6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955 BÖLÜM 3
Kışkırtıcılar, çoğunlukla Türk bayrakları ile Atatürk ve Celal Bayar’ın
büst ve fotoğraflarından oluşan donatılara sahipti. KTC’nin rozetlerini
dağıtıyor ve halkı kendi dükkânlarına, evlerine ve arabalarına Türk bay
rağı ile işaret koymaya çağırıyorlardı26. Göstericiler halkı tahrik için ya
Kıbrıs sorununu kullanıyor ya da halk arasında mevcut olan gayrimüslim
antipatisini körüklüyordu. Bunun yanında kahvehanelerde oturan
erkeklerin doğrudan saldırılara katılması talep ediliyordu (Güven, 2005: 14-15).
Olaylara ilişkin soruşturma raporunda ise, ilerleyen saatlerde, ellerinde
kırıcı, kesici, yıkıcı alet ve araçlar bulunan “işçi kitlelerinin” kamyonlarla
geldiği ve menkul ve gayrimenkul mallara zarar vermeye başladıkları bilgisi düşülmüştür (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 292). Olaysız başlayan mitingi, provoke ettiği ileri sürülen grubun kimliğine ilişkin bilgiler çelişse de, bu kişilerin işlerinin bir şekilde kolaylaştırıldığı nettir27. Özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur ve hatta askeri araçlardan oluşan bir ulaşım ağı sayesinde, faillerin aletlerinin kent içinde ulaşımının garanti altına alındığı, bu şekilde kolaylıkla hedefleri bulduğu ve bütün kente saldırılarını
başarılı bir biçimde gerçekleştirildiği belirtilmiştir (akt. Güven, 2005:
18). Emniyet güçlerinin bir müddet olaylara müdahale etmedikleri yönündeki görüşler de (akt. Güven, 2005: 20; Bağcı, 1990: 11; Dinamo, 1971: 35)28 yine bu yönde değerlendirilmelidir.
Ayrıntılara baktığımızda, daha olaylar yaşanmadan evvel, emniyet güçlerinin azınlıklıklara yönelik bir saldırı olacağının istihbaratı içinde olduğunu ve hatta buna karşı tedbirler alınmaya çalışıldığı görülmektedir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 252, 290). Valiliğin “olası” olayları önlemek adına aynı gün Birinci Ordu Müfettişliğine bir yazı gönderdiği de bilinmektedir. Yazıda, olay Atatürk’ün evinde bir bomba patladığı ve konsolosluğa da saldırılar
olduğu, bundan dolayı da “Rum işyerlerine herhangi bir saldırı olmasının
çok kuvvetli olduğundan”, Beyoğlu, Şişli, Beşiktaş’ta meydana gelecek olayları önlemek üzere hiçbir makamdan izin veya emir almaya gerek olmadan her an harekete hazır taburların bulunmasını ve bu taburların komutanlarına ulaşılabilecek numaraların bildirilmesi istenmiştir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 255, 301). Bunun dışında, Beyoğlu Emniyet Amiri’nin daha saat 15.00 dolaylarında bazı topluluklar ve hareketler görüldüğüne dair Vali’ye bilgi verdiği, bunun üzerine, emniyet müdürünün bizzat bahsi geçen
yeri denetlediği “önemli bir şey olmadığı gereken tedbirlerin alındığı
ve emirlerin verildiği” bilgisini ulaştırdıkları, Beyoğlu Emniyet Amirinin
bunun üzerine bir kez aynı uyarıyı yaptığı bilgisi karşımıza çıkmaktadır
(6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 292).
Emniyet güçlerinin olayların büyümesini engellemedeki yetersizliklerinin
“olayların bir anda olması” ya da “istihbarat zafiyeti” ile açıklanamayacağı, 800 yaka sayılı komiser yardımcısının, Londra Konferansı’ndan hemen sonra karakollarda sürekli nöbet döneminin başladığını, yani valiliğin elinde günün her saati için yeterli güvenlik gücü olduğu yönündeki ifadesi29 ile daha net hale gelmektedir. Benzer bir biçimde, 1008 yaka sayılı polis memurunun olay gecesi amirlerinin “yağmacılığı önleyin başka bir şeye karışmayın” yönündeki sözlerini
(Birgit, 2012: 216) ifadesinde dile getirmesi o gece olayların “çığırından”
çıkmasına emniyet güçlerinin göz yummalarının bir başka göstergesidir.
Vali’nin bu denli “çaresiz” kaldığı bir anda, o sırada İstanbul’da bulunan Cumhurbaşkanı ve Başbakanın Ankara’ya gitmek üzere hareket etmeleri de ilginç bir karar olarak karşımıza çıkmaktadır
Mükerrem Sarol’dan gelen telgraf sonrası, İstanbul’a geri dönmeye karar veren hükümet yetkilileri, dönüş yolunda sıkıyönetim ilan edileceğini bildirmişlerdir (Birand vd., 1999: 110-111). 6 Eylül 1955 günü hükümetin ilan ettiği örfi idare tebliği şu şekildedir:
Başvekaletten tebliğ edilmiştir. Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve ve
konsolosluğumuza tecavüzü vesile ittihaz, vatandaşları birbirine karşı
tahrik ve memleketin yüksek menfaatlerine aykırı olarak hükümet kuvvetlerinin
tebliğine karşı koymak gibi toplu hareketlerde bulunmak, yağmaya ve yangın çıkarmaya teşebbüs etmek suretiyle girişilen hareket muvacehesinde, Teşkilat-ı Esasiye Kanununun 86. maddesine tevfikan(uyularak) İstanbul’da ve İzmir’de Örfi İdare ilan edilmiştir. Keyfiyet ehemmiyetle tebliğ ve ilan olunur...(Ayın Tarihi, 6 Eylül 1955: 11; Aydemir, 2000: 187)31.
Sıkı yönetimin ilanının ardından yaşananlara ilişkin tablo açıklandığında,
olayın vahameti de ortaya çıkmıştır. Olaylarda kiliseler, azınlıklara ait okul,
mağaza, ev ve benzeri yerler tahrip edilmiş; Rumca yayınlanan gazetelerin bürolarına saldırılmış ve özellikle Beyoğlu’ndaki azınlıklara ait dükkânlar yağmalanmıştır. Olaylarda çok sayıda gayrımüslim yurttaş yaralanırken, hayatını kaybedenlerin de olduğu söylenmiştir. Yine İzmir’deki olaylarda da fuardaki Yunan pavyonu, Yunan kilisesi ve konsolosluğu yakılmış, limanda demirli iki
Yunan motoru batırılmıştır32 (akt. Ceylan, 1996: 101; Dosdoğru, 1993:
100; Güzel: 997: 163)33.
Olayların siyasiler ve dönemin basını tarafından nasıl tanımlandığına
geçmeden evvel 6-7 Eylül olaylarının fazla dillendirilmeyen diğer yönü de ele alınmalıdır. Buna göre, gecenin ilerleyen saatlerinde olaylar Kıbrıs meselesi ve Rum düşmanlığından çıkmış ve tepki, etnik kökeni fark etmeksizin “zenginlik ve refah” içinde yaşayan herkese ve herkesin malına dönüşmüştür. Bu durum, olay sonrası yürütülen soruşturmada da gündeme gelmiş, soruşturma tutanağına şu sözler geçirilmiştir: “… bazı hususi otomobiller, sahibinin Türk veya Rum
olduğu tetkik ve tespit edilmeden ( biz açız, sizler hala binlerce liralık
otomobillerinizle geziyorsunuz) sözleriyle yakılmış ve tahrip edilmiştir”
(6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 292).
Olaydan kısa bir süre sonra kaleme aldığı başyazıda, Hüseyin Cahit Yalçın da sınıfsal bir tepkinin yaşandığına işaret etmiştir. Yalçın, olaylarda evlere ve mallara saldıranların içlerindeki varlık, zenginlik ve refah kinlerini dışa vurduklarını, bu kitlenin bombalama hadisesinden dolayı Yunanlılara değil, zengin olan ve refah içinde yaşayan bütün kesimlere saldırdıklarını yazmıştır. Bu nedenle sorun siyasi değil, toplumsaldır ve “darlığın ve mahrumiyetin, varlığa ve bolluğa karşı köpürmesidir" (“En Tehlikeli Cephe”, Ayın Tarihi, 14 Eylül 1955: 98)34.
Bir başka görüşe göre de o gece yaşananların tepkisi “zenginliğe”dir:
Katılan kalabalık gruplarının sosyo-ekonomik bakımdan oldukça alt
tabakalara mensup insanlardan teşkil olmalarından ileri gelen bir servet
düşmanlığıyla, olayların başlamasından kısa süre sonra, sadece Rumlara
değil aynı zamanda Türk ve diğer azınlıklara ait olan taşınmazlara da
saldırdıkları görülmüştür. DP hükümetinin izlediği liberal ekonomi politikaları
sonucunda kendisine vaat edilen refah ve mutluluğa kavuşamayan
geniş insan kalabalıklarının zengin kesimlere karşı içlerinde besledikleri
sevgisizlik ve düşmanlık, bu olaylarda açığa çıkma fırsatı bulmuştur.
Yine Türk mülklerine verilen zararların zenginlikle doğru orantılı
olduğu görülmektedir (Babaoğlu, 2012: 63).
Erik Jan Zürcher’in deyişiyle de, olayların “gecekondu ahalisinin servete genel bir saldırısına dönüşmesi” (336) ya da daha açık bir deyişle, DP iktidarının ekonomi politikalarının artık kendini iyice hissettiren olumsuzluklarına karşı halkın tepkisidir ki bu durum artık DP milletvekilleri tarafından dahi dillendirilir hale gelmiştir. 1955 Kasım’ında Menderes yurt dışındayken, DP Meclis Grubu’nda ilk kez dört saat süren alışılmamış bir gizli oturumda, DP’li Emrullah Nutku
şunları söyleyebilmişti: “Bu memlekette herkes aynı fedakârlığı yaparsa
bir kalkınma olabilir. Fakat bir taraftan halktan fedakârlık istenirken,
diğer taraftan her gün beş on milyonerin doğuşu halka ızdırap vermektedir” (akt. Gevgilili, 1987: 108). Nutku’nun konuşmasında işaret etmiş olduğu toplumdaki adaletsizlik ve eşitsizlikten doğan acı, iki ay öncesinde sokakta atılan sloganlarını açıklar niteliktedir.
Ali Gevgili de DP’nin ekonomi politika anlayışının sonuçlarına dikkat çekmiştir. Yazara göre, Batı’nın eliyle ithal edilen ekonomik yapı ve tüketim alışkanlıkları, alt yapı açısından hazır olmayan bir ülkeyi bunalıma sürüklemesi kaçınılmazdır ve bu durum kentlerin eski ve yeni sahipleri arasında bir gerilim oluşturmuştur (108-109). Modern burjuvazi ile işçi sınıfının çatışması görüşünü benimseyen
Feroz Ahmad da, olayların İstanbul lümpen proletaryasının kentin göreli olarak lüks ve zenginleri arasında zar zor geçinen köy kökenli ayakkabı boyacıları, hamallar, apartman kapıcıları ve dilencilerin isyanına dönüştüğünü ve ayaklanan bu kalabalığın, “zenginlere acımasız bir düşmanlık” histerisiyle hem Rumların, hem de Türklerin mağazalarını yağmaladığını ifade etmiş, olayların bu görüntüsüyle DP’ye karşı ilk kitlesel tepki olarak da okunabileceğine işaret etmiştir (67)35.
Olayların başlangıç anı itibariyle olmasa bile daha sonra “toplumsal
eşitsizlik” isyanına dönüştüğü ortadadır. Pek çok görüş de bunu
doğrulamaktadır. Olaya ilişkin Tanel Demirel’in “6/7 Eylül olaylarını
Müslüman olmayan azınlığı ülkeden uzaklaştırmak saikiyle hükümet
tarafından planlanmış bir harekât görmek abartılı olur. Ufak çaplı bir
protesto gösterisi düşünülürken kontrol kaybedilmiş, popüler milliyetçi
tahayyülde içimizdeki “öteki” olarak resmedilen gayri Müslimler ekonomi sıkıntıları derinden hisseden yeni kentli alt tabakanın hedefi olmuştur. Hükümetin sorumluluğu, olayları öngörmemesi ve emniyet tedbirleri yoluyla önleyememesinde aranmalıdır” (259) yönündeki değerlendirmesi ise çalışmanın yaklaşımını özetler niteliktedir. Fakat şunun da belirtilmesinde yarar vardır. Olayın sınıfsal eşitsizlikler boyutunda ele alınmasındaki ortaklık, olayların komünizm ile bağı kurulduğunda bozulmaktadır. Daha açık bir deyişle, 6-7 Eylül protestolarını, DP’nin ekonomi politikalarının sınıflar arasında eşitsizlikten
doğan bilinçli bir eylem olarak görülmesi ile yaşanan ekonomik bunalımın
“komünizme” fırsat yaratması nedeni ile eleştirilmesi aynı anlamlandırma biçimlerinin ürünleri değildir. Net bir biçiminde şunu ifade etmek mümkündür ki, bazı muhalif görüşlerce DP, komünist görüşe göz açtırmadığı için değil, komünizmin oluşmasına olanak verdiği için eleştirilmektedir.
ABD başta olmak üzere Batılı kapitalist ülkelerde hâkim olan “komünizm” algısı Türkiye tarafından da benimsenmiştir. Türkiye’de o dönem hâkim olan “antikomünizm”in bir toplumsal kontrol mekanizması olarak oluşturulduğu, toplumsal alanın her aşamasını belirleyecek bir söylemsel yaygınlığa kavuştuğu ve korkulması gereken unsurlar olarak tanımlandığı söylenmiştir (Yıldırmaz, 2012: 48). Tanıl Bora ise, komünizm “mülkiyeti tanımayan, dini inkâr eden, insanları köleleştiren, zalim bir rejim, hem de 93 Harbi’nden beri Osmanlı’nın
yok olma kaygısının müsebbibi sayılan ezeli düşman Rusya’nın (Moskof!)
Türkiye’ye yönelik tehdidinin maskesi olarak gerçekten azametli bir tehlikeyi temsil eder" (14) sözleriyle bahsedilen korkunun hangi unsurlara dayandığını ortaya koymuştur. Oluşturulan bu korku ve tehlike ile ne amaçlandığı, konumuzla ilgili ciddi ipuçları taşıyan şu sözlerle ifade edilmiştir:
Antikomünizm toplumun geneline yaygınlaştırılıp “korku” üzerinden
beslenen bir genel kabul haline gelmesi için öncelikle vatandaşların “tehlikeli
bir dönem” içerisinde yaşadığı kanıtlanmalıdır. “Tehlike” ispatlanmalıdır ki, tehlikeye karşı alınacak önlemlere karşı kitleler bir kısım özgürlüklerinden feragat etmeye gönüllü olsunlar. İnsanların bütününü ilgilendiren bir tehdit ancak onların “yaşam tarzına” karşı yürütüldüğü zaman gerçek olabilir. Anti-komünist söylemlerinin hepsinde her nasıl tanımlanırsa tanımlansın toplumun yaşam tarzına bir saldırı olduğu ispatlanmak istenmiştir. Refah, statü ve güç ilişkileri ekseninde tanımlanabilecek olan mevcut sosyal ve politik düzenin temellerine yönelik bir saldırı hiyerarşinin neresinde olduğuna bakmadan bütün herkeste huzursuzluk ve güvensiz bir gelecek endişesi yaratacaktır (akt. Yıldırmaz, 2011: 50).
Türkiye’nin de “Rus korkusu” ve “komünizm tehlikesi”ni içselleştirerek,
sol görüşlü kişileri cezalandırmaya gitmesi, ABD ve diğer müttefiklerinin nazarında ivedilikle yardım edilmesi gereken ülke konumuna girmek (Öztan, 2012: 87)36 isteği ile açıklanmıştır. Fakat bu noktada, Sovyetler Birliği’nin Mart 1945’te Ankara’ya verdikleri nota ile 17 Aralık 1925 antlaşmasını Boğazlar’da Montreux rejiminin değiştirilmesi ve Doğu sınırlarının kendi lehlerine yeniden gözden geçirilmemesi halinde uzatmayacaklarını bildirmelerinin de (Eroğul, 1998: 21) Türkiye’nin Batı’ya, özellikle de ABD’ye yakınlaşmasını hızlandırdığının gözden kaçırılmaması gerektiği düşünülmektedir.
1950’lerden önceki dönemde de var olan, fakat DP iktidarı ile daha da artan hatta Cem Eroğul’un deyişiyle ideolojik mücadele de “bir isteri derecesine vardırılan” (106) antikomünizm, 6/7 Eylül olaylarının anlamlandırılmasında başat düşünce kılınmıştır. DP hükümeti, 7 Eylül günü sıkıyönetim ilan ederek, gece saat 23: 00-05.00 arası sokağa çıkma yasağı koymuş (Ulus, Zafer, 7, 8 Eylül 1955), ardından da bir soruşturma başlatmıştır (Albayrak, 2004: 434). Olayların sonrasında hükümet yaptığı açıklamada olayların failleri olarak “komünistler”i
işaret etmiştir. Bunun üzerine 45 kişi tutuklanmış ve olayları provoke
etmekten yargılanmışlardır. Tutuklanan kişiler arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Hasan İzzettin Dinamo, Asım Bezirci, Hulusi Dosdoğru
ve Müeyyet Boratav, Can Boratav gibi isimler de yer almıştır. Araştır
macılar ve olayların bizzat tanıkları olan isimler, çalışmalarında, yapılan
tutuklamaların herhangi bir kanıta dayanmadan yapıldığını ve siyasi polis kayıtlarından gerekli titizlik gösterilmeden alelacele çıkarılıp uygulamaya konulan bu hareketin gayri ciddiliğinin listede yer alan isimlerin bazılarının ölmüş, bazılarının ise o sırada izinli ya da kaçak durumda olmayan askerler olmasından anlaşılacağını ifade etmişlerdir (Akşin, 1998: 234, Albayrak, 2004: 434; Ceylan, 1996: 66; Dinamo, 1971: 10; Dosdoğru, 1993: 41; Eroğul, 1998: 174). 6-7 Eylül olaylarının ardından hükümetin yaptığı açıklama sonrasında kendilerini
bir anda hapiste bulan bu isimler, orada bulunma gerekçelerini “hükümetin kendi suçunu başkalarına yükleme komplosu” olarak değerlendirmişlerdir (Dinamo, 1971: 43; Dosdoğru, 1993: 35).
Bu noktada, komplo kavramından hareket ederek, bir başka bağ kurmalı ve antikomünizmin işleyiş biçimlerinden en önemlisinin belirli bir komplonun varlığı üzerinden geliştirilen fikir ve politikalara dayandığı görüşü hatırlanmalıdır. Komploculuk özünde iyi olduğu varsayılan bir yapının, “kötü”ye gitmesinin ardındaki nedenin bu “iyi”nin gerçekleşmesini istemeyen güçler tarafından yürütülen bir kötülük olduğu varsayımına dayanmaktadır. Buna göre, özellikle dış politika söylemlerinde öne çıkan komploculukla beslenmiş bir antikomünizm,
dışarıdan desteklenen veya doğrudan “dış güçler”den emir alan bir grubun ülke çıkarları dışında faaliyet göstererek devletin zayıflamasına yol açmaktadır (Yıldırmaz, 2011: 52). 6/ 7 Eylül olaylarının faillerinin, “komünist”ler olarak işaretlenmesi ve o gece orada “haklı” tepkilerini ortaya koymak isteyen kişilerin “bu güçler” tarafından provoke edildiğine ilişkin açıklamalar bu çerçevede değerlendirilmelidir.
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder