Emre Kaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Emre Kaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ocak 2019 Çarşamba

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955 BÖLÜM 7

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955  BÖLÜM 7


Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 


20 Gazeteci - yazar Orhan Karaveli’nin anılarında dikkat çekici bazı ifadeler yer almaktadır. Karaveli, Kıbrıs’ta olayların şiddetlendiği günlerde “Türk Mukavemet 
Teşkilatı”ndan iki gençle tanıştırıldığını ve kendisinin onlara “… Hep Rumların 
haberini geçmekten yoruldum. Sizler niye bir şeyler yapmıyorsunuz Milliyet’te 
haber olacak?... Örneğin bir “bomba” patlatın da gazetede manşet olsun diye üstelediğini ve üzerinden çok geçmeden bu gençlerin General Motors Otomobil acentasına bir bomba yerleştirdiklerinden bahsetmektedir, Karaveli her ne kadar kendisinin haber bombası olduğunda ısrar etse de ortamın hassas olduğu dönemde bunu masumane bir gazetecilik hırsı ile sınırlı görmek güçtür. Bu olay Selanik’teki bombalama hadisesindeki mantığı izah etme bakımından da bazı ipuçlarını sunmaktadır ( 2006: 80-81). 

21 Nathalie Stoyanof diğer kaynaklardan farklı olarak hem İstanbul Ekspres’in hem de Hürriyet’in ikinci baskı yaptığından söz eder (6-7 Eylül 1955 Olayları. Tanıklar – Hatıralar, 2010: 268). Bunun dışında İstanbul Ekspres’in sahibi ve yazı işleri müdürü o güne ilişkin şu bilgileri vermektedirler. 

İstanbul Ekspres Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu: “… haberleri ya radyodan ya da Anadolu Ajansı’ndan alıyorduk. Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin hasara uğradığına ilişkin haber her iki kaynaktan da geldi. O dönemde akşam gazeteleri önemli olayları ikinci baskı ile duyururlardı. Ben de gazetenin sahibi Mithat Perin’e sormadan ikinci baskı yapmamıza karar verdim. Saat 14: 30 sularında aradığımız Atina elçiliğimizdeki bir ataşeden de olayı doğrulattık. Haberi sekiz sütunun üzerinden “Atatürk’ün evi bomba ile hasara uğradı” diye verdim. Hakkımda üretilen asılsız haberde güya “Atatürk’ün evi bombalandı” diye manşet attığım yazılıyor hala. Attığımız manşetin altında Yunan hükümetinin, “Bizim bu olaylarla hiçbir ilgimiz yok” resmi tebliğini de koymuştum. Normalde 8-9 bin arası baskı yapıyorduk ama bu olağanüstü durum karşısında tüm teknik şartları da zorlayarak, eski Tan matbaasının rotatiflerini 16.30 gibi döndürmeye başladık ve saat 20.00’ye kadar 20 bin gazete bastık. O saatte müvezzilere teslim edebildik. Bu olay da ne yazık ki çarpıtılmıştır 
günümüzde ve bizim 300 bin gazeteye basıp dağıttığımız yazılıyor hala. 
Bu rakamın yanına yaklaşabilecek bir baskıyı kimse yapamazdı o günlerde. Bugün bile o kadar kısa sürede bu rakama ulaşabilecek teknolojiye sahip değildir çoğu yer. Bu hesabın tutmadığını gören bazı kötü niyetliler de, “iki gün önceden basmaya başladılar gazetesini” palavrasını attılar. O dönemde gazetemizi basacağımız kâğıdı peşin para yatırarak alabiliyordunuz. Biz dediğim sayıda bastığımız gazetenin kâğıdının parasını güç bela denkleştirmiştik (6-7 Eylül 1955 Olayları. Tanıklar – Hatıralar, 2010: 282-283). Mithat Perin: “… Gökşin Sipahioğlu, bana telefon açtı. Böyle böyle bir haber var dedi. İkinci baskı yapalım dedi. Yapmayalım dedim. Hava da kötü, elde kalıyor dedim. Peki dedim. Biraz sonra bayii telefon açtı. Gazetelerin parasını peşin vereceğim dedi… Matbaaya girdiğimde 180 bin basılmıştı bile. Haberim yok. Kâğıt nereden buldunuz dedim. Bulduk dediler. Kâğıdımız çok kısıtlıydı. Anormal 
bir şey olduğunu anladım. Gittim prototipte kâğıdı kestim. Ne yapıyorsunuz dediler. Kâğıdı kestim ama kalıpları kesmek aklıma gelmedi. Bundan sonra basmayın dedim. Peki dediler. Ben oradan çıktıktan sonra yine bağlamışlar kâğıdı (6-7 Eylül 1955 Olayları. Tanıklar – Hatıralar, 2010: 316).

22 5 Eylül’de toplanan Kıbrıs Türktür Derneği Yönetim Kurulu’nda ortaya konan bilgilere göre, derneğin Türkiye’de kırk beş şubesi bulunuyordu. O günkü toplantıda alınan ilginç karar ise Kıbrıs Türktür sloganını bir marş haline getirilmesinin görüşülüp benimsenmiştir (Birgit, 2012: 194). 

23 Birgit, beyannamenin nasıl oluşturulduğunu şu sözlerle anlatır: “…Türkiye Milli Talebe Federasyonu Başkanı Hüsamettin Öztürk telefon etti ve Kıbrıs Türktür Derneği olarak bir bildiri hazırlamamız için federasyonda toplanılacağını söyledi. Bildiriyi ben kaleme aldım. Olayı anlatan, çirkinliğini öne çıkartan bildiride vatandaşlardan sakin olmaları, tahrike kapılmamaları ama saflarını da sıklaştırmaları isteniliyordu. Akşam saatlerinde kentin çeşitli yerlerinden küçük gösteri gruplarının “Kıbrıs Türktür” sloganlarını söyleyerek ellerinde Türk bayraklarıyla toplandıkları haberleri gelmeye başladı (195-196). 

24 Bir kaynakta Menderes’in başlangıçta Kıbrıs için bir dizi protesto eylemleri düzenlenmesine sıcak baktığı hatta Kıbrıs Türktür Cemiyeti’ni bu amaçla himaye ettiği söylenmektedir (Demir, 2007: 59-60). 

25 Olayın zamanlamasının manidar olduğuna ilişkin şu bilgi yer almaktadır: “... Olayların gerçekleşme zamanı dikkat çekicidir. Bir yanda Londra’da Kıbrıs görüşmeleri devam ederken, diğer tarafta dünya medyası İstanbul’dadır. Dünyanın ve Cumhurbaşkanı Bayar, Başvekil Menderes, İçişleri Bakanı Namık Gedik ile Emniyet Genel Müdürü Ethem Yetkiner’in İstanbul’da bulunduğu bir anda olaylar meydana geldi” (Demir, 2007: 59-60).

26 Olaylardan bir süre önce gayri Müslimlere ait ev ve işyerlerinin fişlendikleri ileri sürülmüştür. Buna göre olayların başlamasından birkaç hafta önce ilgili mahallelerin muhtarlarından ev ve işyerlerinin adresleri istenmişti. Fransız Konsolosluğu’nun bir raporuna göre, daha 2. Dünya Savaşı sırasında, özel bir birlik tarafından herhangi bir çatışma durumunda daha kolay “nötralize” edilmelerini sağlamak amacıyla gayrimüslim azınlıkların adresleri kaydedilmişti. Raporda ayaklanmalar sırasında bu bilgilerin kullanılmış olması olasılığına da yer veriliyordu. Ayaklanmalardan kısa bir süre önce gece bekçileri bazı sakinlerden duvarlardaki ev ve işyeri numaralarını belirginleştirmelerini istedi. Yine gayrimüslimlere ait bazı ev ve işyerleri ise, bir haç figürü, GMR ( Gayri Müslim Rum) gibi kısaltmalar ya da “Türk değil”, “Türk” gibi tanımlamalarla işaretlendi (aktaran Güven, 2005: 16).

27 Türklerin olaylar esnasında azınlıkları korumaya çalıştığı vakalar olduğu kadar, komşu veya tanıdıkları gayrimüslimlerin oturdukları yerleri göstererek saldırganların işini kolaylaştırdıkları da olmuştur (aktaran Güven, 2005: 24). 

28 Emniyetin pasif tutumuna karşın ordu sayesinde de daha kötü hadiselerin yaşanmasının önüne geçildiği ifade edilmiştir (Aydemir, 2000: 184-185; Bağcı, 1990: 11).

29 Benzer yöndeki bilgi bir başka kaynakta şu şekilde ortaya konmaktadır: “Emniyet memurları iki haftadan beri herhangi bir hadiseyi önlemek tedbiri aldıkları halde hadise vukuunda nasıl hareket edeceklerini neler yapabileceklerine silah kullanıp kullanmayacaklarına dair emir almadıklarından şaşırıp kaldıklarını anlatıyorlarmış. Hatta bir kısım emniyet mensupları da müzaheret gösterir durum almışlar ve “şunu yapın bunu yapmayın” gibi konuşmalar yapmışlar. Halka adeta yardımcı olmuşlardır” (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 292).

30 Olaylara duyarsız kalma olarak nitelenen bu hareket, olayların kendi tertibi olmaları ile izah edilmiştir (Dinamo, 1971: 35).

31 Görüldüğü gibi Ankara ilk tebliğde yer almamaktadır. 

32 Olaylardaki zarara ilişkin olarak farklı rakamlar telaffuz edilmesi nedeniyle burada yanıltıcı olmamak için özellikle rakam verilmemiştir. Konuya ilişkin zarar tabloları görmek için bkn: Demirer’den aktaran Ceylan, 1996: 101; Dosdoğru, 1993: 100; Güzel: 1997: 163).

33 O gece yaşanan trajediye ilişkin kişisel hikâyeler için bakınız 6-7 Eylül 1955 Olayları. Tanıklar-Hatıralar, 2010.

34 Yalçın yazısının devamında ise, böylesi bir ortamda komünistliğin rahatlıkla gelişebileceğine işaret etmiş ve bu kitlenin patlamaya hazır bomba gibi durdukça komünistlerin elinde de daima koz olacağını vurgulamış, bu sorunun reçetesi olarak da zenginliğe karşı olan şikâyetleri hafifletmek (anormal gelişme ve servet birikimi) olduğunu belirtmiştir (“En Tehlikeli Cephe”, Ayın Tarihi, 14 Eylül 1955: 98). Bu noktada şunu ifade etmek gerekir Yalçın’da da döneme hâkim olan “komünist” algısı ziyadesiyle içselleştirilmiştir. Yazar, DP’nin yürüttüğü “başarısız” ekonomik politikaların “istenmeyen unsurların” yani komünizmin destek bulmasına yol açması endişesiyle yazısını kaleme almıştır. 

35 Bu noktada şu da ilginç bir ayrıntıdır. Toker anılarında hükümetin emniyet güçlerini müdahale etme hususunda olayın ilk zamanlarında harekete geçirmediği bilgisini yineler ve göstericilerin tepkisinin “DP politikalarının eleştirisine” döndüğünde tedbir alınması yoluna gidildiğini ileri sürer (144-145). Bu yorum yukarıda da sözünü ettiğimiz emniyet güçlerinin hareketlerine ilişkin soru işaretlerine bir cevap olabilmesi açısından önem taşımaktadır. 

36 DP döneminde başlatılan komünist toplamaları için bakınız Eroğul, 1998: 106. 

37 Hasan İzzettin Dinamo, Kemal Tahir’in eşi Semiha’nın DP organı olan Son Havadis’te fıkra yazarlığı yapan Vala Nurettin’den getirdiği sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz’un Harbiye’de tutuklu bulunan elli iki kişiye ne yapacakları yönündeki soruya “ İstanbul’u yıktıran o heriflerdir. Hepsine müstahak oldukları cezayı verdireceğim. On onbeşini sallandıracağım geri kalanını da yirmişer, otuzar yılla zindanda çürüteceğim” cevabını verdiği haberinin, Harbiye zindanlarında buz gibi estiğini ifade etmektedir (38). Hulusi Dosdoğru da o dönemlerde morallerini çok bozan ve hapisten kurtulamayacakları düşüncesine yol açan olayların başında dışarıdan gelen yakalanan çapulculara kendilerini kışkırtanın komünistler olduğu yönünde Nurettin Aknoz Paşanın baskı yaptığı ve olayların “esas” kışkırtıcılarının kahvelerde, meyhanelerde, çarşılarda, pazarlarda bu işlerin komünistlerin başının altından çıktığı yalanına çevrelerini inandırmaya çalıştıkları haberlerinin geldiğini anlatmaktadır (49-50). 

38 8 Eylül 1955 tarihli Cumhuriyet’te, “Kıbrıs İçin” başlıklı yazıda; hükümetin Kıbrıs davasında başarılı olmak üzere olduğu bir anda çıkan hadiselerde komünist parmağı olduğu belirtilmekte, bu tahrikçi grupların halkın hislerini istismar ederek, gösterileri başka yollara sürükledikleri ifade edilmektedir. Tahrikçileri yabancı menfaatlere hizmet eden kimseler olarak niteleyen yazar, bu kimselerin amaçlarını da Türk milli menfaatlerine kastetmek, Türkiye’yi dış ülkeler önünde zor durumda ve yalnız bırakmak olarak işaret etmektedir (Ayın Tarihi, 187). “Efendiliğimize Yakışmayan Hareketler” başlıklı, 9 Eylül 1955 tarihli Tercüman’da, gençliğin gösterileri bardağı taşıran son damla olarak haklı bir infiali şeklinde ele alınmakta, gelişen diğer olayları ise, haklı bir infialin içine vatanperverlik hislerini istismar eden ve bir kısım halk tabakasının bilgisizliğinden ve şuursuzluğundan istifade edilerek evvelden hazırlanmış 
ve milli menfaatlerine kasteden gizli bir tertibin karışması olarak görmektedir 
(Ayın Tarihi, 84-85). 11 Eylül 1955 tarihli Milliyet’te çıkan “Türk Milletinin 6 Eylül Vakasıyla Alakası Yoktur” başlıklı yazıda, olaylar “haklı bir protestonun kızılla” tarafından istismarı olarak ele alınmaktadır (Ayın Tarihi, 87). Aynı gün Milliyet’te çıkan bir başka yazıda da olaylar aynı şekillerde tanımlanmakta, komünizmin bu olayda parmağı olduğunun ispatı olarak ferdi mülkiyete, sermayeye ve mabetlere olan hınçlar ispat gösterilmektedir. Yazıda ayrıca hükümete ilham olacak şekilde solculuk “habis”inden kurtulmanın yolu olarak bir “ava” girişilmesi önerilmektedir (Milliyet, “Bugün değilse, hiçbir gün”, Ayın Tarihi, 11 Eylül 1955 : 89). Zafer’de yayınlanan 13 Eylül 1955 tarihli “Dünkü Tarihi Celse” başlıklı yazıda, Başbakanın olayları komünist tahriki olarak nitelediğine ve “usta” düşmanların bu kadar başarılı olmasını ise zeminin tahrike uygun olması olarak izah ettiğine dikkat çekilmektedir (Zafer, 13 Eylül 1955). Hüseyin Cahit Yalçın da aynı gün Ulus’ta, “Başlayan Tahkikat” başlık yazısında olaylar hükümetin açıklamasıyla ve diğer gazetelerle örtüşür biçimde verilmekte, hükümet açıklamalarından biraz daha keskin biçimde emniyet güçlerinin azimli davranmamalarının olayları bu raddeye getirdiğini ifade etmektedir. 
Kafasında soru işareti bırakan durumu ise “istenen” durumlarda müdahalele
rinde başarılı olduğunun deneyimlerle sabit olduğunu belirten Yalçın, bu olaylarda etkisiz kalmasının mutlaka açıklanması gerektiğini ifade etmektedir (Ulus, 13 Eylül 1955). Yalçın’ın sorularına cevap, Yeni İstanbul’un 14 Eylül 1955 tarihinde yayınladığı “Fevkalade Toplantıdaki Konuşmalar” başlıklı yazı ile gelmiştir. Yazıda Başbakan Menderes’in emniyet güçlerinin karşısındaki kitlenin mahiyeti hakkında (haklı bir hareket mi karşısındayız) tereddüde düştüğünü bu nedenle hareketsiz kaldıklarını ifade ettiği aktarılmaktadır (Ayın Tarihi, 95-96). Aynı gün Hürriyet’te Şükrü Kaya tarafından kaleme alınan “Türk Polis ve Zabıtası “ başlıklı yazısında da Başvekilin zabıta ve emniyet güçleri ellerinden geleni yaptılar ifadesinin yüreklere su serptiği yorumu yapılmaktadır (Ayın Tarihi, 96) 29 Eylül 1955 tarihli Cumhuriyet’te yayınlanan Doğan Nadi imzalı “Türk umumi efkârı uyanık olmalıdır” başlıklı yazıda da, yerinde ve haklı bir mitingin maksatlı unsurların fırsat bulmaları ile gölgelendiğini ve asıl gayenin dışına çıkıldığını ifade edilmektedir. Bu olayda saf vatandaşların kötü yollara sürüklendiğini ifade eden Nadi, ekalliyet düşmanlığı yaratmanın bu memlekete yapılacak en kötü şey olduğunu vurgulamakta, bu tarz düşünenlere karşı halkın uyanık olması gerektiğini ifade etmektedir. Asrın temposuna ayak uydurmuş, Türkiye’nin önüne geçmek isteyenlere bunda menfaati olanlara karşı Türk gençliğinin 
yayılma ve yaşama hakkı tanımaması gerektiğini ifade etmektedir(Ayın Tarihi, 105).

39 Sıkıyönetimin basına ilişkin aldığı diğer tedbirler şunlardır: Basın “ağırbaşlı” olduğu müddetçe sansür ya da kapatma gibi sınırlamalara gidilmeyecekti. Gazeteler günde bir defa çıkacak, ilave baskı ve ilanlar yapmayacaklardı. Nato devletleri ve sıkıyönetim ile ilgili yayın yasaktı. Basınca dağıtımına imkân bulunmayan “işitme, tahayyül etme, hissetmeye” dayanan yayınların sıkıyönetimin yayınlarına temas ettiği takdirde sorumluların o günün şartlarına göre kanuni işleme tabi tutulacaklardı (Ayın Tarihi, No: 262: 15- 29). Kararları daha ayrıntılı görmek için bakınız, Topuz, 1996: 110- 112).

40 Dış basında yer alan hükümetin açıklaması ile aynı eksenli olması - örfi idare faktörünün de olmadığı düşünülürse- hayli ilginçtir. 

41 CHP Genel Başkanı İsmet İnönü olaylara ilişkin temkinli bir açıklama yapmıştır. İnönü, 7 Eylül günü İstanbul’da basına verdiği demeçte üzüntüsünü belirtmiş ve gerçeğin ortaya çıkarılması için hükümete yardım edilmesini istemiştir. İnönü konuşmasında olayları “milli bir felaket” olarak yorumlamıştır (Ulus, 8 Eylül 1955). CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek de İzmir’de verdiği bir demeçte, yapılan hareketleri kanunsuz olarak nitelendirmiş ve “bu mahiyetteki taşkın hareketler tarih boyunca edindiğimiz ve hele büyük inkılâplarda kazandığımız yapıcı medeni vasıflarımızla kabili telif değildir” demiştir (Ulus, 9 Eylül 1955). 

42 Kıbrıs Türktür Derneği üyelerinden olan gazeteci Ahmet Emin Yalman ise, “asırlardır benzeri görülmemiş saldırılar” şeklinde tanımladığı 6-7 Eylül olaylarını hükümet ile solcuların ortak yapımı görmüş ve olayların bir Kıbrıslı Rumlara bir gözdağı olarak sağ ve sol cereyanlarını ateşleyerek halkı kudurtmak şeklinde kurgulandığını ve derneğin bütün mensuplarının hatta Anadolu’da bulunan ve merkezin kararları ve hareketleri ile hiçbir ilişiği olmayan temsilci ve muhabirlerin toplatılıp, Harbiye Okulu’nun soğuk bir koğuşunda en kötü şartlar içinde tutuklandığını ve ağır hakaretlere uğratıldığını ifade etmiştir (1648). 

43 Cumhuriyet, “olaylar ile Kıbrıs meselesini birbirinden ayrı tutma” eğilimi göstermiş basında bu tutum hızla kabul görmüştür (aktaran Güven, 2005: 137-138).

44 Yassıada duruşmalarında ve pek çok kaynakta olayın sorumlusu olarak DP iktidarı gösterilmektedir. Hükümetin bu tertibe girişmesinin sebebi olarak da, Türk halkının enosise, Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleştirilmesine ne kadar karşı olduğunu göstermek istenmesi gösterilmiştir (Ahmad, 1996: 67; Bağcı, 1990: 110; Dinamo, 1971: 8-9; Eroğul, 1998, 174-175; Zürcher, 2000: 336). Farklı olarak, Şevket Süreyya Aydemir ise (181), “memleketin üstünde fevkalade ve artık sert müdahaleler gerektirdiği havasını uyandıracak bir rüzgâr estirmek istemiş olabilirler” açıklamasını yapmıştır 

45 Hükümetin olaylar sonrasında halka yaptığı yardımlar sürekli gündemde tutulma yoluyla hükümetin sorumlu davranışlarına dikkat çekilerek, kamuoyu gözünde puan kazandırılmaya çalışılmaktadır. Örneğin 11 Eylül 1955 tarihli Zafer’de, olaylarda zarar görenlere banka ticaret ve sanayi odalarının 600 bin liraya yakın yardım yaptığı ve Başbakanlığın 50 bin, Menderes’in şahsen 5 bin, Kızılay’ın da 100 bin liralık yardım yaptığı belirtiliyordu.

46 Örneğin Cumhurbaşkanı ve Başbakana gönderilen teşekkür telgraflara yer verilmekte idi (11 Eylül 1955). 

47 Zafer haberde, hükümete yönelik eleştirileri göz ardı etmekte, olaylara ilişkin muhalefetin görüşlerine yer vermeyerek, hükümetin tam destek aldığı görüşünü yerleştirmeye çabalamaktadır

48 Zafer’in temkinliliğinin Ulus’ta olmadığını gösteren benzer ifadeler, Şinasi 
N.Berker’in “Dolmuş” adlı köşesinde de yer almaktadır. 

49 Bu haber, bize dönemin teknolojik koşulların göstermesi ve özellikle de İstanbul Ekspres’in kısa zamanda ikinci baskıyı nasıl yapabildiğinin sorgulanmasının önünü açması bakımından örnek teşkil etmektedir. 

50 Haberde belirtilen isimler şunlardır: Faik Muzaffer Amaç, Mustafa Börküce, Asım Bezircioğlu, Veli Dolu, İlhan Berktay, Sami Büyük, Suavi ve Ali Akça.


Kaynakça

Ahmad, Feroz (1996). Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980). 2. Basım. Çev.: 
Ahmet Fethi. İstanbul: Hil Yayınları. 
Akşin, Sina (1998). Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi. 3. Basım. Ankara: 
İmaj Yayınevi.
Albayrak, Mustafa (2000). “Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları, (1950-1960)”, 
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 46, Cilt: XVI, Internet Adresi: 
http: www. atam. gov.tr / dergi/.../turkiyenin-kibris-politikalari-1950-1960. Erişim Tarihi: 8.01.2015.
Albayrak, Mustafa (2004). Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960). 
Ankara: Phoenix Yayınevi. 
Altay Şakir ve Veli Keskin (1969). Hukuki ve Sosyal Terimler Sözlüğü. Ankara: 
Bilgi Yayınevi.
6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler, Fahri Çoker Arşivi (2005). 2. Baskı. 
İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 
6-7 Eylül 1955 Olayları. Tanıklar-Hatıralar (2010). (der.) Rıfat N. Bali. İstanbul: 
Libra Kitap. 
Armaoğlu, Fahir (1963). Kıbrıs Meselesi. 1954-59. Türk Hükümeti ve Kamu 
Oyunun Davranışları. Ankara: Sevinç Matbaası.
Aydemir, Şevket Süreyya (2000). İkinci Adam (1950-1964). 3. Cilt. 6. baskı. 
İstanbul: Remzi Kitabevi.
Ayın Tarihi, No: 260, Temmuz 1955.
Ayın Tarihi, No: 261, Ağustos 1955
Ayın Tarihi, No: 262, Eylül 1955.
Babaoğlu, Resul (2012). 6/7 Eylül 1955 Olaylarının Türkiye Rumları Üzerindeki 
Etkileri (1955-1959), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Dicle 
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Türkiye 
Cumhuriyeti Tarihi Bilim Dalı, Diyarbakır. 
Bağcı, Hüseyin (1990). Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası. 1. Basım. Ankara: 
İmge Kitabevi.
Bağlum, Kemal (1991). Anıpolitik (1945-1960). 1. Basım. Ankara: Bilgi Yayınları.
Binark Mutlu ve Mine Gencel Bek( 2010). Eleştirel Medya Okuryazarlığı. 
Kuramsal Yaklaşımlar ve Uygulamalar. 2. baskı. İstanbul: Kalkedon Yayıncılık. 
Birand, Mehmet Ali, Dündar, Can ve Çaplı, Bülent (1999). Demirkırat. Bir 
Demokrasinin Doğuşu. 8. Baskı. İstanbul: Doğan Yayıncılık. 
Birgit, Orhan ( 2012). Evvel Zaman İçinde. 4. Baskı. İstanbul: Doğan Kitap. 
Bora, Tanıl (2012). “Türk Sağı: Siyasal Düşünce Tarihi Açısından Bir Çerçeve 
Denemesi”. Türk Sağı. Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri, (der.) İnci 
Özkan Kerestecioğlu, Güven Gürkan Öztan. İstanbul: İletişim Yayınları. 
Ceylan, Faruk Erhan (1996). The Incidents of September 6-7, 1955. 
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Boğaziçi Üniversitesi.
Curran, J., M. Gurevitch ve J. Woollacott (1991). “İletişim Araçları Üzerine 
Çalışma: Kuramsal Yaklaşımlar”. Çev.: Meral Özbek. Ankara 
Üniversitesi Basın- Yayın Yüksekokulu, Yıllık, Nermin Abadan –Unat’a 
Armağan, 1989/1990, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi. 
Çavdar, Tevfik (2000). Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1950 -1995 ). 2. Basım. 
Ankara: İmge Yayınları. 
Çelik, Edip (1969). 100 Soruda Türkiye’nin Dış Politika Tarihi - İstanbul: Gerçek 
Yayınevi. 
Demir, Şerif (2007). “Adnan Menderes ve 6-7 Eylül Olayları”. Yakın Dönem 
Türkiye Araştırmaları. (12): 37-63. 
Demirel, Tanel (2011). Türkiye’nin Uzun On Yılı Demokrat Parti İktidarı ve 
27Mayıs Darbesi. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. 
Dinamo, Hasan İzzettin (1971). 6-7 Eylül Kasırgası. May Yayınları. 
Dosdoğru, M.Hulusi (1993). 6/7 Eylül Olayları. 1. Basım. İstanbul: Bağlam 
Yayınları.
Dursun, Çiler ( 2013). İletişim Kuram ve Kritik. 1. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi. 
Eroğul, Cem (1998). Demokrat Parti. 3. Basım. Ankara: İmge Yayınevi.
Eroğul, Cem (2003). “Çok Partili Düzenin Kuruluşu: 1945-71.” Geçiş Sürecinde 
Türkiye. (der.) Irvin C. Schick ve E. Ahmet Tonak, 4. Baskı, İstanbul: 
Belge Yayınları. 
Gevgilili, Ali (1987). Yükseliş ve Düşüş. 2. Basım. İstanbul: Bağlam Yayınları.
Güven, Dilek (2005). Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 
Eylül Olayları. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 
Güzel, Şehmus (1997). Türk Usulü Demokrasi. Ankara: Doruk Yayınevi.
Irkıçatal, Eftal (2012). “İngiliz Belgelerine Göre Kıbrıs Meselesinde ‘Taksim’ 
Fikrinin Ortaya Çıkması ve İngiltere’nin ‘Çifte Self Determinasyon 
Teklifi." History Studies, Prof. Dr. Enver Konukçu Armağanı. 
İnal, M. Ayşe (1996). Haberi Okumak. İstanbul: Temuçin Yayınları. 
Karaveli, Orhan (2006). Görgü Tanığı. Bir Gazetecinin ‘Sıra Dışı’ Anıları. 3. 
Baskı. İstanbul: Pergamon Yayınevi. 
Karakoyunlu, Yılmaz (1992). Güz Sancısı. İstanbul: Simavi Yayınları.
Oral, Fuat Süreyya (1967). Türk Basın Tarihi. Ankara: Yeni Adım Matbaası.
Öztan, Güven Gürkan (2012), “‘Ezeli Düşman’ ile Hesaplaşmak: Türk 
Sağında ‘Moskof’ İmgesi." Türk Sağı. Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri, 
(der.) İnci Özkan Kerestecioğlu, Güven Gürkan Öztan. İstanbul: 
İletişim Yayınları. 
Toker, Metin (1991). Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944- 1973 - DP Yokuş 
Aşağı 1954-1957. 3. Basım. Ankara: Bilgi Yayınevi. 
Topuz, Hıfzı (1996). 100 Soruda Başlangıçtan Bugüne Türk Basın Tarihi. 2. Baskı. 
İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Topuz, Hıfzı (2003). II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi. 2. Basım. 
İstanbul: Remzi Kitabevi. 
Yalman, Ahmet Emin (1997). Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim (1922- 
1971). 2. Cilt. İstanbul: Pera Yayınları.
Yıldırmaz, Sinan ( 2012), “Nefretin ve Korkunun Rengi: 'Kızıl.'" Türk Sağı. 
Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri, (der.) İnci Özkan Kerestecioğlu, 
Güven Gürkan Öztan. İstanbul: İletişim Yayınları. 
Emre Kaya : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili  113
Zürcher, Erik Jan (2000). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. 7. Baskı. İstanbul: 
İletişim Yayınları.

Gazeteler 

Ulus’un 6 Eylül 1955- 17 Eylül 1955 tarihleri arasındaki tüm kopyaları; 
Zafer’in 6 Eylül 1955- 30 Eylül 1955 tarihleri arasındaki tüm kopyaları 
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi arşivinden yararlanılarak taranmıştır.


***

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955 BÖLÜM 6

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955  BÖLÜM 6


Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 


19 Eylül günü Ulus’ta “Çetin İmtihan” başlığı ile yayınlanan yazıda, Meclis toplantısının hükümetin sorumluluğu konusunda yeteri kadar tartışmalara imkân vermediği, hükümetin yeteri kadar hesap vermeden ve özellikle güvenoyu olmadan Meclis ile bağlantısını kestiğini belirterek şunlar söylenmiştir: 

Bir defa toplantının konusu ilan olunan Örfi İdarenin tasdikidir. Bu dar 
çerçeve içinde karar verme ameliyesi mesuliyete muhatap olanların hareketlerini muhakeme etmek hududuna genişletilmemiştir. Böyle bir genişletme itimat meselesini ortaya koyma ve tabii açık oya başvurma, hulasa 
ilk önce hükümet durumunu aydınlatma keyfiyeti olurdu. Böyle bir mesele ortaya gelmedi: çünkü herkesten evvel iktidar grubu böyle bir duruma hazırlanmamıştı. Bu sebeple Örfi İdare kabulünün itimat meselesi ile münasebeti yoktur. 

Metin Toker, bu yazının Mecliste konuşma fırsatı verilmeyen İnönü’nün sesini duyurmak istemesi üzerine ortaya çıktığını belirtmiştir (149). Yazının yayınlanmasının ardından gazete Sıkıyönetim kararı ile süresiz olarak kapatılmıştır (Topuz, 2003: 199). 

Ulus ve Zafer’in olaya ilişkin gerçeklik tanımlarının benzerlikler taşımaktadır. Bu durum bize gazetelerin olayı ele alış biçiminin basit bir partizanlıkla açıklanamayacağını, farklı görüşlere sahip gazetelerin döneme hakim olan anlamlandırma çerçevelerini tercih etmelerinin gazetelerdeki yapısal yanlılık sorununu ortaya koyduğunu göstermektedir. 

Sonuç ve Değerlendirme

6-7 Eylül olayları ülke tarihine bir trajedi olarak geçmiştir. Başlangıcı her ne kadar Kıbrıs sorununa bağlansa da olayın gelişimi ve sonuçları bu durumu aşmıştır. Olaya ilişkin bugün halen net bir çerçeve çizilmesi mümkün hale gelememiş olup, bazı soru işaretleri önemini korumaktadır. Olayın baş aktörlerinin çoğu taşıdıkları sırlarla aramızdan ayrılmışlardır. Kalan diğer görgü tanıkları ise, dönemin yetkili ağızlarından çok farklı şeyler anlatmaktadırlar. Olayın bir kriz anına yönelik üretilmiş politik bir manevra olduğu ve devletin üst düzey yetkilileri, istihbarat birimleri ve güvenlik güçleri işbirliği ile girişilen 
maksadını aşmış bir girişim olduğu konusunda bir anlaşma var gibi 
durmaktadır. Ayrıca planın hesaplanamayan ve bu yönüyle yetkilileri 
de şaşkınlık ve akabinde çaresizliğe sürükleyen bir yönü olduğu konusunda da fikir birliği vardır. Fakat dönemin yetkililerinin olayı tanımlama, suçluyu tayin etme konusunun o gün de, günümüzde de gerçeği temsil ettiği düşüncesi oldukça zayıftır. 

DP iktidarı politikalarının oluşturduğu Batılı kapitalist ülkelere, özellikle de ABD’ye olan ekonomik bağımlılık, düşünsel bir bağımlılığı da beraberinde getirmiştir. Bu nedenle de, Batı ile girişilen bir müzakere sürecinde ortaya çıkan/ çıkartılan bu olayda, iktidar tarafından “müttefikleri”nin izinden giderek, demokratik rejimlerin ve liberal ekonominin en büyük düşmanı olduğu algısının içine yerleştirilen, dönemin popüler suçluları komünistlerin olayın faili olarak işaret edilmesi şaşırtıcı değildir. Aynı şekilde bu partinin resmi sözcülüğünü 
yapan gazetenin de olay ve durum tanımlamalarını aynen benimseyip, 
kullanması da bu yönüyle bir tutarlılığa da sahiptir. Fakat ülkede var olan muhalefetin özellikle de ana muhalefetin ve ona bağlı gazetenin DP yöneticileri ile söylemlerinin birliği dikkat çekicidir. 

Analiz sonucunda görülmüştür ki, iki gazetede olay tanımlarında ortaklıklar, anlatım biçimlerinde benzerlikler söz konusu olup, olayın suçlusu ve suçluların temsiline ilişkin çerçevelendirmeler dönemin hâkim görüşleri etrafında biçimlenmiştir. Her iki gazetede de olay, bombalama hadisesine gösterilen tepkinin “komünist” tahriki ile çığırdan çıkması olarak tanımlanmış, olayın toplumsal yapıdaki eşitsizliklere tepkiye dönüştüğü nokta göz ardı edilmiştir. Olayın sınıfsal bir tepkiyi içinde barındırdığını dillendiren örneklerde de, komünizme zemin teşkil eden nedenlerin ortadan kaldırılması gerekliliği üzerinde durularak, “komünizm ve komünist kötüdür” algısı pekiştirilmiştir. 

Bu durum, gazetelerin siyasal partizanlıktan öte, gazetecilik pratiğinin 
işleyişi biçimden oluşan, daha açık bir deyişle haber kaynakları ile kurulan ilişkinin haber yazma biçimlerini şekillendirdiği ve haber kaynaklarının görüşlerinin aynen aktarılmasının, haber kaynaklarının durum tanımlarının sürekli üretilmesinden kaynaklanan yapısal bir yanlılık sorununa işaret etmektedir. Bu noktada, İnal’ın “haberde egemen söylemlerin temsil edildiği ve metnin egemen söylemlerin etrafında kapandığına” (99) ilişkin değerlendirmesi hatırlandığında; incelenen bu iki gazetenin birbirleriyle örtüşen içeriklerle olaya yaklaşmaları daha anlamlı bir çerçeveye oturmaktadır. 

Çevre ülke durumunda olan Türkiye’nin kendine özgü bir politika geliştirmekten ziyade, merkez ülkelerin özellikle de ABD’nin politikalarına uyumlu ve sadık bir tutum takınmasının, bir parti programına özgü mesele olmaktan öte bir halde olduğu açıktır. İktidara muhalefet etmenin aslında toplumsal yapının iyileştirilmesi olmadığının, farklı toplumsal yapıların tasarımlanması ve bu yönde mücadele edilmesi gerekliliği de ortaya çıkmaktadır. Toplumsal yapıdan ayrı düşünülmesi imkânsız olan basının da, bu yapıya tamamen angaje olduğu ve 
yapının devamının sürmesi için gerekli ideolojik desteği sağladığı, yer 
yer muhalefet partisinin yayın organın eleştirilerin ise, toplumsal yapıya 
içkin eleştiriler olmayıp, sistemi rahatsız etmeyecek ölçüde, daha ziyade “tadilat”lar ayarında önerileri olduğu görülmüştür. 

Son Notlar

1 Bu bilgi, ileride Yunanistan’ın adaya ilişkin sahiplik iddiaları ile beraber düşünüldüğünde önemlidir.

2 Bu durumun Kıbrıs’ın Ortodoks halkına Yunan’dan gelme oldukları inancını veren asıl etken olduğu belirtilmektedir (Gevgilili, 1987: 127-131).

3 Adanın nüfus yapısına ilişkin kaynaklarda şu bilgilere rastlanmaktadır “… çok 
sayıda Türk’ün Anadolu’ya göç etmesi nedeniyle adadaki Türk nüfusun sayısı, 
Rumca konuşanlara göre, bir hayli azalmıştı. Bu durumu dikkate alan Yunanlılar ile Adada yaşayan Rum kökenliler, Ada’nın Yunanistan’a bağlanmasını öngören ENOSİS düşüncesini savunmaya başlamışlardır. Rumlar ENOSİS’e batılı dindaşlarının da katkılarını sağlamak için buradaki Ortodoks papazlarına bayrak açtırmışlardır ki, bunlar arasında en önemlisi Başpiskopos Makarios’tur. Bu konuda 1948’den başlayarak hızlandırılan çalışmalara Yunanistan da büyük destek vermişti” (Albayrak, 2004: 424-425). 

4 Lozan’da Türkiye açısından adaya ilişkin sağlanabilen tek güvence, ileride ortaya çıkabilecek her türlü ilhak, bağımsızlık ya da başka yönetim biçimleri üzerinde Ankara’nın söz hakkını saklı tutulması olmuştur (Gevgilili, 1987: 127- 131).

5 Yunanistan’ın Kıbrıs’ı resmi bir sorun olarak nasıl kabul ettiği, 6/7 Eylül olayları soruşturma raporunda da konu edilmiştir. Buna göre, Kıbrıs konusu evvela Kıbrıs’taki komünist partisi (Akel Partisi) tarafından ele alınmış olup, adaya muhtar bir idare verilmek propagandasına başlamışlardır. 
Bu propagandanın Moskova tarafından da desteklendiği, hatta daha sonra Kıbrıs Milliyetçi Rumların E.N.O.S teşkilatı ismile bu muhtar idare için komünistlerle işbirliğine gittiği ifade edilmiştir. Öte yandan kiliselerde dini tören sırasında bu davanın propagandasına başlanmış, bunun üzerine muhtariyet faaliyeti, Adanın Yunanistan’a ilhakı şeklinde ortaya çıkmış ve bu faaliyete hız verilmiştir. Fakat bir süre daha Yunan hükümeti davayı benimsemiş bir durum göstermemiştir. Bunun üzerine Baş Papaz Makarios Atina’ya gitmiş ve Başbakan ile görüşerek, düşüncelerini Yunan hükümetine kabul ettirmiştir. Bundan sonra Kıbrıs’ın ilhakı davası, Yunan Hükümetinin ve Yunan Milletinin davası halini almıştır (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler, 2005: 289)

6 Zürcher yalnızca Kıbrıslı Türklerle olan dayanışmadan dolayı değil, stratejik nedenlerden ötürü, DP hükümetinin Yunan isteklerinin kabul edilir olmadığı yönünde bir çıkış yaptığını belirtir (345). 

7 Temmuz aynın ilk günlerinde Kıbrıs’ta çok sayıda el bombası ve infilak maddelerinin ele geçirildiği haberi verilmekte (Ayın Tarihi, 1 Temmuz 1955: 99) bir iki gün sonra da İngiliz askerleri ile ailelerinin yaşadığı Magusa kasabasından bir bomba infilakı haberi gelmekte idi (Ayın Tarihi, 3 Temmuz 1955:100). Yine Temmuz ayının ortalarında ise Kıbrıs Rumlarının nümayişler yaptığı bildirilmekte idi (Ayın Tarihi, 17 Temmuz 1955: 101).

8 Fatin Rüştü Zorlu, Türkiye’nin Kıbrıs hakkında resmi düşüncesini ve Menderes 
Hükümeti’nin Kıbrıs hakkındaki stratejisini ve taktiğini geliştirmek amacıyla Kıbrıs komisyonu kurmuş ve dünya kamuoyuna dokümanlar aracılığıyla Türkiye’nin de aynı Yunanistan gibi Kıbrıs’ta hukuksal haklara sahip olduğunu kanıtlamak ve Kıbrıs sorununun kesin olarak çözümüne kadar Kıbrıslı Türklerin Yunanistan’ın baskılarına karşı koyabilmek için desteklenmelerini sağlamaya çalışmıştır (Bağcı, 1990:106). Bu stratejiler doğrultusunda, İngilizce ve Fransızca’ya çevrilerek Türkiye’nin dış temsilciliklerine gönderilen, içinde Kıbrıs adasının Türkiye için olan öneminin tarihsel, coğrafi, etnolojik, kültürel ve askeri politika açısından incelendiği bir de beyaz kitap hazırlanmıştır (Bağcı, 1990:106). 

9 Milliyet’in yazarlarından Orhan Karaveli, kendi gazetesinin Kıbrıs haberlerine olan ilgisinin ilerleyen zamanlarda Hürriyet’i geçtiğini ve kamuoyunun Milliyet’ten haberleri takip ettiğini şu sözlerle anlatmaktadır: “Abdi’nin Kıbrıs’ı sık sık manşetten vermesi Ada’daki Türkler için gözle görülür bir moral kaynağı oluyordu. Milliyet burada Hürriyet dâhil tüm gazeteleri sollamıştı. Benim de kurucularından olduğum, Türkiye’nin ilk ciddi gazete dağıtım örgütü “Basın Bayiliği’nin uçakla Lefkoşa’ya gönderdiği Milliyet’ler anında tükeniyordu” (2006: 79). 

10 Hürriyet’in liberal eğilimli bir gazete olarak tanımlanmasına karşın 1950’lerdeki bu tutumu ve “Türkiye Türklerindir” logosu gazetenin daha ayrıntılı bir gözle incelenmesi gerekliliğine işaret etmektedir. 

11 Kıbrıs’ta şiddet olaylarının devam ettiğine ilişkin haberler devam etmiştir (Ayın Tarihi, 2 Ağustos 1955 :162 ; 12 Ağustos 1955: 162). Üniversite gençliği, bu yayınlar sonrası Yunanistan’a ve özellikle de kiliseye sert uyarılarda bulunmuşlardır (Aktaran Armaoğlu, 1963: 125). Örneğin, Ağustos ayı ortalarında Yunanlıların Türkiye sınırları içinde bulunan Talebe Birliği 17 Ağustos’ta yayınladığı beyannamede şu açıklamada bulunmuşlardır: “Ya sussunlar, ya acele etsinler. Türkler yeni bir 30 Ağustos yaratmaya her an hazırdır. Tesadüfen elinizde kalan topraklarla iktifa ediniz. Aksi halde bu cür’etinizin neticesi size pahalıya mal olur. Bir gün Akropol’de Türk bayrağı görmeyi arzu etmiyorsanız, sesinizi kesiniz” (aktaran Armaoğlu, 1963: 
128). Basında çıkan haberlerin, gençlerin olaya ilgisini canlı tutma ve daha da önemlisi düşüncelerini biçimlendirme açısından önemli bir işlev gördüklerini ifade etmek mümkündür. 

12 Bu konuşma, Kıbrıs konusu hakkında ilk derli toplu ve gerekçeli açıklama olması açısından önem taşımaktadır. 

13 Metin Toker’in anıları ise iktidar ve muhalefet arasındaki çekişmenin ertelenmesinin söz konusu olmadığına işaret etmektedir. Liman Lokantası’nda düzenlenen basın toplantısına partizanlık anlayışından kendisini kurtaramayan DP’nin toplantıya muhalif gazeteleri özellikle de Ulus’u çağırmamıştır. Zafer, Ulus’un toplantıya çağrılamamış olması nedeniyle konuşma metnini yayınlayamayacağını düşündüğünden, gazeteyi ve partiyi suçlamaya hazırlanırken, Ulus’a bir haber uçurulmuş, böylelikle Zafer’in muhalefete ilişkin olumsuz neşriyatını manşetlere taşıdığı gün, Ulus’ta hem Menderes’in metninin tamamını, hem de İnönü ve Bölükbaşı’nın konuya ilişkin demeçlerinin yayınlanmış ve böylece Zafer’in planı suya düşmüştür (143). 

14 Demirel, düzenlenen mitinge ve bomba olayına ilişkin şu ayrıntıları paylaşmıştır: “…– muhtemelen Başbakan ve bazı Bakanların bilgisiyle- Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından katkısıyla planlanmış ve Atatürk’ün Selanik’teki evine Yunanlılar tarafından bomba atıldığı haberi ( bombayı atan kişinin de istihbarat teşkilatına mensup olduğu konusunda şüpheler vardır) yayılmıştır (258).

15 Moratoryum ekonomi kökenli bir kelime olup, bir borcun ödenmesinin bir zaman için geri bırakılması anlamına gelmektedir (Altay ve Keskin, 1969: 224). Burada da konunun görüşülmesinin bir zaman dilimi için ertelenmesi olarak kullanıldığı belirtilebilir. 

16 Gayrimüslimlerin duydukları güven nedeniyle 1950 ve 1954 seçimlerinde DP’yi destekledikleri (aktaran Güven, 2005: 128-129), buna karşın Kıbrıs’la ilgili tartışmaların şiddetlenmesi sonrasında ise, DP’nin gayri Müslim azınlıklara karşı başlangıçta gösterdiği toleransı tamamen yok ettiği ifade edilmektedir (Güven, 2005: 133). 

17 İzmir’de yaşananlar şöyle anlatılmaktadır: “Atatürk’ün doğduğu eve saldırıda 
bulunulduğu haberi İzmir’de de yerel bir gazete tarafından yayıldı. Gece Postası 06. 09.1955 günkü baskısında şu manşetle çıktı: “Madem Yunanlılar Türk 
Konsolosluğu’nu bombaladı, öyleyse onların bayrağı da artık Konak Meydanı’nda 
dalgalanmamalı”. Gerçekten de aynı akşam uluslararası fuar nedeniyle Konak 
Meydanı’na çekilmiş olan Yunan bayrağı bir saldırının hedefi oldu” (Güven, 2005: 
26). Toplam olarak İzmir’de 14 ev, 6 işyeri, 1 pansiyon, bir kilise, Yunan fuar pavyonu, Yunan konsolosluğu binası ve İngiliz Kültür Enstitüsünü barındıran bina saldırıya uğramıştır. 7 kişi ağır, 50 kişi ise hafif şekilde yaralanmıştır ( aktaran Güven, 2005: 28). 

18 Ankara’da yaşananlara ilişkin şu değerlendirme yapılmıştır: Ankara’da ağırlıklı olarak yalnızca öğrenci protestoları gerçekleşmiş, ancak şiddet olayları meydana gelmemiştir. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Ankara’daki gayrimüslim nüfus oranının çok düşük olmasıdır. Ayrıca, Ankara Valisi Kemal Aygün’ün Ankara genelindeki tüm toplantıları yasaklayan acil tedbiri de etkili olmuştur (aktaran Güven, 2005: 29). 

19 Bazı kaynaklarda bu haberin doğruluğu tartışılır olduğuna dair imalar bulunmaktadır (Birand vd., 1999:109). Habere daha ayrıntılı bakıldığında şu göze çarpmaktadır ki haberin ilk verildiği gün, olay “Atatürk’ün evine bomba atılması” olarak tanımlanırken, ilerleyen günlerde bombanın Atatürk’ün eviyle hemen yakınındaki Türk konsolosluğu arasındaki bahçeye iki bomba bırakıldığı, bombalardan birisinin patladığı ve bu nedenle de evin ve konsoloshanenin camların kırıldığı bilgisi paylaşılmıştır (Güzel:1997: 162, Karakoyunlu,1992: 154).

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955 BÖLÜM 5

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955  BÖLÜM 5


Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 


13 Eylül 1955 tarihli Zafer’de, Meclisin hükümetin aldığı tedbirleri 
onayladığı 47 ve sıkıyönetimi altı ay olarak belirleyen Meclisin tekrar 
tatile girdiği bilgisi vardır. Haberde, ilk olarak Menderes’in yaptığı 
konuşmaya yer verilmiş, Başbakanın konuşması “samimi ve tatminkâr” 
olarak nitelenmiştir. Haberde ayrıca Menderes’in olayları “haklı bir 
coşkunun içine tahrikçi unsurların karışması” olarak açıkladığı, sorumluların 
ortaya çıkarılacağı ve zararların telafi edileceği güvencesini verdiği ve olayların Türk eseri olmadığının bütün dünyaya ispat edileceği yönündeki açıklamalarına yer verilerek; siyasal iktidarın kaybettiği güveni tazelemesine destek olunmuştur. Bunun dışında, Meclis görüşmelerinden aktarılan diğer konuşmalar ise, yalnızca söz alan bütün milletvekillerinin 6 Eylül hadiseleri dolayısıyla duydukları üzüntüyü belirterek, hükümetin kararını övmeleri olup, hükümete ve 
ona bağlı güvenlik güçlerine ilişkin eleştirileri dışarıda bırakmışlardır. 

16 Eylül 1955 tarihli Zafer’de Sıkıyönetim Mahkemelerinde duruşmaların 
başladığı haber verilmiş, ardından sonuçlanan davalarda Ankara’da bir kişinin bir aya, bir kişinin de 15 gün hapse mahkûm olduğu; İzmir’de sıkıyönetim kararlarına aykırı yayında bulunan bir gazetenin kapatıldığı bildirilmiştir. Haberde kapatılan Sabah Postası gazetesine ilişkin bir zaman sınırlaması verilmediği, gazetenin yeni bir isimle yayına devam etmek için başvuru yapması üzerine ise, Sıkıyönetim Komutanlığı’nın bir tebliğ daha yayınlayarak, kapatılan gazetelerin 
süresi ne olursa olsun yeni bir isimle çıkmalarını yasakladığı belirtilmiştir. Gazete, basına yönelik cezai yaptırımları sorgulamanın ötesinde, mevcut ya da meşru kabul edilen tanımlamaların dışında anlamlandırmaya girişecek diğer gazeteler için de, Sabah Postası ve yaşadıklarının örnek olarak görülüp, yayınlarına “çekidüzen” vermelerini sağlamaya çalışmıştır. 

21 Eylül 1955 tarihli Zafer'de, Başbakan Menderes’in Amerika Dışişleri Bakanı Dulles’ın gönderdiği mesajı yayınlanmıştır. Mesajda; Türkiye’nin Yunanistan’a “müşterek emniyet mevzuu” nedeniyle elini uzattığı, dünyanın içinde bulunduğu durum nedeniyle Türk-Yunan dostluğuna barış ve emniyet bakımından ihtiyaç olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Kıbrıs Meselesi nedeniyle Türk halkının gerildiğini, fırsat kollayan “komünist” teşkilatın da bundan yararlandığını, olayların bu 
şekilde oluştuğu ifade edilmiştir. Türk milletinin duyduğu üzüntünün 
vurgulandığı yazıda, zararların telafisi ve suçluların bulunması için gereken her şeyin yapıldığının altı çizilmiştir. 

28 Eylül 1955 tarihli Zafer’de yayınlanan “Millet İtimadından Şaşmamıştır” 
başlıklı yazıda, İl Genel Meclisi seçimlerine hazırlanıldığı günlerde, bireylerin kafalarında 6-7 Eylül olaylarının yer aldığı, olayların olumsuz bir etki yapmasının beklenebileceği bu durumda dahi halkın hükümete duyduğu güvenin görüldüğünün altı çizilmiştir. Zafer’e göre bunun nedeni, iç politikada uyandırılan seri fırtınaların Türk kamuoyunu etkileyememesidir. 

7 Eylül 1955 tarihli Ulus’un manşeti, “İstanbul ve İzmir’de Örfi İdare”dir. Ulus, ilk olarak Selanik’te yaşanan bomba atılması eylemine yoğunlaşmıştır. Haberde, Kıbrıs Konferansı’nın devamı sırasında Yunanlıların Atatürk’ün evine bomba attığı, bahçeye atılan iki bombadan birisinin patladığı, evin 17, konsoloshanenin 40 camının parçalandığı ve olay üzerine başlayan aramalar sonucunda polisin altı kişiyi tutukladığı bilgisi paylaşılmıştır. Zafer’den farklı olarak bombanın 
Atatürk’ün evine ve Yunanlılar tarafından atılmış olduğu ifade edilmiştir48. “Selanik Hadisesinin Tepkileri” başlıklı haberde ise, İstanbul ve İzmir’de yaşanan olayların bombalama ile bağı kurulmuş, buna karşın İstanbul ve İzmir’de meydana gelen zarara ilişkin olarak temkinli ifadeler kullanmıştır. Ulus’ta dikkat çeken ise, kamuoyunun hassas olduğu o günlerde, halen "Kıbrıs Türktür" mesajlı haberleri yayınlamaya devam etmesi olmuştur.

Ulus olaya ilişkin yayınladığı ilk haberlerde, yalnızca İstanbul ve İzmir’den bahsetmiş, daha sonra "son dakika" olarak Ankara’da da olaylar olduğunu eklemiştir. Bir haberde, gazete baskıya verileceği sırada Ankara’da da gösterilerin başladığı, Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakülteleri öğrencilerinden bir grubun Cebeci’de toplanarak, Yunanistan aleyhinde gösteriler yapıp, Yenişehir’e yürümek istedikleri, fakat emniyet güçlerince önlendikleri bilgisi verilmiştir49. 

8 Eylül 1955 tarihli Ulus’ta ise, İsmet İnönü’nün olaylara ilişkin 
açıklamasına yer verilmiştir. İnönü’nün halka sakinlik tavsiye ettiği ve 
her vatandaşın asayişin sağlanabilmesi için hükümete ve sıkıyönetime 
yardım etmesi gerektiğini vurguladığı bilgisi paylaşılmıştır. Ulus, olaya 
ilişkin olarak muhalefet lideri İsmet İnönü’nün tanımlamalarına ağırlık 
vermiştir. Bununla beraber, muhalefetin de olaya ilişkin farklı bir anlatıyı 
dolaşıma sokma yönünde mücadelesi yoktur. Muhalefet partisi de, 
Ulus’ta da sıkıyönetime ya da onun yaptırımlarına ilişkin sorgulayıcı 
bir yaklaşım yoktur. Gazetede yer alan, Cumhurbaşkanının Meclisi 
topladığı ve bir tebliğ ile Ankara, İstanbul ve İzmir’de sıkıyönetim ilan 
edildiği ve kamu huzuru için sıkıyönetim kapsamına Ankara’nın da 
dâhil edildiğinin bildirilmesi ile Londra Konferansı’nın ertelenmesi ve 
İngiliz tekliflerinin reddine ilişkin haberler de bu yöndedir. 

9 Eylül 1955 tarihli Ulus’ta sıkıyönetim tebliğlerine yer verilmiş ve tebliğ üzerine, CHP’nin yıldönümü toplantılarının ertelendiği veya iptal edildiği haberi duyurulmuştur. Üçüncü sayfada ise; gösteriler hakkında üç ilde geniş bir araştırmaya girişildiği ve buna bağlı olarak tutuklananların sayısının gittikçe arttığı bilgisi vardır. Kısa kısa verilen haberlerde, İstanbul piyasasının durgun olduğu, kimliği meçhul cesetler bulunduğu, olaylar sonucunda üç kişinin öldüğü açıklanmıştır. 
Fakat bu haber ile resmi sonuçlarda belirtilenden daha fazla ölü olduğu 
ima edilmiştir ve son olarak da İzmir’de iki “komünistin” yakalandığı 
ifade edilmektedir. Ulus, ilk kez bu haberde, olaylarla komünistler 
arasında bir bağ kurmuştur. Daha sonra 10 Eylül 1955 tarihinde Ulus’ta 
çıkan bir başka haberde, açılan tahkikatta üç generalin işine son verildiği, 
içlerinde siyasi polisin sabıkalı saydığı 33 komünistin olduğu, 
2200 kişinin de tutuklandığı belirtilmiştir. 

Hüseyin Cahit Yalçın, “Son Olaylar” başlıklı yazısında, yaşanan olayları “milli bir felaket” olarak tanımlamış, olayların Türklere yararı olmayıp, aksine ülke saygınlığına zararlı olması, Türkiye’nin itibarını tekrar kazanabilmek ve özellikle Yunan kiliselerinin yaydığı olumsuz propagandayı silmek için soğukkanlı olunması ve milli birlik ve dayanışma gösterilmesi gerektiğini ifade etmiştir (12 Eylül 1955). Yalçın’ın yorumu İsmet İnönü’nün değerlendirmeleri ile aynı çerçevededir. 
Aynı gün Bülent Ecevit’in “6 Eylül Neden Oldu?” başlıklı yazısında, olay aynı şekilde “felaket günü” olarak tanımlanmıştır. Ecevit, gösterilerin farklı yerlerde aynı anda çıkışını, olayların kasıtlı ve tertipli olmasına bağlamıştır. Ecevit de yazısında, siyasal iktidar ile paralel biçimde, olayların sorumlusu olarak "komünist”leri işaret etmiş ve yazar bunun halkın sorumlu olmaması anlamına geldiği için "sevindirici" olduğunun da altını çizmiştir. Ecevit, olayların emniyet teşkilatının zayıflığını ve “komünistlerin” memlekette geniş bir yeraltı faaliyeti 
imkânına sahip olduğunu ortaya çıkardığını belirtmiştir. Hak ve özgürlüklerin yerleşmemiş olmasının “komünizme” zemin teşkil ettiğine dikkat çeken yazar, emniyet üyelerinin fedakârlığından ve görev bilincinden şüphe edilmediğini, fakat zaman zaman da eksiklikleri gidermenin iyi olacağını hatta sıkıyönetimin böyle düzenlemelerin yapılabilmesi için uygun bir dönem olduğunu ifade etmiştir. Ecevit’in yazısı, daha önce belirtmiş olduğumuz komünizme meydan vermeme anlayışının bir örneğini temsil etmektedir. 

“Tahrikçilerden 8’i dün yakalandı” başlıklı haberde, olay gecesi yapılan gösterilerin kötü sonuçlara ulaşmasında "komünistler"in rolleri olduğunun anlaşıldığı ve komünistlikle itham olunanların yakalandığı bildirilmiş, ardından olayın "elebaşılarının" isimleri açıklanmıştır50. Haberde ayrıca, bu isimlerin "meşhur 167’ler" arasında bulundukları ve askeri mahkeme tarafından haklarında verilen cezaları tamamladıktan sonra, tahliye olundukları ifade edilerek, kamuoyu gözünde bu kimselerin suçlulukları pekiştirilmiştir (12 Eylül 1955).

13 Eylül 1955 tarihli Ulus, İnönü’nün Meclis konuşmasında, ulusal bir felakete uğrandığını ve bunda emniyet kuvvetlerinin devreye girmemesinin payı olduğunu, tahkikat sonunda hakikatlerin meydana çıkmasını yetkililerden milletçe beklediklerini ifade ettiği ve Meclisin toplantılarına devam etmesini ve eğer bilinmeyen sebepler yoksa sıkıyönetimin Ankara’dan kaldırılmasını istediği bilgisi verilmiştir. Konuşmada önemli olan kısım, olaylarda anlık hiddetlerde, dış ilişkilerdeki gerginliklerin etkisi olduğu kadar, toplumsal dertlerin de etkisi olduğu vurgusudur. İnönü bu ifadesi ile olayın toplumsal yanının da göz 
önüne alınması gerektiğine işaret ederek, olayın DP’nin ürettiği politikalara 
bir tepki olabileceğine dikkatleri çekmeye çalışmıştır.

Hüseyin Cahit Yalçın’ın, “Başlayan Tahkikat” başlıklı yazısı İnönü’nün görüşleriyle uyum içindedir. Yalçın’ın yazısı oldukça ilginçtir. Yazar, olaylarda emniyet güçlerinin ihmaline vurgu yapmış, hatta olayı “hafif” göstermeleri nedeniyle yetkililerin Ankara’ya hareket ettiklerini ifade ederek, DP hükümetine yöneltilen eleştirilerin “haksız”lığına işaret etmiş, ilginç bir şekilde siyasal iktidara destek 
vermiştir. Yalçın yazısının devamında, ayaklanmanın planlı olduğunu, 
yapılanların “Türkün şerefini ve hakkını korumak” ve “saldırıyı protesto 
etmek” çerçevesini çoktan aştığını ve aydın Türk vatandaşının bu gibi hareketlere girişmeyeceğini, Atatürk sevgisinin Türkü coşkuya sevk etse dahi, yıkıcılığa ve yağmacılığa yöneltmeyeceğini vurgulamıştır. Son olarak Yalçın, bu hareketin sadece Rumlara yönelik alınamayacağını, görünüşte Kıbrıs davası olsa da, bunun bir bahane olup, bütün azınlıklara saldırı olduğunun göz önüne alınması gerektiğini belirtmiştir (13 Eylül 1955). 

Ulus’ta ayrıca Meclisteki oturumlarda yapılan konuşmalara yer verilmiştir. Bir haberde Fuat Köprülü’nün konuşmasında; muhalefet adına konuşan kişilerin hükümeti töhmet altında gösterdiklerini, bu sözlerin söylenmemesi gerektiğini ifade ettiği belirtilmiştir. Menderes ve Köprülü’nün konuşmalarından olayların takip edildiğini ve 150 çapulcunun yakalandığı ve hükümetin olaylardan önceden haberi olmasına ve gereken tedbiri almasına karşın, saati belli olmadığı için 
olayların bu şekli aldığı yönündeki açıklamalarına yer verilmiştir. Meclisten aktarılan diğer konuşmalar ise, sıkıyönetimin devamının sakıncalı olduğunu belirten CMP milletvekili Ahmet Bilgin’inki ve olaylardaki tavrını lakayt bulması nedeniyle hükümeti istifaya davet eden Kırşehir Milletvekili Osman Alişiroğlu’nunkidir. Ulus haberlerinde “temkinli” tavrını sürdürse de Zafer’den farklı olarak Meclis konuşmalarında yer alan eleştirileri sınırlı da olsa vermiştir. 

“O haber daha başka gazetelerde de vardı” başlıklı haberde ise, TBMM’nin olağanüstü toplantısında İstanbul milletvekillerinden Aleksandros Hacopulos’un basının vatandaşı tahrik ettiğini ifade edip, Ulus’un bir haberini örnek gösterdiğini, oysa bu haberin başka gazetelerde de olduğu belirtilmiş, milletvekilinin belki muhalefet gazetesi olmasından ötürü Ulus’tan bahsetmiş olabileceğini, fakat aynı haberin "kendi" yayın organları Zafer’de de yer aldığına işaret edilmiştir (13 Eylül 1955). Bu tarihten itibaren, yazılarda iktidarla ilişkilerde sürdürülmeye gayret edilen “sulh” havasının değiştiği ve bu nedenle 
de yorumlarda eleştirilerden sakınılmadığı görülmüştür. 

15 Eylül 1955 tarihinde Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazdığı “Meclis Grubunun Kararı İle” başlıklı yazısında, Cumhuriyet’te çıkan haberde Meclis toplantısından önce DP Meclis Grubuna sıkıyönetimin süresinin altı ay olması üzerinde anlaşıldığı yazılmıştır. Grup kararının, “kararın katileşmesi” anlamına geldiğini belirten Yalçın, Meclise sadece onaylamanın kaldığını, bu nedenle de Anayasanın vazifelendirdiği Meclisin bu görevinin grup kararı alma yoluyla engellendiğinin altını çizmiştir. DP içinde grup kararı alınmaması halinde oylamanın sonucunun 
değişebileceğine işaret eden Yalçın, farklı sonuçların alınmasının bu yolla engellendiğini belirtmiştir.

Hüseyin Cahit Yalçın, “Parti Faaliyetleri” başlıklı yazısında ise, sıkıyönetim ilanını değerlendirmiştir. Konuya ilişkin yaklaşım farklılığının hissedildiği bu yazıda yazar, üç büyük ilde sıkıyönetim ilanının olduğunu, bunun dışında kalan bölgelerde de, memleketin ortak sorunlarıyla ilgilenen gazetelerin bulunmadığını, bu nedenle siyasi hayata ve fikir faaliyetlerine son verilmiş olduğunu, zaten kısıtlı olarak imkân tanınan siyasi toplantıların sıkıyönetim ilanı ile tamamen daraldığını belirtmiş, demokratik faaliyetlerin önüne set çekilmiş olduğunu 
vurgulamıştır. Anayasada bir ay olarak önerilen sıkıyönetimin altı ay 
olarak ilanını DP’nin muhalif yıllarındaki "haklı" tepkilerini unutmasına 
bağlayan Yalçın, sıkıyönetim ilanını gerektiren olayların her zaman 
olmayacağının, bu nedenle bu halin devamının gereksizliğine işaret etmiştir. 

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955 BÖLÜM 4

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955  BÖLÜM 4


Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 


Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmaya başlayanların, dışarıdan 
gelen haberler ve gazetelerde yazılan yazılar nedeniyle giderek moralleri bozulmuş ve umutsuzluğa kapılmışlardır37. O dönem bu kişilerin olaylarla ilgisi soruşturma raporlarına şu şekilde yansımıştır: 

İstanbul Emniyet Baş Müfettişliğinin 21 Kasım 1955 gün ve 51437 sayılı 
yazılarına ekli rapor suretinde; bugüne kadar muhtelif ajanlarımızdan 
alınan bilgileri ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü ile yapılan müşterek tahkikata nazaran vak’a gecesi nümayiş ve tahribata katılan komünistler mevcuttur. Bunların sayısı 19’dur ve hepsi de tevkif edilmişlerdir. Ancak bu şahısların hadiselerin tertipleyicisi oldukları veya muayyen bir kitleyi harekete geçirdikleri, ısrarlı sorgulara rağmen tespit ve tevsik edilememiştir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 302). 

Mahkemeler yaklaşık on ay sürmüştür ve iktidarın “suçlu” ilan ettiği isimler görülen mahkeme soncunda “suçsuz” bulunmuşlardır. 
Burada merak edilen iktidarın ilk başlardaki ısrarlı tutumunu devam 
ettirmeyişinin nedeni olmuştur. Konunun iki muhatabı durumu şöyle 
açıklamışlardır. Dosdoğru, “idamı beklerken, beraat gelmesini”, iktidardakilerin 
üzerine bir takım baskıların oluşması ile açıklayarak bu yöndeki görüşünü şu sözlerle ortaya koymuştur: 

Yöneticilerin 6/7 Eylül’de Rum kiliselerine, mezarlıklarına ayazmalarına, 
din adamlarına yapılan çirkin saldırıların Hıristiyan Batı Blokunu derinden 
etkilediğini, Haçlı seferlerinden kalma düşmanlıkları körüklediğini geç kavradılar. Kolluk güçlerinin ellerini kollarını bağlayıp olaylara seyirci kalmalarını kimsenin aklı almıyordu. Bütün bu olayları daha önceleri köklerini kazıdık diye uluslararası anti-komünist örgütlerinden paralar aldıkları bir avuç fişli komünistin tertipleyip yaptırdığına, Batılıların inanmaları beklememeliydi. Olaylar hemen hemen dünyanın gözleri önünde olmuştu ve Batı tertipçiler hakkındaki hükmünü vermişti” (37). 

Dinamo ise, İnönü’ye bir mektup gönderildiği ve bunun üzerine İnönü’nün Mecliste bu kişilerin salıverilmesi talebini ileri sürmesi ile Milli Emniyetin delile dayanmadan ilk adımda attığı hareketi artık devam ettiremeyeceğini anlamış olması ihtimali birleşince, kendisini ve arkadaşlarını savuran 6-7 Eylül kasırgasının böylece dindiğini ifade etmiştir (65).

On ay süren hapislikleri döneminde, tutukluların dışarı ile bağlantılarından 
biri olan gazetelerin çoğu olayları “komünistlerin” tertibi olarak sunmuşlardır. Fakat bu durumu izah ederken gözden kaçırılmaması gereken, Sıkıyönetimin, “6 Eylül olaylarını komünistlerden başkalarının yaptığı yolunda yazı ve yorumlar yasaktır” yönündeki tebliğidir (akt. Dosdoğru, 1993: 54; Topuz, 1996: 110)38. Türk basınında Sıkıyönetim tebliğinin ve diğer baskıların etkisiyle39, bu yönde haberler çıkması şaşırtıcı değildir. Ancak Kıbrıs’ta yayınlanmakta olan Hür 
Söz adlı bir Türk gazetesi de, 27 Aralık 1955 tarihli sayısında, Atina’da 
yayınlanmakta olan Vradini adlı gazeteye atfen hem son senelerde 
Kıbrıs’a yönelik hareketlerin ardında hem de İstanbul’daki 6/7 Eylül 
olaylarının ardında, Yunanistan’da meydana çıkarılan K.K.E adlı gizli 
bir komünist şebekesinin bulunduğunu yazmıştır (Armaoğlu, 1963: 
155-156)40. Bu, durum yalnızca tebliğin belirleyiciliği ya da baskılarla 
açıklanmasının yetersizliğini gözler önüne sermektedir. Bu haber, dönemin “popüler faili” olarak komünistlerin benimsenmesinin ya da bu görüşün egemen kılınmaya çalışılmasının ve bunun siyasi tarafgirliklerden bile aşkın bir hal aldığı merkezinde ele alınmalıdır. Benzer bir biçimde CMP’nin de, 7 Eylül’de yayınladığı bir bildiride, hareketleri kanunsuz olarak nitelendirdiğini ve kınadığını, olayları “bir komünist tertibi” olarak gören 7 Eylül günlü hükümet bildirisindeki görüşü 
aynen paylaştığını belirtmiş olması da (akt. Armaoğlu, 1963: 164) bu 
düşüncemizi destekler niteliktedir41.

Sıkıyönetim süresinin belirlenmesi için toplanılan 12 ve 13 Eylül 1955 tarihli Meclis oturumlarında, 6-7 Eylül olaylarının “karanlık yönleri” aydınlatılmaya çalışılsa da, hükümetin yaptığı çelişkili açıklamalar ve Meclis oturumunun bir an önce bitirilmesi yönündeki çabalar kafalardaki soru işaretlerinin daha da artmasına yol açmıştır. Dışişleri eski Bakanı Fuat Köprülü, Mecliste yaptığı konuşmada, gençlerin Kıbrıs nedeniyle hassas olduklarını ve bunda basının kışkırtıcı yayınlarının ve muhaliflerin tahrik etmesinin rolü olduğunu belirtmiş; ardından gençlerin haklı bir hareketi gibi görünen protesto hadisesinin, aylardan 
beri tertiplenen hadise olarak her tarafta birden bire ortaya çıktığını ifade 
etmiştir (Bağcı, 1990: 111- 112, Ulus 13 Eylül 1955). Menderes de cevaben 
olayların bir gençlik hareketi şeklinde başladığını, daha sonra bir tertibin oyununa gelindiğini ifade etmiş, emniyet güçlerinin olay çıkacağından 
haberdar olduğunu fakat olayların bir anda patlak vermesi ve polisin bir tereddüt yaşaması nedeniyle olaylara müdahale etmediği açıklamasını getirmiştir. Menderes’in konuşması Şevket Süreyya Aydemir tarafından çaresizlik içinde olaylara mesul arayan bir “mesul” olarak yorumlanmıştır (2000: 189). 

CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ise, olayları “tertipli ve teçhizatlı” 
olarak nitelemiş fakat tertipleyene dair bir yorumda bulunmamıştır. 
İnönü, bu kadar planlı bir olayın uzun sürede serbestçe hazırlanma 
imkânı nasıl bulunduğunun, hükümetin olaylardan haberli olmasının 
ne anlama geldiğinin ortaya konması gerektiğini, tahkikattan haberdar 
olunabilmesi için Meclisin çalışmasına devam etmesi gerektiğini ve 
Ankara’da örfi idare gerektirecek bir durum olmadığı için bu hükmün 
kaldırılmasını talep ettiğini bildirmiştir. CMP adına konuşan Kırşehir 
milletvekili Ahmet Bilgin de olayları bir facia olarak vasıflandırmıştır. 
Yapılan tahriplere rağmen sistemli bir yağmacılık hareketinin meydana 
gelmemesi üzerinde durarak, bunun, “evvelden hazırlandıkları his 
ve kanaatini verecek” bir tarzda tertip eseri olduğunu söylemiş ve 
hükümetin sorumluluğu üzerinde durmuştur (Ulus, 13 Eylül 1955) 
Kırşehir bağımsız milletvekili Osman Alişiroğlu ise, oturumun en sert 
konuşmasını yapmış, yetkilileri istifaya çağırmıştır: 

Basireti bağlanmış bir hükümetle ne yapacağız. İş işten geçtikten sonra 
tahrik ve fesat tohumları meyvelerini verdikten sonra hükümetin safra 
kabilinden İçişleri Bakanını istifa ettirmesi, 3 generale işten el çektirmesi 
bir kıymet ifade etmez. Hükümetin çekilmesi iktiza eder. Size ademi - itimat 
beyan ediyoruz ve başbakanı da istifaya davet ediyorum (Armaoğlu, 
1963: 169; Aydemir, 2000: 190; Dosdoğru, 1993: 90). 

Meclis görüşmelerinde de, basında da fazlaca adı geçmeyen fakat 
6-7 Eylül olayları nedeniyle hükümet tarafından haklarında soruşturma 
başlatılan diğer grup ise Kıbrıs Türktür Derneği mensuplarıdır. Aslında, Adnan Menderes hükümetinin Türklere yönelik EOKA terörü baş gösterince, derneğin kurulmasına destek olduğu ve teşvik ettiği söylenmiştir (Ceylan, 1996: 19, Dinamo, 1971: 35). Buna karşın olayların hemen sonrasında, “vatandaşların taşkınca hareketlerine sebebiyet vermekten” Kıbrıs Türktür Cemiyeti sorumlu gösterilmiş, dernek faaliyetten men edilmiş ve 9 Eylül 1955 tarihli yazı ile dernek kurucularından dört kişi hakkında soruşturma açılmıştır (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 257, 259). Dernek üyelerinden Birgit, olayların ardından derneğin kapatılması ve kurucularının da tutuklanmasının, 
hükümetin ortaya atmış olduğu olayları Beyrut’ta bir örgütün düzenlediği, Kıbrıs Türktür Derneği’nin de buna alet olduğu haberine bağlamıştır (201). 6-7 Eylül olayları sonrasında ise hükümetin solcularla birlikte dernek üyelerini de tutuklattırması her ne kadar Hasan İzzettin Dinamo’nun deyişiyle, “kendi kafalarını kurtarmak için kendi kurdukları derneği ateşe atıyorlar” şeklinde yorumlansa da (35), olayın göstermelik olduğu dernek üyelerinin hapis koşullarının “solcularınki gibi olmayıp giriş çıkış dahi yapabildikleri” yönündeki 
Dosdoğru’nun sözleri (57) göz önüne alındığında, derneğin o an için 
suçlanmasının sadece politik bir manevra olduğu düşüncesini oluşturmaktadır
42.

6-7 Eylül olaylarının sunumunda, basının aslında “mağdur” konumunda olan azınlıklara yönelik olarak saldırgan bir dil kullandığı ve gerçekliği tamamen azınlıkların aleyhine inşa ettiği belirtilmiştir. Buna göre, basın azınlıkları “sadakatsiz ve hain vatandaşlar” olarak göstermiş ve sıkıyönetimin sansür uygulaması gelene kadar geçen süreçte, yaşanan olayların sorumlusu olarak azınlıklar işaret edilmiştir. Ayrıca, belirtildiği oranda şiddet olayının yaşanmadığı, var olan sınırlı olayın da azınlıkların saldırılarına karşı yapılmış intikam eylemleri 
olduğu hatta şiddet olaylarının bazılarının failinin bizzat azınlıklar olduğu görüşünü yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Sansürden sonra da basının genelinin hükümetin resmi söylemini içselleştirdiği ve çok sınırlı biçimde farklı söylemin dolaşıma girdiğine dikkat çekilmiştir (aktaran Güven, 2005: 137-138)43. 

6-7 Eylül olaylarından sorumlu tutulan İçişleri Bakanı Namık Gedik istifa etmiş, yerine Ethem Menderes getirilmiştir. Ayrıca İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay hakkında da soruşturma açılmış, Ankara, İzmir Valileri ile Emniyet Müdürleri değiştirilmiş ve bu yetkililerin haklarında da soruşturma başlatılmıştır. Bütün bunların yanı sıra, Şişli Kaymakamı ve 18 komiser mahkemeye verilmiştir (aktaran Albayrak, 2004: 434)44. Bunun dışında, hükümet olaylarda zarar 
görenler için bir yardım kampanyası başlatmış ve bu yardıma ilk olarak 
Başbakanlık 50.000, Başbakan Adnan Menderes 5000, Kızılay 100.000, TBMM Başkanı Refik Koraltan 1000, İstanbul Belediyesi 500.000, Etibank ve Emlak Kredi Bankaları da 200.000’er lira para yardımında bulunmuşlardır (aktaran Albayrak, 2004: 434). Fakat bu girişimler, gayrimüslimlerin ülkeden göç etmelerini engelleyememiştir (aktaran Güven, 2005: 142-143). Bununla birlikte, ülkede kalan gayrimüslimlerin 1957 seçimlerinde DP’ye destek verdikleri bilgisi (Demirel, 2011: 259) önemlidir. DP’nin yaşanan bu trajedi ile birebir sorumluluğunun olmadığı düşüncesi mi yoksa DP’nin alternatiflerine göre gayrimüslimlerin çıkarlarını temsilde halen güçlü bir seçenek olmamasının 
mı buna neden olduğu bir başka çalışmanın sorunsalını oluşturmalıdır. 

Gazetelerde, 6-7 Eylül olaylarının nasıl temsil edildiğini incelemeden evvel, gazetelere ilişkin bilgi vermek faydalı olacaktır. Zafer, 1949-1960 yılları arasında günlük bir gazete olarak çıkmıştır. 30 Nisan 1949 tarihinde Ankara’da DP sempatizanı iş adamlarının desteği ile DP yayın organı olarak kurulan gazete, “Zafer demokrasinindir” sloganı ile yurtta büyük bir ilgi görmüş ve okuyucuları etrafında toplamıştır. Zafer, 27 Mayıs ihtilalinin hemen ertesinde ise kapatılmıştır (Oral, 1967: 155; Topuz, 1996: 102). Ulus ise 10 Ocak 1920’de Atatürk tarafından kurulmuştur. Dil Devrimine kadar, Hâkimiyeti Milliye adıyla yayımlanmıştır. 1934’te Ulus adını alan gazete, çok partili döneme kadar hükümet organı niteliğindeyken, 1945’ten sonra CHP’nin resmi organı 
olmuştur (Oral, 1967: 184) 

7 Eylül 1955 tarihli Zafer’in ilk sayfasının tamamı olaylara ayrılmıştır. 
Manşette, İstanbul ve İzmir’de sıkıyönetimin ilanı duyurulmuştur. 
Altta yer alan haber metninde ise, olayın çerçevesi şu sözlerle çizilmiştir: 
“Selanik’teki tecavüz hadisesi yüzünden, İstanbul ve İzmir’de dün 
çok müessif kargaşalıklar oldu. Akşam saat 19’da Taksim Meydanı’nda 
başlayan bir nümayiş aniden büyüyerek şehrin her tarafına sirayet etti. 
Yer yer yangınlar çıkarıldı. Mağaza vitrinleri tahrip edildi. Yaralananlar 
var”. Gazetenin olay tanımlamaları, siyasal iktidar ile aynı olup, Selanik’te patlayan bomba, olayların çıkış nedeni olarak gösterilmiştir. 

“Selanikte Menfur Bir Tedhiş Hadisesi” başlıklı diğer haberde ise; İstanbul 
Ekspres’ten farklı olarak, bombanın Atatürk’ün doğduğu evde değil, 
evin yanındaki bahçede patladığı ve sadece binaların camlarının hasar 
gördüğü belirtilmiştir. Haberde, Yunan hükümetinin tedbir alacağı ve 
zararları ödeyeceği belirtilmiştir. Ayrıca, yetkililerin olayın hiçbir 
Yunanlının işi olamayacağı yönündeki açıklamaları verilerek, olayın 
Yunanistan ile ya da Yunanlılarla bir bağı olmadığı görüşü yerleştirilmeye 
ve böylelikle Yunanlılara yönelik bir tepki oluşumu engellenmeye 
çalışılmıştır. Başbakan Menderes’in 6-7 Eylül olayları ardından 
Yunanistan’a dostluk mesajları verdiği dikkate alındığında, Zafer’in 
söyleminin hükümet sözcülerininki ile benzerliği daha netleşmektedir. 
Öte yandan haberin devamında, İstanbul’un dağınık ve büyük bir şehir 
olması ve olayların her tarafa bir anda yayılması, müdahalede geç 
kalınmasının “mazereti” olarak gösterilmiş ve ardından ordunun harekete 
geçirildiği ifade edilerek, hükümetin söylenenin aksine “gerekeni yaptığı” inancı yerleştirilmeye çalışılmıştır45. 

“Gizli ve Kirli Ellerin Tertibi” başlıklı haberde ise, olaylar “kızıl ajanlarla kara taassubun” işbirliği olarak açıklanmaktadır. Haberde, milli heyecan ile oluşan ortamda, gizli ve kirli ellerin ve yabancı çıkarların rahatlıkla hareket imkânı elde ettiği, coşkuya kapılan halkın olayların içine sürüklendikleri vurgulanmaktadır (7 Eylül 1955). Zafer olayı ve olayın faillerini sunarken siyasal iktidar ile aynı söylemi tercih etmiştir. Gazete, yasal iktidarın aldığı kararları (örn. Sıkıyönetimin ilanı gibi) da doğru ve yerinde göstererek, olumlu bir çerçevede vermenin ötesinde, kamuoyunun siyasal iktidarı desteklediği fikrini de 
yerleştirmeye, yaygınlaştırmaya çalışmıştır46.

Köşe yazılarında farklı bir yaklaşım söz konusu olmamakla birlikte, bazı yorumların içinde az da olsa farklı bilgilere rastlanmıştır. Örneğin, “Hükümetin Tedbirleri” başlıklı başyazıda, hükümetin açıklamalarından yola çıkılarak, olayların “komünist tahriki” sonucu olduğu, yaşananların “mal ve mülk düşmanlığı” şeklinde gelişmesinin komünist amaç ve tekniklere uyduğu belirtilmiştir (8 Eylül 1955). Yazı, yazarın farklı niyetle de olsa olayların sınıf temelli bir tepkiyi içinde barındırdığını ortaya koyması bakımından önemlidir. Göstericilerin toplumsal bölüşümdeki dengesizlikleri işaret etmiş olmaları onların 
kendi bilinçlilikleri ile değil de insanları provoke etmeye çalışan komplocu 
komünist unsurların varlığını göstermesi ile açıklanması dönem 
politikaları ile uyumludur. 

Bu ve diğer yazılarda görüldüğü gibi hâkim olan görüş, iktidarın 
söylemiyle de uyumlu bir biçimde olan, mevcut “komünist” algısının 
harekete geçirilmesi ve pekiştirilmesidir. 9 Eylül 1955 tarihli, Zafer 
imzalı “Zararın Bilançosu” ve 10 Eylül 1955 tarihli Orhan Seyfi Orhon 
imzalı “Bir Bakıma Tahrikçilik” başlıklı yazılarda da, “komünistlerin 
ülkenin itibarını kırmak ve iktisadi hayatını mahvetmek” amacında 
olduklarını, buna da ulaştıkları ifade edilmiştir. Yine, 12 Eylül günü 43 
“kızılın” yakalandığı bildirilmiştir. Olayların tahrikçileri olarak gösterilen 
bu kimselerden bir kısmının bir müddet önce meydana çıkarılan 
gizli “komünist” partisine mensup kimseler olduğu ve olay gecesi 
Beyoğlu’nda bulundukları vurgulanmıştır. Ayrıca gözaltına alınan 
“komünistlerden” yedi tanesinin çeşitli sol hareketlere katılımına, 
sanık olarak pek çok kez cezaevine girip çıktıkları bilgisi de eklenerek 
bu kişilerin suçlu oldukları düşüncesi güçlendirilmiştir.

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955 BÖLÜM 3

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955  BÖLÜM 3

Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 


     Kışkırtıcılar, çoğunlukla Türk bayrakları ile Atatürk ve Celal Bayar’ın 
büst ve fotoğraflarından oluşan donatılara sahipti. KTC’nin rozetlerini 
dağıtıyor ve halkı kendi dükkânlarına, evlerine ve arabalarına Türk bay
rağı ile işaret koymaya çağırıyorlardı26. Göstericiler halkı tahrik için ya 
Kıbrıs sorununu kullanıyor ya da halk arasında mevcut olan gayrimüslim 
antipatisini körüklüyordu. Bunun yanında kahvehanelerde oturan 
erkeklerin doğrudan saldırılara katılması talep ediliyordu (Güven, 2005: 14-15). 

Olaylara ilişkin soruşturma raporunda ise, ilerleyen saatlerde, ellerinde 
kırıcı, kesici, yıkıcı alet ve araçlar bulunan “işçi kitlelerinin” kamyonlarla 
geldiği ve menkul ve gayrimenkul mallara zarar vermeye başladıkları bilgisi düşülmüştür (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 292). Olaysız başlayan mitingi, provoke ettiği ileri sürülen grubun kimliğine ilişkin bilgiler çelişse de, bu kişilerin işlerinin bir şekilde kolaylaştırıldığı nettir27. Özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur ve hatta askeri araçlardan oluşan bir ulaşım ağı sayesinde, faillerin aletlerinin kent içinde ulaşımının garanti altına alındığı, bu şekilde kolaylıkla hedefleri bulduğu ve bütün kente saldırılarını 
başarılı bir biçimde gerçekleştirildiği belirtilmiştir (akt. Güven, 2005: 
18). Emniyet güçlerinin bir müddet olaylara müdahale etmedikleri yönündeki görüşler de (akt. Güven, 2005: 20; Bağcı, 1990: 11; Dinamo, 1971: 35)28 yine bu yönde değerlendirilmelidir. 

Ayrıntılara baktığımızda, daha olaylar yaşanmadan evvel, emniyet güçlerinin azınlıklıklara yönelik bir saldırı olacağının istihbaratı içinde olduğunu ve hatta buna karşı tedbirler alınmaya çalışıldığı görülmektedir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 252, 290). Valiliğin “olası” olayları önlemek adına aynı gün Birinci Ordu Müfettişliğine bir yazı gönderdiği de bilinmektedir. Yazıda, olay Atatürk’ün evinde bir bomba patladığı ve konsolosluğa da saldırılar 
olduğu, bundan dolayı da “Rum işyerlerine herhangi bir saldırı olmasının 
çok kuvvetli olduğundan”, Beyoğlu, Şişli, Beşiktaş’ta meydana gelecek olayları önlemek üzere hiçbir makamdan izin veya emir almaya gerek olmadan her an harekete hazır taburların bulunmasını ve bu taburların komutanlarına ulaşılabilecek numaraların bildirilmesi istenmiştir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 255, 301). Bunun dışında, Beyoğlu Emniyet Amiri’nin daha saat 15.00 dolaylarında bazı topluluklar ve hareketler görüldüğüne dair Vali’ye bilgi verdiği, bunun üzerine, emniyet müdürünün bizzat bahsi geçen 
yeri denetlediği “önemli bir şey olmadığı gereken tedbirlerin alındığı 
ve emirlerin verildiği” bilgisini ulaştırdıkları, Beyoğlu Emniyet Amirinin 
bunun üzerine bir kez aynı uyarıyı yaptığı bilgisi karşımıza çıkmaktadır 
(6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 292). 

Emniyet güçlerinin olayların büyümesini engellemedeki yetersizliklerinin 
“olayların bir anda olması” ya da “istihbarat zafiyeti” ile açıklanamayacağı, 800 yaka sayılı komiser yardımcısının, Londra Konferansı’ndan hemen sonra karakollarda sürekli nöbet döneminin başladığını, yani valiliğin elinde günün her saati için yeterli güvenlik gücü olduğu yönündeki ifadesi29 ile daha net hale gelmektedir. Benzer bir biçimde, 1008 yaka sayılı polis memurunun olay gecesi amirlerinin “yağmacılığı önleyin başka bir şeye karışmayın” yönündeki sözlerini 
(Birgit, 2012: 216) ifadesinde dile getirmesi o gece olayların “çığırından” 
çıkmasına emniyet güçlerinin göz yummalarının bir başka göstergesidir. 
Vali’nin bu denli “çaresiz” kaldığı bir anda, o sırada İstanbul’da bulunan Cumhurbaşkanı ve Başbakanın Ankara’ya gitmek üzere hareket etmeleri de ilginç bir karar olarak karşımıza çıkmaktadır

Mükerrem Sarol’dan gelen telgraf sonrası, İstanbul’a geri dönmeye karar veren hükümet yetkilileri, dönüş yolunda sıkıyönetim ilan edileceğini bildirmişlerdir (Birand vd., 1999: 110-111). 6 Eylül 1955 günü hükümetin ilan ettiği örfi idare tebliği şu şekildedir:

Başvekaletten tebliğ edilmiştir. Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve ve 
konsolosluğumuza tecavüzü vesile ittihaz, vatandaşları birbirine karşı 
tahrik ve memleketin yüksek menfaatlerine aykırı olarak hükümet kuvvetlerinin 
tebliğine karşı koymak gibi toplu hareketlerde bulunmak, yağmaya ve yangın çıkarmaya teşebbüs etmek suretiyle girişilen hareket muvacehesinde, Teşkilat-ı Esasiye Kanununun 86. maddesine tevfikan(uyularak) İstanbul’da ve İzmir’de Örfi İdare ilan edilmiştir. Keyfiyet ehemmiyetle tebliğ ve ilan olunur...(Ayın Tarihi, 6 Eylül 1955: 11; Aydemir, 2000: 187)31. 

Sıkı yönetimin ilanının ardından yaşananlara ilişkin tablo açıklandığında, 
olayın vahameti de ortaya çıkmıştır. Olaylarda kiliseler, azınlıklara ait okul, 
mağaza, ev ve benzeri yerler tahrip edilmiş; Rumca yayınlanan gazetelerin bürolarına saldırılmış ve özellikle Beyoğlu’ndaki azınlıklara ait dükkânlar yağmalanmıştır. Olaylarda çok sayıda gayrımüslim yurttaş yaralanırken, hayatını kaybedenlerin de olduğu söylenmiştir. Yine İzmir’deki olaylarda da fuardaki Yunan pavyonu, Yunan kilisesi ve konsolosluğu yakılmış, limanda demirli iki 
Yunan motoru batırılmıştır32 (akt. Ceylan, 1996: 101; Dosdoğru, 1993: 
100; Güzel: 997: 163)33.

Olayların siyasiler ve dönemin basını tarafından nasıl tanımlandığına 
geçmeden evvel 6-7 Eylül olaylarının fazla dillendirilmeyen diğer yönü de ele alınmalıdır. Buna göre, gecenin ilerleyen saatlerinde olaylar Kıbrıs meselesi ve Rum düşmanlığından çıkmış ve tepki, etnik kökeni fark etmeksizin “zenginlik ve refah” içinde yaşayan herkese ve herkesin malına dönüşmüştür. Bu durum, olay sonrası yürütülen soruşturmada da gündeme gelmiş, soruşturma tutanağına şu sözler geçirilmiştir: “… bazı hususi otomobiller, sahibinin Türk veya Rum 
olduğu tetkik ve tespit edilmeden ( biz açız, sizler hala binlerce liralık 
otomobillerinizle geziyorsunuz) sözleriyle yakılmış ve tahrip edilmiştir” 
(6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 292). 

Olaydan kısa bir süre sonra kaleme aldığı başyazıda, Hüseyin Cahit Yalçın da sınıfsal bir tepkinin yaşandığına işaret etmiştir. Yalçın, olaylarda evlere ve mallara saldıranların içlerindeki varlık, zenginlik ve refah kinlerini dışa vurduklarını, bu kitlenin bombalama hadisesinden dolayı Yunanlılara değil, zengin olan ve refah içinde yaşayan bütün kesimlere saldırdıklarını yazmıştır. Bu nedenle sorun siyasi değil, toplumsaldır ve “darlığın ve mahrumiyetin, varlığa ve bolluğa karşı köpürmesidir" (“En Tehlikeli Cephe”, Ayın Tarihi, 14 Eylül 1955: 98)34. 

Bir başka görüşe göre de o gece yaşananların tepkisi “zenginliğe”dir: 

Katılan kalabalık gruplarının sosyo-ekonomik bakımdan oldukça alt 
tabakalara mensup insanlardan teşkil olmalarından ileri gelen bir servet 
düşmanlığıyla, olayların başlamasından kısa süre sonra, sadece Rumlara 
değil aynı zamanda Türk ve diğer azınlıklara ait olan taşınmazlara da 
saldırdıkları görülmüştür. DP hükümetinin izlediği liberal ekonomi politikaları 
sonucunda kendisine vaat edilen refah ve mutluluğa kavuşamayan 
geniş insan kalabalıklarının zengin kesimlere karşı içlerinde besledikleri 
sevgisizlik ve düşmanlık, bu olaylarda açığa çıkma fırsatı bulmuştur. 
Yine Türk mülklerine verilen zararların zenginlikle doğru orantılı 
olduğu görülmektedir (Babaoğlu, 2012: 63). 

Erik Jan Zürcher’in deyişiyle de, olayların “gecekondu ahalisinin servete genel bir saldırısına dönüşmesi” (336) ya da daha açık bir deyişle, DP iktidarının ekonomi politikalarının artık kendini iyice hissettiren olumsuzluklarına karşı halkın tepkisidir ki bu durum artık DP milletvekilleri tarafından dahi dillendirilir hale gelmiştir. 1955 Kasım’ında Menderes yurt dışındayken, DP Meclis Grubu’nda ilk kez dört saat süren alışılmamış bir gizli oturumda, DP’li Emrullah Nutku 
şunları söyleyebilmişti: “Bu memlekette herkes aynı fedakârlığı yaparsa 
bir kalkınma olabilir. Fakat bir taraftan halktan fedakârlık istenirken, 
diğer taraftan her gün beş on milyonerin doğuşu halka ızdırap vermektedir” (akt. Gevgilili, 1987: 108). Nutku’nun konuşmasında işaret etmiş olduğu toplumdaki adaletsizlik ve eşitsizlikten doğan acı, iki ay öncesinde sokakta atılan sloganlarını açıklar niteliktedir. 

Ali Gevgili de DP’nin ekonomi politika anlayışının sonuçlarına dikkat çekmiştir. Yazara göre, Batı’nın eliyle ithal edilen ekonomik yapı ve tüketim alışkanlıkları, alt yapı açısından hazır olmayan bir ülkeyi bunalıma sürüklemesi kaçınılmazdır ve bu durum kentlerin eski ve yeni sahipleri arasında bir gerilim oluşturmuştur (108-109). Modern burjuvazi ile işçi sınıfının çatışması görüşünü benimseyen 
Feroz Ahmad da, olayların İstanbul lümpen proletaryasının kentin göreli olarak lüks ve zenginleri arasında zar zor geçinen köy kökenli ayakkabı boyacıları, hamallar, apartman kapıcıları ve dilencilerin isyanına dönüştüğünü ve ayaklanan bu kalabalığın, “zenginlere acımasız bir düşmanlık” histerisiyle hem Rumların, hem de Türklerin mağazalarını yağmaladığını ifade etmiş, olayların bu görüntüsüyle DP’ye karşı ilk kitlesel tepki olarak da okunabileceğine işaret etmiştir (67)35. 

Olayların başlangıç anı itibariyle olmasa bile daha sonra “toplumsal 
eşitsizlik” isyanına dönüştüğü ortadadır. Pek çok görüş de bunu 
doğrulamaktadır. Olaya ilişkin Tanel Demirel’in “6/7 Eylül olaylarını 
Müslüman olmayan azınlığı ülkeden uzaklaştırmak saikiyle hükümet 
tarafından planlanmış bir harekât görmek abartılı olur. Ufak çaplı bir 
protesto gösterisi düşünülürken kontrol kaybedilmiş, popüler milliyetçi 
tahayyülde içimizdeki “öteki” olarak resmedilen gayri Müslimler ekonomi sıkıntıları derinden hisseden yeni kentli alt tabakanın hedefi olmuştur. Hükümetin sorumluluğu, olayları öngörmemesi ve emniyet tedbirleri yoluyla önleyememesinde aranmalıdır” (259) yönündeki değerlendirmesi ise çalışmanın yaklaşımını özetler niteliktedir. Fakat şunun da belirtilmesinde yarar vardır. Olayın sınıfsal eşitsizlikler boyutunda ele alınmasındaki ortaklık, olayların komünizm ile bağı kurulduğunda bozulmaktadır. Daha açık bir deyişle, 6-7 Eylül protestolarını, DP’nin ekonomi politikalarının sınıflar arasında eşitsizlikten 
doğan bilinçli bir eylem olarak görülmesi ile yaşanan ekonomik bunalımın 
“komünizme” fırsat yaratması nedeni ile eleştirilmesi aynı anlamlandırma biçimlerinin ürünleri değildir. Net bir biçiminde şunu ifade etmek mümkündür ki, bazı muhalif görüşlerce DP, komünist görüşe göz açtırmadığı için değil, komünizmin oluşmasına olanak verdiği için eleştirilmektedir. 

ABD başta olmak üzere Batılı kapitalist ülkelerde hâkim olan “komünizm” algısı Türkiye tarafından da benimsenmiştir. Türkiye’de o dönem hâkim olan “antikomünizm”in bir toplumsal kontrol mekanizması olarak oluşturulduğu, toplumsal alanın her aşamasını belirleyecek bir söylemsel yaygınlığa kavuştuğu ve korkulması gereken unsurlar olarak tanımlandığı söylenmiştir (Yıldırmaz, 2012: 48). Tanıl Bora ise, komünizm “mülkiyeti tanımayan, dini inkâr eden, insanları köleleştiren, zalim bir rejim, hem de 93 Harbi’nden beri Osmanlı’nın 
yok olma kaygısının müsebbibi sayılan ezeli düşman Rusya’nın (Moskof!) 
Türkiye’ye yönelik tehdidinin maskesi olarak gerçekten azametli bir tehlikeyi temsil eder" (14) sözleriyle bahsedilen korkunun hangi unsurlara dayandığını ortaya koymuştur. Oluşturulan bu korku ve tehlike ile ne amaçlandığı, konumuzla ilgili ciddi ipuçları taşıyan şu sözlerle ifade edilmiştir: 

Antikomünizm toplumun geneline yaygınlaştırılıp “korku” üzerinden 
beslenen bir genel kabul haline gelmesi için öncelikle vatandaşların “tehlikeli 
bir dönem” içerisinde yaşadığı kanıtlanmalıdır. “Tehlike” ispatlanmalıdır ki, tehlikeye karşı alınacak önlemlere karşı kitleler bir kısım özgürlüklerinden feragat etmeye gönüllü olsunlar. İnsanların bütününü ilgilendiren bir tehdit ancak onların “yaşam tarzına” karşı yürütüldüğü zaman gerçek olabilir. Anti-komünist söylemlerinin hepsinde her nasıl tanımlanırsa tanımlansın toplumun yaşam tarzına bir saldırı olduğu ispatlanmak istenmiştir. Refah, statü ve güç ilişkileri ekseninde tanımlanabilecek olan mevcut sosyal ve politik düzenin temellerine yönelik bir saldırı hiyerarşinin neresinde olduğuna bakmadan bütün herkeste huzursuzluk ve güvensiz bir gelecek endişesi yaratacaktır (akt. Yıldırmaz, 2011: 50). 

Türkiye’nin de “Rus korkusu” ve “komünizm tehlikesi”ni içselleştirerek, 
sol görüşlü kişileri cezalandırmaya gitmesi, ABD ve diğer müttefiklerinin nazarında ivedilikle yardım edilmesi gereken ülke konumuna girmek (Öztan, 2012: 87)36 isteği ile açıklanmıştır. Fakat bu noktada, Sovyetler Birliği’nin Mart 1945’te Ankara’ya verdikleri nota ile 17 Aralık 1925 antlaşmasını Boğazlar’da Montreux rejiminin değiştirilmesi ve Doğu sınırlarının kendi lehlerine yeniden gözden geçirilmemesi halinde uzatmayacaklarını bildirmelerinin de (Eroğul, 1998: 21) Türkiye’nin Batı’ya, özellikle de ABD’ye yakınlaşmasını hızlandırdığının gözden kaçırılmaması gerektiği düşünülmektedir.

1950’lerden önceki dönemde de var olan, fakat DP iktidarı ile daha da artan hatta Cem Eroğul’un deyişiyle ideolojik mücadele de “bir isteri derecesine vardırılan” (106) antikomünizm, 6/7 Eylül olaylarının anlamlandırılmasında başat düşünce kılınmıştır. DP hükümeti, 7 Eylül günü sıkıyönetim ilan ederek, gece saat 23: 00-05.00 arası sokağa çıkma yasağı koymuş (Ulus, Zafer, 7, 8 Eylül 1955), ardından da bir soruşturma başlatmıştır (Albayrak, 2004: 434). Olayların sonrasında hükümet yaptığı açıklamada olayların failleri olarak “komünistler”i 
işaret etmiştir. Bunun üzerine 45 kişi tutuklanmış ve olayları provoke 
etmekten yargılanmışlardır. Tutuklanan kişiler arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Hasan İzzettin Dinamo, Asım Bezirci, Hulusi Dosdoğru 
ve Müeyyet Boratav, Can Boratav gibi isimler de yer almıştır. Araştır
macılar ve olayların bizzat tanıkları olan isimler, çalışmalarında, yapılan 
tutuklamaların herhangi bir kanıta dayanmadan yapıldığını ve siyasi polis kayıtlarından gerekli titizlik gösterilmeden alelacele çıkarılıp uygulamaya konulan bu hareketin gayri ciddiliğinin listede yer alan isimlerin bazılarının ölmüş, bazılarının ise o sırada izinli ya da kaçak durumda olmayan askerler olmasından anlaşılacağını ifade etmişlerdir (Akşin, 1998: 234, Albayrak, 2004: 434; Ceylan, 1996: 66; Dinamo, 1971: 10; Dosdoğru, 1993: 41; Eroğul, 1998: 174). 6-7 Eylül olaylarının ardından hükümetin yaptığı açıklama sonrasında kendilerini 
bir anda hapiste bulan bu isimler, orada bulunma gerekçelerini “hükümetin kendi suçunu başkalarına yükleme komplosu” olarak değerlendirmişlerdir (Dinamo, 1971: 43; Dosdoğru, 1993: 35). 

Bu noktada, komplo kavramından hareket ederek, bir başka bağ kurmalı ve antikomünizmin işleyiş biçimlerinden en önemlisinin belirli bir komplonun varlığı üzerinden geliştirilen fikir ve politikalara dayandığı görüşü hatırlanmalıdır. Komploculuk özünde iyi olduğu varsayılan bir yapının, “kötü”ye gitmesinin ardındaki nedenin bu “iyi”nin gerçekleşmesini istemeyen güçler tarafından yürütülen bir kötülük olduğu varsayımına dayanmaktadır. Buna göre, özellikle dış politika söylemlerinde öne çıkan komploculukla beslenmiş bir antikomünizm, 
dışarıdan desteklenen veya doğrudan “dış güçler”den emir alan bir grubun ülke çıkarları dışında faaliyet göstererek devletin zayıflamasına yol açmaktadır (Yıldırmaz, 2011: 52). 6/ 7 Eylül olaylarının faillerinin, “komünist”ler olarak işaretlenmesi ve o gece orada “haklı” tepkilerini ortaya koymak isteyen kişilerin “bu güçler” tarafından provoke edildiğine ilişkin açıklamalar bu çerçevede değerlendirilmelidir. 


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***