Dr. Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dr. Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Aralık 2018 Cumartesi

Türk-Yunan ilişkileri iyiye mi gidiyor?

Türk-Yunan ilişkileri iyiye mi gidiyor?


Dr. Tahir Tamer Kumkale
4 Mart 2000 Cumartesi,


"İSTEDİĞİNİ SÖYLEYEN, İSTEMEDİĞİNİ İŞİTİR..."

Türkiye'yi derinden yaralayan 17 Ağustos 1999 depremi ve bunu takibeden günlerde meydana gelen Atina Depremi esnasında komşu Türk ve Yunan yardım heyetlerinin birbirinin yardımına koşması iki millet arasında gerçek bir yumuşama ve dostluk havası yarattı.

Bunu; Kasım ayında İstanbulda yapılan AGİT Zirvesi ve Aralık ayında Helsinki'de yapılan Avrupa Birliği Zirvesi 'nde Türkiye lehinde alınan kararlara Yunanistan'ın istemeyerekte olsa katılması takip etti. 40 yıl aradan sonra iki ülke Dışişleri Bakanlarının karşılıklı ziyaretleri; yapılan görkemli karşılama törenleri; söylenen güzel sözler; uzatılan zeytin dalları; karşılıklı müzisyenlerin konserleri; şimdilik çok basit birkaç konuyu kapsasa da imzalanan antlaşmalar; ve verilen sözler Türk kamuoyunda olduğu kadar batı kamuoyunda da şaşkınlık yarattı.
Acaba gerçekten barış geliyormu ? Dünyanın bu en kritik bölgesini paylaşan iki ülke aralarındaki Ege Denizi gerçek bir barış denizimi oluyor ? soruları sorulmaya başlandı.

Hangi sebeple olursa olsun 4 Mart 2000 tarihinde iki ülke ilişkilerinin geldiği nokta sevindiricidir. Ama yeterli değildir. Hernekadar iki ülke arasındaki büyük sorunlarda şu ana kadar hiç bir somut ilerleme görülmesede, başlayan ve devamında büyük yarar olan dialog süreci çok önemli bir gelişmedir.

25 Şubat'ta İstanbulda yapılan Türk-Yunan İş Konseyi Toplantısı çerçevesinde 120 Yunanlı işadamı ile gerçekleştirilen çalışmalarda ilişkilerin ekonomik alandaki geleceği açısından çok iyimser bir havanın doğmasına sebep olmuştur. Yunan dostluğu yeni bir moda yaratmıştır. Yuınan müziği çalan ve Yunan mutfağını sergileyen tavernalar pek revaçta. Tabaklar kırılıyor. Sirtakiler oynanıyor. Yunan müziği ile halaylar çekiliyor.

Gerçekten aradığımız ve iki tarafında ihtiyacı olan bu dostluk rüzgarlarının halkın içinden dalga dalga büyüyerek iki ülkeyi kaplaması en büyük dileğimiz. Bu şekilde dünyanın merkezinde yer alan bu iki ülke, sahip oldukları doğal zenginlikleri birbirine düşmanlık için değil, kendi halklarının yararına kullanma imkanına kavuşurlar.

Yunanlılarla ilişkilerimiz 1395 Niğbolu Zaferi ile başladı. Yıldırım Bayazıt 1397'de Atinayı zaptetti. Evranos Bey komutasındaki Osmanlı akıncıları Mora'nın işgalini tamamladılar. Yıldırm Bayazıt Timura yenilince Yunanlılara topraklarını iade ettik. İkinci işgal ve kesintisiz Türk hakimiyetine giriş 1446'da Fatih Sultan Mehmet zamanında gerçekleşti. Buradan başlayarak Mora'da ilk istiklalin ilan edildiği 1830 yılına kadar tam 433 yıl Yunanlılar, Türk hakimiyeti altında ve çok uyumlu bir teba olarak yaşadılar. Birçok ortak yanımız oldu. İnsanlarımız kaynaştı. Kültürlerimiz yakınlaştı. Birbirimize benzedik.

Bilindiği gibi; Yunan MEGAL -İ iDEA'sının temelinde(Büyük Yunanistan Hedefi) "Doğu Roma İmparatorluğunun bir Grek, yani Yunan Devleti olduğu ve bunun mirasçılarının da son çağ Yunan Devleti olduğu " iddiası ve yalanı vardır. 19 ncu Yüzyıl tarihçilerinin" Osmanlıyı çökertmek ve İmparatorluk içinde milliyetçilik akımlarının yayılarak çöküşü hızlandırmak "için ortaya attıkları bu yalana, Yunanlı yöneticiler bütün Yunan halkını inandırmışlardır. Bu iddia ile başlayan" Büyük Bizans" hayali birbuçuk asır boyunca ders kitaplarında yer almıştır. Yunan milleti 150 yıldır; birlik, beraberlik ve bütünlüğünü hayali Türk tehlikesi ile ayakta tutmaktadır. Yunan yönetimine hangi iktidar gelirse gelsin; bu büyük idealin elde edilmesi ilk hedeftir. Bu hedefe giden yolu tıkayan Türkler; tarihi ve en büyük düşmandır.

Bugünkü Yunan milleti; Osmanlı'ya karşı kullanılmak üzere Çarlık Rusyası başta olmak üzere İngiltere ve Fransa'nın desteği ile yaratılmıştır. Bu üç ülke Yunanlıyı güçlendirmek üzere her alanda birbirleri ile yarışmışlardır. Bunda da başarılı olmuşlardır. Bizansın hakiki sahipleri olan Anadolu Rumları'nın bugünkü Yunanistan Rumları ile dilleri dışında hiç bir bağlantıları ve ortak yönleri de mevcut değildir. Bu gerçek tarih kitaplarında pek çok belge ile ispat edilmiştir.

Yunanistan'ı ve Yunanlıyı ayakta tutan en büyük faktör hala sürdürülen"geleneksel Türk düşmanlığı"dır.

Çözüm bekleyen Türk-Yunan sorunlarına bir bakalım. Bilindiği gibi, bu sorunlar 1821'de bağımsızlık ayaklanmaları ile meydana çıkmış, 1829da Mora'da istiklallerini ilanı müteakip değişik şekillerde ve artarak günümüze kadar gelmiştir.

1923 Lozan Barışı; 1930'da başlayan Atatürk - Venizolos dostluğu; 1935'lerde başlayan Balkan Antantı içindeki birliktelik; 1941 de Almanlar tarafından istila edilen Yunan halkına acılı günlerinde uzatılanTürk dostluk eli ve yardım faaliyetleri; Nato'ya dahil olarak müşterek düşmana karşı ayni pakt içinde mütefik oluşumuz; Yunanistan'ın Türkiye'ye karşı olan düşmanca tutum ve davranışını değiştirmemiştir.

Türk halkıda; 15 Mayıs 1915-9 Eylül 1920 arasındaki Anadolu saldırısında Yunanlıların Türk halkına karşı yürüttüğü acımasız ve haksız tutumu unutmamıştır. Yine ayni şekilde 1963-1974 arasında Kıbrıs Türk Toplumuna karşı sürdürülen planlı soykırımı da unutmamıştır. Buna rağmen Türkiye ; Yunan düşmanlığını hiçbir zaman ve hiçbir platformda dile getirmemiştir ve bunu dış ve iç politikasına alet etmemiştir. Bilakis ; Atatürk'ten itibaren "Türk ve Yunan Halkları arasındaki dostluğun her iki ülkenin yararına olacağı ve bundan her iki tarafında sayısız maddi ve manevi kazançları olacağı" her zeminde dile getirilmiştir. Bütün uygulamaları ve gayretleri bunu gerçekleştirecek diyalogların başlaması yönünde olmuştur.

Oysa Yunan tarafı; kendisine uzatılan bu dostluk elini her zaman ve her yerde geri çevirirken "geleneksel Türk düşmanlığı" Yunanlı ve Türklerin iştirak ettiği bütün zeminlerde açıkça dile getirilmiştir. Bütün dünyanın gözü önünde ceryan eden bu olaylara tanık olmayan ülke sayısı pek azdır.

2000 li yıllara gelindiğinde; önce bağımsız Yunanistan'ın ,bilahare Büyük Bizans İmparatorluğu'nun kurulmasına kadar giden Megal-i İdea'nın on hedefinden yedisi gerçekleşmiştir. Türk -Yunan sorunlarının kaynağında bu hedeflere ulaşma azim ve iradesi yatmaktadır. Bugüne kadar sağlanan bütün yumuşama ve yakınlaşmaya rağmen sorunların çözümü istikametinde hiçbir ileri adım atılmamıştır. Üzerinde hiç konuşulmayan ve dialog süreci içinde daha yer alamayan ve herbiri başlıbaşına iki ülkeyi sıcak savaşa sürükleyebilecek sorunlar ana başlıkları ile şunlardır.

1. Ege Hakimiyeti Sorunları
- Antlaşmalara aykırı olarak Ege adalarının silahlandırılması
- KARASULARI'nın genişletilmesi
- EGE KIT'A SAHANLIĞI
- Uçuş Kontrol Hattı (FIR HATTI)
2. Nato Komuta Kontrol Sorunları
3.Azınlıklar ve Batı Trakya Türk Halkının durumu
4. Kıbrıs sorunu

Son günlerde başlatılan ve devam edeceği değerlendirilen dialog süreci sonderece yararlıdır ve Türkiyenin yıllardır uyguladığı tezine uygundur. Türkiye sorunların çözümü için "iki ülkenin dialog süreci ile birlikte bir uzlaşma zemini araması ve sorunların iki ülkenin birlikte çözmesi gerektiğini "daima istemiştir. Oysa Yunanistan; dialogtan devamlı kaçınmıştır. Kendisine uzatılan eli israrla geri itmiştir. Sorunların çözümünü;" dialog ve karşılıklı uzlaşma ile değil ,sorunların uluslararası platformlara taşınarak ,bu platformlarda Türkiyeye Helen Uygarlığı hayranı olan diğer ülkelerle birlikte baskı uygulayarak alacağı desteklerle çözmeği" hedef almış ve uygulamıştır. "Türkiyeyi her alanda uzlaşmaz gösterip, devamlı baskı ile bunaltmak" geleneksel politikası halini almıştır.

Şu anda gelinen noktada sorunların çözümüne ilişkin ortada herhangi bir yeşil ışık görülmemektedir. Yunanlı yine ayni Yunanlı'dır. Müzikte, sporda, eğlencede dostluğa "evet" demekte ve fakat yine" tek düşmanım Türkiyedir"diyebilmektedir. " Yunanistanın savunması doğuya, yani Türkiyeye karşıdır" tezinide israrla vurgulamaktadır.

30.000 Türk'ün katili olan PKK. başının Yunanistan Büyükelçiliğinde ele geçirildiği ve Kıbrıs Rum Kesimi pasaportu taşıdığı unutulmamıştır. Basınımızın ve muhteşem ratingli Televole proğramlarının yarattığı aşırı iyimser havaya bakılarak ortaya çıkan iyimser tablo bizi yanıltmamalıdır. Dialogun başlaması sorunların çözümü için iyi bir yola girdiğimizi gösterir. Fakat bu yolun oldukça engebeli ve zor olduğu unutulmamalıdır.

Bütün yetişme şartlarının Yunanlı politikacıları Türk düşmanlığına yönlendirmesi gerçeğine rağmen; bu politikacıların sokaktaki sade vatandaşının sesine kulak vermesi, iki ülke halkları arasında başlayan yakınlaşmayı anlayarak, Türk Düşmanlığı üzerine inşa ettikleri milli politikalarını bir kere daha gözden geçirmeleri gerekmektedir."Türk düşmanlığının mı ? yosa Türk dostluğunun mu ? ülkelerinin yararına olacağının hesabını yapmalıdırlar.

Sanırım aklıselimini kullandıkları takdirde doğru yolu bulabileceklerdir. Burada Türkiye'ye düşen en önemli görev; yıllardır başlatmayı arzulayıp bir türlü muvaffak olamadıkları ve şimdi sahip oldukları "dialog süreci" nin durdurulmasına va aksamasına kesinlikle imkan tanımamalarıdır. Bu süreç; her halükarda ve her platformda devam ettirilmelidir. Sonunda Yunanlı politikacılar da Yunan halkının seviyesine inerek dostluk ve barışın erdemini göreceklerdir.

150 yıldır beyinleri Türk düşmanlığı ile yıkanan Yunan tarafının bu fikirlerinden kolaylıkla vazgeçemeyeceklerini, bunun zamana bağlı olduğu bilincinde olarak adımlarımızı temkinli ve dikkatli olarak atmak zorunlulunda olduğumuzu unutmamalıyız...

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=19

Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı


Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı




Dr. Tahir Tamer Kumkale
16 Şubat 2000 Çarşamba


"TARİHTE BÜYÜK BAŞARILAR KAZANMIŞ İNSANLARIN ÇOĞU,
ACIMASIZCA ELEŞTİRİLMİŞ ANCAK SEBAT ETMİŞ KİMSELERDİR."

17-19 Kasım 1999 tarihlerinde İstanbulda yüzyılın son AGİT ( Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) Zirve Toplantısı yapıldı. Türkiye'nin başarılı evsahipliğinde gerçekleştirilen ve 62 ülkenin en üst düzey yöneticileriyle katıldığı bu tarihi zirvede ülkemizi yakından ilgilendiren iki önemli gelişme oldu.

Bunlardan birincisi; zirveye katılan Avrupa Birliğine üye ülkelerin yetkililerinin ağzından Avrupa Birliğine Aday Adayı ülkeler arasında yer alacağımıza dair yeşil ışık yakılmasıydı. Bu kararın alınmasında ABD'nin ve özellikle Başkan Clinton'un verdiği büyük destek önemli rol oynadı. İstanbul Zirvesinde alınan karar 12 Aralıkta Helsinkide toplanan Avrupa Birliği üyelerince teyid edildi. Bu şekilde ülkemiz için yeni bir süreç başlamış oldu. 600 yıldır dolaştığımız Avrupa evinin bahçesinden eve girerek kabul salonuna oturduk. Şimdi kabul salonundan eve girebilmek için yapılması gereken hususlar üzerinde çalışmalara başladık. Hayırlı olsun...

İkinci önemli konu;" yıllardır görüşmeleri devam eden ve fakat nasıl neticeleneceğine dair berraklık bulunmayan BAKÜ-CEYHAN PETROL BORU HATTI ile ilgili andlaşmanın imzalanarak fiilen uygulama faaliyetlerinin başlatılması " idi. Bu konuda da yine ABD'nin desteğini ve rolünü unutmamak gerekir. Konu sadece bizi ve boru hattını kullanan ülkeleri ilgilendirmiyor. Dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan bütün kalburüstü ülkeleri bu karardan olumlu veya olumsuz, ama mutlaka etkileneceklerdir. Yani uluslararası sorun olmaya yatkın bir konudur. Bu bakımdan fikrimizi açıklamayı ve vatandaş olarak uyarı görevimizi yerine getirmeyi uygun buluyorum.

Hazar Denizi petrol havzasında üretilen petrolleri Gürcistan ve Türkiye üzerinden taşıyarak Ceyhan'da dünya pazarlarına ulaştıracak olan PETROL BORU HATTI ANDLAŞMASI 18 Kasım 1999'da Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Türkmenistan Devlet Başkanları tarafından imzalandı. ABD Başkanı ise şahit ülke sıfatı ile katıldı ve bir bakıma ABD'nin bu anlaşmanın hayata geçirilmesinin teminatı olduğu izlenimini verdi. 15 Şubat 2000 tarihinde Beyazsarayda Clinton ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar ALİEV arasında yapılan görüşme sonrasında yapılan resmi açıklamada " ABD verdiği desteğin arkasında olduğunu" bir kere daha kamuoyuna açıklamıştır. Bu destek projenin hayata geçirilmesinde hayati önemi haizdir.

İstanbul'da toplam dört ayrı antlaşma imzalanmıştır. Bunlar;
 - Hükümetler Arası Antlaşma
 - Geçiş Ülkeleri Antlaşması
 - Ev Sahibi Ülkeler Antlaşması
 - Hükümetler Garanti Antlaşması'dır.

Ayrıca Türkmenistan doğalgazının ayni güzergahtan aktarılması ile ilgili bir diğer antlaşmada bu toplantıda parafe edildi. İstanbuldaki görkemli imza töreni ile hukuki çerçevesi çizilen andlaşmalar ülke parlamentolarının onayı ile yürürlüğe girecek ve siyasallaşacaktır..

PROJEYE AİT TEKNİK BİLGİLER ŞU ŞEKİLDEDİR;

 - 2.5 Milyar dolara malolacak inşaat sonunda 2004 Nisan ayında boruhattından Ceyhan'a 45 milyon Ton/Yıl
 akaryakıt pompalanabilecek.
 - Hattın 1307 Km.'si Türkiyede,225 Km.'si Gürcistan'da,468 Km.'si Azerbaycan'da bulunacak,
 - Türkiye yılda 100 milyon Dolar ulaştırma payı alacak,
 - Ceyhan'da bir deniz rafinerisi kurulacak,
 - Bölgede 4 trilyon dolarlık petrol ve doğalgaz ticari meta haline dönüşecek,
 - 2010 yılında Azerbaycan 10 kat, Türkmenistan 7.5 kat.Kazakistan 6.5 kat zenginleşecektir.Bu zenginlik
 Türkiye için önemli bir ticari potansiyel yaratacaktır.

Bu antlaşmaların ekonomik yönünden ziyade siyasi yönü önem kazanmaktadır. Doğal hammadde kaynakları zengini olan Türk Cumhuriyetleri Rusya'nın başını çektiği Bağımsız Devletler Topluluğuna kurucu üyedirler. Bu devletler; bundan 15 gün önce Moskovada yapılan Bağımsız Devletler Zirvesinde son derece ılımlı bir tavır sergilemelerine rağmen bu andlaşma ile siyasi tercihlerini resmen batıdan yana koyduklarını ilan etmişlerdir.Boru Hattı vasıtasıyla Türkiye üzerinden doğrudan Avrupa'ya, yani batı dünyasına bağlanacaklardır. Batı ise bu yol ile Türk Cumhuriyetleri üzerinden Kore'de Japon Denizine bağlanacaktır. Bir nevi kağıt üzerindeki AGİT sınırı fiilen gerçekleşecektir.

BU HAT TÜRKİYEYİ 21 NCİ YÜZYILIN STRATEJİK ENERJİ KAYNAKLARI MERKEZİ HALİNE GETİREREK ÖNEMİNİ BİR KAT DAHA ARTTIRACAKTIR.

DÜNYANIN İNCİSİ , İÇİNDEN DENİZ GEÇEN TEK ŞEHİR GÜZEL İSTANBULUMUZ TANKER FİLOLARININ YARATTIĞI BÜYÜK TEHLİKEDEN KURTARILMIŞ OLACAKTIR.

Bunlar işin bizim açımızdan görülen güzel yüzüdür. Antlaşma imzalanmıştır. ABD ve Batı ülkelerinin desteğide alınmıştır. O halde mesele kalmamıştır. Şimdiden sevinelim mi ? İşte bu biraz zor. Yani bu işİn gerçekleşmesi planlandığı gibi kolay olacağa benzemiyor. Sebeplerini kısaca inceleyelim.

Rusya Federasyonu'nu meselenin her safhasında dikkate almamız gerekmektedir. Çünkü Rusya daha 9 yıl önce sahip olduğu bu doğal hammadde kaynaklarından ve bu devletlerden kolay kolay vazgeçmeyecektir. Halen dolaylı olarak kendisine Bağımsız Devletler Topluluğu bünyesi içinde bağlı olan bu ülkelerin kendisinden izin ve destek almadan böyle bir faaliyet içersine girmelerini kolay hazmedemiyecektir. Bu andlaşma dünün dünya devi ve yarının da dünya devi olması kaçınılmaz Rusya'yı petrolden ve ortadoğudaki petrol havzalarından büyük ölçüde uzaklaştırmaktadır. İçinde bulunduğu bütün ekonomik ve sosyal güçlüklere rağmen Rusya; dünyayı BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GÜVENLİK KONSEYİ DAİMİ ÜYESİ olarak idare eden 5 ülkenin en etkililerinden biridir. Böyle bir ülkenin elindekileri bu kadar kolaylıkla kaçırmasını beklemek hayalperestlik olur. Şimdi Rusya'da uzun vadeli staratejik planlamayı yapan uzmanlar bu uygulamanın nasıl engellenebileceğinin planları üzerinde çalışmaya başlamışlardır bile. Bu çalışmaları yapmaları onların büyük devlet olma geleneğinin doğal bir sonucudur.

Bu ne demektir ?

Bu petrol boru hatları inşaasının hiçde kolay olmayacağının ve bölgede büyük mücadelelerin olacağının önemli bir işaretidir. Çeçenistan halkına karşı girişilen toplu soykırımların temelinde stratejik hammadde petrolün kontrolü yattığını stratejistler açıkça yazmaktadır. Kafkaslarda daha birçok Çeçenistan yaratılmasını beklemek gerekmektedir. Kafkasların etnik,kültürel ve siyasi yapısı buna çok müsait bir ortam hazırlamaktadır.

Sonuç olarak Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı inşa edilecektir. İnşa edilmesi kaçınılmazdır . Kolay olmayacağını bilerek; bölgedeki ve dünya güç merkezleri arasındaki dengeleri yakından takip ederek yapılacak planlamalarla, uygulanacak kararlı politikalarla, batı ülkelerinin yakın işbirliğini de sağlayarak bu iş mutlaka başarıya ulaştırılmalıdır. Olacakları önceden tesbit edebilmek ve bunlara karşı önleyici planları uygulayabilmek için sadece uzak görüşlü devlet adamlarına sahip olmak yetmez. Bu iş uzun vadeli bir kadro, teşkilat ve uzman yöneticilik gerektirir. Yeterli teşkilatlar oluşturulabildiği ve konu üzerine ciddiyetle gidildiği takdirde neden olmasın !!!

Dr. Tahir Tamer Kumkale
16 Şubat 2000 Çarşamba

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=17

**************


Atatürkçü Düşünce'nin bilinmeyen gücü (Atatürkçü Ekonomi)

Atatürkçü Düşünce'nin bilinmeyen gücü (Atatürkçü Ekonomi)




 Dr. Tahir Tamer Kumkale, 
12 Şubat 2000 Cumartesi 

" YENİ  TÜRKİYE  DEVLETİ  TEMELLERİNİ  SÜNGÜ  İLE  DEĞİL,
SÜNGÜNÜN DAHİ DAYANDIĞI İKTİSADİYATLA KURACAKTIR."
Mustafa  Kemal Atatürk

Atatürk; fikir ve düşünceleriyle 20nci asırda Türklük Dünyası başta olmak üzere bütün insanlığa ışık saçmış ve adeta insanlığı iyiye, doğruya ve güzele yönlendirmiştir. Geçen çağa ismini altın harflerle yazdırmıştır. Tutarlı, dengeli ve uygulanabilir düşünce sistemi ile yeni millenyumada damgasını vuracaktır.

Bu büyük insanın her yönü incelenmiş ve fakat en kuvvetli olduğu ve en büyük başarıların kazanıldığı EKONOMİK GÖRÜŞ VE UYGULAMALARI daima ikinci planda tutulmuştur.

Bu husus Atatürk'ten sonra gelen cumhuriyet yönetimlerinin affedilmez bir hatası olarak değerlendirilmektedir. Başlattığı büyük hamleler maalesef kendisinden sonra gelenler tarafından dikkate alınmamıştır. Ülkenin kalkınması için ithal ekonomik sistemler daha çok tercih edilmiştir.

ATATÜRK; tamamen sıfırlanmış bir ekonomiden insangücü, sermaye, bilgi, altyapı ve hiçbir dış destek olmadan ağır sanayiini kurmuş ve planlı kalkınma dönemini başlatmıştır. Enflasyonsuz, borçsuz, kendi tankını, topunu ve uçağını yapabilen, geleceğe güvenle bakan bir Türkiye yaratmıştır.

Osmanlı'nın Düyun-u Umumiye yönetiminden kalan borçlarınıda ödeyerek çağına göre büyük bir kalkınma hamlesi sağlanmıştır. Atatürk'ün dünyanın bilinen ve uygulanan başlıca ekonomik sistemlerinin dışında Türk milletinin ihtiyaçlarına , istek ve arzularına, milletin kabiliyetlerine uygun olarak yarattığı ekonomik sistem ile geçen asrın en büyük ekonomik mucizesi meydana getirilmiştir.

Kapitalizm ve sosyalizm gibi başlıca ekonomik doktrinler üzerinde bilim adamlarınca binlerce cilt eser verilmiştir. Yıllarca üzerinde çalışılmıştır. Bugün artık kalıplaşarak doktrin haline gelmiş bu gibi sistemler ve bunların pek çok ülkedeki başarılı uygulamaları mevcutken sadece 15 yıllık kısa bir uygulaması olduğu bilinen Atatürkçü Ekonomi 'den ve bu sistemlere üstünlüğünden bahsetmek mümkün olabilir mi ?

Konunun cevabı ilk bakışta olumsuzdur.

Meseleye Atatürk'ün iktidar olduğu 15 yıl içinden değilde ,O'nun içinden yetiştiği Türk Milletinin binlerce yıllık geleneksel ekonomik faaliyetleri açısından bakalım. İşte burada;" nesiller boyu birbirine aktarılarak ve daima kendini yenileyerek sistemleşen ekonomik kültürümüzün Atatürk'ün şahsında en başarılı örneklerini verdiğini" söyleyebiliriz.

Tarihi ticaret yollarını kontrol eden bölgelerde siyasi egemenlik sahibi olmaya özen gösteren atalarımız; bu coğrafi
konumlarının gerekli kıldığı şartları en iyi şekilde değerlendirmişler ve ticari alandaki üstünlüklerini herzaman çevrelerine kabul ettirmişlerdir.

Tarihteki Türk Devletlerinin ortak bir vasfıda ; halkının refah ve mutluluğunu çağının şartları içinde en üst düzeyde gerçekleştirerek çok zengin bir ekonomik kültür yapısı oluşturmalarıdır.

Atalarından aldığı ekonomik kültür mirasını çok iyi kullanan Atatürk'ün ekonomik düşüncesinde fikir ve icraat arasında eşsiz bir uyum vardır.

Sıfır denilecek bir seviyeden ve savaş şartları içinden on yılda ağır sanayi hamlesini gerçekleştirerek kendi tankını, topunu ve uçağını çağın gereklerine uygun olarak bizzat Türk insanının yapabileceği bir düzeye ulaşılması onun dehasının eseridir.

Yine dünyanın en gelişmiş ekonomilerine sahip ülkeler 1929 ekonomik krizi ile büyük sıkıntılar içinde bunalırken, bu durumdan etkilenmeyen ve bilakis lehine çeviren, buhranı takibeden devrede planlı ve proğramlı kalkınmanın dünyadaki en güzel örneklerinden birinin yaratılması yine onun üstün dehası ve önderlik kabiliyetinin bir neticesidir.

Atatürk'ün ekonomik politikalarını belirleyen ilk dönem 1923-1930 yıllarını kapsar. Mevcut ekonomik durum Birinci İzmir İktisat Kongresinde tesbit edilir. Kongrede belirlenen hedeflere ulaşılmaya çalışılır. Fakat arzu edilen sonuçlara tam olarak ulaşılamaz. Gelişmeler sadece tarım kesiminde görülür. Fakat Osmanlı'dan kalan borçlar ödenir.

Atatürk'ün ekonomik politikasının temelleri ve esasları 1930 -1940 arasındaki ikinci dönemde ortaya çıkar ve en üst düzeye ulaşır. İlk döneme nisbetle ağırlığın bugün elden çıkarılmaya çalışılan İktisadi Devlet Teşekküllerinde olduğu tamamen kendine özel bir ekonomik rejimin uygulandığı görülmektedir. Bu dönemde ;DEVLET ÖNCÜLÜĞÜ, DEVLET YATIRIMCILIĞI, DEVLET İŞLETMECİLİĞİ, DEVLETİN TESBİT ETTİĞİ HEDEFLERE EKONOMİNİN YÖNLENDİRİLMESİ gibi hususlar ağırlık kazanır. Fakat bu faaliyetlerin temelinde yine fertlerin topyekün kalkınması ve refah seviyesinin adaletli olarak dağıtılması yatar.

Şimdi Türk toplumunun ekonomik bünyesi ve şartlarının daima gözönünde tutulduğu Atatürkün ekonomik görüşlerinin tekniğine inmeden elde edilen sonuçları günümüz Türkiye ekonomisi ile bazı temel alanlarda karşılaştırmak istiyorum.

Batı toplumunun ürünü olan Kapitalizm ve Sosyalizm batı insanının gerçeklerine, ihtiyaç ve kültür yapısına uygun dizayn edilmişlerdir. Nasıl ki montaj sanayii tek başına ülkenin kalkınmasına imkan vermiyorsa, montaj doktrin ve sistemlerin kalkınma modeli olarak kullanılması herzaman yeterli olmayabilir. Oysa Atatürk'ten sonra ülkeyi yönetenlerin ve ekonomiyi yönlendirenlerin gözlerini daima dışarıya çevirdikleri ve çareyiyine yabancı modeller arasında aradıkları bir gerçektir.

Bugün yeterli sermayemiz, her alanda yetişmiş insan gücümüz, yeterli okullarımız ve öğretmenlerimiz mevcuttur. Edirnede oturan vatandaşımız bir gün içinde karayolu ile ülkenin en uzak ve en ücra noktasına ulaşabilmektedir.Malını gönderebilmektedir.

Fabrika yapan fabrikalarımız, fabrikalarımızda üretilen hammaddeyi sağlayan yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz vardır.
Ayrıca ellerimizde elektronik çağının bulunmaz nimeti kredi kartlarımız vardır.

Bütün bu olumlu göstergelere rağmen Türkiyenin 2000 Şubatındaki ekonomik seviyesinin Atatürk döneminin çok altında olduğu gerçeği değişmiyor.

*** Atatürk döneminde Dolar ve TL.birbirine eşitti ve hatta lira daha değerliydi. Şimdi paramızın değeri dolar karşısında 560 000 kat düştü. Evlatlarımız benim neslimin 30 sene aralıksız kullandığı PARA, KURUŞ ve hatta LİRA'yı tanımıyor. Piyasalarımız TL.ile değil "Dolar" ile tanzim edildi. Hatta bütçemizi mecliste sunan Sayın bakan ve başbakanlarımız " 199.. yılı bütçemiz .... dolar olacak " şeklinde konuşmak zorunda kaldılar !

*** İthalatımız daima ihracatımızdan fazla oluyor ve bütçemiz daima eksi ile kapanıyor. Yapılan basit bir araştırma ithalatın önemli bir kısmının lüks tüketim malzemeleri olduğu ve yine tarım ülkesi olmamıza rağmen bir diğer büyük rakkamını da tarım ürünlerinin teşkil ettiği görülüyor.

*** Son yirmi yıldır fiatları ve zamları takip etmek mümkün değildir. Savaş şartlarına rağmen Atatürk dönemi yöneticilerinin adını dahi bilmedikleri ENFLASYON CANAVARI tam yirmi yıldır % 50 nin altına inmiyor. Fakat arasıra üç haneli rakamlara da ulaşıyor. Türkiyeyi ziyaret eden İtalyan ekonomi profesörü " Türkiyedeki enflasyonun derslerde anlattıklarına uymadığını, yirmi yıldır bir ülkenin bu şartlarda yaşamasının fiilen ve ilmen mümkün olmadığını ve bunu nasıl becerebildiğimizi incelemeye geldiğini "belirtiyor.

*** Atatürk döneminde hazırlanan Ekonomik Kalkınma Proğramları %100 gerçekleşirken son yıllarda hazırlanan planların kağıt üzerinde kaldığı görülüyor.

*** Atatürk döneminde toplumun bütün kesimleri üretime katkıda bulundukları sürece üretimden eşit pay almakta iken, bu durumun günümüzde giderek toplumun sosyal sınıfları arasında kapatılamaz bir uçurum doğurduğunu görüyoruz. Bugün bankacılık sektörü hiç yorulmadan kağıt üzerinde yılda % 973 kar elde ederken; bordrolu bir profesörümüz ancak % 50 dolayında maaş artışı elde ediyor. Tabiki bu değer daima enflasyonun altında kaldığından reel kazanç hep azalıyor.

*** Türk kamuoyu çok üst düzey bürokratlarımızın, yöneticilerimizin hergün yeni bir rüşvet ve yolsuzluk hikayeleri ile güne başlıyor. Devletin yüce makamları adeta birilerinin hizmet üreteceği yerler değilde nemalanacağı yerler olarak görülüyor. Oysa Atatürk devri bürokratlarının devletin her kuruşu için gösterdikleri hassasiyeti anlatan yüzlerce kitap ve doküman süsledikleri kitapçı raflarında okunmayı bekliyor...!

*** Türk vatandaşları tasarrufa değil tamamen tüketime yönlendiriliyor. İnsanımız adeta doyumsuzlaşıyor. Piyasada faaliyet gösteren 500 Televizyon ve 2500 Radyo İstasyonu (TRT dışında) " x gazozunu için, y çamaşır suyunu kullanın " dan kazandıkları ile faaliyetlerini sürdürüyorlar.

Benim amacım; manzarayı abartarak ülkemizin çok kötü bir durumda olduğunu sergilemek ve milletimin moralini bozmak değildir. Bilakis az bir çaba ile çok daha iyiye ve güzele sahip olmaları gerektiğini vurgulamaktır.

- Ülkemizde bugün herşeyimiz vardır.
- Türkiye artık kredi alan değil veren bir ülke seviyesine erişmiştir.
- Avrupa başta olmak üzere bütün dünya ile ilişkilerimiz gelişmektedir.
- İnsanımızın refah seviyesi giderek gelişmiş ülkeler seviyesine yaklaşmaktadır.

Fakat bütün bunlar bizim gibi önemli bir coğrafyada bulunan ve gelişmek için son derece yeterli potansiyele sahip bir ülke için yetmez.Yetmemelidir.

- İnsanımız kabiliyetlidir.
- Ekonomik faaliyetlere dünyanın diğer insanlarına göre çok daha fazla yatkındır.
- Müteşebbistir. Daha iyisini başaracak güce, yeteneğe ve tecrübeye sahiptir.

O halde daha iyisini yapmak varken ve önünde Atatürk gibi bir önderin çok başarılı uygulama örnekleri dururken neden bu durumdayız. Daha iyisini ve fazlasını istemek bizim hakkımızdır.

Diğer ekonomik görüşler yanında çok daha tutarlı ve tamamen Türk insanının kabiliyetlerine göre hazırlanmış ATATÜRKÇÜ EKONOMİ'nin uygulanması ile bugün çok daha ileri bir seviye ulaşmamız mümkündür. Çünkü Atatürk zamanında olduğu gibi artık bir ön hazırlık devresine ihtiyaçta yoktur.
Atatürke inanmış kadroların bilinçli ve planlı çalışmalarıyla çok kısa bir sürede başarılı neticeler alınabilecektir.

Atatürk dönemi uygulamaları için aşağıda vereceğim iki küçük misal dahi sistemin geçerliliğini ve önemini ortaya koymaktadır.

Bugün Özelleştirme konusu ülkenin ekonomik gündeminin en önemli maddesidir. Sadece bunun için bir bakan dahi ayrılmıştır. Özelleştirilmesi istenilen Kamu İktisadi Kuruluşlarının ilki ve en büyüğü olan SÜMERBANK'ın 11 TEMMUZ 1933 tarihli, 2262 Sayılı Kanunu'nun 11 nci maddesini sayın yetkililerimiz lütfen açıp okusunlar. Orada" bir kamu kuruluşunun bir yıl içinde kendisini nasıl özelleştireceği , bulunduğu üretim sahasından nasıl çekileceği ve bu alanı özel kuruluşlara nasıl devredeceği " detaylı olarak anlatılır. İlgililerimize önemle duyurulur.

İkinci misalimiz CUMHURİYET KÖYLERİ ile ilgili. Sayın Başbakanımız Bülent Ecevit ve partisi tarafından herzaman dile getirilen KÖYKENT PROJESİ ile ayni anlamda ,bugün ülkemizin ikinci partisi ve hükümetin büyük ortağı MHP'in ortaya koyduğu.TARIM KENTLERİ PROJESİ tamamen Atatürk tarafından geliştirilmiş bir bölgesel kalkınma projesidir.

İlgililerin Sayın Afet İNAN tarafından hazırlanan ve uzunca bir dönem ortaokullarda Yuttaşlık Bilgisi dersi olarak okutulan "VATANDAŞA MEDENİ BİLGİLER" isimli ders kitabına bakmalarını öneririm. Bugün yeni bir şey gibi ortaya koyduklarının bizzat Atatürkün kendi eli ile hazırladığı "CUMHURİYET KÖYLERİ " nin basit bir kopyasından ibaret olduğunu göreceklerdir.

Sayın yetkililerimiz Atatürk'ün başlattığı fakat bütün yurda yaymak için ömrünün yetmediği "CUMHURİYET KÖYLERİ" ni tam olarak oluşturabildikleri takdirde; bugüne kadar alt yapı için harcanan ve dahada harcanacak miktarın çok cüz'i bir kesimiyle hizmeti ülkenin en uç noktasına ulaştırabileceklerdir.Bu şekilde dağ başında üçbeş insanın yaşadığı yerleşim yerlerinin güvenliği için sarfedilen yüksek rakkamlı harcamalar doğrudan üretime aktarılabilecektir.

Buyrun size gerçek bir Atatürkçü olduğunuzu gösterme imkanı.

Atatürkçülük uygulama ile olur. Nutukla Atatürkçü olunmaz. Doğu ve Güneydoğu Anadoluda hiç bir üretimin yapılmadığı sadece birkaç ailenin yaşadığı köy ve mezralara devletin yol, su, elektrik, okul, telefon ve televizyon götürdüğü, ebe ve hemşire gönderdiği görülmektedir. Ayrıca "buraları eşkiya basmasın ve vatandaşlarımız eşkiyayı beslemek zorunda kalmasın" diye karakollar kurulduğu ve önemli miktarda güvenlik harcaması yapıldığı görülmektedir. Dünyanın hiç bir ülkesi bukadar zengin değildir. Bunun adı resmen savurganlıktır ve yönetim zaafiyeti belirtisidir. Buraya giden hizmette yarımdır. Oysa her yere yarım ve eksik hizmet gideceğine, merkezi bir yere tam hizmet verirsiniz. Vatandaşımız akıllıdır. Çok kısa bir süre içinde zaten kendisini buraya taşıyacaktır.

Netice olarak;

20 yılı aşkın bir süredir ATATÜRK'ün en kuvvetli yönü olduğuna inandığım ekonomik görüşlerini her platformda savundum. Bu konuda" bu görüşlerin diğer görüşlerden her yönü ile iyi olduğunu açıklayan "doktora tezi verdim. Konferanslarla, gazete makaleleri ile, seminerler ve televizyon proğramları ile ilgili ve yetkililere ulaşmaya çalıştım. Fakat hiç bir ilgili ve yetkiliye ulaşmaya muvaffak olamadım. Şimdi teknolojinin bana sağladığı bu imkandan yararlanarak bana düşen ikaz ve uyarma görevini bir kere daha özetle vurguluyorum.

Atatürk ve Atatürkçü Düşünce'ye inanmış iyi insanları bu alanda göreve davet ediyorum. Milletin huzuru, güveni, refah ve mutluluğu Atatürk'ün gösterdiği yoldadır. Bu yol hepimizin yoludur. Yolumuz açık olsun.

Dr. Tahir Tamer Kumkale,
12 Şubat 2000 Cumartesi

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=16

***

Çeçenistan'da Çeçen katliamı!!!

Çeçenistan'da Çeçen katliamı!!!




 Dr. Tahir Tamer Kumkale
9 Şubat 2000 Çarşamba 

"DALLARIN UCUNA UZANMAKTAN ÇEKİNMEYİN, MEYVALAR, DALLARIN UCUNDADIR."

Yeni Millenyum bütün dünyada coşku ile kutlandı. Barış, güvenlik, huzur ve daha refah bir yaşam istekleri vurgulandı. Oysa bu millenyumda barıştan nasibini alamayan toplumlar da var. Yeni bin yıla sıcak savaşın acımasız ellerinde kıvranarak giren milletlerde var.

“Ateş düştüğü yeri yakar” atasözümüz herhalde bu gibi haller için söylenmiş. Ateş şimdilik sadece Çeçen halkını yaktığı için dünya gözlerinin önünde devam eden bu insan kıyımını, herhangi bir macera filmi seyreder gibi seyrediyor.

Evet başlıktanda anlaşıldığı gibi 20 nci yüzyılda başlayan Çeçen katliamı bu yüzyıldada artan bir hızla devam ediyor. Bu hızla devam ederse çok kısa bir süre sonra katledecek Çeçen kalmayacağı için savaş sona erecek gibi görünüyor.

Her alanda Çeçenlerin mutlak mağlubiyeti ile sonuçlanması başından beri belli olan Çeçenistan-Rusya Federasyonu mücadesine detaya inmeden genel bir çerçeve içinde bakmak istiyorum.

Çeçenistan;olarak adlandırdığımız bölge aslında Rusya Federasyonuna bağlı ÇEÇEN-İNGUŞ ÖZERK CUMHURİYETİ olarak adı geçen, 19 300 km.kare yüzölçümlü ve 1 250 000 nüfuslu bir ülke. Halkının sadece %53 kadarı Çeçenlerden oluşuyor. Yani kısaca 150 milyonluk Rusyaya kafa tutan ve başarılı bir mücadele veren insanların toplam sayısı 650.000 kişi civarında. Çeçenler Kafkasya'nın en eski yerli halklarından. Köklü bir kültür yapısını günümüze kadar bozmadan taşımışlar. Çeçenlerin büyük çoğunluğu dağlık bölgelerde avcılık ve hayvancılık yaparak geçindiğinden sert ve savaşcı bir karaktere sahiptirler.

Çeçenler 1732 ‘den başlayarak Rusların Kafkasyaya yayılmalarına ve anayurtlarını işgal etmelerine karşı büyük bir mücadele vermektedirler. Bu mücadele daima çok sanlı ve çok şerefli oldu. Fakat daima yenilgi, ateş, kan , ölüm ve gözyaşı ile geçti.

5 Aralık 1936'da kurulanİk ÖZERK ÇEÇEN-İNGUŞ CUMHURİYETİ; 2 nci Cihan Harbinde işgalci Alman ordularıyla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle savaşı müteakip Stalin tarafından ortadan kaldırıldı. Toprakları S.S.C.Birliğine doğrudan bağlanırken Çeçen halkı topluca Sibirya'ya sürüldü. 12 yıllık bir sürgün dönemini müteakip Hruşçev Çeçenlerin ülkelerine dönmelerine izin verdi ve 1957 de ÇEÇEN - İNGUŞ Cumhuriyeti özerk statüde yeniden kuruldu.

S.S.C.Birliğinin dağılması Çeçenistanda sevinçle karşılandı. 1991 de yapılan ve İnguşların katılmadığı " Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı" seçimlerini müteakip General Cohar DUDAYEV Çeçen Ulusal Kongresi İcra Komitesi Başkanlığına getirildi. Rusya Parlementosu bu seçimleri yasa dışı sayarak iptal etti. Başkan YELTSİN ülkede sıkıyönetim ilan ederek Çeçenistan'ı doğrudan merkezi yönetime bağladı. Çeçenler; 1992 de önemli bir karar alarak 1938 den beri Rusya'nın diretmesiyle kullandıkları Kril alfabesini kaldırdılar ve Latin Alfabesi'ni kabul ettiler. Rusları tanımadılar ve federasyon antlaşmasını imzalamayı reddettiler.

Bütün bu olaylar Rusya'nın ortadoğudaki stratejik petrol alanlarına ulaşan en kısa yol olduğu için hiçbir zaman olumlu karşılanmadı ve bölgede Rus hakimiyetinin mutlaka bulunması için sıcak savaşa kadar uzanan bir seri kararların alınmasına yol açtı.

Rusyanın bu topraklardan vazgeçmesi veya hakimiyetini her hangi bir şekilde azaltacak bir yapılanmaya gidilmesine izin vermesi stratejik açıdan mümkün değildi. Bir büyük devletin izlemesi gereken politikayı izledi ve bölgeye her alanda ağırlığını koydu.

Çöken ekonomisini batıdan aldığı yardımlarla nisbeten düzelttiğine inanan Rusya; kendi evinin arka bahçesi olarak kabul ettiği Kafkasya ile ilgili politikalarına ağırlık verdi. Bu bölgedeki ülkelerin bağımsızlıklarına kavuşmalarını müteakip kendi aralarındaki anlaşmazlıkları adeta körükleyerek Kafkasları birbirleri ile savaşan, birbirleri ile savaşmadıkları anlarda da içeride birbirlerini yiyen ülkeler manzarasını yarattı.

Rusya Federasyonu; 11 ARALIK 1994 günü Cumhurbaşkanı Boris Yeltsin'in emri ile başlattığı Çeçenistan işgali ile gerek kendi içkamuoyu ve gerekse dünya kamuoyu önünde büyük bir darbe almıştır. Rus halkı bu savaşı hiç desteklememiştir. Rus asker anneleri tarihinde ilk defa isyan ederek ölen ve yararalan oğullarının hesabını yönetimden sormuşlardır. Bu ilk saldırılarda iki saatte işgal edileceği düşünülen Çeçenistan;Rus Ordusu ile birlikte Rusya ekonomisini ve Rusya'nın dünya kamuoyundaki imajını da yutmuştur.

Rusya; bu ilk saldırıda başta başkent Grozny olmak üzere bütün Çeçenistanı yakıp yıkmış dünyanın gözü önünde tam bir soykırım uygulamıştır. Eski Başkan Gorbaçov bile işgale kesinlikle karşı çıkmıştır. Rusyanın Çeçenistan saldırısı dünyadan aldığı tepkiler dışında en büyük tepkiyi kendi halkından görmüştür. Yapılan bir kamuoyu yoklaması Rus halkının %72'sinin devlet başkanlarına güvenmediğini ortaya koymuştur.

Çeçenistan; petrol ve doğalgaz boru hatlarının düğüm noktasında bulunmaktadır. Ayni zamanda çok zengin maden ve petrol yataklarıda mevcuttur. Ayrıca kafkasların ulaşım ağının da üzerindedir. Karayolu ve demiryollarının kavşağındadır. Türkmenistan doğalgazı ile Azeri petrolleri bu topraklar üzerinden Rusy'a'nın Novorisisk limanına akıtılmaktadır.

Rusyanın bundan 6 ay önce yeniden başlattığı saldırıların temelinde Yeltsin'in dediği yasadışı terör örgütlerinin ortadan kaldırılması değil bu strajejik ve ekonomik önem yatmaktadır. Yani ana hedef dünyanın en önemli hammaddesi olan petrol boru hattının her hal ve şartta Rusyanın kontrolu altında bulundurulmasını sağlamaktır.

Rus yönetiminin birinci Çeçenistan saldırısında ne Rus halkından ve nede Rus Meclisi Dumadan ve nede askerlerden destek gelmemiştir. Duma Milletvekillerinden sadece 38 üye savaşı desteklerken 228 üye şiddetle karşı çıkmışlardır. Dünyanın hiçbir yerinde bir ülkenin meclisi istemediği halde yönetimin savaşmaya devam ettiği örülmemiştir.

Rus yönetimi belkide en büyük hatasını işleyerek Çeçenlerin tarihi kişiliklerini ve direnme güçlerini hesaba katmadan askeri harekat ile Çeçenistanı işgale kalkışmışlardır. Savunma Bakanı Graçev;" bir alay askerle iki saatte alırım " dediği ülkenin insanları ölmüşler ve fakat ülkelerini teslim etmemişlerdir. Rusya işgal ile elini kızgın yağa sokmuştur. Elini kızgın yağdan çıkartacaktır. Ama elinde bu yağın yanıkları ve yaraları daima kalacaktır.

Çeçnistan işgali ile iç ve dış kamuoyundan çok geniş tepkiler alan Boris Yeltsin yönetimi ilk saldırılarda meydana gelen aksaklıkları iyi tesbit etmiş ve uzun bir hazırlık dönemine girmiştir.

Öncelikle kendi iç kamuoyu nezdinde Çeçenlerin tamamının anarşist ve terörit ruhlu oldukları fikri yayılmaya çalışılmıştır. Moskova başta olmak üzere sivil halkın yaşadığı kesimlere yapılan saldırı ve kundaklamaların faturası Çeçenlere kesilmiştir. Her türlü yayın organı ve iletişim sistemlerinden istifade ile "Çeçenistan işinin tamamen kendi iç sorunu olduğu hiç bir ülke ve uluslararası kuruluşun karışmaya hakkı olamadığı hususu" vurgulanmıştır.

Yapılacak bir harekatta halkın ve meclisin desteğinin alınması yanında, bölgede yapılacak bir harekat için Rus Silahlı Kuvvetleri özel eğitimden geçirilmiş ve yeniden yapılandırılmıştır.

Sonunda hazır olunduğuna kanaat getirilmiş, Çeçenistanı cevreleyen komşu ülkelerin de desteği alınmış ve takriben altı ay önce Çeçenistanın işgaline yönelik büyük Rus saldırıları başlatılmıştır. Rusya bu sefer hazırlıklı ve temkinlidir. Havadan ve uzaktan yaptığı ateşlerle son üç yılda yeniden toparlanma yoluna giren Çeçenistanda taş taş üstünde bırakmamıştır. Asker ve sivil farkı gözetmeden Çeçen halkını adeta pes etmeye yöneltecek bir katliam saldırısı uygulanmıştır. Ruslara göre; tamamen isyancılara ve terörislere karşı yapıldığı iddia edilen bu saldırılarda Çeçenler yine çok iyi direnmişler ve ata topraklarını vermemek için nasıl savaşıp ölünebileceğinin en güzel örneğini göstermişlerdir.

9 Şubat 2000 de gelinen durum şudur. B.Milletler başta olmak üzere bütün uluslararası kuruluşların gözü önünde Çeçenistan Rusyanın kontrol ve denetimi altına girmiştir.

Başkent başta olmak üzere bütün yerleşim birimleri bir daha ourulamayacak şekilde harabeye dönmüştür.

 Ekonomi tamamen durmuştur.
 Eğitim durmuştur.
 İdare ve yönetimin ne olduğu belli değildir.
 Hukuk ve sosyal yaşam bitmiştir.
 Fakat savaş bitmemiştir.
 Ülke resmen zapt olunmuştur.

SAVAŞLARIN KESİN HEDEFİ KARŞI TARAFIN SAVAŞMA AZİM VE İRADESİNİN KIRILMASIDIR.

Burada buna rastlamak mümkün değildir.Zaten az olan nüfusundan çok sayıda ölü ve yaralı vererek halen büyük bir kısmı mülteci durumunda bulunan Çeçen halkının beyni zapt edilememiştir. Bilakis ölen çeçenlerin yakınlarının kin ve nefreti ile intikam hırsı artmıştır.

Çeçen birlikleri gerilla taktiği uygulayarak Rus askerleri ile doğrudan çatışmaya girmemişler ve dolayısıyla gücünden kaybetmemişlerdir. Bu askerler bugün kontrolu çok zor ve gerilla muharebesine müsait görünen dağlara çekilmişlerdir. Savaşın boyutları gerilla savaşına dönüşmüştür.Bu da daha çok uzun bir süre bögede çatışmaların devam edeceğini göstermektedir.

Peki Çeçenler bu savaş sonunda ne kazanacaklar dır. Kanaatim ce hiç bir şey kazanamayacaklardır. Sadece ülkesi ve toprağı için şehit ve gazilik rütbesine ulaşmanın gururu ve şerefini kazanacaklardır.

BU ÇOK GÜZEL BİR DUYGUDUR. FAKAT İNSANLARIN SADECE ÖLMEYE DEĞİL YAŞAMAYA DA HAKLARI VARDIR.

Yaşama hakkı insanın en doğal hakkıdır.

Şu anda Rusyanın herşeyi bırakıp gitmesi durumunda dahi Çeçenistanda 1994 durumuna dönülmesi için çok uzun yıllar gereklidir. Altı yıllık savaşlar sonucunda ülkeyi yeniden eski haline döndürecek insan gücüde kalmamıştır.

Burada önemli bir sonuç daha ortaya çıkmıştır. O'da Rusya'nın bundan böyle emperyalist düşüncelerini kuvvet zoruyla kolaylıkla kabul ettiremeyeceği gerçeğidir. Çeçenler istiklal ve özgürlük uğruna milletlerin neleri ,nasıl yapabileceğinin en güzel örneğini vermişlerdir. Fakat arkalarında bugün gene kan, gözyaşı, ıztırap ve yokluk bırakmışlardır. Galip görünen Rusyanın durumuda pek iç açıcı değildir. Rusyanın bu bataktan kısa sürede çıkması beklenmemelidir.
Çeçenler ve Ruslar kozlarını oynamışlardır. Şimdi görev sırası Birleşmiş Milletler başta olmak üzere bütün dünya ülkelerinindir. Kafkaslarda barış ve huzura kafkas halkları kadar bizim ve dünyanın da hakkı vardır. Derhal uluslararası bir organizasyon ile bölgeye ulaşılarak önce savaşı durduracak ortam hazırlanmalıdır.

ÇEÇEN HALKI YAPABİLECEKLERİNİN AZAMİSİNİ YAPMIŞTIR. BU İNSANLARIN HAYATLARININ GERİ KALAN KISMINI KENDİLERİNİ İNSAN GİBİ YAŞATACAK SİSTEMLERİ OLUŞTURMASI BEKLENEMEZ. 

Biz olaylara seyirci kalan dış dünya bunu hazırlamalı ve kendilerine teslim etmeliyiz. Örnek olarak KOSOVA'daki çalışmaları alabiliriz. Ben bunun yapılabileceğinden umutluyum. Çeçen halkıda artık ölüm korkusu olmadan huzur ve güven içinde yaşamalıdır.Buna herkezden çok ihtiyaçları vardır.

Haydi bütün barışseverler görev başına. İnsanlık sizden Çeçen milletine sahip çıkmanızı bekliyor.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
9 Şubat 2000 Çarşamba

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=15


***


30 Ekim 2017 Pazartesi

DEPREMDE TEDBİR ALMAMAK, KATLİAMA ORTAK OLMAKTIR..

DEPREMDE TEDBİR ALMAMAK, KATLİAMA ORTAK OLMAKTIR..



Yeni Türkiye'nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla mütenasip olacaktır.-Gazi Mustafa Kemâl Atatürk-(1923)

 17 Ağustos 2014 Pazar 

17 Ağustos 1999 Gölcük- İzmit- Adapazarı Depreminin üzerinden 15 yıl geçti fakat hafızalardaki korkunç görüntüler henüz silinmedi. Ogün yıkılan şehirlerde depremin fiziki yıkıntıları tamamen kalktı ve her şey eskiye döndü. Ama deprem coğrafyasında bulunan ülkemizde Düzce, Bingöl ve diğer pek çok felakette benzeri acıları yeniden yaşadık.

Depremde görülen manzara hiç değişmiyor. Hep ayni ihmal ve başıbozukluktan yıkılan binalar ve tuzla buz olmuş beton yığınlarının altında kalarak yitirdiğimiz masum canlar.
17 Ağustos 1999’dan günümüze değişen bir tek olumlu şey, devletin ve sivil toplum kuruluşlarının deprem olduktan sonra bölgeye yetişmelerindeki hız ile yaraların sarılmasında kazandıkları büyük tecrübedir. Fakat bu tecrübe muhtemel depremin yıkımını önlemeye yönelik değildir. Yapılanlar tamamen deprem olduktan ve yıkım meydana geldikten sonraki faaliyetlerle sınırlıdır..

Biz Türkler kaderci insanlarız ve depremlerden asla ders almıyoruz. Bunun örneklerinden biri Mayıs 2003 Bingöl Depreminde yaşandı. 1971’de tamamen yıkılan depremden sonra sıfırdan inşa edilen Bingöl’ü 33 yıl sonra 6.4 gibi küçük bir deprem dahi yeniden yıkmaya yetti ve iki yüzden fazla cana mal oldu. Yıkılanlar öncelikle devlet binaları idi. Sadece Yatılı Bölge Okulu bile tek başına öğrencilerine mezar oldu. 

1971’de yeniden inşa edilen Bingöl’de tüm yeni binalar tek katlı idi. Tek katlı inşaat geleneği uzun süre devam etti. Sonra ne oldu ise, deprem unutuldu. Binalar yükseldi. 2003 depreminde görüldü ki yıkılan binalar yine çok katlı idi. Ve müteahhitlerin çalıp çırptığı, eksik malzeme kullandığı aşikar olan devlet binaları yıkılırken tek katlı deprem evleri ise sapsağlam duruyorlardı.

Türk Devleti ve milleti depremde varını yoğunu harcar ve yaraların biran önce sarılması için olağanüstü bir çaba gösterir. Milletçe kenetleniş doğrudur. Fakat zamanlaması yanlıştır. İşin doğrusu deprem olmadan bu birlikteliğin sağlanması ve gereken bilimsel önlemlerin önceden alınmasıdır. Ülkemizde meydana gelen depremlerin çok üstünde şiddette depremlere devamlı maruz kalan Japonya gibi ülkelerde tek can kaybı olmazken ve binalar un gibi dağılmazken, neden hâlâ bizim ülkemizde meydana gelen yıkımlardan ders alınarak önceden tedbir alınmaması anlaşılır gibi değildir.

İşte sorun buradadır. Çözülmesi gereken husus, deprem sonrasında meydana gelen yaraların sarılması değil, böyle yaraların meydana gelmesini önleyecek tedbirlerin alınmasıdır. Deprem sonrası meydana gelecek yıkımların maliyetinin deprem öncesi alınacak tedbirlerin maliyetinin beş katı olacağını bilim adamları adeta haykırmaktadır. Fakat seslerini duyan makam yoktur. 

Oysa deprem bu toprakların bilinen gerçeğidir ve daha binlerce yıl toprak yerleşene kadar bu doğa olayı durmayacaktır. Buraları vatan bilip, yurt tutan bizlerin bu zamansız gelen düşmana karşı bilinçli bir şekilde hazırlanmamız gerekir.

Nitekim Anadolu halkı genellikle toprak ve yığma taştan yapılan tek katlı depreme dayanıklı evlerde oturarak bu afetten kendilerini korumuşlardır. Kendi canlarını güvence altına alırken, çok katlı ve görkemli sanat yapılarını ise zamanın bütün imkanlarını kullanarak en büyük depremlerde dahi ayakta kalacak ve nesilden nesle aktarılmasını sağlayacak şekilde inşa etmişlerdir. Bunların örneğini çevremizde tapınak, kilise, cami, medrese, köprü vs. olarak görüyoruz. Demek ki istenirse yapılabiliyor. Teknoloji ve bilim bugünkü ile mukayese edilmeyecek kadar geri olmasına rağmen binlerce insanın toplandığı bu mabetler her türlü sarsıntıda dimdik kalmayı başarmışlardır. 

Allah hiç kimseye deprem acısı vermesin ve o korkuyu yaşatmasın. Fakat sorumluların sorumsuz davranışları yüzünden her türlü acıyı bizzat halk çekmektedir. Ateş herzaman düştüğü yeri yakmakta ve doğrudan bu afete maruz kalıp acıyı bizzat hissetmeyenlere televizyonlardaki yıkım görüntüleri sıradan bir film gibi gelmektedir. 
3 Mart 1992’deki Erzincan depremini ailece yaşadık. Allah böyle afetlerle bizi bir daha sınamasın. İnsanoğlunun; kendi elleriyle yarattığı binalarda bu büyük afet karşısında ne kadar aciz ve güçsüz olduğunu gördük. Deprem Harekat Merkezi’nde koordinatör olarak görev aldığımdan, depremin kesinlikle öldürmediğini, çünkü kuralına uygun inşa edilen binaların asla yıkılmadığını, yıkımın tamamen insanların bölge şartlarını bile bile depreme dayanmayacağı açıkça belli olan binaların yıkılması ile öldükleri gerçeğine bizzat şahit oldum. 

1939 depreminden sonra Japonya’nın teknik katkıları ile inşa edilen tek katlı evlerden bir tuğla bile sökülmemişken, okullar, hastaneler, lojmanlar gibi devlet binalarının tamamına yakını ya yıkılmıştı yada çok büyük hasar görmüşlerdi. 

Deprem çalışmalarında meydana gelen aksaklıkları belki tedbir alınır da bir daha ayni hatalar yapılmaz diye detaylı bir “Deprem Sonuç Raporu” hazırlayarak üst makamlara gönderdik. Hiçbir tedbir alınmadığını, bizim raporunda daha öncekiler gibi sümen altına atıldığını 7 yıl sonra Adapazarı-Gölcük ve gelen Düzce depremlerinde anladım.

Hazırlanan kapsamlı “Afet Koordinasyon Planlarına” göre; Deprem sonrasında bölgedeki resmi makamlardan deprem yıkımının kaldırılması için görev bekleniyordu. Oysa bu uygulama çok yanlıştı.. Bölgede yaşayan insanların tamamı deprem şokuna maruz kaldığından ve halkın karşılaştığı yıkımlara ve can kaybına bu yetkililer de aynen uğradığından “Afet Planında görevleri var” diye o bölgenin yerel yöneticilerinden görev beklemek mümkün değildi. Çünkü onlarda deprem şokuna girmişti. Onlarda depremzede idi ve onlarında doğrudan yardıma ihtiyaçları vardı. Bu kişilerden görev beklemek, deprem sonrası yaşanan felaketi kaos ortamını büyütmekten başka bir işe yaramamıştı.. 

“Depremle birlikte bölgenin yönetimi; depreme maruz kalmayan civar il ve ilçeler yönetimine veya Ankara’da oturan Merkez Valilerinden birinin yönetimine verilmelidir. Deprem bölgeleri ve deprem olması periyotları da belli olduğundan nerede deprem olursa kimlerin nerelere gideceği önceden detaylı plânlanmalıdır.” dedik. Ama bunun ne demek olduğunun hiç anlaşılamadığını gördük.

Büyük can ve mal kaybına sebep olan 1999 Marmara Depreminden sonra görünüşte bazı tedbirler alındı. Fakat bu tedbirlerin tümü muhtemel depremden sonra yaraların sarılmasına yönelikti. Her tarafa “Deprem Sonrası Acil Yardım Kulübeleri” yerleştirildi. Çeşitli yardım plânları hazırlandı. Yardım ekipleri oluşturuldu ve bunlar yeni cihaz ve teçhizatla donatıldı. Yerinde ve uygun kullanılması için bir seri tatbikatlar icra edildi. Bunlar güzel şeylerdi. Fakat hepsi lüzumsuz ve gereksiz gayretlerdi. Öncelik depremde yıkılmayı önleyecek tedbirlerde olmalı idi.

Ailemle birlikte yaşadığım 13 Mart 1992 Erzincan depreminde Afet İşleri Genel Müdürlüğünde yüzlerce kişi masa başında oturup maaş alırken, bu kuruluşumuzun herhangi bir deprem bölgesine kurtarma faaliyetlerine göndereceği modern cihazlarla teçhiz edilmiş “Acil Kurtarma Ekibi”nin olmadığına şahit oldum. İşin garip tarafı bir tane dahi kurtarma faaliyetleri için eğitilmiş köpeğimiz yoktu. İnsanlarımız çaresizlik içinde kazma kürekle tonlarca ağırlığındaki enkazın altına girerek, büyük tehlike altında can kurtarmaya çalışıyordu. Biz dozer, greyder ve kepçelerle bilinçsizce enkaz kaldırmaya çalışırken yabancı ekiplerin bu konuda ne kadar hazırlıklı olduğunu görerek irkildik.

Desteğe gelen yabancı ekiplerden biri “İsviçre Kurtarma Ekibi” idi. Depremin ikinci günü özel uçakla gelen 23 kişilik İsviçre ekibinin başında 64 yaşında bir binbaşı vardı. Bizden yer istediler. Gösterdik. Her şeyleri ile birlikte gelmişlerdi. Çadırlarını kurdular, yataklarını yaptılar, mutfaklarını çalıştırdılar. Ekip şefi yerleşmeleri bitince; ekibinin imkanlarını ve kabiliyetlerini açıklayarak bizden çalışacakları bölge talep etti. 

Gösterilen bölgede 24 saat vardiya usulü çalışarak, çok basit ve portatif teknik donanımları ve eğitilmiş üç köpekleri ile pek çok can kurtardılar. 15 gün birlikte olduğumuz ekip şefine ayrılışları esnasında teşekkür ederken sordum. “İsviçre’de çok mu deprem oluyor ki siz bu derece hazırlıklı ve deneyimlisiniz ?” Aldığım cevap ile irkildim; “Hayır İsviçre deprem bölgesi değildir. Biz hiç deprem görmedik ve bundan sonra da görmeyeceğiz. Biz 2 nci Cihan Harbinde şehirlerin bombalar altında yıkımını bizzat gören bir nesiliz. Gerçi İsviçre’de böyle bir yıkım da olmamıştır. Ama biz her şeye hazırlıklı olmalıyız. Buraya gelenin aynisi olan üç ekibimiz daha var. Biz dünyanın deprem olan bölgelerine gelerek eğitim yapıyoruz. Depremler bize eğitim sağlıyor. Asıl bu imkanı bize verdiğiniz için biz size teşekkür ederiz” 

İşte devlet. Ve işte devletin insanına verdiği değer. İşte yüzlerce yıldır üzerinden hâlâ bir tuğlası sökülemeyen muhteşem Mimar Sinan eserleri. 500 yıl öncenin teknolojisi ile yapılan eserler dimdik ayaktalar. Onlarca depremden sağlam çıktılar ve yine çıkacaklar.

Şimdi ben 15 yıl sonra iddia ediyorum ki; 1999’dan sonra yapılan yapıların yüzde ellisi ilk depremde tamamen yıkılacaktır. Daha önce inşa edilen eski yapılar zaten Allah’a emanet edilmiştir. Nitekim Bingöl’de yıkılan ve çocuklarımıza mezar olan Yatılı Bölge Okulu daha yeni yapılmış olması bu tezimi doğrulamaktadır.

Sonuç olarak; Deprem Yıkmaz. İnsanların teknolojinin gereklerine aykırı olarak yaptıkları inşaatlar yıkar. Ve yıkacaktır. Bu Allah’ın çizdiği kader değildir. Bizzat insanların insanlara karşı yaptığı bir vahşettir. Bu vahşetin mutlaka önlenmesi ve insanlarımızın deprem yıkımlarından kurtarılması gerekmektedir. 
Dr. Tahir Tamer Kumkale

http://www.kumkale.net
http://kumkale.woordpress.com


Dr. Tahir Tamer Kumkale
17 Ağustos 2014 Pazar

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=1425

***

3 Şubat 2017 Cuma

Kofi Annan’ın Kıbrıs Planı Arkasındaki Tuzak ne olabilir?


Kofi Annan’ın Kıbrıs Planı Arkasındaki Tuzak ne olabilir?


Bu yazımı Facebook'ta beğenmek veya bir Arkadaşınıza göndermek (tavsiye etmek) için:




Dr. Tahir Tamer Kumkale
15 Kasım 2002 Cuma 

Türkiye daha yeni iktidar oluşmadan 40 yıldır çözülemeyen KIBRIS SORUNU'nun derhal çözülmesi ve sonuca bağlanması durumu ile karşı karşıya kaldı. 
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan Kıbrıs Türk ve Rum taraflarının önümüzdeki ay Kopenhagda yapılacak Avrupa Birliği Zirvesine kadar üzerinde yoğun müzakerelerde bulunulması amacıyla kendi düşüncelerinden oluşan çok kapsamlı bir çözüm paketini taraflara sundu ve 18 Kasıma kadar kendisine cevap verilmesini istedi.

Toplam 153 Sayfalık dosya Rauf Denktaş ve Klerides ile birlikte Garantör Devletler Türkiye-Yunanistan ve İngiltere'nin BM daimi temsilcilerine iletildi. 
KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın önemli sağlık sorunları yaşadığı bir dönemde BM’nin pazartesi gününe kadar cevap beklemesi Türk tarafı için sıkıntı oluşturdu.

Planın tam metni ve satır aralarında yatan menfi ve müsbet ayrıntılar tam olarak irdelenmeden muhtelif kulislerde; Denktaş’ın söz konusu planı reddeceği, 
Türkiye’nin de KKTC liderinin arkasında olacağı konuşuluyor. Dışişleri kaynakları ise Ankara’nın kabul edemeyeceği önemli noktalar bulunmakla birlikte paket 
için ‘müzakare edilebilir’ cevabı vereceğini belirtiyor.

Kıbrıs davasının başından beri konunun doğrudan içinde bulunan Başbakan Bülent Ecevit;"Belgenin zamanlaması da ilginçtir. Türkiye’de hükümet yok ve KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş hasta durumda. Kısa sürede cevap vermemiz isteniyor, bu haksızlık. Planda kaygı verici maddeler mevcut. Örneğin KKTC’den büyük ölçüde Arazi alınmak isteniyor. Öngörülen Arazilerdeki Türk nüfusu göz önünde tutulduğunda, Sayının 150-160 bini bulduğu anlaşılıyor. Türk Askerlerinin adadaki sayısı önemli ölçüde azaltılıyor. Bunlar bizim içimize sindirebileceğimiz durumlar değil." diyerek ilk izlenimlerini aktarıyor.

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş; KKTC'nin 19ncu Kuruluş Yıldönümü kutlamaları nedeniyle Bayrak Radyosuna verdiği beyanatta;" Bu plan ile Kıbrıs sorununun çözümünde önemli bir safhaya girilmiştir. Barış yolunun açık kalması için toprak konusunun en sona kalması gerektiğini israrla istedik. 

Buna rağmen topraklarımızda halkımızın egemen olacağı kabul edilmeden harita konusunda görüşmek istemediğimizi , ama ilkeleri konuşabileceğimizi bildikleri 
halde ortaya harita konmuştur.Biz bunu kabul edemeyiz."şeklindeki ifadeleri ile ilk görüşlerini bildirmiştir.

Türkiye'nin daima KKTC'nın yanında ve desteğinde olduğunu göstermek amacıyla 19ncu Kuruluş Yıldönümü dolayısıyla Kıbrısa giden Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök; "Türkiye ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kıbrıs'ta barış ve huzuru bozacak ve Kıbrıs Türkleri'nin güvenliğini tehlikeye sokacak bir yaklaşıma müsaade etmeyeceklerini" vurgulamıştır.

Bilindiği gibi Kıbrıs Türkiye'nin Doğu Akdenizdeki güvenliği için stratejik önemi haiz bir bölgedir. Ayni savunma paktı içinde bulunmamıza rağmen kendileri için 
en büyük tehdidin Türkiye olduğunu daima vurgulayan ve bütün savunma sistemlerini buna göre oluşturan Yunanistan; Megali İdeası içinde yer alan Kıbrısı elde etmekle ülkemizi güneyden kuşatarak bir stratejik üstünlük elde etmek istemektedir. Yunan yetkililerinde defalarca açıklanan bu husus tarafımızdan çok iyi bilinmektedir.

Adanın Osmanlı İmparatorluğu tarafından 1915'te İngilizlere devrini müteakip sona eren barış ve huzur dolu günler; 1960'dan itibaren Türk Toplumuna yönelik katliâmlarla son haddine ulaşmış ve 1974'te Antlaşmalar gereği Garantör ülke olarak gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı ile iki toplumun fiziki olarak birbirinden ayrılması sonucunda tamamen barış dönemine girilmiştir.




Adada 28 yıldır birkaç münferit sınır olayı dışında tek bir silah patlamamıştır. Kıbrıs Türk halkı, 1960 antlaşması gereği adada konuşlandırılan Kıbrıs Türk Alayı ve Kolordu kuvvetindeki Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı birliklerinin himayesinde barış içinde yaşamaktadırlar.








KOFİ ANNAN

Bu barışı soydaşlarımıza çok gören batı dünyası bugüne kadar Kıbrısı Rumlara vermek için binbir dolap çevirmişler, 28 yıldır bağımsız bir devlet olarak hayatiyetini sürdüren Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni israrla görmemezlikten gelmişlerdir. AB devletlerinin desteği ile Kıbrıs Rum Kesimi 1960 'da kurulan iki toplumun ortak yönettiği KIBRIS CUMHURİYETİ'nin gerçek temsilcisi olarak görülmüştür. Bunların Avrupa Birliğine alınması için bütün hristiyan dünyası her türlü gayreti göstermiştir.

Oysa Kıbrıs'ta isteselerde, istemeseler de fiilen ve 28 yıldır kendi kendini idare eden müstakil bir Kıbrıs Türk Devleti vardır. Fiili durum böyle olmasına rağmen her şeyi ile müstakil bir devletin özelliklerini taşıyan bu devleti bugüne kadar Türkiye dışında hiç bir ülke siyasi olarak tanımamıştır.

Türkiye; 28 yıldır Kıbrıs Türk Toplumu'nu K.K.T.Cumhuriyetini her alanda desteklemiştir. Bu uğurda binlerce evlâdını seve seve şehit vermiştir. Kolordu çapındaki en güçlü ve kuvvetli birliklerini burada tutmaktadır. Başta ABD olmak üzere müttefikleri olan batı ülkelerinin ambargoları ile karşı karşıya kalmıştır. 
Uluslarası arenada Kıbrıs konusu her platformda daima ortaya konularak emperyalist ve işgâlci bir devlet muamelesine maruz bırakılmıştır. 

Ekonomisi çok önemli zararlar görmüştür.

Bütün bunlara rağmen K.K.T.C; Türkiye'nin namusudur, gururudur ve şerefidir. Kıbrıs Türk Halkına ve topraklarına gelecek en küçük kötülük bize yapılmış demektir. Onlarla birlikte bizimde güvenliğimiz tehlikeye gireceğinden, oraya karşı atılan her şer adım bize karşı atılmış gibi kabul edilmiştir.

Bir cümle ile ile özetlemek gerekirse; Kıbrıs Türk Halkı'nın menfaâtleri Anadolu Türk Toplumu ile özdeşleşmiştir. O toprakları Antalya'dan, İzmir'den, Trabzon'dan  farklı düşünmek asla mümkün değildir. Kıbrıs Türk Toplumunu ; Anadolu Türk Toplumundan ayrı düşünmek mümkün değildir. Olmamalıdır. Bunun için kendi kendimizi inkar etmemiz gerekir ki, bu asla mümkün değildir.

Kıbrıs politikaları partilerin politikaları da değildir. Kıbrıs Politikaları; bütün Milletin desteklediği milli davranışları içermelidir. Nitekim bugüne kadar bu kural titizlikle uygulanmıştır.

Kofi Annan Planına Kıbrıs'ın Türkiye için önemini bilerek yaklaştığımızda bütün iyi gibi görünen hususlara rağmen satır aralarına gizlenen entrikalar ile Kıbrıs sorununun çözümü için yeni bir tuzak ile karşı karşıya kaldığımızı görüyorum. Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi durum, Rauf Denktaş'ın rahatsızlığından yararlanılarak tarihi bir hata yapılması için birilerinin düğmeye bastığını değerlendiriyorum.

Geçen kırk yıl içinde Kıbrıs Sorunu'nun çözümü için sonuç vermeyen sayısız kararlar alan Birleşmiş Milletler Yönetimi'nin, bütün bu kararlarını gözardı ederek ve iki toplum heyetleri arasında 28 yıldır devam eden toplantılarda uzlaşma noktasına varılamamış iken birkaç hafta içinde süratle çözüme gidilmesi gibi israrlı bir yaklaşım sergilemesi doğru değildir.

Bu plan ile ilk defa Kıbrıs Türk Toplumu ve KKTC'nin varlığı resmen Birleşmiş Milletler tarafından tanınmıştır. Bu görünüşte büyük bir başarıdır. 
Bundan sonra KKTC'ni inkar ve görmemezlikten gelmek mümkün değildir. İki ayrı devlet kendi yönetimlerinde serbest olacaklardır. 

Merkezi yönetimde ise kararlar toplumların eşit olarak temsil edileceği SENATO tarafından alınacaktır. Bunlar Türk tarafı için çok önemli maddeler ve kazanımlardır. 

Fakat bunun dışındaki maddeler Türk tarafı için hiçde iyi şeyler söylememektedir. Çerçeve iyi çizilmiş olmasına rağmen içinin doldurulmasında önemli pürüzler olduğu çok belirgindir

Şimdi işin aceleye getirilmeden her madde, her satır ve her kelime üzerinde titizlikle durularak hem Kıbrıs Türk Halkının ve hemde Türkiye'nin milli menfaatlerine uygun olan hususları kapsayacak şekilde müzakerelerin sürdürülmesi gerekmektedir.

Bütün bu çalışmalar meselenin detaylarıdır. Oysa bu olaya yukarıdan ve stratejik açıdan bakmak gerekmektedir. Bu Taslak Plan Kıbrıs'ın Avrupa Birliğine biran önce alınabilmesi için hazırlanmış bir tuzaktır. Türkiye'nin olmadığı bir Avrupa Birliği içine Kıbrıs Cumhuriyetinin katılması Türkiye için kabul edilemez bir emrivakidir.

Kıbrıs Türk Kesimini de içine alarak AB üyesi olunduktan,yani bu topraklar Avrupa'ya katıldıktan sonra Türkiye'nin askeri gücünün garantör devlet olarak bu topraklarda bulunmasına ihtiyaç olmadığı AB yönetimi tarafından ültimatom şeklinde bize bildirilecek ve derhal çıkmamız gündeme getirilecektir. Ve bizi buradan uluslararası baskı ile çıkaracaklardır.

Biz çıktıktan sonra birbirleri ile birarada yaşayamayacakları defalarca ispatlanan iki toplum arasındaki çatışmalar yeniden başlayacaktır. Fakat bu defa Garantör 
Devlet olarak hukuken daha önce elde ettiğimiz kazanımlarımız olmayacaktır. Yani bu manevra ile Türkiye bir bakıma güneyden kuşatılmış olacaktır.

Sonuç olarak; Plan'ın detayı ve içeriği önemli değildir. Maddeler üzerinde tartışılır.Görüşülür ve belkide her alanda iki tarafın isteklerini tamamen kapsayacak güzel bir antlaşma taslağı ortaya çıkartılabilir. Bunlar tali hususlardır.Bizi bağlamamalıdır.

Kıbrıs konusunda Türkiye için vazgeçilemeyecek temel unsur; Müşterek Kıbrıs'ın Avrupa Birliğine ancak Türkiye'ninde Avrupa Birliği üyeliğine alınması ile birlikte kabul edileceğidir. Yani Türkiye girmeden Kıbrıs'ın AB' ne alınması ülkemiz için çok tehlikelidir. Bunu bilerek ve ileriyi görerek Kofi Annan Plânını değerlendirmeliyiz. 

Bunun dışındakiler tamamen teferruat olarak görülmeli ve bizi meşgul etmemelidir.

Yeni Hükümet bu oyunu görmelidir. "Aman ne güzel bizi tanıdılar. Bizde bize düşen görevi yapalım. İsteklere uyalım. Tavizleri verelim. Ama hiç kimsenin çözemediği önemli sorunu çözerek göreve başlarken büyük başarı kazanalım " şeklinde bir büyük yanlışı yapmamalıdır. Tarih milletlerin hayatında yöneticilerinin basiretsiz tutum ve davranışlarının o milletlere verdiği acıyı anlatan binlerce misal ile doludur.

Sabır ve sukûnetle, geniş ve derin bir perspektif ile meseleye eğilerek sorun çözümlenmelidir. Aceleye gerek yoktur. Sayın Denktaş ve Türk Dışişleri'nin bu konuda yeterli tecrübeye sahip olduklarına ve oynanmak istenen sinsi oyunu bozacaklarına, hazırlanan tuzağa düşmeyeceklerine inanıyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale

15 Kasım 2002 Cuma
  
BİLDİRİ-YORUM
2000-2012 | Dr. Tahir Tamer Kumkale

http://kumkale.net/yazi.asp?id=198

22 Aralık 2016 Perşembe

Oyak Nasıl Başarıyor?


Oyak Nasıl Başarıyor?



Dr. Tahir Tamer Kumkale
27 Kasım 2001 Salı 

Türk Kamuoyu'nun yakından tanıdığı kısaca OYAK adı ile bilinen Ordu Yardımlaşma Kurumu her alanda can çekişen Türk ekonomisi için adeta bir cankurtaran simidi gibi örnek oldu. Önce Sümerbank'ın satın alınması ve bilahare Etibank'ın alınma hazırlıkları ile kamuoyunun gündemine gelen OYAK 40 yıllık tarihinde ilk defa kendini halka tanıtma ihtiyacını duydu. Nitekim Genel Müdür'ün bizzat kendisi tarafından yönlendirilen ve yönetilen bilgilendirme çalışmalarını halkımız geçtiğimiz günlerde ilgi ve gurur ile izledi. Herkezin aklından aklından geçirdiklerini "keşke diğer kuruluşlarımız da bunlar gibi olsa" şeklinde özetlemek mümkün.

Peki bütün sektörler ve en güçlü dediğimiz firmalar dahi Cumhuriyet tarihimizde yaşadığımız bu en büyük ekonomik krizden yara alırken OYAK KRİZDEN NEDEN GÜÇLENEREK çıkıyor?

Askerler ekonomiyi çok iyi bildikleri için mi? Bunun cevabı tabi ki hayır. Ekonomi'nin kuralları basittir ve genellikle kolay kolay değişmez. Ekonominin kurallarını Askerler başka, siviller başka uygulamaz. Yani Takımlar ayni sahada ve ayni seyirci önünde oynamaktadır.Takımları tabi olduğu kurallar da aynidir. Farklı olan yönetim anlayışıdır. İyi yönetilen takımlar daima başarırlar.

1961 yılında Ordu mensuplarına maddi yönden katkıda bulunmak ve gelirlerine destek olmak amacıyla kurulan OYAK; adındanda anlaşılacağı gibi kâr gayesi gütmeyen, kazancını tamamen yardıma endeksli olarak arttıran bir kuruluştur.

Türk Silahlı Kuvvetlerinde mevcut ve muvazzaf(hizmette bulunan) Subay, Astsubay ve Sivil Memurların zorunlu üye olarak kabul edildiği Kurum; her ay üyelerinin maaşlarının % 10'nu otomatik olarak üye aidatı olarak alır. Bu aidatlar üyenin mesleğe girdiği tarihte başlar ve emekli olduğu gün sona erer. Yani her ay OYAK kasalarına önemli miktarda nakit para otomatikman girmektedir. Bu çok önemli bir kaynaktır.Başarının sırrı bu değişmeyen ve maaşların artması ile matematiksel olarak artan bir sermaye varlığında yatmaktadır.

Başlangıçta sadece bu sermayeye dayanılarak üyelere yapılan yardım ve destek faaliyetleri, sayıları giderek artan ciddi yatırımlarla çapını ve yardım sahalarını arttırmıştır. İnşaattan-Otomative,Taşımacılıktan-Bankacılığa, Çimento Sanayiinden-Hipermarket İşletmeciliğine kadar her alanda faaliyet gösteren OYAK İŞTİRAKLERİ'nin yıllık kârları giderek artmıştır. Sonunda üye kesintilerinden gelen aylık nakit sermaye miktarı OYAK mal varlığı ve sermayesinin yanında çok küçük miktarda kalmıştır.

Peki bu başarının sırrı nerededir?


1989-1992 yılları arasında Ordu Yardımlaşma Kurumu'nun en yetkili Yönetim organı olan TEMSİLCİLER KURULU ve GENEL KURUL'da üç yıl süre ile görev yaptığımdan bunun sebebini çok iyi değerlendirme imkanına sahibim.

 - OYAK'ın başarısındaki sır bütün üyelerinin kurumun gerçek sahipleri olmalarında yatar. Mesleğe intisâbı müteakip doğal olarak kuruma üye olan ordu mensupları 1996 yılında kabul edilen EMEKLİLİK SİSTEMİ uygulaması ile ölünceye kadar kurum üyeliklerine devam edebilmekte, kurumun sağladığı yıllık kârdan kurumdaki hissesi kadar nema almakta ve kurumun pek çok hizmetinden doğrudan yararlanmaktadır.Bu uygulama kuruma sahiplenmenin ve o'nu devamlı denetim ve gözetim altında tutmanın önemli bir göstergesidir.

 - Kurumu iştiraklerdeki ve Genel Müdürlükteki profesyonel idareciler dışında tamamen üyeler yönetir. Kurum ile ilgili yapılacak bütün faaliyetlere üyeler karar verir.Üyeler,bu haklarını kendi aralarından seçilen ve genellikle her rütbe ve sınıftan temsilcinin oluşturduğu 75 kişilik TEMSİLCİLER KURULU vasıtasıyla kullanır.

 - Üç yılda bir toplanan TEMSİLCİLER KURULU geçen üç yılda verilen talimatlara göre kurumu denetler ve ibra eder. Gelecek üç yıl için yapılmasını istediği faaliyetleri Temsilciler Kurulu Kararları olarak GENEL KURUL'a iletir.

 - Kurumun fiili yönetimi GENEL KURUL üyeleri vasıtasıyla yapılır.Genel Kurul 40 üyeden oluşur. Bu üyelerden 20 tanesi Kadro Personelidir. Bunlar seçilmezler ve atandıkları görev itibarı ile otomatikman Genel Kurul üyesi olurlar.Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ile Genelkurmay ve MSB.lığı bünyesindeki rütbeli personelden oluşur.
 Kurumun yönetimindeki esas ve en etkili unsur Temsilciler Kurulu arasından Genel Kurul Üyesi olarak seçilen 20 asker üyedir. Bu 20 üye,Temsilciler Kurulu kararları ışığında alacağı kararlar, direktifler ve temenniler ile kurumu fiilen yönetir. Bu üyeler atanan üyelerle birlikte yılda bir kez Olağan olarak Genel Merkez'de toplanarak bir yıl önce verdiği talimatlar doğrultusunda 8 kişilik Yönetim Kurulu'nun bir yıllık icraatını bütün yönleri ile denetler. Buna göre yönetimi ibra eder,veya başarısız görürse Yönetim Kurulu'nu görevden alır.Gelecek bir yıl için Yönetim Kurulu'nun yapacağı faaliyetleri belirler ve bu konuda direktifler verir.Yönetim Kurulu hiç bir şekilde verilen kararlar dışına çıkamaz ve keyfi kararlar alamaz,harcamalar yapamaz. Yaparsa Genel Kurul'ca derhal gereken müdahaleyi göreceğini bilir.

 - Kurumun gerçek sahipleri olan Genel Kurul Üyeleri çok geniş bir satha yayılmış üye tabanının fikir ve düşüncelerini devamlı takip ederek onların isteklerini Yönetime bildirmek durumundadır. Yani en uç noktadaki bir üyenin isteklerini, ihtiyaç ve beklentilerini bilmek ve takip etmekle sorumludur.

OYAK'ın müesseseleri sivildir. Ekonominin kanunlarına göre çalışırlar.Fakat kurumun sahiplerinin kimliklerin de doğuştan varolan disiplin ve ciddi çalışma anlayışı kurumun bütün iştiraklerine hissedilir şekilde yayılmıştır. Esasen alınan kararlar doğrultusunda iştiraklerin Yönetim ve Denetim Kurullarında belli bir yüzde dahilinde kurumun eski sahipleri olan emekli askeri personel istihdam edilmektedir. Bu disiplinin devamlılığı sağlamaktadır.

Disiplinli, devamlı kontrol ve denetim altında tutulan ve bizzat sahiplerinin yönettiği bir sistemin başarısız olması ise maddeten mümkün değildir. Başarının sırrı buradadır. Ülke ekonomisinin belkemiği durumundaki büyük şirketlerimizin başarısındaki sürekliliğin disiplinli ve kurallara uygun çalışmayla mümkün olabileceğini OYAK ispat etmiştir. Bütün ekonomik kuruluşlarımızın OYAK'tan alacağı çok şeyler olduğunu biliyorum ve tavsiye ediyorum.

ORDU YARDIMLAŞMA KURUMU İLE İLGİLİ ÖZET BİLGİLER


1961; 1 Mart tarihinde, OYAK, yaklaşık 65 bin üyenin katılımı ile üyelerinin karşılaşabilecekleri sosyal ve fiziksel risklere karşı ek bir sosyal güvenlik oluşturma amacıyla kuruldu. Aynı yıl üyelerine ölüm, maluliyet yardımları ile emeklilik yardımı ödemelerine ve bir sosyal hizmet uygulaması olarak Borç Verme Hizmeti uygulamasına başladı. Yardım ve hizmetlerini geliştirerek yerine getirebilmek için fonlarının değerlendirilmesinde iştirak yatırımlarına önem veren OYAK, ilk iştirak yatırımını Goodyear Lastikleri T.A.Ş'ye ortak olarak gerçekleştirdi.

2001; OYAK’ın üye sayısı 193 bine ulaştı. OYAK ve Grup Şirketleri’nde bir önceki yıl başlatılan yeniden yapılanma çalışmaları tamamlandı. Sümerbank A.Ş. ve iştiraki YADAŞ Bilgisayar ve Yazılım Hizmetleri A.Ş., Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’ndan devralındı ve Oyak Bank ile birleşme çalışmalarına başlandı. Yaşar Yatırım A.Ş.’nin %91,5 hissesi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’ndan devralındı ve Oyak Menkul Kıymetler A.Ş. ile birleşme çalışmalarına başlandı. Hizmet Sunum Müdürlüğü bünyesinde, üyelerin her türlü soru, şikayet, dilek ve bilgi taleplerinin karşılanması, ayrıca çeşitli iletişim kanalları vasıtasıyla ulaşan üye taleplerinin kayıt altına alınması, istatistiklerin tutulması ve bunların değerlendirilerek OYAK-Üye ilişkilerinde etkinliğin artması yolunda çalışmalar yapmak üzere " OYAK Çağrı Merkezi" Nisan ayında faaliyete başladı. OYAK Hizmet Sunum Müdürlüğü 2001 yılının Eylül ayından itibaren öğle tatillerinde de üyelere hizmet sunmaya başladı. Üyelerin konut sorununa çözüm sağlamak amacıyla Türkiye’de o güne kadar uygulanmamış bir arazi geliştirme ve konut projesinin ilk adımı olarak hafif çelik konstrüksiyondan deneme evleri yapılarak üyelerin beğenisine sunuldu. OYAK’ta başlatılan kurumsal kimlik çalışmaları Grup Şirketleri’ni de kapsayacak şekilde genişletildi. İlk kez Faaliyet Raporu yayınlandı.

Kuruluş Amacı ve Gelir Kaynakları


1 Mart 1961 tarihinde 205 sayılı Yasayla kurulmuştur. Amacı, üyelerinin karşılaşabilecekleri sosyal ve fiziksel risklere karşı ek bir sosyal güvenlik oluşturmaktır. Özel hukuk hükümlerine bağlı bir sosyal güvenlik kuruluşudur. Anayasamızın öngördüğü sosyal güvenlik sistemi içinde, üyelerine ana sosyal güvenlik kurumlarından (Emekli Sandığı, SSK) ayrı güvenceler sağlamaktadır.

Yasayla öngörülen hizmetleri;

• Daimi üyelerine yapılan emeklilik, ölüm ve maluliyet yardımları,
• Geçici üyelerine yapılan ölüm ve maluliyet yardımları,
• Daimi üyelerinin çeşitli ihtiyaçlarını gidermek amacıyla sunulan sosyal hizmetler oluşturmaktadır.

 OYAK'ın gelir kaynakları;


• Muvazzaf subay ve astsubayların maaşları tutarından her ay kesilecek %10'lar,
• Milli Savunma Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı teşkilatında çalışan maaşlı/ücretli sivil memur ve müstahdemlerin Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı kanuna göre emekliliklerine esas olan maaş ve ücretleri tutarından her ay kesilecek %10'lar,
• Ordu Yardımlaşma Kurumu'nun (OYAK) ve OYAK'ın sermayesinin %50'sinden fazlasına sahip olduğu veya iştirak edeceği şirketlerde çalışan ve OYAK'ta daimi üye olmayı kabul eden bütün maaşlı ve ücretli sivil memur ve müstahdemlerin maaşları tutarından kesilecek %10'lar,
• Geçici üyeler olarak adlandırılan yedek subayların her ay maaşları tutarı üzerinden kesilecek %5'ler,
• Bağışlar,
• Konut Ön Biriktirim Fonu'ndan yararlanmak isteyenlerin maaşları tutarından her ay kesilecek %10 ek aidatlar,
• OYAK mevcutlarının işletilmesinden elde edilecek gelirler oluşturmaktadır.
 Merkezi Ankara'da bulunan OYAK'ın çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren 25 iştiraki bulunmaktadır.
• Oyak Renault, Mais ve Goodyear otomotiv ve yan sanayi sektöründe,
• Omsan, taşımacılık sektöründe,
• Adana, Bolu, Ünye, Mardin, Elazığ, OYSA Niğde, OYSA İskenderun Çimento fabrikaları, çimento sektöründe,
• OYKA Kağıt Ambalaj, kağıt ve ambalaj sektöründe,
• AXA-OYAK Holding, OYAK Yatırım Menkul Değerler, OYAK BANK ve Halk Leasing, finans ve sigortacılık sektöründe,
• Hektaş, tarım ilaçları sektöründe,
• Tukaş, Tam Gıda, Eti Pazarlama, gıda sektöründe,
• OYAK İnşaat, inşaat sektöründe,
• OYTUR, turizm sektöründe,
• OYTAŞ, dış ticaret sektöründe,
• OYPA, perakendecilik sektöründe,
• OYAK Güvenlik, güvenlik sektöründe faaliyet göstermektedir.
 
OYAK Üyeleri


• Daimi üye sıfatıyla, Türk Silahlı Kuvvetleri kadrolarında görevli bütün muvazzaf Subay, Sözleşmeli Subay, Askeri Memur, Astsubay, Sözleşmeli Astsubay ve Uzman Jandarmalar ile Emekli Maaşı Sistemine giren üyeler ve ölümleri halinde sisteme devam etmek isteyen eşleri ile uzman erbaşlar, Milli Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı teşkilatında, OYAK ve OYAK'ın sermayesinin %50'sinden fazlasına sahip olduğu şirketlerde çalışanlardan arzu edenler,
• Geçici üye sıfatıyla, muvazzaflık hizmetini yapmakta olan Yedek Subaylar oluşturmaktadır.
 
OYAK TEŞKİLATI


OYAK'ın yönetim ve denetimi Temsilciler Kurulu, Genel Kurul, Yönetim Kurulu, Denetleme Kurulu ve Genel Müdürlük aracılığıyla gerçekleştirilmektedir.
• Temsilciler Kurulu; OYAK'ın en geniş katılımlı organıdır. Temsilciler Kurulu, sayıları 50'den az 100'den fazla olmamak üzere Milli Savunma Bakanlığı koordinasyonunda, daimi üye adedi dikkate alınarak birlik ve kuruluşlarda görevli daimi üyeler arasından, birlik ve kuruluşların kumandan veya amirlerince tespit olunacak temsilcilerden oluşur. Temsilciler Kurulu, her üç yılda bir geçmiş 3 yılın mali hesaplarını inceler ve 20 asil, 10 yedek Genel Kurul üyesini seçer.
• Genel Kurul; her yıl gerçekleştirilen olağan ve gereken hallerde gerçekleştirilen olağanüstü toplantılarla, OYAK'ın faaliyet raporlarını ve bilançolarını değerlendirerek, ileriye dönük kararlar alır. Temsilciler Kurulu'nun seçtiği 20 üye ile Yasada belirtilen 20 üyeden oluşur.
• Yönetim Kurulu; OYAK'ın yönetiminden sorumludur. Görev süresi 3 yıldır. Üyelerinden 3 ünü Genel Kurul, 4 ünü ise Yasada belirtilen komisyon seçer. Genel Müdür, Yönetim Kurulu'nun doğal üyesidir ve kararlarda oy sahibidir.
• Denetleme Kurulu; 3 kişiden oluşur. Görev süresi 3 yıldır. Hizmet, yardım ve faaliyetlerin kararlara ve mevzuata uygun olup olmadığı, OYAK'ın verimlilik, tasarruf ve bireysel eşitlik ilkelerine göre çalışıp çalışmadığının denetimini yapar.

• Genel Müdürlük; Bir Genel Müdür ve ihtiyaca göre belirlenen sayıda Genel Müdür Yardımcısından oluşur. OYAK'ı Genel Müdür temsil eder.
 
OYAK ÜYE HİZMETLERİ VE YARDIMLARI


• Emeklilik Yardımı,
• Ölüm Yardımı,
• Maluliyet Yardımı,
• Emekli Maaşı Sistemi,
• Borç Verme Hizmetleri,
• Konut Edindirme Hizmetleri,
• Konut Ön Biriktirim Fonu,
• Yüzde 80 Borç Verme,
• Bağışa Dayalı Emekli Geliri Sistemi,
• Ordu Pazarı Mal Kredisi,
• Yedek Subaylık Hizmet Süresinin Birleştirilmesi.


Dr. Tahir Tamer Kumkale
27 Kasım 2001 Salı

3 Haziran 2016 Cuma

ERGENEKON KUMPASI NASIL BİTER ?





ERGENEKON KUMPASI NASIL BİTER ?


22 Nisan 2016


    Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1923)

Türk ordusuna binlerce yıllık şanlı tarihi içinde savaşmadan en büyük subay kaybını yaşatan ERGENEKON komplosunun ikinci raundu bitti. Yargıtay, Esas ve usul açısından bozduğu bu kararı ile yeniden yargılama yapacak mahkemeler için yolun sonunu göstermiş oldu.

Türk Ordusuna ve kahraman subaylarına şimdilik geçmiş olsun. Yarın ayni durumlarla karşılaşmamak için devlet ve silahlı kuvvetler çapında acil tedbir almak gerekiyor. Çünkü tehdit aynen devam ediyor.
İddia ediyor ve kuvvetle inanıyorum ki;

Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği bünyesindeki Toplumla İlişkiler Başkanlığı (Psikolojik Harekat Başkanlığı) ve bu teşkilatla uyum içinde görev yapan Genelkurmay Karargahındaki Psikolojik Harekat Başkanlığı 2003 yılında kaldırılmasa idi ERGENEKON kumpasını kuramazlardı. Türk ordusuna ve Türk aydınlarına yönelik kumpas asla yapılamazdı. Çünkü bu teşkilatlar kumpası tüm yönleri ile ortaya çıkarıp başlamadan tedbirini alırlar, karşı harekat ile kumpasçıları saf dışı bırakırlardı.

Şimdi sıra bu kritik teşkilatın yeniden kapandığı durumdaki kanuni yetkileriyle yeniden kurulmasına gelmiştir. Aksi halde çevremizde sıcak savaş şartları yaşanan bu kritik coğrafyada vatan topraklarını muhafaza edebilmemiz çok zor olacaktır.

Vakit kaybetme lüksümüz kalmamıştır.

Psikolojik Savaş tehdidini ancak benzeri metotları kullanarak ortadan kaldırmakla mükellef olduğumuzu unutmamalıyız..

https://kumkale.wordpress.com/2016/04/22/ergenekon-kumpasi-nasil-biter/

..