ORTADOĞU İLİŞKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ORTADOĞU İLİŞKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ekim 2015 Cuma

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve TÜRKİYE-ORTADOĞU İLİŞKİLERİ ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 14

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
BÖLÜM 14




TÜRKİYE-ORTADOĞU İLİŞKİLERİ


E. Büyükelçi Güner ÖZTEK


GİRİŞ

Orta - Doğu’nun çeşitli coğrafi tarifleri vardır. Geniş anlamda Marakeş’ten Bandladeş’e, Gürcistan’dan Sudan’a uzanan bölge Orta-Doğu olarak tanımlanır. Orta Doğu tarihin bütün dönemlerinde, doğal kaynakları, stratejik özellikleri ile bölgede yaşayan bütün insanların köken, kültür ve inanç yönünden gösterdikleri farklılıklar dolayısıyla bitip tükenmez krizlere maruz kalan ve istikrar arayışları sürüp giden bir bölge olmuştur. Doğu ve Güney sınırlarımıza bitişik Akdeniz ile Afganistan arasında kalan ve Arap yarımadası ile Mısır’ı içine alan bölgeyi dar anlamda bir Orta-Doğu olarak ele almak uygundur.

Bölgeyi yurt edinmiş insan yapısının İranlı, Afgan, Pakistanlı, Türk, Arap, Afrikalı-Arap, Yahudi, Kafkasyalı gibi ana unsurlar yanında sayısız küçük nüfus gruplarını da içine alması ve bu karmaşık insan yapısının büyük çoğunluğunun islamın değişik mezheplerine mensup olmakla birlikte, Hıristiyan ve Yahudi inancına sahip önemli ve girişken bir nüfusun da mevcudiyeti gözden uzak tutulmamalı dır. Köken, kültür ve inanç yönünden mevcut olan bu çeşitlilik, bölgedeki sükûn ve istikrarı zaman zaman zedeleyici rol oynarken, Orta Doğu’nun önemini teşkil eden unsurları kendi siyasi ve ekonomik menfaatleri istikametinde kullanmak isteyen dış güçlerin müdahaleleri uzun süreli ve çözümlenmesi çok zor siyasi ihtilafların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

20.yy başında İngiltere’nin ve dünya Siyonist hareketinin teşvikleriyle kurdurulan İsrail devletinin yol açtığı Arap-İsrail çatışması; SSCB’nin
1979 yılı sonunda Afganistan’ı işgali; Irak’ın ve Körfez bölgesinin yeraltı zenginlikleri üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen ABD’nin KİS’leri önlemek ve demokrasi götürmek amacında olduğu bahanesiyle Irak’a vaki müdahalesi; gene ABD’nin nükleer tehlike teşkil edebileceği mülahazası ile günümüzde İran’ı tehdit altında tutması ve en önemlisi ABD’nin mutlak İsrail yanlısı politikası bu ihtilaflara misal oluşturmaktadır. Yabancı güçlerin Bölge’ye müdahalede bulunmaları özellikle

Araplar arasında tarih boyunca süre gelmiş olan husumetleri daha da alevlendirmekte ve dolayısıyla meydana gelen kutuplaşmalar, Bölge’nin
esasen kırılgan olan siyasi atmosferini büsbütün içinden çıkılmaz hale sokmaktadır.
Her ne kadar Mısır gibi kültür ve inanç değerleri açısından; Körfez ülkeleri gibi yer altı kaynakları bakımından zengin olan Arap ülkeleri, sahip oldukları değerleri birleştirmek için gayret göstermekten geri kalmasalar da Araplar arasında ilişkilerin niteliği; görüntüde dostluk, gerçekte ise karşılıklı itimat eksikliği olduğu cihetle, bu gayretler etkin sonuca ulaşamamaktadır. Arap ülkelerinin kurmuş oldukları Arap Ligi ve üyelerinin büyük çoğunluğu Arap ülkelerinden oluşan İslam Konferansı Örgütü, hayatiyetlerini muhafaza etmektedirler. Ancak, her iki Örgütün de kendilerinden beklenen başarıyı yerine getirdiklerini ifade etmek çok zordur.

GENEL MÜLAHAZALAR





Bölge gerek jeostratejik konumu gerek barındırdığı zengin enerji kaynakları, sahne olduğu ve zaman zaman terör boyutlarına varan ve giderek yayılan etnik-milliyetçi, radikal dinci akım ve hareketleriyle dünyanın en önemli ve dikkat çekici bölgelerinden birini teşkil etmektedir.
Orta Doğu’nun uluslararası önemi sadece dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz rezervlerine sahip olmasından kaynaklanmamaktadır.
Üç kıtayı birleştiren Orta Doğu, aynı zamanda, tarih boyunca, dünyanın en önemli hava, kara, deniz ulaşım, hatta istila yollar üzerinde bulunma özelliğine de sahip bir bölge olmuştur. Bu bakımdan petrol ve doğal gaz rezervleri tükense veya dünya yeni enerji kaynaklarına yönelse bile, Orta Doğu’nun dünyadaki önemi büyük ölçüde devam edecektir.

Orta Doğu’nun diğer bir özelliği de üç büyük dinin bu bölgeden çıkmış olmasıdır. Bu bakımdan yüz milyonlarca insan için Orta Doğu kutsal toprak olarak görülmektedir.

Irak’a müdahale edene kadar, ABD bölgeye karşı daima statik bir yaklaşım sergilemiş, petrolün sorunsuz çıkarılmasına, güven içinde uluslararası pazarlara ulaşmasına ve İsrail devletinin bağımsızlığını sürdürmesine, 1979’da İran ihtilalini takiben de mollalar rejiminin öbür ülkelere sirayetini önlemeğe yönelik bir politika takip etmiştir. Avrupa ülkeleri de bölgeye daha ziyade ekonomik ve ticari öncelikleri açısından yaklaşmışlardır.

ABD’nin Irak’a müdahalesi hem Irak içinde hem Irak’ın hudutları dışında bölge dinamikleri ve dengeleri üzerinde ciddi etkilere neden olmuştur.
Irak’ın içinde ABD’nin müdahaleyi takiben giriştiği hatalı uygulamalar ülke genelinde kaotik bir durum yaratmış, ülkede milliyetçidirenişçi şiddet olaylarına yol açmış, önce yabancı koalisyon güçlerine karşı hedeflenen şiddet olayları, Irak’a sızmış olan yabancı militanların da tahrik ve tesiriyle zaman içinde bir mezhepler arası çatışmaya dönüşmüştür.

ABD’nin müdahalesinin, ayrıca, Irak içinde, zaten çoğunlukta olan Şiilerin iktidara gelmesine, Sünni-Şii kutuplaşmasına, Kuzey’de Kürtlerin aşırı taleplere yönelmesine, kabul olunan anayasa çerçevesinde geniş otonomiye sahip federe devlet statüsü elde etmelerine, Kuzey Irak’ı eskiden beri kullanan terör örgütü PKK’nın burada alenen konuşlanmasına yol açtığını söylemek mümkündür. ABD müdahalesinin sonucu Irak’ın parçalanıp Kürtlerin bağımsızlıklarını ilan edecekleri yolunda bir hayli spekülasyon yapılmış ise de bunun bugün gündemden düştüğü görülmektedir. 
Nitekim Barzani’nin Kuzey Kürt Parlamentosunda geçen  Mayıs ayında yaptığı Kürtlerin Federal Irak Cumhuriyeti hudutları içinde yaşamayı tercih ettikleri yolundaki beyanı da bu hususu teyit eden niteliktedir.

Müdahalenin Irak’ın hudutlarının ötesinde yarattığı etkilere gelince: Saddam-Taliban kıskacından kurtulan, petrol fiyatlarında büyük artış dolayısıyla imkanları çok büyüyen İran’ı bölgesel güç haline getirdiği, ABD müdahalesi öncesi nüfus oranları ne olursa olsun İran dışında hiçbir ülkede etkinlik göstermeyen, tabiri caizse bir nevi ikinci sınıf muameleye tabi kılınan Şii toplumlarına İran’ın yeni bir yaklaşım ve anlayış getirmeğe çalışarak bunlar üzerinde nüfuzunu arttırdığı, Şiilerin belki de ilk kez Sünnilerin karşısında göreceli bir güç olarak belirmesine
katkıda bulunduğu, Şii Hilali teşkili söylentilerine yol açtığı, bölgede zaten imajı bozuk olan ABD’ye karşı milliyetçi akımları daha da kuvvetlendirdiği, belki hepsinden de önemlisi Irak’ta ABD’nin saplandığı bataklığın ve sergilediği zafiyetin ABD’nin askeri-siyasi gücünün sınırlarını açıkça ortaya koymasının radikal dinci ve milliyetçi örgütlerde teşvik edici bir etki yarattığı görülmektedir.

Bu çerçevede, İran’ın Orta Doğu’da bir yandan Hizbullah, İslami Cihad gibi radikal örgütler aracılığı ile, diğer yandan da Şii toplumlar barındıran Irak, Suriye ve hatta Lübnan aracılığı ile bölgenin önemli aktörü haline gelmeye çalıştığı izlenmektedir.

İran’ın bunu yaparken çatışmadan çok diyalog, çeşitli alanlarda yardım, etkileme ve sızma yollarına öncelik verdiğini, bölgeyi istikrarsızlaştırıp ABD’yi güç duruma sokmayı, ABD’nin nüfuzunu kırmayı hedeflediğini, buna paralel olarak da Rusya ve giderek daha fazla petrole ihtiyaç duyan Çin ile yakın ilişkiler kurmağa çalıştığını söylemek, hatta gözlemci statüsü elde ettiği Şangay İşbirliği Teşkilatı ile artan ilişkilerini bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

İran’ın bölgeye yönelik bu faal politikasını başta Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün olmak üzere Bölgenin ılımlı ülkeleri ve Körfez ülkeleri bir tehdit olarak görmekte, bundan büyük rahatsızlık duymaktadırlar.

Kasım 2007’de Annapolis Konferansı’na hemen bütün bölge ülkelerinin katılımında şüphesiz diğer hususların yanı sıra İran’ın yarattığı bu genel tedirginliğin de yattığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu tehdit karşısında bu aşamada ABD’nin ortaya koyabildiği ve bölge ülkelerini tatmin edecek bir önlem görünmemektedir. Suudi Arabistan’ın Rusya ve Çin ile yakınlaşmasını da bu çerçevede değerlendirmek yerinde olur. İran’ın bu yönde bölgede en büyük müttefiki Suriye’dir. Suriye Hizbullah ile İran arasında bir köprü oluşturmakta, bütün yardımlar Suriye kanalı ile Hizbullah’a aktarılmakta, Hamas’ın askeri yönetimi Şam’da bulunmakta, keza Irak’lı Baasçıların melce yeri ve Irak’a sızan Sünni militanların transit yeri gene Suriye olmaktadır. Bu radikal örgütlerin Suriye’siz yaşamaları güçtür. ABD’nin bütün baskı ve uyguladığı ambargoya
rağmen Suriye bu örgütleri ülkesinden çıkarmaya yanaşmamaktadır.

İran’ın ayrıca Orta Doğu barış sürecinde de Suriye’yi uzlaşmazlığa teşvik ettiği de bilinen bir gerçektir.

Körfez ülkelerinde Şiilerin, 
Irak nüfusunun %60’ını, 
Kuveyt’te %27’sini, 
Bahreyn’de %65-%70’ini, % 8-9 oranında oldukları Suudi Arabistan’ın petrol zengini Doğu Eyaletleri’nde ise ekseriyeti elde tutmalarının da, İran yönünden ilerisi bakımından icabında kullanılabilecek önemli bir koz olduğunu kaydetmek uygun olur.

İran’ın Orta-Doğu’da radikal örgütler üzerinde etkinliğini arttırmasının diğer sebeplerinin yanı sıra, ABD’nin İran’a muhtemel bir saldırısı halinde, İran’ın da bu radikal örgütler aracılığı ile başta İsrail olmak üzere bölgedeki ABD çıkarlarına mukabil bir saldırıda bulunabileceği mesajını ABD’ye vermek olduğu ileri sürülebilir.

Tabii İran’ın bütün faaliyetleri ve etkinlikleri karşısında ABD’nin bu ülke ile 1979’da kestiği diplomatik ilişkilerin hala kurulmamış olması bir eksiklik olarak görülmektedir. Ancak, son günlerde Bush Yönetiminin İran’ın uranyum zenginleştirme programını askıya almasına değin İran ile her türlü teması ret eden tutumunda, alınan zecri tedbirlerin İran’ı zor duruma sokmakla birlikte dize getiremediğini ve bu aşamada askeri operasyonun yaratacağı ağır sonuçları göz önüne alarak olsa gerek bir esnekliğe yöneldiği, bu çerçevede AB Temsilcisi Solana’nın Temmuz ortalarında bir ay önce Tahran’a ilettiği 6’lar teklifine cevabı için İranlı meslektaşı ile yapacağı görüşmeye ABD’nin de yüksek düzeyli
bir diplomatla katılma kararı ve İran Dışişleri Bakanı Mottaki’nin bunu olumlu olarak nitelemesi, manidardır. ABD’nin katılımı Batı’nın elini kuvvetlendireceği gibi ABD’nin diplomasiye öncelik verdiğinin de bir işareti olacaktır. İran’ın da yaptırımlardan daha fazla etkilenmesi ve yaptırımların zaman içinde daha da ağırlaşarak İran’ı izole etmesi olgusunun İran’ın tutumun da rol oynadığı sanılmaktadır. Bekleneceği üzere Cenevre görüşmesinden bir netice çıkmamış olup, İran’a karşılıklı “dondurma/freeze” önerisi hakkında cevabını belirlemesi için 2 hafta ilave mühlet verildiği anlaşılmaktadır. Cenevre görüşmesini olumlu olarak niteleyen İran’ın bölgedeki artan ağırlığına ilaveten Irak ve Afganistan’da
çözüme katkısının önemi, enerji konusunda etkinliği göz önüne alındığında İran’la diplomasi yolu ile bir anlaşmaya varmanın gerekliliği daha iyi ortaya çıkmaktadır. ABD Dışişleri Sözcüsü’nün, Mr. Burns’in katılmasının ABD’nin İran konusunda bilinen tutumunun değiştiği anlamına alınmayacağına vurgulamasına karşı iki ülke arasında akademik temaslar ve tarifeli doğrudan uçuşların planlandığı ve ABD’nin Tahran’da ABD çıkarlarını koruma bölümü açacağı yolunda uluslararası basında resmen teyit olunmayan haberlere de rastlanmaktadır.

TÜRKİYE’NİN BAKIŞI

Orta Doğu ülkeleriyle tarihten gelen güçlü sosyal ve kültürel bağlara sahip Türkiye hiç bir ülkeyi dışlamadan tüm bölge ülkeler ile ilişkilerini her alanda karşılıklı saygı ve içişlerine karışmama ilkeleri çerçevesinde çeşitlendirmeyi ve geliştirmeyi arzulamaktadır. Orta Doğu’daki gelişmeler ülkemizde de hissedildiğinden bunlar Türkiye tarafından yakından izlenmektedir. Türkiye’nin bölgeye yönelik politikasının temelini bölge ülkeleriyle ikili ve çok taraflı işbirliği ilişkilerini yaygınlaştırarak bölgede barış, güvenlik ve istikrarın tesisine katkıda bulunmak teşkil etmektedir. Bu politikanın uygulamasında bölgede mevcut ihtilaflara doğrudan taraf olmamağa da itina edilirken, ikili planda sürdürülen
çabalara ilaveten, uluslararası toplum tarafından Orta Doğu’da barışın sağlanması için gösterilen çabalara da Türkiye tarafından aktif biçimde katkı sağlamaktadır. Bu cümleden olmak üzere El Halil’deki Geçici Uluslararası Mevcudiyet’e ve Lübnan’daki Birleşmiş Milletler Barış Gücü (UNIFIL)’e katılımı, Annapolis Konferansını takiben Paris’te düzenlenen Filistin Devleti için Uluslararası Bağışçılar Konferansına iştiraki, başta Lübnan, Filistin olmak üzere çeşitli bölge ülkelerine yapılan insani yardımları, Filistin ve İsrail ile birlikte başlatılan Ankara süreci çerçevesinde geliştirilen Gazze’deki Erez Sanayi Bölgesini hatırlatmak mümkündür.

Türkiye, Fatah ile Hamas arasında çıkan olaylardan ve Gazze’nin Hamas’ın denetimine geçmesi sonrası ortaya çıkan iki başlı görüntüden endişe duymakta ve taraflar arasında uzlaşının yeniden tesisine yönelik çabaları desteklemektedir. Türkiye Orta Doğu’daki sorunların kaynağında yer alan İsrail-Filistin ihtilafının BMGK’nun ilgili kararları, yol haritası, Arap Barış Girişimi çerçevesinde güvenli ve tanınmış sınırlar içinde yan yana yaşayacak iki Devlet vizyonu temelinde kapsamlı adil ve kalıcı bir çözüme kavuşturulmasını arzulamakta, bunun gerçekleşebilmesi için taraflar arasında güven artırıcı tüm girişimleri (Suriyeİsrail, İsrail-Lübnan) canlandırma teşebbüslerinin yararına inanmaktadır.
Türkiye’nin son olarak yardımcı olduğu İsrail Suriye dolaylı görüşmelerini; TOBB, İsrail İmalatçılar Birliği ve Filistin Ticaret Odaları Federasyonunun katılımı ile kurulan Ankara Forumu faaliyetlerini; Mısır’ın girişimiyle yapılan Hamas-İsrail ateşkes mutabakatına verdiği desteği bu çerçevede değerlendirmek uygun olur.

Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ikili ilişkilerinde son yıllarda belirli bir hareketlilik göze çarpmaktadır. Bu çerçevede en üst düzeyde gerçekleştirilen karşılıklı ziyaretlere ilaveten başta Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan olmak üzere birçok bölge ve Körfez ülkesi Dışişleri Bakanlıkları arasında siyasi danışma mekanizmaları kurulmasının, işadamlarımızın bölgeye ilgilerinin artmasının, müteahhitlik hizmetlerine ilaveten bölgeye yönelik ticari ilişkilerimizin hacminin de hızla yükselen bir trende girmesinin ilişkilere içerik kazandırdığı gibi karşılıklı güven duygusunu da kuvvetlendirdiği görülmektedir.

İKÖ Genel Sekreterliğine bir Türk akademisyenin getirilmesinin yanı sıra Arap Ligi Zirve ve Dışişleri Bakanları Toplantılarına Türkiye’nin gözlemci olarak katılmağa davet edilmiş bulunmasını ve Arap Ligi üyesi ülkelerin Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 2009-2010 Dönemi Geçici Üyeliğine adaylığının desteklenmesinin oybirliği ile kararlaştırılmış olmasını Türkiye’nin bölge ülkeler ile ilişkilerinde yaşanan olumlu gelişmelerin somut neticeleri olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

Bugün erişilen bu ortamın Türkiye’nin Orta Doğu’da ileriye dönük olarak ağırlık ve etkinliğini daha da arttıracak yeni girişim ve fırsatlara olanak sağlayacağı düşünülmektedir.




İran’a gelince, Türkiye, İran’ın devrim ihraç politikasından, İran’ın PKK’ya verdiği destekten uzun süre rahatsızlık duymuş zaman içinde İran’ın bu politikasına son vermesi ve PKK’nın İran’daki uzantısı olan PJAK’ın ortaya çıkmasıyla Türkiye ile mevcut güvenlik işbirliğine işlerlik kazandırması neticesi bu iki hususun geride kaldığını söylemek mümkündür. Ancak İran’ın nükleer politikasının da yarattığı kuşkunun, İran’ın konvansiyonel silahlanmaya germi vermesinin ve uzun menzilli füzeler imal etmesinin, Orta Doğu’da etkinliğini giderek arttırmasının
Türkiye’yi rahatsız ettiği açıktır. Türkiye bölgede nükleer silahların yapılmasına karşı olmakla birlikte bölge ülkelerinin barışçı gayelerle nükleer teknolojilerini geliştirme haklarını kabul etmekte, İran’a karşı askeri bir operasyonun bölgede ciddi istikrarsızlıklara yol açacağı endişesi ile buna karşı çıkmaktadır. Konunun diplomatik yollardan halli görüşü çerçevesinde Türkiye’nin gerek İran gerek ABD İngiltere, Fransa, Rusya, Çin, Almanya nezdinde bir süredir girişimlerde bulunduğu bizzat Dışişleri Bakanı Babacan tarafından açıklanmış bulunmaktadır.

SON GELİŞMELER

1. Suriye’nin bugüne kadar ısrarla sürdüre geldiği dış politikasının isabetinin, pek açığa vurulmamakla birlikte, yönetim kadroları arasında giderek daha tartışılır hale geldiği, bu çerçevede Dışişleri Bakanı Al - Muallim’in başını çektiği bir grubun, bu politikanın Suriye’nin Lübnan’dan çıkarılmasına, Arap Dünyası içinde izole olmasına ve ülkeyi ABD ile Batı’dan kopma durumuna getirdiğini beyanla, ABD ve Batı ile uzlaşı yollarının aranmasının ve bu yolla Hariri davasının önlenmeğe çalışılmasının, Suriye’nin Arap Dünyasındaki tecrit edilmişliğini kıracak güven arttırıcı adımların atılmasının, Bölgede kuşku uyandıran nükleer projelerden vazgeçilmesinin, İsrail ile barış görüşmelerinin başlatılmasının
ve Golan’ın geri alınmasına çalışılmasının Suriye’nin uluslararasındaki imajına olumlu katkılar yapacağı gibi içerde de Beşşar’ı ve rejimi güçlendireceği üzerinde durdukları; buna mukabil Cumhurbaşkanı Yardımcısı Al Sharaa ve muhafazakâr grubun, İran ile yakın ilişkilerin sürdürülmesini, buna ilaveten Suriye’nin Rusya ve Çin ile ilişkilerini yakınlaştırmasını ve Hizbullah, İslami Cihad ve Hamas gibi radikal örgütlerin desteklenmesini istedikleri yolunda duyumlar mevcuttur. Bunların ne derece hakikati yansıttığı tam olarak bilinmemekle birlikte, Suriye’ nin Türkiye’nin de girişimini kabul ederek İsrail ile bu aşamada dolaylı yapılacak görüşmeleri kabul etmiş olmasında, gerek Arap âlemi gerek Batı ile ilişkilerinde içinde bulunduğu izolasyondan kurtulma, askıda bulunan dosyaları ortadan kaldırma, ABD’de yeni Başkan seçilene kadar Bush’un baskılarına karşı zaman kazanma, Golan’ı geri alma hususlarının rol oynadığı anlaşılmaktadır. Suriye’nin, İsrail ile dolaylı müzakereyi kabulüne ilaveten Doha Antlaşması ile sağlanan Lübnan’daki normalleşme sürecini baltalama yönünde yandaş güçleri harekete geçirmemesini ve Paris’te son AIB konferansı vesilesiyle de Beşşar’ın Beyrut’ta Büyükelçilik açma yolu ile Suriye’nin Lübnan’ın varlığını resmen tanıdığını belirtmesini bu uzlaşıcı imaj yaratma çabası çerçevesinde değerlendirme yanlış olmayacaktır.

ABD’nin bölgedeki imajının giderek bozulmasına ve etkinliğinin giderek azalmasına mukabil İran’ın bölgedeki hem Şii siviller hem de doğrudan yardım yaptığı Hizbullah, İslami Cihad hatta Hamas nezdinde nüfuzunun arttığı gören İsrail’in bu etkiyi azaltma ve esas itibarile de Hizbullah’ı saf dışı bırakma hedefini güttüğü anlaşılmaktadır. Gerek bu mülahazaların gerek Başbakan Olmert’e karşı bazı yolsuzluk iddialarının yarattığı krizden kamuoyunun dikkatini başka yöne çekme arzusunun da İsrail’i Türkiye’nin teklifini kabule imale ettiği anlaşılmakta dır.

İsrail-Suriye görüşmelerinin Hizbullah başta olmak üzere radikal örgütleri ve bunların destekçisi durumunda olan İran’ı rahatsız ettiği, görüşmelerin Suriye’yi İran’dan koparacağı yolunda bazı basında yorumlara yol açtığı izlenmektedir. Bu spekülasyonlara son vermek amacı ile görüşmeler arifesinde Suriye Savunma Bakanı Tahran’ı ziyaret ederek iki ülke arasında yakın işbirliğini öngören 2006 tarihli Suriye-İran Savunma Antlaşmasını teyit etmiş ise de, Temmuz ayı ortalarında Suriye’nin ABD’nin gerekli mali ve askeri yardım vermesi halinde İran ile ilişkilerini gevşeteceği yolunda basın haberlerine de rastlanmıştır.

Filistinliler açısından konuya yaklaşıldığında, İsrail-Suriye görüşmelerinin başarıya ulaşarak Ürdün ve Mısır’dan sonra Suriye’nin de İsrail ile Barış Antlaşması imzalanması halinde Filistinlilerin elinin önemli ölçüde zayıflayacağı vakasının da göz önünde tutulduğu anlaşılmaktadır.

Önemine işaret babında Golan’ın yaklaşık 12.000 kilometrekare büyüklüğünde gayet verimli topraklara sahip olduğunu, 15.000’ni aşkın İsrail yerleşimcinin burada tarım yapmakta olduğunu, İsrail’in Golan tepelerinde erken ihbar ve diğer askeri tesislerinin bulunduğunu, İsrail’in tatlı su kaynaklarının 1/3’ünün Celile Gölü’nden geldiğini hatırlamak faydalı olacaktır. Keza, gene aynı çerçeve de, 2000 yılında Başkan Clinton’ın girişimiyle yapılan İsrail-Suriye görüşmeleri nin Golan meselesi yüzünden başarıya ulaşamadığını kaydetmek yerinde olur. Görüşmeler barış antlaşması ile sonuçlansın veya sonuçlanmasın bizatihi görüşmelerin başlatılmış olması bir başarıdır. Türkiye’nin bu girişimi ülkemizin son 5-6 yıldır Orta Doğu politikamıza getirmeye çalıştığı dinamizmin bir sonucu olduğu kadar Türkiye’nin bölgede giderek artan ağırlığının da bir işareti olarak görmek yanlış olmayacaktır.

Dışişlerimizin bu yöndeki sistemli ve inandırıcı girişimi ve gayretlerinin isabetli olduğu ortaya çıkmıştır.

2. İran, Hizbullah aracılığı ile Lübnan’da etkilidir. Suriye’nin Lübnan’dan geri çekilmesini takiben İran Hizbullah aracılığı ile Suriye aleyhtarı güçleri nötralize ederken, Hizbullah’ın Hükümetteki Bakanları ve Parlamento’daki 20’ye yakın sandalyesi ile siyasi hayatta da etkin bir rol oynadığı gerçektir. Ayrıca, Hizbullah aracılığı ile Şii bölgesinde halka eğitim, sağlık vs. alanlarında sunduğu çeşitli hizmetlerle de etkinliğini artırmağa çalışmaktadır. Kasım 2007’de süresi dolan Cumhurbaşkanı’nın yerine seçilecek aday üzerinde uzun süre anlaşılamaması
ve muhalif güçlerle çıkartılan olayların ciddi bir krize dönüşmesi ve ülkeyi daha derin bir istikrarsızlığa sürükleme tehlikesi karşısında Türkiye en üst düzeylerde Lübnan’da gerek iktidar gerek muhalefet çevreleri ve Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad nezdinde ısrarlı girişimlerde bulunmuştur.

Türkiye’nin bu girişimleri ve Katar Başbakan’ın daveti ile Doha’da tüm tarafların katılımı ile başlatılan görüşmeler sonucu Mayıs sonunda yeni Cumhurbaşkanı’nın seçimi, bir Milli Birlik Hükümetinin kurulması, 30 kişilik Hükümetin 16’sı iktidar, 11’i muhalefet ve 3’ü Cumhurbaşkanınca seçilen üyeden oluşması, önümüzdeki seçimlerde 1960 tarihli Seçim Kanunun benimsenmesi kabul edilmiştir. Doha Antlaşmasında Hizbullah’ın gücünü siyasi alanda kazanıma dönüştürme arzu ve çabasının yattığı açıktır. Bu açıdan Doha Antlaşmasının Hizbullah ve dolayısı ile İran yönünden bir başarı olduğunu kabul etmek gerekir.

Nitekim 30 kişilik Hükümete 2 Bakan sokan Hizbullah’ın diğer Şii Bakanlarla birlikte 11 sandalye elde ederek veto hakkına sahip olduğu, bu durumda BM Güvenlik Konseyinin zamanında kabul etmiş olduğu Hizbullah’ın silahtan arındırılması kararının bertaraf edildiği de anlaşılmaktadır. Krizin durulmasını takiben İsrail tarafından yapılan barış görüşmesi önerisinin Lübnan tarafından geri çevrilmesinde şüphesiz Hizbullah’ın etkili olduğu düşünülmektedir.

3. Zaman içinde İsrail’in Orta Doğu’da kalıcı bir devlet olarak varlığı, başta Ürdün ve Mısır olmak üzere, Arap ülkeleri tarafından kabul edilmeye başlanmıştır. Bu gerçekçi yaklaşım zamanla, 1967 de işgal edilmiş Filistin toprakları üzerinde bir Filistin devletinin kurulması ile sorunun çözümlenebileceği anlayışını da ortaya çıkarmıştır. Bu yaklaşım çerçevesinde 2000 yılında İsrail Başbakanı Barak ile Filistin lideri Arafat arasında 3 temel konuda (Kudüs’ün statüsü, Filistin devletinin hudutları ve mülteciler sorunu) bir anlaşmaya varılmasına ramak kalmış iken, ayrıntılar yüzünden çabalar sonuç vermemişti. Ancak bu gelişmenin bundan sonraki çabalar için bir referans teşkil edebileceği düşünülmektedir.
Orta Doğu’da barış ve istikrarın temininin ve bölge ülkelerinin Türkiye’ye karşı tutumlarının, ülkemizin güvenliği ve çıkarları açısından ne derece önemli olduğunu, özellikle Kuzey Irak’taki son gelişmeler bir kere daha gözler önüne sermiştir.

Filistin’de ikinci intifada ile başlayan olaylar, İsrail’in sert tepki vermesiyle daha da kızışmış, tırmanma Oslo Anlaşmalarıyla başlatılmaya çalışılan barış sürecinin sonu olmuştur. ABD’nin İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız destek (bu çerçevede İsrail’in zamanında Lübnan’da giriştiği büyük katliamlara, Güney Lübnan’ı 2000’lerin başına kadar işgal etmesine, Batı Yaka ve Gazze’de yerleşim bölgeleri ihdasına fazla tepki göstermemesi) bölgede ABD aleyhtarlığını, milliyetçi hareketleri körüklemiş, şiddet olaylarını yaygınlaştırmış ve boyutlarını genişletmiştir.

Diğer taraftan, 2006 Ocak ayında yapılan seçimleri kazanan Hamas’ın uluslararasında kabul görmemesi, Hamas-Fatah uzlaşısının devam
etmemesi, Hamas’ın izole edilme yolu ile etkisizleştirilmesi çabalarının iflası bugün Filistin topraklarında biri Batı-Yaka’da, öbürü de Gazze Şeridinde olmak üzere 2 ayrı idarenin kurulmasına yol açmıştır. Uluslararasında kabul gören ve tanınan idare Mahmut Abbas’ın lideri olduğu Fatah’tır. Önlenemeyen şiddet olayları giderek artan istikrarsızlık ve uluslararası tepkiler ABD’yi uzun yıllardan yerinde sayan barış sürecini canlandırma zorunda bırakmış, ABD bu maksatla 40 küsur ülkenin katıldığı Annapolis konferansını toplamış, bu çerçevede İsrail Başbakanı Olmert ve Mahmut Abbas arasında doğrudan görüşmelere başlanmış tır. Çeşitli etkenler nedenile fazla ilerleme kaydedemeyen görüşmeler Gazze olayları ve bunu takiben İsrail tarafından uygulanan ambargo, buna karşılık İsrail’e karşı girişilen füze saldırıları ve şiddet olayları bazı gerçeklerin
daha açık şekilde ortaya dökülmesine imkân vermiştir.

İsrail, ambargonun Gazze’den yapılan roket atışlarını durduramadığını, uluslarar ası hukuka aykırı şekilde ambargolarla sivil halkı her türlü insani yardımdan yoksun bırakacak cezalandırmanın Gazze halkını yıldıramadığı gibi Hamas etrafın da kenetlenmesine yol açtığını, Gazze’yi tam işgal altına almanın büyük yeni sorunları beraberinde getireceğini, başta eski ABD Başkanı Carter olmak üzere birçok kişinin vurguladığı gibi Hamas realitesinin kabul edilmesini gerektiğini gördü. Hamas’ın ise, ambargonun yol açtığı ağır sefaleti, İsrail’in füze saldırıları na rağmen geri adım atmadığını, İsrail ile ateşkese varılması ve sınır kapısının yeniden açılmasının Gazze Şeridinde hayatı normale döndüreceğine kanaat getirerek hem Mısır’la ilişkilerini düzeltme ve Fatah karşısında elini kuvvetlendir me ve ileri de Hamas’ın uluslararasında tanınmasını kolaylaştıracağı ve ateşkesin muhtemel bir esir değişimi imkânını yaratabileceği ümidi ile Mısır’ın önerisini kabul ettiği tahmin olunmaktadır.

Nitekim Hizbullah’ın İsrail ile bir yıldır büyük bir gizlilik içinde yürüttüğü görüşmelerin iki tarafın esirlerini değiştirme kararı ile sonuçlandığı Temmuz ayı başında açıklanmıştır. Hizbullah’ın bu düzenlemeyle aralarında biri 20 yıldır İsrail’de hapis yatan beş militan ile yüzlerce naaşı geri almasının Hizbullah’ın Lübnan’da ve bölgede prestijini daha da arttırdığı Lübnan’da yapılan gösteriler den açıkça görülmektedir.

Tamamen Mısır’ın girişimi ile gerçekleşen Ateşkes’in devamı, büyük ölçüde Hamas’ın diğer radikal örgütleri kontrolüne bağlı olmaktadır.

İki yıl önce de 2006 Kasım’ında yapılan ateş kesin, Batı Yaka’da birkaç Filistinlinin öldürülmesi üzerine sona erdiği toplam 5 ay kadar sürdüğü
hatırlanacaktır.

SONUÇ

Orta Doğu’da genel olarak bir yumuşamaya doğru gidildiğini, saikleri ve aracıları kim olursa olsun genel tabloya bakıldığında Suriye ile İsrail arasında dolaylı görüşmelere başlanmasını, İsrail’in Hamas’la ateşkese yönelmesini, Hizbullah ile esir değişimine girişmesini, Lübnan’da Hükümet buhranın sona erdirilmesini, ABD’nin İran’a karşı taktik mülahazalarla dahi olsa yaklaşımında ayarlama yapmasını,

İran’ın buna olumlu tepkisini, Irak’ta Sünni bloğun Hükümete geri dönmesini olumlu ve ileriye dönük ümit verici gelişmeler olarak nitelemek uygun olur.

Türkiye Cumhuriyet’i kuruluşundan bu yana sürdüre geldiği akılcı, gerçekçi ve hiçbir ayrım yapmadan bölgenin bütün ülkeleri ile kalıcı barış ve istikrarı sağlamak üzere, dostane ve içerikli ilişkiler geliştirmeği amaçlayan dış politikası ile kendisi yönünden tehdit oluşturabilecek bütün kriz ve çatışmaların dışında kalmayı başararak bölgenin güvenilir ve saygın ülkesi durumunu koruya gelmiştir. Son zamanlarda, Türkiye’nin Orta Doğu’daki kriz ve istikrarsızlık ortamını, bir barış ve işbirliği alanına dönüştürmek ve silahlı çatışmalara son vermek için, çok taraflı oldukça faal bir politika izlediği ve bunda da küçümsenemeyecek başarılar elde ettiği görülmektedir. Aynı şekilde, bölge yönünden çok önemli olan İran’ı da takip ettiği nükleer program konusunda diyalog ve işbirliği sürecine çekmek için de bir süredir sessizce taraflar nezdinde
girişimlerde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bütün bu girişimlerin Türkiye’nin bölgede ağırlık ve itibarını arttırdığı açıktır.

Tabloyu tamamlamak için kısaca su sorununa da değinmek gerekir. Dünya nüfusunun artışı, iklim değişikliği, hızlı şehirleşme ve sanayileşmenin yol açtığı su sorununun önümüzdeki dönemde Orta Doğu’da daha kritik bir aşamaya ulaşarak bölgenin temel sorunlarından biri haline dönüşmesi muhakkaktır. Bu bağlamda, Türkiye’nin komşuları Suriye ve Irak’la ilişkilerinde zaman zaman gerginliklere neden olmuş bulunan Fırat ve Dicle suları konusunun da ağırlıklı olarak gündeme gelmesi söz konusu olacaktır. Bu konuda gerekli hazırlıkların yetkili makamlarımızca yapıldığında şüphe olmamakla birlikte, uluslararasında oluşturulmasına çalışılan “Su Hukuku” çalışmalarının dikkatle yakından
takibi gerekmektedir.

TÜRKİYE-ORTADOĞU İLİŞKİLERİ
E. Büyükelçi Güner ÖZTEK

15. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***