Erol Manisalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erol Manisalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2015 Perşembe

Ermenistan'ı Türkiye Üzerinden Ele Geçirmek,


Ermenistan'ı Türkiye Üzerinden Ele Geçirmek,



Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com

13 Eylül 2008 Cumartesi

Washington, Londra ve Brüksel, Ermenistan ve Gürcistan’ın NATO ve AB’ye alınmasını istiyorlar.

İsrail, Ermenistan ve Gürcistan Büyük Ortadoğu Projesi’nde Batı’nın bölgedeki doğal uzantıları konumundalar.

Ermenistan ve Gürcistan’ın NATO ve AB’ye sokularak Batı’nın Kafkasya’ya yerleştirilmesinde Ankara bir maşa gibi kullanılıyor. Bu “misyonu” üslenen hükümete Batı’dan alkışlar geliyor “Sen benim maşam ol, ben senin arkanda durayım…” AKP hükümeti Ermenistan ve Gürcistan konularında neler yapıyor? AB ve NATO üyeliklerinin altyapısı nasıl hazırlanıyor? Önce Ermenistan’ı ele alalım:

-Ermenistan fiilen, bölgenin iki büyük gücü Rusya ve İran ile çok yakın ilişkiler içinde. Ekonomik ilişkilerden başlayarak bu bağların koparılması ve “Türkiye üzerinden Batı’ya kaydırılması” isteniyor.

Ermenistan üzerinde Batı’nın etkisini arttırabilmek için onun iktisadi olarak güçlendirilmesi zorunlu. Kuzey Irak’ta Barzani yönetimi için yaptırdıklarını şimdi de Ermenistan için uygulattırıyorlar.

Kapılar açılacak ve bu kapılardan Ermenistan’a Batı’nın her türlü eli, Türkiye üzerinden uzanacak. Böylelikle Rusya ve İran’ın etkisi ortadan kalkacak, Batı ekonomik olarak dev yardımlar yapacak. Diyaspora Türkiye’yi bir koridor gibi kullanacak.

İşte Gül’ün (ve hükümetin) üslendiği misyon budur. Washington, Londra ve Brüksel’den yükselen alkış sesleri bundandır.

-ABD (ve AB) Gürcistan’da Ankara’ya gerekenleri yaptırttı. Gürcistan’a Türkiye üzerinden silah sokuldu, ordusu Ankara’ya eğittirildi. Sonunda düğmeye basıldı ve Gürcistan ile Moskova arasında, “uluslararası bir sorun üretildi.”

ABD ve NATO savaş gemilerinin Karadeniz’e doluşmalarının yolu böylelikle açıldı. Ayrıca Ankara ile Moskova bir güzel karşı karşıya getirildi.

Gül’ün Erivan ziyareti Batı \t\tiçin çok önemli

Rusya ve İran’a karşı Ermenistan’ın “Türkiye üzerinden Batı’ya bağlanması”, Batı’nın Kafkasya’daki çıkarları ve BOP için hayati bir önem taşıyor.

Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırması ile başlatılan “kampanya”, “Gül’ün Ermenistan’a Batı’nın elini uzatması ile” devam ediyor. Erivan ziyareti, 1991’deki “Çekiç Güç”e paralel bir operasyondur. Çekiç Güç’ün bugüne kadar Irak ve Güneydoğu’da yerine getirdiklerini, kuzeydoğu sınırımızda başlatacaktır.

ABD ve AB’nin AKP ile yürütmekte olduğu politika devam ederse şu sonuçla karşılaşacağız:

-Gürcistan ve Ermenistan NATO ve AB’ye zamana yayılarak alınacaklar. Muhtemelen iki ülke arasında federal bir çatı kurulacak.

-Hükümetin de desteği ile ABD, AB ve NATO askeri güçleri Karadeniz’e yerleşecekler.

-Türkiye Rusya ile karşı karşıya gelecek ve çok büyük sorunlar yaşanacak.

“ABD’nin 1 Mart Teskeresi’ni” Meclis’ten geçiremeyen hükümet Irak, Kıbrıs ve Kafkasya’daki uygulamaları ile bunu telafi etmiş ve Amerika’nın gözüne girmiştir. Cüneyt Zapsu’nun tavsiyeleri ABD tarafından uygulanmaktadır.

Ankara kendi kuyusunu mu kazıyor?

AKP’nin izlediği politika kime yarıyor? Bölgeye ve Türkiye’ye barış ve esenlik mi getiriyor? Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgede çağdaş, demokratik, güçlü bir ülke durumuna gelmesini mi sağlıyor? Yoksa sömürgeci amaçlar peşinde koşan dış güçlerin bölgeye, “Türkiye’deki yönetimler aracılığı ile” yerleşmelerine mi yol açıyor?

Bu sorunların yanıtlarını Ortadoğu’da son 15 yıl içinde ortaya çıkan fiili gelişmeler ve Batı’nın Türkiye ve bölge üzerinde belgelere geçmiş talepleri ışığında baktığımız zaman büyük olasılıkla şunlarla karşı karşıya kalacağız:

-Türkiye Karadeniz’den, Kafkasya’dan, Irak’ın kuzeyinden, Akdeniz’den ve Ege’den kuşatılıp baskı altında tutulacaktır.

-Yunanistan ve Rum örneğinde olduğu gibi NATO ve AB’nin yeni üyeleri tarafından Kafkasya’dan da sürekli sıkıştırılacaktır.

-ABD, AB ve NATO, “Türkiye karşıtı üyeleri kanalı ile” Ankara’yı baskı altında tutacaktır. Bugünkü politika sürerse karşılaşacağımız manzara bu olacaktır.

ABD ve AB’nin “Türkiye içinde oluşturdukları siyasi ve ekonomik uzantıları” , bütün bu koşulların hazırlanmasına yardım ediyor. Abdullah Gül’ün ABD, AB, Ermenistan ve Gümrük Birliği ile ilgili olarak dün söyledikleri ile bugün yaptıkları ve söyledikleri arasındaki karşıtlık,“sorunların nedenlerini de açık bir şekilde gösteriyor”.

Bugün yapılmakta olan yanlışlar, “yanlış oldukları biline biline uygulanıyor.” Ancak Türkiye için hata kabul edilenlerin emperyalizmin doğruları olduğunu görüyoruz.

Keşke Gül Erivan’a bölge ülkelerinin ve halklarının ortak çıkarları için gitseydi. Keşke bölgeye göz diken dış güçlerin alkışlamadığı bir insan olarak bu ziyareti yapsaydı. Ama o zaman da iktidarda başkaları olurdu, esas sorun burada…

Bir not: 8 Eylül 2008 tarihli Bıçak Sırtı’nda “Güneydoğu Asya Birliği” sözcükleri yanlışlıkla yazıya girmediği için Hindistan’ın Şanghay İşbirliği Örgütü içinde bulunduğu gibi yanlış bir anlam ortaya çıkmıştır; düzeltiriz.

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/9610/Ermenistan_i_Turkiye_Uzerinden_Ele_Gecirmek_.html

..

Göz Göre Göre Oyunun Parçası Olmak...


Göz Göre Göre Oyunun Parçası Olmak...




Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com

Türkiye, “Balkanlar, Kafkasya, Körfez ve Doğu Akdeniz dörtgeninin tam ortasında”. Bu bölge, 1990 sonrasında ABD ve AB tarafından, “yeniden yapılandırılıyor”. Yeniden yapılandırmayı, hangi amaçlara yönelik olarak istiyorlar?

1) Adı geçen dörtgene askeri, siyasi ve iktisadi anlamda egemen olup “enerji kaynaklarını ve yollarını ele geçirmek istiyorlar”.

2) Böylelikle Rusya, Çin ve Hindistan gibi siyasi, iktisadi ve nükleer rakipler üzerinde baskı yaratmak amacındadırlar.

3) ABD ve AB sonuçta, Batı kapitalizminin her anlamda egemen olduğu bir küresel düzen kurmak istiyor.

Bu amaçlarına ulaşmak için hangi yöntemi ve araçları kullanıyorlar?

- Bu coğrafyadaki ülkelerde sivil darbeler yapıyorlar. Sivil darbeler yolu ile kendi adamlarını iktidara getirip bunları maşaları gibi yönlendiriyorlar. Gürcistan örneğinde olduğu gibi.

- Sivil (ve sessiz) darbelere uygun olmayan, içine sızamadıkları, açamadıkları ülkelere ise saldırarak işgal ediyor ve parçalıyorlar, Irak’ta olduğu gibi.

Sessiz ve sivil darbeler için bu ülkelerde her türlü aracı kullanıyorlar. Dincileri, kimi iş çevrelerini, medyayı, bürokrasiyi, aydın çevreleri (!), akademisyenleri, sanatçıları satın alabiliyorlar.

“Açık toplum” adı altında “emperyalizmin hizmetine açılmış topluluklar” hazırlıyorlar. Bölge ülkelerini (ve halklarını), “Batıcılar ve ona karşı olanlar” olarak ayrıştırıyorlar.

“Batıcılar”, onların hizmetine girenlere verdikleri isimdir. İçerde dincilerden, sermaye çevrelerinden, bürokratlardan, akademisyenlerden, gazetecilerden ve tabii siyasilerden oluşan bir oligarşi kurup maşa gibi kullanmaya başlıyorlar.

Rusya Ortadoğu’ya inecek

ABD’nin (ve AB’nin) Karadeniz’i denetim altına alma çabaları “Balkanlar, Kafkasya, Körfez, Doğu Akdeniz dörtgeninde” ikinci perdeyi oluşturuyor. Irak ve Afganistan’daki kilitlenmenin Batı lehine çevrilmesi için Rusya’nın önünün kesilmesi zorunlu.

- Irak, Afganistan ve Lübnan’daki işgal girişimleri,

- İran, Suriye ve Türkiye üzerinde ABD’nin (ve Batı’nın) uygulamaya başlanan planları, Rusya’yı Ortadoğu’da dengeyi sağlamaya zorlamaktadır.

Rusya, ABD (ve AB) kuşatmasını önlemek için Doğu Akdeniz’e yeniden inmek durumunda bırakılıyor.

- Çin, Hindistan ve İran Rusya’ya destek vereceklerdir. İran Körfezi’nde (Persian Gulf) Rus-İran ortak savunma girişimlerini bekleyebiliriz.

Ya Ankara?

AKP hükümeti, ABD’nin (ve AB’nin) BOP’una destek verdiği için kendini Karadeniz’de ve Gürcistan’da Rusya ile karşı karşıya getirmiştir. Oysa Türkiye ve Rusya, Kurtuluş Savaşı yıllarında olduğu gibi, bugün de ortak çıkarları paylaşıyorlar.

AKP yönetiminin ABD’ye olan bağımlılığı Rusya’yla işbirliği yapmamızı engelliyor. ABD Ankara’nın, soğuk savaş döneminde olduğu gibi, Rusya ile karşı karşıya getirilmesini kendi çıkarlarına uygun görüyor.

Ankara’daki yönetim Türkiye’yi, soğuk savaş döneminde düştüğü tuzağa yeniden sürüklemektedir.

Ankara’nın bugün Karadeniz ve Kafkasya’da izlediği politikanın Türkiye üzerindeki olumsuz etkileri şunlardır:

- Boğazlar üzerinde Rusya ile örtüşen çıkarlarımız yerine ABD ve AB’nin talepleri doğrultusunda değişiklikler gündeme getirilmektedir.

- Patrikhane konusunda Rusya ile bire bir birleşen çıkarlarımız yerine Batı’nın Fener’i Vatikanlaştırma girişimleri öne çıkacaktır.

- ABD ve AB kurumlarının, sözde soykırım dayatmaları üzerinden Ankara’ya baskılar yoğunlaşacaktır.

- Batı’nın planları, “Karadeniz üzerinden de Türkiye’ye dayatılabilecektir”.

- Türkiye, bölge ülkeleri ile işbirliği yerine soyutlanarak, “Batı’nın kucağına itecektir”.

Gül’ün futbol merakı…

- Erivan, Lozan’ı ve mevcut sınırları tanımamaktadır.

- Ermenistan yönetimleri bütün dünyada, Türkiye’ye karşı bir karalama kampanyası yürütmektedir. AB ve ABD yetkililerinin Erivan ziyaretlerinde, “Türkiye’ye karşı düşmanca bildiriler sürekli yayımlanmaktadır”.

- Erivan, diyaspora ile birlikte Türkiye aleyhinde kampanya yürütmektedir.

- Bugüne kadar Ankara’nın bütün iyi niyet girişimleri geri çevrilmiştir.

Ermenistan, Azerbaycan topraklarını (Karabağ’ı) işgal ederek soykırım yapmış ve 1 milyon Azeri sürülmüştür.

Bütün bu koşullar altında Gül’ün gidişi, Ermeni hükümetlerinin bugüne kadar yürüttükleri politika ve uygulamaları “kabullenerek meşrulaştırmak anlamına gelmez mi”?

Yoksa yalnızca, Washington’ın taleplerinin yerine getirilmesine yönelik bir jest mi?

Gül’ün Erivan ziyaretini AKP’nin Karadeniz ve Gürcistan’daki tutumu ile birlikte değerlendirdiğimiz zaman ortaya “çok vahim” bir durum çıkıyor. 1 Mart 2003 tezkeresinin desteklenmesi ve Erivan ziyareti AKP açısından büyük resmin içindeki lego parçalarından başka bir şey değildir.

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

..


NATO ve AB'nin Karadeniz Misyonu



NATO ve AB'nin Karadeniz Misyonu



Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com

Eğer 1 Mart 2003’te tezkere Meclis’ten geçseydi, “ABD, Samsun da dahil olmak üzere Doğu Karadeniz kıyılarımızı askeri denetimi altına alabilecekti.” Herkes Amerika’nın 1 Mart kızgınlığını, Irak’ın işgalinde faturanın yükselmesine bağladı.

Oysa Washington çok daha kapsamlı bir plan yapmış ve Karadeniz’i de işin içine katmıştı. BOP için operasyonlar Irak’la birlikte Doğu Karadeniz ve Kafkasya’da da yavaş yavaş başlatılacaktı.

Irak’ın kuzeyinde kurulan ön cephe Gürcistan’a da yayılacaktı. Tezkere geçmeyince Gürcistan’da “dolaylı yol” kabul edildi ve Saakaşvili üzerinden, sivil darbelerle iş yürütüldü. Geçen hafta bu köşede, “Saakaşvili ve Barzani aynı konumdalar” demiştim, nedeni buydu.

AKP’nin Washington’a verdiği söze karşın tezkerenin reddedilmesi Amerika’nın faturasını yalnız Irak’ta değil Kafkasya ve Karadeniz’de de birkaç kat arttırdı. 2003-2008 döneminde petrol ve doğalgaz fiyatlarının aşırı yükselmesi Rusya’nın elini güçlendirirken Amerika’yı krize sürükledi. AB’nin Rusya’ya olan doğalgaz bağımlılığı arttı.

5 yıllık süre İran’ı da aynı şekilde güçlendirdi, ona zaman kazandırdı.

Rusya, ‘bağımsızlıkları’ neden tanıdı?

Rusya’nın Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlıklarını tanımasının arkasındaki neden açıktır; Gürcistan’ın NATO’ya dahil edilerek ABD tarafından bir anlamda işgal edileceğini gören Rusya, ülkeyi küçülterek(!) bir kısmını kendi denetimi altına almıştır.

Yarın Gürcistan’ın dört bir yanının ABD (ve NATO) üsleri ile donatılacağı şimdiden belli oldu. Ayrıca Güney Osetya ve Abhazya uzun yıllardan beri “ihtilaflı bölgelerdir.”

Masa başında olmasa da fiili güç gösterileri ile yeni bir Yalta Konferansı’nın (veya kampanyasının) gerçekleşmekte olduğunu görüyoruz.

Burada temel sorun, ABD’nin bölge dışı bir güç olarak bu bölgeleri denetimi altına almak istemesidir. Buna karşılık Rusya, “kendi sınırlarındaki Amerikan dayatmalarına karşı” bir politika izlemektedir.

Doğu Akdeniz-Karadeniz bütünleşmesi

2004 yılında yazdığım birkaç yazıda “Gürcistan ve Ermenistan’ın ileride AB’ye ve NATO’ya alınacaklarını öne sürmüştüm.” Gürcistan için süreç başladı bile.

NATO ve AB 2000’li yıllarda, Batı kapitalizminin küresel planlarının araçları olarak kullanılmaktadırlar. Doğu Avrupa ülkeleri NATO ve AB’ye birlikte alındılar. Doğu Akdeniz’e Kıbrıs adası üzerinden egemen olabilmek için Kıbrıs Cumhuriyeti’ni (Rumları) AB’ye üye yaptılar ve ortak askeri eylemlere başladılar.

“Tek egemenlik altında”, adanın NATO’ya da alınması konuşulmaya başlandı. Kuzey Kıbrıs’ta(!) askeri üslerin altyapısı hazırlanıyor.

NATO (ve AB’ye) dahil edilen Bulgaristan ve Romanya’da askeri üs inşaatı hızlı bir biçimde ilerliyor.

Gürcistan, Güney Osetya ve Abhazya’daki gelişmeler ABD’nin (ve Batı’nın) Karadeniz ve Kafkasya’daki işgal planlarının bir parçasıdır. 1991’de Kuveyt’te, 2003’te Irak ve Afganistan’da başlatılan işgal eylemleri, değişik yöntemlerle Karadeniz ve Kafkasya’ya yayılmak isteniyor.

Karadeniz’deki kara bulutları ABD ile Rusya arasındaki çatışma olarak tanımlamak hem eksik hem de yanlıştır. BOP kapsamında ABD’nin (ve AB’nin) Karadeniz, Kafkasya ve Boğazları ele geçirmek istemeleri karşısında Rusya’nın tepkisidir dersek daha doğru olur.

Türkiye’nin çelişkili konumu

- Türkiye bir yandan, “Irak’ta, Doğu Karadeniz’de ve Kafkasya’da hedefler arasında bulunuyor.”

- Aynı zamanda, “Türkiye’yi hedef alanlarla birlikte hareket eden bir ülke konumunda” görünüyor.

AKP hükümetinin ABD’ye olan bağımlılığından NATO içindeki konumumuza kadar çelişkiler içindeyiz. Karadeniz konusunda Rusya ile örtüşen stratejik çıkarlarımız var. Ancak hükümet Rusya ile bu konularda yakınlaşamıyor, anlaşmalar imzalayamıyor. Bölgenin sorunlarına “ABD ve AB’nin penceresinden bakmak durumunda” bulunuyor.

Bu konular Meclis’te tartışılamıyor, kapalı kapılar ardında hallediliyor.

- Hükümet Kosova’da Washington ve Brüksel’in dediklerini uyguladı; Gürcistan’da “taraf haline geldi”, Rusya ile karşıt konuma itildik.

- Kendisini hedef alan politikaların bir parçası durumuna sokulan Türkiye’de iki başlılık var. Yapılması gereken doğrular belli ama yapılamıyor.

Bu nedenle Karadeniz’deki kara bulutlar Türkiye’yi bir açmazın içine sürüklüyor. Kâğıt üzerinde tarafsız görünüp fiilen taraf durumuna getiren uygulamalar yaşıyoruz...

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/7524/NATO_ve_AB_nin_Karadeniz_Misyonu.html

..


Paralel Piyasa, Paralel Devlet



Paralel Piyasa, Paralel Devlet


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 


     
Kaydet Kaydettiklerim
13 Ocak 2014 Pazartesi

Bir oluşuma (ya da devlete) “ Paralellik meselesi ” paralel piyasalarla başlar. Piyasalardaki paralelliğin en popüler alanı da “karaborsa piyasası”dır. 
Ekonomide karaborsa piyasasının kuramı bile vardır. 1950’lerden 70’lere kadar üniversite eğitiminde önemli bir yer tutmuştur. Karaborsa teorisi hâlâ ders kitaplarında yer alır. 
Bugün tartışılan “paralel devlet” sorununun kökeninde “siyasetle birlikte, ekonomi de” vardır. Biri olmazsa diğeri varlığını sürdüremez, yumurta ikizlerine benzerler. 
Bugün Türkiye’de ilginç paralellikler izliyoruz. Ayrı katmanlarda, ulusal sistemden bağımsız olarak yürüyen farklı işlevsellikler görüyoruz.
- Irak ve Suriye sınırında akaryakıt kaçak girişi dolayısıyla ikili fiyat yapısı oluşmuştur.
- Sigaranın kaçak girişi yüzünden bu malda da farklı fiyatlar söz konusudur.
- Doğu ve Güneydoğu’da çok yaygın olan “kaçak elektrik kullanımı”, ulusal sistemdeki yüksek fiyata karşın “sıfır fiyatla kullanılan”, paralel bir yapı oluşturur.
- İşin içine silah ve uyuşturucuyu da kattığımız zaman “paralel kaynak” olarak, illegal bir piyasanın büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Hele bir de İran’la yürütülen “yarı legal paralel piyasayı” göz önüne aldığınızda işin boyutları inanılmaz hale gelir.

İşin Siyasal Boyutu 

Burada ekonomi ve siyaset iç içe geçmiştir. Güneydoğu’da sınırın kontrol edilememesi (ve edilmemesi) siyasal bir olaydır. Bu bölgedeki siyasal yeni gelişmelerle paralel yürümektedir. 
Türkiye’nin diğer sınırlarından farklı olması, önemli ekonomik ve siyasal sonuçlar ve “paralel piyasalar” doğurur. 
Akaryakıt, sigara, elektrik ve silah bu bölgede Türkiye’nin ulusal fiyatlarından farklı alınıp satılır. Tam bir paralel (ayrı) yapı ya da piyasa oluşmuştur. 
Aynen sınırı geçip farklı bir ülkeye ayak bastığımız zaman karşılaştığımız farklı fiyatlar gibi. 
AKP’nin cemaati, “içerde paralel devlet oluşturmakla suçlaması” yukarıdaki resimden farklı olmakla birlikte, “küresel boyutta benzerlikler vardır”. 
Bu daha çok, “aynı yapı ve felsefe içinde farklı bir katman oluşturmak” gibidir. İslami doku uyumuna karşın küresel boyutta güdüler ayrışmaktadır. Bu nedenle de çatışma, sanıldığından çok daha kırıcı ve yok edici gelişiyor. Bu stratejik farklılık yüzünden tekrar uyuşma olanakları çok zayıf görünüyor.

Ve küçük bir not 

Ahmet Davutoğlu, Esad ve rejimi için “ehvenişer” ifadesini kullandı. Ne ilginçtir; birkaç yıl önce Dr. Andrew Mango’ya, “Avrupa AKP’ye nasıl bakıyor” sorusunu yönelttiğimde bana, “ehvenişer” görüyor yanıtını vermişti. Bu köşede de yazmıştım
Esad’ın Ankara’nın, AKP’nin de Avrupa’nın gözünde aynı nitelikte değerlendirilmesi ve görülmesi ilginçtir. Özellikle demokrasi açısında olduğu kadar Ankara’nın ve Brüksel’in çelişkileri açısından da...

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/28637/Paralel_Piyasa__Paralel_Devlet.html

..


Ayaklanmaların Nedenleri ve Sonuçları



Ayaklanmaların Nedenleri ve Sonuçları 


Erol Manisalı
28 Şubat 2011

2011 yılının başında ortaya çıkan ve kızgın lavlar gibi önündeki diktatörleri ezip geçmeye başlayan halk hareketlerinin sebepleri nelerdir?
- Bir yandan iyice çürümüş ve faşist baskı yöntemleri ile sürdürülen bozuk düzene karşı “iç dinamikler” söz konusu;
- Öte yandan bu iç dinamiklerin bir kısmını kullanarak “kendi bölgesel” hedeflerine ulaşmak isteyen dış dinamikler, yani küresel güçler söz konusu.
Bu iç ve dış faktörler işbirliğine gidince zaten kokuşmuş olan baskı düzeni parçalanmaya başlıyor.
Taktik ve stratejik hedefler, “halkların özlemleri kullanılarak gerçekleştiriliyorlar”.
- Kimi zaman emperyalist hesaplar,
- Bazen demokrasi özlemleri ve halkın uygarca yaşama isteği,
- Ve de dini altyapının siyasal İslamı öne çıkaran talepleri.

Bunlar sanki, aynı hedefe yönelik ortak taleplermiş gibi “aynı kulvarda koşturuluyorlar”. Bir zaman sonra atletizmdeki tavşan (sahte koşucu) benzeri, yolun yarısında koşuyu terk ediyor.
İç dinamikler
1) Arap ülkelerinde nüfusun büyük çoğunluğu sadece fakir değil, kölelik düzeni içinde yaşıyor,
- Sosyal devletin adının bile anılmadığı, olağanüstü bozuk bir bölüşüm yapısı,
- Toplumsal örgütlenmeler yasak olduğu için gücünü kullanamayan insan yığınları, köle konumundaki kalabalıklar; kadının aşağılandığı çarpık bir düzen.
2) Ya elit ve aydının isyanı? Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da, Cezayir’de, Ürdün’de, S. Arabistan’da aydın, Avrupa’yı görüyor ve biliyor. Doktor, mühendis, öğretmen, avukat, gazeteci Avrupalı aydın gibi yaşamak istiyor.
İçinde yaşadığı toplumdaki ilkelliği, geriliği, faşist ve antidemokratik yapıyı görüyor. Ve buna karşı başkaldırıyor.
- Demokrasi ve insan hakları boyutu ile
- Çağdaş yaşam ölçütleri boyutu ile değişmek istiyor.
3) Dini (İslami) kesimin de başkaldırısı var. Onların nedenleri biraz farklı;
- Askeri diktatörlere,
- Karşı mezhepten baskılara,
- Yönetime yerleşen aile monarşisine başkaldırıp “dini bir toplumsal yapı kurmak istiyorlar”. Önceki iki grubun aksine, “Avrupa’ya benzemek yerine İslami bir yaşam tarzı ve düzeni talep ediyorlar”.
Arap ülkelerinde uygar ve demokratik toplumsal örgütlenmeler yasaklandığı için, onun yerini dini örgütlenmeler almış. Bu ülkelerde “siyasal İslam”, en örgütlü grubu (tarafı) meydana getiriyor. “Müslüman Kardeşler”, bunun en belirgin örneğidir.
Dini referans alan İslami cemaat, tarikat ve aşiret benzeri örgütlenmeler, Arap ülkelerinde çok yaygın olarak geçerliliklerini sürdürüyor.
Bu çelişkili durum, çelişkili bazı sonuçlar da yaratıyor; Mısır’da Müslüman Kardeşler Mübarek’e karşı çıktı; buna karşılık Libya’da Kaddafi yaptığı televizyon konuşmasında, “Beni dinciler ve ABD indirmek istiyor” dedi.
ABD ve AB’nin tercihi
Ortadoğu’nun uzun zamandan beri hâkimi Avrupa büyükleri ve ABD doğal olarak, kendi çıkarlarını karşılayacak “bölgesel iç dinamikler arasında tercih yapıyor”.
İslami çevrelerle, askerlerle, monarşilerle, iş çevreleri ve elit ile yakın temasları var. “İstediklerini hangisi daha iyi karşılarsa”, ona destek veriyorlar. “Esas olan bizim kendi çıkaramızdır” diye bakıyorlar.
Demokrasiyi desteklemek petrol ya da doğalgaz çıkarlarına ters düşüyorsa, “asker, kral ya da dinci bir grubun antidemokratik olarak iktidara oturması onlar için hiç önemli değildir.”
Ayaklanmalar sonucu Arap ülkelerinin sınırlarının değiştirilerek küçültülmeleri, son dönemin önemli önceliğini oluşturuyor. Şimdilik Irak ve Sudan’da bölünmeler gerçekleşme yolunda. Yemen, onları izleyecek gibi görünüyor.
Balkanlar’da 1990 sonrası yaşanan bölünmeler 2011 başından itibaren Arap dünyasına taşınmış görünüyor. Arap ülkelerindeki fırtına, Türki ve Farsi bölgelere de yayılmak isteniyor.
Bu durum gerçekleşmeye başlarsa bölgemiz, uzun sürecek bir istikrarsızlık dönemine sokulmuş olacaktır.
Mevcut verilere göre bu olasılık, yüzde elinin üzerinde bulunuyor.


http://www.yadigardundar.com/makaledetay-113/erol-manisali-yazdi-ayaklanmalarin-nedenleri-ve-sonuclari-28-subat-2011.html

..


Gürcistan Olayları BOP’un Parçası mı?


Gürcistan Olayları BOP’un Parçası mı?



Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com
17 Ağustos 2008 Pazar


- Gürcistan ve Ermenistan ABD ve AB’nin Kafkasya’daki ön cephesini oluşturuyorlar. İleride Batı, bu iki “küçük ülkeyi”, aralarında federatif bir yapılanma ile işbirliğine yöneltmek durumunda.

- Her ikisinin de NATO ve AB ile ilişkileri güçlendirilecek ve büyük olasılıkla üye yapılacaklar. Girişimler başladı bile. Bulgaristan-Romanya Modeli, Karadeniz’in doğusunda da Batı tarafından uygulanacak.

- Bu proje Batı için “BOP’un güvenliği ve uygulanabilirliği açısından” yaşamsal bir önem taşıyor. Kafkasya’nın Batı kapitalizminin denetimi altına sokulmasında Ermenistan ve Gürcistan iki ön karakol durumundalar. Bu arada, Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarını işgalini, Batı’da kimse hatırlamıyor bile.

Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırması ve bunun ardından Rusya’nın Gürcistan’ın önünü keserek geri püskürtmesi, ABD-Rusya ve Batı-Avrasya çatışmasının küçük bir yansımasıdır.

Barzani ve Saakaşvili aynı konumdalar...

Türkiye bugün çok yanlış bir yerde duruyor. AKP yönetiminin ABD ile özel bağları, Kafkasya’ya da yansımış durumda. Aynen Irak ve Irak’ın kuzeyinde yaşadığımız olaylarda olduğu gibi, Gürcistan konusunda sorunlarla karşı karşıyayız.

Hükümet, ABD’nin isteği doğrultusunda, son yıllarda Gürcistan’a silah yardımı yapmıştır. Bu silahların, “Rusya’nın Güney Kafkasya’daki çıkarlarına karşı kullanılacağı biline biline” verilmesi,Türkiye’yi zor durumda bıraktı.

- Türkiye-Gürcistan arasında askeri işbirliği ortamı, yapay bir biçimde yaratıldı.

- Türkiye, “Rusya ile karşı karşıya getirilmiş oldu”.

- Ankara Kafkasya’da, “BOP’un destekçisi” durumuna sokuldu.

Dün Amerikan filosunun Karadeniz’e yerleşmesini Rusya ile birlikte engelleyen Ankara bugün, Gürcistan’da ABD’nin ön karakoluna yardım eden bir konuma düştü.

Bakû-Tiflis-Ceyhan...

Bakû Tiflis-Ceyhan boru hattı, “ABD ve AB petrol şirketlerinin denetimindedir”. BOP’un bir parçası olarak işlev görecektir.

Türkiye üzerinden geçen, ancak denetimi “başkalarının elinde bulunan bir yatırımdır”. AKP hükümeti döneminde Arap ülkelerinde olduğu gibi Kafkasya’da da ABD ve AB’nin talepleri doğrultusunda hareket ediliyor.

Hazar havzası işbirliği hareketinin dışında kalan Ankara, “Batı’nın bölge planlarının ön karakolu haline sokulmaktadır”.

Güneydoğu ve Kafkasya’da, “ABD ve AB çıkarları doğrultusunda” politika izleniyor. Peki, bunun Türkiye’ye bir yararı oluyor mu?

- Türkiye ile Rusya yapay bir biçimde, karşı karşıya getiriliyor. Oysa Rusya ile ortak çıkarlarımızın olağanüstü örtüştüğü bir dönemden geçiyoruz.

- BOP’a destek vermiş oluyoruz. “Hedefteki Türkiye, kendisini ortadan kaldıracak bir projeye arka çıkıyor.” Türkiye içindeki iki başlılık bu çelişkiyi yaratıyor.

Önümüzdeki yıllar...

ABD ve AB Gürcistan ve Ermenistan’ı 5-10 yıl içinde NATO ve AB’nin himayesi altına alacaklardır. Güney Kafkasya önemli çatışmalara gebedir. Rusya’nın ve Avrasya’nın “Batı tarafından kilitlenmesi”, Türkiye’nin de sonunu getirecek bir ortam doğurur.

Türkiye, kendi çıkarları doğrultusunda geliştirebileceği olanakları özellikle kullanmamakta; başkalarına, karşı taraftakilere kullandırtmaktadır.

- 1991’de Çekiç Güç’ün oluşturulması ile başlayan süreç Barzani’yi tanımaya ve Gürcistan’a silah yardımına kadar uzanan bir zincir oluşturuyor.

Osetya - Gürcistan - Rusya üçgeninde yaşanan olaylar buzdağının su üstündeki küçük parçalarıdır.

Esas sorun, soğuk savaş sonrası Batı kapitalizminin Ortadoğu’da başlattığı işgal eylemleridir. Gürcistan’ın başındaki Cumhurbaşkanı Saakaşvili, ABD’nin sivil darbesi sonucu iktidara getirildi.

Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırması “yerel ve küçük bir olay” değildir. ABD’nin Güney Kafkasya’daki yeniden yapılandırma planlarının parçasıdır. Ne yazık ki AKP Hükümeti, Gürcistan’a yaptığı askeri yardımlarla oyunun bir parçası durumuna geldi.

- Türkiye “AB süreci” aracılığı ile Ermenistan’da sıkıştırılıyor.

- Yarın Ermenistan ve Gürcistan’ın, “ABD ve AB himayesi altına alınmaları ile” sıkıştırma derinleşecek.

- Türkiye, “Doğu Karadeniz üzerinden de baskı altına alınacak”.

Güney’de Kıbrıs gidiyor; Kuzey’de Karadeniz kuşatması hazırlanıyor.

Saldırıya uğrayan Güney Osetya değildir,Türkiye ve Rusya’dır. OIayları tetikleyen ise, Kafkasya’da yeni planlar yapan Batı’dır.

Bu gerçeği bugünden görmeliyiz. Tehlikeyi bile bile bu politikayı izliyorsak, iş o zaman çok daha korkunç hale gelmiş demektir.


www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/5826/Gurcistan_Olaylari_BOP__8217_un_Parcasi_mi_.html

..

AKP Sentez mi? Antitez mi?





AKP Sentez mi? Antitez mi?


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com
12 Ağustos 2008 Salı


CIA ajanı Graham Fuller' a göre AKP bir sentez. Son kitabında ilginç değerlendirmeleri var. (*) Bazı doğru tespitlerin yanına ustaca sıkıştırılmış yorumlar (saptırmalar) gözleniyor.

- AKP iktidarında Türkiye "en bağımsız" dönemini yaşıyormuş, özellikle de dış ilişkilerde...

- Ortadoğu'ya yeniden dönerek, uluslararası alanda en önemli aktörlerden birisi haline geliyormuş.

- Atatürk döneminde İslam dünyasından koparılan Türkiye, Ortadoğu'daki yerini yeniden alıyormuş.

- Ülkenin içinde bulunduğu İslamcı yapılanma (yani AKP iktidarı), Atatürk Türkiye'si ile geçmiş arasında bir sentez oluşturuyormuş.

Bu arada ülkenin refah içinde olduğu, Kürt sorununun çözülme yolunda ilerlediği, ülkenin 2015 yılında AB'ye katılmayı beklediği de Graham Fuller'ın kitabını süsleyen değerlendirmelerden bazıları.

G. Fuller'da, "Osmanlıya dönüşün" savunuculuğunu görüyoruz.

Bir CIA ajanının kitabını bu köşeye taşımak, birçoğumuz tarafından anlamsız ve gereksiz olarak düşünülebilir. Ancak bu çevrelerin AKP konusundaki destek ve değerlendirmelerinin anlaşılması için bunun yararı var. Özellikle de ABD'nin yazdığı senaryonun öğrenilmesi açısından.

G. Fuller, Morton Abromowitz, Richard Holbrooke, Paul Wolfowitz ve Richard Perle Ortadoğu'nun soğuk savaş sonrası yeniden yapılanmasının baş mimarları arasında yer alıyorlar.

Refah'ın devrilmesi, AKP'nin yaratılması ve iktidara taşınmasında Washington'un planlarını onlar hazırladılar (**).

CIA'nın Türkiye konusunda en etkili uzmanının AKP ve Türkiye hakkındaki düşüncelerini değilse bile "Yazdıklarını öğrenmek", ABD'nin Türkiye planları bakımından yol göstericidir.

Dikkatimi çeken şeyler şunlar oldu;

- Graham Fuller, Türkiye'nin geleceğinde "İslamcılığı öne çıkarıyor". Bunu "İslamcılığın öne çıkmasını istiyor" şeklinde okumak gerekir.

Böyle bir projeksiyonun,Türkiye'de "ulus devlet kimliğini darmadağın edebileceğini" en iyi bilenlerden birinin kendisi olduğunu düşünürsek, bu pazarlamayı doğal karşılamak gerekir.

- Fuller'a göre AKP dönemi "Olağanüstü bir refah ve gelişme sergiliyor".



AKP'ye büyük bir destek var. Bunu da doğal karşılamak gerekir.

"Kendi projelerini" övmelerini yadırgamamalıyız.

- Türkiye'nin AB'ye hiçbir zaman alınmayacağını ve özel statüye götürülmekte olduğunu en iyi bilenlerden birisi G. Fuller'dır. Yayınları ve bugüne kadar yaptığı çalışmalar bunun kanıtıdır.

O halde neden, "Türkiye sanki 2015'te AB üyesi yapılacakmış izlenimi yaratacak" bir ifade kullanıyor?

"Türkiye bunu bekliyor" ifadesini kullanıyor. Bunun doğru olmadığını, "Böyle bir beklenti havasını yaratanların bir azınlık olduğunu" çok iyi biliyor. Ancak, "dincilerin ve bölücülerin yaptığı gibi, AB sürecini bir araç olarak kullanıyor".


- Türkiye'nin, "AB süreci üzerinden Batı kapitalizmine bağlanması", G. Fuller başta olmak üzere Washington ve CIA uzmanlarının önerileriyle sürdürülmektedir. G. Fuller bu süreçte en aktif rol alanlardan birisidir.

- "Kürtçü-İslamcı pazarlamasını" en iyi biçimde yapıyor. Kürt sorununun , "AKP döneminde çözüme doğru gittiğini" söylüyor. İslamcı yapılanmanın , "Kürtçülüğü" teşvik ettiğini kabul ederken önemli bir çelişkiye de düşmüş oluyor; bir taraftan Türkiye Cumhuriyeti'nde ulus devlet kimliğini, dinci yapılanma ile bozuyor; bunu yaparken de, "Kürt milliyetçiliğini bu sayede, emperyalizmin emrine sunmuş oluyor".



Graham Fuller'ın unuttukları...

Fuller kitabında en önemli şeyleri ya unutuyor ya da ikinci plana itiyor;

- 11 Eylül 2001 sonrasında, ABD'nin Ortadoğu'ya işgal için harekete geçmesiyle AKP'nin iktidara getirilişi arasındaki ilişkiyi göz ardı ediyor.

- Kendilerinin, " AKP ve dincilerle olan doğrudan bağlarından" hiç söz etmiyor. AKP ve ABD arasındaki işbirliğini saklıyor.

- ABD'nin Arap ülkeleri, İran ve Türkiye'ye yönelik yeni politikalarını masaya yatırmıyor. "Esas kriz nedenlerini" gizliyor.

Bu arada AKP'nin Başdanışmanı Dr. Yalçın Akdoğan' ın görüşleri ile Fuller'ın son kitabının "öngörüleri" arasındaki örtüşmeler de ilgi çekici. Fuller'ın Akdoğan'dan etkilenmiş olabileceğini düşünmek fazla iyi niyetli ve safça olur! Ama aralarındaki yakınlık açıkça görülüyor.. hele Akdoğan'ın kitabı okunduğunda.

 (***)

Aşağıdaki üç kitap yan yana getirildiğinde AKP, İslam, ABD ve Ortadoğu arasındaki bağlar, konuya uzak insanların bile anlayabileceği bir açıklıkla ortaya çıkar.

***

Küçük bir not: Halkımız, CHP Kurultayı'nın ve Parti Yönetimi'nin, "AB Sürecine" nasıl baktığını ve tam olarak nerede durduğunu, açık bir biçimde görmek ve bilmek istiyor.


(*) Graham Fuller, "Yeni Türkiye Cumhuriyeti", Timaş, 2008

(**) Erol Manisalı, "AKP, Ordu ve Amerika Üçgenindeki Türkiye", Truva, 2007

(***) Yalçın Akdoğan, "AK Parti ve Muhafazakâr Demokrasi", Alfa, 2004


www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/5420/AKP_Sentez_mi__Antitez_mi_.html


..

18 Ekim 2015 Pazar

Ermenistan'ı Türkiye Üzerinden Ele Geçirmek



Ermenistan'ı Türkiye Üzerinden Ele Geçirmek


13 Eylül 2008 Cumartesi
EROL MANİSALI
Washington, Londra ve Brüksel, Ermenistan ve Gürcistan’ın NATO ve AB’ye alınmasını istiyorlar.
İsrail, Ermenistan ve Gürcistan Büyük Ortadoğu Projesi’nde Batı’nın bölgedeki doğal uzantıları konumundalar.
Ermenistan ve Gürcistan’ın NATO ve AB’ye sokularak Batı’nın Kafkasya’ya yerleştirilmesinde Ankara bir maşa gibi kullanılıyor. Bu “misyonu” üslenen hükümete Batı’dan alkışlar geliyor “Sen benim maşam ol, ben senin arkanda durayım…” AKP hükümeti Ermenistan ve Gürcistan konularında neler yapıyor? AB ve NATO üyeliklerinin altyapısı nasıl hazırlanıyor? Önce Ermenistan’ı ele alalım:
-Ermenistan fiilen, bölgenin iki büyük gücü Rusya ve İran ile çok yakın ilişkiler içinde. Ekonomik ilişkilerden başlayarak bu bağların koparılması ve “Türkiye üzerinden Batı’ya kaydırılması” isteniyor.
Ermenistan üzerinde Batı’nın etkisini arttırabilmek için onun iktisadi olarak güçlendirilmesi zorunlu. Kuzey Irak’ta Barzani yönetimi için yaptırdıklarını şimdi de Ermenistan için uygulattırıyorlar.
Kapılar açılacak ve bu kapılardan Ermenistan’a Batı’nın her türlü eli, Türkiye üzerinden uzanacak. Böylelikle Rusya ve İran’ın etkisi ortadan kalkacak, Batı ekonomik olarak dev yardımlar yapacak. Diyaspora Türkiye’yi bir koridor gibi kullanacak.
İşte Gül’ün (ve hükümetin) üslendiği misyon budur. Washington, Londra ve Brüksel’den yükselen alkış sesleri bundandır.
-ABD (ve AB) Gürcistan’da Ankara’ya gerekenleri yaptırttı. Gürcistan’a Türkiye üzerinden silah sokuldu, ordusu Ankara’ya eğittirildi. Sonunda düğmeye basıldı ve Gürcistan ile Moskova arasında, “uluslararası bir sorun üretildi.”
ABD ve NATO savaş gemilerinin Karadeniz’e doluşmalarının yolu böylelikle açıldı. Ayrıca Ankara ile Moskova bir güzel karşı karşıya getirildi.
Gül’ün Erivan ziyareti Batı \t\tiçin çok önemli
Rusya ve İran’a karşı Ermenistan’ın “Türkiye üzerinden Batı’ya bağlanması”, Batı’nın Kafkasya’daki çıkarları ve BOP için hayati bir önem taşıyor.
Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırması ile başlatılan “kampanya”, “Gül’ün Ermenistan’a Batı’nın elini uzatması ile” devam ediyor. Erivan ziyareti, 1991’deki “Çekiç Güç”e paralel bir operasyondur. Çekiç Güç’ün bugüne kadar Irak ve Güneydoğu’da yerine getirdiklerini, kuzeydoğu sınırımızda başlatacaktır.
ABD ve AB’nin AKP ile yürütmekte olduğu politika devam ederse şu sonuçla karşılaşacağız:
-Gürcistan ve Ermenistan NATO ve AB’ye zamana yayılarak alınacaklar. Muhtemelen iki ülke arasında federal bir çatı kurulacak.
-Hükümetin de desteği ile ABD, AB ve NATO askeri güçleri Karadeniz’e yerleşecekler.
-Türkiye Rusya ile karşı karşıya gelecek ve çok büyük sorunlar yaşanacak.
“ABD’nin 1 Mart Teskeresi’ni” Meclis’ten geçiremeyen hükümet Irak, Kıbrıs ve Kafkasya’daki uygulamaları ile bunu telafi etmiş ve Amerika’nın gözüne girmiştir. Cüneyt Zapsu’nun tavsiyeleri ABD tarafından uygulanmaktadır.
Ankara kendi kuyusunu mu kazıyor?
AKP’nin izlediği politika kime yarıyor? Bölgeye ve Türkiye’ye barış ve esenlik mi getiriyor? Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgede çağdaş, demokratik, güçlü bir ülke durumuna gelmesini mi sağlıyor? Yoksa sömürgeci amaçlar peşinde koşan dış güçlerin bölgeye, “Türkiye’deki yönetimler aracılığı ile”yerleşmelerine mi yol açıyor?
Bu sorunların yanıtlarını Ortadoğu’da son 15 yıl içinde ortaya çıkan fiili gelişmeler ve Batı’nın Türkiye ve bölge üzerinde belgelere geçmiş talepleri ışığında baktığımız zaman büyük olasılıkla şunlarla karşı karşıya kalacağız:
-Türkiye Karadeniz’den, Kafkasya’dan, Irak’ın kuzeyinden, Akdeniz’den ve Ege’den kuşatılıp baskı altında tutulacaktır.
-Yunanistan ve Rum örneğinde olduğu gibi NATO ve AB’nin yeni üyeleri tarafından Kafkasya’dan da sürekli sıkıştırılacaktır.
-ABD, AB ve NATO, “Türkiye karşıtı üyeleri kanalı ile” Ankara’yı baskı altında tutacaktır. Bugünkü politika sürerse karşılaşacağımız manzara bu olacaktır.
ABD ve AB’nin “Türkiye içinde oluşturdukları siyasi ve ekonomik uzantıları” , bütün bu koşulların hazırlanmasına yardım ediyor. Abdullah Gül’ün ABD, AB, Ermenistan ve Gümrük Birliği ile ilgili olarak dün söyledikleri ile bugün yaptıkları ve söyledikleri arasındaki karşıtlık,“sorunların nedenlerini de açık bir şekilde gösteriyor”.
Bugün yapılmakta olan yanlışlar, “yanlış oldukları biline biline uygulanıyor.” Ancak Türkiye için hata kabul edilenlerin emperyalizmin doğruları olduğunu görüyoruz.
Keşke Gül Erivan’a bölge ülkelerinin ve halklarının ortak çıkarları için gitseydi. Keşke bölgeye göz diken dış güçlerin alkışlamadığı bir insan olarak bu ziyareti yapsaydı. Ama o zaman da iktidarda başkaları olurdu, esas sorun burada…

Bir not: 
8 Eylül 2008 tarihli Bıçak Sırtı’nda “Güneydoğu Asya Birliği” sözcükleri yanlışlıkla yazıya girmediği için Hindistan’ın Şanghay İşbirliği Örgütü içinde bulunduğu gibi yanlış bir anlam ortaya çıkmıştır; düzeltiriz.

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/9610/Ermenistan_i_Turkiye_Uzerinden_Ele_Gecirmek_.html

..

Göz Göre Göre Oyunun Parçası Olmak




Göz Göre Göre Oyunun Parçası Olmak.


06 Eylül 2008 Cumartesi
EROL MANİSALI
Türkiye, “Balkanlar, Kafkasya, Körfez ve Doğu Akdeniz dörtgeninin tam ortasında”. Bu bölge, 1990 sonrasında ABD ve AB tarafından, “yeniden yapılandırılıyor”. Yeniden yapılandırmayı, hangi amaçlara yönelik olarak istiyorlar?
1) Adı geçen dörtgene askeri, siyasi ve iktisadi anlamda egemen olup “enerji kaynaklarını ve yollarını ele geçirmek istiyorlar”.
2) Böylelikle Rusya, Çin ve Hindistan gibi siyasi, iktisadi ve nükleer rakipler üzerinde baskı yaratmak amacındadırlar.
3) ABD ve AB sonuçta, Batı kapitalizminin her anlamda egemen olduğu bir küresel düzen kurmak istiyor.
Bu amaçlarına ulaşmak için hangi yöntemi ve araçları kullanıyorlar?
- Bu coğrafyadaki ülkelerde sivil darbeler yapıyorlar. Sivil darbeler yolu ile kendi adamlarını iktidara getirip bunları maşaları gibi yönlendiriyorlar. Gürcistan örneğinde olduğu gibi.
- Sivil (ve sessiz) darbelere uygun olmayan, içine sızamadıkları, açamadıkları ülkelere ise saldırarak işgal ediyor ve parçalıyorlar, Irak’ta olduğu gibi.
Sessiz ve sivil darbeler için bu ülkelerde her türlü aracı kullanıyorlar. Dincileri, kimi iş çevrelerini, medyayı, bürokrasiyi, aydın çevreleri (!), akademisyenleri, sanatçıları satın alabiliyorlar.
“Açık toplum” adı altında “emperyalizmin hizmetine açılmış topluluklar” hazırlıyorlar. Bölge ülkelerini (ve halklarını), “Batıcılar ve ona karşı olanlar” olarak ayrıştırıyorlar.
“Batıcılar”, onların hizmetine girenlere verdikleri isimdir. İçerde dincilerden, sermaye çevrelerinden, bürokratlardan, akademisyenlerden, gazetecilerden ve tabii siyasilerden oluşan bir oligarşi kurup maşa gibi kullanmaya başlıyorlar.
Rusya Ortadoğu’ya inecek
ABD’nin (ve AB’nin) Karadeniz’i denetim altına alma çabaları “Balkanlar, Kafkasya, Körfez, Doğu Akdeniz dörtgeninde” ikinci perdeyi oluşturuyor. Irak ve Afganistan’daki kilitlenmenin Batı lehine çevrilmesi için Rusya’nın önünün kesilmesi zorunlu.
- Irak, Afganistan ve Lübnan’daki işgal girişimleri,
- İran, Suriye ve Türkiye üzerinde ABD’nin (ve Batı’nın) uygulamaya başlanan planları, Rusya’yı Ortadoğu’da dengeyi sağlamaya zorlamaktadır.
Rusya, ABD (ve AB) kuşatmasını önlemek için Doğu Akdeniz’e yeniden inmek durumunda bırakılıyor.
- Çin, Hindistan ve İran Rusya’ya destek vereceklerdir. İran Körfezi’nde (Persian Gulf) Rus-İran ortak savunma girişimlerini bekleyebiliriz.
Ya Ankara?
AKP hükümeti, ABD’nin (ve AB’nin) BOP’una destek verdiği için kendini Karadeniz’de ve Gürcistan’da Rusya ile karşı karşıya getirmiştir. Oysa Türkiye ve Rusya, Kurtuluş Savaşı yıllarında olduğu gibi, bugün de ortak çıkarları paylaşıyorlar.
AKP yönetiminin ABD’ye olan bağımlılığı Rusya’yla işbirliği yapmamızı engelliyor. ABD Ankara’nın, soğuk savaş döneminde olduğu gibi, Rusya ile karşı karşıya getirilmesini kendi çıkarlarına uygun görüyor.
Ankara’daki yönetim Türkiye’yi, soğuk savaş döneminde düştüğü tuzağa yeniden sürüklemektedir.
Ankara’nın bugün Karadeniz ve Kafkasya’da izlediği politikanın Türkiye üzerindeki olumsuz etkileri şunlardır:
- Boğazlar üzerinde Rusya ile örtüşen çıkarlarımız yerine ABD ve AB’nin talepleri doğrultusunda değişiklikler gündeme getirilmektedir.
- Patrikhane konusunda Rusya ile bire bir birleşen çıkarlarımız yerine Batı’nın Fener’i Vatikanlaştırma girişimleri öne çıkacaktır.
- ABD ve AB kurumlarının, sözde soykırım dayatmaları üzerinden Ankara’ya baskılar yoğunlaşacaktır.
- Batı’nın planları, “Karadeniz üzerinden de Türkiye’ye dayatılabilecektir”.
- Türkiye, bölge ülkeleri ile işbirliği yerine soyutlanarak, “Batı’nın kucağına itecektir”.
Gül’ün futbol merakı…
- Erivan, Lozan’ı ve mevcut sınırları tanımamaktadır.
- Ermenistan yönetimleri bütün dünyada, Türkiye’ye karşı bir karalama kampanyası yürütmektedir. AB ve ABD yetkililerinin Erivan ziyaretlerinde, “Türkiye’ye karşı düşmanca bildiriler sürekli yayımlanmaktadır”.
- Erivan, diyaspora ile birlikte Türkiye aleyhinde kampanya yürütmektedir.
- Bugüne kadar Ankara’nın bütün iyi niyet girişimleri geri çevrilmiştir.
Ermenistan, Azerbaycan topraklarını (Karabağ’ı) işgal ederek soykırım yapmış ve 1 milyon Azeri sürülmüştür.
Bütün bu koşullar altında Gül’ün gidişi, Ermeni hükümetlerinin bugüne kadar yürüttükleri politika ve uygulamaları “kabullenerek meşrulaştırmak anlamına gelmez mi”?
Yoksa yalnızca, Washington’ın taleplerinin yerine getirilmesine yönelik bir jest mi?
Gül’ün Erivan ziyaretini AKP’nin Karadeniz ve Gürcistan’daki tutumu ile birlikte değerlendirdiğimiz zaman ortaya “çok vahim” bir durum çıkıyor. 1 Mart 2003 tezkeresinin desteklenmesi ve Erivan ziyareti AKP açısından büyük resmin içindeki lego parçalarından başka bir şey değildir.


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/8384/Goz_Gore_Gore_Oyunun_Parcasi_Olmak....html

.

9 Ekim 2015 Cuma

AB Türkiye İlişkileri



                                   AB Türkiye İlişkileri




Erol Manisalı

Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri hakkında bir özet verebilmek için, öncelikle konuya nasıl baktığımı ortaya koyacağım.

1. Türkiye, AB'ye tabi olursa buradan kazanacak bir tek taraf vardır: Türkiye kazanır.


2. Türkiye'nin AB'ye, Fransa veya İspanya gibi normal koşullarda bir aday olması, fazladan bir bedel ödememesi gerekir.


3. 1969 yılından beri Türkiye-AB ilişkileri üzerine çalışan bir öğretim üyesi olarak, AB'nin, Türkiye'yi içine almayacağını savunuyorum.


4. Türkiye-AB ilişkilerinde mevcut ilişki düzenimizi ele aldığımızda, normal, uygar bir ülkenin ilişki düzeni içinde olmadığını görürüz. Tek yanlı bir ilişki biçimindedir. Türkiye tam üye yapılmadan, şu anda kurulmuş olan ilişki düzeniyle, uzun süre ilişkilerini götüremez.


AB'ye girmek bir futbol kulübüne girmek, sinemaya girmek gibi değildir elbette. AB'ye tam üye olmak demek, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri içinde yer almak demektir. Geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nin yöneticilerinden biri olmak demektir. Neden Türkiye'nin AB'ye girmesinin bu kadar ağır bedelleri olduğunu anlatabilmek için birkaç teknik bilgi vermek istiyorum.


AB Üyeliğinin Getirdikleri


AB'ye tam üye ülkeler içinde nüfus büyüklüğüne göre temsil statüsü, yapısı, mekanizması vardır. Nüfusu kalabalık olan ülkeler, AB Parlamentosu’nda daha fazla milletvekiline sahiptirler. Aynı zamanda yönetimde, idarede, icra dairesinde daha fazla müdürlüklere sahiptirler. Bugün Almanya'nın, Fransa'nın, örneğin Hollanda'ya, Yunanistan'a, Portekiz'e oranla sahip olduğu müdür sayısı, yönetici sayısı çok daha fazladır.

Bu Türkiye'yi neden ilgilendirir?
Girdiği zaman, hele nüfus artış oranımızın diğer ülkelere oranla çok daha yüksek olduğunu hesaba katarsak, yirmi-otuz yıl sonra Türkiye, Almanya ile beraber Avrupa'nın en büyüğü olarak yönetimde; siyasi, ekonomik, idari, mali yönetimde direksiyonun başındaki ülke konumuna gelir.
Tam üye ülkeler açısından işgücü dolaşımı serbesttir, sınır yoktur. Buradan Ankara'ya gider gibi, Roma'ya, Paris'e, Viyana'ya gitme durumu söz konusudur.
Bu, ne sonuç doğurur?
İstihdam olanakları, ücret düzeyinin farklılığı ve orada yaşamanın çekiciliği, cazibesi göz önünde tutulursa, hele genç nüfus oranı yüksek olan Türkiye'de 15-20 milyon insanın Avrupa ülkelerine gitmesi söz konusudur. Çok doğaldır bu da. Bundan dolayı da AB, Türkiye'yi alamıyor. Çünkü her giden Türk genci, bir Avrupalıyı, AB'liyi işsiz bırakır.
Türkiye, Bengal'le veya Sudan'la tam bir bütünleşmeye gitse, meclislerini de birleştirse, hükümetleri de birleştirse Türkiye-Sudan Federasyonu, ya da Türkiye-Bengal Federasyonu kursa, işgücü dolaşımı da serbest olsa, herhalde Türkiye'den Sudan'a veya Bengal'e değil, oralardan Türkiye'ye insan gelir. Çünkü orada işsizlik oranı çok daha yüksektir ve ücretler Türkiye'den çok daha düşüktür.

Aynı şey Türkiye-AB ilişkileri için de söz konusudur.

AB sistemine göre, zenginler fakirlere -tam üye olduktan sonra- içeriden sürekli gelir transferi yapmak durumundadırlar. Mesela Yunanistan bugün, AB'den yılda 4,5 milyar dolar gelir elde ediyor. Türkiye için yapılan hesaplara göre ise, bunun alt sınırının 12 milyar dolar civarında olduğu söyleniyor. Bunu da Avrupalı vergi ödeyen insanlar ödeyecek.

Türkiye, AB içinde yer alması durumunda Avrupa'nın yönetimine katılması, mali yardım alması ve işgücü dolaşımının serbestliği dolayısıyla Avrupa'ya yükleyeceği sosyal sorunlar olağanüstü yüksektir.

Ülkeler kendi halklarının çıkarını, refahını göz önünde tutmak zorundadırlar. İki tarafta da uluslararası ilişkilerde karşılıklı çıkarları dengeleyen anlaşmalar, birleşmeler, evlenmeler söz konusu olur. Sadece bir tarafa yarar sağlıyorsa öbür taraf bunu hiçbir zaman kabul etmez. Bu da çok doğaldır.

Gümrük Bırlığı Ve Tek Yanli Bağlilik


İşte bu nedenle 1987'deki tam üyelik başvurumuzu 1989'da geri çevirdiler. O zaman, -Avrupa'nın gözüyle bakıldığında- Türkiye'de demokratikleşme gibi bir sorun yoktu, Türk-Yunan ilişkileri, Kıbrıs, Ege sorunu yoktu, Güneydoğu Sorunu diye bir şey yoktu, Ermeni Meselesi diye bir sorun yoktu. Bunlar hep 1990'ların sonrası sorunlardandır.

Bu sorunlar AB'nin listesinde yokken bile, Türkiye'ye 1989'da ‘Biz seni alamıyoruz’ dendi. Ondan sonra Türkiye büyük bir hata yaptı. AB ile yan yana ve ekonomik esaslı bir ilişki düzeni kurmak yerine, siyasi sonuçları olan, yani Türkiye'nin dış politikası açısından da siyasi sonuçları olan bir kapanın içerisine girdi. Ve 1995'de tek yanlı bir belge imzalandı. Gümrük Birliği Belgesi.
Türkiye, AB'nin Gümrük Birliği sistemine dahil oldu. Bir şeye dahil olduğunuz zaman dahil olduğunuz yerdekiler kadar sizin de oy hakkınızın olması gerekir. Bir derneğe dahil olsanız bile yılda bir kez oturup herkes kadar oy verme, yönetim kurulunu seçme, başkanı seçme hakkınız vardır, yönetim kuruluna seçilme hakkınız vardır.
Bizim dahil olmamızda böyle bir şey söz konusu değil. Tek yanlılığı buradan kaynaklanıyor. Türkiye, Gümrük Birliği sistemi içine girdi ama bütün kararları Gümrük Birliği’ni yöneten diğer tam üyeler belirlemekteler. Gümrük Birliği sadece gümrük tarifeleri ve malların serbest dolaşımı meselesi değildir. AB, özellikle Maastrich Anlaşması’ndan sonra, 1993'de yürürlüğe giren dış ekonomik ticaret politikasını, bütünleştirilmiş tek bir politika olarak ortaya koydu. Yani AB'nin Çin politikası, AB'nin ABD politikası, AB'nin Latin Amerika politikası olarak, tek bir devletmiş gibi dünyaya bakmaya başladı.
Türkiye 1995'de bunu AB'ye tek yanlı bağlanmak için yapmadı. 1963'de altı tane AET üyesi vardı. Onlardan biri gibi olmak için yaptı. Bir Fransa, bir İtalya, bir Hollanda gibi olmak için yaptı. Dolayısıyla işin şekline ve ruhuna baktığımız zaman, hukuki ve siyasi açıdan 1995 anlaşması, Türkiye'nin hükümranlık haklarını tek yanlı elinden alan bir anlaşmadır.
Türkiye'nin AB'ye tam üye olmadan Gümrük Birliği’ne girmesi şu sakıncaları doğurmaktadır:
1. Gümrük Birliği demek, üye ülkelerin, kendi alanlarında gümrük birliğini sağlaması ve tek pazar oluşturarak ekonomik entegrasyona gitmesi ve;
2. Gümrük Birliği dışındaki ülkelere karşı (ABD, Japonya, bütün diğer ülkeler) tek ve ortak ticaret tarifesi, ticaret politikası, ekonomik ve mali politikalar uygulaması demektir. AB örneğinde bu ortak politikalar, yalnızca ekonomik ve ticari alanlarla sınırlı kalmamakta, uzun vadede tek bir devlet gibi bütün dış ilişkilerin ortaklaşa ve tek bir politika olarak yürütülmesini öngörmekte ve gerektirmektedir.[1]
Onların içinde değilseniz, onların alacakları kararlara tek yanlı uyma yükümlülüğünü kabul ederseniz siz kendi meclisinizi, moda bir deyimle, baypas etmiş olursunuz. Dolayısıyla ulusal dış ticaret politikanızı da baypas etmiş olursunuz. Brüksel'den yönetilir hale gelirsiniz. Uluslararası hukuk uzmanlarının, politika uzmanlarının 1995 belgesiyle ilgili yazdıkları bütün rapor ve değerlendirmelerde bu tek yanlılık açık bir şekilde görülüyor. Zaten konuyu biraz bilen ve orta zeka düzeyindeki bir insan da 1995'de imzalanan 64 maddelik belgeyi okuduğu zaman, onun içinde en az 20 dolayında maddenin nasıl tek yanlı olduğunu görecektir.

İpler AB’nin Elinde


Türkiye, Gümrük Birliği sistemi uygulamasında AB ile ihtilafa düştüğü zaman hakem müessesesi, AB'nin Yüksek Adalet Divanı'dır. Divan’ın vereceği kararlar kesindir ve Türkiye uygulamakla yükümlüdür. Ancak Divan’da tam üyeler bulunmakta, Türkiye bulunmamaktadır. Kısaca, ihtilaflı konularda AB hem hâkim hem de taraf durumundadır. Bu gerçek hem siyasi hem de hukuki bakımdan Türkiye'yi vesayet altına sokan bir durum yaratmaktadır.[2]


Bu yüzden Gümrük Birliği Belgesi


Türk kamuoyunda tartışılmamıştır. Tartıştırılmamıştır. Kamuoyundan gizlenmiştir. Öğretim üyelerinden gizlenmiştir. Siyasilerden gizlenmiştir, bürokrasiden gizlenmiştir. Medyanın bir kanadı, özellikle arkasındaki bu tek yanlı bağımlılığı destekleyen bir grup dolayısıyla böyle bir pazarlama harekâtına girişti. İnsanlar da bir iki yıl içinde AB'nin tam üyesi olacağız zannetti. İki yıl sonra serbest dolaşım olacak, gidip Almanya'da, Hollanda'da, Fransa'da çalışma olanağına sahip olacak zannetti. Büyük para yardımı gelecek zannetti. Türkiye'nin AB'ye ihracatı patlayacak, büyük bir kazanç sağlanacak zannetti. Oysa, çok ilginçtir, 1995'den 2000'e kadar, 5 yıllık süre zarfı içinde bütün gelişmelere baktığımız zaman, tek yanlı sistem bütünüyle AB lehine, Türkiye aleyhine çalışmıştır.

Dış ticarete baktığımız zaman 01.01.1996'dan itibaren Türkiye'nin AB'den yaptığı ithalat oranı patlamıştır. İhracat artmamıştır. Bugün de aynı trend devam etmektedir. Bugün Türkiye'nin AB ile dış ticaretinde 10 milyar dolar gibi olağanüstü bir açık söz konusudur.
Uluslararası uzman arkadaşım Dr. Andrew Mango birkaç yıl önce şöyle demişti: ‘AB, Yunanistan'a verdiği parayı sizden çıkardığı için çok mutlu. Yunanistan'a 4,5 milyar dolar verdikleri için çok kızıyorlardı ama sizden yılda 10 milyar dolar kazandılar.’
Bu bir gerçek. Sermayeye de yatırım gelmedi. Yatırım niye gelir? Yatırım, sınırları aşamadığı zaman gelir. Ekonomik sınırlar varsa, üzerinden atlamak için malı sokamıyorsa fabrikayı sokar içeri. İçerde üretmeye başlar. Halbuki siz kapıları tamamen açtığınız zaman Almanya'da ürettiği hatta Çin'de ürettiği malı tırlarla, gemilerle, uçaklarla açık kapıdan içeriye doldurur. Bugün büyük mağazalara gittiğiniz zaman yabancı mallara bakın. Bunlar 1995'e kadar Türk mallarıydı. Aynı kalitede veya birbirine çok yakın kalitelerde mallardı. Artık yerli defter bulunmaz hale geldi. Türkiye'de gıdadan, zara kadar her şeyi Avrupa malları ele geçirmiş halde.
Bugün cari işlemler açığımız 8-9 milyar dolarlara kadar yükselmiştir. Cari işlemler açığı şu demektir aslında: sizin sürekli dışarıdan borçlanma gereksiniminiz demektir. Dış ticaret açığınız olur, onu kapatırsınız. Biz bunu 5-6 yıl önce kapatabiliyorduk, ya da başa baş gidiyordu. Bugün 8-9 milyar dolarlık cari işlemler açığımız oldu.
Yazdığım kitaplarda Türkiye'nin AB'ye alınmayacağını bildiğim için şunu demiştim: Türkiye imalat sanayii ürünlerinde serbest dolaşımı kabul etsin. Ama Norveç modelini uygulayalım.

Farklı Modeller


Norveç halkı da AB'ye girmek istemedi. Petrolü bulduktan sonra çok zengin oldular. AB bütçesine zengin bir ülke olarak fazladan bir katkıda bulunup, diğer ülkelerin vatandaşlarını zengin etmek istemedikleri için katılmak istemediklerini belirttiler. İsviçre de katılmadı. Ama Avrupa Ekonomik Bölgesi çerçevesinde, bir nevi serbest ticaret bölgesi olarak, AB pazarıyla bütünleşme içindeler. Tabii ki bizim gibi tek yanlı bir bütünleşme değil. Avrupa Ekonomik Bölgesi Anlaşması dengeli, Norveç'in ulusal çıkarlarını 15'ler karşısında koruyan bir anlaşmadır.

Biz 1995'de tam üye yapılmadan, bir tam üye gibi yükümlülük aldık. Şu anda Türkiye'nin AB karşısında ekonomik, ticari vb yükümlülüğü bir tam üyeymişiz gibi elimizi taşın altına sokmaktadır. Buna karşılık tam üyeliğin hiçbir artısından yararlanamıyoruz. Kurumlarda yer alamıyoruz, mali yardım verilmiyor, işgücü serbest dolaşımından insanım yararlanamıyor. Tamamen tek yanlı bir düzenleme. Zaten Aralık 1999’daki Helsinki Doruğu'nda Türkiye'nin aday yapılmasının arkasında iki neden var. 

Bunlar:


1. 1995'te kurulan tek yanlı ve AB yararına çalışan statüyü sürdürebildiği kadar sürdürmek. 20, 30, belki 40 yıl.

2. Türkiye üzerindeki bazı hesapları ve dayatmalarıyla önemli konularda bazı ödünler almak. 

Ege, Kıbrıs, Güneydoğu hatta Ermeni Meselesi…

Dolayısıyla Türkiye'nin 1999'da aday yapılması, Türkiye'nin AB'ye alınmasını amaçlamıyor. O, yakamıza takılan göstermelik bir rozettir. Çünkü Türkiye'nin aday yapılması, AB için yükümlülük getirmemektedir. Bizi aday yapmadan 2-3 ay önce, Ekim 1999'da AB'nin genişleme politikasını değiştirdiler. Genişleme politikasında AB, dışarıdaki ülkelere karşı, adaylara karşı inisiyatifi tamamen Brüksel'e veren bir mekanizma kurdu. Bu yeni genişleme politikasının ilkeleri de şunlardır:

1. Bir ülkenin aday olması ileride mutlaka tam üyelik görüşmelerine geçileceği sonucunu doğurmaz.

2. AB'ye hiçbir mali yükümlülük getirmez.
3. Aday, bütün ev ödevlerini yapsa, AB'ye girmeye hazır olsa bile o ülkenin girişi AB içinde ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar yaratıp, dengeleri bozuyorsa, AB o ülkeyi almaz.

Sanki Türkiye için yazılmış bir yeni genişleme politikası metni. Olayın bir de başka bir yönünü inceleyelim. 12'ler diye adlandırılan ülkeler vardır. Bunlar yakın zamanda AB'ye alınabilecek ülkeler. Başta Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya… Zaten onlar entegre olmuş durumdalar. Bulgaristan ve Romanya onlardan evvel aday oldular ama ‘onların durumlarını da 10 yıl sonra bir daha değerlendiririz’ diyorlar. Moralleri bozulmasın diye de ‘6-7 sene sonra tam üyelik görüşmelerine başlarız’ diyorlar. Bu görüşmelerden 5 sene de çıkabilir, 25 sene de…


Kim Daha Avrupalı?


Türkiye bugün 65 milyon ve genç bir nüfusa sahip. Nüfus artış oranı onlara göre çok yüksek. AB, Türkiye'yi alacak da Ukrayna'yı dışarıda mı bırakacak, Rusya Federasyonu'nu dışarıda mı bırakacak? Herhalde Rusya Federasyonu, Türkiye'den çok daha Avrupalıdır onların gözünde.

Buna bir de Türkiye'de yetişmiş bir insan olarak, Erol Manisalı olarak bakmayalım. Kitaplara bakalım. Tarih, sosyoloji, siyaset kültürü olan kitaplara şöyle bir baktığımız zaman, Türkiye'yi Avrupa'nın nasıl algıladığına baktığımız zaman Türkiye, Rusya'dan da, Ukrayna'dan da, Beyaz Rusya'dan da çok daha gerilerdedir. Türkiye Asya'nın, Doğu'nun, Avrupa'nın dışında, Avrupa'ya yabancı kabul edilen bir ülkedir. Bu konu hakkında Avrupa'da iki tane ciddi araştırma yayınlandı.
On bin denekli, Türkiye-AB ilişkilerini inceleyen bu araştırmalardan birinde; AB üyesi ülkeler içinde sokaktaki insanın %21'i Türkiye içeri girsin derken, %79'u Türkiye Avrupa'nın dışında kalsın diyor. %80 dolayında Türkiye karşıtlığı var. Bu araştırmanın sonuçları medyada özel olarak yer aldı. Araştırmayı yönlendiren kurum yanlış yönlendirme yaptı. O oranları nasıl değiştirmişse %30 -70 oranında değiştirmişler.
Giriş özetini okuduğum kapsamlı araştırmada da 5 Avrupalıdan 4'ü Türkiye'nin AB’ye girmesine karşı. Üstelik bu sokaktaki insanlar, genellikle Türkiye'nin AB'ye üye olduğu zaman katlanacağı yükleri bilmez. İşgücü dolaşımının serbest olacağını, yardımları, bir kısmı bilir, bir kısmı bilmez. ‘Girsin canım, ne olacak’ diye bakanlar da Antalya, Bodrum, Marmaris'e gelip turistik gezi yapanlar. AB'nin Avrupa'ya getireceği gelir transferi açısından yükümlülüklerini tam olarak bilmediği için bunu iyimser bir şey olarak görmekte. Türkiye'nin tam üyeliği durumunda Avrupa'nın ödeyeceği bedel çok daha keskin olurdu. %5, %95 gibi bir noktaya çekilebilirdi.

‘Gelecek Sene’ Diye Diye...


Türkiye gelecek sene tam üyelik görüşmelerine başlayacak ve bunu politikacılar söylüyor. 1995 yılında da bu ifadeleri duymuştuk. 1995 yılında Gümrük Birliği Belgesi imzalanırken o zaman şunu söylemişlerdi. ‘Bir veya en fazla iki yılda AB'nin içindeyiz’. Gazetelerde bunlar yer aldı, politikacılar söyledi. Dinleyenlerin yanlış yönlendirilmiş olmasından ve doğal olarak konuyu teknik olarak iyi bilmemesinden dolayı insanlar bu şekilde istismar edildi. Bazı siyasi liderlerle bu konuyu son 6-7 yıl içinde baş başa konuştum. Yalnız konuştuğum zaman bana hak verdiklerini gördüm. 3-5 ay sonra veya bir iki sene sonra bana haklısın diyen siyasiler başka şeyler söylemeye başladılar.


Kıbrıs’ın Kaderi


Kıbrıs'ta iki devlet var. Güney Kıbrıs Rum kesimi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC). AB Türkiye'yi on veya sekiz sene sonra alacak olsa şunu demesi gerekmez mi? ‘Ben şimdi Türk Devleti'ni de alayım, Rum Devleti'ni de… On sene sonra üçünü birlikte alırım. Nasıl olsa sınırlar kalkacak, işgücü dolaşımı serbest olacak, tek vatandaşlık olacak o zaman. Zaten içeride kendiliğinden çözülmüş olur’. Öyle demiyor, ‘Kıbrıs meselesini benim istediğim gibi çözeceksin’ diyor ve bunu da dayatarak söylüyor. ‘Aksi halde seninle ilişkilerim gelişmez’ diyor. ‘Aynı ülkenin içinde gibi sınır kalkınca sorunu içeride çözelim’ demiyor, önce AB kanalıyla Yunanistan'ı dolaylı ilhak etmek istiyor. Çünkü yarın Türkiye'nin AB'ye alınması kesinlikle söz konusu değil.

Kıbrıs Rum yönetimi AB'ye tam üye olursa, bunun doğuracağı sonuçlar şunlardır:
1. Kıbrıs Rum yönetimi, Yunanistan'a ilhak edilmiş olur. Yerleşim serbestliğinden, dış politika, dış savunma, dış ekonomik ilişkilerde, AB şablonu içine giren Kıbrıs Rum yönetimi, "öncelikle Yunanistan ile ekonomik, sosyal, politik ve askeri entegrasyona" gitmiş olur.
2. Tüm adayı temsilen, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB üyesi durumuna gelen Rum yönetiminin talebi üzerine, KKTC üzerinden artık yalnızca Rum yönetimi değil, tüm AB, bir bütün olarak baskı yapar ve Türkleri, aynen Batı Trakya Türkleri gibi herhangi bir azınlık durumuna getirir.
Bu bakımdan, Türkiye, Rum yönetiminin AB üyeliğine kesinlikle karşı çıkmalıdır. Ankara ancak, adada iki devletin varlığı kabul edilir ise sadece Kıbrıs devletinin AB'ye üyeliğine evet diyebilir.[3]
Şu da düşünülebilir; Ukrayna, Rusya, Beyaz Rusya ileride, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde neden olmasın? Türkiye'de, Rusya'da, Ukrayna'da, Beyaz Rusya'da topladığımız zaman, Rusya 150 milyon, Ukrayna 50 milyon, Türkiye de bugün 65 milyon, Beyaz Rusya'yı da koyun 10 -15 milyon nüfusa sahip. Bunlar Batı Avrupa'nın nüfus ağırlığına sahip çok fakir ülkeler. Avrupa'nın kendi refah seviyesini bir kalemde silmesi gerekir. Batı Avrupa bir refah topluluğu, insanlar bir işçisinin, insanının işsiz kalmasını istemiyor. Kendi rahatına ulaşmış, kendi sağlık eğitim vs’ den özveride bulunmak istemiyor. Ne diye kendisini bir bakıma ezecek olan bu ülkeleri içine alıp da kendi refahını aşağıya indirsin.
Dünyanın gelişmesi açısından ne yapıyorlar diye ülkelere bakıyoruz. Kendi toplumlarının refah seviyelerini yükseltebilmek için tank gönderiyorlar, top gönderiyorlar, uçak gönderiyorlar. Petrolü ben kontrol edeceğim, diyor. Neden? Kendi toplumu ondan refah sağlasın. Biz de öyle olmayacak diyoruz. Ne yapacak? Onlar gönüllü olarak kendi refah seviyelerini yarı yarıya indirip bizi içeri alacaklar. Bunun hiçbir mantığı yok. Ne siyasal, ne ekonomik, ne kültürel, ne de sosyal…

Hıristiyan Kulübü


AB, açık olarak söylemese de bir Hıristiyan kulübüdür. Artık televizyonları buradan çok rahat seyredilebiliyor. Açtığınız zaman Avrupa'nın kanallarını, uydu yayınında kanalların 4/3'ünde ne vardır: Kilise ve ayin… Avrupa kozmopolit değildir. Hatta iki yıl önce Avusturya'da aşırı sağ muhafazakâr parti koalisyona girdi. Hayder'in partisi. Doğu tehdidi kalktıktan sonra Doğu’dan tehdit gelmesin diye, kendi içindeki bu kimlik meselelerini bir kenara itmişler. SSCB tehdidi kalkınca artık kendi doğal tarihsel gelişimlerine kültür de dahil olmak üzere daha farklı bakmaya başladılar. Dışarıya farklı bakmaya başladılar. Yukarıdakiler ve aşağıdakiler, içeridekiler ve dışarıdakiler diye.

Bugün AB açısından Türkiye'nin yeri 'meda' içindedir. Yani Akdeniz ülkeleri, Kuzey Afrika ülkeleri; Fas, Cezayir, Mısır, Tunus, Lübnan, İsrail onlar içinde. Mesela Fas'a ne kadar gıda ve teknik yardımı yapacaksa Türkiye'ye de o kadar yapıyor.

Ab, Kanun Tanımaz


Üniversitede veya dışarıdan insanın, ‘bu koşullar altında ve ne pahasına yararlanırım’ diyerek bunu bir özeleştiriyle algılaması gerekir. Ne pahasına kısmı göz önünde tutulmuyor, bilmem ne projesi gelirse -10, 15, 20 bin dolar- üniversitemizde yapılır hale geliyor. Geçenlerde bir gazetemizde Kıbrıs Doruğu’nda çıkan bir sonuçtan çok rahatsız olmuş, "Kurumlarımıza ne söyleyeceğiz?" başlıklı bir yazı yazmıştım. Avrupa, Kıbrıs sorununun 1993'e kadar dışındaydı, 1993'te devreye girdi. Üstelik Akdeniz politikası değişerek ve uluslararası anlaşmalara aykırı olarak devreye girdi. AB'nin Kıbrıs Rum yönetimiyle doğrudan ilişki kurması uluslararası hukuk açısından geçersizdir. Çünkü Güney Kıbrıs Rum yönetimi fiili bir durumdur.

1960 antlaşmalarında iki ayaklı bir devlet söz konusuydu. Ayaklardan sadece biridir Rum ayağı, bunun bir de Türk ayağı var. Rum ayağının adanın tümünü temsil ediyormuş gibi Brüksel'le görüşmesi 1959-60 Londra, Zürich Antlaşmaları'na tamamen aykırıdır. Bu teknik bir şeydir. AB karar alıyor ve Ankara'ya dayatmada bulunuyor. Ankara da dayatmaya karşı durumu dengelemek için pozisyon alıyor. Ankara'nın Türkiye'nin çıkarlarını üstün tutmak değil, dengelemek için yaptığı çıkışı bile ‘Aman çok kızarlar, Brüksel'i kızdırmayalım sonra üstümüze gelirler, sonra biz torunlarımıza ne deriz’ şeklinde Türk kamuoyuna sunmak kadar toplumu küçültücü, aşağılayıcı bir şey olamaz.
Bu, Atatürk 1919'da Anadolu'da bağımsızlık için savaşırken işgal basınının, İngiliz, Fransız basınının Atatürk'ü hain ilan eden yayımlarını hatırlatan tutumdur. Bizler yarın da torunlarımızın Atatürk torunları olmasını istiyoruz. Vahdettin torunları değil. O ayrımı bugün iyi görmemiz gerekiyor.

Türkiye Ne Yapacak?


Türkiye-Avrupa ilişkilerinde Türkiye'nin karşılıklı çıkarlarını koruyacak şekilde bir durum alması gerekir. Ekonomik olarak çok büyük çıkarlarımız vardır, Türkiye Avrupa'ya arkasını dönemez. Bu, Türkiye'nin AB'ye tek yanlı bağlanması ve yarı mandası olması anlamına gelmez. Türkiye'ye bunu yapmak isteyenler ki, bunlar vatan hainidir, niye bunu istiyorlar hiç düşündünüz mü?

Özellikle büyük sermayenin belli bir kesimi şöyle bakıyor hadiseye: ‘Türkiye Ankara'dan mı idare edilecek? Bağımlı olarak, yarı bağımlı olarak, manda olarak Brüksel'den edilirse daha bir huzur içinde olurum’. Ve kendine göre pratik nedenleri de var, gerekçeleri var. ‘Ankaradakilerle uğraşacağıma Brüksel'den işimi daha kolay halledebilirim. Ankara'nın ne olacağı belli olmaz’ diyor. Bakıyor, ‘askeri gelir, şusu gelir, busu gelir işime karışır; senin fabrikan ne oluyor bakalım, danışalım görüşelim’ diyor. ‘Brüksel'e bağlı olduğum zaman, tek yere bağlı olduğum zaman Ankara'dan da Brüksel'den de kurtulurum’ diyor, böyle bakıyor hadiseye.

Sonuç


İçeride bizim bazı sorunlarımız var. Bu dış ilişkilere yansıyor, içeride toplumsal demokrasi yok. Toplumsal demokrasiyi şöyle algılıyorum: Ülke insanının kendi çıkarlarını demokratik yöntemlerle mecliste çıkar grubunun büyüklüğü ölçüsünde yansıtabildikleri ve bana göre hükümetlerin uygulama politikaları belirleyebildikleri bir yapı.

Mecliste tarım kesiminin, işçinin çıkarı korunmalıdır. İçeride bu denge olmadığı için, bazı dar kesimler iç yönetimde hakim oldukları için, özellikle büyük sermayenin sayısı, Türkiye'nin dış ilişkilerine içerideki bu çarpıklık nasıl yansıyor? Türkiye-AB ilişkilerinde 1995'te yaptığımız tek yanlı bağımlı anlaşmalar altyapı şeklinde yansıyor. Yani sosyal demokrasi yoksa, dış ilişkilerde de Türkiye ulusal çıkarlarını dengeleyecek ilişki düzenini kuramaz. Dışarıdaki ilişki düzeni içerideki o dar çevrenin istediği ve onun çıkarları doğrultusunda belirlenir haldedir. O zaman işte 1995 belgesi imzalanıyor, o zaman Ankara'da dengeli bir çıkışa, ‘ne deriz’ şeklinde ifadelerle bakılır hale geliyor.

Özellikle 1995 yılı çok dramatik ve dış politika bakımından talihsiz bir yıl oldu. Bu ibret alınacak olaylar, Türkiye'de bazı çevrelerin, ulusal politikalarda ne tür olumsuz sonuçlar doğurabileceklerini de göstermektedir.


İşin ilginç yanı, Susurluk benzeri olayların da aynı dönem içinde büyümesidir. Ahlaki değer yargılarındaki bozulmaların halkaları politika-ekonomi ekseni üzerinde, bir tarafın çürüme özelliği gösteren ve mafyayı öne çıkaran bir boyut sergilemiş, diğer yandan da ulusal çıkarları ayaklar altına alan dış politika yanlışları yapılmıştır. Ekonomi-politika ekseninde, bu bozulmalar, belli kişi ve gruplar çevresinde odaklanmaktadır. Bu, kesinlikle bir rastlantı değildir.[4]


Dipnotlar


1. MANİSALI Erol, Türkiye Avrupa İlişkileri, sf. 14, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1998
2
. Age. sf. 32

3. MANİSALI Erol, Türkiye Avrupa İlişkileri, sf. 22, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1998
4
. Age. sf. 191


http://turksolu.com.tr/ileri/02/manisali2.htm



..