Fatma Sibel Yüksek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fatma Sibel Yüksek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Nisan 2016 Cuma

Hakan Fidan Gerçekten İsrail'in Hedefinde mi? Yoksa Yeni Bir İktidar Oyunu mu Oynanıyor ?,



Hakan Fidan Gerçekten İsrail'in Hedefinde mi? Yoksa Yeni Bir İktidar Oyunu mu Oynanıyor ?,

Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat,
Tarih:20/10/2013 
Türü:İç Politika 


Eğer, Hakan Fidan "Türkiye'nin Putin'i" olarak yakın gelecek projeksiyonlarına sokulmuşsa;

Tayyip Erdoğan'ın "sağlık durumu" sanıldığından ciddi demektir.

Öyledir çünkü, Putin benzetmesi kadar kritik bir benzetme yapabilen hiç kimse, böyle bir " Medyedev hatasına " düşmez..


***

Bayram gündeminde arada kaynayan çok önemli bir konu var. Amerikan ve İsrail basınında aniden MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı hedef alan makaleler yayımlanması ve bu yayınlara mal bulmuş mağribi gibi atlayan Tayyip Erdoğan medyasının, (dikkat edin, "yandaş medya" demiyorum, zira konuya balıklama dalan tek medya kesimi, Tayyip Erdoğan'a bağlı olanlar. Cemaat medyası ile Abdullah Gül'e yakın kalemler konudan uzak durdu) "Tayyip Erdoğan'ı yedirmeyiz" kampanyasına benzer bir "Hakan Fidan'ı yedirmeyiz" kampanyası başlatmaya yönelmesi.

Neler oldu, kısaca hatırlayalım:

Kurban bayramının üçüncü günü, yani 17 Ekim 2013'te Washington Post gazetesinde yayımlanan bir makalede, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın İran yetkililerine, "İsrail hesabına çalışan bir grup İranlı ajanın listesini ilettiği" yazıldı.

Makalenin yazarı tanıdık bir isimdi: Tayyip Erdoğan'ın Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e “one minute” çıkışını yaptığı panelin moderatörü olan gazeteci David İgnatius.

Bu, Hakan Fidan'ı İsrail'in hedefi haline getirecek bir bilgiydi ki zaten Tayyip Erdoğan'ın çevresi de Fidan'ın "İsrail'in hedefi" olarak nam salmasından nedense her zaman pek hoşnuttular..

Başbakan'ın maaşlı danışmanları bayram-seyran demeyip hemen twitter'ın başına koştular ve Amerikan basınında pek de bir ağırlığı olmadığı anlaşılan bu köşe yazarının iddiasına karşı salvo atışları başlattılar.

Örneğin, Erdoğan'ın danışmanlarından Mustafa Varank'a göre bu bir "psikolojik harp" işaretiydi. "Hükümete ve istihbarata karşı uluslararası psikolojik harp harekâtından önümüzdeki uzun seçim döneminde vazife çıkaranlar mutlaka olacaktı"..

Olayı Gezi direnişine bağlama fırsatını da hebâ etmeyen Varank, şöyle dedi:

" Sonbahar sıcak geçecekti ya hani? Baktılar olmuyor, hükümetin ve istihbaratın itibarına yönelik uluslararası kampanyaya hız verdiler "

" İsminin açıklanmasını istemeyen " bir başka istihbarat yetkilisi de Turkish Daily News Genel Yayın Yönetmeni Murat Yetkin'e konuşmakta gecikmedi:

“ Bu medya kampanyasını, arkasında İsrail kaynaklı bir çabanın bulunduğu bir saldırı olarak görüyoruz.."

Hakan Fidan'ın İsrail'i "ne kadar rahatsız eden" bir MİT Müsteşarı olduğu konusunda bu makale bile fazlasıyla malzeme değeri taşırken, yeni bir kazan kaynatmak arzusuyla tutuşanlara altın tepside bir 'fırsat' da ertesi gün “The Jewish Press” adlı, sanı pek de duyulmadık Kudüs kaynaklı bir internet sitesi tarafından sunuldu.

Sitede, İgnatius'un yazısının yorumlandığı bir "analizde" şu inanılmaz cümleler kuruldu:

“ Amerikalılara göre, burada suçlanması gereken 50 yılık işbirliğinin ardından Türkiye’nin bunu yapmayacağını düşünmüş olan MOSSAD. Bu da demek oluyor ki, MOSSAD naif davranmış olabilir.Bir sabah arabasında özel bir sürprizi hak eden varsa o da Türkiye istihbarat şefi Hakan Fidan’dır.”

MİT Müsteşarı açıkça ölümle tehdit ediliyordu. Bunu yapmamış ve "yapmayacak" olan bir MOSSAD'ın 'zafiyetinden' söz ediliyordu! Hem de isminde açıkça "Jewish" kelimesi geçen bir yayın tarafından!.. Ve de İsrail'in sessizliği eşliğinde?

Erdoğan'ın medyadaki ekibi, sakin geçen bayram tatilinin mahmurluğundan hemen sıyrıldı. Şantajın hedefi MİT Müsteşarı'ndan çok "bizzat Başbakan Erdoğan'ın kendisiydi." Sabah, Meydan, Star, Akşam gibi Erdoğan'ın doğrudan kontrölünde olan gazeteler ve yazarları, İsrail'in sözüm ona "Hakan Fidan'ı yeme operasyonunun" birer ucundan heyecanla tuttular.

Cemaat medyasının sessizliği ise doğrusu dikkate şâyandı. "Sessiz kalmakla" suçlanmasına fırsat kalmadan, Sabah gazetesinin Erdoğan için farklı bir şeyler yapmak arzusu ile yanıp tutuşan yazarı Sevilay Yükselir tarafından "suç işlemekle" suçlandılar. Yükselir, makaleyi "yorumsuz" haberleştiren Today's Zaman gazetesinin, Fidan'ın tehdit edilmesinde 'aracılık' yaptığını iddia ederek, bu gazete hakkında yasal soruşturma yapılması gerektiğini savundu.

Today's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş'in Yükselir'e yanıtı ise doğrusu Ulusal Kanal'ın üslûbunu aratmadı:

" Yahu elinizde kulağı kocaman, eli her yere ulaşan istihbari örgütler var. Varsa bir ilinti çık erkekçe ortaya koy. Yoksa iftira atma. Ayıp. danışmanını, yalakasını, yardakçısını, hokkabazını niye sahaya sürüyorsunuz?Devlet de sizsiniz, yargı da! Buyrun…”

24 saat içerisinde saman alevi gibi büyüyen olayı, bir adım öteye taşıyan "ulusalcı medya" ise ilginç bir iddia ortaya attı. Yurt gazetesi yazarı Ali Ekber Ertürk'ün haberine göre Tayyip Erdoğan, kendisinden sonra başbakanlığa Hakan Fidan'ı hazırlıyordu!

Bu manşetten sonra, şu soruyu sormanın zamanı gelmiş bulunuyor:

Tayyip Erdoğan, " Veliaht " olarak Hakan Fidan'ı işaret ediyorsa, ABD ve İsrail medyasında aniden beliren Hakan Fidan haberlerinin "arkasındaki güç, İsrail değil bizzat Erdoğan ve MİT'in kendisi olmasın?"

Bu sorunun haklılığını düşündüren bir başka haber, bugün (20.10.2013) Cumhuriyet gazetesinden geldi. Mikrofonu parti içine uzatan gazetenin deneyimli AKP muhabiri Erdem Gül, AKP'lilerin olayı Hakan Fidan'ı tutuklama girişimi olan 7 Şubat sürecinin "devamı" olarak gördüklerini belirttikten sonra şu bilgileri aktardı:

"2014’teki kritik seçim süreci de gözetilerek asıl olarak Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hedef alındığı değerlendirmeleri yapılıyor. AKP’de cemaate yakın medyanın Fidan tartışmasında büyük bir suskunluk sergilediğine de vurgu yapılıyor.

AKP’liler, olayın Türkiye’nin bölgedeki dış politikasına ve iç politikada da özellikle 2014’teki Köşk seçimlerine yönelik beklentilerle sahneye konulduğunun altını çiziyor.

Hedef Fidan değil Erdoğan: Operasyon Fidan üzerinden yürütülüyor ama asıl hedef doğrudan Başbakan Erdoğan. Hedef artık parti değil Başbakan’ın kendisi ve siyasi geleceği."

Erdem Gül'ün haberindeki en çarpıcı unsur kuşkusuz, AKP'liler tarafından yapılan şu değerlendirmeydi:

"Bu operasyon, özellikle İsrail patenti nedeniyle ters tepiyor. Amaç Fidan’ı yıpratmak ama tam tersi oluyor. Fidan İsrail’in hedefinde olduğu sürece içeride kazanacaktır. Bir süreden beri Erdoğan sonrası olası Başbakanlık ya da parti liderliği tabanda güçlenen isimlerde değişiklik yaşanıyor. Bir sene önce yapılan tüm anketlerde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dışında en çok destek Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na çıkıyordu. Ancak bu olaylar Fidan’ın tabanda güçlenmesine neden oluyor. Yapılacak olası başbakan adayı anketlerinde Fidan’ın Davutoğlu’nun üstünde destek bulması şaşırtıcı olmaz. Üstelik AKP Grubu içinde Fidan’ı bizzat tanıyan milletvekili sayısı parmakla gösterilecek kadar az.." (Haberin tamamı için: http://cumhuriyet.com.tr/?hn=447822&kn=7&ka=4&kb=7)

Amaç, AKP tabanındaki "İsrail karşıtlığı" üzerinden yeni bir " Lider adayı " parlatmaksa, ABD ve İsrail medyasında peşpeşe sürüme sokulan bu iki yazının arkasında Erdoğan ve MİT'in olduğunu neden düşünmeyelim?

Hem de "Erdoğan sonrası" için yapılan parti içi anketlerde, " Yüksek Oylar alan " Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu'na güzel bir cevap olmaz mı bu?

" Hakan Fidan'ın İsrail'in çıkarlarıyla çatıştığı masalına kim inanır? Erdoğan ve MİT, Suriye olayında açıkça İsrail'in eline oynamadılar mı?" sorusunu sormayı aklından geçirenler varsa bundan vazgeçsin, zira bu tür "tenâkuzlara" AKP'liler nasılsa zerre kadar kafa yormaz. ..

Gelelim, Hakan Fidan'ın ismi etrafında koparılan bütün bu gürültünün en "bomba" tarafına..

Bu bomba, bizzat AKP tarafından derin operasyonlarda kullanılan Milat isimli gazete tarafından patlatıldı.

İsa Tatlıcan imzalı yazıda "Türkiye'den bir Putin çıkar mı?" sorusu sorulduktan sonra, şu ilginç fikirler gündeme getirildi:

"Rusya Devlet Başkanı Putin, uzun yıllar Rusya iç istihbarat servisi başkanlığı ve Rusya'nın Polütbüro'su olarak adlandırılan Rusya Güvenli Konseyi sekreterliğini yürütmüştü. Hakan Fidan'ın hızlı yükselişini yorumlayan bazı çevreler son dönemde 'Türkiye'den de bir Putin neden çıkmasın' söylemini ciddi ciddi dillendirmeye başlamıştı. Hatta Fatih Altaylı bu söylemi bir adım ileriye taşıyarak 'Çankaya'ya hazırlanan Erdoğan'ın Başbakan adayı Hakan Fidan' iddiasını köşesine taşımıştı.

Hakan Fidan'ın siyasi duruşu benzemese de bürokrasideki yükselişini Putin'e benzeten ve siyasetin önemli aktörlerinden biri olacağını iddia eden köşe yazarları artık sadece Fatih Altaylı ile sınırlı değil.

Siyasette süprizleri seven Başbakan Erdoğan'ın kritik yurtdışı gezilerinde sürekli yanında bulunan 'sır küpü' Hakan Fidan'ı Başbakanlığa taşır mı?

Bu soruyu önümüzdeki dönemde daha sık soracağımızı düşünüyorum. Hakan Fidan'ın bürokrasideki yükselişini siyasete taşıyabileceğini düşünen ve bizim gibi bu soruyu soran çevreler şimdiden ön kesmeye çalışıyor olabilir."

Aynı argüman, ilginç bir şekilde, yine deneyimli bir AKP muhabiri olan Ali Ekber Ertürk'ün Yurt gazetesindeki haberine ise şu şekilde yansıyordu:

" Hakan Fidan, teknokrat bir bürokrat olarak, siyasi konularda çok deneyimli bir isim değil. Bu da kabinesinde teknokrat isimlere ağırlık veren Erdoğan için önemli bir ayrıntı. Erdoğan, 'siyasi imajı ön planda' olan isimlerden çok teknokrat yönüyle öne çıkan isimlere daha çok güveniyor. Hakan Fidan'ın da öteden beri birlikte çalıştığı ve kendisini, genç yaşında makamların en yükseklerine çıkaran Erdoğan'ın 'güvenini sarsacak'bir isim olmadığı belirtiliyor. Üstelik, kendisine en zor döneminde 'yedirmem'diyerek sahip çıkan, bu uğurda Cemaat'le bile zıtlaşmayı göze alan Erdoğan'a Fidan'ın ihanet etmesi beklenmiyor."

Şimdiki soru da şu:

Neden Medyedev değil de Putin?

Normal şartlarda, Tayyip Erdoğan'ın kendisi Köşk'e çıkıp, arkasında da Hakan Fidan'ı bırakmak istiyorsa, bu durumda "Putin"in Erdoğan, Fidan'ın da "Medyedev" olması gerekmiyor mu?

Bir operasyon aygıtı olarak piyasaya sürülmüş olan Milat gazetesinin böyle bir benzetme yanlışına düşmesi olası mı?

Eğer, "Türkiye'nin Putini" Hakan Fidan olacaksa, Tayyip Erdoğan nerede yer alacak?

Milat gazetesinin böyle bir teşbih hatasına düşmeyeceğini bilerek ve de madem spekülasyon serbest, biz de deriz ki:

Eğer, Hakan Fidan " Türkiye'nin Putin'i " olarak yakın gelecek projeksiyonlarına sokulmuşsa;

Tayyip Erdoğan'ın " Sağlık durumu " sanıldığından ciddi demektir.

Öyledir çünkü, Putin benzetmesi kadar kritik bir benzetme yapabilen hiç kimse, böyle bir "Medyedev hatasına" düşmez..

Hakan Fidan'dan bir Putin profili çıkar mı bilemeyiz, ancak her konuda bol bol hata yapma lüksüne sahip olan "devletimizin", siyasi emanetçilik konusunda sıfır hataya sahip olduğunu hatırlatırız. MHP'nin Türkeş'ten sonra Devlet Bahçeli'ye 'emanet edilmesi' özellikle hatırlanmalıdır.

Bu tecrübenin ışığı altında, abartılı "Putin" benzetmelerinin aksine,"mûnis devlet memurları" da çıkabilir projenin altından..

Son bir not olarak, Hakan Fidan planlarından Tayyip Erdoğan'ın da haberdar olduğunu ve bunları desteklediğini anlamaktayız.

Çevresinde Hakan Fidan'dan başka güvendiği kimse kalmadı zira..

www.acikistihbarat.com
twitter.com/fasibel


http://www.acikistihbarat.com/haberdetay.aspx?id=10424

6 Nisan 2016 Çarşamba

Ölümsüzlük Peşinde Küçük Hesaplar, Büyük Mabedler



Ölümsüzlük Peşinde Küçük Hesaplar, Büyük Mabedler 

Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
Tarih:  02/12/2013 
Türü:İç Politika 



O halde Erdoğan ne yapmaya çalışıyor?

Erdoğan, dünya durdukça kendi adıyla anılacak, hatta yapımı tamamlandığında hak vâki olmuş olursa adı "Recep Tayyip Erdoğan Kanalı" konulacak bir projenin temelini atıyor..

Projeye hız veriliyor; çünkü Erdoğan vaktinin sınırlı olduğunu düşünüyor...
 

AKP Hükümeti ile Fethullah Gülen Cemaati arasında yaşanan dershane krizi, uzun bir Bakanlar Kurulu toplantısından sonra şimdilik ötelendi. Daha doğrusu, her iki tarafta da "sorunun ötelendiğine" dair yaklaşımların ön plana çıkacağı, ancak tartışma ve karşılıklı güvensizliğin alttan alta devam edeceği anlaşılıyor.

Nitekim, Bülent Arınç ve Hüseyin Gülerce gibi hükümet ve cemaat önde gelenleri, (ki "özgül ağırlığının" ciddi şekilde hırpalanmasından sonra Bülent Arınç'a "hükümet önde geleni" demek ne kadar mümkün ,bilinmez) Bakanlar Kurulu'nca alınan ve aslında dershanelerin kapatılması konusunda herhangi bir geri adım içermeyen kararı, "uzlaşma"ve "krizin sona ermesi" havasında açıklayıp yorumladılar.

Cemaat yanlısı gazeteci ve yorumcular, krizin patlak verdiği günden itibaren şu sorunun cevabını arıyor:

" Tayyip Erdoğan bunu neden yaptı? Yerel seçimlere kısa bir süre kala, neden böyle yıpratıcı bir gündem maddesine yoğunlaşarak partisinin ve kamuoyunun enerjisini gücün bölünmesi yönünde sarfetti?"

Aslında bilen biliyor ki dershaneler, bizzat Tayyip Erdoğan'ın kendisinin, Tayyip Erdoğan sonrası senaryolarına ve Cumhurbaşlanlığı seçimi hesaplarına kurban gitmiş bir konudur.

Şayet Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen cemaatinin Çankaya yolunda kendisine destek vereceğinden emin olsaydı, dershane kapatma girişimi de dahil, cemaatin siyasi-ekonomik gücünü kırmaya yönelik adımları en azından bu sertlikte atar mıydı?

Olayın sadece dersahaneleri kapatmakla sınırlı kalmadığı da anlaşılıyor. Gerçek Gündem haber sitesinden gazeteci Barış Yarkadaş, bu konuda ilginç bir ayrıntıya daha dikkat çekti:

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), yayımladığı bir duyuru ile  artık vakıf üniversitelerinin hastane haricindeki tıp merkezlerine giden hastaların parasını ödemeyeceğini bildiriyordu. Bu, cemaatin dershanelerden sonra ikinci büyük gelir kapısı olan tıp merkezlerine ağır bir darbe vurulması demekti.

Dolayısıyla, dershanelerin kapanmasını 2015 yılına erteleyen Bakanlar Kurulu kararının, "savaşın bitmesi" anlamına gelmediğini, taktiksel 'sulh' açıklamaları yapan  Hüseyin Gülerce gibi cemaat sözcüleri de aslında çok iyi biliyorlar.

Meselenin odak noktası, Çankaya hesapları ve buna bağlı olarakTayyip Erdoğan'sız bir AKP'nin yoluna nasıl devam edeceğidir.

Burada konu biraz daha çatallanıyor; şöyle ki:

Recep Tayyip Erdoğan'ın gerçek düşünün devlet başkanlığı olduğu biliniyor. Vaktinin çoğunu kabullerle geçiren, sık sık frak giymek zorunda kalan, Meclis'i açan vs. bir cumhurbaşkanı olmak ona göre değil. Kabına sığamayan Tayyip Erdoğan'a devleti temsil edeceği, hükümeti atayacağı, yasaları onaylayacağı, TSK'ya başkumandanlık yapacağı, icraatın tümünü yönetip yönlendirebileceği bir makam gerekli ki, o da devlet başkanlığıdır.

Ancak, gücünün - kudretinin en zirvede olduğu noktada bile istediği boyutta anayasa değişikliği yapabilip de  başkanlık sistemini getiremeyen Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçimine 8 ay kala- üstelik iktidarında öncü sarsıntılar başlamışken- bunu yapamayacağına göre;

Devlet başkanlığı hayallerinden vazgeçip "temsili" sıfatı ön plana çıkan bir cumhurbaşlanlığına razı mı oldu?

Tabii bu sorudan önce, Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına aday olmasının giderek kesinleştiğini belirtmek gerek..

Yani, 2014 Ağustosu'nda Türkiye Cumhuriyeti'nin 12. Cumhurbaşkanı olarak Çankaya Köşkü'ne çıkmaya hazırlanan Tayyip Erdoğan, sadece o makamı ikinci kez Abdullah Gül'e bırakmamak veya siyasi kartvizitine en üst makamı da eklemek arzusuyla mı  her şeyi kırıp dökme noktasına gelebilen Çankaya hesapları yapıyor?

Ve tabii bunu yaparken de arkasında bırakacağı partisinin Özal sonrası ANAP'ına dönüşmesi riskini de göze alabiliyor?

Çünkü gayet iyi biliyor ki AKP'nin başında kimi bırakırsa bıraksın, kendisini devlet başkanlığına taşıyacak bir anayasa değişikliği ebediyen hayal olacaktır. Arkasında güçlü bir parti olmayacağı için hareket kabiliyeti iyiden iyiye azalacak, Çankaya'nın duvarları arasına sıkışmaktan kendisini alamayacaktır.

Üstelik,arkada bıraktığı parti, sürekli kazan gibi kaynayacak, belki de giderayak büyük bir rekabeti göze aldığı Gülen Cemaati'nin veya aslında hep potansiyel tehlike olarak gördüğü ve hiç de güvenmediği Melih Gökçek'in kontrolüne geçebilecektir...

O halde, şunu söylemek pekâlâ mümkün:

Tayyip Erdoğan, Çankaya'yı siyasi kariyerinin son noktası olarak görüyor ve arkasında bırakacağı AKP'yi çok da umursamıyor! Dahası, kendisinden sonra varlığını nasıl sürdüreceği veya sürdürüp sürdürmeyeceği ile ilgilenmiyor!

Peki neden?

Böyle büyük bir kumar hangi saikle oynanabilir?

Cevap: Final yapmak saiki ile..

Dikkatlerimizi başka konularda yaşanan gelişmelere çevirelim...

Sabah gazetesi dün (2 Aralık 2013) ilginç bir habere imza attı. Haberin başlığı, "Çılgın Proje'nin startı da hızlı oldu"

Haberde, Erdoğan'ın önem verdiği projelerin başında gelen Kanal İstanbul Projesi'nde ani bir atağa geçildiğine dikkat çekilerek, üçüncü havalimanı aksında yer alan 5 köye kamulaştıtrma tebligatlarının ulaşmaya başladığı bildirildi.

Proje alanındaki 7 maden şirketine de arazileri 3 ayda boşaltmaları için süre verilmişti..

Bu gelişmeyi kolay yoldan "seçim yatırımı"  olarak görmeden önce, bu boyuttaki bir projenin ne cumhurbaşkanlığı seçimine, ne de genel seçimlere yetişmeyeceği gerçeğini göz önüne  almak gerekiyor.

O halde Erdoğan ne yapmaya çalışıyor?

Erdoğan, dünya durdukça kendi adıyla anılacak, hatta yapımı tamamlandığında hak vâki olmuş olursa adı "Recep Tayyip Erdoğan Kanalı" konulacak bir projenin temelini atıyor..

Projeye hız veriliyor; çünkü Erdoğan vaktinin sınırlı olduğunu düşünüyor...

" Spekülasyon yapmak " damgası yemeyi göze alıyorum ve devam ediyorum:

Gezi olaylarından sıcak günlerinde miting üzerine miting düzenleyip tabanını kemikleştiren Erdoğan'a mitinglerden birinde partili bağırdı:

" Ayasofya'da namaz kılmak istiyoruz! "

Erdoğan'ın cevabı:

" Vakti geldiğinde o da olacak...."

Ve Yeni Devlet'in resmi tarihçiliğine soyunmuş olan Mustafa Armağan, Derin Tarih dergisinde Ayasofya'nın ibadete açılması tartışmasının ucunu göstermeye başlıyor...

Varlığını, Ayasofya'yı tartışmasız bir sembol olarak derin hafızasına kazımış Hristiyan devletlere borçlu olan Erdoğan; batılı devletleri karşısına almak pahasına Ayasofya'yı ibadete açacak, öyle mi?

Bunu neden yapar?

Vaktinin kalmadığını düşündüğü ve milyonlarca Müslüman'ın gönlünde taht kurmuş bir lider olarak tarihe geçmek istediği için...

Fatih'in emaneti Ayasofya'yı yeniden ibadete açan büyük Müslüman lider!

Kanal İstanbul Projesi'nden sonra Ayasofya projesine de hız verilirse, bilelim ki Tayyip Erdoğan jübile vaktinin yaklaştığını düşünüyor..

Son bir  kaç ayda olup biten " Çılgınlıkları " kökten açıklayacak bir sebeptir bu..

Tarihe çok büyük tartışmalarla geçeceğini bilen bir liderin "ön alması"..

Kendi döneminin resmi tarihini bizzat kendisinin yazması...


www.acikistihbarat.com
03.12.2013
twitter.com/fasibel

http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10440


..

15 Şubat 2016 Pazartesi

Ali Koç CHP'nin İstanbul Adayı Olur mu?




Ali Koç CHP'nin İstanbul Adayı Olur mu?


Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
Tarih:21/07/2013 
İç Politika 


Gezi Parkı olaylarına Divan Oteli üzerinden damga vurmaya talip olan  Koç Grubu, Tayyip Erdoğan'ın kontrolsüz öfkesini de üstüne çekerek kim ne derse desin bizce bir kart açtı...

Tayyip Bey de bu Resti gördü!

Ülkenin kaderini belirleyecek sürecin ilk basamağı olan yerel seçimlere 8 ay kala, siyasi partilerin arka odalarında, hararetli tartışmalar eşliğinde isim ve strateji arayışlarının hız kazandığı anlaşılıyor.

Biz bunu, ortaya atılıp sonra sahip çıkılmayan isimlerden, üstü kapalı tepki ölçmelerden vs. anlıyoruz. Yoksa ülkede perde arkası gazeteciliği yapan, partilerden kulis alabilen kimse kaldığı için değil...

Bir kere kural şu: Ortaya atılan ilk isimler "olmazı" göstermek için atılmış demektir. Şafak Pavey ve Egemen Bağış'ı bu anlamda aynı kapsamda değerlendirebiliriz. Unutulmasın, isminiz ne kadar erken pazara düşmüşse, şansınız o kadar az, hatta hiç yok demektir.

İlk ham verileri derleme, piyasayı yavaş yavaş ısındırma hareketleridir bunlar. Parti genel merkezlerindeki bir kısım zevat ile bir kısım medya tarafından planlanıp organize edilir. Misal, hiç bir siyasi-idari-yasama deneyimi, geniş bir kamuoyu tarafından tanınırlığı olmayan, bir takım uluslararası organizasyonlarda alt düzey mesailerde bulunduğu anlaşılan CHP milletvekili Şafak Pavey'in isminin yem olarak ortaya atılması gibi..

Muhtemelen, içinde Gürsel Tekin'in olduğu Genel Merkez odağı topu atmış, bu tür operasyonlar için biçilmiş kaftan olduğunu her fırsatta kanıtlayan Odatv, topu havada yakalamıştır.

Bir de Can Ataklı gibi erken gaza gelen ve kendisini gaza getirenler vardır ki bunların durumunu ayrı bir kategoride incelemek gerekir. Bir kaç milletvekili İstanbul'a gelmişken sana da uğrayıp çayını içti, "Aslında yakışırsın Büyükşehir'e..." muhabbetine girdi diye ortaya atılmak için insanın en hafif deyimle "saf" olması gerekir. Gerçi Can Ataklı cephesinde meselenin bu kadar basit olmadığını tahmin ediyoruz; belli ki işin içinde başka işler var. Ama netice kaçınılmazdır, Can Ataklı'nın hiç şansı yok...

Eylül ayı itibarıyla meselenin kapalı kapılar ardında daha ciddi boyutlarda ele alınmaya, kalıcı stratejilerin yavaş yavaş belirlenmeye başlayacağını tahmin edebiliriz.

Şafak Pavey-Egemen Bağış- Can Ataklı-Uğur Dündar gibi "başlangıç menülerinden" sonra "ara sıcaklar" gelecektir. Şefin sürprizini ise muhtemelen Aralık-Ocak gibi kaşıklıyor olacağız...

Gülümsemenin bir yana bırakılıp kaşların dikkatle çatıldığı ilk nokta, "CHP ile MHP üç büyük ilde ortak aday çıkaracak" haberi oldu. Bildiğim kadar iki taraf da yalanlamadı bu haberi; bu önemli. Böyle bir ittifak, AKP'nin bütün stratejisini altüst eder. Bu iddianın biraz nadasa bırakıldıktan sonra, sonbahar itibarıyla içi daha da doldurulmuş olarak karşımıza çıkacağını bir kenara not edelim.

Tabii Devlet Bahçeli yine vazifesini yapıp, böyle bir olasılığa kapılarının tamamen kapalı olduğunu açıklamazsa...

Şayet açıklamazsa bilelim ki bu da, yani CHP-MHP ittifakı da Bahçeli için bir görev demektir...

Şimdi ismi geçen, gönüllerden geçen, arkasına dip dalgası alan, üzerinde durulan vs. isimleri dağınık bir biçimde de olsa gözden geçirelim:

SIRRI SÜREYYA ÖNDER: Gezi Parkı olaylarının ilk gününde dozerlere siper olduktan sonra Sırrı Süreyya'ya bir haller oldu. Partisini eleştirmeye, Mustafa Kemal için övücü sözler söylemeye, Öcalan'ın postacılığı konumunu biraz geriye alıp çevre ve kent sorunlarını ön plana çıkarmaya başladı. Ve sonunda baklayı ağzından çıkardı; İstanbul adaylığı neden olmasındı? Düşünüyordu...

Bu hareketler BDP yönetimi ile danışıklı bir dövüş çerçevesinde mi, yoksa partisi bu 'bireysel' hareketlerden rahatsız mı onu bilemiyoruz. Ama şunu biliyoruz: Önder'in BDP'nin adayı olarak hiç şansı yok. Peki CHP'nin desteklediği bir aday sıfatıyla şansı var mı? Çok zor...Hele de MHP ile ittifak yapılacaksa imkânsız. İstediği kadar kent gönüllüsü, çevre duyarlısı, sinemacı, hoş sohbet adam vs. olsun; Öcalan'a postacılık damgası ömür boyu yakasını bırakmayacak. O nedenle "BDP-PKK cephesinin ilk bitinin kanlanışı ve İstanbul'a el altından da olsa ilk talip oluşu "şeklinde tarihe geçecek bir girişim olduğuyla kalacaktır.

ALİ KOÇ: İşte burada şakayı bir yana bırakıp ciddileşmek gerekiyor. Gezi Parkı olaylarına Divan Oteli üzerinden damga vurmaya talip olan Koç Grubu, Tayyip Erdoğan'ın kontrolsüz öfkesini de üstüne çekerek kim ne derse desin bizce bir kart açtı...

Tayyip Bey de bu resti gördü!

Tayyip Bey'in on yıldır al gülüm ver gülüm gelip de bir anda "Orman kestiler, ülkeyi soydular, faiz lobisi kurdular..." diye bağırmaya başlaması, işin ciddiyetine başlı başına delâlettir.

Ve üstelik bu kez karşımızda, karikatürlerde çizilen yaşlı, şiş göbekli, ağzı purolu kodaman tiplemesi değil; Ali Koç gibi genç, yakışıklı, eğitimli, temiz aile çocuğu bir model var.

Fenerbahçe kulübü yöneticiliği sırasında halkla temas etmiş, kendisini sevdirmeyi başarmış.. Hem zengin hem mütevazi. Yakışıklılığı ve efendi davranışları ile kadın kısmının gönlünü çelecek...Bilmem kaç kuşaktır İstanbullu, kök itibarıyla Anadolu'nun bağrından...Para desen gâni; AKP'ye mahkûm kalmış fakir kesiminin kömür-makarna parasını gerekirse cepten ödemeye devam edecek..

Uluslararası ilişkiler üst düzey; krediydi, kaynak yaratmaydı sorun olmayacak..AKP'nin başlattığı büyük projeler sekteye uğamayacak, olimpiyatları bile alacak...

Neden olmasın? CHP'nin gönlünden geçtiğini bal gibi biliyoruz; hem MHP de destekler..

Peki Ali Koç'un hiç mi eksisi yok? Tabii ki var.."Zengin çocuğu" olması hem artı, hem eksi. Necip Türk milleti, pek de sevmez aslında zengin takımını; güvenmez. Zalim bulur, şımarık bulur, satıcı bulur vs. Bundan da önemlisi, İstanbul'un büyük ve uluslararası sermeyeye peşkeş çekileceği algısı doğabilir mi?Tayyip Bey gibi sokaktan gelme bir lider, Ali Koç'u diline dolarsa, İstanbul varoşlarının duygu selini yine arkasına alabilir. Deneyimsiz Ali Koç bu arada bir-iki hata yaparsa da, değmeyin Tayyip Bey'in keyfine.

YILMAZ BÜYÜKERŞEN: İtibarlı, şaibesiz, ciddi ve çalışkan bir isim. Gerçi bir ucundan MİT, bir ucundan Mehmet Baransu çekerse, ortaya bir bavul dosya çıkar mı bilinmez. Tek sorun, ne kadar başarılı olursa olsun,İstanbul'da adam kalmamış gibi Eskişehir'den aday getirmek..Ama yine de İstanbullu, Büyükerşen'in kenti mamur edeceğine iknâ olabilir. İstanbul gibi çok renkli ve çok kültürlü bir metropole biraz "büroktrat tipli" kaçacak olması ise ayrı bir dezavantaj. Ali Koç kadar popüler bir isim değil Yılmaz Bey..Ayrıca, milletvekilliği tekliflerini yıllardır geri çevirip Eskişehir'i üs seçtiğini unutmayalım. Bu da İstanbul gibi daha büyük hedefleri var demektir. Akıllı stratejileri olan bir isim.

GÜRSEL TEKİN: Bütün bu isimler bir şekilde olmazsa, aradan sıyrılabilme şansı var. Şansı da var, isteği ve yatırımı da var. İstanbul'da sevildiği söylenebilir. Kenti tanıyor, sorunları biliyor, halkla sıcak temasları var..Siyasi deneyim yeterli, medyayla arası iyi, çalışkan..Daha ne olsun? Görünen tek handikapı, isminin fazla dillendirilmiş olması, her seçimde ön plana çıkması.

Bütün bu isimler ve pozisyonlar artık yavaş yavaş konuşulmaya başladı. Yerel seçimler muhalefet partileri ve ülke için kritik önemde. Bilhassa İstanbul...O bakımdan aday seçimi önem kazanıyor. Ankara, bürokrat kültüründen gelme bir ismi kaldırabilir, İzmir de kendi adayını nasıl olsa sorunsuz çıkarabilir; önemli olan İstanbul.

CHP'nin aday belirlerken saygın ve şaibesiz de olsalar "oturan boğa" tiplmesinden uzak durması, halkla teması önemsemesi gerekiyor.

Sanatçı takımından, Zülfü Livaneli tarzı elitsit tiplemelerden de şu kritik süreçte uzak durmak şart.

Fatma Sibel Yüksek/Açık İstihbarat

twitter.com/fasibel