ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI,
BÖLÜM 4
Yeşil Kuşak ve BOP’tan sonra ABD’nin yeni İslam Politikası.
Açık Oturum (117): Yeşil Kuşak ve BOP’tan sonra ABD’nin yeni İslam politikası,
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu
İhsan Eliaçık, Aydın Selcen, Halil İbrahim Yenigün, İrfan Bozan,
VİDEO;
https://youtu.be/LjCnbQ2syZM
RADYO DİNLE;
https://soundcloud.com/medyascopetv/acik-oturum-117-yesil-kusak-ve-boptan-sonra-abdnin-yeni-islam-politikasi
İrfan Bozan: İyi Akşamlar. 117. Açık Oturum’a hoş geldiniz. Sedat Pişirici’nin seyahati nedeniyle bu akşam programı ben sunacağım. Bu akşam konuşacağımız konu: “Yeşil Kuşak ve Büyük Ortadoğu Projesi’nden sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni İslam Politikası”. Aslında şu anda da çok sıcak bir gündem var. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, ABD’nin Kudüs’ü başkent tanıması üzerine, diğer ülkelerin tanımaması yolunda bir tasarı oylaması sert tartışmalarla devam ediyor. Tam da konumuza denk gelen bir konu. Bu konuyu kimlerle konuşacağız? Sağ tarafımda, eski diplomat Aydın Selcen var. Kendisi Gazete Duvar’da yazılar yazıyor, Artı Tv’de de program yapıyor. Sol tarafımda, ilahiyatçı yazar İhsan Eliaçık var. Kendisini Anti-Kapitalist Müslüman olarak tanımlıyor; 26 kitabı var ve İslam düşüncesi üzerine üretmeye devam ediyor.
Diğer konuğumuz da uzaklardan, Amerika’dan. Amerika Birleşik Devletleri’nde Stanford Üniversitesi İslam Araştırmaları Merkezi’nde akademisyenlik yapan Halil İbrahim Yenigün. Halil İbrahim Yenigün aslında Türk üniversitelerinde üretim yapıyordu. Ancak Barış Bildirisi’ni imzaladığı gerekçesiyle Kanun Hükmünde Kararname ile görevinden uzaklaştırıldı. O da bilimsel üretimini artık yaban ellerde sürdürüyor. Hepiniz Hoş geldiniz.
Aydın Selcen: Hoşbulduk.
İhsan Eliaçık: Hoşbulduk
Halil İbrahim Yenigün: Hoşbulduk.
Söylediğim, gibi gündem çok sıcak aslında. Şu anda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ABD ve İsrail’in hararetle savunduğu, geçmemesini arzuladığı bir tasarı var. Öbür tarafta da neredeyse bütün bir Müslüman dünyası.
Çok uzun bir giriş yapmak istemiyorum; ancak 2009 yılında o dönem başkan seçilen Barack Obama’nın, Mısır’da, Kahire Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmayı tekrar okudum. İçindeki mesajlara bakarsak: “İslam bir hoşgörü dinidir.” “İslam ABD tarihinin bir parçasıdır.” İsrail’i eleştirmişti. Filistin’in meşru bir devlet olmasını ve tanınmasını, İsrail’in yerleşimler kurmasını eleştirmişti. O günden bugüne geldiğimizde ise, Başkan Trump ve onun Ulusal Güvenlik Danışmanı McMaster aracılığıyla, İslam, radikal İslam, siyasal İslam ve Müslüman dünyasına verdiği mesajlar ve ardından da Kudüs’ün başkent olarak tanınması. Dokuz yılda değişen ABD politikası neden böyle oldu? Değişen sadece Obama’nın gidip Trump’ın gelmesi miydi? Dış politika bazı ülkeler için transatlantik gibi değerlendirilir, yavaş manevralarla olur. Bu akşam bütün bunları konuşacağız. Ben önceliği Amerika’ya vermek istiyorum. Halil İbrahim, merhaba tekrar.
Halil İbrahim Yenigün: Merhabalar.
Siz Stanford Üniversitesi’nin İslam Araştırmaları Merkezi’ndesiniz. Şunu sorayım size: Bütün bu olan biten, McMaster’ın “Radikal İslam’la siyasal İslam arasında bir köprü vardır” diyerek, aslında Müslümanların hiç hoşuna gitmeyecek, ortalama bir Müslüman’ı dahi rencide edecek uygulamalar, İslam dünyasına yönelik –bir savaş demeyelim ama– eski politikalardan son derece uzaklaşan bir ABD politikası var. Bu, orada, oranın entelijenyasında, diğer politika yapıcılarında, düşünce kuruluşlarında hâkim olan bir görüş müdür?
H.İ.Y.: Ben Kaliforniya’dayım, ABD’nin en batısında. Malum, sizin Washington’dan devamlı katılan konuklarınız var. Haliyle, onların Washington’daki havayı daha iyi soluduğunu söylemek mümkün. Onun esintisi bize biraz daha az geliyor. Yalnız ben şunu söyleyeceğim: Genel itibariyle ABD’de, Müslümanların dostu veya İslam dostu olan her kesimde Trump’a karşı çok ciddi bir rahatsızlık var. Trump’tan dolayı Müslümanlarla çok daha fazla dayanışma ihtiyacı hissediliyor. Böyle bir durum var.
McMaster konusuna gelince; aslında McMaster’ın gelişi, Türkiye ve Rusya ajanı olarak bilinen Michael Flynn’in gidişi ile alâkalı olan bir durum. Onun sonrasında gelen birisi ve Flynn’in aksine, o kadar da tartışmalı bir isim değil. Flynn, özellikle bu casusluk üzerinden adı Gülen’i kaçırma iddialarına bulaştığı için, ama daha çok Rusya ile ilişkisi dolayısıyla çok tartışmalı bir isim oldu ve şu an başı kanunla belada. Bu herkesin malumu zaten.
Ancak McMaster’da böyle bir durum yok. Körfez Savaşı’ndan beri hem sahada çok başarılı bir general olarak bilinen ve aynı zamanda da bir düşünür olarak bilinen birisi. Şu anda Trump’ın takımı içerisinde Kissinger’ın ve Brzezinski’nin de daha önce işgal ettiği bir pozisyonda bulunuyor. Normalde, Trump’ın takımındaki hemen herkes çok fazla tartışmalı, çok fazla muhalefete yol açan insanlar. Ama McMaster’da o kadar çok ciddi bir tartışma yok. Öncelikle bunu ortaya koyalım.
Bununla birlikte, Trump’ın ABD’si ile Obama’nın ABD’si arasında çok ciddi farklar var. Bunun bir tarafında Trump’ın seçmene verdiği vaatler de var ve bu vaatlerden geri duracağa da benzemiyor. Ve şu an gayet net bir şekilde yaptığı birçok şey için, ‘’Zaten ben bu vaatlerde bulundum, bunu yerine getiriyorum’’ demekte. Buna Kudüs kararı da dahil. Türkiye Cumhuriyeti de aynı şekilde Trump’ı desteklerken ve zamanında onun seçilmesini bir nevi kutlarken, aslında Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını ve ona göre muamele edeceğini söylemiş bir Trump’la muhataptı. Bunu bile bile Trump’a desteğini verdi. Tabii işler Türkiye için çok yolunda gitmedi. O da Flynn’in ABD için bir skandal haline gelmesi ile alâkalı bir durum. Ama Flynn’den sonra Trump hakikaten kendisine karşı olan birçok kesimi McMaster’la biraz daha fazla yatıştırmışa benziyor. O yüzden McMaster’in yayınladığı ve açıkladığı beyanlardan sonra, ABD cephesinde normalde Trump’a olan tepki kadar bir tepkiyi çok da görmüyoruz.
Sizin o söylediğiniz cümlelere gelince; evet, Obama 2009 yılında Mısır’a geldiği zaman, orada önemli bir konuşma yapmıştı ve çok daha farklı bir ABD sinyali vermişti. Biliyorsunuz, bütün dünyada ABD hakkındaki genel kanı şudur: ABD Ortadoğu’ya gelince bütün demokrasi iddialarından vazgeçip, ne kadar diktatör varsa onları sever. Musaddık’ın devrilmesinden bu yana, CIA, tıpkı Latin Amerika’da olduğu gibi Ortadoğu’da da her türlü kirli işe bulaşarak halkın seçtiği insanlara karşı sadece çıkarlarını temin eden, çıkarlarını sürdüren, son derece kirli, otoriter, diktatör rejimleri desteklemiştir. Bu genel bir kanaat. Tabii ki bu kanaat ufak detaylar dışında çok büyük ölçüde doğru. ABD, bunun aksine olan bir siyaset değişikliğini Obama zamanında gösterecek gibi oldu. Sizin de söylediğiniz gibi her şey başkandan başkana ansızın değişmiyor Amerika’da. Obama’dan önce Bush yönetimi zamanında da bu konuda birtakım yaklaşımlar görmüştük. Türkiye’de bu, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla popüler oldu. BOP olsun, Yeşil Kuşak olsun, bu konular daha çok komplo teorilerinin malzemesi oluyor. Bu da, bizim açımızdan, bu konuya serinkanlı bakmak isteyen insanlar açısından sıkıntı teşkil ediyor. Biz bu konuları komplo teorileri dışında nasıl analiz edebiliriz bunun derdine düşüyoruz. Çünkü komplo teorilerinde birçok doğru veri var; fakat kurulan anlatı farklı bir anlatı oluyor.
Ben bunu Türkiye’de derslerimde de çok söyledim “BOP üzerinden bir bakın” diye. İngilizce’de Great Middle East Project. Karşımıza yine %90 komplo teorileri çıkıyor veya Türkçe yazılan kaynaklar çıkıyor. Böyle de bir durum var.
Tanıtımda BOP’u şu niyetle kullanmıştık aslında. Biraz işin içine baktığınızda, BOP Projesi’nde, Amerika’nın, yanına bazı Batılı ülkeleri de alarak Müslüman ülkelerdeki demokrasi kapasitesini artırmak; oradaki İslamî duyarlılığa sahip sivil toplum kuruluşları ile diyaloga girmek; kadın, gençler ve benzeri konularda proje üretmek gibi, bir diyalog arayışı gibi, orada bir kapasite artırma diyalogu gibi… Artık bundan dahi vazgeçme hali. Komplo teorileri dışında teknik olarak aslında bu anlama geliyor. Ne dersiniz?
H.İ.Y.: Tabii, tabii. Zaten bunu söylemeye çalışıyorum. Ben ‘’BOP’’ adlandırmasına mesafeli duran bir insanım. ABD’nin bununla ilgili kendi koyduğu “Muslim World Outreach Program” diye bir isim var. O söylediğiniz bütün programlar bu şekilde fonlandı. Veya Clinton zamanında, Türkiye de dahil olmak üzere birtakım gençlik kuruluşlarının fonlanması. Sosyal medya kullanıcılarının da içinde olduğu, Arap Baharı’na bir nevi yatkın bir ortam yaratılması. Türkiye’de Gezi sürecinde “OTPOR” başlığı altında çok fazla popülarize edildi; ama bundan çok daha önce, ABD, AKP dostu olan gençlik kuruluşlarını fonluyordu. Böyle bir durum da vardı.
Peki hemen şunu sorsam: Bugün McMaster ya da Trump’ın önüne böyle fonlama projesi gitse tepkileri ne olur sizce?
H.İ.Y.: Ondan çok daha büyük, çok daha farklı bir noktadayız biz. Aslında şu an Ortadoğu bir numaralı sorun değil. Esas o dokümanın ortaya koyduğu şey, Çin ile Rusya’nın çok daha fazla ön plana çıkması — ki bu herkes için çok şaşırtıcı olan bir şey. Çünkü Trump tam da o konularda aksi şeyler söyleyerek başa geldi. Burada bizim açımızdan bu dokümanla ilgili şöyle bir soru var — ki ABD’li akademisyenlerin de, politika merkezlerinin de başını ağrıtan bir durum bu: Trump bu dokümana ne kadar sahip çıkacak? Çünkü dokümanın arkasında, Türkiye hakkında o sözleri sarf etmiş olan kişi, yani McMaster var. McMaster açık bir şekilde Türkiye ve Katar’ı hedef aldı. Dokümana baktığımız zaman Türkiye ve Katar’ın oradan çıkmış olduğunu görüyoruz. Yani konuşmanın aksine, dokümanda yok, dokümanda yer almıyor. Ama o konuşmada esas hedefe konulan Çin ve Rusya dokümanda var. Konuşmada hedef aldığı dokümanda da var. Sanırım, o dokümanda Türkiye ve Katar ismen geçmiyor olsa da, orada tabii ki Türkiye ve Katar’ın ima edildiğini düşündüğümüz ifadeler var.
Ama ben şuna dikkat çekeceğim: Flynn’den sonra McMaster geldiği zaman, aslında onun tartışma yaratan politikaları şu oldu — ki Mc Master hedefe kondu. McMaster’ı hedefe koyan da, Trump’ın tabanı olan sağcı, aşırı milliyetçi, faşist kesimler. Dugin gibi, McMaster’ı destekleyen yurtdışındaki çevreler de hedefe koydu onu. Mesela Dugin aleyhinde konuştu. Hâlbuki Flynn zamanında durum böyle değildi. Oradan bir dönüşüm var. Bence, Trump altındaki dönüşümü sorunsallaştırmak gerekiyor aslında. Trump’ın başlangıçtaki politikaları ile, McMaster sonrasındaki durumu arasında bir değişim var. Ve bu değişim, sözgelimi, Trump başından beri “Radical Islamic Terrorism-Radikal İslamî Terörizm” derdi; ama Mayıs ayında Suudi Arabistan’a gittiği zaman bu ifadeyi duymadık. Bunun yerine “Radical Islamist Ideology-Radikal İslamcı İdeoloji” ifadesini kullandı. Bunun da arkasındaki ismin McMaster olduğu söyleniyor.
Fakat şaşırtıcı bir şekilde McMaster ısrarla “Radikal İslamî Terörizm” demeyip, “Radikal İslamcı İdeoloji” ifadesini kullansa da, geçen günkü konuşmasında, bu doküman ilanındaki konuşmasında, Trump yine “Radical Islamic Terrorism-Radikal İslamî Terörizm” ifadesini kullandı. Bu, şunu gösteriyor: Bir taraftan, onu biraz daha makul bir çizgiye çekmeye çalışan bir Milli Güvenlik ekibi var ve Mc Master bunun başında. McMaster düşünür olarak da bilinen bir insan. Trump’tan yeni bir Reagan dizimi yaratmaya çalışıyor aslında. Yani, “Trump’tan bir Reagan çıkar mı?” şeklinde bir arayış var. Bir kısım insan buna inanıyor ve ABD’nin bununla tekrar atağa geçtiğini düşünüyor, buna inanmak istiyor. Böyle olmasına çalışıyor. Bu dokümanın, McMaster’ın arkasında Trump’çılardan fazlası da var. Sadece Trump’çı yeni ekip değil, eski ABD müesses nizamının bazı güçleri de var arkasında. Daha da geniş bir tabanı var ve McMaster dolayısıyla böyle bir durum var.
Buna mukabil, söylediğim gibi “Acaba Trump bu dökümana ne kadar sahip çıkacak?” kaygısı da var. McMaster ısrarla “O ifadeyi kullanmayın” dediği halde ve Trump Suudi Arabistan’da buna uyduğu halde, konuşmada yine o ifadeyi kullandı. Trump, pekâlâ yine kendi bildiğini okuyabilir. Ama böyle yapmayıp o dokümandaki temel öncelikleri de uygulayabilir. Bunu göreceğiz. Henüz bir şey söylemek için erken. Fakat şurası kesin, işler Türkiye için yolunda gitmiyor.
Dilerseniz onu ikinci bölümde, Türkiye özeline girdiğimizde konuşalım. Çok teşekkür ederiz, söylediğiniz nüanslar ilginçti. Biz o gözle de takip etmeye çalışacağız.
Aydın Bey, size dönmek istiyorum, hocam size biraz sonra geleceğim. Şunu merak ediyorum: Trump bu söylemiyle, McMaster’ın patronluğuyla hazırlanan Ulusal Güvenlik stratejisiyle, İslam coğrafyasında Müslüman ülkelerle olan ilişkisini eskisi gibi devam ettirebilir mi? Genel, toptancı bir bakış yoksa kendine ayrıca müttefikler bulabilir mi?
Aydın Selcen: Yenigün Hoca’nın söylediği çok doğru. Ben de iki yıl Washington’da görev yaptım. Washington’un tamamını bırakın, çevreyolu, Beltway’in içindeki Washington’dur o her şeyin döndüğü yer. Hatta genel olarak kamuoyunun da tiksindiği bir ortamdır. Bakanlıklar, partiler ve düşünce kuruluşlarının içinde bulunduğu, sürekli siyaset konuşulan, kendi içinde rekabetler yaşanan… Zaten oradaki sistemde –aslında kötü bir sistem de değil–, iktidar değiştikçe, oradan ayrılan üst düzey bürokratlar düşünce kuruluşlarına, şirketlere gider. Yine değiştiğinde, farklı noktalardan başlamak kaydıyla onlar tekrar gelir. Böyle bir düzen var ve bunun, o koskoca, Avrupa kıtasından büyük ABD’den kopuk olduğu söylenir. Aslında Trump kendisi de New Yorklu bir iş adamı olmasına rağmen, iktidara gelirken “Bu bataklığı kurutmaya geliyorum” söylemiyle geldi.
Diğer taraftan, bu Ulusal Güvenlik belgesi 70 sayfa. Trump, hakkında yapılan yorumları –kuvvetle muhtemel– okumamıştır deniyor. Hayatında 70 sayfalık bir belgeyi, hele de böyle teknik bir şeyi okuyacak biri değil. Biliyorsunuz, günde 4-8 saat televizyon seyrettiğine dair ikna edici haberler de yapıldı. Dolayısıyla, aslında bunun bir tehlikeyi işaret ettiği, yani Başkan’ın ağzından çıkanla, belge arasında –belki İhsan Hoca’nın alanına giriyorum ama– bunu tefsir etmek zor. Çünkü Trump’ın söylediğiyle, belgede yazanı yan yana koyup “Başkan’ın ağzından bu çıktı ama burada ne diyor?” diye karşılaştırmalı gitmek lazım. Ama hangisini temel alacağımız belli değil. Örneğin, geçen günlerde Rusya bir resmî açıklama yaparak, “Biz Başkan Trump’ın yazdığı tweet’leri resmî açıklama kabul ediyoruz” dedi. Bunu bir tehdit gibi söylemedi, bir açıklama yapma ihtiyacı hissetti. “Başkan tweet atıyor, biz de bunları takip ediyoruz, buna göre bir siyaset oluşturuyoruz” dedi.
Diğer taraftan, sizin işaret ettiğiniz Obama’nın Kahire ziyareti, 4 Haziran 2009’da –siz söyleyince tekrar tazelemek için ben de ona baktım şimdi– onun hemen öncesinde olduğunu biliyorum, onun da tarihi 6-7 Nisan, Ankara’ya gelmişti. Yani Obama ilk ikili ziyaretini Ankara’ya yapmıştı. 2009 Türkiye’sinde bir umut vardı ABD açısından. Bu onlar için ayrıntı, ABD gözüyle. Biz biliyoruz, Anayasamız laik. Onun için konuşurken “Biz, nüfusun çoğunluğu Müslüman ama laik bir ülkeyiz” deriz. ABD gözünden: “Bu da Müslüman bir ülke. Farklı bir deneyim yaşanıyor burada. Buraya destek olursak bir model olur mu?” Hatırlayın o günlerdeki tartışmayı. Ben o zamanlar Dışişleri’ndeydim, hatta Irak’ta görev yapıyordum. Bizim de Ortadoğu’da konuştuğumuz buydu. “Biz size model dayatmıyoruz, ama esinlenmek isterseniz veya bize bir şey sormak isterseniz, hay hay, buyrun, memnuniyetle” diyorduk. Ama tabii sahada yaptığımız işler de bu söylediğimizi tutmuyordu. Zaten bu, bugünün konusu değil.
Öte yandan, Irak bağlamında şunu söyleyeyim: O yukarıdaki üç general, “Chief of staff”, bizde Özel Kalem müdürü, ama orada bütün bürokrasinin başı. Belki eskinin Başbakanlık sisteminin geçerli olduğu dönemde, Başbakanlık Müsteşarı gibi demek lazım buna. Başkan’ın yanındaki John Kelly, o da general, o da Irak’ta savaşmış. Savunma Bakanı, Özel Kuvvetler’in tepesine kadar yükselen, Merkez Kuvvetler Komutanlığı yapmış James Mattis de orada savaşmış. Yenigün Hoca’nın dediği gibi, filozof bir general. Her yere kütüphanesiyle seyahat eden biri. McMaster da öyle. Bunlar kitap yazmış generaller. O da Irak’ta Telafer’i idare eden kişiydi. Daha önceki savaşta Tank Birliği’ne komuta etmişti. Bunların üçü de Irak’ta, Ortadoğu’da savaşmış ve hep karşılarında İran’ı bulmuş kişiler. Dolayısıyla bu bölge hakkındaki bilgileri Amerika’da oturup kitaptan öğrenilmiş, afakî bilgiler değil. Kendi kişisel deneyimlerine de yaslanıyor. Bunu bir tarafa koyalım.
Bir tarafa da, daha geriye giderek 11 Eylül saldırılarını koyalım. 11 Eylül saldırısı da, öyle veya değil, Müslüman ve Arap algısını kökten sarsmıştır. Aslında Obama biraz bunu değiştirebilmek için de böyle bir açılım yapmıştı. Büyük Ortadoğu Projesi konusunda İlhan Uzgel çok güzel yazılar yazdı Gazete Duvar’da, buna girmiyorum. Bizde çok yanlış anlaşılıyor, sanki böyle bir şeytanî plan vardı masanın altında gibi. Öyle bir şey değil.
Diğer taraftan, Arap Baharı da yine bizde tam anlaşılmıyor. Evet, benziyor. Hatta bazı ABD’li uzmanlar Gezi’yi de bununla birlikte değerlendirirler. Ama Arap Baharı denilen süreç –adına ‘’Bahar’’ denilmemesi gerektiğini söyleyenler de var, ama hangi toplumsal olaydan bahsettiğimiz ortada– tamamlanmış bir süreç değil. Bu, özellikle bütün Arap toplumları için devrimsel bir alt üst oluş. Bunu daha izlememiz gerekiyor.
Diğer taraftan da, Suudi Arabistan’da yeni veliaht olan 32 yaşındaki Muhammed bin Selman –MBS diye kısaltılıyor– ABD desteği ile yaptı bu temizliği ve Saray darbesini. Yine güçlü bir şekilde ABD destekçisi olan önceki veliahtı, babası Kral Salman oradan oynattı. Fakat şimdi önümüzdeki 50 yıl –normal koşullarda tabii– burayı idare edecek olan kişi bu. Dolayısıyla, ABD asıl hamleyi orada yaptı. “Evet, bizim operasyonel ortağımız ama, Suudi Arabistan bütün bu Vahhabi, Selefi akımları destekliyor” diye düşünerek, temeli, pivotu oraya koydu. Öte yandan, Ortadoğu’ya bağımlılık azaldı. Petrolün önemi arttı. Hatırlayın, geçenlerde Suudi Arabistan’ın eski Petrol Bakanı Yamani’nin bir açıklaması vardı: “Taş Devri, dünyada taş kalmayınca bitmedi.” Petrol devri de öyle bitmeyecek. Yakında, önümüzdeki on yıllarda bitmek üzere. Bu ara stratejik önemi de az Ortadoğu’nun. Her ülke kendini dünyanın merkezinde görür. Biz de okula gittiğimiz zaman Türkiye’yi dünyanın merkezinde görürüz. Örneğin Çin –belki haklı da olarak, 1,5 milyar insan yaşıyor– Orta Dünya’dır onlar için. Dünyanın merkezi Çin’dir. Bu bölgenin önemi azalıyor aslında, artmıyor. Bunun azalması bizim için iyi haber midir, kötü haber midir, bu uzun zaman tartışılacak bir konu.
Kudüs konusunda bir şey söyleyecektim ama isterseniz sonraki bölümde konuşalım.
Sadece şunu merak ediyorum: Çok kaba bir bakışla bakıldığı zaman, ABD’nin Ortadoğu’da ve Körfez’de müttefiki olarak Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn dışında pek de…
A.S.: Ama Suudi Arabistan diğerlerini ezdi. Birleşik Arap Emirlikleri ile dahi arası çok iyi değil. Suudi Arabistan çok enerjik bir şekilde ‘’Benim dediğim olur’’ diyor. Aslında bir yerde de doğru. O gözle baktığım zaman hak vermemezlik edemiyorum. Çünkü ne yaptı Suudi Arabistan? Mısır’da Suudi Arabistan desteğiyle duran Sisi’ye “Senin sponsorun benim” diyor.
Ürdün, biliyorsunuz hiçbir kaynağı yok. Örneğin, Kral Abdullah’ın İstanbul’daki İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesi’ne katılmasına içerlediği söyleniyor. Çünkü Suudi Arabistan o zirveye bakan düzeyine katıldı. Hemen arkasından, Ürdünlü, Filistinli –Suudi Arabistan vatandaşlığı da olan– en önemli iş adamı Riyad’da gözaltına alındı. Birkaç gün tutuldu, bırakıldı; ama Riyad’dan ayrılmasına izin verilmiyor.
Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı çağırdı. Ona da, hiç kabul edilmeyecek bir planı önüne koyup –ki bunu Filistin tarafı sızdırdı– “Ya bunu imzalarsın, ya da 2 ayda istifa edersin” deyip gönderdi.
Sopa ve Parayla bir Yönetme hali.
A.S.: Tabii. Bir taraftan sopa var. Bir taraftan da para musluğu Suudilerin elinde. Aslında burada, Ortadoğu’da, tiyatrodaki oyuncuların makyajları aktı. Herkesin gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Bu yönüyle, bir bakıma sağlıklı. Ama bir başka yönüyle –biz Türkiye’den bakıyoruz neticede, Körfez ülkelerinde yaşamıyoruz– bizim açımızdan, gerilimlerin arttığı, çatışma olasılığının had safhaya çıktığı… Çünkü Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail’in dış tehdit algısı üst üste birleşti. Zaten damat Jared Kushner’in itelediği –benim deyimimle Filistinlilerin gırtlağından aşağıya bastırmaya çalıştığı– planda böyle yorumlanıyor. Yani, dışarıdan içeriye. Bu üç ülkenin tehdit algısı birleşti: “Ya kabul edersiniz, ya da… Siz paramparça olmuş bir bölgede yaşıyorsunuz. Bu gidişat devam eder. Elinizde, avucunuzda bir şey kalmaz. Para muslukları da kesilir.”
Diğer taraftan, İsrail ne zaman adım atıyor? Ne zaman ki ABD bir maliyet koyuyor, İsrail, Oslo Barış Anlaşması’nda olduğu gibi, arada küçük adımlar atarak imzalıyor. Şu anda İsrail açısından bakarsanız, Filistin’le yapacağı barışın maliyeti, mevcudu sürdürmekten daha fazla. Yapması için hiçbir sebep yok. Onun için, İslam İşbirliği Teşkilatı kararını diplomatik olarak zaten pek geçerli görmüyorum. Ama doğru, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylama sonucu, Filistin açısından çok güçlü bir moral desteği olacaktır. Neticede, ABD’nin yanında İsrail dışında birkaç aday ülke kalıyor. Belki, Çeklerle, Macarların da o tarafa yaslanabileceği söyleniyor. Çekimser kalacaklar henüz belli değil. Fakat Filistin’in bundan sonra çok güçlü bir moral desteğiyle devam edeceği ortada. Ama moral destek sizi nereye götürür? Size bir ülke kurdurur mu? Bu konuda benim şüphelerim var. Ama önemlidir, küçümsemeyelim.
Peki. İkinci bölümde, moda deyimle daha “yerli ve milli” bir konu olan Türkiye’yi konuşacağız. Hocam size hemen şunu sorayım: Dünya Müslümanları Trump’tan korkmalı mı? Yeni bir sıkıntılı döneme mi girilecek?
İhsan Eliaçık: Trump’ın, özellikle İslam karşıtı bir politika izlediği kanaatinde değilim. O kendi ülkesinde iktidarını pekiştirmek için yollar arıyor. İktidara geldiğinden bu yana, doğru dürüst bir ekip kuramadı. Yaptığı işler mahkemeye veriliyor. Hatta hukuken başkanlığı bile tartışmalı noktaya gelecek konular tartışılıyor. En son Kudüs’ün başkent ilan edilmesinin bununla ilgili olduğunu düşünüyorum. Yahudi lobisini veya kendisini destekleyen ülkenin en güçlü para kaynaklarını arkasına alarak, şu anda başkanlığını adeta garantilemiş oluyor. Çünkü Kudüs’ü başkent ilan ettiğiniz zaman, onun arkasında duran Yahudi iş adamları var. Mesela, Sheldon Adelson, hem Netanyahu’nun, hem Trump’ın arkasında duruyor. Onun desteğini aldı. Hatta Sheldon, “Seçim vaatlerini yerine getir” diye sürekli olarak teşvik edip duruyordu. Trump Kudüs’ü başkent olarak ilan edince, en güçlü lobi arkasına geçmiş oldu. Dolayısıyla, orayı garanti altına aldı. Hukuken başkanlığı tartışılsa bile, bu garanti ile yoluna devam edeceğini düşünüyor bence. O nedenle bu işin içine girdiğini düşünüyorum. Çünkü Amerikan politikasının İsrail’e yönelik ilişkilerine baktığımız zaman, zaten başından beri bunun böyle olacağı aşağı yukarı belli. İsrail diyor ki: “Kudüs bizim başşehrimiz”. Bunu yıllardır söylüyorlar.
Geçtiğimiz Çarşamba günü İstanbul’da toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı ülkeleri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, sanki bir tavır koyuyorlarmış gibi bir şey yapmaya çalıştılar. Onu da hükümet medyası “Biz de Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti ilan ettik. Bu çıkış da en azından Trump’ın çıkışı kadar önemli bir çıkıştır” dediler; ama bunun çıkışla filan alâkası yok. Çünkü zaten Doğu Kudüs 1988’den beri ilan edilmiş. Yayınlanan bildiride de “Kudüs’ü başkent ilan ettik” diye bir şey de söylenmiyor. “Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olduğuna dair önceden alınmış kararı teyit eder” diyor. Yani, “Bunun altını çizeriz” diyor. Zaten öyle bir şey var. Dolayısıyla, buradan bir karşı çıkış filan çıkmaz. Hemen sonrasında da Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın, toplantıda alınan Doğu Kudüs kararının, Amerika’nın yaptığına karşı bir misilleme olarak anlaşılmaması gerektiğini söyledi. Yani, Mehter takımının yürüyüşü gibi, bir adım ileri, iki adım geri atarak eskisinden daha geri bir pozisyona düşmüş oldu. Burada bir politika falan izledikleri yok.
5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder