Yekta Güngör Özden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yekta Güngör Özden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Nisan 2020 Perşembe

Altın Oklar,

Altın Oklar,



Yekta Güngör ÖZDEN,

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzr Kas 04, 2012 15:59
Altın Oklar

Türkiye’mizle özdeşleşerek kurumlaştığını her zaman mutlulukla yinelediğim ve izleyicisi olmaya çalışmakla onur duyduğum Atatürk’ün duygu ve düşünceleriyle görüşlerini özetleyerek yansıtan tarihsel Altıok ulusal yaşamımızın özgün bir simgesidir. Lâik cumhuriyetin kuruluş yıllarında günün koşulları gereği Cumhuriyetimizi kuran CHP’nin de Genel Başkanı olan Mustafa Kemal’in göğsünü süsleyen İstiklâl Madalyası’nın karşısında da altıok küçük bir bayrak biçiminde yer almaktaydı. İlkokul 4. sınıfta şiir söylemek üzere çıktığım kürsünün önünde de altıok vardı. Tarihsel gelişimi, göstermeye çalıştığı ereklerin saygınlığı ve önemi altıoku ikinci bayrağımız gibi sevdirmişti. Bir yararlı aygıtın hangi ülkenin malı olduğuna bakılmaksızın kullanılması anlamında altıokun çizdiği yolları, gösterdiği yönü gözeterek değerlendirilmesi gerekir. Kaldıki kaynağını Atatürk’ün oluşturduğu ilkelerin tanıtımıdır. CHP içinde yıllarca önemli görevlerde bulunup da sonradan yeni bir parti kurarak ayrılanların kötülemeye çalıştıkları 27 yıl ve karalamaya çabaladıkları altıok yansız biçimde değerlendirildiğinde kimsenin söyleyeceği söz olamaz. Daha doğrusu tarihi ve kendini bilen olumsuz bir şey söyleyemez.

Cumhuriyetçilikle ulusal egemenliğin en uygun biçimde yansıdığı eşitlikçi yurttaşlar düzeni-halk demokrasisi amaçlanmıştır. Halktan olmayan, ulusu benimsemeyen, ulusal egemenliği istemeyenler karşı çıkabilir. Milliyetçilik, ulusunun özgün değerlerini koruyup güçlendirerek bağımsızlığı sonsuza değin yaşatmaktır. Ancak bağımlılar, uydu ve uşak ruhlular, mandacılar, numaracılar, köktendinci ümmetçiler karşı çıkabilir. Halkçılık, toplumsal açılımla halk yararının gözetilmesidir. Bireylerin gözetilerek kamu yararıyla uyumlu durumların yeğlenerek çalışmaların düzenlenip sürdürülmesi anlamındaki bu ilkeye halka sırtını çevirenlerle hanedan yandaşları karşı çıkabilir. Devletçilik, büyük ve ağır işlerin devletin öncülüğü, yardımı ve denetimiyle çözümü ve başarısını amaçlar. Devletçi halkı değil, halkçı devleti öngörür. Yanlış anlayanlardan devlettekiler özel kesim karşıtlığı, özel kesimciler de özel kesim düşmanlığı sanır. Atatürk’ün 1930’larda elyazılı notunda ekonomideki temelin özel girişim olduğu açıklığı vardır. Devletin denetim görevini, günün koşullarına göre açılıma elverişli anlayışı yadsıyıp karalamanın anlamı yoktur. Kuruluş yıllarıyla İkinci Dünya Savaşı koşullarını gözardı etmek aymazlık ötesi bir tutum olur. Devletçi uygulamaların ülkemizi ateşten nasıl koruduğunu, savaş olasılıklarının neden olacağı kötülükleri yaşatmadığını değerbilir herkes benimser. Bu nedenle devletçilik okunun çıkışı ikilidir. İki kesimi dengelediği için. Lâiklik, devletin din karşısındaki bağımsızlık ve özgürlüğü, yasal işlerin ve işlemlerin din kurallarına göre değil hukuk kurallarına göre yapılacağı, eğitimde, ailede, toplum yaşamında çağdaşlık gereklerinin gözetileceği, düşünce inanç özgürlüğünün güvence altında olduğu, inanıp inanmamaya kimsenin karışamayacağı, kadın erkek eşitliğiyle usun ve bilimin önderliğinin benimseneceği gerçeğinin vurgulanmasıdır. Böyle üstün insanlık anlayışına ancak köktendinci, varsayımlarla yaşayan ilkel, tutucu, özel amaçlı, bağımlılar karşı çıkar. Devrimcilik, kurtuluştan kuruluşa tüm ilerici atılımların yüreklilik, yurtseverlik, çağdaşlık tutkusu ve çalışkanlıkla hep kendisini yenileyerek gereksinimleri karşılayacak tutarlılıkla başarılacağını anlatmaktadır.

Bu görüş ve değerlendirmelerim aslında anlatabileceklerimin özetidir. Zamanım ve koşullarım istediğim boyutta bir incelemeye ve yazmaya elverişli olmadığından herkesin anlayabileceği yalınlıkla düşüncelerimi açıklıyorum. Hiçbir şey nedensiz olmaz ve oluşturulmaz. Dinci, baskıcı, kişisel bir yönetim biçiminden cumhuriyete geçişi en büyük Türk Devrimi olarak tanıtan Ulu Önder’in açıklamalarının her biri benim için altınoktur. Bu nedenle yazımın başlığını öyle koydum. Önemli, değerli, bize özgü atılımlar çizelgesidir. Yurdun yıkıntılarını, ulusun bıkkıntılarını, olanaksızlıkları, karşı çıkışları, döneklikleri, sapkınlıkları, ayaklanmaları, iç ve dış tüm güçlükleri gözeterek derlenip toparlanmayı, uluslaşmayı, devlet kurmayı, hakettiğimiz düzeye gelmeyi bir izlenceye bağlayıp atılımların ilkesini belirlemeseydi başarı engellerle karşılaşıp gecikebilirdi. Cumhuriyetin ilk on yılının nasıl coşkulu, başarılı geçtiği, uluslararası ortamda nasıl övgülerle karşılandığı kanıtlarıyla bilinmektedir. 12 Ocak 1934’te Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi de cumhuriyetin beğeni toplayan sonuçlarına bağlanmalıdır. Borç alınmamakta, Osmanlı borçları ödenmekte, millîleştirmeler yapılmakta, ülke her alanda bayındır kılınmakta, kurumlar, kuruluşlar birbirini izlemektedir. Bir ABD dolarının karşılığı 94 Türk kuruşu olduğu gibi enflâsyon ve devalüasyon da yoktur. Mustafa Kemal’in 1 Kasım 1928 TBMM’ni açış konuşmasında “..Cumhuriyet özellikle kimsesizlerin kimsesidir” tanımı altıokun tartışmasız değerini ortaya koyan bir açıklık taşımaktadır. Cumhuriyetin demokrasiyi yaşama geçiren bir yönetim biçimi olarak amacını, ereğini, özlemlerini altıokla duyurması, her yurttaşın bu özü benimseyerek özümsemesi için en uygun yöntemdir. Devlet ve parti yönetimlerinin ayrışmasından sonra CHP’nin simgesi olarak bugün de yürürlükte olan altıok tüm Türk Ulusu’nun varlığına kanıt bir belge niteliğindedir. Ulusal atılım belgesi sayılabilir. Başka bir anlam verilmesi, olumsuz nitelendirilip değerlendirilmesi yanlıştır. Kanımca CHP’nin simgesi olarak kullanılsa da onun tekelinde değildir. Kaynağı Mustafa Kemal Atatürk’dür. Ulusa mal olmuş bir dizgedir. Öbür devrim atılımları altıokta yoğunlaşan anlayışın ürünüdür.

1921 Anayasası değişikliğiyle benimsenen 1923 cumhuriyeti gerçekte 1920’de TBMM’nin açılmasıyla kurulmuş, adı 1923’de konulmuş ve dünyaya duyurulmuştur. 1921 Anayasası’na, 1923’de 364 sayılı yasayla konulan ve 1924 Anayasası’nın 2. maddesine aktarılan din bağı Atatürk’ün 1927’deki Büyük Söylevi’nde açıkladığı özlemi doğrultusunda 10 Nisan 1928 günlü 1222 sayılı Yasa ile kaldırıldıktan sonra altıok 5 Şubat 1937 günlü, 3115 sayılı Yasa ile Anayasa’da yer aldı. 1961 ve 1982 Anayasalarında tümüyle olmasa, adıyla anılmasa bile kavram ve anlam olarak benimsenmiştir. İnsanlık, bağımsızlık, ulusal egemenlik, barışçılık, eşitlik, akılcılık, bilimsellik, özgürlük, demokrasi, hukuksallık ve benzer kavramlar, ilkeler altıokun herbiriyle ilgili vazgeçilmez değerler olarak onların içerğindedir. Altıok böylece hepsini kapsamaktadır.

Son zamanlarda kimi lâik cumhuriyet karşıtları altıoku sulandırma ve yozlaştırma çabalarına girişmişlerdir. Siyasal yarışma içinde CHP karşısındaki partilerden ve kimi yurttaşlardan da CHP’nin eleştirilmesi amacıyla sözkonusu edilmiştir. Bunlar yararsız yaklaşımlardır. CHP’nin gerektirdiği ölçüde benimsemediği eleştirileri de yaygınlaşmakta, özellikle kimi ilkelerin gözardı edilip dışlandığı, benimsenmediği, sahip çıkılmadığı, istenmediği izlenimi edildiği söylenip yazılmaktadır. Bu eleştirileri haklı çıkaracak kimi kişisel ve yanlış davranışlar olmuşsa da CHP’ye genelde ve toptan böyle bir suçlamaya yaraşır bulmak da yanlıştır. Ancak, gerektiği ölçüde savunmadığı da bir gerçektir. Altıoku budama, törpüleme, yoketme niyetinde olanlar bulunabilir. Bu kuşkuyu doğrulayan belirtiler de bulunmakta, körükörüne AB yanlısı yeni CHP üyeleri arasında altıokta düğümlenen ilkelere ters düşenlere rastlanmaktadır. Ödün verilmesinden yana olan, kurtuluş ve kuruluşu yeterince bilmeyen, günümüzü iyi değerlendiremeyen ama kendisinin her şeyi herkesten iyi bildiğini sanan sözde liberaller vardır. Devrimin tümlüğünü bilincine yerleştiremediği için bölenler, dil devrimine karşı çıkanlar, öbür devrimleri gereksiz bulanlar, Atatürk ve arkadaşlarını aşırılıkla, hattâ baskıcılıkla suçlayanlar da görülmektedir. Bu sonuncular daha çok medyanın kimi köşelerine yerleşmiş ya da yerleştirilmiş karanlık ve karışık kişilerdir. Geçmişinde de lâik Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk karşıtlığını sergileyenler günümüzde başka çizgide amaçlarını yinelemektedirler. Altıok ya da Atatürk ilkeleri tümüyle ve amaçlandığı biçimde uygulanmış da bundan sakıncalar doğmuş gibi haksız suçlamalar yöneltilmektedir. Oysa tüm kusur ilkelere aykırı davranan yöneticilerde, ilgililerdedir. Sorumluluk onlarındır.

Günümüzde altıokun ne kadar haklı ve yerinde olduğunu gösteren iç ve dış olumsuzluk belirtileri giderek artmaktadır. Siyasal, hukuksal ve ekonomik bağlamda içerdeki ayrılık ve çelişkileri, dış güçlerin baskıları ve dayatmaları ağırlaştırmaktadır. ABD’nin çıkarcı, tekelci, yayılmacı, ikilemli davranışlarını AB’nin Sevr’i anımsatan koşulları izlemektedir. Kurtuluş ve kuruluş felsefemize tümüyle aykırı istemlere karşı iktidarın ve ilgili kimi çevrelerin donukluğu, tepkisizliği, sessizliği, bunları doğrularcasına ilgisizliği düşündürücü ve üzücüdür. Cumhuriyetin, kazanımlarının, kurucusunun değerini yeterince bilmediğimiz, edindiklerimizin ayırdında olmadığımız gibi yitireceklerimizin de ayırdında olmadığımız kanısındayım. Hepimizi çok pişman edecek gelişmelerin olasılığı beni ürkütmektedir. Atatürk’ün yolundan ayrılmayı çok pahalı ödeyeceğimiz kuşkusundayım. Tek korkum budur. Altıok, Atatürk yolunun göstergesidir. Unuttukça unutulup yiteriz.

Altıok, ulusal bilince yerleşmiş, hattâ kökleşmiş, kurumlaşmış bir değerdir. Türkiye ve CHP tarihinde önemli bir yeni olan tarihsel bir emanettir. İlk simge (amblem) özelliği vardır. Karikatürlere, şiirlere, fıkralara konu olmuştur. İlk bakışta seçilen belirginliği, sevilen sıcaklığı vardır. Atatürk’ün göğsüne yükselmiştir. Hiçbir olumlu gelişmenin engeli değildir. Çalışmaları, çabaları hızlandırmış, özendirici etki yapmıştır.

Yaratıcılarını, uygulayıcılarını saygı ve özlemle anıyor, anıları önünde eğiliyor, karalayanları, yozlaştırmaya, unutturmaya çalışanları, yadsıyıp gözardı edenleri, koruma ve güçlendirmekten kaçınanları kınıyorum. Düşün temelleri güçlü, Atatürk’ün çağdaşlık yürüyüşü için çizdiği yollardır. Birleştirici ve güçlendiricidir. Günümüzde değerini bilerek yükseltelim.

Yekta Güngör ÖZDEN, 2004

http://www.guncelmeydan.com/pano/altin-oklar-yekta-gungor-ozden-t32991.html



***

GERÇEK ULUSALCILAR NEREDE.,

GERÇEK ULUSALCILAR NEREDE.,


Yekta Güngör Özden'den hükümete çağrı: 
Ne yapacağını açıkla



ANAYASA Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, Antalya'da katıldığı panelde hükümetin Kürt açılımı çalışmalarını eleştirerek, “Türkiye'de kimse, bırakın gözyaşını, kimsenin yüzünün asılmasını istemez. Ne yapacağınızı söyleyin, eğer az bulursak daha fazlasıyla biz destek verelim. Eğer açıkladığın şey, hiç evet diyemeyeceğimiz bir şeyse. Uyanık sen misin?” dedi

Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden ve Başkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ünsal Yavuz, Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen ‘Atatürk'ün istediği Türkiye’ konulu panele katıldı. Antalya Kültür Merkezi'nde gerçekleşen panele CHP Antalya Milletvekili Hüsnü Çöllü, Antalya Barosu Başkanı Zafer Köken ve parti yöneticileri dinleyici olarak katıldı.
CHP'nin kuruluşunun 86'ncı yıldönümünde düzenlenen panelde Prof.Dr. Yavuz, parti tarihini ve parti bayrağını oluşturan 6 okun tarihsel gelişimini anlattı. Prof. Dr. Yavuz, şöyle konuştu:
“Saltanat ve hilafet makamlarının yerine gücünü halktan alan bir yönetim mekanizmasını devreye sokuyorsunuz, toplumu 15 sene içinde çağ atlatıyorsunuz. Ama toplum kendisine getirilen yenilikleri kavrayamamış hep elindekilerin gittiği yolundaki bir düşünceye sahip olmuştur. Yazının değiştirilmesine, şapkaya, miras hukukuna, medeni kanuna hepsine tepki vardır. Büyük Atatürk bu tepkilerin üzerinden silindir gibi geçmiş modern Türkiye'yi bize miras bırakmıştır. Atatürk'ün bize örgütsel mirası CHP'dir.”
Türkiye'nin siyasi iktidar tarafından bir takım olumsuzluklara doğru götürülmekte olduğunu ileri süren Prof.Dr. Yavuz, “Grup toplantılarında iyi bağırtılar, çağırtılar var ama meydanlar bomboş. Bizim cumhuriyete sahip çıkma gibi görevimiz var. Halk liderini arıyor. Bu kişi olur, dernek olur, parti olur. Anadolu’nun her tarafında halk hazır. Kırıp dökmeden, yasal haklarımızı meydanlarda kullanmaktan öte bir yapacağımız olduğuna inanmıyorum” diye konuştu.

BUGÜNLERİ DE ARAYACAĞIZ

Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, konuşmasına “Atatürk'ün istediği Türkiye bu Türkiye değildi” diyerek başladı. “Kadınları Arap ümmetçiliğin koluna atan, iktidarın devlete ve rejime karşı olduğu bir Türkiye istemiyordu. Arife tarif gerekmez” diye konuşmasını sürdüren Özden, Atatürk'ün değerinin bilinmediğini iddia etti. Özden, “Atatürk'ün değerini bilmiyoruz. Namuslu adam yalan söylemez. Bizimkiler utanmasalar Atatürk'e küfredecek. Size yaşamayı Atatürk ihsan etmiştir. Cumhurbaşkanı, başbakan, meclis başkanı olmuşlarsa onun sayesinde olmuşlardır” diye konuştu. Konuşmasında Atatürk'e ‘diktatör’ sıfatını yakıştıranlara ‘dangalak’ benzetmesinde bulunan Özden, “Bugünleri de arayacağız. Benim endişem bu. Atatürk 57 yaşında öldü, şimdi kemikleri sızlıyordur. Keşke ona tanrı 1950 yılına kadar yaşama olanağı tanısaydı, Amerika Türkiye'nin kuyruğundan nasıl geliyordu. Atatürk'ü sevmek Atatürk'le anlaşmak, büyümek güçlenmek ve sonsuzlaşmak zorundayız” diyerek konuşmasını sürdürdü.
Türkiye'de herkesin inancını dilediği gibi özgürce yaşadığını ifade eden Özden, “Türkiye'de kim namazını kılamamış, orucunu tutamamış ve daha da kötüsünü ifade edeyim kim bunlara engel olmuş? Türkiye'yi ziyaret eden Azerbaycan gibi ülkelerin liderlerinin eşlerinin başları açık. Onlar gavur mu ki bizimkilerin başları kapalı” diye konuştu.
Devletin kurumları arasında yanaşma ve yalakalığın alıp başını gittiğini ifade eden Özden “RTÜK'üne, YÖK'üne bakın, bir yanaşma çabası var. Yalakalık almış yürümüş. Adamı göreve getirirken karısının başına bakıyorlar, açık mı kapalı mı diye. Başını örtünce her türlü haltı işliyorlar. Başını örtünce Müslüman oluyorlar. Ne güzel iş” diye konuştu.

NEREDEYDİN ŞİMDİYE KADAR?

Hükümetin Kürt açılımına yönelik eleştirilerde de bulunan Özden, “Aramızda eşitsizlik olsaydı cumhurbaşkanı, başbakan, meclis başkanı, bakan ve hatta milletvekili olabilirler miydi? Nerede eşitsizlik var? Holdingler, büyük oteller bunlarda. Yaşadığınız, suyunu içtiğiniz toprağın hakkını vermek zorundasınız. ‘Bize eşitliğimizi verin’ söyleminin altında istenilen şey ayrı bir devlet, toprağı parçalamak, alıp götürmektir” diye konuştu.
Konuşmasında herkesin bu konuda uyanık olmak zorunda olduğunu ifade eden Özden, önemli olanın toplumsal barış ve uzlaşma olduğunu söyledi. Özden, “Türkiye'de kimse, bırakın gözyaşını, kimsenin yüzünün asılmasını istemez. Birkaç yerde de dile getirdim, ne yapacağınızı söyleyin eğer az bulursak daha fazlasıyla biz destek verelim. Eğer açıkladığın şey, hiç evet diyemeyeceğimiz bir şeyse. Uyanık sen misin? Neredeydin şimdiye kadar? Anneler ağlamıyor muydu? Dün 7 kişi birden nasıl gitti? Neredesiniz? Sözde ateşkese ne oldu? Hadi bırakın bunu şehirlerin içi doldu. Mersin'e, Adana'ya, İzmir'e, Ankara'ya gidin” diye konuştu.
Türkiye'nin içinde bulunduğu hukuk ortamının insan için zehir olduğunu ifade eden Özden, “Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu büsbütün Adalet Bakanı'na bağlı bir hale getirmek istiyorlar. Getirilen bu düzenleme eğer geçerse kimse Türkiye'yi karanlıktan ve zulümden kurtaramaz” dedi.

SOYSUZLUĞA DİRENMİYORUZ

Yekta Güngör Özden, bir soru üzerine Türkiye'de çözümün ihtilaller olmadığını söyledi. Özden, “Burun kanatmadan, cam kırmadan, insanları aydınlağa çıkarmak zorundayız. Niye Ankara'nın Kızılay'ında 300 kişi biraraya gelemiyor? Eğer Kızılay Meydanı iğne atılsa yere düşmeyecek şekilde dolsa Türkiye bir saate değişir. Ama önce bilinçli yurttaş. Öbürü buzdolabı, çamaşır makinesi getiriyor, ona oy veriliyor. Para da dağıtıyorlar. Çocuklara top dağıtıyorlar, oy oraya veriliyor. Biz kötülüğe, haksızlığa soysuzluğa direnmiyoruz. Hasta da olsak, zulüm de görsek camiye gidip Allah'a şükür diyoruz” diye konuştu.
Prof. Dr. Ünsal Yavuz, ise aynı soruya, “Geçmişte Malta vardı Şimdi Silivri. Gerçi Silivri'yi 10 bin kapasiteli yaptılar ama şimdiden çatısı çöktü. Yakında temelleri sarsılacak. Sonuç bizden yana olacak. Bütün rezaletler ortaya dökülüyor ama yüzlerinde kızarma var mı? Gülenler biz Atatürkçüler, ulusalcılar olacak. En son ve en tehlikeli oyun oynanıyor. İşte bu da bitiyor. Artık kim gerçek inançlı kim hokkabaz, madrabaz herkes bunu görüyor. Tek sıkıntımız var lider. Onu da bulup çıkartacağız” diye cevap verdi.


https://www.milliyet.com.tr/siyaset/yekta-gungor-ozdenden-hukumete-cagri-ne-yapacagini-acikla-1137421


***

En Büyük Türk Atatürk,

 En Büyük Türk Atatürk, 


En Büyük Türk Atatürk
Yekta Güngör ÖZDEN, 
2005



Tarihte özgün yeri olan Türklüğün son simgesi kanımca en büyük Türk Atatürk’tür. Bir kimsenin büyük olması, saygıyla karşılanıp iyi duygularla anılması ve örnek alınması için yalnızca alanında başarılı olması yetmez. Kişiliğini dokuyan öğelerin, niteliklerinin, söylem ve eylem tümlüğüyle davranışlarının düzeyli, özgün ve üstün olması gerekir. Görüşleri ve düşünceleriyle seçkinliğinin belirginliği yanında yapıcı ve yaratıcı gücüyle de örnek olması aranır. Asker olarak görevlerindeki başarısı, arkadaşları içinde hemen tanınacak bir çizgide bulunması, önerileri ve uyarılarıyla ilgi çekmesi, düzenli yükselmesi, önemli yerler için düşünülmesi birbirine eklenen gelişimin belirtileridir. Çanakkale Savaşlarının ünlü bir komutanı olunca umutsuzlukla kıvranan toplum için yeni bir umut kaynağı olmuştur. Balkan Savaşı ile 1. Dünya Savaşı’nda büyük yitiklere uğrayan, büyük acılar çeken, büyük boyutlu yoksunluklara düşen halkın giderek azalan dayanma gücü Mustafa Kemal’le canlanmıştır. Ekonomik yönden yıkık durumda olan devlet ülkeyi Batı’nın sömürgesi durumuna düşürmüş, kendisinin ve yakınlarının çıkarını her şeyin üstünde tutan Osmanlı yönetimin başı olan Padişahı-Halife düşmanla işbirliğini yeğleyerek halkının yaşamını gözardı etmiştir.

Mondros Ateşkesi’nin sakıncalarına ilk yakınma Mustafa Kemal’den gelmiştir. Anlaşmaya karşı çıkarak ülkemiz zararına gelişmelere neden olacağını vurgulayıp yönetimi uyarmıştır. İstanbul’da gerekli görüşmeleri ve hazırlıkları yaptıktan sonra Yunanlıların İzmir’e çıkışının ertesi günü, 16 Mayıs 1919’da, Samsun yolculuğuna başlamıştır. İngiliz savaş gemileri İstanbul’da görününce “Geldikleri gibi giderler”diyen Mustafa Kemal’in 9. Ordu (sonra 3. Ordu oldu) Müfettişi olarak Samsun’a ulaştığı 19 Mayıs 1919 Anadolu İhtilâli’nin başladığı gündür. Her sözcüğünü kendi yazıp katılan arkadaşlarına imzalattığı 22 Haziran 1919 günlü Amasya Genelgesi de ihtilâlin bayrağıdır.

Eylemler, çalışmalar ve sonuçları ortama, koşullara, olanaklara göre değerlendirilir. Yabancı yayılmacıların, sömürgeci dış güçlerin, özetle emperyalistlerin her şeyini almaya koyuldukları Türkiye’nin (ülkemize bu adı 11. yüzyılda Türk çoğunluğun yaşaması nedeniyle Batılılar vermişlerdir) tüm kaynaklarını yağmalamak, topraklarını aralarında paylaşmak, halkını yeryüzünden silinceye kadar kıyıma uğratmak amaçları çirkin, insanlık dışı tutumlarla yürütülüyordu. Ordular dağıtılmış, silâh ve cephanelerine el konulmuş, hiçbir dayanma olanağı bırakılmamıştı. Bu koşullara, yoksunluklara, yokluklara karşın öğrencilik yıllarından beri ülkesi için düşündüklerini gerçekleştirmeyi ilke edinen Mustafa Kemal devletin ve ülkenin içinde bulunduğu tehlikeye değinerek Amasya Genelgesi’nde kurtuluş için ulusun kararını ve direncini zorunlu saymıştır. Bir başyazarın şaşırtıcı “Milli Kurtuluş Savaşı’na Hacıbektaş’ta karar verildi” yazısı yanlıştır. Çok önceden karar verildi. Hacıbektaş’ta doğrulanıp katılım ve destek konuşuldu.

Her şeyi hukuk yoluyla çözümlemek için kollarını sıvamış, özverili ve yurtsever arkadaşlarıyla Anadolu yollarında bağımsızlık savaşını başarıyla sonuçlandırmanın önlemlerini almıştır. Erzurum ve Sivas Kongrelerini toplamış, birleşip bütünleşme, yabancı yönetimini reddetme, ülke tümlüğünü koruma, halkın özgürlüğü için ne yapılması gerekiyorsa hepsini kararlaştırarak 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’ni açmıştır. Kongreler ve Meclis, Mustafa Kemal’in kimsenin dayatması olmadan geleceğe yönelik örgütlenme izlencelerinin temelleridir. Karşıtlıkları, kıskançlıkları, bozgunculukları ve engellemeleri önleyen Mustafa Kemal’in çabaları TBMM gizli oturum tutanaklarında ayrıntılarıyla saptanabilir. Süre uzatımlarıyla taşıdığı Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları Başkomutanlığı’nı 30 Ağustos 1922 Dumlupınar Başkomutan Meydan Savaşı Zaferi’yle tamamlamış, 9 Eylül’de İzmir’den sonra Ankara’ya gelip Meclis’te yaptığı tarihî konuşma ile görevini teslime hazır olduğunu bildirmiştir.

Mustafa Kemal’in Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’yla Anadolu topraklarında haçlıları yenilgiye uğratması yalnız Türkiye müslümanlarına değil, dünya müslümanlarına en büyük iyiliğidir. Böylece kutsal topraklar yabancıların eline geçmemiştir. Dinden anladığını ve kendini dindar sananlar öncelikle bu olguyu değerlendirmelidir. Atatürk’ün inanca saygısı çok açıkken, bunu her zaman özdeyiş niteliğindeki sözleriyle belirtmişken inancı sömürüp kötülüklerine araç kılan çıkarcılar yalanla, iftirayla tersini ileri sürmüş, bugünkü gericiliğin de nedeni olmuşlardır. Atatürk’e saldıranlar insan olamazlar ki müslüman olsunlar. Atatürk’ün savunmaya da, övgüye de gereksinimi yoktur. Kimilerinin şimdi yaptıkları gibi kimseyi de tabulaştırmıyoruz. Atatürk’ün öldüğünü biliyoruz, o da öleceğini biliyordu. “Benim nâçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır ama Türkiye Cumhuriyeti sonsuza değin bağımsız yaşıyacaktır” sözü bu gerçeğin belirtilmesidir. Ayrıca miras olarak akıl ve bilimden başka bir şey bırakmadığını, dogmalara karşı olduğunu da açıklamıştır. Çıkarlarına dokunduğu, kötülüklerini engellediği, oyunlarını bozduğu için din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi olan ve ancak dinlerin bulunduğu yerde işlevi bilinen lâikliğe saldırı tümüyle gericileri okşamak ve oy sağlamak içindir. Avrupa 300 yıl sonra, 300 milyon ölü verince lâikliği benimsemiştir. Türkiye’de lâiklik bağımsızlığın, özgürlüğün, demokrasinin kaynağı, siyasal, hukuksal ve ulusal birliğin dayanağı olmuştur. Lâik Atatürk Cumhuriyeti dünyadaki 54 ya da 55 müslüman çoğunluklu ülkeler içinde islâmiyetin ve demokrasinin en iyi yaşandığı ülkedir. Hiçbir müslüman çoğunluklu ülkede dinsel görevler Türkiye’deki ölçüde özgürce ve mutlulukla yaşanmamaktadır. Bu da lâiklik sayesindedir. Bir kültür kurumu olan dine vicdan tahtında özgün yerini vermiştir.

Namık Kemal’in şiirlerinde bile tam belirgin olmayan, soyutta kalan “vatan”ı belirginleştirip somutlaştıran ve dünyaya benimseten de Mustafa Kemal’dir.

Mustafa Kemal, müdafaa-i hukuk ruhu, kuva-yı milliye ateşiyle başlattığı tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı Misak-ı Millî doğrultusunda başarıya ulaştırdıktan sonra “Askerî zaferlerin siyasal ve ekonomik başarılarla tamamlanması... “ gereğine değinmiştir. Bu, ileri görüşlülüğünün açık kanıtıdır. Yaşamsal olmayan savaşları cinayet sayan anlayışını “Ülkede barış, dünyada barış” sözüyle pekiştirmiş, serüvene, gösteriye, hukukdışılığa asla kaçmamıştır. “Annelerin acısını yüreğinde duymayan komutan olamaz” diyerek gereksiz savaşlara karşı çıkmıştır. Türk askeri için söylediği güzel sözlerini, özellikle Anzaklar için “Toprağımızda yatanlar bizim çocuklarımız olmuştur” sözünü hiç bir zaman unutamayız. Böyle bir yüce insanlık anlayışının dünyada başka örneği yoktur.

Öğrencilik yıllarında Bulgar Türkolog Arolof’a açıkladığı görüşlerini 1907’de Ali Fuat Cebesoy ve arkadaşlarına da açıkladığını anılarında Cebesoy yazmaktadır. Erzurum Kongresi öncesi “Hükümet biçimi cumhuriyet olacaktır” yanıtı da aynı doğrultudadır. Erzurum Kongresi sonrasında yinelediklerini Mazhar Müfit Kansu not etmiştir: Türkiye’de cumhuriyet kurulmalıdır. Lâtin harfleri kullanılmalıdır ve kadınlar bağımlılıktan, karanlıktan kurtarılmalıdır. Bugün, asla dinsel zorunluluğu bulunmayan sıkmabaş için çıkarılan gürültüyü, içilen andları, hukuksal gerekleri, devletin niteliklerini gözardı eden kavgayı gözetirsek Mustafa Kemal’in 80 yıl önceki başarısının göz kamaştırıcı değeri daha iyi anlaşılır. “İnanıyorum o halde varım” dan “Düşünüyorum o halde varım” düzeyine bizi Atatürk taşımıştır.

1922 sonlarıyla, 1923 başlarında çıktığı Marmara ve Ege Bölgesi gezisi sırasında 16 Ocak 1923 İzmit Basın Toplantısı, 7 Şubat 1923 Balıkesir Paşa (Zagnos) Camii hutbesi, 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi konuşmaları kuruluş evresinin önemli aşamalarını yansıtmaktadır. Tam bağımsızlık için ekonomik bağımsızlığı, izlenmesi gereken yolları büyük bir ileri görüşlülükle gündeme getiren Mustafa Kemal, yalnız o günün değil bugünleri de içine alan yarınların çözümlerini anlatmıştır. Bir askerin askerlikten siyasete, eğitimden ekonomiye, sanattan spora her alana el atması büyüklüğünü yansıtan açılımlardır. Annesinin mezarı başında Allah’ı anarak ulusal egemenlik için ölümü göze alacağını söylemesi ulusuna saygısının ve güveninin yüceliğini anlatmaktadır. Nitekim, gezisi sırasında kimi milletvekilleri basılı duyuru yayımlayarak Padişah-Halife olmasını istemişlerse de bu tür önerileri elinin tersiyle iterek “Kimsesizlerin kimsesi-Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan en büyük Türk Devrimi-Demokrasinin yönetimdeki adı ve yaşama geçiş biçimi” dediği tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni cumhuriyeti ilân etmiştir. Şimdilerde bile bay-bayan kimilerinin peygamberlik, diktatörlük özentisi için de oldukları gözetilirse Atatürk’ün tartışılmaz büyüklüğü bir kez daha doğrulanır. Döneminde Almanya’dan sığınan bilim adamı 150’ye yakındı. Meclisin adı gibi devletin adı da birleştiricidir. “Türk Cumhuriyeti” değil, Türkiye Cumhuriyeti’dir. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” sözü anlayış düzeyini çok iyi yansıtmaktadır. Cumhuriyet tam bir halk demokrasisidir. Bölücülük ve ayrımcılığın terörle tırmandığı günümüz ortamı gözetildiğinde Atatürk’ün tanımsız büyüklüğü yine yükselmektedir, 1930’ların dünyadaki 10-12 cumhuriyetinin en önde gelenlerinden biri olan Türkiye, dünya ekonomik buhranını da atlatmıştır. 1930’ların kararlılığı, ilkeliliği, devrimciliği, saygınlığı, onuru bugünlerde özlediğimiz ruhu anlattığından bilenler için çok değerlidir. 1930’larda kalmak başka, 1930’ların devingenliğini ve yüceliğini taşıyıp sürdürmek başkadır. 10. Yıl Söylevi’nde coşkuyla açıklanan ilerleme, daha görkemli kutlamalar geleceğe her yönden daha iyi yürümenin anlatımıdır. O günün koşullarında en iyi, en güzel bugün için de örnek olmazsa, bugünler ve yarınlar dünden iyi olamaz. Bugünleri düne borçlu olduğumuzu asla unutamayız. Atatürk ve arkadaşları olmasa neler olurdu, ne olurduk düşünmek, uzak-yakın kimi ülkelere bakmak yeter. Şeyhülislâm’ın ölüm fetvasına, Padişah’ın idam fermanına aldırış etmeden ordudan çıkarılmasını anlayınca resmî sıfatlarını ve giysisini bırakıp bir kişi olarak ulusunun bağrına dönen Mustafa Kemal, isyanları bastırıp ihanetleri göğüsleyerek uygarlık projesini gerçekleştirmiştir. CHP’nin 15-20 Ekim 1927’de toplanan II. Büyük Kurultayı’nda 36, 5 saat süren Büyük Söylevi’nde kurtuluş ve kuruluşumuzu destansı bir dille anlatmış, kanıtlarıyla gerçekleri ortaya koymuştur. Büyük Söylev yurttaşlık bilinci taşıyan her Türk’ün başucu kitabı olmalıdır, Mustafa Kemal Atatürk için ne söylense azdır. O’nun eşsiz değerini tanımlamak güçtür. Sözleri, eylemleri, öngörüleri, buyrukları, öncülük ve önderliği tarihsel ve evrensel, kişiliği, önünde her gün özlemle ve saygıyla eğilmemizi, yürekten anmamızı gerekli kılacak değerler dizisidir. Her konuyu, her sorunu hukuka bağlı kalarak gerçekleştirip çözümlemiştir. Yargı bağımsızlığına büyük önem vermiş, yargıya iletilen sorunlara ilişkin kararları saygıyla karşılamış, bilimsel atılımlara destek olmuştur. Hukuk devrimini tüm devrim atılımlarının itici gücü yapmıştır. Kadın haklarına verdiği önem kadınlarımıza 1930’da Köy İhtiyar Kurullarına, 1933’de Belediye Meclislerine, 1934’de TBMM’ne seçilme haklarının verilmesiyle somutlaşmıştır. İsviçre’de bile kadınlara seçilme hakkının 1970’lerde tanındığı gözetilirse Atatürk’ün bu alandaki büyüklüğü çarpıcı biçimde benimsenir. Kadınlarımızın toplumsal yaşamdaki yaraşır oldukları yeri almaları Atatürk’e borçluyuz. Kadın-erkek eşitliğinin yaşama geçmesinin öncüsü, giyim kuşam düzgünlüğünün örnek kişisi de Atatürk’dür. Milletler Cemiyeti üyeliğimiz 1932’de “Atatürk’ün ülkesi” nitelemesi ve yöneticilerinin çağrısıyla olmuştur. Yunanistan’ın sürgünden dönen Başbakanı Elefterios Venizelos 12 Ocak 1934 günlü mektubuyla Atatürk’ü en övücü sözler ve nitelemelerle Nobel Barış Ödülü’ ne aday göstermiştir. Birleşmiş Milletler Bilim ve Kültür Komisyonu UNESCO Genel Kurulu 1963 ve 1978 yıllarında Paris’te aldığı kararlarla 100. doğum yıldönümü olan 198l’de tüm üye ülkelerin törenlerle Atatürk’ü anmalarını istemiştir. İçimizde kimilerinin inkâr ve ihanetini, saldırı ve safsatasını düşünürsek yabancıların değerbilirliğinin kimleri utandırması gerektiğinde birleşiriz.

Gençleri desteklemiş, geleceğin güvenceleri olduklarını belirterek her yönden en iyi biçimde yetişmelerini büyük önem vermiştir. Öğretmenler için güzel sözleri, özendirici anlatımları eğitimcilere her zaman güç vermektedir. Okullar, hastahaneler, salonlar, yollar, demiryolları, uçak alanları, stadyumlar, fabrikalar, devlet yapıları, köprüler Atatürk döneminin kazanımlarıdır. 10. Yıl Marşı’nda yansıtılan coşku, cumhuriyet Türkiyesi’nin gücünden kaynaklanmıştır. Büyük Söylevi’nde her ülkede olabilecek kötülükleri anımsatan “Gaflet, dalâlet ve hıyanet... işgalcilerle yönetimin işbirliği...” olgularından sözeden bölümden önceki “Bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre bir devlet kurduk” sözleri amaçlanan ulusal ereği açıklamaktadır. Ulusal yapı, ulusun örgütlenmesi, siyasette cumhuriyetle doruğa ulaşmadır. Atatürk’ün dediği gibi cumhuriyet doğamıza, yaradılışımıza, yapımıza en uygun rejimdir. Anlayıştan kurallara ve kurumlara, her yönden yepyeni bir toplum ve devlet yaratmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün tek adamlığı yalnız Türkiyemiz için değil tüm dünya için de değerlendirilebilecek bir özgünlüktür. “Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir. -Ya istiklâl ya ölüm!- Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir” sözleriyle Büyük Söylev’indeki anlatımları ve Gençliğe Seslenişi’ndeki öngörüleriyle her ülke, her ulus, her toplum, her birey için hiçbir zaman unutulmayacak değinmeler vardır. Özdeyiş niteliğindeki sözleriyle geçmişin tarihsel çizgilerini önümüze serdiği gibi yarınlara ilişkin uyarılarını da yapmıştır. Hiçbir sözünün yanlışlığı ileri sürülemez. Özellikle inanç sömürücülerinin karanlık çağrıştıran, kötülüklere neden olan davranışlarını yerinde vurgulamalarla ortaya koymaktan asla çekinmemiştir. Gençlik, spor, bilim, eğitim, öğretim, öğretmenler, sanat, sanatçı, tiyatro, resim, müzik, heykel konusundaki konuşmaları herkese ışık tutacak doyuruculuktadır. Türk kadını ve anneler için erlerimiz, subaylarımız ve ordularımız için söyledikleri, genelgelerinde belirttikleri unutulması olanaksız en güzel düşüncelerdir. 22 Haziran 1919 Amasya Genelgesi’nde açıklanan “Bu milletin istiklâlini yine bu milletin azim ve kararı kurtaracaktır” maddesi ile 20 Ocak 1921 Anayasası’nın 1. maddesindeki “Egemenlik bağsız koşulsuz ulusun olup, ulus kendi kendini yönetir” açıklığı o günlerin koşulları gözetildiğinde bilimsel yönüyle de büyük beğeni toplayan soylu düşüncelerdir. Milletin olmadığı, Padişah Halife yönetiminin iş başında bulunduğu, Vahdettin’in “Bu millet bir sürüdür, ben de çobanıyım “ dediği karanlık günlerde “millet”ten söz ederek ümmet yapısına ve işbirlikçi İstanbul yönetimine karşı çıkmak başlıbaşına bir olaydır.

Kurtuluş ve kuruluş evrelerini izleyen zamanı ülkesi için değerlendirmesi de görülmemiş bir hız örneğidir. 3 Mart 1924 günlü 429, 430 ve 431 sayılı yasalarla hukuksal düzenlemeler için dinsel görüşe son verip tüm yetkiyi yasama organında yoğunlaştırarak lâikliği, ulusal egemenliği pekiştirmesi, öğrenim birliğini sağlayarak üç tür okula ve çelişkili eğitime son vermesi, ilâhiyat fakültelerinin açılmasını öngörmesi, halifeliği dışlayarak Osmanlı Hanedanı üyelerini yurtdışına göndermesi, daha sonra başta onbeş tür dinsel nikâhı kaldırıp uygar nikâhı ve öbür yurttaşlık haklarını eşitlikle getiren Medeni Yasa olmak üzere devrim yasalarını yaşama geçirmesi asla unutulamaz. Türk Ulusu’nu çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak için giriştiği tüm çabalar tarihimizde gereken yerini almıştır. Kimler ne tür anlatımlarla gerçekleri örtmeye ve unutturmaya çalışırsa çalışsın Atatürk güneşi sonsuza değin ulusal varlığımızı aydınlatacaktır.

Başka ulusların yüzyıllardır çözemedikleri abc sorununu yeni yazıyla çözümlemiş, Millet Mektepleri, Halkevleri, Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarıyla hem ulusal yapının temel taşlarını koymuş, hem de geleceğimizin ulusal güvencelerini kazandırmıştır. 5 Kasım 1925’de Ankara Hukuk Okulu’nun açılışında yaptığı konuşma “ihtilâl ve inkılâp” kavramlarına bakışını belirgin biçimde belleklere kazımıştır. Hukuka verdiği değeri “Cumhuriyetin yaptırımı” olarak nitelendirmesi çağdaş güvence türü yönünden ne kadar ileri düşündüğünün kanıtıdır. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin, öbür bilim yuvalarının kurulması çalışmaları, bilim adamlarıyla toplantıları, Medenî Bilgiler kitabını yazması, okuduğu ve sayfa yanlarına not düştüğü kitapların sayısı, Müzik Muallim Mektebi açılışı, opera ilgisi Mustafa Kemal’in özgün kişiliğini dokuyan üstün yanlarından kimileridir. Vasiyetnamesi de yapıtlarına eklenecek bir soylu anlayışın, bir büyük kişiliğin ürünüdür. Sağlığında devlete verdiği taşınmazları, Atatürk Orman Çiftliği ve öbür varlıkları gibi kurduğu iş Bankası’ndan payına düşecek gelirleri bıraktığı kurumlar, kullandığı sözcükler amacının güzelliğini açıklar. Özellikle yakınları için “yaşadıkları sürece ve bana şeref bağlarını korudukça” koşulları, herkesi düşündürmelidir. Ülkemizin tüm varlıklarının ve değerlerinin özeti ve simgesi, Türkiye aydınlanmasının kaynağı, Türkiye’mizle özdeşleşerek kurumlaşan ilkeler anıtı Mustafa Kemal Atatürk’ün değerini bilmediğimizi sık sık yineliyorum. Onun gösterdiği yönden ve çizdiği yoldan dönenler, başka yollara sapanlar, demokrat ve ilerici görünerek başta kürtçülük ve mezhepçilik, ayrımcılık, bölücülük ve yıkıcılık eylemlerine destek olanlar, bu doğrultuda toplantılar düzenleyip bildiriler yayımlayanlar, düşman, terörist ve sapkın örgütlerin siyasal yaşam içine alınmasını isteyenler, yabancıların oyuncaklarıdır. Kürtçü, eski tüfek, şeriatçı-mezhepçi, ırkçı-faşist, dönek, çıkarcı tüm Atatürk Türkiyesi karşıtları hemen biraraya gelmekte, yıkımımız için kazmalarını birlikte vurmaktadırlar. Adlar, imzalar, açıklamalar incelendiğinde kimlerin neden birlikte olduğu kolayca anlaşılır. Atatürk’ün bizi kurtardığı aşağılık duygusunu üzerinden atamayan zavallılar ne diyeceklerini, ne yazacaklarını şaşırıyorlar. Kimileri Atatürk’ün adını anmaktan kaçınıyor, o saygın ada her ağız da yakışmıyor. Sıkmabaşları kamusal alanlara alarak Atatürk ve lâiklik karşıtı iktidarla uzlaşıp uyuşanlar ibretle izlenmektedir. Atatürk’ün altıokla ulusal yaşımıza kazandırmak istediği ileriliklerini ayırdında olmayan, ilkeleri değerlendiremeyenlerin yalanları ve çarpıtmaları siyasal malzeme olarak kullanılmakta, rejim karşıtlarına yardım etmektedir. Altıokun gündeme getirdiği ereklerden hiçbirisinin hiçbir sakıncası yoktur. Atatürk’ün 1931’de CHP III. Kurultayı notlarında bulunan devletçilik açıklaması asla özel girişim karşıtlığı değildir. Devletçi halk değil, halkçı devlet ile kamu ve özel girişim ekonomik dayanışmasını, günün koşullarına uygun öncülüğü ve dengeyi öngörmektedir. Yeterince anlaşılsaydı günümüzdeki gereksiz, peşkeş ve yağma türü özelleştirmelerin acısı yaşanmazdı. Ekonominin temelini özel girişim olarak gören, gerçek kişilerin atılımlarını zorunlu sayan anlayış asla yadırganamaz. Demokrasinin temel öğesi de kişidir. Millîleştirmelerle yabancıların elinden kurtarılan varlıklarımız ve kaynaklarımız ulusal yarara sunulmuştur. Parasal güçlükler ve oyunlar yaşanmadan, üstelik onurlu bir yaklaşımla kabul edilen Osmanlı borçları ödenerek ülkemiz bayındır kılınmıştır.

Türkiye’yi parça parça eden, onurumuzu ayaklar altına alan, ulusumuzu tutsak kılıp yeryüzünden silmeyi amaçlayan Sevr Antlaşması’nı yırtıp Misak-ı Milli’yi gerçekleştirerek Lozan Barış Antlaşması’yla bağımsızlığımızı herkese benimseten Atatürk ve arkadaşları ulusumuzun övünç kaynaklarıdır. Ne kadar kıvanç duysak azdır. Atatürk olsa, yönetimde Atatürkçüler olsa AB, ABD dayatabilir miydi? Onların önünde eğilinir miydi? Bayraklarımız yakılır mıydı? Üniversitelerde öğrenci kavgaları olur muydu?

Çanakkale’de 57. Alay’a “Size ölmeyi emrediyorum” diyen büyükler büyüğü, Türk Ulusu’na cumhuriyetle sonsuza değin bağımsız yaşama erincini tattırmış, koruma ve savunma görevini de kendini genç bilen her yurttaşa vermiştir. Kurulmasına öncülük ettiği uluslararası kuruluşlarla evrensel barışa verdiği önemi de yaygınlaştırmıştır. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üyeliği de Atatürk’e duyulan güvenle gerçekleşmiştir. Avrupa Birliği’ne girilecekse bu da Atatürk’ün kazandırdıklarıyla gerçek bir çağdaşlık düzeyine erişmemizin sonucu olacaktır.

Yabancıların Türkiye hakkındaki yanılgılarını ve yanlışlarını anlamlı davranışlar ve sözlerle karşılamıştır. Kabotaj Yasası’na yazdığı (mad.5) “... aykırı davranmaya cür’et eden yabancı gemilerine iki katı ceza verilir” tümcesi ulusal onuru ödünsüz gözetmesine bağlanmalıdır. Yabancı devlet büyüklerinin Türkiye’ye gelerek görüşmeleri kişiliğine verilen değerin bir göstergesidir. İnsanlık, komutanlık, devlet adamlığı, liderlik, aile büyüklüğü nitelikleriyle zamanının en seçkin, en saygın kişisiydi. Düşünceleri ve eserleriyle bugün bile aramızda yaşamaktadır. Samsun’a çıkışın yıldönümlerini gençlere, Meclisi açmanın yıldönümünü çocuklara, 30 Ağustos zaferinin yıldönümünü silâhlı kuvvetlere, cumhuriyet ilânının yıldönümünü Türk Ulusu’na bayram olarak armağan etmesinin anlamı benzersizdir. Dünyada bunları veren bir başka lider yoktur. Stalin, Peten, Hitler, Salazar, Franko, Mussolini, Tito vd. unutulmuş, ulusunun birliğini, ülkesinin tümlüğünü sağlayan, geleceği güvenceye bağlayan Atatürk unutulmamıştır. Unutulanlar diktatör, Atatürk demokrattır. Ölüm günü öğrenciler derslere girmeyince ne yapacağını sorduğunda İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemil Bilsel’in “Sizin ülkenizde böyle bir büyük adam öldüğünde ne yapılıyorsa onu yapınız” yanıtını Alman Prof. Arndt “Benim ülkemde böyle bir büyük adam olmadı da ölmedi de” sözleriyle karşılamıştır.

Atatürk gerçek Tek Adam’dır. Bağımsız, onurlu, dostça yaşamayı, iyi gelenekleri sürdürerek toplumsal barışı ve ulusal dayanışmayı ilke edinen çağdaş milliyetçiliği getirdiğinden en büyük Türk büyüğü ve en büyük Türk milliyetçisidir.

İleri dergisinin genç yöneticilerinin isteği üzerine ivedi biçimde ve hemen kaleme aldığım bu özet değerlendirmeler Atatürk’ü nasıl anladığımın kırık-dökük açıklanmasıdır. O’na yaraşır olmak için Atatürkçe çalışmak, düşünmek ve yaşamak gerektiğine inanıyorum. Bu arada Atatürkçülükle Kemalizmi birbirine karıştıran ya da özellikle birbirine karşı gösteren eğilimleri kınadığımı belirtmek istiyorum. İleri yöneticileri Atatürk’ün yüceliğini yinelemek olanağını vermekle önemli bir görevi yerine getirmişlerdir. Sahte Atatürkçülerin cirit attığı bir ortamda gerçekleri savunmak güç ama onurludur. Gericiler 1922 Başkomutan Meydan Savaşı’ndan, özellikle saltanatın kaldırılıp hilâfetin dışlanması ve lâik cumhuriyetin ilânından sonra inatla Atatürk’ü kabul etmezler, Mustafa Kemal’le yetinirler. Onlar için Atatürkçülük yoktur. Kemalizm de yoktur. Kimi ilerici geçinenler de Kemalizm’i savunur, kuruluşlarının adı olan Atatürkçülüğü değil, Kemalizm’i kullanırlar. Atatürkçülük Mustafa Kemal’in özgün adı Atatürk’ten kaynaklandığından doğumundan ölümüne her dönemiyle Mustafa Kemal Atatürk’ü kapsar, Kemalizm’i de içerir. Atatürkçülük ve Kemalizm aynı anlamdadır. Biri öbürüne karşı değildir, birbirinin yerine kullanılır. Atatürkçülükten söz eden Kemalizm’i yadsımaz ama Kemalizm’den söz eden kimileri Atatürkçülüğü dışlar. Kavram karışıklığına neden olan ayrımcılığın hiçbir yararı yoktur. İkisi de kullanılır ama en doyurucu en kapsamlı, en yeni, en gerçek, en anlamlı olanı Atatürkçülüktür. Ancak, “Atatürkçüyüm” demekle, rozet takıp nutuk atmakla, resim asmakla Atatürkçü olunamaz. Kuruluşuna ayda 1 YTL. ödentisini vermeyen bana göre adam olmaz ki Atatürkçü olsun. Yalan söyleyen, çalışmaktan kaçınan, onun bunun peşinde dolaşıp gösterişlere kaçan, kav gacı, karıştırıcı, bir dernekten verilen “Danışman” unvanıyla kart bastırıp birbirlerine dalkavukluk yapanlar Atatürkçü olamazlar. Atatürkçü olmak başlıca onurdur, erdemdir, bunu her baş, her omuz, her yürek taşıyamaz.

Bir kurum, şube sayısıyla değil, saygınlığıyla güçlü ve önemlidir. Tabelâ şubeleri çoktur. Yabancıların para desteğine avuç açıp onların övgülerini yaparak sırıtanlar, tutarsızlık, tüzük ve seçim oyunlarıyla “ismi var, cismi yok” durumuna düşenler, iktidarın dümen suyunda ve akıntıya kürek çekenler, çalışma, çaba ve üretme yerine lafazanlığı, gün geçirmeyi yeğleyenler, kendilerinden söz edilmesi ve kimi siyasal beklentilerle partilerin kapılarında, orda burda dolaşanlar, yoksunluklara ve güçlüklere karşın parlayan kuruluşlarını durgunluğa ve donukluğa düşürerek, soldurup söndürenler, kimileriyle karşılıklı koruma-kollama ilişkisi kurup bağımlı ve güdümlü duruma gelenlere gülünür. Sahte Atatürkçüler açık Atatürk düşmanlarından daha tehlikelidirler.

Yürekli, ileri görüşlü, örnek bir komutan ve devlet adamı olan Atatürk insancıllığıyla gerçekten üstün ve tek kişidir. Usa, bilime, ahlâka, adalete verdiği önemle çağdaşlarının her zaman ilerisindedir. Türk Ulusu’nun üstün niteliklerini O’nun kadar uygunlukla yansıtan bir başka kişi yoktur. Yabancı asker ve sivil tanınmış kişilerin övücü sözleri bilinmektedir. İsmet İNÖNÜ’nün “Devletimizin kurucusu, ulusumuzun özverili ve yürekten bağlı öncüsü, insanlık ülküsünün sevdalı ve seçkin yüzü, vatan sana minnettardır. “ sözleri ile Celâl Bayar’ın “Atatürk, seni sevmek millî bir ibadettir” sözleri örnek, özdeyiş türü anlatımlarıdır.

Atatürk en çağdaş Türk milliyetçisi, en büyük Türk Devrimcisi, ileri görüşlü, içtenlikli, yürekli, insancıl, yurtsever, yapıcı, yaratıcı, ulusuna saygılı, hukuka bağlı, bilime ve özgürlüğe tutkun, düşün kaynağı güçlü, gerçek ilerici, gerçek demokrat bir Türk büyüğüdür. Gün geçtikçe değeri daha artan, daha çok aranan, daha çok özlenen anıtsal bir kişidir. Çok dilli, çok dinli, çok ırklı, çok hukuklu bir toplumdan ulus yapısına yükseltmiştir. Misak-ı Maarif’le aydınlanma, bilgilenme ve bilinçlenme çığırını açmıştır. Öztürkçeye, dil bağımsızlığına ve temizliğine, basın özgürlüğüne, tarıma, hayvancılığa büyük önem vererek çiftçileri ulusun efendisi olarak kucaklamıştır. Böyle bir kişi unutulmaz, unutturulmaz. Atatürk bizim için bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, çağdaşlık, insanlık, demokrasi, akılcılık, bilimsellik, eşitlik, barış, dostluk, onur dem ektir. Türkiye demektir. Ne mutlu Atatürk’ümüz olduğuna ve Atatürk’le olduğumuza.

Yekta Güngör ÖZDEN, 2005


http://www.guncelmeydan.com/pano/en-buyuk-turk-ataturk-yekta-gungor-ozden-t32996.html


***



Hepimiz Sorumluyuz…,

Hepimiz Sorumluyuz…,


Yekta Güngör ÖZDEN,
10 Kasım 2007
Hepimiz Sorumluyuz

69 yıldır 10 Kasım'da "Atatürk'ü Anma Törenleri-Toplantıları" yapılıyor, demeçler veriliyor, iletiler ve yazılar yayımlanıyor. 1953'ten beri Anıtkabir'de saygı duruşunda bulunuluyor. Özel Defter'de (Selanik'te doğduğu evdekine de) duygu ve düşünceler belirtiliyor, radyo-televizyon izlenceleri, fotoğraf sergileri, bilimsel ve sanatsal etkinliklerle yürüyüşler düzenleniyor, Atatürk'ün bize armağan ettiği bayramlarla kimi kazanım, kuruluş, devrim yıl dönümlerindeki çalışmalarda anlatımlarla, vurgulamalarla, film, gazete, dergi ve değişik türdeki kitaplarla tarihsel gerçekler sıralanıyor, şiir, şarkı, oratoryo-senfoniler-gösteriler sunuluyor, gelişmeler açıklanıyor. Sonuç ortada. Müdafaa-i Hukuk ruhu, Kuva-yı Milliye ateşiyle halkının önüne düşen, şeyhülislâmın ölüm fetvasına, halkına "sürü" diyen işbirlikçi padişah-halifenin ölüm fermanına aldırmayan, yoklukları, yoksunlukları, döneklikleri, isyanları, ihanetleri ve tüm güçlükleri göğüsleyerek her alanda tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, uygarlık ve çağdaşlığı amaçlayan ölüm-kalım uğraşı, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı "Türk Mucizesi" olarak nitelendirilen zaferle taçlandıran Mustafa Kemal'i tanımış ve anlamış olmadığımız için tanıtamadık ve anlatamadık. O'na olan borçlarımızı ödeyemiyoruz.

Mustafa Kemal, yenilmemiş bir komutan olarak istese köşesine çekilip iyi bir emeklilik yaşamı sürdürecekken askerlikten siyasete, eğitimden ekonomiye, sanattan spora her alana el atmış, ileri görüşlülüğüyle her konuda başarılı olmuş, akla, bilgiye, ahlâka, adalete ve eğitime verdiği önemle doğrulanmış,haklı çıkmıştır. Öğrenciliğinden beri ülkemiz için düşünüp öngördüklerini zamanlama ve yaşama geçirme ustalığıyla gerçekleştirmiş, "En büyük Türk Devrimi" dediği bir kültür ve hukuk yapısı olarak, demokrasi erekli cumhuriyetle Türklüğü

Düşmanları Çanakkale Savaşları'nda Marmara'ya gömerek, 9 Eylül 1919'da Akdeniz'e dökerek kutsal toprakların Haçlıların eline geçmesini önlemekle dünyada İslamiyet'e en büyük iyiliği yapan, en kapsamlı yararı dokunan Mustafa Kemal'dir. Türklere Tanrı'nın en anlamlı armağanı ve ödülüdür. Bizim için bağımsızlık, özgürlük, egemenlik, ahlâk, adalet, namus, onur demek olan Mustafa Kemal Atatürk bir kişi değildir. O'nu öğrenim aşamasında dayısının çiftliğinde geçirdiği çocukluk günleriyle, beden yapısıyla, gençlik duygularıyla, şimşek bakışlarıyla, şiir dizeleriyle değil, bir duygu ve düşün kaynağı niteliğiyle, seçkin kişiliğini oluşturan özellikleriyle, yapıcılığıyla anlatıp tanıtmak, doğal, tarihsel ve ulusal varlıklarımızla değerlerimizin özeti ve simgesi olduğunu belirtmek, Türkiye aydınlanmasının kaynağı, Türkiye'yi Türkiye yapan atılımların gücü, Türkiye'mizle özdeşleşerek kanunlaşmış ilkeler anıtı olduğunu vurgulamak gerekiyor.

Kul-köle olan insanımızı, onur ve erdem saydığımız hak ve özgürlükleriyle donatıp nitelikli kişi, birey, yurttaş, ümmet durumundaki toplumumuzu da ulus düzeyine çıkarıp cumhuriyetin-devletin sahibi kılan Mustafa Kemal'in övgüye de, savunmaya da gereksinimi yoktur. Değerini bilmemek bizim kusurumuzdur.

Tarih yapan, evrensel kişiliğiyle örnek alınacak üstünlükleri ulusunun karakterini yansıtan, Büyük Söylevi'nin sonunda, bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre kurdukları devleti Türk Gençliği'ne emanet ettiğini söyleyen Mustafa Kemal'e gerçekten saygılı ve bağlı mıyız, içtenlikli izleyicisi miyiz? O'na verdiğimiz sözleri, içtiğimiz antları tutuyor muyuz? O'na yaraşır durumda mıyız? O, "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir" sözüyle hiçbir ayrım, soy ve inanç ayrılığı gözetmeden uluslaşmanın yüceliğini ortaya koymuşken 84 yıl sonra din ve ırk nedeniyle iç savaşın eşiğine gelmemizin nedeni, nedenleri nedir?

Atatürk'ü ulusal günlerde, bayramlarda ve 10 Kasım'da anıyoruz. Ama her gün artan özlemle arıyoruz. 10 Kasım'ları ağlama duvarına çevirmek, bayramları kaldırmak, etkinlikleri bırakmak girişimiyle neredeyse bir günle, bir saatle sınırlandıracak biçimsel anmalarla-yanmalarla ne yapılmak istenmektedir? Bugün yakındığımız durumlara, çözüm aranan iç ve dış sorunlara Atatürk'ü unutmak ve unutturmak çabaları neden olmuştur. Sanki Atatürk ilkeleri uygulanmış da zarar görülmüş gibi karalama, suçlama kampanyaları düzenlenmiştir. Namık Kemal'in şiirlerinde geçmesine karşın konumu belli olmayan vatanı bize kazandıran, Misak-ı Millî uyarınca sınırlarını Lozan'la kesinleştiren, ulusumuzu yok olmaktan, onurumuzu ve namusumuzu çiğnenmekten, camileri kilise ya da sinagog yapılmaktan kurtaran, yaşamımızı kazandıran Mustafa Kemal Atatürk'e uzanan ellere, dillere, kalemlere bakınız. Soros'un, Karen Foog'un çocukları, Bush tasmalılar sahnededir. Avrupa Birliği mızıkacıları, çıkarcılar, büyük kesimi terör aygıtı gibi çalışan medyada kimi köşelere yuvalanmış, kimi ekranlara çöreklenmiş sapkın tetikçilerle, kimileri miskinler tekkesine dönmüş üniversitelere karargâh kurmuş sözde demokrat, sözde ilerici dönekler, bilimi lekeleyen yalancılar, sömürgenler, şeriatçılar, ırkçılar, bölücü-yıkıcılar, teröristler birbirlerine dayanarak yol almaya çalışmaktadırlar. AB'nin dayatmaları, ABD'nin baskıları, ikilemleri, boşa çıkacak aldatma, kandırmaca ve oyalamaları her zamankinden çok Atatürkçü olmamızı, O'nu ödünsüz izlememizi, uyanık kalmamızı, toplumsal barış ve ulusal dayanışmaya önem vermemizi zorunlu kılmaktadır. Yoksa BOP uygulamasında günümüz iktidarının tutumuyla tehlike giderek büyümektedir. Bush, generalimizin sırtını okşayıp "Kuvvetli ordunuz var" diyerek aldatma ve oyalamayı sürdüreceğini sanmakla kendini aldatmıştır. ABD olanların da, olacakların da sorumlusudur. Ama karşısında nasıl durulacağı bilinmiyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi kararına onama-olur ister gibi ABD Başkanı'na gidiliyor. Atatürk bir kez bile Başkan olarak yurtdışına gitmedi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının getirdiği doyumsuz aydınlık, dayanılmaz bir karanlığa dönüşme olasılıklarıyla karşı karşıyadır.

Yanlışlık, hatâ ya da bozukluk, bir şeyler var ki lâik Atatürk Cumhuriyeti'nin yönetimine karşıtları geçti. Sonsuza değin bağımsız yaşatmaya ant içilmiş Cumhuriyeti niteliklerinden arındırmak isteyenler güçlendi. Atatürk "inanıyorum o halde varım"dan "Düşünüyorum o halde varım"a getirdi. "Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir" diyerek varlığımızı insancıl, bağımsızlıkçı, gerçek, çağdaş milliyetçilikle dokudu. Avrupa'nın 300 yılda 300 milyon ölü vererek sağladığı, aklın özgürlüğü, devletin dinden bağımsızlığı olan, dinlerin olduğu yerde bulunup olmadığı yerde bulunmayan, demokrasinin kaynağı, siyasal, hukuksal ve ulusal birliğin dayanağı olan lâikliği edindirdi. Çok dilli, çok dinli, çok ırklı, çok hukuklu toplumdan modern ulus yapısına taşıdı. Osmanlı döneminde üç tür okul, beş tür mahkeme, onbeş tür nikâh vardı. İstanbul'da 337 tekke 19 tarikat, ülkeyi kelepçeleyen kapitülâsyonları da anımsarsak nereden nereye geldiğimizi daha iyi anlarız. Ya bugün? Ilımlı İslam özentisiyle lâiklikten uzaklaşıp şirin gösterilmeye çalışılan dinci düzene takiyyelerle yönelmiş durumdayız. Niye böyle oldu? Temeli Türk Kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan, en büyük siyasal, hukuksal, düşünsel Türk Devrimi Cumhuriyet neden tehlikeli bir dönemeçte? Ve neden yurdumuzun kurtarıcısına, zamanının dünyadaki en önde gelen Cumhuriyetinin kurucusuna saldırılıyor? Cumhuriyetin etkinliğini engelleyen, dinsel ödünler ve siyasal tutarsızlıklarla başarılarını önleyip yakınmalara neden olanlar bırakılıp, altın yılları unutulup Cumhuriyet ve kurucusu niçin karalanıyor? Yaşamımızı, namusumuzu, onurumuzu, varlığımızı, kutsal toprakları, yarınımızı kurtardığı, anamızı-bacımızı, varlıkları, değerlerimizi koruduğu için mi? Bunları yapmakla suç mu işledi? Yıllardır ulusal bir sır olarak sakladığı düşüncelerini gerçekleştirerek tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni, tam bir halk demokrasisi olan cumhuriyeti kurup saltanatı ve hilâfeti seçmemesi suç mudur?

Anıtkabir'e gidip saygı duruşunda bulunanlardan kaçı içtenlikli? Hangisinin Atatürk için konuşup yazdıkları gerçek? Hani "Sap gibi durmak"tan, "millet isterse lâikliğin gideceği"nden, "Demokrasinin amaç değil araç olduğu."ndan, "Demokrasi tramvayının istedikleri yerde duracağı."ndan, "minarelerin süngü olduğu."ndan söz edenler? Takkiyecilere inanılır, güvenilir mi? Kimileri hangi yüzle Anıtkabir'e gidiyor? "Şehitler ölmez, vatan bölünmez" sloganları yetmiyor. Her gün şehit veriyoruz, her gün bölme çabaları izleniyor.

10 Kasım'larda aynı salonlarda yanı yüzler, aynı konuşmacılar, giderek artan boşluklar. Bıkkınlık, kanıksama belirtiler azalsa da yeterli, doyurucu ilgi yok. Gençlik yok. Yinelenen görüşler. Aydınların ikiyüzlüleri, önyargılıları, koşullanmışları, çıkarcılar, ayrılıkçılar, bencilleri ve kavgacıları etkinliklerini sürdürme ve artırma çabasıyla dalkavukluk yarışında. Söz çok, eylem yok. Görevden, ödenti vermekten kaçınılıyor. Karşı devrimcilik, kadrolaşma, partizanlık, yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık, gereksiz, zararına özelleştirme, yağma, haksızlıkla-adaletsizlik sürüyor, ahlâksızlık yayılıyor, saygısızlık ve ölçüsüzlük üzücü boyutlarda. Türk olduğunu söyleyemeyen, alt-üst kimlik tartışmalarıyla kötülüklerinde direnen yöneticiler var. Oysa ulusal kimliğini inkâr eden yurttaş olamaz. Ümmetçilik ve tarikatçılık her katta, her yerde en geçerli yandaşlık, etiket, anahtar ve kartvizit. Anayasa ve temel yasalar gerçekçi biçimde değişmedikçe partiler demokratik yapıda olmadıkça sorunlar azalmaz, artar. Demokrasi, liderlerinin dudaklarında can çekişiyor.

Ne yapıyoruz? 

Birbirinize düşmüşcesine anlamsız ve gereksiz tartışmalar, atışmalar, çatışmalar, engellemeler, suçlamalarla zaman, emek, değer, insan yitiriyoruz. Hepimiz sorumluyuz. Eğitimde boşluk, bozukluk, ulusal dokuyu etkileyen oluşumsuzlukların başında geliyor. Hepsi Atatürk yolundan ayrılmanın sonucudur. O'nun ve Türkiye'mizin değerini bildiğimizi savunamayız. O'nu övmek, O'nunla övünmek en doğal hakkımız iken, kimi babasının çocukları, kimi dedesinin torunu, O'nun bağışlamasıyla yurda dönenlerin yakınları, kimi hainlerin ardılları, saltanat ve hilâfet heveslileri ve yabancı kuklaları bizi bizden uzaklaştırıyor. Kuşatma ve çökertme her yandan ve her koldan acımasızca ve artarak sürüyor. Kötülükler, yapanların yanına kâr kalıyor. Yurtseverlerin gereken ve umulan devingenliği gözetmediği de acı gerçeklerden birisi. "10 Kasım Mankeni" gibi törenden törene görünüp konuşanlar, özü bırakıp biçimle uğraşanlar, konumu, olanakları ve beklentileri için suskunluğu ve pısırıklığı yeğleyenler, saldıranlar ölçüsünde kusurludur. "Atatürk içimizde!" diyenler, "Ey Büyük Atam!" diyerek Gençliğe Seslenişi Ata'ya yöneltenler, Milletvekilleri ve devlet memurluğu andı içenlerden dönenler çıkmıyor mu? Bir de Atatürk'ü olmayan ülkelere, özellikle Müslüman çoğunluklu olanlara bakılsın. Ya Atatürk'ümüz olmasaydı?

Hukukun her bağlamda savsaklanıp yadsındığı, ayakbağı sanılıp dışlanmaya çalışıldı, hukuka karşı çıkıldığı günümüzde 1919'ları düşünelim. Mustafa Kemal Hukuk yolunu, kongreleri ve seçimleri önererek, "ümmet" düzeninde "millet"i vurgulayarak Anadolu İhtilâli'nin bayrağı Amasya Genelgesi'ni yayımladığı, Erzurum ve Sivas Kongreleri'ni topladığı, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri'ni birleştirdiği, mandacı çözümleri geri çevirdiği, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açtığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordularının Başkomutanlığını aldığı, Sakarya ve Dumlupınar savaşlarını kazandığı, köhne saltanatla gereksiz ve yararsız yük olan halifeliği yıkıp yaradılışımıza ve yapımıza en uygun yönetim biçimi Cumhuriyet'i kurduğu, her anlamda devrimle çağdaş uygarlık düzeyine eriştirdiği, kadın-erkek eşitliğini sağladığı, aklın ve bilimin öncülüğünde anlayıştan insanlara, ilkelerden kurumlara her şeyi yenilediği, ülkeyi baştanbaşa büyük bir okul ve fabrika durumunda koşturup coşturduğu, sömürge olmaktan kurtarıp savaşta yendiği Yunanistan'ın Başbakanınca Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterilmesini gerektirecek düzeye getirdiği, padişah-halifeliği kabûl etmediği, parti parasını aşırmadığı, olanakları kötüye kullanmadığı, modern cumhuriyeti İslâmlaştırmadığı ve İslâmiyet'i ılımlaştırmadığı, diktatörlüğü kaymadığı, yargıya etki, kimseye baskı yapmadığı, üniversiteler, Dil ve Tarih Kurumları, konservatuar, öğretmen okulu açtığı, namaz gösterilerine girmediği, milletvekili aylıklarını indirttiği için mi? Aylığını arttırmadığı, onama aygıtı olmadığı, ülkeyi böldürmediği, hiçbir yarım gütmediği, Türklükle övündüğü, yabancıların ayağına gitmediği, şeyhlerin dizlerinin dibinde oturmadığı, inanç sömürüsü yapmadığı, kralların ziyaretine koşmadığı, saygın ve örnek bire Cumhurbaşkanlığı sergileyerek her şeyini ulusuna bıraktığı için mi suçludur? Biz, vasiyetini bile istenci doğrultusunda uygulamıyoruz. Böyle bağlılık ve saygı olur mu? Dil ve Tarih Kurumları Atatürk'ün vasiyetiyle güçlendirmek istediği yapısını yitirdi. Sahiplerinin elinden yasa zoruyla alınıp devlet kurumu durumuna getirildi. Atatürk'ün vasiyetini tanımayan Atatürkçü olabilir mi? Atatürkçü görünen, böyle olduklarını söyleyenler Atatürk ilkelerine yeterince sahip çıktılar mı? Gereğince izlediler mi? İlkelere nasıl kıyıldı? Kimler ne yapıyor? Atatürk karşıtlığı belirgin iktidarın kapılarında bekleniyor, buyruk alma, iş koparma, atanma, yükselme, bir şey kapma, yanaşma ve yamanma için el ovuşturmuyorlar mı? Yönetimi, devleti, kimi organları, kurum ve kuruluşları lâik Atatürk Cumhuriyeti karşıtlarına kim-kimler teslim etti? Nasıl içlerine sindirip katlanabiliyorlar? Halkımız milletvekilini kendisi seçebiliyor mu ki Cumhurbaşkanını seçebilsin? Liderler atıyor, seçmen zorunlu oy veriyor.

Çocukları babasız-nesepsiz bırakmadığı, düşmanların yakıp yıktığı camileri ve minareleri onarttığı, Diyanet İşleri Başkanlığı'nı oluşturdu, İmam Hatip Okulları ile ilahiyat Fakültelerine Öğretim Birliği Yasası'nda yer vererek muska, üfürük, büyü, sahtecilik ve ahlâksızlıkla dini karalama oyunlarına son verdiği, bilgilenme ve aydınlanma yolunu açtığı, okullar, millet mektepleri, Türkçe abece, harfleriyle kültürümüzü, zenginleştirdiği, 815 no.lu Kabotaj yasasının 5. maddesine aykırılıkları önlemek için ".yabancı bir gemi cür'et ederse." açıklığını koyduğu unutulmamalıdır. Her şeyin satıldığı günümüzde, Atatürk'ün Nazilli Basma Fabrikası'nın açılışında motor seslerine "İşte İstiklal Musikisi" deyişini anımsamalıyız.

Dünya'nın hayran olduğu, tutsak ulusların örnek aldığı, dehasıyla beğeni toplayan Yüce Atatürk'e saldırmak hangi insanlıkla, hangi insafla, hangi ahlâkla, hangi vicdanla, hangi dindarlık ve hangi soylulukla bağdaşır? Köy enstitülerin kapatılmasının aydınlanma koşusunu durdurduğunu unutmayınız. 7 Şubat 1923 Balıkesir Paşa Camii hutbesi, 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi ile 5 Kasım 1925 Ankara Hukuk Mektebini açış konuşmaları, 15-20 Ekim 1927 CHP II. Büyük Kurultayı'nda sonu Gençliğe Sesleniş'le biten Büyük Söylevi, 1 Kasım 1928 Türkiye Büyük millet Meclisi'ni açış konuşmasında ". Cumhuriyet bilhassa Kimsesizlerin Kimsesidir" dediğini, 6 Şubat 1933 Bursa Konuşması'nı, 29 Ekim 1933'te "Ne Mutlu Türküm Diyene!" kıvancıyla bitirdiği 10. Yıl Söylevi'ni, Türk Ordularına seslenişini her zaman anımsamalıyız. Atatürk'ü anmak, önerileri, öngörüleri, buyrukları, dilekleri, konuşmaları eserleriyle anmak ve örnek almakla anlam kazanır. Kendimizi eleştiriye bağlı tutup "O'na lâyık mıyız?" diye sorgulayarak gerçek ve geçerli olur. Ne yapmalı, neler yapmalı, kimlerle, nasıl yapmalıyız ki tehlike olasılıklarını giderelim? O'na "Deccal" diyen ve dedirten kendini bilmezler kendi karanlıklarında yitsin!..

Anlayanlar anlıyor, özlüyor, anlamayan ve anlamak istemeyenler çatıyor, saldırıyor. İçteki ve dıştaki Türkiye düşmanlarının O'nu engel görmesi, büyüklüğünün ve gücünün kanıtlarından biridir. Düşünceleri ve kişiliğiyle engin kaynak, bir ulusal dayanak olan Atatürk, insancıl yanı, barışçı ve bilimsever tutumuyla eşsiz bir yol gösterici, öncü ve önderdir. "Ya İstiklâl, Ya Ölüm" sözü varolma istencinin en önemli koşullarını özetlemektedir. İsmet İnönü'nün 21 Kasım 1938 "Türk Milletine Beyannamesi"ndeki ".insanlık idealinin aşık ve mümtaz siması, eşsiz kahraman Atatürk, vatan sana minnettardır" değerlendirmesi ile Celâl Bayar'ın 10 Kasım 1953 Anıtkabir'de toprağa verme töreni konuşmasında "Seni sevmek milli ibadettir" yaklaşımı asla unutulamaz.

Yaptıkları ve yaptırdıklarıyla getirdiği yaşam güzelliğini iyice saptamak için geçmişe bakmak gerekir. Kadınlarımıza 1930'da Belediyelerde, 1933'te Köy İhtiyar Kurullarında, 1934'te genel seçimlerde seçme-seçilme hakkını kazandırdı. Avrupa'nın göbeğindeki İsveç'te 1974'te bunu sağlayabildi. Almanya, İtalya da Türkiye'den sonra kadınlara oy hakkı tanımıştır. Dört yılda Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı kazanıp 623 yıllık saltanatla hilafete son vererek cumhuriyeti kurmuş, onbeş yıla başka ülkeni çağ boyu başaramadığı devrimleri sığdırmıştır. Türkiye için yeniçağ 1923'te başlamış sayılabilir. Atatürk gerçekten Türkiye için insanlık, çağdaşlık, bağımsızlık ve özgürlüktür.

Tören Atatürkçülüğünden kurtulup O'nu anlamaya çalışmak, küreselleşme-globalleşme ve yeni liberalizm savlarıyla kapitalist emperyalizmin BOP'la başımıza örülecek, çorabından kurtulmamızın en akılcı yöntemidir. "Çoğunluğun dili dilimiz, adı adımız" ilkesiyle benimsediğimiz ulusal yapı, Avrupalıların "Türkiyeli" diyerek çoğunluğun Türklerde olduğunu bildikleri Anadolu toplumu karakterini korumalıdır, koruyacaktır. Dinci ödünlerin açtığı çukurlarda boğulmayacaktır.

Kimi aşağılık nedenlerle günümüzde daha çok Kabakçı Mustafa, Abdülhamit, Derviş Vahdeti Said-i Kürdi (Nursi), Vahdettin, Damat Ferit, Dürrizade, Ali Kemal, Şeyh Sait var. İşimiz zor. Birçok şey satıldı, hem de "Babalar gibi." denilerek. Sırada satılacak başka şeyler olduğu söyleniyor ama onurumuzu asla satmaz, sattırmayız. Bayrağımızı dalgalanıyorsa, yabancı askerler kapılarımızı tutmuyor, kızlarımızı alıp götürmüyorsa, "Türk" sözcüğüne ve adlarımıza yasak konmuyorsa hepsini Atatürk ve arkadaşlarına borçluyuz. İnanç özgürlüğünü de. Ya şimdi olanlar? "Kemalizm"le "Atatürkçülük"ü birbirinden ayrı, "Cumhuriyet"le "Demokrasi"yi birbirine karşı gösterme aymazlık ve ahmaklıkları. Devrim Yasaların büsbütün geçersiz kılma, Anayasa'yı Atatürk'ten arındırma çabaları. Devleti, başta belediyeler kimi kurum ve kuruluşları oy ve iktidar için kullanmak, hukuk ve dini siyasallaştırıp demokrasiyi dinselleştirmek, din devletine özenmek, imam nikâhına, çok eşliliğe, asla din gereği olmayan sıkmabaş yoluyla kadını dışlayıp karanlığa gömmek, yanlış bir insan hakları ve demokrasi anlayışı, gereksiz hoşgörü ve tam bir sömürüyle toplum düzenini bozmak, aynılıkçılık ve bölücülük yapmak, partizanlık ve kadrolaşmayla organlara adam yerleştirerek, kendi adamlarını getirerek devleti ele geçirmek, yolsuzluk, soygun, kayırma ve çıkarla adalete güveni sarsmak, eğitimi yozlaştırmak, sanatın içine tükürmek, çevreyi ve doğayı kötüye kullanmak, "Köylü milletin efendisidir" denilen dönmelerden "Al ananı git!" denilen günlere geldik. Aşiret temelli feodal düzen, şeyhler, reisler, ağalar, efendilerle ünlenen tarikat yapısıyla siyasal, hukuksal otoriteyi dinin eline vererek lâikliği geçersiz kılma, siyasal ve sosyal bir aşama olan demokrasiyi sözde-yapay, cumhuriyeti biçim ve kağıt üzerinde bırakma, Atatürk ilkeleri üzerine kurulan, kaynağında laiklik ve çağdaşlık bulunan cumhuriyet, "Her şey halkla olacaktır" diye Samsun'a çıktığında konuşan Mustafa Kemal unutulmakta, unutturulmaktadır. Özünde düşünsel bir devrim olan dil devriminden dönülmekte, her alanda yozlaşma belirtilerine seyirci kalınmaktadır. Çağırılan ve diktadan kaçarak Türkiye'ye sığınan yabancı bilim adamlarını, kuruluş yıllarının ortam, koşul, olanak ve kadrolarını, dünya ekonomik buhranını unutup hiç sıkılmadan, Atatürk'ü diktatörlükle, dönemini de faşistlikle suçlayan, lâikliği karalayan öğretim üyeleri ve patron maşaları türedi.

Doğal, olağan karşılanması gereken teknolojik ve ekonomik gelişmelere göre geleceğimizi değerlendirmek yanılgılara götürür. Özü savsaklanıp biçim yeğlenirse temel yıkılır. Ulusal konular, değerler ve ilkeler bağlamında duyarsızlık bağışlanamaz. Temeli bırakıp kişisel ya da kurumsal çıkarlara öncelik vermek, temelsiz kalıp her şeyi yitirme tehlikesini getirir.

Bu arada demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez öğelerinden sayılan siyasal partilerin, ülkeyi ve ulusu kapsayan bir insan ve hukuk kurumu olan devlet konusunda özenli davranmaları zorunluluğuna değinmekle yetiniyorum. İran, Irak, Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Sudan, Yemen, Arabistan, Libya, Cezayir, Fas, Tunus, Mısır, Yugoslavya. Nice örnek verilebilir.

Gerçekte "Atatürk Öğretisi" hepimizin yaşamsal sorunudur. Büyük Söylevi, çoğu gelişigüzel anlatılan Türk Devrim Tarihi derslerinin en önemli bölümü saymak, hattâ ayrı ders durumuna getirmek yararlı olacaktır. Atatürk'ü anlayanlara anlatmak fazla, anlamak istemeyenlere anlatmaya çalışmak da boşunadır. Atatürk'e saldırarak kendilerini inkâr durumuna düşenler yurttaşlık bilinciyle insanlık niteliklerinden yoksun olan zavallılardır. 1950 sonrasını bırakıp sonsuza göçenlere saldırı ile gündemi saptırmak isteyen, katılıklarıyla kötü örnek olan aydınlar sakıncalı tutumlarını sürdürdükçe Atatürkçülerin sorumlulukları artmaktadır. Atatürk'e saldırmanın özgürlük, gerçekleri ve değerleri savunmanın suç sayıldığı bir ortamdan terör yararlanır. Bu nedenlerle sorumluluğumuz büyüktür.

Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Parti liderleri-yetkilileri dinci konuşmalar ve öneriler yapar, bu konuda açık yan tutarsa; yöneticiler "Türk" olduklarını söyleyemeyip azınlıkları azgınlaştıran, bölücü ve yıkıcıları şımartan alt-üst kimlik tartışmasıyla ayrılıkçılığı körüklerse; soy ve inanç sömürüsü siyasal destek bulursa; ırkçı-faşist, şeriatçı-tarikatçı, numaracı-cumhuriyetçi, AB'ci-ABD'ci, dönek ve sapkın, "demokratik hoşgörü" maskeli aymazlıkla izlenirse; kurtarıcı-kurucu ve arkadaşlarına karşı çirkin söylemler gülerek dinlenir, önlenemezse; anayasal demokratik düzeni koruyup güçlendirmekle yükümlü iktidar rejime karşı olursa; sömürücü sakıncalılar kimi üniversitelerde yuvalanır, kimi medyada çöreklenirse; lâik cumhuriyete, devletin tek'liğine, ülkeni tüm'lüğüne, ulusun bir'liğine karşı partiler kurulup terör örgütüyle işbirliği yapar ve Meclis'e girerse; Cumhuriyetin kazandırdıkları göz ardı edilip saltanat ve hilafet özlemi duyulursa, haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk, kayırma, âdi suçlar birbirine eklenip yaygınlaşırsa; üniversite özerkliğine değer verilmezse; anlamsız ve ilkel yasaklarla konuşup yazma özgürlükleri kısıtlanırsa; tarihimiz, Atatürk ve Ulusal Kurtuluş Savaşı'ndan soyutlanır, Çanakkale Savaşı Mustafa Kemal'siz anlatılır, şehitliklerde bağnazlar görevlendirilirse; Sevr'i yenilemek, Lozan'ı geçersiz kılmak isteyen doyumsuz Batı'nın istekleri buyruk gibi algılanıp yerine getirilirse; AB'ye üye olmadan ulusal egemenlik konusunda ölçü kaçırılıp ödünle düzenleme yapılırsa; yargıya el atılıp bağımsızlığı, yansızlığı ve güvencesi hiçe sayılırsa; demiryolları "komünist işi" ilân edilip karayollarında on binlerce yurttaşın yitirilip sakat kalmasına aldırılmazsa; yönetici ve siyaset adamları yargıya çatarak güveni ve saygıyı yıkıp mafya etkilerine kapı açarsa; yapılanmada, kentleşmede, beslenmede, çalışma başta olmak üzere yaşamın başka alanlarında boşluk, bozukluk, güçlük, birbirine eklenirse; devrimler yerine safsata, bilim yerine din, akıl yerine inanç, gerçek yerine varsayım, aydınlık yerine karanlık istenip fetva ve ferman dönemiyle tekke, türbe, zaviye, dergâh istenirse; partizanlık ve kadrolaşma iktidarın becerisi sanılıp desteklenir, kabadayılık, külhanbeylik ve takiyye alkışlanırsa; Anayasa ve temel yasalarla iktidar hırsı için oynanır, federatif yapıya kapı açacak hukuksal düzenlemeler ve sayısal çoğunlukla her şeyin yapılacağı sanılıp halk oylaması kötüye kullanılırsa; armağan paketleri ve öbür açılımlarla namus bilinmesi gereken oy alınıp satılırsa; tarikatlar cirit atar, haremlik-selâmlık uygulaması yapılırsa; İslâm'ın değil, siyasal İslâm'ın simgesi olan, dinsel hiçbir zorunluluğu bulunmadığı din bilginlerince de açıklanan sıkmabaş giderek artar, torpil aracı, anahtar, süslü kartvizit olarak kullanılır, kavga aracı kılınırsa; milliyetçilik yanlış anlatım ve bilgisizlerin suçlamalarıyla hafife alınırsa; kimi dinci kurslarda Atatürk'e hakaretle ant içilirse; eşitlik, toplumsal barış, ulusal dayanışma gereksiz görülürse; terör örgütü verilen şehitlerin acısıyla yana yürekleri durduracak söylemlerle örgütbaşının resmini taşıyıp slogan atarak kentleri karıştırıp kolluk güçlerine saldırırsa; teröristlerin affı istenirse; kimi meslek kuruluşları, dernek, vakıf, imzacı ve bildirici kişiler devlet ve özellikle silâhlı kuvvetler düşmanlığı yapıp terör örgütünü ve teröristleri koruyup kurtarmaya çalışırsa; iç ve dış borç ağırlığı altında ezilir, yabancılara karşısında eğilinirse; toplum olumsuzlukları kanıksar, uygar tepkiden kaçınır, güç karşısında geriler, uyarılarla ilgilenmez, sorunlara çözüm aramaya katkı vermezse; bağımsızlığın, özgürlüğün ve egemenliğin değeri bilinmezse; Atatürk ve İnönü dönemlerinin onuru, saygınlığı, kararlılığı, güveni, devrimciliği, devingenliği, 10. Yıl Marşı'yla yansıyan görkemi, gönenci ve coşkusu anımsanmazsa; yurttaşlık bilinci yitirilir, insanlık gerekleri yadsınır, çıkar güdüsüyle davranılırsa nasıl ayakta durabilir, nasıl ilerleyebilir ve nasıl varlığımızı sürdürebiliriz? Atatürkçülük bu aykırılıkları karşılayıp giderme gücüdür. Atatürk'ün gösterdiği yönden, açtığı yoldan ayrılırsak bizi hiçbir şey kurtaramaz.

Hepimiz Atatürk'ü beynimizde, yüreğimizde yaşatarak yaşamalıyız. Atatürk'çe düşünmek, çalışmak ve yaşamak ulusal ülkü olmalıdır. Atatürk'te anlaşmalı, birleşmeli, güçlenmeli, büyümeli, çoğalmalı, yükselmeli ve yücelmeliyiz. Birinci ödevimizin yüklediği sorumluluktan onur duyarak Atatürk'ün adımız ve andımız olduğunu gururla ve kıvançla yineliyorum.

Yekta Güngör ÖZDEN, 10 Kasım 2007

http://www.guncelmeydan.com/pano/hepimiz-sorumluyuz-yekta-gungor-ozden-t33025.html


***

19 Nisan 2020 Pazar

Gökçe Fırat FETO’cu değildir Kemalizm’e sımsıkı bağlıdır,

Gökçe Fırat FETO’cu değildir Kemalizm’e sımsıkı bağlıdır,




Yekta Güngör Özden
26 Eylül 2016

Onbeş yılı aşan tanışmamızdan bu yana tutum ve davranışlarında kişliği ile bana güvern veren, çalışmalarıyla beğenimi kazanan yazar Gökçe Fırat’ın sakıncalı bir durumuna rastlamadım. Güvene, saygıya, başta ATATÜRK, ulusal değerlerimize ve ilkelerimize gösterdiği özenle hep arkadaşları arasında özgün bir yeri olduğunu izledim. Yürürlükteki kurallara aykırı bir eylemine, duruşuna rastlamadım ve böyle bir ortam içinde olduğunu duymadım. İnsanlık ve nezaket gereği kimi yerlerde bulunması, kimileriyle yan yana gelmesi, el sıkışması ve fotoğrafta yer alması, her zaman terbiyeye aykırı bulunacak kaçınılmaz durumlardır. Bu tür birliktelikleri hukuka aykırı bulmanın uygarlıkla ve demokrasiyle ilgisi yoktur. Hele bir yazar için karalama ve suçlama nedeni sayılmasını anlamakta güçlük çekiyorum. Ceza konusu bir olaya kaynak olmadan, böyle bir olaya karışmadan, kanıt olmadan, kimi yakıştırma ve yorumlarla, hele kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan suçlu sayılmasını asla doğru bulmuyorum.

 Kaldı ki, Atatürk karşıtlıklarını çekinmeden sergileyenlere yazdıklarıyla karşı çıkmış, FETO’cuları başyazarı olduğu Türk Solu gazetesinde herkesten çok kınayıp eleştirmiştir. Kemalizm’e sımsıkı bağlılığını yansıtan yazı ve konuşmaları ortadadır. Basın özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken yazılarıyla Ulusal Parti Genel Başkanı olarak siyasal yönelişine ilişkin açıklamaları demokratik gereklere göre değerlendirilmelidir. Sakıncalı bir eylemi, konuşması, yazısı, katılımı kanıtlanmadıkça suçlu gözüyle bakılamaz.
 Gökçe Fırat’ı Fetocu’lukla ya da herhangi bir biçimde onlara yardım, destek, katkı ve katılmayla suçlamanın gerçeklerle bağdaşamayacağı görüşündeyim. Yansız yargının gerçeği saptayacağı umudunu taşıyorum. Tutuklandığını duyunca şaşırdım ve üzüldüm. Aydınlık gelecek diliyorum.

http://www.turksolu.com.tr/gokce-firat-fetocu-degildir-kemalizme-simsiki-baglidir/

***

Gerçek Kurtuluş İçin.

Gerçek Kurtuluş İçin. 




Yekta Güngör Özden  
05.05.2003/Sayı:29


23 Nisan özgür, bağımsız ve gönençli bir ulus olarak yaşamanın altın anahtarı Ulusal Egemenlik ilkesini simgeleyen, temelde Türk Ulusunun yönetimini kendi eline aldığını dünyaya duyuran Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Mustafa Kemal’in önderliğinde açılışının 83. yıl dönümüdür. Ulusumuza kutlu olsun.  

 Ulusun yazgısını kendi özgür istenciyle belirlemesi, her yaptığını sürekli olarak denetleyeceği, her işlem ve tutumundan sorumlu tutacağı hükûmet düzenini gerektirdiği için, bu yönetim altında ulusun bağımsızlık, özgürlük, birlik ve gönencinin gerçek güvence altında olacağı doğru bir düşüncedir.  

Mustafa Kemal, “Ulusun yazgısını yine ulusun azim ve kararı belirleyecektir!” ilkesini bayrak yaptığı için, o zamana değin anlamsız savaşlarla tükenmenin eşiğine getirilmiş olan Türk Ulusu’na “Bu savaş benim savaşımdır.” diye benimseterek Bağımsızlık Savaşına yöneltebilmiştir. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nın zaferle tamamlanışını Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne müjdelerken, “Ulusun geleceğini doğrudan doğruya üzerine alarak umutsuzluk yerine umut, dağınıklık yerine düzen, duraksama yerine kararlılık ve inanç koyup yokluktan koskoca bir varlık çıkardığını, bu Anadolu zaferinin, tarihte bir ulus tarafından tam olarak benimsenen ulusal egemenlik düşüncesinin ne denli büyük ve dinç bir güç olduğunun en güzel örneği olarak kalacağını” belirtmiştir. 

Ulusal egemenlik ilkesine doğru anlamı vermek 

Atatürk, yalnız askerî zaferin değil, gerçek kurtuluşun, yani bir daha “kurtulmak” zorunluluğuna düşmemenin güvenceye alınabilmesi için ulusal egemenlik düzeninin doğru anlaşılıp dürüstlükle uygulanmasının yaşamsal önemini de vurgulamıştır. Özellikle ulusal egemenlik düzeninin devlet yönetimi yanında, eğitim, aile, ekonomi, felsefe, ahlâk, sanat, dil, yazı, giyim ve kuşam gibi tüm kamusal yaşam alanlarının da dinsel ve dinsel olmayan her türlü baskıcı bağdan özgürleşmesini zorunlu kıldığını görmüş ve bize bağımsız, özgür ve çağdaş bir ulus olarak yaşama olanağını sağlayan devrimleri gerçekleştirmiştir.  

 Atatürk, ulusal egemenlik ilkesine doğru anlam veren ve ona dürüstlükle bağlı kalan düşünce ve eylem yapısıyla, bu yaşam ilkesine yapılacak açık ya da dolaylı her türlü saldırı girişimini Türk ulusunun yaşamına yönelik bir suikast, Türk Ulusu’nun yüreğine gönderilmiş zehirli hançer saymıştır. Başta lâiklik olmak üzere devlet ve öteki toplumsal kurumlar alanında gerçekleşen devrimler, ulusal egemenlik ilkesini saldırılardan korumaya yönelik anayasal kurumlar ve önlemlerdir. Ancak, ulus egemenliğine dayalı lâik devlet ve toplum düzenini suikastlar karşısında koruyup kollamakla görevli anayasal kurumların ödevlerini yerine getirememesi durumunda, yani halkımızın bilgece deyimiyle tuz koktuğunda, her yurttaşın baskı yönetimine karşı direnme hakkının doğacağını belirtmiştir. Yüce Atatürk bu konuda şunları söylüyor: “Kuşku yok ki ulus bir çok özveri, bir çok kan karşılığında elde ettiği yaşam ilkesi olan ulusal egemenlik ilkesine kimseyi saldırtmayacaktır. Bugünkü hükümetin, Meclisin, yasaların, Anayasanın niteliği ve varlık nedenleri hep bundan ibarettir.  

 Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim; bir varsayım olarak, bunu sağlayacak Meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler, yine öldürürüm!”  

Ulusal egemenlik ilkesi kamu yönetimi tarafından çiğneniyor  

 Derin acılar içinde görüyoruz ki, Büyük Atatürk’ün her şeyin üzerinde tutulup, her türlü özveri gösterilerek korunması gerektiğini belirttiği ulusal egemenlik ilkesi, devlet ve toplum yaşamımızda uzun yıllardan beri adım adım, değişik oyunlar ve çirkin yöntemlerle işlemez kılınmaktadır.  

 Ulusal egemenlik ilkesinin baş uygulayıcısı olması gereken kamu yönetimi, partizanlık yoluyla hukukun üstünlüğünü ve yasalara saygıyı yok ederek, yurttaşlar arasında eşitliği bozarak, kamu kaynaklarının yolsuzluk ve hırsızlıkla soyulmasına ortam hazırlayarak, tarikat okulları ve benzeri yollarla eğitim birliği ilkesini yıkıp ulusal birliği dinamitleyerek ulusal egemenlik düzenini yıkmanın baş etkeni durumuna getirilmiş bulunmaktadır. Yine ulusal egemenlik ilkesi gereğince gönenç devleti ilkesinin hizmetinde ekonomik kalkınmanın etkin aracı olması gereken kamu yönetimi iç ve dış sömürücü çevrelerin dayatması ile, bu görevinden uzaklaştırılmış, bunun sonucu olarak işsizlik ve yoksulluk yaygınlaşmış, eğitim, sanat ve meslekten yoksun bırakılan nüfusun ulusumuz içindeki oranı artmış, ulusal dayanışma ortamı bozulmuş, ulusal egemenlik düzeni için en önemli destek olan demokrasi kültürüne sahip yurttaş desteği zayıflatılmıştır.  

 Bir yandan da devlet yönetiminden eğitime, ekonomiden kadın haklarına, sanat ve felsefeden giyim kuşama varıncaya değin her alanda lâiklik ilkesi baltalanmakta, ulusumuzu uyuşturup kötürüm kılmak üzere, demokrasi düşmanı, orta çağ artığı karanlık mikrop yuvası tarikatlar, kamu kaynaklarıyla özellikle desteklenip semirtilmekte, yurt içinde ve dışındaki kamusal kurumların etkinliklerine çağrılmaları öngörülmektedir. Demokrasinin olmazsa olmaz gereği olan lâiklik ise “din karşıtlığı” imiş gibi sunularak gerçekler ters-yüz edilmekte, ulusal bilinç köreltilmek istenmektedir.  

 Bu ortamda uluslararası meşrû hak ve yararlarımız da sahipsiz ve savunmasız kalmış bulunmaktadır. Ulusal kalkınmamızı engelleyecek, kaynaklarımızı sömürecek, ulusal birlik ve yurt bütünlüğümüzü dinamitleyecek koşullar öne süren, hattâ tümüyle demokrasinin gerekleri ve Cumhuriyetimizin temeli olan Atatürk ilke ve kurumlarına saldırarak bunlardan uzaklaşmamızı dayatan AB’ne, küçük bir sömürgen azlığın çıkarı için, ülkemiz ve ulusumuz peşkeş çekilerek sığıntı gibi sokulmak istenmektedir.  

 Özetle, ulusumuz iç ve dış sömürgenlerin elbirliği ile bir yandan Arap ülkelerinin düşkün durumuna sürüklenmekte, öte yandan sömürgeci Batı’nın Anadolu’yu bin yıl önceki gibi bir Roma-Yunan eyaletine dönüştürme hevesi uyandırılmaktadır.  

Başkanlık sistemi kişisel diktaya yol açar  

 Sevgili ulusumuz, bu kötülüklerin tümünün de baş nedeni, ulusal egemenlik yani ulusa karşı sorumlu yönetim ilkesinin siyasal partiler eliyle ortadan kaldırılarak bir görüntüye indirgenmiş olmasıdır. Siyasal partilerin iç yapısı demokratik olmaktan çıkarılarak, milletvekili adaylarının büyük bölümünün parti başkanları ve yandaşlarınca belirlenmekte olmasıdır. Şimdi de, partilerin bu yapısından yararlanılarak “başkanlık düzeni” getirilmek ve ulusal egemenlik ilkesini yıkma çabaları daha ileri boyutlara ulaştırılmak çoğunluk diktasından kişisel diktaya geçilecek bir yolun açılması istenmektedir.  

 Demokraside “Dördüncü Erk” olması gereken kitle iletişim araçlarının da çok büyük bir bölümü, partizan yönetimin ve uluslararası sömürü ortamının sağladığı haksız kazançlarla beslendiğinden güdümlü yayın yapmakta, ulusumuzu gerçeklerden habersiz kılmakta, çoğu kez de yanlış yönlendirmektedir. Atatürk’ün Erzurum Kongresi’nde yakındığı gibi “Ülkemizin her yanında çok miktarda yabancı parası ve yabancı propagandası dolaşmakta”, ulusal birliğimiz içerden yıkılmaya çalışılmaktadır. Bunların sonucu olarak başarısızlık bir yana, cinayet ve hırsızlık gibi yasa-dışı eylemlerinin bile hesabını vermemenin yolunu bulmuş bir siyasetçi takımı ülkemizde at oynatmaktadır. Bunun, ulusal egemenlik düzeni olmadığı açıktır. Bu sakat durum yüzünden Türk Ulusu’nun sesi kısılmış, hakları dile getirilemez olmuştur.  

 Komşumuz Irak halkının başına gelen yıkımlar, “Ulusal egemenlik” ilkesini anlayamayan ve uygulayamayan bunca müslüman halkların, yurtlarını da onurlarını da yabancı saldırısından ve onlarla işbirliği yapan yerli baskıcılardan kurtaramadıklarını gözler önüne sermiştir. Böylece Atatürk’ün ulusal egemenlik düzenini doğru anlayıp dürüstlükle uygulamayı neden bağımsız ve onurlu yaşamanın zorunlu gereği saydığı daha iyi anlaşılmaktadır. Bu ilkeye her türlü saldırının baskıcı yönetim getireceği, baskıcı yönetime karşı her yurttaşın direnme hakkı bulunduğu uyarısını yapmış olmasının anlam ve önemi ortaya çıkmaktadır.  

83. yıl dönümünde Ulusal Egemenlik Bayramı’nın ulusumuza kutlu olmasını diliyor, bu ilkeyi ulusumuza kazandıran Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ve bu yolda O’nunla birlikte uğraş veren ulus büyüklerini saygı ve bağlılık duygularıyla anıyor, ulusal egemenlik ilkesinin aykırılıklardan ve saldırılardan korunması yolunda her tülü özveriyle mücadeleyi sürdüreceğimize bir kez daha söz veriyoruz. 


http://www.turksolu.com.tr/29/ozden29.htm


***

Çarpıtma ve Saptırma

Çarpıtma ve Saptırma 





Yekta Güngör Özden  
21.04.2003/Sayı:28


Yazılı ve görsel basının (medya) doğasında kendilerinin de zaman zaman yakındıkları çelişki, çarpıtma, saptırma, gerçek dışı haber, karalama ve saldırıyı olağan karşılayan bir özellik vardır. Nice olaylar yaşanır, davalar, cezalar ve ödenceler gündeme gelir, üzüntü açıklanır, söz verilir ama tutarsızlık yinelenir. 

Başkalarının kişiliğine ve düşüncelerine saygı duymayanlar kendilerine yönelik en küçük eleştiriye katlanamazlar. Çekinmeden, gerçek dışı, insanlık ve terbiye dışı yazı ve konuşmalarını sürdürürler, arkadan vurma türü araştırıp soruşturmadan, inceleyip bilgi toplamadan yazarlar. 

“İnsan hakları, düşünce özgürlüğü ve demokrasi” çığlıkları yalnız kendileri söz konusu olunca anımsanır. Eleştiri yerine yakıştırma ve karalamalarla saldırıya geçerler, yanıt hakkı tanımadan, düzeltmeye yer vermeden. Üstelik “demokrat, ilerici, dürüst” niteliklerini kimseye bırakmadan. Düşüncelere, görüşlere yönelik olması gereken değerlendirmelerini hiç geçmemiş olaylar, kullanılmamış sözlerle süslemeyi de beceri sayarlar. 

Sayfalar tutacak çirkin örneklerden en yenilerinden bir kaçına değineceğim. Haklı olarak, “Mütareke basınından beter oldular”, “Büyük bir kesimi terör aygıtına dönüştü”, “Medya mafyası mı, mafya medyası mı?”, “Medyanın gücü yok, gücün medyası var” sözlerinin edildiği ortam, toplumsal düzeyimizin de göstergelerinden biridir. 

Kimlerin neler yazdığı, nerelerde üslenip yuvalandıkları, önce nasılken şimdi ne olduğu, kimlerin nerelere kimlerin aracılığı ile yerleştiği, ikiyüzlüler, dönekler, dönmeler, çıkarcılar, yalancılar, militanlar, ırkçı-faşist, şeriatçı-köktendinci, kiralık, satılık vd. tanınmakta, bilinmektedir. 

Birbirlerine pas vererek yazıp konuşanlar, aldatıcı, yanıltıcı açıklamalarıyla değerlerini giderek yitirenler, kalemleri ve dilleri pastan, küften, pislikten geçilmeyenler, bilgi yoksunluklarına bakmadan böbürlenerek dolaşırlar. 

Atatürk ve İnönü ile Atatürkçülere doğrudan saldırmaya çekinenler, olmadık bahaneler bulup yaratarak kötülüklerini sıralarlar. 

Geçenlerde Atatürk’le İsmet İnönü’yü birbirine eşit tuttuğum yazıldı. Birbirine eşit gösterilen, ya da gerçekten böyle olanlar bulunabilir, ama ben öyle demedim. Benim dediğim “Atatürk ve İnönü iki seçkin ve saygın Türk büyüğüdür, birbirlerini tümleyen iki ulusal değerdir” Bu, bana özgü anlatımlardan, tanımlamalardan biridir. Atatürk ve İnönü başka biçimlerde de anlatılabilir. Benim yazdığımı kendi amacına göre yorumlayıp suçlamaya kalkışmaya kimsenin hakkı yoktur. 

İnsanlar, kimi gün kimileri öyle söyleseler de birbirinin “tıpkısı” değildir. İkizler bile her yönüyle birbirine benzemez. Birisini içtenlikle izleyen, “En iyi iltifat taklittir” sözünü anımsatırcasına başkasına öykünen, özenen olabilir. Kimi yanları benzeyebilir de. “Hık demiş burnundan düşmüş” sözünün yakınları için söylendiği gibi. Ama kimse kendinden başkası olamaz. 

Atatürk’le Saddam’ın birbirine ters ve yakın yanları olması da onların birbirinin aynı olduğunu göstermez. Atatürkçülerden kimse Saddam'ı Atatürk yerine koymamış, Atatürk’le bir tutmamıştır. Saddam’ın Atatürk’e benzeyen yanı yayılmacı ve sömürgeci yabancı güçlere karşı duruşu, Irak’ı kendi yöntemiyle öbür Arap ülkelerinden ayıran kimi yeniliklerle uygarlaştırıp güçlendirmeye çalışması anlatılmıştır. Anlatım özelliğinden kaynaklanan, biçem (üslup) rengi taşıyan sözler ve yazılar yanlış ve amaçlı değerlendirmelerle kınanamaz. Kimi konu ve sorunlarda benzer tutumlar sergilemek belli alanlarda benzeşmeyi gündeme getirebilir. Sınır burada biter. Benzemek o olmak değildir. 

Atatürk’le İnönü’nün birbirini tamamlaması, güçlendirmesi, etkin kılması ayrı, birbirinin aynı-tıpkı olması ayrıdır. Bunları ayırdedemeyenler, çarpıtıp saptıranlar, kendilerini haklı çıkartmak çabasıyla yanılanlardır. Bedensel, ruhsal benzerlik, duygu, düşünce birlikteliği bile bir “benzeyiş”tir, “aynılık” değildir. Kopyalamanın bile aynı olduğu savunulamaz. Sağlanan asılın kopyasıdır, asıl geri getirilememektedir. 

Yakınlık, eşdeğer olmak, eşitlik ayrı ayrı durumlardır. Atatürkçülerin Atatürk’ü başkasıyla bir tutması düşünülemez. Böyle bir eğilim olanaksızdır. Kimi yanlışlık ve yanılgılarla gerçek Atatürkçüleri sahte Atatürkçülükle suçlamak, Atatürk karşıtlarına katkıda bulunmaktan başka şeye yaramaz. Sık sık “Ne çektiysek sahte milliyetçilerden, sahte demokratlardan, sahte dindarlardan, sahte Atatürkçülerden çektik” sözümü bu kez de yineliyorum. Atatürk ve laik Cumhuriyet karşıtlarıyla paslaşanlar da sahte Atatürkçüdür. Gericilere yalan yanlış bilgi aktarıp, tiksindirici yayınlarla etekleri zil çalan aşağılıklar da böyle. 

Yazıların sorumluluğu yazarınındır. Yasal sorumluluk ilgili kurallar gereğince yönetenleri kapsasa da amacın ve anlamın ağırlığı imza sahibinindir. Dergi ya da gazetenin bir yazarını bir başkasının yazısı nedeniyle sorumlu tutmak ilkelliktir. Ülkemiz gazetelerinin bir çoğunda birbiriyle bir çok yandan ters düşen, birbirini aynı gazetede acımasızca eleştiren yazarlar vardır. Gazetenin logosuyla bağdaşmayan yazılara sürekli yer veren gazeteler vardır. Birine bakıp öbürü suçlanamaz. 

Saddam’ın 15 yıldır süren uğraşları ABD ve yandaşı ülkelerin uluslararası hukuku çiğneyerek, ilgili kuruluşları, kimi uyarı ve önerileri, kimi kuruluşlar da birlikte olduğu devletleri hiçe sayarak üstünlük ve egemenlik kurmak, petrole el koymak için giriştiği gereksiz savaşı, Türkiye’yi güç durumda bırakan ikilemli davranışları, Irak’ın kuzeyindeki oluşumlara desteğini, verdiği sözlerini tutmadığını kimse görmemezlik edemez. Kimse Irak’ın ve Saddam’ın her şeyini savunmuyor. Ama “Koalisyon saldırısı”nda Saddam’ın desteklenmesini istiyor. Bu, bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin korunması istemidir. Ambargo ile kıskaca alınan, ağır yükler altında bunalan, neredeyse boğulan Irak yönetimini suçlama kolaylığı hakka saygı duygusuyla bağdaşmaz. 

Saddam elbet ve asla Atatürk olamaz. Atatürk’ün yaptıklarını yapamadığı için battı. Irak halkı da, başka uluslar da yalnız namaz kılmakla kurtulunamayacağını gördüler. Saddam simgedir. Mücadelesi desteklenen Irak ulusudur. 

Atatürk düşmanlarından Atatürkçülük öğüdü almaya katlanılamaz. Temiz inanmışlığın, dindarlığın hiçbir gereğine uymayan, sömürücü köktendincilerin yayınları ortada. Beni 28 Şubatçı olmakla suçlamaya kalkışan zavallılar var. 28 Şubat’ta görevlerinde olan herkes gibi ben de görevimdeydim. 28 Şubat’la ve 28 Şubatçılarla hiçbir ilgim olmadı. 

Namuslu ve onurlu insanlar yalan söylemezler. 28 Şubat’ta Milli Güvenlik Kurulu’nun üyeleri içinde köktendincilerin ağababaları vardı. Kararları onlar aldı. Askerlere ve Silahlı Kuvvetler’e güveni, saygısı olanları suçlamak küçüklüktür. 

Alınan kararlar hukuka uygundur, yerindedir, yararlıdır, zorunludur. Askerler, siyasetçileri silah gücüyle yerinden almadı. Böyle bir olay ve yakınma duyulmadı. İktidar, yerini bırakmasaydı. Hem kararlara katılacaksınız, uygulanması için genelge yayınlayacaksınız, hem de ağlaşacaksınız. Ben, 28 Şubat kararlarının (içlerinde 5 sivilin de bulunduğu Milli Güvenlik Kurulu kararlarının) olağan, ulusal yönden çok yararlı olduğunu söyledim, o kadar. Hiç kimseyle, hiçbir kurumla, açık-gizli bir ilişkim olmadı. Tersini söyleyenler yalancıdır. Hakaret içeren yazıları nedeniyle tazminata mahkum ettirdiğim kimileri yine yazabilirler. 

Kimilerinin ahlâk düşüklükleri de duyulmaktadır. Kendilerinin Avrupa dalkavukluğu yapmaları, vatan satıcılığına yeltenmeleri demokratlık, benim-bizim vatan savunuculuğumuz asker yandaşlığı sayılmaktadır. Kimi konuşmaları nasıl eleştirdiğimi de bilmeyecek, anlamayacak ölçüde ilgisiz-bilgisiz ya da tersine çevirecek ölçüde ahlâk yoksunu olanlara rastlanmaktadır. Patronları buyurunca ya da yaranmak için yine saldırıya başlayabilirler, hiç önemi yok. 

Yalana ne gerek var? Dürüstlüğün ilk koşulu, en belirgin özelliği “doğru”yu konuşmaktır. Dalkavukluk, goygoyculuk, şakşakçılık, şarlatanlık, şaklabanlık, militanlık, katılık, madrabazlık, çıkarcılık, mandacılık, maşalık, savaş kışkırtıcılığı, kendini bilen bir kimseye asla yakışmaz. 

Ulusal kimliğini yadsıyanın yurttaşlık bilinci oluşmamıştır. Avrupa’da yaşayıp Türkiye gazetelerinde sütunu olan kimilerinin önceden nerede ve ne “mal” olduğunu tanıyanlar bilir. 

Özgürlüğü, eşitliği, onuru savunmayan, kişiliğe saygı duymayan kimse, hiçbir değer tanımaz. Irak olayıyla ilgili yayınların utandırıcılığı ortada. Kişisel sorunlarını, değişik güçlüklerini bırakıp özveriyle koşturanların önünü kesmenin hiçbir anlamı yoktur. Gerçek gazetecileri de üzen, kimi “soysuzluk” sayılacak bağnazlık, aymazlık, bozukluk ve boşlukların, sapkınlığa değin uzaması acıdır. 

Teokratik monarşiden, cumhuriyetle demokrasiye geçiş, yepyeni kuruluş ve çok kısa zaman diliminde başarılan görkemli sonuçlar göz ardı edilerek Atatürkçülüğe yöneltilen eleştiriler, sahiplerinin kötü amaçlarının kanıtıdır. 

Avrupa 300 yıl bekleyip 300 milyon ölü vererek laikliğe kavuştu. Zamanın tüm olumsuz koşullarına karşın, başta laiklik, Türkiye’nin gerçekleştirdiği tüm devrimler birer övünç kaynağıdır, unutulmaz utkudur. 

Vatanı olmayanın dini, aklı olmayanın Allah’ı olmaz. Hiçbir zaman görevimle bağdaşmayan eylemim, konuşmam yazmam olmadı. Açılmış davalar nedeniyle “Şu partiyi kapatırız ya da kapatmayız, şu yazıyı iptal ederiz ya da etmeyiz” demememe karşın, ne zaman anayasal ve yaşamsal ilkeleri savunmuş, saldırıları yanıtlamışsam, sapkınlar, gerçekdışı anlatımlarla yaygarayı bastılar. İnançlı olmak ayrı, inanç sömürüsü ayrı, kezlerce anlattığımız Atatürkçülüğe saldıranlar vatanın, devletin, ulusun, dinin, demokrasinin, laikliğin, bilimin, insanlığın ne olduğunu bilmeyenlerle, kendi bağımlılıklarına yenik düşen Türkiye düşmanlarıdır. 

Değerbilmez, kendini bilmez, bilgiçlik taslayan, sayrılığı yaygın söylentilerle kimi zaman güldürüp kimi zaman ülkemiz adına acıyla donduran zavallıların durumu, yöneticilerini ve sahiplerini düşündürmelidir. 

Kimin, kimlerin sesi olduğu araştırılmalıdır. Ben, bunların hiçbir sözüne, yazısına aldırmıyor, gülüp geçiyorum. Atıp tutarlar, ne olduğunu, neler yapıldığını, nerede bulunduğumuzu bile bilmezler. Kulaktan dolma, kendi kişisel karşıtlığını yansıtma yazı ve sözleri kendi düzeyini açıklar. Türkiye’yi oyalayan AB’yi, hukuku çiğnediklerini, Türkiye’yi oyunlarla avutmaya çalışan ABD’yi, köktendinciliğin başvurduğu, desteklediği, hoş gördüğü, kışkırttığı terörü, hırsızlığı, soygunları, haksızlıkları ve çirkinlikleri görmezler. Kendi yapıları bunlara uygundur. Bunlarla beslenirler. Kimlerle yatıp kalktıkları, yurtdışında kimlerle ne yaptıkları karanlıktır. Kuralsızlıklara karşın yılmadan, yorulmadan uğraşı anlamazlar. 

İktidar ülkeyi karartma çabalarını hızlandırarak sürdürürken, biz yoksunlukları ve güçlükleri göğüsleyerek aydınlatmaya, halkımızı uyarmaya çağırıyoruz. s 

Atatürkçü olanın başka bir şeyci olmayacağını bilmeyecek kadar bilgisiz olanlara ayıracak zamanımız yoktur. Atatürkçü olduktan sonra başka bir şey olmaya da gerek yoktur. Bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, demokrasi, onur, erdem, adalet, ahlak, insanlık, tüm değerler bu kavramın içindedir. Karşı devrimcilerin yıkım girişimlerine katkıda bulunan sapkınlarla kimi salak ve sapıklar ne yazarlarsa, ne söylerlerse söylesinler, hiçbir engelleme gücümüzü kıramayacak, kıvancımızı gölgelemeyecektir. 

Tüm değişik kaynaklı saldırıları, saldırganları, destekçilerini kınıyor, insanlık, dostluk, barış, dayanışma, demokrasi ve esenlik dileklerimizi yineliyoruz. Yapay ayrılıklar yaratarak yıkıcılığa savunanlar, diktatörlükleri, şeriat düzenine yöneltilen müslümanların yaşadığı ülkeleri, 1919 öncesi Türkiyesi’ni düşünsünler. Varsa kirlenmiş yüzlerimizi, ellerimizi, olayları ve nedeniyle ortaya koysunlar, laf ebeliği, yalan ve iftirayla değil. Terbiyesizlikle hiç değil. Böylelere “Kervan yürüyor” yanıtı yeter mi bilmem? Kötülerin ve malumların saldırısı bizim iyi yolda olduğumuzu, haklılığımızı gösterir. 

Baktığını göremeyen, okuduğunu anlamayan, hiç değilse akılsızlığını ve terbiyesizliğini saklayabilse, ahlâk bozukluğu olanın meslek ahlâkı da bozuktur. Aynaya bakmaya korkanlara söylenecek çok söz var ama onların düzeyine inemem ve bana yakışmaz. 

Şimdilik bu kadar. 


http://www.turksolu.com.tr/28/ozden28.htm

***