesilelerle dile getirirken, Akıncı'nın "Yunanca konuştuğuna" işaret etmiş; "Kıbrıslı Türk" veya (Anadolu) "Türk kimliği" değil "Kıbrıslı kimliğine" ve"şuuruna" sahip olduğunu iddia etmiştir.
"Kıbrıslılık" kavramının ön plâna çıkartılmak istendiği bir zamanda 1960 "Kıbrıs Cumhuriyeti" (KC) Anayasası'nın bazı hükümlerini hatırlatmakta fayda görüyorum. Anayasa'nın 2. Maddesi'nde şöyle denilmektedir:
Rum (Greek) Toplumu, Cumhuriyet’in, kökeni Yunan (Greek) ve anadili Yunanca olan veya Yunan kültürel geleneklerini paylaşan veya Rum Ortodoks Kilisesi’ne mensup bulunan vatandaşlarından oluşmaktadır.
Türk Toplumu, Cumhuriyet’in, kökeni Türk (Turkish) ve anadili Türkçe  olan veya Türk kültürel geleneklerini paylaşan veya Müslüman   olan vatandaşlarından oluşmaktadır.
Yine, 1960 Anayasasına göre (madde 2/3), yukarıda yer alan tarifler dışında kalan ve Kıbrıs'ta yaşayan kişiler için 3 ay içinde hangi topluma dâhil olacaklarını beyan etmeleri mecburiyeti getirilmiştir.  Bu da gösteriyor ki, "KC", etnik kökenleri, dinleri, kültürel gelenekleri ne olursa olsun bütün vatandaşların doğrudan "KC" vatandaşı olduğu “üniter” (unitary) bir yapıda ortaya çıkmamıştır. KC’ne mensubiyet aynı zamanda iki toplumdan birine mensubiyeti gerekli kılmıştır. Eşit kişisel statü ve haklar ve toplumsal statü birlikte var olmuşlardır.
3. İki Ayrı Demokrasi parametresine gelince:
Statüko çerçevesinde Ada'da mükemmel işleyen iki ayrı demokrasi vardır. Biri parlâmenter sitemi uygulamaktadır. Diğerinde başkanlık sistemi caridir.
İki ayrı demokrasinin varlığını ve işlerliğini koruması, çözüm çerçevesinde federe birimlere tanınacak yetkilerin kapsamına;  federal hükûmetin federe birimlerin yetkilerine uygulamada yapabileceği müdahaleleri engelleyecek etkili anayasal mekanizmaların oluşturulmasına; denetim ve denge (checks and balances) mekanizmalarının kurulmasına ve Rum tarafının iyi niyetle hareket etmesine bağlı olduğu kuşkusuzdur. Ada’daki tarafların, iyi niyetle hareket edildiği takdirde, demokrasi geleneklerini ve alışkanlıklarını, çözüm çerçevesinde de sürdürmeleri beklenir.
4.İki kesimlilik (bizonality):
Kıbrıs Barış harekâtımızın ortaya çıkardığı temel parametredir. Korunması Türk tarafı için hayatî önemi haizdir.
Bununla beraber, "İki kesimlilik" parametresinin de, müzakere başlıklarının çeşitli veçhelerinde ve bilhassa mülkiyet bahsinde,  öngörülen veya öngörülebileceği izlenimi alınan bazı düzenlemeler sonucunda aşınmaya maruz bırakılmakta olduğu anlaşılmaktadır.
Esasen, AB standartlarına, normlarına uygun çözüm anlayışıyla elde edilecek çözüm şekli, gereken derogasyonlar ve yasal ve anayasal önlemler kabul edilmediği takdirde, iki kesimliğin zaman içinde aşınmasına ve yok olmasına sebep olacaktır.
İki kesimlilik parametresi, özellikle müzakerelerin "mülkiyet" gündem maddesinde varılmış ve varılacak olan mutabakatların doğrudan etkisine maruz durumdadır.
Liderlerin üzerinde "ciddi ilerleme" sağlandığını açıkladıkları 4 başlıktan biri "mülkiyet" başlığıdır. Bu konuda ortaya çıkan mutabakatlar arasında "öncelikli tercih" hakkının malını kaybetmiş şahıslara verildiğine dair bilgiler alınmaktadır.  Bu bilgiler doğruysa, mülkün şimdiki sahibinin mülkü eski Rum sahibine iade etmek mecburiyetinde kalması durumu ortaya çıkacaktır. Böyle bir uygulama onbinlerce Rumun sırf "mülkiyet" başlığı çerçevesinde Kıbrıs Türk kesimine yerleşmesi ve böylece iki kesimliliğin bozulması sonucunu doğuracaktır.
Ayrıca, "toprak" başlığı altında yapılabilecek hudut ayarlamalarının da yine önbinlerle ifade edilecek sayıda Rum ahalinin Türk kesiminde yerleşmesi neticesine yol açması beklenir.
Bu meyanda toprak ayarlamaları hakkında internette dolaşan,  ne ölçüde ciddi olduğunu bilmediğim özel statülü kantonlar ihdas eden haritanın ve benzerlerini iki kesimlilikle bağdaşmadığı kuşkusuzdur. İnternette dolaşan harita, iki kesimli değil, çok bölgeli toprak ayarlaması ortaya koymaktadır. Karpaz'ın önemli bir bölümünü de Rum kontrolüne bırakmaktadır.
Kaldı ki, Rumlar, BMGS'nin "iki kesimlilik" parametresi hakkında yaptığı tarifi de kabul etmiş değillerdir.
BMGS 1990 yılında "iki kesimliliği" (bi-zonality) şöyle tanımlamıştır:
"İki kesimlilikbir toplum tarafından yönetilecek her bir federe devletinkendi bölgesinde nüfus ve mülkiyet bakımından bâriz bir çoğunluğa sahip bulunmasıdır.[xxxix]
Çözüm arayışında yetkiyle görevlendirilmiş olan kişilerin hafızalarının gündemdeki konuların geçmişi ile de dolu olmasına ihtiyaç vardır. Çünkü, Kıbrıs konusunun çeşitli veçhelerine ait gerçekler geçmişte yatmaktadır.
"İki kesimliğin" (bi-zonality) çözüm şeklinin temel parametrelerinden biri olarak BM literatürüne ve BM'nin  Kıbrıs sorununa ilişkin, tabir caizse, kavram envanterine girişi 9 Ağustos 1980 tarihinde olmuştur. Barış Harekâtımızdan hemen sonra Türkiye çözüm şekli olarak "çok kantonlu" federasyondan söz etmiştir. Daha sonra "iki bölgeli" (bi-regional) federasyon telâffuz edilmiştir.KTFD'nin kurulmasından ve 2 Ağustos 1975'deki Denktaş - Klerides Viyana mutabakatına dayanılarak Ada'da nüfus mübadelesinin gerçekleştirilmesinden sonra Ada'da iki kesimli ve iki devletli bir siyasî coğrafya, toprak, nüfus ve siyasî otorite (devlet) boyutlarıyla ortaya çıkmıştır. Türk tarafı "iki kesimli" çözümden söz etmeğe başlamıştır.
Denktaşile Makarios arasında 12 Şubat 1977 tarihinde yapılan "4 Temel Kural" (4-guidelines) Anlaşması'nı ortaya çıkaran temel düşünce ve güdülen hedef "iki kesimli" bir federal çözüm şekli olmuştur. Bununla beraber, Makarios'un ısrarı karşısında, "iki kesimli" deyimi metinde kullanılmamıştır. "İki kesimlilik" ilkesinin metinde zımnen ifadesiyle yetinilmiştir.
Kıbrıs sorununa çözüm bulmak maksadıyla BMGS'nin iyi niyet görevi çerçevesindeki müzakere süreci yeniden başlatılırken BMGS'nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Hugo Gobbi tarafından 9 Ağustos 1980 günü Denktaş ve Kyprianou'nun huzurlarında BMGS adına bir "Açış Beyanı" (opening statement) metni okunmuştur. Açış Beyanı'nın amacı iki taraf arasındaki ortak müzakere zeminini belirlemek olmuştur. Açış beyanında Kıbrıs sorununun " anayasa veçhesinin federal, toprak veçhesinin iki kesimli (bi-zonal) " esasa göre halledileceği ifade edilmiştir. "İki kesimlilik" parametresi böylece BM'nin Kıbrıs sorununa ilişkin terminolojisine ilk defa olarak resmen girmiştir.
"Açış beyanı" üzerinde mutabakat BMGS'nin teklifi üzerine "sükût ile kabul" (acceptance by silence) yöntemi ile sağlanmıştır. Bununla beraber, Kyprianou aynı gece Rum TV'sinde bir konuşma yaparak "iki kesimliliği" kabul etmediğini ve etmesinin de "mümkün olmadığını" açıklamıştır.
Rum liderlerin ve toplumunun "iki kesimliliği" içlerine sindiremedikleri bellidir.
Hristofyas2008 yılında Talât ile müzakerelere başlarken “federasyon formülü Makarios’un verdiği acı bir tavizdir” şeklinde konuşarak “iki kesimli"  çözüme bakış açısını ortaya koymuştur.
Anastasiadis2013 yılında göreve başlaması münasebetiyle düzenlenen törende yaptığı konuşmada "iki kesimli, iki toplumlu" federal çözüm şeklini "ıstırap veren uzlaşı" olarak nitelemiştir.
Rum tarafının çözümle güttüğü hedeflerden birinin de Ada'da "iki kesimli" siyasî coğrafyadan kurtulmak olduğu âşikârdır.
5.Siyasî Eşitlik:
Kıbrıs sorununun "federal" çözümünde "olmazsa olmaz" vasfında bir parametredir.  Nüfus çoğunluğuna sahip olan tarafın tahakkümünü önleyecek temel ilkedir.
BM parametresi olarak "siyasî eşitlik" kavramı, çözümden önce Ada'da fiilen var olan iki bağımsız ve egemen Devlet arasındaki siyasî eşitlik anlamına gelmemektedir. İki toplumlu federal çözüm ortaya çıkınca iki toplum ve onların federe devletleri arasında kurulacak siyasî eşitliktir.
BMGSyine 1990 yılındaki aynı raporunda siyasî eşitliği şu ifadelerle tarif etmiştir:
"Siyasî eşitlik federal hükûmetin organlarına ve idaresine sayısal eşitlikle katılım anlamına gelmemekle birlikte, siyasî eşitlik çeşitli şekillerde yansıtılmalıdır: Kıbrıs Devleti’nin ( State of Cyprus ) federal anayasasının iki toplum tarafından onaylanması ve tadil edilmesi gereği; her iki toplumun federal hükûmetin bütün organlarına ve kararlarına etkili katılımı; federal hükûmetin bir toplumun çıkarları aleyhine karar alabilecek yetkiye sahip olmamasını sağlayacak güvencelerin bulunması ve iki federe devletin eşit ve aynı yetkilere ve işlevlere sahip olmaları.
Bu anlayışın ne şekilde ve ölçüde müstakbel Anayasa'nın hükümlerine hâkim olacağı ve uygulamaya yansıtılacağı bu aşamada belli değildir.
Kıbrıs'ta kurulması öngörülen federal devlet yapısında taraflar arasında siyasî eşitliği sağlayan organların başında, federal devletin cumhurbaşkanı ve cumhurbaşkanı yardımcısı gelir. Cumhurbaşkanı ve yardımcısına ayrı ayrı veya birlikte tanınacak veto yetkisiyle siyasî eşitlik uygulamaya yansıtılabilir.
1984-1985, 1986 ve 1992 (Fikirler Dizisi) çözüm belgelerinde federal devletin cumhurbaşkanının ve yardımcısının beraberce devletin birliğini ve Kıbrıs'taki iki toplumun siyasî eşitliğini temsil etmeleri öngörülmüştü.
Dönüşümlü Başkanlık:
Öte yandan, Siyasî eşitlik parametresinin federal yapıda tecelli edebilmesi için, evvelemirde "dönüşümlü başkanlık" sisteminin kabul görmesi gerekir. Rumların halen bu sistemi kabul etmekten uzak oldukları anlaşılmaktadır.
Egemenliğin Kaynağı:
Ayrıca, Devlet'in "tek egemenliğinin" kaynağının da, anlaşmada, siyasî eşitlik ilkesini yansıtacak biçimde belirtilmesi gerekir.
Aslında, Akıncı'nın ve Anastasiadis'in müzakerelerin çerçevesi olarak kullandıkları Ortak Bildiri'de egemenliğin kaynağı zikredilmiştir. Egemenliğin "eşit olarak Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden kaynaklandığı” ifade edilmiştir. Ancak bu ifade tarzı Rum tarafının güttüğü maksatlara hizmet eder mahiyettedir.
Kıbrıs konusuna ilişkin BM terminolojisinde gerçek göz ardı edilerek "halk" kavramına yer verilmiyor olması sebebiyle, egemenliğin kaynağını göstermek için olarak "toplum" kavramının kullanılması icap ederdi. Bu, 1960 Anayasası'nın lâfzına ve ruhuna da uygun olurdu.  Çünkü, 1960 Anayasa düzeninde iki toplum   “eşit kurucu ortak" (co-founder) statüsündeydiler. Devlet Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumlarından oluşmaktaydı. Nitekim, 2004'deki ANNAN Plânı'nın çerçevesinde ortaya çıkan "Kuruluş Anlaşması'nın" ilk cümlesinde  "...1960'da kurulan Cumhuriyet'in ortak kurucuları olduğumuzu hatırlayarak" ifadesine yer verilmiştir.
"Toplum" kavramı federal çözümün esaslarını belirlemek maksadıyla 1984-1985 ve 1986 yıllarında BMGS tarafından taraflara sunulmuş olan Belgelerde de yer almıştır. Federal devletin halkının, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumlarından oluşacağı ifade edilmiştir.
Toplum kavramı, çözüm arayışlarının 1988 - 1992'deki aşamasında BMGS'nin iki tarafla ayrı ayrı yürüttüğü temas ve görüşmelerden sonra hazırladığı "Fikirler Dizisi" (Set of Ideas) isimli müzakere belgesine yansıtılmıştı. Egemenliğin "Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk Toplumlarından eşit olarak kaynakladığı" hükmüne yer verilmişti. [xl]
Bu hayatî önemdeki konu üzerinde Türk tarafının ısrar ettiğine dair bir işaret göremiyorum.
Bu bahisle ilgili olarak hafızalarımızı tazelemekte fayda vardır.
Kıbrıslı Türkler, Rumlarla birlikte, 1960 Antlaşmaları çerçevesinde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” eşit statüdeki vatandaşları olarak bireysel hak ve hürriyetler elde etmişlerdir. Ancak bunun yanında toplumsal haklar ve yetkiler de kazanmışlardır. Cemaat Meclisi şeklinde kendi öz yönetim organlarına ve belirli alanlarla sınırlı da olsa, yasama yetkisine sahip olmuşlardır.   Aynı zamanda, Toplum halinde Devlet’in iki kurucu unsurundan biri olarak “kurucu ortaklık” (co-founder) statüsünü elde etmişlerdir. Devlet'in egemenliğine ortak olmuşlardır.
Dr. Fazıl Küçükve Makarios Londra’da varılan mutabakatları “Kıbrıs Türk Toplumu”ve “Kıbrıs Rum Toplumu”  adına ayrı ayrı imzalamışlardır. İmzalar “Kıbrıslı Türkler” ve “Kıbrıslı Rumlar” adına atılmış değildir.
Halbuki, Ortak Açıklama’da egemenliğin “kaynağı” olarak zikredilen “Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar” kavramı toplumsal bir statü ifade etmemektedir. Üniter bir devlette de tek halk olarak Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden söz edilebilir. Esasen, Rum tarafının iddiasına göre  “üniter” Kıbrıs Cumhuriyeti’nin halkı, eşit vatandaşlar olarak, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler ile birlikte her biri birkaç yüz kişiden oluşan Marunî, Lâtin ve Ermeni dinî unsurlardan, gruplardan meydana gelmektedir.  Hepsi bir arada bir bütün oluşturmaktadır. Bunun içindir ki, Rum tarafı ve onlara arka çıkan güçler son yıllarda sürekli olarak “Kıbrıslılar” (Cypriots) kavramını ön plâna çıkarıp kullanır olmuşlardır. Talât – Hristofyas döneminde “Kıbrıslılar” kavramı iki liderin kullandıkları ortak kavramlardan biri haline gelmiştir.
"Kıbrıslılık" kavramı ile Rumların ve onları destekleyen uluslararası çevrelerin güttüğü uzun vadeli amaç bellidir. Bu amaç Rumların büyük nüfus çoğunluğu içinde Kıbrıs Türk nüfusunu eritmektir. Böylece, Kıbrıs'ın bir Yunan adası olduğu iddialarını fiilen gerçekleştirmektir. Bu çarpık amaçlarını tahakkuk ettirebilmek için de çözüm halinde Ada'daki Türk ve Rum nüfusları için belirli sabit bir oran uygulanmasını öngörmektedirler. Çözüm halinde ortak devletin nüfusunun sabit tutulabilmesi için bir kontrol mekanizmasının oluşturulmasını; Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluş yılı olan 1960'daki demografik nispetlerin esas alınarak, Türk nüfusun oranının Rum nüfusun 4'de 1'i olmasını teklif etmektedirler.
Rumlar arasında ve Yunanistan'da Kıbrıs sorununun "osmosis" yoluyla gerçekleşebileceğini açıkça savunan Rum ve Yunan siyasetçiler vardır. Bunlardan biri de Yunanistan'ın şimdiki Dışişleri Bakanı Nikos Kotziaz'dır. [xli] Bu düşüncenin altında yatan amaç da aynıdır.
"Egemenliğin kaynağı" konusunda yıllardır ifade edegeldiğim görüşlerimin doğruluğu,  Anastasiadis'in 11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nin açıklanmasından iki gün sonra düzenlediği basın toplantısında övünerek yaptığı değerlendirme ile kanıtlanmıştır.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

MİLLİ KIBRIS DAVAMIZ.., NEREYE? BÖLÜM 1


MİLLİ KIBRIS DAVAMIZ..,  NEREYE? , BÖLÜM 1

Yazar: Tugay Uluçevik

Milli Dava'nın Doğuşu - Türk Gençliği ile Türk Basını el ele

Kıbrıs konusu için  Türkiye'de ilk defa "Millî Dava" deyimini kullanmış olan bir kuşağa mensubum.

Millî Dava'nın günümüze kadar olan gelişmelerini sade vatandaş olarak ve özellikle 1967 - 2004 arasındaki gelişmelerini de Dışişleri Bakanlığındaki hemen hemen tamamı doğrudan Kıbrıs dosyası üzerinde geçmiş olan hizmetlerim vasıtasıyla ilgi, dikkat ve heyecanla yaşadım. Yaşamaya da devam ediyorum.
Türk gençliği Kıbrıs konusundaki duyarlılığını 1952 yılından itibaren somut biçimde ortaya koymaya başlamıştır. Meselâ, Türkiye Millî Gençlik Komitesi 16 Temmuz 1952 tarihinde bir bildiri yayınlamış ve diğer hususlar meyanında şunları da ifade etmiştir:
"Kıbrıs coğrafya itibariyle küçük Asya'ya bağlıdır. Kıbrıs fetih hakkı itibariyle Türk'tür. 1571 de Türk kanıyla sulanarak 307 sene Türk hükümranlığı altında kalmıştır. Kıbrıs adası iktisaden Anadolu'ya bağlıdır. Kıbrıs, askerî ve stratejik bakımdan Türkiye için büyük bir önemi haizdir."[i]
Kıbrıs konusunun 1954 yılında uluslararası bir sorun olarak BM Genel Kurulu'nun gündemine dahil edilmesine yol açan adımlar, 1950'li yılların başından itibaren Yunanistan tarafından atılmıştır. Bu adımları, Yunanistan, BM Yasası'ndaki "halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi" ilkesinin Kıbrıs için de uygulanmasını sağlayarak Ada'yı kendi topraklarına katmak maksadıyla atmıştır.
Yunanistan'ın bu girişimlerine Türk gençliği millî bir heyecan içinde tepki göstermiştir.
Türkiye Millî Talebe Federasyonu'nun bünyesinde kurulmuş olan Kıbrıs Komitesi'nin 2 Haziran 1953 günü yayınladığı Bildiri'de "Kıbrıs konusunda hakiki söz sahibinin Türkiye olduğu" vurgulanmış ve "Türk gençliği, ....Kıbrıs davasını benimsemiş ve millî bir dava olarak ele almış bulunmaktadır. Ele aldığı davaları, güç de olsa, halletmesini bilmiş bir Millet'in gençliği olmamız en büyük kudretimizi teşkil etmektedir" ifadesine yer verilmiştir.[ii]



Böylece, Türkiye'de Kıbrıs konusu veya Kıbrıs meselesi için ilk defa olarak "Millî Dava" kavramını kullanan Türk gençliği, "Millî Kıbrıs" davamızda tarihe geçmiştir.
Türk gençliğinin Yunanistan'ın "enosis" emeline karşı gösterdiği bu tepki, ortaya koyduğu heyecan ve dile getirdiği "millî dava" anlayışı Türk basını tarafından kamuoyumuza yansıtılmıştır. O zamanki Hürriyet gazetesinin sahibi ve başyazarı Sedat SİMAVİ başta olmak üzere, basınımızın önde gelen isimleri, Kıbrıs konusunun Türkiye'de "millî dava" olarak benimsenmesinde başrolü oynamışlardır.
Ben de mensup olduğum kuşakla beraber 14 yaşımdan itibaren, yani "Millî davanın"  doğduğu 1953 yılından itibaren, zamanın akışı içinde geçirdiği bütün safhalarına tanıklık ettim. O yıllarda Yurdumuzun her ilinde Kıbrıs için düzenlenmiş olan heyecanlı mitinglere ben de 15 yaşımdan itibaren Ankara'da katılmış bulunuyorum. Bugün de Kıbrıs konusunda o günlerdeki duygu ve heyecanımı muhafaza ediyorum.
Bu sayede de "Millî Davamızın" ilk 50 yıllık devresi ile Kıbrıs "Millî Davamız" bakımından kaygılarla geçen son 13 yıllık dönem arasında kıyaslama yapma imkânına sahip bulunuyorum.

1950'li yıllarda Türkiye'yi çevreleyen dış şartlar

1950'li yıllarda Türk gençliğinin Türk basınıyla dayanışma içinde Türkiye'de "millî dava" ruhunun doğmasında ve yaygınlaşmasında oynadığı tarihî rolün öneminin ve değerinin daha iyi farkedilip değerlendirebilmesi için Türkiye'yi o günlerde çevreleyen dış şartları kısaca hatırlamak lâzımdır:
Türkiye, 2. Dünya Harbi'nin hemen ertesinde Sovyetler Birliği'nin toprak bütünlüğümüze yönelik somut tehditleri ve teşebbüsleri karşısında kalmıştı. Bu vahim durumda, Türkiye dış politikasında önceliği, Batı Dünyasıyla müşterek güvenlik sistemi içinde işbirliği imkânları sağlamaya vermişti. Dikkatini bu yöne teksif etmişti.  Bu sebeple, bu dış tehlike karşısında Kıbrıs konusundaki gelişmeleri takiple yetiniyor, fakat aynı tehdit ve tehlikelere maruz Yunanistan ile o sıralarda görünüşte iyi olan ilişkilerini ve işbirliğini zedelemekten kaçınıyordu.
Dr. Fazıl Küçük'ün ve Rauf Denktaş: "Kıbrıs Girit Olmasın"

İşte,  Türkiye'nin içinde bulunduğu bu şartlarda, Kıbrıslı Türklerin Dr. Fazıl Küçük'ün liderliğindeki ve içinde 24 yaşında bir avukat olarak Rauf Denktaş'ın da yer aldığı önderler kadrosu, çıkardıkları gazete ile,  Ada'da düzenledikleri mitinglerle, Türk Hükûmeti'ne gönderdikleri "Kıbrıs Girit olmasın" mesajlarıyla, Ankara'ya yaptıkları ziyaretlerle,  sadece Türk resmî makamlarını değil, bütün Türk Milleti'ni Rumların ve Yunanların Kıbrıs adasına yönelik gerçek emel ve niyetleri hakkında bilgilendirmekteydi; uyarmaktaydı.
Kıbrıs'tan yükselen, Toros dağlarını aşarak Ankara'ya ulaşan bu uyarıcı sesleri Türk gençliği yankılandırmış; Türk basını da bu sesleri Anadolu'ya yaymıştır. Neticede, Anadolu halkı Kıbrıs Türk halkıyla Millî dava etrafında kenetlenmiş ve bütünleşmiştir.
Anavatan - Yavru Vatan sıcak kucaklaşması ve bütünleşmesibu şekilde Türk Gençliğinin ve Türk Basınının oynadıkları örnek alınması gereken bu tarihî rolle meydana gelmiştir.
Kıbrıs Türk halkı, Türkiye Ada'ya fiilen gelinceye kadar, Dr. Fazıl Küçük'ün Halkın Sesi gazetesinde çıkan bir yazısındaki  [iii] ifadeyle “biz refahımızı ve yaşama haklarımızı ancak Türk bayrağının gölgesinde bulabileceğimize iman etmiş, inanmış bulunuyoruz; çünkü Türküz ve hiçbir zaman Türklüğün ayaklar altında çiğnenmesine tahammül edemeyiz" diyerek "enosis" yaygaraları ve silâhlı saldırıları karşısında canları pahasına direniyordu. Böylece hem Ada'da kendi varlıklarını, yani Türk varlığını,  hem de anavatanları Türkiye'nin Kıbrıs ile ilgili hayatî çıkarlarını koruyorlardı.  Bu kahramanlar, 1571 yılından itibaren Anadolu'nun bağrından alınıp Ada'ya getirilmiş olan Kıbrıslı soydaşlarımızdı.
Türk Hükûmeti Kıbrıs Konusunu "Millî Dava" olarak kabul ediyor
Kıbrıs Türk halkı ile beraber, gençliğiyle ve basınıyla Türk kamuoyunun Kıbrıs konusuna "millî dava" anlayışıyla sahip çıkması, Türk Hükûmeti'nin tutumunu da etkilemiş ve şekillendirmiştir.
1954 ve 1957'de Başbakan Adnan MENDERES tarafından kurulan 22. ve 23. Hükûmetlerin programlarında Kıbrıs konusu "millî dava" olarak zikredilmiştir.  
"Millî Dava" kavramı daha sonra, 28. İsmet İNÖNÜ, 29. Suat Hayri ÜRGÜPLÜ,  30., 31., 32. ve 39. Süleyman DEMİREL, 34. Nihat ERİM,  35. Ferit MELEN, 36. Naim TALU ve 55. Mesut YILMAZ Hükûmetlerinin programlarında da kullanılmıştır.
Türk Milleti'nin Kıbrıs sorununu  "millî dava" olarak benimsemesi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin de konuyu "millî dava" olarak ele alıp yürütmesi,   Liderlerimizin Kıbrıs adasının Türkiye için taşıdığı önemin ve değerin bilinci içinde hareket etmiş olduklarını ortaya koymaktadır.

Kıbrıs Adasının Türkiye İçin Önemine Dair Değerlendirmeler

Kaldı ki, Devlet ricalimizin, siyasetçilerimizin ve hattâ yabancı diplomatların çoğu bugün artık arşivlerde bulunabilen demeçlerini okuduğumuz zaman, birçoğunda, Kıbrıs Adası'nın Türkiye'nin ulusal emniyeti ve ulusal çıkarları ve Kıbrıs'taki Türk varlığının mukadderatı açısından olan öneminin ve konunun "millî davavasfının vurgulanmış olduğunu görmekteyiz. Aynı değerlendirmeye Hükûmet programlarında da rastlamaktayız. Bunlardan bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum:
Milletimizin Kurtarıcısı ve Devletimizin Kurcusu Büyük Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün1930’lu yıllarda Türkiye’nin güney bölgelerinde düzenlenen bir askerî tatbikatta yapılan bir durum değerlendirmesinde, Kıbrıs Adası’nın Türkiye için olan değerini ve önemini “Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece, Türkiye’nin ikmâl yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu Ada bizim için çok önemlidir” sözleriyle dile getirdiği kaynaklarda kayıtlıdır. [iv]

CHP Lideri İsmet İNÖNÜ (28 Ağustos 1954) [ İnönü'nün Türkiye Millî Talebe Federasyonu'nun Kıbrıs toplantısında okunan mesajı ]:" Kıbrıs meselesindeTürkiye'nin millî menfaati .....Kıbrıs'taki soydaşlarının insan haklarına mazhar olarakemniyet içinde yaşamaları ve milliyetlerini muhafaza etmeleridir.....Türkiye'nin toprak emniyeti meselesibugün de birinci derecede meselemizdir.....Yunanlılar ile dostluk ve ittifak münasebetleri içinde bulunmamız, bizi Kıbrıs meselesinde ihtiyatsız olmağa sevkedemez. Kıbrıs’taki Türklerin mukadderatını ve Ada’nın vatan bütünlüğü için büyük stratejik ehemmiyetini ihmal etmemizi hiçbir insaflı dost bizden isteyemez. Kıbrıs bizim için de hayatî ehemmiyeti haizdir.[v]

İngiltere'nin BM nezdindeki Daimî Temsilcisi Büyükelçi  - sonradan İngiltere'nin 1955 ile 1960 arasındaki Dışişleri Bakanı - Selwyn Llyod (24 Eylül 1954) [Yunanistan'ın müracaatı üzerine Kıbrıs konusunun BM'nin dokuzuncu Genel Kurul toplantısında görüşülmesi sırasında]: “Kıbrıs coğrafî bakımdanAnadolu’nun bir parçasıdır ve orada 100.000 kişilikMüslüman – Türk kitlesi de oturmaktadır. Kıbrıs tarihte hiçbir zaman Yunanistan’a ait olmamıştır. Ada’da yaşayan mütecanisTürk kitlesi kendi müftüsü ve vakıflarıyla Türkiye’ye ırkî ve kültürel bağlarla bağlıdırlar. Ada’nın ekonomisinde önemli rol oynamaktadırlar..." [vi]

C.M.P. Genel Başkanı Bölükbaşı (24 Ağustos 1955) [Edirne'de CMP İl Kongresi'nde]: “…Kıbrıs iki bakımdan bizi alâkadar etmektedir. Birincisi orada yaşayanyüz bin Türk’ün hayatı bakımından. İkincisi de Kıbrıs’ın Vatan’ın bir parçası oluşu bakımından. ….” [vii]

Başbakan Adnan MENFERES (24 Ağustos 1955): [Kıbrıs İngiltere’nin egemenliği altında bulunduğu dönemde Yunanistan’ın 1954 yılında Ada’yı kendisine bağlamak maksadıyla BM’de teşebbüslere başlaması üzerine verdiği uzun demeçten alıntılar “….Girit’i almak metotlarının Kıbrıs’ta tekrar edilmekte olması, ister istemez  bizi, Yunan irredantizm hareketlerinin başlangıcından bugüne kadar olan seyrini hatırlamaya sevk ediyor. Kıbrıs’taki bir avuç ekseriyetlerine istinat  ederek, dünyanın başına yeni gaileler  açmak isteyenlere, ister istemez , «Ankara önünde ne işiniz vardı?» sualini sormak zaruretini hissettiriyor….Şurasının herkesçe açık biçimde bilinmesi lâzım gelir ki,Türkiye sahillerinin büyük bir kısmı, başka devlete ait olan tarassut (gözetleme) ve tehdit palangalarıyla muhat (kuşatılmış) bulunuyor. Bir Kıbrıs sahası bugün salim (sağlam) görünüyor. Bu bakımdan Kıbrıs Anadolu’nun bir devamından ibarettir ve onun emniyetinin esas noktalarından biridir….” [viii]

CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı(25 Ağustos 1955) [ Başbakan Menderes'in demecine cevaben ]: "....Kıbrıs meselesi ve oradaki kardeşlerimizi tehdit eden yakın tehlike hakkında Hükûmetimizin bugün gazetelerde okuduğumuz ve çoktanberi beklediğimiz enerjik beyanatını, büyük memnuniyetle karşıladık. Esasen Cumhuriyetçi Millet Partisi'nin dün Edirne'de yapılan Kongresi'nde de Hükûmet'in çok enerjik hareket etmesi lâzım geldiğini; haklarımızı ve Kıbrıs'taki kardeşlerimizi korumak mevzuunda bütün Millet'in kendisiyle beraber olduğunu açıklamıştık. Böylecemillî ve vatanî mevzularda, iktidar ve muhalefetin, bir fikir etrafında birleşebileceklerinin sevindirici bir örneğini vermiştik. Bir kere daha belirtmek isteriz ki,vatanî ve millî mevzulardaki hassasiyetimizi iç politika ihtilâflarımız asla gölgeleyemez. Bu itibarla,bugün bütün dikkatimizi Kıbrıs Konferansı ve kardeşlerimizin emniyet meselesi üzerinde toplamış bulunmaktayız...." [ix]
CHP Lideri İsmet İNÖNÜ (25 Ağustos 1955) [ Başbakan Menderes'in demecine cevaben ]: "Kıbrıs davası üzerine hükûmetin beyanatı bize ciddi bir vaziyet göstermektedir.Kıbrıs'taki kardeşlerimizin yakın günlerde umumî bir tecavüz karşısında bulunduğundan resmen bahsedilmiştir. Bütün vatandaşların alâkasının bu vahim haber üzerinde toplanması lâzımdır.
Dış meseleler ve tehlikeler üzerinde iktidarın muhalefetle işbirliği yapması usulü bizde henüz teessüs etmemiştir. Onun için tehlike zamanlarında yapabileceğimizi âcilen bildirmek isteriz.Kıbrıs'taki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden korumak için Hükûmet'in alacağı bütün tedbirlerle beraberiz. Kıbrıs Konferansında haklarımızı korumak ve kurtarmak içinHükûmeti bütün gayretlerinde destekleriz. Kıbrıs Konferansı'nın şekli ve neticesi belli oluncaya kadarmuhalif parti olarak dikkatimizi bu mevzuda toplayacağız. Dış politikamızın Kıbrıs ile meşgul olacağı bugünlerde iç politikamızın havasının da Kıbrıs ile dolu olduğunu göstermek vazifemizdir." [x]

Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü ZORLU ( 1 Eylül 1955) [Kıbrıs sorununa bir çözüm bulmak için İngiltere’nin daveti üzerine 29 Ağustos – 7 Eylül 1955 tarihlerinde Londra’da toplanan Kıbrıs Konferansında ]: “Türkiye’nin bir harp vukuunda müdafaa kuvvet ve kudretinin idamesini Kıbrıs’ı hesaba katmaksızın düşünmek bile imkânsızdır.....Kıbrıs adası askerî bakımdan (binnefis) Türkiye’nin kendisinin  ve Türkiye’ye (hemcivar) komşu olan  (şark) doğu memleketlerinin akıbetiyle Türkiye kadar yakından ilgili bir devletin elinde bulunmak zorundadır….Bir harp halinde Türkiye’nin savunma gücünün hariçten beslenmesi ancak Akdeniz’deki batı ve güney limanları vasıtasıyla olabilir…. Türkiye’nin batı limanları….muhtemel düşmanın kuvvetli tesir sahasına dahil bulunmaktadır ve Türkiye bir harp halinde ancak güney limanları vasıtasıyla beslenebilir. İkinci cihan harbinde bu vaziyet bütün açıklığıyla meydana çıkmıştır….. Eğer Ada’nın hakimi aynı zamanda batıdaki adaların da hakimi olursa Türkiye’yi fiilen (muhasara etmiş) kuşatmış olacaktır….. Hiçbir memleket bütün emniyetini, ne kadar dost ve müttefik olursa olsun, tek bir devlete bağlayamaz.....” [xi]
23. Adnan MENDERES Hükûmetinin Programında(25.11.1957-27.05.1960): ".....Dış siyasetimizin hayati bir mevzuu olan Kıbrıs meselesine gelince; bu milli davamıza karar ve düşüncelerimiz katiyet ve sarahatle ortaya konulmuş bulunmaktadır.....Türkiye’nin emniyetinin ve adadaki Türk cemaatinin (istikbâl) geleceği ve (inkişafının) gelişiminin korunması için aldığımız bu kararlı durumun muhafaza olunacağını bir kere daha teyid ederiz...." [xii]

Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü ZORLU (28 Şubat 1959) [ TBMM Genel Kurulu'nda Dışişleri Bakanlığı'nın 1959 mâlî yılı bütçesinin görüşülmesi vesilesiyle ]:

"...... Kıbrıs meselesi Türkiye bakımından hayati bir ehemmiyet arz etmekte idi. Kıbrıs meselesinde menfaatlerimizin lâyıkı ile korunması için şu şartların tahakkuku lâzım gelmekte idi: 1. Kıbrıs'ın hiçbir zaman diğer yabancı bir devlete ilhak edilmemesi; 2. Kıbrıs'taki Türk cemaatinin inkişafının önlenmemesi ve onun Adada bir ekalliyet (azınlık) muamelesine tâbi tutulmaması; 3. Adanın Türkiye'nin emniyeti için arz ettiği büyük ehemmiyet nazarı itibara alınarak Adanın müdafaasının temini ve müdafaaya Türkiye'nin iştiraki....." [xiii]

Başbakan Süleyman DEMİREL (12 Eylül 1967 ) [ Yunanistan Başbakanı Kolias ile Keşan ve Dedeağaç'ta görüştükten ve Yunan Askerî  Hükûmeti'nin Kıbrıs için ENOSİS Teklifini reddettikten sonra Basın Toplantısında ]: ".....Türkiye'nin Ada üzerindeki tarihî hakları ve Adanın Türkiye'nin güvenliği bakımından önemi de, meseleye çözüm yolu ararken daima göz önünde bulundurduğumuz bir husustur...... Kıbrıs işinin bugüne kadar barışçı bir çözüm yoluna kavuşamamasında Yunanistan'ın Ada'yı  kendisine ilhaktan gayri bir hal şeklini mümkün  görmemesi başlıca amil olmuştur. Türk tezi ise,yürürlüktekiAntlaşmaların tarafların rızası olmadan değiştirilememesi; cemaatlerden birinin diğerine  tahakküm edememesi; Lozan'da bu bölgede kurulmuş  olan dengenin bozulmaması ve Ada'nın bir başka devlete tek taraflı ilhakının önlenmesi esasları dahilinde ihtilâfa bir çözüm yolu aranmasıdır......Bizim Kıbrıs siyasetimizin temelini, Kıbrıs'ın statüsünü tayin eden Antlaşmalar teşkil eder.....Biz müzakere etmiş olmak için müzakere kabul etmeyi ne kadar fuzuli görüyorsak,  müzakerelerden kaçmayı da o kadar icapsız sayarız. Aksi halde geriye müzakere  kapısını kapayarak gerginlik ve çatışma yolunu açmak kalır.....Kıbrıs meselemizde, şeref ve haysiyetsimizden bir fedakârlık yapılamaz.  Türk Milleti şeref ve haysiyeti için her türlü fedakârlığı yapabileceğini tarih boyunca ispat etmiştir...... " [xiv]

AP Genel Başkanı ve Muhalefet Lideri Süleyman DEMİREL (20 Temmuz 1974) [ Kıbrıs Barış Harekâtı TBMM'nin Olağanüstü Birleşik Toplantısında yaptığı konuşma ]: ".....TBMM'nin millî meseleler karşısında bütün iç çekişmelerini bir kenara atıp, cihan âleme karşı tek vücut halinde hareket etmesi,  aynı zamanda, Milletimizin de millî meseleler karşısında yekvücut olduğunun kanıtını oluşturacaktır.....'Kıbrıs davası,  aslında Türkiye için ne bir toprak davasıdır  ne de sadece Kıbrıs'ta yaşayan 150 bin soydaşımızın güvenliği davasıdır. Bunları çok aşan bir davadır.....Kıbrıs davası 1829'da Mora yarımadasından başlayarak hep Osmanlı İmparatorluğu aleyhine büyüyerek gelen Elen idealizmine, megali  idea'ya 'dur' deme davasıdır.....Kıbrıs davası karşısında Türk Milletinin gösterdiği hassasiyet bir tarihî şuurun neticesidir......Bugün bir Kıbrıs davası hâlâ elimizde var ise, olabilmiş ise, bir Kıbrıs davasında tutacak bir yerimiz, önemli tutacak bir yerimiz var ise, Kıbrıs'a Osmanlı İmparatorluğu'nun aslında Anadolu'nun tabiî bir uzantısı olan bu adaya 1570'de götürüp bıraktığı, 300 sene sonra 1878'de terk edip geldiği Türk Milletinin asil evladı, orada bayrak için ve Büyük Türk Topluluğu için şecaat ve kahramanlık göstermiş; 450.000 Rum'un içerisinde73 ayrı yerde dağınık bir şekilde olmalarına rağmen, ölmüşler, işkence görmüşler, açlığa tabi tutulmuşlar ve bunların çok büyük bir kısmı da Kıbrıs Anayasası'nın mer'i olduğu zamanda olmuş, bunların büyük kısmını da yaptıran Arşövek Makarios'tur; öyle olmuş, amaTürk varlığını muhafaza etmekte hayatiyet gösterebilmişlerdir....Ada'da  bir yeni nizam kurulacaktır, bir yeni nizam kaçınılmazdır.....Konu üzerinde söylenecek sözler geride kalmıştır. Bugün sabahtan itibaren konu üzerinde yeni bir dönem açılmıştır. Konu üzerinde şu veya bu denebilir. Bugün denecek tek bir şey vardır : ......Bu ülkenin çocukları, Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşları, bugün tek kalp halinde. Yüce Milletimizin değerli varlığı, Türk tarihinin şanlı sayfalarını yazan, Türk Milletinin özü, hamaset ve vatanperverlik dolu, kahramanlık dolu Türk Silahlı Kuvvetlerinin gün batmadan başarıya ulaşmasını temenni etmek, hepimizin en büyük emelidir. (AP, CHP ve CGP sıralarından "Bravo" sesleri, şiddetli alkışlar)Cenabı Allah'ın milletimizi, devletimizi, onun mümessillerini, Türk Silâhlı Kuvvetlerini başarıya ulaştırmasını ve Milletimizi daima başı dik millet olarak tutmasını niyaz ediyor, hepinize saygılarımı sunuyorum. (AP, CHP, CGP, MSP sıralanandan alkışlar.[xv]

6. Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK [ Rauf DENKTAŞ'ın naklettiği değerlendirmesi ] ''Kıbrıs adası, Türkiye'nin denizlere açık bir ülke olmasını engelleyecek bir konumdadır.''[xvi]


DSP Genel Başkanı Zonguldak Milletvekili Bülent ECEVİT (25 Ağustos 1992) [TBBM Genel Kurul'u Olağanüstü Kıbrıs Toplantısı]: "....Bundan 390 yıl önce, Ünlü İngiliz oyun yazarıShakespeare, Othello adlı piyesinde, bir politikacının ağzından, Kıbrıs'ın, Türkiye için stratejik önemini vurguluyordu ve 'Türk, kendini öncelikle ilgilendiren bir konuyu gerilere itecek kadar idraksiz değildir' diyordu. Shakespeare'den 390 yıl sonra, Türkiye'yi yönetenlerin, Kıbrıs'ı, Türkiye için bir yük ve engel gibi görmek idraksizliğini sürdürmeyeceklerini umarım...." [xvii]

RP Genel Başkanı Konya Milletvekili NECMETTİN ERBAKAN (25 Ağustos 1992) [ TBMM Kıbrıs Olağanüstü Toplantı ] :"....Kıbrıs, bizim için en hayatî ehemmiyeti haiz bir yer; güvenliğimiz buna bağlı....." [xviii]

MÇP Genel Başkanı Yozgat Milletvekili ALPASLAN TÜRKEŞ (25 Ağustos 1992) [ TBMM Genel Kurulu Kıbrıs Olağanüstü Toplantı ]: "....Kıbrıs Adası, ..... Türkiye'nin güvenliğiyle çok yakından ilgilidirKıbrıs üzerinde Türkiye'mizin bir başarısızlığı, bütün Türk cumhuriyetlerinde, Türk âleminde Türkiye'ye karşı beslenen itimadı sarsar. O bakımdan, Kıbrıs meselesinin çözümü Türkiye için bir sınav mahiyetindedir. Bu sebepten, bu meselenin üzerine, milletimiz, önemle eğilmiş bulunmaktadır, hükümetlerimiz de, milletimizin bu arzusunu dikkate alarak, bu meselede Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini bağımsız bir cumhuriyet olarak yaşatmayı hedef almalıdır. Bu, milletimize yeni imkânlar açacaktır...." [xix]

RP Genel Başkanı Konya Milletvekili NECMETTİN ERBAKAN
(10 Haziran 1993) [ TBMM'de Kıbrıs konusunda Genel Görüşme açılması önergesi üzerinde ön görüşmede ] : "....... Türkiye Büyük Millet Meclisinde tarihî bir oturumu yapıyoruz; baş millî meselemiz olan Kıbrıs konusunu görüşüyoruz; Kıbrıs konusu hakkında bir genel görüşmenin gündeme alınıp alınmaması konusunu müzakere ediyoruz....... Refah Partisi olarak biz, Türkiye'de vatanımızı nasıl bölünmez bir bütün olarak kabul ediyorsak, Kıbrıs da, bizim ikinci vatanımızdır, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini de, aynen, bölünmez bir bütün olarak kabul ediyoruz; Türkiye bölünmez de Kıbrıs bölünür mü?.....(RP sıralarından alkışlar)" [xx]

KKTC CUMHURBAŞKANI RAUF R. DENKTAŞ (21 Ocak 1997)  [ TBMM Genel Kurulu'na Hitabı ]: ".....Bu anlaşmaların oluşturduğu esaslar arasında, elden bırakamayacağımız, bırakamayacağınız ilkeler vardır.Bunlardan en önemlisi, Kıbrıs dahilindeki iki halk arasında siyasî eşitliğe denk olarak, Türkiye ile Yunanistan arasında, Kıbrıs'a dönük eşitliktir, dengedir; Lozan'da kurulmuş olan dengenin, Kıbrıs'ta, rahmetle andığımız, o zamanın liderleri tarafından korunarak bir anlaşma yapılmış olmasıdır.Bu dengeye göre, Kıbrıs üzerinde, Yunanistan'ın Türkiye'den daha fazla söz hakkı yoktur. Bu dengeye göre, Kıbrıs, Enosis'e gidemez, taksim edilemez, içte iki eşit halk Kıbrıs'ı idare eder, biri diğerine tahakküm edemez ve dolaylı Enosis olmaması için de, Türkiye ve Yunanistan'ın üye olmadığı herhangi bir birliğe üye olamaz. Bu kadar ince, bu kadar hassas, amabu kadar sağlam bir dengeyi kurmak suretiyle Kıbrıs'ı bağımsızlığa kavuşturmuş olanları yine rahmetle anıyorum.....Gün geldi, dünyayı niçin karşınıza aldınız; Kıbrıs'ta hak ve hukuk tecelli etsin, haksız saldırılar dursun;Kıbrıs, Rum olmasın, Yunan olmasın diye. Gün geldi, evlatlarınızı, kefensiz, bizim şehitlerimizin yanına yatırdınız. Niçin; Türkiye'nin Kıbrıs'a verdiği önem, Türkiye'nin Kıbrıs için, Kıbrıs'ın Türkiye için hayatî önemi haiz bir Ada olduğu, hiçbir şekilde düşmana bırakılmayacağı ve kan kardeşiniz Kıbrıs Türklerinin, asla bu Ada'da yok edilmeyeceğini, ezilmeyeceğini, sömürüye terk edilmeyeceğini göstermek için...."[xxi]
Devlet Bakanı Kayseri Milletvekili Abdullah GÜL (21 Ocak 1997) [Hükûmet adına TBMM Genel Kurulu'nda konuşması]:"......bugün Meclisimiz, tarihî oturumlarından birisini daha yaşadı. Sayın Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel'in resmî davetlisi olarak ülkemizi ziyaret eden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin Sayın Cumhurbaşkanı, bugün Mecliste, tarihî konuşmalarını yaptılar ve yayımlanan deklarasyonla da, hep beraber, bütün Meclis olarak bir kez daha Kıbrıs davasının arkasında olduğumuzu gösterdik.....Kıbrıs, Türkiye'nin millî meselesidirpartiler üstü bir meseledirkim iktidarda olursa olsun, 30 senedir, Kıbrıs'a karşı yapması gerekeni yapmıştır ve bundan sonra da yapacaktır. Kıbrıs'ta bugünkü problemin sorumlusu kesinlikle Türkiye değildir.....çeşitli oyunlarla, Türkiye'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin kazanımlarını geri almak için yapılan bütün çalışmalar boşa gidecektir. Bunu derken şunu söylemek istiyoruz; 1960 Antlaşmalarından doğan bütün garantörlük haklarımız aynen devam etmektedir, bunların sulandırılmasına dönük herhangi bir şeye kesinlikle müsaade edilmeyecektirTürkiye, bu konuda çok kesin kararlıdır. Kıbrıs'ın güvenliği Türkiye için vazgeçilmez bir koşuldur, Mersin'in, Sinop'un, Edirne'nin, Kars'ın güvenliği neyse, Kıbrıs'ın güvenliği de Türkiye için aynı şekildedir. (RP, DYP ve ANAP sıralarından alkışlar)Türkiye bunu, gerektiğinde, fiilen de göstermekten hiçbir zaman geri kalmamıştır, bunu, bütün dünya da bilmektedir...." [xxii]
RP GRUBU ADINA Manisa Milletvekili BÜLENT ARINÇ (21 Ocak 1997)  [ TBMM Genel Kurulu'ndaki Konuşması ]:"....Kıbrıs, Türkiye’mizin millî meselesidir, onurudur ve hepimizin haysiyetidir. Türkiye'nin, Kıbrıs'ta, hem tarihî hem millî hem dinî hem ahlakî hem coğrafî ilgisi vardır. Bu ilgimiz sebebiyle, bu ahlakî bağlarımız sebebiyle Kıbrıs davası, bizim için, vazgeçilmez ve üzerinde tartışılmaz bir konudur......bu millî konuda Parlamentomuz, bugüne kadar yekvücut hareket etmiştir. Gelmiş geçmiş bütün hükümetler, iktidar ve muhalefetiyle, bütün milletvekilleriyle Kıbrıs davasında aynı görüşü paylaşmışlardır. Bu, bizim için en büyük güç ve en büyük iftihar meselesidir. İnanıyorum ki, bugün de, Kıbrıs konusunda hepimiz aynı düşüncelere sahibiz; yapılması gereken, alınması gereken bütün kararlara, aynı yüreklilikle, aynı samimiyetle hep beraber sahip çıkacağız......bugün,Parlamentomuzu teşrifleriyle hepimizi memnun eden Sayın Cumhurbaşkanına (KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş)bir kez daha hürmetlerimi, selamlarımı takdim ediyor; kendilerini ayakta alkışlamak suretiyle, bütün düşüncelerine ortak olduklarını ifade eden Sayın Başkanımızı ve değerli milletvekillerimizi, tekrar, hürmetle selamlıyorum."[xxiii]
DSP Genel Başkanı İstanbul Milletvekili Bülent ECEVİT (21 Ocak 1997) [ TBMM Genel Kurulu'ndaki Konuşması ]:"....Sözlerimi bitirirken şunu hatırlatmak isterim: Sayın Denktaş, Türkiye'ye Kıbrıs Türklerinin şükran duygularını her zaman cömertçe ifade eder; fakat, aslında, sadece Türkiye Kıbrıs Türkleri için bir güvence değildir; aynı zamanda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de Türkiye için büyük bir güvencedir. (DSP sıralarından alkışlar) Kuzey Kıbrıs'ın Türkiye için ne kadar büyük bir güvence olduğunu algılayabilmek, idrak edebilmek için strateji uzmanı olmaya gerek yoktur. Bir ortaokul haritasını açıp bakan herkes Kıbrıs'ın Türkiye için stratejik açıdan ne kadar önemli bir yer tuttuğunu gözleriyle görebilir. Güney kıyılarımızın güvenliği; İskenderun, Mersin Limanlarının güvenliği; petrol boru hatlarının ve ileride yapılacak petrol ve doğalgaz boru hatlarının güvenliği bakımından, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde Türk askerî varlığının sürmesi, evvela o cumhuriyetin sürmesi ve -o cumhuriyet ebediyen yaşayacaktır inşallah- o cumhuriyette de Türk askerî varlığının ebediyen kalması -her şeyden önce Türkiye'nin kendi güvenliği için- koşuldur." [xxiv]
TBMM Genel Kurulu'nun Kararı (21 Ocak 1997):
"1........
2. 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarıyla oluşturulan garanti sistemi, şimdiye kadar olduğu gibi bundan böyle de geçerli olmaya devam edecek, söz konusu antlaşmaların doğrudan veya dolaylı şekilde değiştirilmesine ve Kıbrıs'ta ve bölgede Türkiye ve Yunanistan arasında mevcut dengenin bozulmasına müsaade edilmeyecektir.
3. Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs'ta etkin ve fiilî garantisini eksiksiz sürdürecek, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine vaki olacak saldırıyı aynen Türkiye Cumhuriyetine yapılmış bir saldırı olarak telâkki edecektir.
4. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Avrupa Birliğine tam üyelik için yapmış olduğu tek yanlı müracaat 1960 Antlaşmalarına aykırıdır. Bunun gerçekleşmesi, Kıbrıs'ın bölünmesine yol açacak ve sorumluluğu Avrupa Birliğine ait olacaktır.
5. Kıbrıs Türk Cumhuriyetine karşı uygulanan ambargo ve çifte standart hiçbir şekilde kabul edilemez.
Dışarıdan müdahalelerin, çözümü daha da zorlaştırdığı tecrübeyle bilinmektedir. Bu millî davada, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Türk Milletinin tam birlik içinde bulunduğu gerçeği, bütün dünyaca bilinmelidir.”[xxv]
55. Mesut YILMAZ  Hükûmet (ANAP-DSP-DTP-Bağımsızlar) Programında ( 30.06.1997-11.01.1999 ): "...Ulusal davamız olan Kıbrıskonusunda antlaşmalardan kaynaklanan hak ve sorumluluklarımıza sahip çıkarak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni her alanda desteklemeye devam edeceğiz. Hükümetimiz, Kıbrıs’ın yalnız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için değil, doğrudan doğruya Türkiye’nin güvenliği açısından da yaşamsal önem taşıdığının ve bu önemin arttığının bilincindedir. Ayrıca, Hükümetimiz, Ege’de yaşamsal çıkarlarımızı ilgilendiren konuların karşılıklı anlayış ve yapıcı ve barışçı bir diyalog ile çözülmesi gerektiğine inanmaktadır...." [xxvi]
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK (13 Nisan 2004)           [Genelkurmay Başkanlığı Karargahı Orbay Salonu'nda yaptığı basın toplantısındaki sözlerinden alıntı ] : "..... belirttiğim gibi Kıbrıs sadece Kıbrıslı soydaşlarımızın bir meselesi değildir.Türkiye'nin güvenliği de söz konusudur. Kıbrıs'ın Türkiye'nin güvenliği ile ilişkisi, Türkiye'ye olan mesafesi ile açıklanacak kadar yüzeysel değil, daha çok Doğu Akdeniz'deki hak ve menfaatlerimizin korunması ile ilişkilidir. Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin bakış açısından Kıbrıs'ın önemi iki temel esasa dayanmaktadır:
Bunlardan birincisi;Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Türk Silâhlı Kuvvetleri'ne Garanti Antlaşması ile yüklenen Kıbrıslı soydaşlarımıza sağlamak zorunda olduğumuzgüvenlik sorumluluğudur.
İkincisi ise, İttifak Antlaşmasında açıkça ifade edildiği üzere, Kıbrıs'ın, Türkiye'nin güvenliği açısından taşıdığı stratejik rolün önemidir. Bu iki temel esas süreklilik arz etmektedir. Çünkü Kıbrıs'ta ve Doğu Akdeniz'deki istikrar ve denge ancak bu sayede sağlanmaktadır. Garanti Antlaşmasının birinci maddesinde Kıbrıs'ın, tamamen veya kısmen, Türkiye ve Yunanistan'ın birlikte üyesi olmadığı hiçbir siyasi ve ekonomik birliğe katılımına bu gerekçeyle müsaade edilmemiştir.'' [xxvii]
61 Recep Tayyip ERDOĞAN Hükûmet Programında (8.07.2011): "....İktidarımız döneminde, Kıbrıs’ta, KKTC halkının ve Türkiye’nin stratejik çıkarlarını gözetecek, bu bağlamda BM parametreleri çerçevesinde iki toplumlu ve iki kesimli, tarafların siyasi eşitliğine dayanan kapsamlı çözüme ulaşılması yönündeki çabaları sürdüreceğiz ve BM’nin iyi niyet misyonunu desteklemeye devam edeceğiz. Ayrıca, KKTC’nin uluslararası alanda tanınması ve daha saygın bir konuma getirilmesi için gösterdiğimiz yoğun çabayı aynı kararlılıkla sürdürecek ve aynı zamanda KKTC’nin ekonomik altyapısının güçlendirilmesi için bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da destek vermeye devam edeceğiz...."[xxviii]
MHP Ankara Milletvekili Yıldırım Tuğrul TÜRKEŞ  (18 Haziran 2014)   [ MHP Grup Başkan Vekili ve İzmir Milletvekili Oktay Vural ile MHP Grup Başkan Vekili ve Kayseri Milletvekili Yusuf Halaçoğlu'nun "1953 yılından bu yana siyasi literatürümüzde 'millî dava' olarak nitelenen ve kabul edilen Kıbrıs" konusu hakkında Genel Görüşme açılması için verdikleri önergenin TBMM Genel Kurulu'nda görüşülmesi ]: "....Hepinizin malumu olduğu üzere, Kıbrıs millî davamızdır. Bu millî davanın bugün karşı karşıya olduğu meselelerin bu Meclis çatısı altında detaylı bir şekilde görüşülmesi gerekir.....Kıbrıs denilince ister istemez şöyle bir geçmişe bakıyoruz neler oldu, neler yaşandı diye, bakınca da hatırlıyoruz. Meselâ, Başbakan Erdoğan'ın her fırsatta istismar etmeye çalıştığı merhum Menderes'in Kıbrıs yaklaşımından zerre kadar dahi olsa nasiplenmesini öylesine arzu ederdik ki.
Kıbrıs, Türkiye Cumhuriyeti devleti için 1953 tarihinden bu yana millî davadır.1955 ve 1957'de merhum Adnan Menderes tarafından kurulan 22'nci ve 23'üncü Hükûmetlerin programlarında, Kıbrıs konusundan, konunun milletimize mal olduğunu gösteren ifadelerle bahsedilmiştir.
Her vesileyle rahmetle andığımız merhum Menderes, 1955 yılının Ağustos ayında 'Kıbrıs Anadolu'nun bir devamından ibarettir ve onun emniyetinin esas noktalarından biridir' şeklinde beyanat vermiştir. Gerçekten de merhum Menderes 1955 yılında Kıbrıs'la alakalı olarak iç bünyede öylesine güçlü bir millî hava estirmiştir ki merhum İnönü, 25 Ağustos 1955 tarihinde bir demeç vererek, 'Dış politikamızın Kıbrıs'la meşgul olacağı bugünlerde, iç politikamızın havasının da Kıbrıs'la dolu olduğunu dünyaya göstermek vazifemizdir' demiştir.
Keza merhum Bölükbaşı, aynı tarihlerde 'Kıbrıs meselesi ve oradaki kardeşlerimizi tehdit eden yakın tehlike hakkında, Hükûmetimizin bütün gazetelerde okuduğumuz ve çoktan beri beklediğimiz enerjik beyanatını büyük bir memnuniyetle karşıladık' ifadelerini kullanmıştır.
Millî iradenin tecelligâhı olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin bu şerefli kürsüsünden vakti zamanında milletin davasına sahip çıkan merhum Menderes'i, Merhum İnönü'yü, merhum Bölükbaşı'nı bu vesileyle bir kez daha rahmetle ve minnetle anıyorum.
Türkiye'nin tarihinde Kıbrıs bağlamında Milleti ve Millet'in temsilcilerini bu derece bölen bir siyasi zihniyet daha yoktur. Kıbrıs davamız ile ilgili bu kürsüden 'Kesin müzakereleri, durdurun. Amerika'nın hoşuna gitmezmiş, bana ne Amerika'dan!' diyen ve burada coşkulu ve hararetli nutuklar atan, Kıbrıs konuşmalarından sonra kan ter içinde kalan merhum Necmettin Erbakan'ı hatırlıyor ve rahmetle ve hayırla yâd ediyorum. Elbette merhum Bülent Ecevit'i anıyor ve düşünüyorum. 'Kıbrıs'a savaş için değil, barış için gidiyoruz'  diyerek Türk Milleti'nin ve askerinin bir harekât esnasında dahi insanlığını unutmadığını ve unutmayacağını ortaya koyan merhum Ecevit'in millî duruşunu hatırlıyorum. Allah hepsinden razı olsun ve hepsine gani gani rahmet eylesin.
Bunları niçin anlatıyorum? Demokratik hayatımızda, Menderes'ten Ecevit'e uzanan büyük devlet geleneğimizde, her yönetici mevzu bahis Kıbrıs olduğunda içteki ihtilafları rafa kaldırmayı bilmiş ve olabildiğince geniş bir millî mutabakat arayışına girişmiştir. Bunda da büyük ölçüde hepsi başarı sağlamıştır. Menderes ile İnönü'yü, Ecevit ile Erbakan'ı, Demirel ile Türkeş'i, bu büyük insanları bir araya getiren neydi biliyor musunuz?  Millî dava Kıbrıs'ın, Kıbrıs Türkü'nün ve dahi Anadolu'nun kayıtsız şartsız müdafaasıydı.
.....Görünen odur ki aynı AKP iktidarı son dönemlerde Arap dünyasında olan bitenle, ihvancı kardeşlerinin akıbetini düşünmekle o kadar meşgul olmuştur ki Türk dünyasını ve Kıbrıs davasını irdelemeye vakit bulamamıştır........Buradan AKP Hükûmeti'ne çağrımızdır: Cesaretinizi toplayın ve Kıbrıs'ta süren ve Kıbrıs Türkü'nün ve Türkiye'nin hiçbir şekilde yararına olmayan bu müzakereleri derhâl durdurun, askıya alın. Bu yüce çatı altında yer alan tüm partiler bir araya gelelim ve bir ortak bildiriye imza atalım. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin siyasi ve Helenist kararını kınayalım ve uluslararası hukukun Türkiye aleyhtarlığı ile şekillendirilmesinin yanlış olduğuna işaret edelim.....(MHP sıralarından alkışlar)." [xxix]

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

BEN ÖLÜRSEM,




BEN  ÖLÜRSEM,





Mahmut Özyürek,
09.02.2004/Sayı:49


Gazi Mustafa Kemal Paşa1926 yılında kendisine yapılan suikast girişiminden sonra Atatürk, geçmiş olsun demeye gelen İzmirlilere şöyle seslenir: “Ben ölürsem ulusumuzun birlikte yürüdüğümüz yoldan asla ayrılmayacağına güveniyorum... Düşmanlarımızın alçakça eylemleri bizim devrim ateşimizi söndüremez...” Onunla birlikte yürüdüğümüz yoldan ayrıldık mı yoksa ayrılmadık mı?

80 yıllık Cumhuriyet, tarihinde bu denli ağır, sinsi, hain saldırıyla karşı karşıya kalmamıştı. Dışarıdan ve içeriden kuşatılmış, refleksleri, direnç noktaları kırılmış bir Türkiye Cumhuriyeti fotoğrafıdır yaşadığımız.

Artık saldırılara karşı direnecek örgütlü toplumsal dinamikler olmadığı için önceden milli bilincimize Türk kimliğine, Atatürk’e, Atatürkçü Düşün sistemine gizli yapılan saldırılar açıkça yapılmaya başlanmıştır. Türkiye’yi Türklüğe yok etme planı silahsız, süngüsüz, tek bir mermi bile harcanmadan uygulanmaktadır.

Ülkemizin ekonomik, mali, askeri, siyasi direnç noktaları, dinamikleri birer birer yok edilmekte ulusal bilincimiz silinirken yerine “Avrupa yurttaşlığı” bilinci, olmadığı yerde “ümmet” bilinci yerleştirilmektedir.

Küreselleşmenin öncelikli hedefi ulus devletleri parçalamak yerine askeri, ekonomik, siyasal gücü, direnç odakları olmayan devletçikler yaratmaktır. Bu amaca ulaşmanın yolu ise ulusal bilinci, toplumsal demokrasiyi içeriği, özü boş anlamsız hale getirmektir. Bireyi, cemaati, etnik grubu ön plana çıkartan sistem başta eğitim olmak üzere toplumun tüm katmanlarında uygulamaya sokulmaktadır. Şimdi bu zehrin bedelini ödüyoruz. Artık insanlarımızda “ben nasl katkı yapabilirim?” değil, “ben ne alabilirim?” anlayışı ön plandadır. 40 bine yakın üniversite öğrencisi arasında yapılan bir anket sonucunda öğrencilerimizin %85’i geleceklerini yurtdışında arayacaklarını söylüyor. Bu ülkeyi yönetenlerin üzerinde düşünmesi gereken acı bir tablo. Biz 1919 koşullarından daha ağır bir dönem yaşıyoruz. Bir düşünün; o günkü insanlarımız, gençlerimiz “ülke işgal altındaysa ben de geleceğimi başka ülkede ararım” deselerdi?

Ulusal bilincimize, ulusal değerlerimize, ulus devlete yapılan hain saldırılar o denli arsızlaştı ki Sait Mollalar, Ali Kemaller, Refik Halitler, Refi Cevatlar bugünkülerin yanında vatansever(!) bile sayılabilirler.

Mecliste Atatürk’ün resmine, Türk askerine tahammülü olmayanın hedefi laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’dir. Keşke yanılsaydık, bu bir kaç kendini bilmezin hezeyanı diyebilseydik.

Devleti eline geçiren siyasal kadroyu sahneye süren güçler aynı kadro aracılığıyla gündeme getirdikleri “Kamu Reformu yasası” ile Türk devletini fedaral bir yapıya, sanal bir devlete dönüştürmenin temellerini atıyor.

Bir kısım mütareke medyası, Kürtlerden sonra Çerkezleri de dil istemi olan yeni bir etnik grup olarak manşetlere taşıyor.

Yabancı elçilikler bünyesindeki yabancı istihbarat elemanları Anadolu’da her türlü bozgunculuğu yaparak Türkiye’yi etnik tabanlı ayrıştırmanın altyapısını herkesin gözleri önünde oluşturuyor.

Kerkük’te Türkmenler haklarına sahip çıkıyor diye ABD korumasındaki silahlı Kürtler tarafından katlediliyor.

Kıbrıs’ta Denktaş yalnız bırakılıyor, adadaki Türkler dış güçler tarafından toplumsal mühendislikle yok ediliyor. Türk askeri işgalci sayılıyor.

İsrail Güneydoğu topraklarımızı silahsız, direnişsiz işgal ediyor.

Türkiye, Türksüzleştirme operasyonu içimizde at oynatıyor.

Güneyimizde ABD’nin denetim ve gözetiminde Kürdistan devleti kuruluyor. Özelleştirme, peşkeş çekme, kadrolaşma hareketleri son hızla sürüyor.

Bu denli büyük çapta bu kadar vahim, sinsi kuşatma ve saldırı karşısında bulunan ülkemizin yüz akları, ulusal bilincimizin, ulusal direncimizin, ulusal onurumuzun ödünsüz savunucuları, aydınlarımız; Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Gaffar Okan, Necip Hablemitoğlu ve adını sayamadığımız niceleri aramızdan alınıyor ve biz hala seyirciyiz!

Halen sanki çok gerekliymiş gibi kurumları, görüşleri değil, kişileri tartışıyoruz. Öyle yaptıkça da bölünüyoruz. Adına ister milli deyin, ister ulusal güçlerin birleşmesini engelleyici, önleyici, ayrıştırıcı her tür görüş, düşünce ve anlayış kelimenin tam anlamıyla hainliktir. Sağ-sol, Alevi-Sünni, Kürt-Türk değil sizleri vatan savunmasına çağırıyorum.

Yineliyoruz “devletin tekliğini, ulusun birliğini, ülkenin tümlüğünü” korumak ve kollamakla yasal olarak görevlendirilen tüm kadroları, ulus ve yurt bilinci taşıyan herkesi onur ve namus görevlerini yerine getirmeye çağırıyoruz. Çünkü vatanı, bağımsızlığı kaybetmek, en büyük onursuzluk ve namussuzluktur. Sözlerimi Yüce Önder Atatürk’ün 1920’de Meclis’te ve 1923 Mart ayında Konya Türk Ocağı’nda yaptığı iki konuşmadan kısa alıntılarla noktalamak istiyorum.

“Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş bir takım insanlar galip düşmanlar karşısında susmaya mahkummuş gibi Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektidiğini yapmakta korkak ve mütereddid idiler. Türkiye’de fikir adamları adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki ‘biz adam değiliz ve olamayız, kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur’ Bizim canımızı tarihimizi, varlığımızı bize düşman olduklarından hiç şüphe edemeyen Avrupalılara kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. Onlar bizi idare etsin diyorlardı.”

“... Derim ki ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel inancıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim tüm ulusumun hayatıyla ilgili, o adım ulusumun hayatına karşı bir kasıt, o adım ulusumun kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı biçimde düşünen arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir; sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Eğer bunu sağlayacak yasalar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adımlar atanlar karşısında herkes çekilse, ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.”


http://www.turksolu.com.tr/49/ozyurek49.htm


Erdoğan-Bahçeli Bölünme Anayasasına Neden Karşıyım?




Erdoğan-Bahçeli Bölünme Anayasasına Neden Karşıyım? 


Ümit ÖZDAĞ 



Erdoğan ve Bahçeli ittifakı, Türkiye'yi başkanlık anayasası ile bir bilinmeze doğru sürüklüyor. Üstelik, ülkemizin iç savaş ve bölünme tehlikesi ile en ağır şekilde karşı karşıya olduğu bir dönemde başkanlık referandumu millete zorla dayatılıyor. 

   Erdoğan bile 15 Aralık günü muhtarlara yaptığı konuşmada Türkiye'nin Suriye ve Irak gibi iç savaşa sürüklenmek ve bölünmek istendiğini ifade etmiştir. Bu kadar ağır bir tehdit ile karşı karşıya olan hiç bir ülke, sistem değiştirme riskine girmez. Üstelik Erdoğan bilmeli ki başkanlık için ısrar etmek, Türkiye'yi iç savaşa sürüklemek isteyenlere büyük bir fırsat verecektir. Türkiye, Erdoğan'ın başkanlığına karşı olanlar ve onun başkanlığını destekleyenler diye ikiye bölünmüş durumdadır. Türkiye'de kitlelerin bölünmüşlüğü artık gerçek anlamda bir millî güvenlik sorunu haline gelmiştir.Bundan yıllar önce Yeniçağ'da yazdığım bir açık mektupta kitlelerin bölünmüşlüğünün bir millî güvenlik sorunu haline gelmekte olduğunu ifade etmiştim. Artık bu süreç büyük ölçüde tamamlandı. Birbirine kızgınlıkla bakan Erdoğan yanlısı ve karşıtı grupların içinde, Erdoğan'a taparcasına bağlı olanlar ve ölümüne nefret edenler var. Birisinin arkasında 15 Temmuz deneyimi, diğerinin arkasında Gezi deneyimi var. Sokak deneyimi olan kitlelerin sokağa çıkması kolaydır. 

    Bütün bunlara iç savaş tahrikçilerinin son günlerde daha yoğun işitilen mezhepçi çığlıkları eklenmektedir.Bütün bunlar olurken, Orta Doğu iç savaşının yaşandığı Suriye ve Irak'ta, sınırları değiştirmek isteyen Batı ve Batı'nın işlerini kolaylaştıran IŞİD başta olmak üzere Selefi Cihatçı örgütler, sadece Şia'ya değil, kafir olarak gördükleri Sünnilere de savaş açmış durumdadırlar. Nedense İsrail'e hiç dalaşmayan, İsrail'i gündemlerine dahi almayan bu tekfirciler, İstanbul'a "Konstantinopolis" diyerek fethedeceklerini ileri sürmektedirler. Orta Doğu iç savaşının dalgaları, kitle imha amacı taşıyan bombalı saldırılar ile artık şehirlerimizi kan gölüne çevirebilmektedir.Üstelik kitleler birbirlerine bu kadar kızgınlık ile bakarken savunma ve güvenlik kurumlarımız ağır bir krizden geçmektedir. TSK; FETÖ ve AKP'nin darbeleri altında travma yaşamaktadır. Ordu içinde FETÖ'cü subay oranı hâlâ çok yüksek. Hava ve Deniz Kuvvetleri'nin durumu trajik. Kara Kuvvetleri'nin zamana ihtiyacı var. Özel Kuvvetler sokaktan adam topluyor. Kısaca ordumuz yeniden örgütlenmek için zamana ihtiyaç duymaktadır.Ekonomimiz çok ağır bir krizden geçmektedir. Dış borç ancak yeni dış borç ile ödenebilmektedir. Şubat 2017'ye kadar ödenmesi gereken dış borç 38 milyar Euro'dur. Bir çok büyük firma batmanın eşiğine gelmiştir.Özetle, Türkiye Cumhuriyeti; ordu, istihbarat, dış işleri ve ekonomisini hızla iyileştirmesi gereken bir süreçten geçmektedir. Böyle bir süreçten geçilirken ülkemizin önüne Ukrayna senaryoları koyabilecek bir politik sistem değiştirme girişimi büyük riskler taşımaktadır. Ülkemizin bugün her zaman olduğundan daha fazla millî birliğe ihtiyacı vardır. 15 Temmuz akşamı, %49 ile iktidara gelmenin iktidarda kalmaya yetmediğini, iktidarda kalmak için %100'ün desteğine ihtiyaç duyulan zamanlar olduğunu AKP'ye öğretmiş olmalı. Buna sadece 15 Temmuz gecesi değil, en az önümüzdeki 2 senede de ihtiyacımız var. Ben bunun alınmaması gereken bir risk olduğunu düşünüyorum ve başkanlık sistemi ile ondan önce referanduma, süreci taşıdığı risklerden ötürü karşı çıkıyorum.Anayasa taslağına karşı çıkmamın ikinci nedeni, "Genel Gerekçe" bölümündeki temel yaklaşımdır. Hele bu yaklaşımda 1924 Anayasamıza hakaret edilmesi hiç kabul edilebilir değildir. Genel gerekçe birinci paragrafta şu talihsiz ifade yer almaktadır: "Ülkemizde anayasalar, toplum ve temsilcileri tarafından değil vesayetçi zihniyete sahip elitler tarafından, devleti sınırlamak için değil, toplumu hizaya sokmak için hazırlanmış metinler olmuştur." 1961 ve 1982 Anayasalarının askeri darbeler neticesinde gerçekleşmiş olmasından ötürü eğer bu ifade sadece bu iki anayasa ile sınırlı olsaydı yukarıdaki ifadeye karşı çıkılmayabilirdi. Ancak, 1995, 2001 ve 2010 anayasa değişikliklerinde hangi vesayetçi anlayış hakim olmuştur? AKP, bu açıklaması ile ayrıca 1924 Anayasası'nı yapan, çok büyük bir bölümü İstiklal Harbi'mizin mimarı olan Meclis'in üyelerine de hakaret eden bir tutum sergilemiştir. Bu metni oluşturan kimselere şu söylenmelidir: "Tarihine bu kadar düşman olduğunuz bir ülkenin anayasasını oluşturma gayreti içerisine girmemeniz gerekir." Anayasa teklifine karşı çıkmamın üçüncü nedeni; demokratik düzenin temeli olan güçler ayrılığı müessesesi "Genel Gerekçe"de kendisine yer bulamamıştır. Anayasa Değişikliği Teklifi "Cumhurbaşkanı"nda birleşen bir güçler birliği (Güçlerin "Cumhurbaşkanı"nda birleşmesi durumunu) sistemini hedeflemekte, Meclis'in yetkilerinin önemli bir kısmını "Cumhurbaşkanı"na aktarmaktadır. 

   Genel Gerekçe'nin 1961 Anayasası'nı değerlendiren üçüncü paragrafı, teklifi getirenlerin gözünde, güçler ayrılığı prensibinin bir zayıflık olarak değerlendirildiğini örtük olarak belirtmektedir. Bu durumda güçler ayrılığı müessesesi ancak "Madde Gerekçeleri" kısmına, Cumhurbaşkanlığı makamı hesabına yapılan yetki gasbını gizleyebilmek gayesiyle, uygunsuz bir şekilde girebilmiştir.Erdoğan-Bahçeli anayasasına karşı çıkmamın dördüncü nedeni, anayasa değişikliğinin keyfi ve diktacı bir yönetim kurulmasına yol açacak olmasıdır. Böyle bir keyfi yönetim getirecek olan anayasa değişikliğinin, Türk toplumunun ulaşmış olduğu demokratik kültür seviyesi göz önünde tutulduğunda TBMM'den geçmesi mümkün görünmüyor. TBMM'den geçmesi durumunda ise Türk halkının referandumda "Burası Kuzey Kore, Hitler Almanya'sı, Saddam Hüseyin Irak'ı değil" demesi büyük bir ihtimal. Ancak, olağanüstü hal rejimi ve medyada muhalefeti susturup baskı politikaları ile referandumda "Evet" sonucu alınması durumunda da böyle bir anayasa ile Türkiye'yi uzun süre yönetmek mümkün değildir.Bu noktada bu anayasa değişikliğine karşı çıkmamın beşinci nedeni, böyle baskıcı bir anayasaya karşı oluşacak tepki ile ülkemizin bir iç çatışma ve çalkantı sürecine sürüklenmesinin büyük bir ihtimal olmasıdır. Türk toplumunun büyük ölçüde kamplara ayrıldığı bir dönemde böyle bir anayasanın yürürlüğe girmesi, ülkemizin Ukraynalaşması sürecini tetikleyebilir.Erdoğan-Bahçeli anayasasına karşı çıkışımın altıncı nedeni, bu keyfi yönetim anayasasının en önemli araçlarından yeni anayasada öngörülen "Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi" müessesine karşı çıkmamdır. Bu düzenleme ile 150 seneden buyana devlet geleneğimize hakim olan "İdarenin Kanuniliği" ilkesi ortadan kalkmaktadır. Ayrıca Cumhurbaşkanı bu yetki ile özerk bölge dahi kurabilmektedir. Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin mevcut Anayasamızdaki kanun hükmünde kararnamelere paralel bir unsur olduğu düşünülebilse de yeni enstrümanın hayata geçmesi için yetki kanununa gerek olmaması akıldan çıkarılmamalıdır. Şu durumda yeni Cumhurbaşkanlığı makamı -kanunlarla çelişmeme kaydıyla- süresi kapsamı ve sayısı belirsiz şekilde yasama faaliyeti gerçekleştirebilecektir. 

   Bu yetkinin Cumhurbaşkanına devletin biçimini istediği gibi belirleme imkanı veren 11., 14. ve 15. maddelerle birlikte düşünülmesi durumunda karşımıza akıl almaz bir güç yoğunlaşması çıkmaktadır. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi o kadar güçlü bir enstrümandır ve Cumhurbaşkanının yetkilerini o kadar artırır ki "Olağanüstü Hal Yönetimi" başlıklı 119. madde neredeyse gereksiz hale gelmiştir. "Neredeyse" diyorum; zira Cumhurbaşkanı ile TBMM arasında çatışma olması durumunda Meclis'e kalan azıcık imkânı ortadan kaldırmak gerektiğinde kolayca olağanüstü hal yönetimine geçilebilecektir. Olağanüstü hallerde çıkartılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri (olağan hallerde çıkartılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinden farklı olarak) kanunla çeliştiğinde kanunları geçersiz kılabilmektedir. Olağanüstü hale geçiş kurumsal anlamda kimseye karşı sorumlu olmayan Cumhurbaşkanının kararı ile gerçekleşmektedir. Olağanüstü hallerde çıkartılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri Meclis'e sunulmadığı takdirde bir ay boyunca kanun etkisi üretebilecek, sonra kendiliğinden yürürlükten kalkacaktır.Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile devleti yeniden kurabilmektedir. Anayasa Değişikliği Teklifi'nin 11. maddesinin son paragrafında mevcut Anayasamızın 106. maddesi şöyle değiştirilmiştir: "Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri ile teşkilat yapısı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir." Mevcut Anayasamızın 126. maddesine, Değişiklik Teklifi'nin 15. maddesinin son fıkrası ile "Merkezî idare kapsamındaki kamu kurum ve kuruluşlarının; kuruluş, görev, yetki ve sorumlulukları Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir" eki yapılmıştır. Mevcut Anayasamızın 126. maddesine, Değişiklik Teklifi'nin 14. maddesinin ikinci paragrafında: "Üst düzey kamu görevlilerinin atamalarına ilişkin usul ve esaslar Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenir" emri eklenmek istenmektedir.Erdoğan-Bahçeli anayasa taslağına karşı çıkmamın yedinci nedeni, değişikliğin Erdoğan'a başkan seçilmesi durumunda özerk bölge kurma hakkı veren düzenlemeler içermesidir. Bu hak Erdoğan'a veya bir başka başkana anayasanın idarenin bütünlüğü ve tüzel kişiliğini düzenleyen 123. ve merkezi idareyi düzenleyen 126. maddelerinde yapılması hedeflenen değişiklerle verilmek istenmektedir. Bu ise millî ve üniter devlet düzeni için büyük bir tehdit içermektedir.Erdoğan'ın ve AKP'nin millî ve üniter devleti benimsemediği bilinmektedir. Bu duruşlarını 2013 senesinde değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ilk 4 maddenin değiştirilmesi için TBMM'ye verdikleri değişiklik talebi ile ortaya koymuşlardır. 

   Daha birkaç yıl önce PKK ile müzakere sürecinde İmralı'da Öcalan ile ortak anayasa yazan, Habur'dan gelen teröristler için seyyar mahkeme kuran AKP'nin, bugün üniter ve millî devleti kabul ediyor gibi görünmesine güvenilemez. Başkanlık sistemi kurulduktan sonra ilk iş olarak HDP ve PKK ile yeni bir müzakere süreci başlatacaklarını tahmin etmek zor değildir.Millî ve üniter devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ni siyasal ümmetçi duruş açısı ile hiçbir zaman benimsemeyen, her fırsatta Türk Milleti'ne ve millî-üniter devlet anlayışına karşı olduğunu gösteren bir politik zihniyet, fırsatını bulduğu anda Türkiye'yi hızla federasyona ve bölünmeye sürükleyecektir.Erdoğan'ın federasyonu düşündüğü, eyalet modelini savunduğu gizli bir husus değildir. Erdoğan'a başkan seçilmesi durumunda bu doğrultuda adım atmasını sağlayan düzenleme, Anayasa'nın 123. maddesinin üçüncü ve 126. maddesinin ikinci fıkrasının yürürlükten kaldırılması ve yeni bir fıkra eklenmesi ile mümkün hale gelmiştir. Anayasanın 2. ve 3. maddesindeki millî ve üniter devlet anlayışı ancak halihazırdaki 123. ve 126. maddeler ile anlam kazanmaktadır.123. madde devlet teşkilatının düzenlenmesini sağlayan bir maddedir. Madde mevcut hali ile şöyledir: "İdare kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Kamu tüzelkişiliği, ancak kanunla ve kanunun verdiği yetkiye dayanılarak kurulur." Bu madde 3. fıkrasında yapılan değişiklikle şu hale getirilmek istenmektedir: "İdare kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Kamu tüzelkişiliği, kanunla veya Cumhurbaşkanı kararnamesiyle kurulur. Üst düzey kamu görevlilerin atamalarına ilişkin usul ve esaslar Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir." Böylece Cumhurbaşkanı kararnameler ile devletin esas teşkilatını kurma yetkisine kavuşacaktır.126. maddenin eski hali ise şöyledir: "Kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatı kurulabilir. Bu teşkilatın görev ve yetkileri kanunla düzenlenir." Değişiklikle madde şu hale getirilmek istenmektedir: "Kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatı kurulabilir. Merkezi idare kapsamındaki kamu kurum ve kuruluşlarının; kuruluş, görev ve yetki ve sorumlulukları Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir."Bu değişikliğin gerçekleşmesiyle TBMM'de herhangi bir tartışmaya izin verilmeden, devletin kurumsal yapısını bölgesel zeminde yeniden kurma imkânı ortaya çıkarmaktadır. Bu değişiklik Erdoğan'a Güneydoğu Anadolu'da mesela 10 vilayeti içine alan bir özerk bölge oluşturma imkânı verecektir. Buna yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması kılıfını giydirmek hiç de zor değildir. Esasen MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Oslo görüşmelerine katıldığı zaman kendi katılımından önce yapılan görüşmelerde %90-95 oranında uzlaşıldığını ifade etmiştir. PKK ile yapılan müzakerelere göre ilk aşamada sözde üniter devlet modeli içinde yapılacak bu düzenleme daha sonra anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilmesi ile federe bölgeye dönüşecektir."Başkan Erdoğan"ın tek başına yapabileceği bir özerk bölge değişikliğinin TBMM'den çıkma ihtimali yoktur. 

Çünkü kamuoyu derhal ayağa kalkacak, AKP geri adım atmak zorunda kalacaktır. Ancak anayasanın 123. ve 126. maddelerinde yapılan böyle bir düzenlemeden sonra Türkiye bir sabah uyandığında Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile özerk bölgeyi veya bölgeleri kucağında bulacaktır. Aslında bu madde değişiklikleri Erdoğan'a başkan seçilmesi durumunda devleti tekrar kurma imkanı vermektedir.Türkiye Cumhuriyeti devletini Gazi TBMM kurmuştur. Devlet teşkilatı TBMM'de yapılan ciddi tartışmalar sonunda kurulmuştur. 123. ve 126. maddelerde yapılarak Erdoğan'a verilmek istenen yetkilere İstiklal Harbi'nin Başkomutanı ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bile sahip olmamıştır.

   Erdoğan-Bahçeli Anayasa değişikliğine karşı çıkışımın sekizinci nedeni, Anayasa değişikliğinin ruhunda Cumhurbaşkanının açık bir şekilde TBMM'ye üstünlüğünün kurulmak istenmesidir. Örneğin, Meclis'in, seçimleri ancak 3/5 çoğunlukla, Cumhurbaşkanının ise koşulsuz olarak yenileyebilmesi teklif edilmektedir. Bu talep, güçlerin dengelenmesi değil, Meclis'in açıkça etkisizleştirilmesidir. "Bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulmaması halinde, bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak yürürlüğe konur" ifadesini içeren 18. madde, TBMM'nin bütçeyi onaylamamak suretiyle Cumhurbaşkanını denetlemesini bile imkânsız hale getirmektedir.Erdoğan-Bahçeli anayasa değişikliğine karşı çıkmamın dokuzuncu nedeni, değişiklik ile TBMM'nin Atatürk'e vermediği yetkiyi Erdoğan'a vermek istemesidir. Anayasa değişiklik taslağında, Cumhurbaşkanı "Türk Silahlı Kuvvetleri başkomutanlığını temsil edecektir" ifadesi kullanılmaktadır. Dolayısıyla "Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin başkomutanlığı temsil eder" maddesi değiştirilmek istenmektedir. 

  Bu değişiklik ile TBMM, başkomutanlık görev ve yetkisini kaybetmektedir. Oysa, TBMM 1924 Anayasası'nda bu yetkiyi Mustafa Kemal Atatürk'e vermemiştir. 

  TBMM Anayasa Komisyonu, 6 Nisan 1924'te TBMM Genel Kurulu'na başkomutanlık ile ilgili şu teklifi getirmiştir: "Berri, bahri ve havai bilcümle kuvvetlerin başkomutanı Reisicumhura mevdudur." TBMM bu teklifi reddetmiştir ve 1924 Anayasası Başkomutanlığı şöyle düzenlemiştir: "Başkomutanlık TBMM'nin şahsiyeti maneviyesinde mündemiç olup Reisicumhur tarafından temsil olunur. Kuvayi harbiyenin emir ve komutası hazarda kanunu mahsusuna tevfikan Erkanı Harbiye umumiye riyasetine ve seferde icra vekilleri heyetinin inhası üzerine Reisicumhur tarafından nasbedilecek zata tevdi olunur." 1924'deki TBMM, 2016'daki TBMM'den daha demokratik koşullara sahip olduğu için milletvekilleri, Mustafa Kemal Atatürk'ün başkomutanlığını reddedip maddeyi kendileri düzenleyebilmişlerdir. 2016 yılında ise milletvekillerinin büyük bir bölümü milletten aldıkları vekaleti suistimal ederek görmedikleri bir metnin altına imza atmışlardır. 

   Bu değişikliğin Genel Gerekçesi'nde ileri sürülen geçmiş anayasaların antidemokratik ruh taşıdıkları iddiası böylece kendiliğinden yalanlanmış olmaktadır.Özetle, bilinçli yaşamının tamamını bir Türk Milliyetçisi olarak geçirmiş, bozkurttan başka hiçbir dernek rozeti, üç hilalden başka hiçbir parti rozeti yakasına takmamış bir Türk olarak Türkiye'nin bölünmesinin, Türk milletinin ezilmesinin zeminini açan ve devletin kurucusu büyük Türk milliyetçisi Mustafa Kemal Atatürk'e verilmeyen yetkileri Erdoğan'a veren bir anayasa taslağına imza atmayacağım.Hiçbir makam, mevki ve vaat beni Türk Milleti'ni ve Türk Devleti'ni felakete götürebilecek bir sürecin parçası yapamaz. Aksine, bir iki televizyon kanalı dışında bütün televizyon kanallarının ambargo uyguladığı; bir iki gazete dışında gazetelerin sayfalarını baskılardan ötürü kapattıkları bir dönemde önce yeni anayasa teklifinin TBMM'de 330'un altında kalarak geçmemesi için elimden geleni yapacağım. Bu hususta arkadaşlarım ile birlikte başarısız olursak, bütün Türkiye'yi dolaşarak şehir şehir, ilçe ilçe; köylere kadar yetişebildiğimiz her yerde, milletimize bu değişikliğin Türkiye'yi nereye sürükleyeceğini anlatacağım.Henüz kamuoyu önünde görüşlerini açıklamamış olan 35 MHP milletvekili, Erdoğan'a; 

1) Türkiye'yi özerk bölge üzerinden federasyona götüren bir süreci gerçekleştirmesi, 
2) Otoriter bir rejim kurması, 
3) Atatürk'ün sahip olmadığı yetkilere sahip olması için gereken gücü verecek midir?

   Gerçek bir Türk milliyetçisinin, Ülkücü Hareket'e mensup bir insanın İstiklal Harbi'nin sonunda kurulan millî ve üniter devleti tasfiye edecek bir sürece ortak olmayacağına inanıyorum. MHP milletvekillerinin Türkiye'nin birliği uğruna binlerce gencini şehit veren bir hareketin mensupları olarak, ciğerleri şişirilerek şehit edilen Dursun Önkuzu'yu, kendi kanının oluşturduğu gölde şehit olan Recep Haşatlı'yı unutmadan, Atatürk-Türkeş çizgisine ihanet etmeyeceklerine inanıyorum.Hiçbir makam ve mevki vaadinin, hiçbir vefa duygusunun onları, Türkiye'nin özerklik-federasyon-parçalanma çizgisinin suç ortakları haline getiremeyeceğine inanıyorum. Hiç bir Türk milliyetçisinin bu kara lekeyi çocuklarına ve torunlarına miras olarak bırakmayacağına inanıyorum. 

Kaynak: Erdoğan-Bahçeli Bölünme Anayasasına Neden Karşıyım? - 

Ümit ÖZDAĞ