Zafer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zafer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ocak 2019 Çarşamba

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955 BÖLÜM 2

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955  BÖLÜM 2

Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 


24 Ağustos 1955 tarihinde Başbakan Adnan Menderes Kıbrıs’a 
ilişkin açıklamalarda bulunmuştur12. Menderes konuşmasında, 
Türkiye’nin Türk- Yunan dostluğuna önem atfettiğini, bu nedenle 
Yunanistan’ın Kıbrıs politikasına suskun kalındığını ifade etmiştir. 
Yunanistan’ı “hatasından döndürme” amacıyla bu açıklamayı yaptığını 
belirten Menderes, Yunanlıların “durup dururken türettikleri” bu 
sorun ile sadece Türkiye ve Yunanistan’ın değil, tüm dünyanın başına 
dert açtıklarını, hür milletler camiasını zaafa uğrattıklarını ifade etmiştir. 
28 Ağustos’ta Kıbrıslı Türklerin katledileceğine ilişkin haberlere de 
değinen Menderes, İngiliz hükümetinin sorumluluğunu yerine getirmemesi 
halinde, “masum, hareketsiz ve silahsız” kalan Kıbrıslı Türklerin 
savunmasız bırakılmayacağını söylemiştir. Kendi kaderini kendi 
tayin etme konusunu da değinen Başbakan, nüfus çoğunluğuna göre 
herhangi bir bölgenin kaderinin tayin edilmesi prensibinin uygulanmasının 
mümkün olmadığını, ülkelerin sınırlarının sadece ırka dayanarak 
çizilemeyip, coğrafi, siyasi, iktisadi ve askeri gibi çeşitli etkenlerin 
tesirinde ve tarihi hadiselerin gösterdiği yönde çizilmesi gerektiği 
üzerinde durmuştur. Bir nüfus topluluğunun bir ülkeye ilhak etmediği 
zaman mutsuz olacağı yönündeki görüşleri doğru bulmadığını belirten 
Menderes, Türkiye’de yaşayan Rum vatandaşların mutluluğunu 
örnek göstermiştir. Başbakan, Yunanlıların Türkiye’yi işgalini hatırlatarak, 
Yunanistan’ı “irredantizm” ile suçlamıştır. Konuşmasında adanın 
Türkiye için jeopolitik önemine değinen Menderes, adanın mevcut 
durumunda bir değişiklik olması halinde, “etnik” esaslara değil, daha 
mühim ve esaslı olan hakikat ve dayanaklara göre tartışılması ve 
Türkiye’nin durumunun göz önüne alınması gerekliliğini vurgulamış 
ve sözlerini “bu memleketin Kıbrıs statükosunda bugün ve hatta yarın 
için memleket aleyhine olabilecek bir değişikliğe katiyen tahammülü 
yoktur” ifadesiyle tamamlamıştır (Ayın Tarihi, 261; Ceylan, 1996: 80-88). 

Başbakanın konuşmasının Londra Konferansı’na katılacak olan Türk heyetinin pozisyonunu sağlamlaştırma amacı taşıdığı ve konuşmanın “en provoke edici” haberleri arayan gazetecilerin önünde gerçekleştirilmesinin de, Menderes’in konuyu iç politikada kullanmak isteği ve destekçi toplama stratejisi olduğu, böylelikle gazeteleri okuyanlara ya da bir başka kaynaktan konuşmayı dinleyenlere “Yunanlılar çok ileri gitti ve onları durdurmak için bir şeyler yapmak lazım” mesajını verdiği belirtilmiştir (Ceylan, 1996: 28-29). Buna karşılık, Menderes Yassıada mahkemesindeki savunmasında, o günlerde katliam söylentilerinin yer aldığını ve böyle bir şeyin olması halinde her şeyin çok kötü 
hale geleceğini, bu sebeple Yunanistan’ı ikaz etmek ve Londra’ya gidecek 
olan heyeti de desteklemek gerektiğini düşündüğünü, nutku tahrik 
maksadı ile değil, aksine çıkabilecek mühim hadiseleri önlemek için 
söylediğini ifade etmiştir (akt. Dosdoğru, 1993: 115-116).

Muhalefet partileri Başbakanın konuşmasına destek vermişlerdir. 
CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ve CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı, 
dış politikadaki bu önemli gelişme karşısında, iç politikada da birlik ve beraberlik gösterileceğini vurgulayan mesajlar verirlerken, Kıbrıs Türktür Cemiyeti Genel Başkanı da, hem Başbakanın verdiği nutuktan, hem de muhalefetle iktidarın tutum birliğinden duyduğu hoşnutluğu belirtmiştir (Armaoğlu, 1963: 134- 137)13. Dönemin basını da Başbakan’ın konuşmasına destek vermiştir. Basında, Başbakanın konuşması ile Türk tezinin haklılığına bir kez daha temkinli ve samimi bir biçimde işaret ettiği ve Yunanistan’a da sorumluluk ve görevleri 
hatırlattığı görüşleri ağırlık kazanmıştır (Yeni İstanbul, M. Mermi, Ayın 
Tarihi, 26 Ağustos 1955: 181; Hürriyet, Şükrü Kaya “Samimi bir hasbıhal 
ve ciddi bir ihtar”, Ayın Tarihi, 26 Ağustos 1955: 182; Ulus, A.Ş.Esmer, 
Ayın Tarihi, 28 Ağustos 1955: 187; Cumhuriyet, Ömer Sami Coşar, “İşte 
biz işte onlar”, Ayın Tarihi, 28 Ağustos 1955:186). 

Londra Konferansı

Türk Heyeti konferanstan önce İngiltere Dışişleri Bakanıyla bir ön görüşmede bulunmuş ve burada Yunanlılara verilebilecek olası hiçbir tavize onay vermeyeceklerini kararlılıkla vurgulamışlardır. Bunun ardından Fatin Rüştü Zorlu,görüşme ve Londra’daki hava hakkında durumu Menderes’e detaylı olarak şifreli bir telgrafla bildirmiştir (Demir, 2007: 40). Bu şifreli telgrafta, Türk tezinde direnileceğini taraflara kabul ettirmek için Başbakanın ilgililere emir vermesinin faydalı olacağı belirtilmiştir (akt. Demir, 2007: 41). Bu telgraf üzerine, DP hükümetinin İngiltere’deki konferansta, tarafları “kamuoyunun büyük baskısı altında olduklarına ikna etmek ve böylelikle ellerini güçlendirmek 
için bir protesto mitingi düzenledikleri iddia edilmiştir (Demirel, 2011: 258; Eroğul, 2003: 126)14. 

Londra Konferansı’nda ülkeler adanın hukuki statüsü bakımından değişik teklifler öne sürmüşlerdir. İngiltere, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’daki stratejik çıkarları nedeniyle ada üzerindeki egemenliğini sürdürmekten vazgeçmemiş, fakat Kıbrıs’a muhtariyet vermeyi kabul etmiştir. Yunanistan ise, adanın kendilerine katılmasını sağlayabilmek için ada halkına kendi kaderlerini tayini hakkının tanınmasını istemiştir. 
Türkiye ise, adada statükonun sürdürülmesini ancak bunda bir değişiklik söz konusu olacaksa, adanın Türkiye’ye iade edilmesi görüşünü savunmuştur (Ayın Tarihi, 5 Eylül 1955: 158; Bağcı, 1990: 108, Birgit, 2012: 193; Çelik, 1969: 190).

Londra Konferansı, Türk basını tarafından yakın bir şekilde takip 
edilmiş, görüşmelerde yaşanan gelişmeler ve ortaya sürülen fikirler 
gazetelerde ayrıntılı bir biçimde ele alınmıştır. Yunanlıların “haksızlığı”, 
Türklerin “haklılığı” üzerinde yoğunlaşan yazılarda, İngiltere’nin 
Türkiye’nin yanında yer aldığı ifadeleri ile Rumların gerçekleştirdiği 
terör olaylarının ardında komünistlerin bulunduğu vurgusu öne çıkmıştır. 
Bunun dışında bazı gazetelerde Türkiye’ye yönelik girişilecek her 
türlü kötü plana Türklerin cevap vereceği sözleri yer almıştır (Cumhuriyet, 
Ömer Sami Coşar “Yunan Manevrası”, Ayın Tarihi, 1 Eylül 1955:176; Yeni İstanbul, M. Mermi, “Kıbrıs Konferansı”, Ayın Tarihi, 5 Eylül 1955: 184; Hürriyet, Şükrü Kaya, “Türkiye’nin Davası”, Ayın Tarihi, 3 Eylül 1955: 178; Milliyet, “Türk tezi şaheserdir”, Ayın Tarihi, 3 Eylül 1955: 176; Ulus, A. Ş. Esmer, “Londra Konferansında”, Ayın Tarihi, 3 Eylül 1955: 179). Londra Konferansı dış basında da ilgi görmüştür. Dış basında genel eğilim, yaşanan terör hareketlerinin Yunanistan’ı haksız konuma düşürdüğü, ısrarcı tutumlarının müzakereleri zorlaştırdığı, buna karşın Türk siyasetçilerinin daha mantıklı ve makul bir yol izlediği yönünde olmuştur (Daily Mail, Manchester Guardian, Times; Ayın 
Tarihi, 2 Eylül 1955, 154; Daily Mail, Time and Tide, Ayın Tarihi, 3 Eylül 
1955: 155). 

Konferans bu tartışmalar etrafında sürerken, Selanik’ten Atatürk’ün evine bomba atıldığına ilişkin bir haber gelmiştir. Dönemin Dışişleri Genel Sekreter Yardımcısı Melih Esenbel, toplantının yarıda bırakılmasına neden olan telefon görüşmesini şu şekilde anlatmıştır: 

 Evvela ben konuştum Fatin Bey’le. Diyor ki, “Bu yürümüyor. Yunanlılar 
mukavemet ediyorlar. Hiç değilse moratoryum15 yapalım. Ne biz, ne 
Yunanistan bunu milletlerarası foruma getirsin. Beş sene uyutalım. Teklif 
bu. Moratoryum teklifi”. Menderes aldı telefonu. Ona tekrarladı. Zorlu, 
birdenbire kızdı. Çok kızdı. “Fatin Bey, ne söylüyorsunuz. Bu artık milletin 
sorunu olmuştur. İstanbul yanıyor, ben ne moratoryum kabul ederim, 
ne de başka bir şey kabul ederim. Terk edin gelin konferansı” dedi (Bağcı, 
1990: 109, Birand vd., 1999: 110). 

 Bu görüşmenin sonrasında, konferans bir sonuca varmadan dağılmıştır. Yaşanan bu gelişme; Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde sesini duyurmak için yakalamış olduğu fırsatı değerlendirmek için avantajlı olduğu bir anda, çıkan olaylar nedeniyle Türkiye’nin imajının sarsılması olarak yorumlanmıştır (Irkıçatal, 2012: 197).

6-7 Eylül Olaylarının Ortaya Çıkışı ve Gelişimi 

6-7 Eylül 1955 tarihinde yaşananlar, araştırmacılar tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Olayları ayrıntılı bir biçimde ele almadan evvel, bazı değerlendirmelere göz atmak faydalı olacaktır. Tevfik Çavdar, 6-7 Eylül olaylarının sonuç itibarıyla başta Rumlar olmak üzere azınlıkların göç etmesi sebebiyle İstanbul’un yüzyıllardır sürüpgiden çok kültürlü mozaiğini sona erdirdiğini ifade ederken (2000: 57)16; benzer bir diğer görüş ise, olayın Kıbrıs sorunu ile ilişkilendirilmesi gayretlerine karşın, esasında bu olayların 20’li yıllardan bu yana gayri Müslimleri kovmak üzere girişilen çabaların sürdürülmesi için bir fırsat oluşturduğu ve Trakya Yahudileri olayında olduğu gibi, gayrimüslimlerin taşınabilir ve taşınmaz mallarına zarar verilmesi suretiyle 
ülkeyi terk etmeye zorlanmaları olduğu belirtilmiştir (akt. Güven, 2005: 140). Hüseyin Bağcı, 6-7 Eylül 1955 olaylarının o zamana kadar başarılı bir yönetim gösteren DP için ilk büyük şok olduğunu ve bu olaylar sonrası ülkenin sevilen Başbakanının popülerliğini yitirmeye başlayıp, aydınların ve subayların Menderes Hükümeti’nin politikasına karşı olumsuz tepkilerinin artmaya başladığını belirtmektedir (1990: 110). Sina Akşin ise, 6/7 Eylül olaylarını Tan olayı gibi fakat çok daha geniş çapta ülkemizde devletin hukuk dışına çıkmasının üzücü 
bir başka örneği olarak tanımlamıştır (234). Ahmad ise, 6/7 Eylül İstanbul olaylarını, Türk kentlerindeki bastırılmış gerilimlerin açığa çıkması olarak nitelemektedir (66). 

6/7 Eylül günü yaşananları kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür. 
1955 yılının Eylül ayında Kıbrıs konusunu görüşmek üzere toplanmış 
olan Londra Konferansı sırasında, 6 Eylül günü Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve Yunanlılar tarafından bomba atıldığı yönünde gelen haber üzerine İstanbul, İzmir17 ve Ankara’da18 olayı protesto için toplanan grupların, Rum azınlıklar başta olmak üzere diğer azınlıklara ve Türklere karşı 7 Eylül gününün erken saatlerine kadar gösterdikleri türlü şiddet hareketleridir. 

Olayların gelişimine ilişkin olarak kaynaklarda şu bilgiler yer almıştır. Olayın başlangıç noktası, Anadolu Ajansı'nın haberi radyoya vermesi ardından İstanbul ve Ankara radyolarının öğlen bültenlerinde Atatürk’ün evinin bombalandığı haberini duyurmasıdır (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 337; Birgit, 2012: 195)19. İstanbul Radyosu Dış Haberler servisinin ikinci bülteninde olay şu sözlerle duyurulmuştur: “Selanik’te menfur bir tedhiş hadisesi”, 
“Selanik’te Aziz Atatürk’ün doğduğu ev ile Türk Konsolosluğu binası arasındaki bahçede saat gece yarısını dört geçe bir bomba patlamış ve bu infilak neticesinde Aziz Atatürk’ün doğduğu evin pencereleriyle Konsoloshanenin camları hasara uğramıştır. İnfilak esnasında da insanca zayiat olmamıştır. Yunan polisi tahkikata başlamış ve daha sıkı emniyet tedbirleri almıştır. 5 şüpheli şahsın tevkif edildiği bildirilmektedir. 

Yunan Hükümeti Dahiliye Vekili basına verdiği beyanatta “bu işi 
hakiki bir Yunanlının yaptığını zannetmiyorum demiştir” (6-7 Eylül 
Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 256)20. 

İlerleyen saatlerde ise, DP milletvekili Mithat Perin’in sahip olduğu 
İstanbul Ekspres ikinci bir baskı yapıp, olayı bütün İstanbul’a duyurmuştur 
(akt. Ceylan, 1996: 43-44)21. İstanbul Ekspres’in baskısına dair 
bazı soru işaretleri vardır. Radyo, haberi 13:00’de geçmiş, İstanbul Ekspres 
ise 13:30’da baskıya hazırlanmıştır. Mithat Perin’in 16:30’da bütün 
kopyaların dağıtılmış olduğu yönündeki ifadesi (Akt. Ceylan, 1996: 
43-44) ile dönemin teknolojik koşulları göz önüne alındığında baskının 
daha evvelce hazırlanmış olma ihtimali akla gelmektedir. Benzer 
düşünce, Yılmaz Karakoyunlu’nun, Güz Sancısı romanında da, “İstanbul 
Ekspres gazetesi öğle baskısında son haberi vermek için bekletilmiş; 
sonra gelen habere göre önceden hazırlanmış kalıplar baskıya 
verilmişti” sözleriyle de ima edilmiştir (154). Aynı kuşku Orhan 
Birgit’in anılarında da yer almaktadır: 

Dışarıdan gazete satıcısı çocukları “yazıyor, Atatürk’ün evinin bombalandığını 
yazıyor” diye bağırarak, İstanbul Ekspres adlı akşam gazetesini sattıklarını duyuyorduk. Haber gazetenin ikinci baskısıyla verilmişti. Gazetecilikte şimşir olarak adlandırılan ve o dönemin tekniği içinde sayfalara ancak çok olağanüstü durumlarda konulan başlıklar hazırlanmıştı. Öyle bir hazırlığın arkasında nelerin gelebileceğini bilmek zordu”(195).

Haberin duyulması üzerine Kıbrıs Türktür Cemiyeti22 bir beyanname 
yayınlamıştır. Cemiyet olayı, “bardağı taşıran son hadise” olarak 
görmüş ve “bugüne kadar gösterilen sabrın artık gösterilmeyeceği”ni 
duyurmuştur. Ayrıca, Yunan Hükümeti ve basınının, bu olayı destekleyenlerin, 
“akıllarını başlarına almadıkları” takdirde, 1922 yılını gölgede bırakacak şekilde Türkleri karşılarında bulacağı, Kıbrıs’ın her zaman Türk kalacağı bunun aksini düşünenin bunu çok pahalıya ödeyeceği tehdidi yöneltilmiştir (Armaoğlu, 1963: 159)23. Cemiyetle ilgili olarak dikkat çeken diğer nokta ise, Kıbrıs’taki Türk Cemiyetinin başkanı olan Dr. Fazıl Küçük’ün İstanbul’daki Kıbrıs Türktür Cemiyeti başkanı Hikmet Bil’e gönderdiği söylenen mektuptur. Bil’in de inkâr 
etmediği söylenen mektupta, “Türkiye’de Rumlar aleyhine bir hareketin 
yapılmasının Kıbrıs’taki Türklerin durumunu korumak bakımından faydalı olacağının” belirtildiği ve bu bilginin "çok gizli kaydıyle" şubelerine gönderildiğinin yazdığı ifade edilmiştir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 290). Buna ek olarak olayların yaşandığı gün, Kıbrıs Türktür Cemiyeti başkanı Hikmet Bil ile Başbakan Adnan Menderesin olayların öncesinde kısa da olsa görüştükleri iddiası da söz konusudur (Birgit, 2012: 194).

Yapılan açıklamalar sonrası, üniversite gençliği Selanik’te gerçekleşen 
bombalama olayını protesto için sokaklarda toplanmış ve daha sonra halkın da katılımıyla bir kınama toplantısı düzenlenmiştir (Akşin, 1998: 234; Birand vd., 1999: 109; Ceylan, 1996: 47-48, Güzel, 1997: 163)24. Fakat protesto amaçlı bu “masum” toplantı yerini, profesyonel bir eylem sonucu, yakma ve yağmalama hareketlerine bırakmıştır (Demir, 2007: 59-60)25. Protestonun yıkıma dönüşme hali kaynaklarda şu şekilde anlatılmaktadır:


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955 BÖLÜM 1

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955  BÖLÜM 1

Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 


Ayşe Elif 
Emre Kaya

Özet

Londra Konferansı sırasında, 6 Eylül günü Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve Yunanlılar tarafından bomba atıldığı yönünde gelen bir haber üzerine İstanbul, İzmir ve Ankara’da olayı protesto için toplanan gruplar, başta Rumlar olmak üzere diğer azınlıklara ve Türklere ait ev ve iş yerlerine 7 Eylül gününün erken saatlerine kadar, her türlü şiddet, tedhiş ve yağma hareketlerini uygulamışlardır. Çalışmada olayların ortaya çıkış süreci, sonrasında yaşanan gelişmeler ve olaya ilişkin gerçekliğin Ulus ve Zafer gazetelerinde nasıl sunulduğu konu edilmiştir. Çalışmanın amacı ise, siyasal iktidarla farklı ilişkiler içinde olan iki yayın organın yaşanan şiddet olayını, nasıl sunduklarını incelemektir. 

Bu amaç doğrultusunda, gazetelerde konuyla ilgili yer alan haber ve köşe yazıları nitel analiz ile irdelenmiştir. 

Burada araştırmaya yön veren görüş ise, DP’nin yayın organı Zafer’in olayın sunumunda hükümetin tanımlama/izah/açıklama veya çerçeveleme biçimlerinden yararlandığı, ana muhalefet partisi CHP’nin yayın organı Ulus ise 
hükümetin ortaya koyduğu tanımlama ve çerçeveleme biçimlerini sorgulayıp, farklı yönleriyle tartıştığıdır.

Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar:6-7 Eylül Olaylarının

Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili,

1955 yılının Eylül ayında Kıbrıs konusunu görüşmek üzere toplanmış 
olan Londra Konferansı sırasında, 6 Eylül günü Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve Yunanlılar tarafından bomba atıldığı yönünde gelen haber üzerine İstanbul, İzmir ve Ankara’da olayı protesto için toplanan gruplar, başta Rumlar olmak üzere diğer azınlıklara ve Türklere ait ev ve iş yerlerine yönelik olarak, 7 Eylül gününün erken saatlerine kadar, büyük bir kontrolsüzlük içinde, her türlü şiddet, tedhiş ve yağma hareketlerini uygulamışlardır. 

Çalışmada öncelikle 6-7 Eylül olaylarının çıkışına zemin hazırlayan süreç ele alınmış ardından da, 6-7 Eylül olaylarına ve yaşanan gelişmelere ilişkin bilgiler karşılaştırmalı olarak verilerek genel bir çerçeve çizilmiştir. Çalışmanın bu kısmında, yaşananların bir şiddet olayı olarak çerçevelendirilmesi nin sınırlı bir yaklaşım olduğu, “sınıfsal bir tepki”yi içinde barındırdığı görüşünün de görünür kılınması gerekliliği vurgulanmıştır. Çalışmanın analiz kısmında ise, olayın oluş 
tarihinden, ay sonuna kadar geçen süre zarfında, Ulus ve Zafer gazetelerinde 
yer alan haber ve köşe yazıları nitel analiz yöntemi ile incelenmiştir.

Medya-gerçeklik ilişkisi, kuramsal yaklaşımlarda farklı şekillerde 
karşımıza çıkmaktadır. Liberal yaklaşım açısından medya gerçekliğin 
kavranmasında ve aktarılmasında bilimsel metotları kendine kılavuz 
edinmiştir. Nasıl ki pozitivist bilim anlayışının araştırmacıdan beklentisi 
değer yargılarından arınarak, bilim anlayışının araştırmacıdan, değer yargılarından arınarak gözlenebilen gerçekliğin bilgisine ulaşmak 
idiyse, gazeteciden de beklenen siyasal yanlılığından arınıp olayları habere 
dönüştürmesidir (İnal, 1996: 16). 
Daha açık bir deyişle, liberal yaklaşım içinde medyanın gerçeği bozmadan, değiştirmeden, çarpıtmadan verebileceğine dair bir anlayış ortaya konulmakta dır. 
Buna karşılık Marksist yaklaşım içinde haberin sağladığı imajların ve tanımların siyasal ve ekonomik yönetici gruplarca biçimlendirilmesi nedeniyle ön yargı taşıdığını bu nedenle de nesnel bir gerçekliğin bozulmuş ve yanlış yorumlarının görüldüğü belirtilmektedir (akt. Curran vd. 1991: 243). Bu görüşe göre ise haber metinlerinde gerçek, kapitalist sınıf çıkarına uygun biçimde çarpıtılmakta dır. Eleştirel yaklaşıma göre ise, medya toplumsal bilgiyi inşa ederken, belirli anlam ve yorumları tercih etmekte, bunlara dayalı sınıflandırmalar ve düzenlemeler ile belirli gerçekleri içerirken, diğerlerini dışarıda bırakmakta, 
böylelikle medyanın paylaşılan bir toplumsal fenomeni tanımlamasıyla 
birlikte, aynı zamanda onun oluşturulmasına da yol açmaktadır (Dursun, 2013: 40). 
Bir başka deyişle, haber gerçeği temsil eden bir metindir. Bir gazetecinin haber üretim sürecini kimliği yani kendi değer yargıları, çalıştığı medya organının yayın politikası ile sahiplik ilişkisi belirler. Bu belirlenimler çerçevesinde gazeteci gerçeğe ilişkin bazı parçaları seçer, haber metnine dâhil eder ve bazı parçaları dışarıda bırakır ( Binark ve Bek, 2010: 173). 

Bu çalışmada, haber ve gazetecilik pratikleri eleştirel yaklaşım görüşünden hareketle ele alınmaktadır. Bu görüş doğrultusunda çalışmada, siyasal iktidar ile farklı ilişkiler içinde olan dönemin iki yayın organının, haber yazı ve yorumların nasıl bir çerçeve içinden sundukları, olaya ilişkin “gerçeği” nasıl inşa ettikleri, gerçekliği tanımlarken hangi anlam ve yorumları seçtikleri, neyi ön plana çıkarıp, neyi görünmez kıldıklarını ve iktidar ile olan mesafelerinin bu gerçekliği inşa 
etmede nasıl bir etki ettiği incelenmiştir. Bu incelemeyi yaparken yazınsal açıdan farklı biçimde oluşturulan metinler olmalarına karşın, değer yargılarını içinde barındırma konusunda birbirlerinden çok da farklı metinler olmadıkları düşüncesinden hareketle, haber ve köşe yazıları bir arada incelenmiş, böylelikle haberlerle hâkim kılınmaya çalışılan anlamların /anlamlandırmaların, köşe yazıları ile nasıl desteklediği ortaya konulmaya çalışılmıştır. Araştırmaya yön veren görüş ise, DP’nin yayın organı olan Zafer’in olayın sunumunda hükümetin 
tanımlama/izah/açıklama veya çerçeveleme biçimlerinden yararlandığı, 
olayı siyasal iktidarın gerçeklik tanımları ile yorumladığı, tartışmaları da bu sınırlar içinde tutmaya çalıştığıdır. Benzer biçimde, ana muhalefet partisi CHP’nin yayın organı olan Ulus’un ise olaya ilişkin farklı tanımlama biçimlerini tercih ettiği ve siyasal iktidarın ortaya koyduğu tanımlama ve çerçeveleme biçimlerini sorgulayıp, gerçekliği farklı yönleriyle sunduğudur. 

Kıbrıs Sorununun Ortaya Çıkışı ve Gelişimi

Kıbrıs’ın ülkeler arasında bir soruna dönüşme nedenini anlayabilmek 
için adanın geçirdiği tarihsel sürece bakmakta fayda vardır. 
Kıbrıs’a ilişkin ilk bilgiler adanın; Roma İmparatorluğu, Roma ve 
Bizans halinde ikiye ayrıldığı zaman, Bizans İmparatorluğu’nun içinde 
Yunanistan ülkesinden ayrı bir birim olarak örgütlendiğine ilişkindir 
(akt. Gevgilili, 1987: 126)1. Kıbrıs, 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu 
tarafından fethedilmesine kadar geçen sürede, farklı egemenliklerin 
etkisinde kalmış, fetih sonrasında ise, dinsel açıdan Ortodoks2 ve 
İslam, etnik bakımdan da Rum ve Türk kesimlerine 3 ayrılmıştır. 
Osmanlı’nın çöküşüne doğru, İngiltere vekâleten ve geçici olarak 
adaya girmiş, daha sonra da Lozan Antlaşması’nda Kıbrıs’ın kendilerine 
katıldığını Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Hükümeti’ne onaylattırmıştır 4 (Gevgilili, 1987: 127-131). Bir müddet sonra ise, İngiltere’nin 1925 yılında sömürge ilan ettiği Kıbrıs’ta yaşayan Rumlar, adanın Yunanistan’a katılmasını savunmaya başlamışlar ve bu amaçlarına ulaşabilmek için de örgütlenmişlerdir. 
Bu durum, Kıbrıs Türk toplumu tarafından tepkiyle karşılanmıştır. 
İki ülkenin üniversite öğrencileri çeşitli mitinglerle karşılıklı protestolarda 
bulunsalar da, Kıbrıs konusu, gerek Türkiye ve gerekse Yunanistan tarafından 
resmi bir sorun olarak siyasal platforma taşınmamıştır (Albayrak, 2000)5. 

Hem 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti’nin (DP) hükümeti, hem de selefi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) hükümetleri, adadaki statükonun devamından yana oldukları için Kıbrıs’ı bir sorun olarak görme eğilimi içinde olmamışlardır. Fakat şu nokta gözden kaçırılmamalıdır ki, DP’nin muhalefet yıllarında konuya yaklaşımı farklıdır. DP sözcüleri, CHP’yi Kıbrıs konusuyla yeterince ilgilenememekle ve önlemlerin yetersizliği nedeniyle ırktaşlarını güvenden yoksun bırakmakla suçlamalarına karşın, 1950’de iktidara geldikten 
sonra, “Kıbrıs meselesinde tutumlarının ne olacağı” yönündeki bir soruya, Kıbrıs diye bir problem olmadığını söyleyerek, Kıbrıs konusundaki görüşlerinden vazgeçmişlerdir (Bağlum, 1991: 61). DP’nin tutum değişikliğinin gerekçesi olarak Sovyet tehlikesine karşı işbirliği için Yunanistan’la iyi ilişkilere devam edilmesi gerektiği düşüncesi gösterilmiştir (Bağcı, 1990: 101). Adnan Menderes’in Londra Konferansı öncesi yaptığı konuşmada, “hür milletler birliği”nin Yunanistan tarafından zayıflatıldığına işaret eden konuşması, bu düşüncede haklılık payı olduğunu gösterir niteliktedir. 

Yunan hükümetinin Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak davasını, Birleşmiş Milletlere (BM) taşıması sonucunda ise, Türkiye’nin Kıbrıs politikasını değiştirdiği söylenmiştir6 (6-7 Eylül Olayları, Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 289). Yunanistan başvurusunda, BM Beyannamesi’ndeki halkların eşitliği ve kendi kaderlerini kendileri tayin etme prensibinin uygulanması ve 1950 yılında Kıbrıs’ta resmi olmayarak yapılan referandum sonuçları, Kıbrıs’ın eski Yunanlıların yerleşim alanı olduğu ve Yunanistan’ın kültürel etki alanı içerisinde kalmasını, 
gerekçe olarak göstermiştir. Yunanistan ayrıca, Güney Akdeniz Bölgesi’ndeki 
siyasi istikrarın İngiltere’nin gösterdiği yumuşamazlıktan dolayı da tehlikede olduğu vurgusunda bulunmuştur. Yunanistan’ın bu tezine İngiliz, Türk ve BM delegelerinin sert muhalefetlerine rağmen, konu BM’de tartışılmıştır. Bu görüşmeler sırasında Türk delegesi 

Selim Sarper bir konuşma yaparak, Yunan görüşüne karşı çıkmış ve 
adanın Yunanistan’a verilemeyeceğini savunmuştur (Ceylan, 1996: 21; 
Eroğul, 1998: 172). Bunun sonucunda, BM konunun görüşülmesini 
geriye bırakmış, bu durum ise iki hükümet arasında gerginliği artırmıştır 
(6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 289). 

Yunanistan’dan gelen haberlerin artması ile birlikte de, Türk kamuoyunun 
da bölgeye dikkati yoğunlaşmış, Rum ve Yunanlılara yönelik olarak bir hassasiyet oluşmaya başlamıştır (Ayın Tarihi, 1-17 Temmuz 1955)7. 

1955 yılının Temmuz ayına gelindiğinde ise, Başbakan Adnan Menderes, kabinesi içinde bir değişiklik yaparak, Fuat Köprülü’yü Dışişleri Bakanlığı görevinden almış ve yerine Fatin Rüştü Zorlu’yu getirmiştir. Selefinin, Yunanistan’ın ve Kıbrıslı Rumların yönelttiği tehditler, baskılar ve yer yer başlayan saldırılar karşısındaki klasik hariciyeci yaklaşımı ve sözlü uyarılarla karmaşık demeçlerle karşılayan bir stratejinin devamından yana olan temkinli tavrına karşın, Zorlu Londra ve Zürih Antlaşmaları’nın temel taşlarının döşenmesi için çalışmalar başlatıp, adada bir Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulması için adımlar atarak adaya ilişkin aktif bir politika belirlemiştir (Birgit, 2012: 192, 193)8. 

Kıbrıs konusuna DP iktidarının başlangıçtaki temkinli yaklaşımı, Türk basını tarafından da benimsenmiş, uzunca bir süre - Hürriyet hariç - gazeteler konuya ilgi göstermemiştir9. Hürriyet ise Çavdar’ın deyişiyle, her gün Kıbrıs’ta EOKA’ya bağlı militanların yaptıklarına ve Türklerin nasıl kötü muamele gördüklerine ilişkin haberleri vermiş ve böylelikle Türkiye Makarios, Grivas isimleri ve Enosis sözcükleri gündeme yerleştirmiştir (53). Hürriyet’in süreçteki tutumu, 6/7 Eylül olayları sonrası yürütülen soruşturmada tutanaklara ise şu şekilde yansıtılmıştır: 

Hürriyet sahibi ve baş yazarı ölü Sedat Simavi’nin 12 ada Garbi Trakya 
hakkında açtığı malum kampanya vardır. Bu kampanya, Türk-Yunan 
dostluğu aleyhine yönetildiği gibi ayrıca Rum vatandaşlar hakkında da 
Türk efkarına nahoş tesirler yaratıyordu. Kampanya nihayet. Hariciye 
teşkilatımız ve Hariciye Vekili sayın Fuat Köprülü aleyhine kadar dayanmış 
ve Sedat Simavi aleyhine dava bile açılmıştır. Hürriyet’in açtığı bu 
kampanya devam ederken ortada henüz bir Kıbrıs meselesi yoktu (6-7 
Eylül Olayları, Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 289)10. 

Kıbrıs konusu siyasi gündemde önemli bir noktaya taşınınca, Hürriyet’in peşi sıra diğer basın organları da konuyu ele almaya başlamışlar ve hatta konuyu gündeme taşımanın ötesine geçip, yönlendirici bir yayın politikası izlemeye başlamışlar, hükümetin de aktif bir siyaset gütmesi gerektiği fikrini sürekli canlı tutmuşlardır (Cumhuriyet, “Kıbrıs Meselesi”, Ayın Tarihi, 1 Temmuz 1955: 105; Ulus, “Kıbrıs işi doğru yolda”, Ayın Tarihi, 7 Temmuz 1955 : 106; Tercüman “Yılan Hikayesi”, Ayın Tarihi, 19 Temmuz 1955: 109). 

Kıbrıs konusu İngiliz basınında da yer almıştır. İngiliz basının Türk tezini destekleyici bir yayın oluşturmasının dışında daha dikkat çekici olan nokta, Kıbrıslı Rumların “komünistler” tarafından yönlendirildiği vurgusudur (Ayın Tarihi, 3 Temmuz 1955:100; 9 Temmuz 1955: 100; 12 Temmuz 1955: 101; 21 Temmuz 1955: 102; 22 Temmuz 1955:102). Bu durum, kapitalist Batı toplumlarının mevcut “komünist” algısını ortaya sermesi nedeniyle önemlidir. Dönemin yaygın politik unsurlarından biri olarak tanımlanan “anti komünizm” şu şekilde açıklanmaktadır: 

Bu dönemde anti komünizm artık bir devlet politikası olarak uygulanmaya 
ve uygulamaya ilişkin araçlar geliştirilmeye başlanmıştır. Bu dönemde, herhangi bir biçimde komünizme yol açabileceği düşünülen eylem ve düşüncelerin hepsi sistemli bir biçimde kontrol edilmiş, yasaklanmış ve yalnızca devletin değil, bütün bireylerin de bu yönde davranmasını sağlamak üzere bir baskı ortamı oluşturulmuştur (Yıldırmaz, 2012: 48). 

Bu noktada anti komünist politikaların oluştuğu merkez olarak tanımlanan ABD’yi ve özellikle de senatör McCarthy dönemini hatırlamakta da yarar vardır. Etkileri ABD ile sınırlı kalmayan bu anlayış şu sözlerle tanımlanmıştır: 

1940’lı yılların ortalarından 1950’lerin sonuna kadar süren “cadı avı” ile 
hem devletin kurumlarının aktif bir biçimde örgütlenmesi sağlanmış, 
hem de bizatihi toplum komünizme karşı uyanık olması gerektiği yönün
de çeşitli araçlar yoluyla mobilize edilmiştir. ABD’deki adı Mc Carthysizm 
olarak adlandırılan bu yöntem benzer şekillerde diğer ülkelerde de 
işlemiş ve hem söylemsel, hem de politik olarak aynı dili kullanmıştır 
(Yıldırmaz, 2012: 48- 49). 

İngiliz basınının olayların “komünist” yönlendirmesi ile ortaya çıktığı yönündeki yayını, antikomünist yaklaşımla bağdaştırılarak değerlendirilmelidir. 

Gösteri ve kanlı olayların hızlanması üzerine, adadaki Yunan halkını ezen sömürgeci devlet konumunda rahatsız olan İngiltere, bu durumundan kurtulmak için Türkiye ve Yunanistan’ı bir konferansa çağırmıştır. Türk hükümeti bu daveti hemen kabul etmiş ve davada kararlığını göstermek için kısa süre sonra da Yunanistan’a sert bir nota vererek, Kıbrıs konusundaki kışkırtmalara son vermesini ihtar etmiştir (Eroğul, 1998: 173). Böylelikle, 1955 yazında Türkiye siyasetinin gündemine, Londra Konferansı’na davet edilmiş olmanın sevinci hakim olmuştur. Kıbrıs konusunun bu kadar yoğun ele alınmasını, DP’nin iç 
politikadaki yetersizliklerini örtme isteğine bağlayan Ahmad, bu taktiğin 
işe de yaradığını, çünkü CHP’nin dahi bu dönem içinde muhalefet görevini yürütmediğini, hatta Londra Konferansı’ndan üç gün önce hükümetle dayanışmanın bir işareti olarak iç politika tartışmalarını tek yanlı olarak bir tarafa bıraktıklarını ilan ettiklerini belirtmiştir (66)11. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***