28 Şubat 2019 Perşembe

Kıbrıs Sorunu Niçin Çözülemiyor?

Kıbrıs Sorunu Niçin Çözülemiyor?






Yazan  
Ergun Mengi 
05 Nisan 2017

Öncelikle, Kıbrıs’ta sorun var mı? Buna tüm tarafların gözünden ayrı ayrı bakmak gerekir. 1914 yılında Kıbrıs’ı ilhak eden İngiltere; 1960 yılındaki Londra ve Zürih Antlaşmalarıyla Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetini tanımış ve Dikelya ve Agratur’daki askeri üslerinin bulunduğu bölgelerin tam egemenliğini alarak sorununu çözmüştür. 1960’dan itibaren İngiltere’nin Kıbrıs sorunu kalmamıştır.
Rum tarafından bakıldığında sorun 1964 yılında çözülmüştür. Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios 30 Kasım 1963’de 13 maddeden oluşan anayasa değişikliğini ortaya koymuştur.
- Bunlar arasında anayasanın değişmez maddeleri, 
-Kıbrıs Türk'ü olan Başkan Yardımcısının (Dr. Fazıl KÜÇÜK) veto hakkının ortadan kaldırılması,
-Temsilciler Meclisinde ayrı çoğunluklar ilkesinin ortadan kaldırılarak kararların basit çoğunlukla alınması,
-Ayrı belediyelerin ortadan kaldırılması gibi maddeler de bulunmaktaydı. Türkiye’nin değişiklikleri kabul etmeyeceğini bildirmesi üzerine, ABD Başkanı Kennedy, Makarios’a anayasa değişikliğinden vazgeçmesini önermiştir.  Makarios değişiklikleri ötelemiş ancak, Rumlar 21 Aralık 1963’te Türklere karşı ada çapında katliama başlamışlardır. 24 Aralık 1963 tarihinde Kanlı Noel olarak adlandırılan saldırılar sonunda 364 Kıbrıs Türkü şehit edilmiştir. Kanlı Noel’de Kıbrıs Türk Alayında görevli Tbp. Bnb. Nihat İlhan’ın[1] evininbanyo küvetinde eşi Mürüvet İlhan ve çocukları Murat, Kutsi ve Hakan katledilmişlerdir. Bu ev halen Barbarlık Müzesi olarak korunmaktadır.





Rum Hükümeti, zor kullanarak Kıbrıslı Türk Milletvekillerini Temsilciler Meclisinden uzaklaştırmış, sonra sadece Rum Milletvekillerinin oyu ile uluslararası hukukta geçerliliği olmayan  Gereklilik Yasası’nı (Law of Necessity) geçirmiştir.
Sonra da bu yasanın arkasına sığınarak  1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nı tek taraflı olarak sadece Rum milletvekillerinin oyları ile değiştiripKıbrıslı Türkleri, kurucu ortaklıktan, azınlık statüsüne düşürmüştür. 
Barış ortamının bozulması, çatışmaların artması ve Türk parlamenterlerin meclisten uzaklaştırılması sonucu ortaya çıkan kaos ortamında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK-ABD, Sovyetler Birliği, Çin, İngiltere ve Fransa) 04 Mart 1964 tarihinde oybirliğiyle aldığı 186 sayılı kararla, her ne kadar Anayasasına ve Kuruluş Anlaşmalarına aykırı da olsa, Rumlardan teşkil edilmiş mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümetini, adanın yetkili ve sorumlu hükümeti olarak, de facto tanımıştır[2]04 Mart 1964 tarihinde Kıbrıslı Rumlar için de sorun bitmiştir.
Diğer önemli oyuncu olan, Yunanistan ise, 21 Nisan 1966 tarihinde, Kıbrıslı Türklerin sindirilerek Kıbrıs’ı Yunanistan'a bağlama amacı güden Akritas Planı’nı devreye sokmuştur. Bu plana göre Türklere yapılan baskılar artmış, 1967’de Rum saldırıları tekrar başlamıştır. 1957, 1962’den sonra 1967 yılında da Kıbrıslı Türklerin önemli bir bölümü evlerini topraklarını terk ederek güvenli bölgelere göç etmişlerdir. Yunanistan, ayrıca 15 bin askeri adaya çıkarmıştır[3].  Türkiye, askerî müdahalede bulunacağını açıklaması üzerine, ABD’nin arabuluculuğuyla Yunan birlikleri geri çekilmiş ve birsavaşın eşiğinden dönülmüştür.  
15 Temmuz 1974tarihinde, Yunanistan’daki Askeri Cunta Hükümeti, ENOSİS[4] amacıyla, EOKA-B örgütünün lideri Nikos Sampson ve Kıbrıs Yunan Alayına Makarios’a karşı darbe yaptırarak Ada’da yönetimi ele geçirmiş, darbeden sağ kurtulan Devlet başkanı Makarios ise BM’ye sığınmıştır[5]. Nikos Sampson darbe sonrası, kendisini yeni kurulan Hellenik Kıbrıs Devletinin Başkanı olduğunu ilan etmiştir. Yeni hükümetin alacağı kararla, Girit Adası gibi, Kıbrıs’ın da Yunanistan’a bağlanacağını düşünen Yunanistan için de bu tarihte Kıbrıs sorunu bitmiştir.
Ancak, Yunanistan ve Adadaki Rumlar, yaptıkları bu darbeyle Türkiye’nin sabrını taşırmışlardır. Bu güne kadar, düzelir umuduyla hoşgörü sınırları işçinde bulunan Türkiye ve Kıbrıslı Türkler için sorun tahammül edilmez noktaya ulaşmıştır. Darbeden sadece beş (5) gün sonra 20 Temmuz 1974 tarihinde, Türkiye, Zürih ve Londra Antlaşması'nın IV. maddesine istinaden Barış harekâtını icra etmiş ve şu anki mevcut harita çizilmiştir. Bu harekât sırasında Türkiye ile harbi göze almayan Yunanistan’a yönelik en büyük katkı Askeri Cunta’nın iktidardan düşmesidir.

 

 


1974 Barış Türk Barış harekâtıyla, sadece Türkler için değil, tüm taraflar için Kıbrıs sorunu bitmiştir. Ada, bu tarihten sonra, kimsenin hayal dahi edemeyeceği bir barış ortamına girmiştir.
15 Kasım 1983 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi Self-determinasyon hakkını kullanarak oybirliği ile aldığı bir kararla, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni (KKTC) ilan etmiştir. 18 Kas 1983 tarihinde BMGK bağımsızlık kararını kınamış ve 13 Mayıs 1984 tarihinde 550 sayılı kararı ile KKTC’yi ayrılıkçı bir hareket olarak tanımlamıştır[6].

 



Kıbrıs Sorunu, dünyanın gündemine girdiğinden beri BM bünyesinde birçok faaliyet yürütülmüştür. Bunlardan en ciddi olanı, tarafların ilk kez kendi aralarında anlaşabildikleri, sonra halkoyuna sunulan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Planıdır. Annan planına göre yukarıdaki muhtemel haritayı Kıbrıslı Türkler kabul etmiş; en önemlisi Türkiye, KTBK kapsamında Ada’da bulunan askeri güçlerini geri çekmeyi kabul etmiştir. Ancak, 24 Nisan 2004 tarihinde  halkoyuna sunulan planı, Kuzey Kıbrıs plana  % 65'le “evet” deyip kabul ederken, Güney Kıbrıs  % 75 ile “hayır” deyip bu önemli şansı tepmiştir. 
Kıbrıs’ın tam üyeliğini Annan Planının kabulüne bağlayan AB, Rumların hayır oyuna rağmen, 01 Mayıs 2004 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tüm adayı temsilen AB’ye almıştır. AB, bu kararıyla adanın kuzey yarısında 30 yıldır var olan KKTC’yi gözardı etmiştir. Referandumdan sonra BM ve AB’de KKTC’ye uygulanan yaptırımların kaldırılacağı yönünde vermiş olduğu tüm sözler maalesef unutulmuştur. Rum tarafının "Hayır" demesi üzerine, dönemin AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen, "Rumlar tarafından aldatıldık" demiştir. KKTC’nin Verheugen’e cevabı “KKTC halkı da AB tarafından aldatılmıştır” şeklinde olmuştur. Kopenhagen siyasi kriterlerinin en önemli maddesi, aday ülkenin komşu ülkeleriyle sınır problemi olmamasıdır. Kıbrıs’ın bırakın komşu ülkeleri, kendi içinde sorunu vardır. Kıbrıs’ta 30 yıldır ayrı yaşayan bölünmüş iki halkın arasında 1964’den beri BM Barış Gücü bulunmaktadır. BM Barış Gücü’nün görev yaptığı bir ülkeyi AB’ye almak, hukuk timsali AB’nin en hukuksuz davranışıdır.
Ada’dyaşayan Türk ve Rum vatandaşlarının çözümden beklentisi güvenlik, barış ve huzurdur. 1974 Barış harekâtından sonra aradan geçen 43 yılda Ada’da barış ve huzur ortamı zaten vardır.  Konu güvenlik olunca, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin (KTBK) dünyanın en başarılı Barış Gücü olduğunu gözardı etmemek gerekir. BM, 1948 yılından itibaren 71 adet barışı koruma harekâtı icra etmiştir. Halen devam eden harekât sayısı 16’dır[7]. BM’nin devam eden Barış Gücü harekâtları özetle şu şekildedir. Haiti Temmuz 2004, Kuvvet: 6,131, Ölüm Sayısı: 186 Bütçe (07/2016 – 06/2017) $345,926,700; Darfur Temmuz 2007; Kuvvet: 20,806, Ölüm sayısı: 243, Bütçe (07/2016–06/2017): $1,039,573,200; Kıbrıs Mart 1964; Kuvvet: 1,105, Ölüm sayısı: 183 (1974 öncesi), Bütçe (07/2016 – 06/2017): $55,560,100; Lübnan Mart 1978; Kuvvet: 11,425, Ölüm sayısı: 312, Bütçe (07/2016 – 06/2017): $488,691,600; Demokratik Kongo Cumhuriyeti Temmuz 2010; Kuvvet: 22,500, Ölüm sayısı: 106, Bütçe (07/2016 – 06/2017): $1,235,723,100.Görüldüğü gibi tüm bu kriz bölgeleri kan gölü içindedir. Sadece Kıbrıs’ta kan akmamaktadır. 1974 sonrası taraflardan ölen sayısı sadece 10 kişidir. Adadaki bu barış ortamı, BMBG’nin değil, KTBK’nın başarısıdır. Bugün, KTBK için 50.000’den fazla bir kuvvetten bahsedilmektedir. Büyük kuvvet, Türkiye için çok masraflıdır, ama bir garantör ülke olan Türkiye, KTBK ile adada barışı sağlamaya kararlı olduğunu göstermektedir.
Diğer taraftan, KTBK, KKTC için bizatihi önemli bir gelir kaynağıdır (personel maaşları, günlük harcamaları, askeri birliklerin işletim masrafları KKTC için büyük bir gelirdir). Türkiye’nin, KKTC’ye yaptığı mali yardım hakkında, 300-350 Milyon Dolardan, 1 Milyar dolara kadar değişik rakamlardan bahsedilmektedir. Türkiye haricinde başka ülkelerle ticaret yapamayan KKTC’ye yapılan bu mali yardım son derece yerindedir. Türkiye’nin bu miktarın daha fazlasını, anavatan’da, sadece küçük bir şehrine yaptığını akılda tutmak gerekir[8].
KKTC’nin siyasi ve ekonomik sorunları var mıdır? Elbette vardır. Ancak, hangi ülkenin yoktur. Dünyanın cennet vatanında yaşayan KKTC halkının vatanı, egemenliği, barış ve huzuru vardır. Nedir olmayan? Tanınmamak mı? Seyahat engelleri mi? Vatan sahibi olmak, devlet kurmak zor iştir. Bağımsızlığın, refahın, huzurun şifresi “sabırdır”. Bunu akılda tutmak gerekir.  Dünyada yazılıp-okunan 2000’den fazla dil ve dolayısıyla millet varken, BM’de sadece 193 devlet vardır. Devlet kurmak zaman alır, sabretmek gerekir.
Kıbrıs Halkı bilinmeyene yelken açmaya, mevcut huzurundan vazgeçmeye, 1957, 1962, 1967 göçlerinden sonra, yeni birGöçe hazırlıklı mıdır?

 






Tanrım, bana sorunları çözebilmek için GÜÇ; Yapamayacaklarım için SABIR; İkisini bir birinden ayırt etmek için de AKIL ver.

Yeni dönemde Türkiye’nin garantisi yerine AB garantisi gündeme getirilmektedir. Yakın tarihte Eski Yugoslavya örneği önümüzdeyken, 2004‘de çözüme hayır diyen Kıbrıs Rum Kesimini tam üye yapan, referandum sonrası yaptırımları kaldırmayan, KKTC’yi 43 yıldır yok sayan AB’ye ne kadar güvenilebilir?

Çözüm sonucunda; Yeni kurulacak Kıbrıs Hükümetinde, Kıbrıs halkının seçeceği Milletvekilleri, KKTC Halkının Haklarını Parlamento’da koruyacak sayı ve kabiliyete sahip olacak mıdır? Yoksa 1963’e, katliamlara[9], askeri darbelere, kavgalara, gözyaşlarına[10] geri mi döneceğiz?
Sonuç
Adada 43 yıllık rüya gibi bir barış hüküm sürmektedir. Mevcut durum her iki taraf halkı tarafından kabul edilmiştir. Halk mevcut durumu değiştirmek ve risk almak istememektedir. Yeni bir yönetim, yeni bir yapı ve hatta yeni bir evlilik dahi bazı riskler içerir. BM ve batılı devletler hariç, Rum ve Türk halkı bu riskleri almak istememektedir. Türkiye dâhil, hiçbir kesim, ileride yeni bir 1974 Barış Harekâtı da istememektedir. 1960’da bir Türkün Başkan Yardımcısı olmasını, Annan Planında ise dönüşümlü olarak Başkan olmasını kabul edememiş olan Rumlar, 1960 anayasal düzenini ve 2004 Annan çözüm önerisini kabul etmemektedir. O zaman cevap aranan soru şudur. Rumlar başka neler istemektedir?Bu istekler burada bitecek mi, yoksa her geçen gün artacak mı?  O zaman buna çözüm adı verilebilir mi?
Dünyada birçok bölünmüş ülke vardır. Irak ve Suriye sırada beklemektedir. Batılı ülkelerin, Kıbrıs’ı tekrar birileştirmek için ortaya koyduğu bu telaşı ve gayretkeşliği anlamak mümkün değildir. Tüm dünyayı bölmeye çalışan güçler, kültürü farklı, dini farklı, lisanı farklı,alfabesi farklı, kendi arasında harp etmiş, halen 43 yıldır ayrı ve huzur içinde yaşayan iki halkı neden birleştirmeye çalışmaktadırlar? Kıbrıs’ın Türk ve Rum vatandaşlarından 50 yaşından genç olanlar, Birleşik Kıbrıs’ın nasıl olduğunu hatırlamamaktadır. Darbeleri, katliamları, göçleri yaşamamışlardır.
Hemen herkesin aklını kurcalayan soru ise, birleşince ne değişecektir? Hayat daha mı güzel olacak, barış daha da mı barışçı olacak, ekonomi patlayacak mıdır?
Rum bir anne Anastasiadis’in “Ben kızımın lisede Rumcaya çevrilmiş Kıbrıs Türk edebi eserlerini öğrenmesini istemiyorum.  Kıbrıs’ta eğitimleri, kültürleri, tarihleri ve dinleri aynı olmayan iki ayrı toplumdan söz ediyoruz. Ortak hiçbir şeyimiz yok” şeklindeki feryadı, Rum Yönetimine protesto yazısı yazması[11], aslında her iki tarafın duygularını ve ortak anlayışını yansıtmaktadır.
Önümüzdeki yakın gelecekte, hiç kimse yeni saldırıların, ölümlerin, darbelerin, huzursuzlukların tekrar yaşanmasını arzu etmez. Uluslararası camia, 43 yıllık huzur ve barış ortamını görmemezlikten gelemez ve barışı çöpe atamaz. Adadaki 43 yıllık barış ve huzur ortamını “sorun” olarak görmek, en büyük hata ve yanılgıdır. Kıbrıs, barış ödüllerine aday olmaya hazır bir huzur adasıdır[12]Çözüm, hâlihazırda ki mevcut statüdür. Rumların 1962’lerden beri yaptıkları katliamlara, anayasasına uygun olmayan yönetimine, Yunanlıların yaptığı 1974 darbesine karşı sessiz kalan uluslararası camia, yanlışlarından vazgeçerek, modası geçmişçözüm arayışlarına son vererek, mevcut barış ve huzur ortamını içeren statüyü kabul etmelidir.

KAYNAKLAR;
[1] 2001 yılında vefat eden Tuğgeneral (E) Nihat İlhan,  Rum-Türk ayrımı yapmadan herkesin yardımına koşan Kıbrıs Türk Alayı doktoruydu,  23 Aralık 1963 günü Lefkoşa Hastanesi’nde bir hamile Rum ananın ameliyatı ile meşguldü.http://www.haberhurriyeti.com/doktor-binbasi-nihat-ilhan-45112.html, 15 Mart 2017.

[3]Ahmet Küçük,“40 soruda, 40'ncı yılında Kıbrıs Harekâtı ve sonrası”20 Temmuz 2014,http://t24.com.tr/haber/40-soruda-40nci-yilinda-kibris-harekati-ve-sonrasi,264948,

[4] ENOSİS, Yunanca “Birleşme” demektir.
[5] Archbishop Makarios on the invasion of Cyprus by Greece”,http://www.cypnet.co.uk/ncyprus/history/republic/makarios-speech.html
[6] 13 May 1984 BM Güvenlik Konseyi 550 sayılı kararı ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanını ayrılıkçı bir hareket olarak tanımladıhttp://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=S/RES/550(1984)
[7] UN Current Peacekeeping Operations, http://www.un.org/en/peacekeeping/operations/current.shtml
[8] Ahmet Küçük, “40 soruda..”;  KKTC’ye 3 Milyar TL yardım, Sabah Gazetesi, 04 Aralık 2012,  http://www.sabah.com.tr/gundem/2012/12/04/kktcye-3-milyar-lira-mali-yardimMilliyet Gazetesi, 23 .11.2015,http://www.milliyet.com.tr/turkiye-para-yollamazsa-kktc-batar/ekonomi/detay/2151948/default.htm, Türkeş: KKTC’ye yıllık yardım 300 Milyon Dolar, http://www.kibrisgazetesi.com/ekonomi/turkes-kktcye-yardim-yillik-300-milyon-dolar/11439
[9] Rum Komandodan Katliam İtirafı, http://www.istanbulhaber.com.tr/rum-komandodan-katliam-itirafi-haber-9662.htm
[10] Kanlı Noel, http://tarafsizhaber.blogspot.com/2012/12/kanl-noel-21-aralk-1963-ylnda-kbrsl.html
[11] Hakkı Atun, “Rumları Çok iyi Anlıyorum”, http://www.eurovizyon.co.uk/rumlari-cok-iyi-anliyorum-makale,7951.html, 12 Mart 2017.

27 Şubat 2019 Çarşamba

Avrupa Birliği İçin Yeni Bir Strateji,

Avrupa Birliği İçin Yeni Bir Strateji,



Özdem SANBERK
20 Temmuz 2009


Hukuki süreç,
Bilindiği gibi TBMM ve Avrupa Birliği üyelerinin Parlamentolarınca onaylanmış olan 1963 tarihli Ankara Antlaşması ve 1970 tarihli Katma Protokol ülkemizle Avrupa Birliği arasında bir ortaklık hukuku meydana getirir. Bu ortaklık hukuku karşılıklı yükümlülükleri içerir. Uluslararası Antlaşmalar olan Ankara Antlaşması ve Katma Protokol aynı zamanda tarafların iç hukuklarının ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle riayeti mecburi olan hukuki belgelerdir. Taraflar ortaklık hukukuna aykırı hareket ederlerse bu durum kendileri hakkında uluslararası hukuk sorumluluğunu gündeme getirir. Bu sorumluluğu belirleme ve müeyyide uygulama yetkisi Avrupa Birliği’nin Lüksemburg’daki Adalet Divanı’na aittir. Nitekim Divan 2007 yılında TIR şoförü Mehmet Soysal’ın Berlin Eyalet Mahkemesi’ne yaptığı başvuru üzerine, kısa bir süre önce aldığı kararla, Avrupa Birliği’nin 2000 yılından beri şoförlerimize vize koymasını 1970 tarihli Katma Protokol’ün 41’inci maddesinin ihlali olarak görmüş ve bu karar uyarınca Alman Hükümeti, hizmet sunumu yapmak üzere bu ülkeye seyahat eden Türk vatandaşlarına şimdiye kadar uyguladığı vize rejiminde değişiklik yapmak mecburiyetinde kalmıştır.

Tam Üyelik Müzakereleri, 
Karşılıklı hizmet sunumu, hizmetlerin serbest dolaşımı, iş kurma hakkı gibi konular, vize konusuyla irtibatlı olan ve hepimizi çok yakından ilgilendiren konulara ilişkin dosyalardır.

Bu konular Avrupa Birliği ile halen yürütmekte olduğumuz katılım sürecindeki 35 başlıkta bulunan konular arasında yer alıyor. Ancak tam üyelik müzakere sürecindeki bu dosyalar, Kıbrıs meselesi ve Fransa’nın vetosu gibi nedenlerle ya bir türlü hiç açılamadığı için veya hiç kapanamadığı için vize meselesi dâhil, adı geçen dosyalarda ilerleme sağlamak mümkün olmuyor. Komisyon vize meselesini de, bizim mültecileri geri kabul anlaşmasına razı olmamız gibi siyasi bir koşula bağlıyor.

Oysa şimdi karşılıklı hizmet sunumunda vize muafiyeti konusunun, hak sahibi bir özel kişi tarafından müzakere süreci dışında, ortaklık hukukumuz çerçevesinde, yani hukuki bir süreç içinde ele alınması sayesinde, müzakere sürecinde tıkalı olan bir yolun ortaklık hukukumuzdan doğan haklarımız sayesinde, hiç bir siyasi koşula bağlı olmadan açılabildiğini görmüş olmaktayız.

Siyasi tıkanıklıkları hukuk açıyor,

Bu deneyim bize çok önemli bir gerçeği çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Üyelik süreci ne kadar tıkanık olursa olsun, bu tıkanıklık Antlaşmalardan kaynaklanan ortaklık ilişkimizi ve bu ilişkinin ilzam ettiği karşılıklı yükümlülükleri etkilemiyor. Yani katılım sürecinde Avrupa Birliği tarafından bizim hakkımızda alınan hiç bir karar, ileri sürülen hiç bir siyasi koşul Ortaklık ilişkimiz üzerinde herhangi bir hukuki etki yaratmıyor. Eğer biz Ortaklık hukukumuzdan doğan haklarımızı layıkıyla kullanma becerisini gösterebilirsek, katılım sürecinde sahip olmadığımız yaptırım gücünü ortaklık ilişkimizde elde etmek olanağına sahip olabiliriz.

Siyasi süreç,

Avrupa Birliği’ne tam üyeliğimizi hedef alan 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nin öngördüğü katılım sürecimiz Birlikle aramızda esas itibarıyla siyasi bir süreç oluşturuyor. Bu süreç Avrupa Birliği için hukuki yükümlülükler içermiyor. Dolayısıyla bu süreçte her aday ülke gibi biz de Birliğe karşı hukuki bir yaptırım gücüne sahip değiliz. Aksine katılım süreci, yine her aday için olduğu gibi Türkiye için de, tek taraflı olarak taahhüt edilen yükümlülükleri ihtiva ediyor. Aday ülke ile arasında ikili siyasi anlaşmazlıkları bulunan üye ülkeler, üyelik müzakerelerinde bu asimetrik ilişkiyi kendi davalarında siyasi avantaj elde etmek için istismar ederler. Bizim katılım sürecimizde de aynen bu durum yaşanmakta. Özetlemek gerekirse Türkiye, tam üyelik sürecinde Avrupa Birliği’ne karşı, bütün aday ülkeler gibi zayıf bir durumda iken, Ankara Antlaşması ve Katma Protokolün oluşturduğu Ortaklık ilişkilerinde hukuken eşit bir statüye sahip.

Tam üyelik süreci hukuki süreci frenlememeli,

Ankara Antlaşması’nda her ne kadar nihai hedef olarak tam üyelikten bahsediliyorsa da ortaklık ilişkisi temelde Gümrük Birliği yoluyla ekonomik entegrasyonu öngörüyor. Katılım süreci ise, açık uçlu olmakla beraber Müzakere Çerçeve Belgesi’nde belirtildiği gibi tam üyelik hedefine yöneliktir. Ancak katılım süreci başladıktan sonra Ankara Antlaşması’ndaki ekonomik entegrasyon hedefinin de fiiliyatta artık tam üyelik müzakerelerinin birer dosyası haline geldiğini ve siyasi nedenlerle tıkanmış olan bu müzakerelerin içinde felce uğramış bir duruma dönüştüğünü görüyoruz.

Çıkmazdan nasıl kurtuluruz?, 
Bu çıkmazdan kurtulmanın ancak yeni ve pratik bir strateji aranması ile mümkün olabileceği hatıra geliyor. Tamamen bir zihni egzersiz olarak bu stratejiyi şöyle özetleyebiliriz: 
Bilindiği gibi tam üyelik müzakere sürecinde siyasi engelleler dolayısıyla başlıkları açılamayan veya kapanamayan veya ilerletilemeyen fakat vatandaşlarımızın günlük hayatını, iş ve istihdam yaşamlarını yakından ilgilendiren serbest dolaşım, vize, hizmetler, iş kurma hakkı, sermayenin serbest dolaşımı gibi dosyalar var. Bu dosyalar ayni zamanda Ankara Antlaşması ve Katma Protokol’de yer alan ve ekonomik entegrasyonu hedef alan ve dolayısıyla Avrupa Birliği’nin de yükümlülüklerini icap ettiren konular. Yani Ortaklık hukukumuzun da dosyaları. Bu tespit ışığında yeni strateji, tam üyelik müzakereleri siyasi engellerle karşılaşmadığı yerlerde, bir yandan 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nde sürdürülürken, diğer yandan siyasi engeller dolayısıyla ilerleyemeyen veya hiç konuşulamayan serbest dolaşım, vize, hizmetler, iş kurma hakkı, sermayenin serbest dolaşımı gibi konuların ele alınmasının katılım sürecinden ortaklık hukukumuz zeminine çekilmesi hedefi etrafında şekillenebilir.

Alınan bir sonuç var, 
İlk bakışta gerçekçi gibi görünmeyen bu önerinin gerçek hayatta nasıl mümkün olduğunu Avrupa Adalet Divanı, yukarıda değindiğimiz Soysal kararıyla kanıtlamış bulunuyor. Bu karar aslında hepimizin gözlerini açan bir işaret fişeği niteliğinde. Çünkü tam üyelik müzakereleri devam ederken bu müzakere konularından henüz ele bile alınamayan bir dosya, başka bir düzlemde-ortaklık hukukumuz düzleminde- açılmış ve sonuç vermiştir. Unutmayalım ki Avrupa Adalet Divanı da Ortaklık hukukumuzun organlarından biri.

Ekonomik entegrasyon, 
Öte yandan ortaklık ilişkimizin öngördüğü ekonomik entegrasyon hedefinin, tam üyelik müzakerelerini kesmeden fakat bu müzakerelerin sonuçlanmasından önce bugünkünden daha büyük oranda gerçekleştirilmesi tam üyelik hedefine varmamızı geniş ölçüde kolaylaştırır. Esasen bu gün dahi Ankara Antlaşması, Katma Protokol ve eksiklikleri ne kadar fazla olursa olsun, Gümrük Birliği uygulamaları sayesinde Avrupa Birliği ile artan ticaret hacmimiz ve aramızdaki müktesebat uyumunun halen sürdürdüğümüz tam üyelik sürecimizde bize sağladığı ciddi avantajlar biliniyor.

Geri dönüş yok, 
Unutulmaması gereken bir diğer nokta da, ekonomik entegrasyona bir kere erişildikten sonra bu entegrasyonun yarattığı karşılıklı iş, istihdam ve refah düzeyleri söz konusu entegrasyon seviyesinden geriye dönülmesine izin vermez. Tam tersine yaratılan karşılıklı ekonomik bağımlılık ve karşılıklı çıkarlar ekonomik entegrasyonun ekonomi dışı alanlara genişletilmesi sonucunu doğurur. Avrupa Birliği’nin bu gün vardığı karmaşık entegrasyon düzeyi de aynen bu süreci izlemiştir.

Canlanma, 
Ortaklık ilişkilerimizin yeniden gündeme getirilmesi ve ortaklık organlarımıza yeniden hayatiyet kazandırılması Avrupa Birliği ile ilişkilerimize yeni bir canlılık getirir. Bu canlılık Bakanlar düzeyinde Ortaklık Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey gibi Ankara Antlaşması’nda öngörülen yetkili organların teknik çalışma kapasitesine yeniden kavuşturulması ile sağlanır.

Tam üyelik dışı yolları TBMM kapar,
Bu stratejinin bizim tam üyelik dışında bir hedefe yeşil ışık yaktığımız şeklinde muhataplarımızın zihninde yanlış anlamalar oluşturmaması için ise, Komisyon’la halen müzakereleri sürdürmekte olan heyetimizin müzakere yetkisinin sadece tam üyelik hedefiyle sınırlı bulunduğu yolunda TBMM’ce bir karar alınması yeterli olur. Bu şekilde Türkiye’nin birbirine paralel fakat birbirini güçlendiren iki süreci, yani 1963 tarihli Ankara Antlaşması ve 1970 tarihli Katma Protokol’den kaynaklanan ortaklık süreci ile 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nden kaynaklanan tam üyelik sürecini birlikte sürdürdüğü teyit edilmiş olacak ve imtiyazlı üyelik formüllerine kapalı bulunduğumuz milli iradeyi temsil eden en yetkili makam tarafından tescil edilmiş bulunacaktır.

AB iki paralel sürece itiraz edemez, 
Avrupa Birliği’nin ortaklık hukukunu işletmeyelim deme şansı yoktur. Zira ortaklık hukukundan kaynaklanan yükümlülüklerimizin yerine getirilmesini üyelik kriterleri arasında yukarıda anılan Müzakere Çerçeve Belgesi’nde esasen kendisi belirtmekle iki süreç arasındaki irtibatı bizzat kendisi kurmuş bulunuyor.

Zemin kaybı,

Hiç şüphesiz Avrupa’nın da içinde bulunduğu ekonomik ve mali kriz ortamında işçilerin serbest dolaşımı gibi hassas bir dosyadan, ortaklık hukukumuzun işletilmesiyle de olsa, sonuç alınması gerçekçi bir beklenti olamaz. Bununla birlikte Türkiye’nin bu konuda 1/80 sayılı Konsey kararıyla kazanılmış haklarının son yirmi yıldan bu yana zemin kaybettiği açıktır. Bu haklarımızın takip edilmesi ve ayni şekilde işadamlarımızın vize sorunun 1/95 sayılı Gümrük Birliği kararı dolayısıyla Ortaklık Kurumlarını gündemine getirilmesi meşru ve beklenen bir davranış tarzı olur.

Sırf Hükümetin görevi değil,

Bu görüşlerimiz sadece Hükümete yönelik değil. Birlik ile ilişkilerimizde sahip bulunduğumuz hukuk yollarının araştırılması ve kullanılması hedefine daha fazla ilgi göstermemiz ayni zamanda muhalefet partilerimize, mesleki kuruluşlarımıza, düşünce kuruluşlarımıza, fakat bilhassa değerli hukukçularımıza düşen bir görevdir. Çünkü Avrupa Birliği içinde hakların savunulmasında temel unsur hukuk, başat aktör ise bireydir. Sonuçta yalnız Avrupa’da altı yüz yıllık varlık tarihimizin bu ilişkimize ilgisizliğimiz yüzünden gözlerimizin önünde buharlaşıp yok olmasına şahit olmakla kalmayacağız. Kazanılmış haklarımızı, dış komplolar arayışlarıyla zaman kaybedeceğimize, kendi iç dinamiklerimize güvenerek koruma mücadelesine odaklanamazsak, ayni zamanda bu gün kıtada yaşayan milyonlarca Türk vatandaşı ve soydaşımızın haklarını savunmaktan da feragat etmiş olacağımız artık farkına varmalıyız.

Zorluklar sürecek 
Avrupa Birliği projesinin bitmeyen zorlukları, tartışmaları, hayal kırıklıkları ve umutları bellidir. Türkiye karşıtı çeşitli çıkar çevrelerinin ve etnik grupların faaliyetleri ortadan yok olmayacaktır. Birliğin bazı üyelerinin biz karşı tavırları zaman içinde dondurulamaz. Avrupa Birliği süreci hem bizim için, hem Birlik için gönüllü iradeye dayalı dinamik bir süreçtir. Bu dinamiği ne Avrupa Birliği’nin şu veya bu üyesi, ne de biz tek başımıza belirleyebiliriz. Son yirmi yıldan beri çok coğrafyalı bir yöne doğru seyretmeye başlayan Avrupa Birliği’ndeki gelişmelerin nabzını her gün tutmamız lüzumu var. Nasıl bir Avrupa istediğimizi, Hükümet olarak, muhalefet olarak, sivil toplum ve bireyler olarak biliyor muyuz?

İdeolojik tartışmalar gündemden teknik icraatlar dönemine 
Ama bu gün vardığımız noktada artık, yeni bir stratejiye ihtiyacımız olduğu kesin. Evet, Hükümetimizce demokrasi ve hukukun üstünlüğü hedefi yönünde yeniden bir reform seferberliğine dönülmesi bu seferberliğin, kamuoyumuzca anlaşılması ve muhalefet partilerimizce de desteklemesi böyle bir stratejinin olmazsa olmaz bir koşulu. Ama asıl gerekli olan şey Avrupa Birliği tartışmasının ülkemizde bugünkü ideolojik ve siyasi niteliğinden kurtarılması. Her birimizin gündelik yaşamımızda hissedeceğimiz pratik sonuçlara dönüştürebilmesi. Bunun gerçekleştirilebilmesi ancak teknik icraatlar gündemine geçilebilmesiyle mümkün olur. Son yıllarda Avrupa yönünde kaybedilen kamuoyu desteğinin yeniden kazanılmasının yolu Avrupa Birliği hedefinin gündelik yaşamımızda somut bir anlam ifade etmesinden geçer.

*Bu röportaj 22 Haziran 2009 tarihinde Radikal Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

http://www.bilgesam.org/incele/813/-avrupa-birligi-icin-yeni-bir-strateji-/#.XHY564kzbIU


***

Barış Diplomasisi,

Barış Diplomasisi,




Özdem SANBERK
15 Eylül 2009


Türk diplomasisi, son günlerde üst üste yaptığı girişimlerle muhakkak ki son yılların en hareketli dönemlerinden birini yaşıyor. 

Küresel Önem,

Ermenistan ile İsviçre’nin de katkısıyla, üzerinde mutabakata varılan protokollerin önemi sadece iki ülke arasındaki ilişkilerle sınırlı değil. Hatta sırf bölgesel barışın sağlanması bakımından da önem taşımıyor. Ama aynı zamanda Avrupa’nın yakın komşusu olan ve soğuk savaştan arta kalan sorunların biriktiği Kafkasya ve Doğu Karadeniz’de bu sorunların tasfiye edilmesi yolunda da bir ciddi adım teşkil  ediyor. Böylece Orta ve Doğu Avrupa’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve Varşova Paktı ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılmasından sonra sağlanan, fakat Karadeniz Bölgesi’ndeki donmuş ihtilaflar yüzünden kırılganlığını hala muhafaza eden istikrar ve   güvenliğin sağlamlaştırılmasına ciddi bir katkı oluşturabilme potansiyelini barındırması bakımından küresel bir önem taşıyor.

Amerika, Avrupa ve Rusya Aynı Çizgide,

Bu nedenle  Türkiye’nin bir kaç yıldan beri sessizce, fakat kararlı şekilde  yürüttüğü maharetli diplomasinin ulaştırdığı bu sonucun, gerek Amerika’da, gerek Avrupa’da ve gerek Rusya’da yankı yaratmasının şaşırtıcı bir yönü bulunmuyor. Çünkü Türkiye’nin arka bahçesi olan Karadeniz ve Kafkaslar aynı zamanda hem Avrupa Birliği’nin yeni Doğu Komşuları Politikasının kapsamı içinde yer alırken, hem  de Transatlantik toplumunun ve Rusya’nın aynı tehdit değerlendirmesini paylaştığı bölgeler. Dolayısıyla gelinen nokta Ermeni diasporasının etki sınırlarını oldukça aşmakta ve  Ankara Erivan yakınlaşmasının  Ermenistan’da ve Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun radikal kanadında sebep olduğu telaşı anlamanın neden  pek zor olmadığını da gözler önüne sermekte.

Ortak Tarih Komisyonu ve TBMM 2005 Kararı,

Diaspora ve Ermeni radikallerin  şimdi bütün güçlerini  Protokollerin Ankara ve Erivan’da onaylanmaması hedefi üzerine yoğunlaştıracaklarını beklemek doğal.  Diasporaya özellikle  Tarihsel Boyut Alt Komisyonu adı altındaki Ortak Tarih Komisyonu kurulması kararının büyük darbe vurduğu görülüyor. Soykırım iddiaları tartışıldıkça Ermenilerin tabularının sarsıldığı ortada. Nitekim tam da bu nedenle TBMM, hatırlanacağı gibi, Osmanlı İmparatorluğu Ermenilerinin  tarihini ve 1915 olaylarını ortak bir girişimle incelemek ve değerlendirmek amacıyla bir Ortak Tarih Komisyonu kurulmasını Ermenistan’a önermeyi 2005 yılında oybirliği ile kararlaştırmıştı. TBMM’nin, CHP’nin de ortak sunucu olduğu bu kararın şimdi Türkiye-Ermenistan Hükümetlerinin oluşturacakları çatı altında gerçekleştirilmiş olduğunu görüyoruz.
Tabii radikal Ermeni çevrelerin bu protokollerin yürürlüğe girmesine gösterdiği direnç ne kadar güçlü olursa  Türk diplomasisinin bu hamlesinin isabeti o kadar teyit edilmiş oluyor. Hiç şüphesiz soykırım iddialarının sonu gelmeyecek. Ancak radikaller geriledikçe mutedil muhataplarımızın ön plana çıktığını da görmekteyiz.

Türkiye’deki Muhalefet,

Protokoller bizde de muhalefet tarafından eleştiriliyor. Muhakkak ki muhalefet görevini yapmakta. Bu eleştirilerin muhalefete getirisi ve götürüsünün ne olacağını hiç şüphesiz kamuoyumuzun hakemliği tayin edecek. Demokratik ülkelerde muhalefetin eleştirileri hükümetlerin elini güçlendirir. Nitekim gerek CHP’nin, gerek MHP’nin Protokoller hakkında ileri sürdükleri eleştirilerde haklı yönler bulunuyor. Bunlar arasında örneğin bugün acil bir neden yokken Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkileri düzeltmek için  çok arzulu bir izlenim yaratması, bu izlenimin üzerimizde belki de baskılar yaratılmasını teşvik edeceği, Kars Anlaşması’nın açıkça zikredilmemesi, aynı şekilde Ermenistan’ın Yukarı Karabağ’dan çekilme taahhüdünün yer almaması gibi geçerli noktalar var. 
Protokoller, muhalefetin ileri sürdüğü gibi  daha açık yazılamaz mıydı? Belki yazılabilirdi. Diplomasinin bir tarifi de,  mümkün olanın azamisini elde etme sanatıdır. Ama aynı zamanda, zaman dinamiğini değerlendirme ve alternatif maliyetleri iyi hesaplama kabiliyetidir. Bir anlaşmazlığın barışçı yoldan çözümü için müzakerelerde optimal noktaya gelinip gelinmediğine karar verilebilmesi müzakere sürecinin en kritik aşamasını oluşturur. Bu karar her zaman tartışma yaratabilir. Ama doğru olanı yapma sorumluluğunu alacak olan ise hükümettir. Muhalefetin Hükümetçe alınan bu tür kararları tartışma konusu yapmaması zaten beklenemez. Bu durum hemen her ülke için böyledir.

Popülizm,
Eleştiri, yukarıda da söylediğimiz gibi,  tabiatıyla meşru ve yararlıdır. Popülizm mantosuyla yapılan eleştiriler ise yapanı rahatlatır. Kitleleri sürükler. Ama sorunları çözmez. Popülizm kutuplaşmaların yarattığı gerginliklerden, radikal aidiyetlerden, korkulardan, sarsıntılardan, yabancı düşmanlıklarından, kısıtlı  özgürlüklerden beslenir. Bunlar popülizmin ana maddeleri sayılır. Popülizme de her ülkede rastlanır. Ama demokratikleşme sürecini henüz tamamlamamış ülkelerde bu süreç  yavaşladıkça popülizm artar.

Popülizmden Sadece Şikâyet Etmek Yeterli Değil,
Bugün Türkiye’de hükümet popülizmden şikâyet ediyorsa, bunun nedenlerini kısmen 2004 yılından sonra demokratik reformları yavaşlatmasında ve iç ve dış politikada önceliklerini belirsizleştirmesinde aramalıdır. Türkiye iç ve dış politikadaki hedefine uluslararası toplumun, kişisel özgürlükler, hukukun üstünlüğü, kadın-erkek eşitliği ve sosyal içerikli liberal demokrasi temelinde,  saygın bir üyesi olma yönünde ikna edici berraklık kazandırır ve bu amaçla reform seferberliğine yeniden başlarsa, içerde şikayet ettiği popülizmin de azaldığını görecektir.

Hiç şüphesiz dış politikada ideolojik ve duygusal nitelik taşıyan, radikalleşmelerden uzaklaşabildiğimiz ölçüde içerde de popülizmi azaltacağımız tabiidir. Şu sıralarda iç ve dış politikalarda şahit olduğumuz açılım  politikaları, bu nedenle doğru yolda atılan adımları oluşturuyor. Ancak ciddi riskler de barındıran bu politikaların başarısı, atılan adımların kamu oyu tarafından doğru anlaşılmasını gerekli kılıyor.

Ermenistan’la Barış Girişimleri Yeni Değil,

Türkiye’nin Kafkaslarda barış iradesini ortaya koyması yeni bir gelişme değil. Özal’ın da, Demirel’in de bu amaçla  ciddi girişimleri oldu. Bilhassa 9.uncu Cumhurbaşkanın Kafkas İstikrar Paktı önerisi 1999 sonunda Ermenistan hariç, rahmetli Haydar Aliyev liderliğindeki Azerbaycan ile birlikte  tüm bölge ülkeleri ve Amerika ve Avrupa Birliği, BM, AGIT ve tüm uluslararası toplum tarafından desteklendi. Ne yazık ki Demirel’den sonra bu girişim çok yakın bir zamana kadar rafa kaldırdı.

Azerbaycan İçin Ciddi Bir Fırsat,
Bu kere Türk diplomasisinin kritik hamlesinin başarısı, Dışişleri Bakanlığı’nın uluslararası konjonktürü iyi değerlendirerek Amerika, Avrupa Birliği ve Rusya Federasyonu’nu, yukarıda birinci paragrafta belirttiğimiz nedenlerle  aynı çizgi üzerinde birleştirmesinde yatıyor. Bu gelişme aslında Karabağ sorunun diplomasi yoluyla çözümü, Azerbaycan topraklarının işgalden kurtarılabilmesi ve kaçkınların yurtlarına dönebilmesi açısından Azerbaycan için tarihi bir fırsatı  içinde barındırmakta. Nitekim yakın zamana kadar suni teneffüs çadırında  yaşatılan Minsk sürecinin  şimdi belirgin bir canlılık kazandığına ve Bakü ile Erivan arasındaki ikili görüşmelerin de yoğunlaştığına tanık oluyoruz.

Çıkar Birliği,
Türkiye tabii ki, hükümetiyle, muhalefetiyle ve halkının tümüyle  işgal altındaki Azerbaycan halkının endişelerini ve duygularını yürekten paylaşıyor. Türkiye’de hiç bir hükümet Azerbaycan halkının aleyhine sonuç verecek bir adımı asla atamaz. Azerbaycan’ın meşru çıkarlarını gözetmeyen hiç bir düzenleme Kafkasya’ya istikrar ve güvenlik getiremez.

TBMM,
Ermenistan, Türkiye’nin bu girişimi ışığında kendine düşen yükümlülükleri yerine getirme kapasitesini gösteremezse bu Protokollerin TBMM tarafından onaylanması mümkün değil. TBMM egemen kararlar alabilme kapasitesine sahiptir. Bunda şüphesi olanlar varsa, 1 Mart teskeresini hatırlamaları yeterli.  Ermenistan bu fırsatı değerlendirmezse deneyimli gözlemci Şanlı Bahadır Koç’un dediği gibi,... nüfusu azalan, fakirleşen, Azerbaycan’a karşı üstünlüğü azalan, Rusya’ya bağımlılığı artan, ve bölgesel işbirliği mekanizmalarının dışında kalarak yalnızlaşan... Ermenistan’ın bu fırsatı heba etmekle bazı bedeller ödemesi ne yazık ki kaçınılmaz olacak.

Rasyonel Davranış veya Duygusal Tepki,
Türkiye’de büyük bir kitle, iki ülke arasındaki yakınlaşmaya ve bölgesel ve küresel barış ve refaha darbe oluşturacak böyle bir gelişmeyi arzu etmiyor. Türk Hükümeti barış yönünde bir irade ortaya koydu. Bu irade, Erivan’ın tutumu ne olursa olsun, Türkiye’yi zaten politik bakımdan doğru olan bir düzlemde tutmaya devam edecek. Erivan’ın bu değerlendirmeyi böyle yapmaması düşünülebilir mi? Evet düşünülebilir. Ülkeler de, insanlar gibi, her zaman rasyonel hareket etmiyorlar. Duygular, tarihi travmalar, feodal içe kapanma refleksleri, sırtında yumurta küfesi taşımayan ve etnik çatışmalardan rant elde eden çevreler her zaman vardı, bundan sonra da olacak. Girişimin başarısı, hiç şüphesiz barışı gerçekten isteyenlerin, istemeyenler kadar cesaretli olduklarını kanıtlamalarında yatacak.

*Bu yazı daha önce 14.09.2009 tarihli Radikal Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

http://www.bilgesam.org/incele/984/-baris-diplomasisi-/#.XHY3_IkzbIU

Kısır Döngü ve Ütopyalar,

Kısır Döngü ve Ütopyalar,




Özdem SANBERK
06 Mart 2010


Tarihte her ülkenin, her halkın ütopyaları olmuştur. Bugün de var. Ütopyalar bazen milletlerin varlık nedenlerini oluşturur. Ermenilerin soykırım iddiaları da bu kategoriye girer. Bu nedenle bu iddiaların yok olacağını düşünmeyelim. Milletler birbirlerinin ütopyalarını bilerek bir arada yaşarlar. Her yıl tekrarlanan senaryo Türkiye, her yıl olduğu gibi bu yıl da, nisan ayı yaklaşırken Amerika ve Ermenistan ile ilişkilerinde yeniden soykırım iddialarının kısır döngüsüne giriyor.
Geçmişte uzun süre nisan ayı gelirken bu girdaba düşmemek için bu konuda artık bir şeyler yapmaktan bahsedilir, ama nisan ayı atlatıldıktan sonra bu konu unutulur ve bir sonraki yıla kadar gündemimizden tamamen çıkardı. Oysa bu yıl öyle olmadı. Yeni Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, komşularla sıfır sorun ilkesi doğrultusunda bakanlığının yetkin kadrosuyla birlikte bu konunun üzerine nisan ayını beklemeden büyük bir kararlılık ve maharetle gitti. İçerden ve dışardan çok da eleştiri aldı. Yılmadı ve ince bir diplomasiyle Ankara Erivan arasında bilinen protokollerin imzalanmasını sağlayarak Türkiye ile Ermenistan arasında tarihi barış sürecini başlattı. Gel gelelim, Washington ve Erivan’la ilişkilerimizin bu yıl da aynı mukadderata mahkûm olmaktan kurtulamadığını görüyoruz.

Tasarı yine gündemde,
Soykırım tasarısı şimdi yine Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesine getirildi. (**) Sağ duyu galebe çalmazsa, Komite’deki aritmetik, tasarının buradan geçeceğini gösteriyor. Gerçi bu aşamada Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’na götürülüp götürülmeyeceği belli değil. Ama götürülür de orada da kabul edilirse, Türk Amerikan ilişkilerinin, Ankara-Erivan barış sürecinin ve Kafkasya’daki kırılgan istikrarın ciddi şekilde zarar göreceği tahmin etmek için dış politika dehası olmaya gerek yok.

Türk Amerikan ilişkileri dibe vurabilir,
Tasarının sırf Komite’den geçmiş olması dahi barış niyetini en açık şekilde ortaya koymuş olan Türkiye üzerinde ciddi bir baskı uygulama girişimi teşkil edecek. Oysa bu baskının neye yarayacağı pek anlaşılmıyor. Minsk Grubu’nda hiçbir ilerleme olmaması ve Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin protokoller hakkındaki gerekçeli kararı, esasen kırılgan hale gelen bu barış sürecini zaten zorluyor. Komite’nin kararı daha da zorlayacak. Karar Genel Kurula gelirse, son bir iki yılda Ankara ve Washington’da sarf edilen çabalara rağmen Amerika’nın Türkiye’de çok yüksek olmayan popülaritesinin yeniden dibe vuracağı kesin.

Kongredeki hava, 
Ne var ki Amerikan iç politikasında bugün mevcut dengeler bu tür mülahazaların kongrede işe yaramasına pek müsait görünmüyor. Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Ermeni lobisinin kalbi sayılan Kaliforniya Temsilciler Meclisi üyesi. Önümüzdeki kasım ayında Senatonun üçte birinin yenileneceği kısmi seçimler var. Kongredeki genel siyasi hava, sağlık sigortası tartışmaları, ekonomik kriz ve işsizlik gibi sorunlar nedeniyle son derece bulanık. Kongre üyelerinin seçmelerine verebilecekleri hiçbir iyi haber yok. Böyle bir ortamda etnik lobilerin isteklerine boyun eğmek kongre üyeleri için kolaycılık gibi görünse de, birçok üyenin ve bilhassa oylarını lobilerden alan üyelerin bu kolaycılığa teslim olmaları sürpriz teşkil etmeyecek. İç politikanın dış ilişkileri etkilemesi her ülkede doğal. Amerikan siyasi sisteminin işleyişinde ise iç politik gelişmelerin ve lobilerin dış politika üzerindeki ağırlığı tayin edici özellik taşıyor.

Türkiye’nin bölgedeki politikaları,
Geçmiş yıllarda zaman zaman olduğu gibi belki son anda farklı durumlar ortaya çıkabilir ve kâğıtların yeniden dağılması mümkün olabilir diye iyimser bir düşünceye kapılmak mümkün olabilir mi? Galiba bu kere pek olamayacak. Ve iş eninde sonunda Amerikan başkanına kalacak. Zira Yahudi lobisinin desteğinin eskisi kadar güçlü şekilde yanımızda olması da pek muhtemel değil. Hatta Yahudi çevrelerinde bazı aşırı uçlar, Erdoğan hükümetinin Ortadoğu’da İran ve Suriye’nin izlediği çizgiye yakınlaşma politikaları dolayısıyla, Türk-Amerikan ilişkilerini, İran-Amerikan ilişkileri kadar tartışmalı hale getirme çabası içindeler. Türkiye İran’ın nükleer bombaya sahip olmasının önlenmesi için Amerika liderliğindeki çabalara yardımcı olmakla beraber, İran’ın bölgedeki stratejik emelleri konusunda Amerikan yönetimiyle ayni görüşleri paylaşmıyor. Bütün bu belirsizlikler içinde kongrenin soykırım kararı alması karışısında Obama sessiz kalabilir mi? Kalırsa bu davranışı Model Ortaklık tanımına uyacak mı? Bu soruların yanıtlarını yakında alacağız.

Türk halkı ne düşünüyor?,
Soykırım tasarısının kongrede bu yıl kabul edilmesi halinde bu gelişmenin iki ülke arasındaki ilişkilerde, yansımaları NATO’nun yeni küresel rolüne kadar uzanabilecek olumsuzluklara sebep olacağı muhtemel ise de, böyle bir durumda Türk halkının nasıl bir davranış göstereceği konusu pek bilinmiyor.

Yalnızlık ve radikalleşme,
Muhakkak olan bir şey varsa o da Avrupa Birliği ile toplumumuzda var olan güvensizlik havasından sonra, bir de Türk Amerikan ilişkilerinin sert bir darbe alması Türkiye’yi yalnızlığa ve daha fazla gerginliğe itecek ve bu durum iç politika sahnesine de yansıyacaktır. Bu darbe, Türkiye’nin siyasi sistemin yapısal bozukluklarının üstesinden gelmeye yönelik reform çabaları için halk kitleleri nezdinde hiç de teşvik edici olmayacak ve halk tabakaları dahil, çeşitli kademelerde esasen mevcut olan radikalleşme eğilimlerini kuvvetlendirecektir.

Çoğulcu düşünceye etkisi,
Türkiye’de yoldan geçen insanların soykırım konusunda görüşleri bilhassa son zamanlarda Ermenistan’dan ve tabii diyasporadan farklı şekilde oldukça ciddi bir çoğulcu manzara gösteriyor. Dünyanın hiçbir yerinde Ermenilerin soykırımı tartışmaları mümkün değilken, hatta buna yasal olarak imkân bulunmazken, Türkiye’de toplumun belli kesimlerinde soykırımı hakkında farklı görüşleri savunmak artık mümkün. Amerikan Kongresi’nden çıkacak bir kararın Türkiye’de filizlenmeye başlayan bu düşünce çoğulculuğunu da olumsuz etkileyeceği unutulmamalı. Zaten halkın büyük çoğunluğunun bu konudaki bilgisi aile veya dost ve arkadaş öykülerine dayanmakta ve Birinci Dünya Savaşı’nda Müslüman Türklerin Anadolu’da Ermeni çetelerin ellerinden gördükleri zulüm etrafında şekillenmekte. Olayların Türkiye’den görünüşüne, bir bakıma, evlerinden atılma, katliam, şiddet ve kitlesel göçe zorlanma gibi Ermenilerin kendi hikâyelerinin Türklere aynen yansımalarının hâkim olduğunu hepimiz biliyoruz. Türkiye’de yine birçok insan, Amerikalılardan (ve Avrupalılardan) farklı olarak, yüz binlerce Azerbaycanlının çok yakın bir geçmişte Ermenilerce zorla işgal edilen topraklarından sürülerek kendi ülkelerinde mülteci durumuna düştüğünü ve Amerikan ve Avrupa kamu oylarının bu adaletsizlik karşısından sessiz kaldığını görüyor. Dolayısıyla tasarı Amerikan Kongresi’nce kabul edilecek olursa bu kabulün özellikle Anadolu’da ve büyük şehirlerde, belli kesimlerdeki geniş Türk halk kitleleri içinde büyük bir öfke ve infiale sebep olacağına muhakkak nazarıyla bakılabilir.

Sorumluluk,
Böyle bir karar, Avrupa Birliği’nin tam üyelik müracaatımıza gösterdiği ayak süren davranışlarının yarattığı aleyhtarlık ve soğukluğu, Türk-Amerikan ilişkilerine de, artık bir daha onarılması pek güç olacak şekilde yerleştirecek ve Türk-Amerikan ilişkilerinde Türkiye karşıtı aşırı etnik lobilerin emelleri doğrultusunda derin uçurumlar açılmasını sağlayacaktır. O zaman Türk-Amerikan ilişkilerinin, İran-Amerikan ilişkilerine benzer bir güvensizlik içinde görmek isteyenlerin emelleri gerçekleşmiş olacaktır. Ermeniler, Azerbaycanlı kaçkınlarının yurtlarına dönmelerine razı olmazken, tasarı, Türk halkının önemli bir bölümü tarafından Erivan’a verilmiş büyük bir taviz olarak görülecektir. Evet tasarının kabulünün Türk halkında yaratacağı tepkiler, hem Türkiye’de, hem de bölgede uzun vadeli sonuçlar ve siyasi sakıncalar yaratacaktır. Ama bunların yanı sıra, karmaşık hukuki sonuçlara da yol açacağı hatırda tutulmalıdır. Bu sonuçların bedelini, nihai tahlilde, bu tasarıya oy verecek olan üyelerin ödeyecekleri de unutulmamalıdır. Bu nedenle Dışişleri Bakanlığı’nın kongre üyelerini kendi sorumluluklarının bilincinde olmaya davet etmesi yerindedir.

Ütopyalar,
Tarihte her ülkenin, her halkın ütopyaları olmuştur. Bugün de var. Ütopyalar bazen milletlerin varlık nedenlerini oluşturur. Ermenilerin soykırım iddiaları da bu kategoriye girer. Bu nedenle bu iddiaların yok olacağını düşünmeyelim. Bizim de ütopyalarımız var. Örneğin Ermenilerin soykırım iddialarının karanlık yüzünü görecekleri ve bu iddialarından vazgeçeceklerini hayal etmek gibi. Milletler birbirlerinin ütopyalarını bilerek bir arada yaşarlar.

Kamuoyu,
Evet her hikâyenin doğru veya yanlış bir diğer yüzü var. Öteki yüzün görülebilmesi o kadar kolay değil. Klasik diplomasi usulleriyle olmuyor. Uzun on yıllara yayılan zaman dilimleri içinde, dünya TV ekranlarında, uluslararası konferanslarda serbestçe yapılan tartışmalara, dünya gazetelerinde yayınlanan makalelere, dünya kitapçılarının kütüphanelerinin raflarında yer alan kitaplara, filmlere, edebiyat ve sanat eserlerine uzanan uzun soluklu kamuoyu diplomasisine ihtiyaç var. Bu da ancak bilinçli kuşakların yetişmesiyle, önümüzdeki on yıllara kalacak bir iş. Sırf bugüne baktığımızda, Ermenilerin ve Türklerin ütopyaları devam ettikçe, Amerikan siyasetinde etnik lobilerin rolü ayni kaldıkça yakın bir gelecekte soykırım kısırdöngüsünden çıkmamıza olanak yok.


* Bu yazı 5 Mart 2010 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
** Yazı, Amerikan Temsilciler Meclisi’ndeki tasarının oylaması yapılmadan önce kaleme alındı.

http://www.bilgesam.org/incele/886/-kisir-dongu-ve-utopyalar-/#.XHY2KYkzbIU


***