Bush Doktrini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bush Doktrini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Mayıs 2020 Çarşamba

11 EYLÜL ÜN ABD GÜVENLİK POLİTİKASINA ETKİLERİ. BÖLÜM 2

11 EYLÜL ÜN ABD GÜVENLİK POLİTİKASINA ETKİLERİ. BÖLÜM 2 



11 Eylül’ün ABD Güvenlik Politikasına Etkileri

“El Kaide militanlarının 11 Eylül 2001 günü New York’taki dünya ticaret merkezine iki uçakla düzenlediği saldırıdan birkaç saat sonra, Amerikan ekonomik gücünün sembolleri yıkıldı. Hemen hemen aynı dakikalarda bir başka uçak Amerikan askeri gücünün simgesi Pentagon’u hedef aldı. Kaçırılan üçüncü yolcu uçağı ise muhtemelen Beyaz Saray olarak belirlediği hedefine ulaşmadan düştü. Böylece ABD’nin politik sembolü zarar görmedi.”22 “Artık şu söylenmekte dir: soğuk savaş döneminde güvenlik yoktu fakat istikrar vardı geçen
on yılda ise güvenlik vardı fakat istikrar yoktu.11 Eylülden sonra ise bu denklem güvenlik yok istikrar da yok şeklini almıştır.”23 “Denilebilir ki 11 Eylül saldırılarından sonra özgürlük güvenlik dengesinde denge güvenlik lehine bozulmuştur.”24 “ABD‘nin saldırgan dış politikası, tüm dünyada ABD ‘nin hegemonya siyasetinden imparatorluk siyasetine geçmekte olduğu yönünde analizler yapılmasına yol açmıştır.”25 “ABD, 11 Eylül sonrası dış politika rotasını yeniden belirledi. Uluslararası ilişkilerin merkezine terörle mücadeleyi koyan ABD, önce ‘’Şer Ekseni’ni çizdi. Ardından teröre karşı ilan ettiği top yekûn savaşla, dış ilişkilerinde yeni bir dönem başlattı.”26 “11 Eylülden sonra, ABD 20 yıl önceki Reagan yönetimiyle aynı retoriği benimseyerek yeniden terörizme karşı savaş ilan etti.”27 “11 Eylül saldırısı ABD’nin kendi topraklarında istisnalar hariç olmak üzere ilk kapsamlı saldırı olarak değerlendirilebilir.”28 11 Eylül 2001 terörist saldırılarından sonra ABD’de Bush yönetimi Amerikan ulusal güvenlik stratejisinin dayandığı temelleri 2002 ve 2006 ulusal güvenlik stratejisi belgeleri ile tüm dünyaya açıklamıştır. “Yeni ulusal güvenlik stratejisi siyasi ve ekonomik özgürlükler aracılığı ile insanlık onurunu yüceltmek, terörizm ve kitle imha
silahlarına karşı dünyanın güvenliğini sağlamak olarak tanımlanan Bush doktrini üzerine kuruludur.”29

Dünyadaki terör ağlarının çökertileceğini söyleyen Bush, teröre destek veren herkesi, ABD’nin düşman listesine ekledi. İlk hedef olarak saldırıların arkasında olduğu Usame Bin Ladin ve örgütü El Kaide’ye destek verdiği belirtilen Afganistan’daki Taliban rejimi belirlendi. Ardından kitle imha silahlarına sahip olduğu gerekçesiyle İran, Irak, Kuzey Kore’yi ‘şer ekseni’ olarak tanımlayarak bu ülkeleri dünya barışı için bir tehdit olarak nitelendirdi. Asimetrik tehdit olarak adlandırılan ve uluslararası sistemde terörist gruplar gibi küçük aktörlerin büyük güçlere ağır kayıplar verdirmesini ifade eden yeni tehlikeyle mücadele edebilmek için dünyanın tek hegemonik gücü olan ABD güvenlik politikalarında değişikliğe
gitmiştir. “11 Eylülden sonra ABD, NATO dâhil olmak üzere uluslararası kurum ve kurallara daha az bağlı bir şekilde hareket edeceğini açıkça ortaya koymuş tur.”30 “ABD’nin yeni tehdit algılamalarında terör ilk sıraya yerleşirken teröre destek veren ülkelerde şer ekseni olarak nitelendirilerek acımasızca mücadele edileceği vurgulanmıştır. Diğer bir değişle Soğuk Savaş döneminde “özgür ulusların komünizme karşı desteklenmesi” biçiminde formüle edilen Truman doktrini yerini, “özgür ulusların terörizme karşı korunması” şeklinde formüle
edilebilecek Bush doktrinine bırakmıştır.”31 Bu doktrin ve Irak ı Özgürleştirme Operasyonu kolektif güvenlik sistemini yeniden düzenlenmiş ve ikincilleştiril miştir. “Kısaca Bush doktrini denilen ve potansiyel tehditleri aktif hale gelmeden yok etmeyi amaçlayan önleyici saldırı konsepti ABD’nin ulusal güvenlik strateji belgelerine de girmiştir.”32 “Yeni tehdit sıralamasında liste başını çeken asimetrik teröre karşı Amerika’nın hegemonik liderliğinde girişilen mücadele de Türkiye gerek sahip olduğu jeopolitik konum ve gerekse Batıyla kurduğu stratejik-askeri ittifaklar nedeniyle Balkanlardan Ortadoğu ve Orta Asya’ya uzanan dünyanın en karışık bölgesinde, istikrara katkı sağlayan bir ülke konumu kazanmıştır.”33 
Zira Türkiye haydut devlerle sınırı olan tek NATO üyesi ülkedir.

“Bush yeni stratejiyi; bundan böyle ABD, nükleer, biyolojik ve kimyasal silah üreten ve tehdit oluşturduğuna inanılan ülkelere karşı, konvansiyonel ve nükleer silahları da kullanarak, önleyici darbe indirilicek. Ayrıca askeri ve siyasi yöntemler birlikte uyumlu bir strateji haline getirilip, terörle mücadelede kullanılacak sözleriyle duyurdu.”34 “ABD çevrelerinin, 11 Eylül yeni bir dönemin başlangıcıdır diye bir milat ortaya koymaları, ABD’nin sürdürülebilir üstünlük için düğmeye bastığını gösteriyor.”35 “Bush’un 11 Eylül sonrasında yeni muhafazakâr akımın etkisine açık bir şekilde gelişen dış politikası 2004 seçimleriyle Amerikan halkının da onayını almıştır. Özgürlük yanlısı ve ahlakçı söylemin tek başına bir siyasal hedef olmaktan çok tek taraflı ve saldırgan dış politikasını meşrulaştıran bir araç olarak kullanıldığı görülmektedir.”36 Başkan Bush’un yeni muhafazakâr dış politika stratejisi Amerika’nın tek taraflı ve güce dayalı bir müdahaleci politika izleyerek dünyada birçok rejim değişikliğinin gerçekleştirilmesi esasına dayanır. 11 Eylül sonrası gelişmeler ABD’nin 20.yy sonunda dünya çapında yitirmeye başladığı liderlik pozisyonunu yeniden güçlendirmek için kullandığı bir çıkış noktası olmuştur.

“Terörle kendi topraklarında yeni tanışan ABD dünyanın günümüze kadar olan ve insan merkezli kazanımları ifade eden bu değerler sistemini Avrupa’dan ve Türkiye’den farklı olarak yorumlamaktadır.”37 “Bunun nedeni saldırılarla gelen kızgınlıkla yenidünya güvenlik politikalarını şekillendirme isteği, vurulmaz sanılan hegemon gücün vurulması, Narsist merhametle”38 gelen kozmopolit burjuva yaşam tarzının saldırılarla yıpratılmasına olan tepki ve uluslar arası terörün ABD çıkarlarını doğrudan etkiler hale gelmesi ve Amerikan sermayesine yönelmesidir. Zira terörist saldırılara en çok maruz kalan küreselleşme ve sömürünün aracı kurumları görülen iş çevreleridir. “Amerikan sermayesi hızlananan küreselleşme sürecinde Dünya Bankası Ve IMF gibi uluslararası kuruluşlarında desteği ile sürdürdüğü dünyayı parselleme ve ülke pazarlarını fetih etme mücadelesinde terör örgütlerinin direniş ve saldırıları ile karşılaşmıştır. 

Bunun karşılığında ise 11 Eylül saldırıları bahane gösterilerek ABD’deki siyasi ve askeri karar mercileri ticari, sermaye, silah sanayicileri ve onların medyadaki iş birlikçilerince kışkırtılarak, Amerikan ordusunun gücü küreselleşmeye karşı direnen ülkelere karşı kullanılmaktadır.”39 “Yaratılan terör mitinin arkasında yatan neden dünya imparatorluğudur. 11 Eylül güvenlik sorunlarını yeniden hortlatmıştır. ABD terörle mücadele kapsamında çıkmazı iki noktaya dayanmıştır birincisi saldırının şoku ikincisi düşmanın tanımlanmasındaki belirsizliktir. Aslında Soğuk Savaş sonrası dönemde devletlerin ulusal güvenliklerine en büyük düşmanlarsan biri de terörizmdi.

Ancak bu 11 Eylül’ e kadar anlaşılamadı. ‘Saldırı sonrası batılı başkentlerde yapılan değerlendirmeler sonucunda terörizm 21.yüzyılın en büyük tehdidi ilan edilmiş ve hatta henüz tanımlanamamış bir düşmana karşı NATO ülkeleri ilk defa ittifak anlaşmasının 5. Maddesini harekete geçireceklerini açıklamışlardır.”40 “ABD’nin Soğuk Savaş sonrası terörü baş düşman ilan ettiği bu konuda müttefiklerini de iknaya çalıştığı bilinen bir durumdu ama burada yeni olan bir taraf vardır: O da, terörü destek veren teröristleri destekledikleri düşünülen
ülkelerinde düşman ilan edilmesiydi.”41 ABD kanıt toplayıp yargı önüne çıkmak yerine saldırıyı dünyaya savaş olarak empoze etmeyi yeğledi ve ciddi kanıtların bugün olup olmadığı da hala bilinmiyor. Teröre karşı savaş için meşru bir zemin hazırlandı ve BM Güvenlik Konseyi uluslararası terörün mali ve lojistik kaynaklarının kurutulmasını hedefleyen kararı kabul etti üyelerin de kabul etmesi zorunlu kılındı.

“Soğuk Savaş sonrası dönemde, ABD hegemonyasının küreselleşmesi ve devam ettirebilmesi önünde engel olarak görülen büyük devletlerin yerini, 11 Eylül’den sonra terörist şebekeler ve onlara destek olan haydut rejimler almıştır. ABD bu yeni tehdit algılamasına paralel olarak ulusal güvenliğine potansiyel tehdit ve tehlike teşkil edenlere yönelik önleyici saldırı (preventive attack) yöntemini kullanmaya başlamış, bunu aynı zamanda tüm dünyanın güvenliği için yaptığını söyleyerek meşrulaştırmaya çalışmıştır. Ancak gerek 11 Eylül saldırılarından yaklaşık bir ay sonra başlayan Afganistan’ın işgalinin, gerekse Mart 2003’te başlayan Irak’ın işgalinin siyasal, ekonomik ve toplumsal sonuçları, yapılanların ABD’nin hegemonyasını küreselleştirmeye ve pekiştirmeye yönelik stratejinin adımları olduğunu tüm dünyaya göstermiştir.”42

“ABD’nin 11 Eylül saldırılarının ardından izlediği dış politikanın amacı; sadece hegemonyasının önünde engel olan rakip güçlerin gelişmesini engellemek değil, aynı zamanda tüm uluslararası sisteme mutlak egemenliğini kabul ettirmek olmuştur. Bu amaç doğrultusunda oldukça saldırgan ve tek yanlı bir dış politika yönelimi içine giren ABD, tarihinde ilk defa aşırı yayılmaya başlamıştır.”43

“Saldırıların ardından teorik açıdan olmasa da pratik açıdan önemli bir değişim gösteren Amerikan dış politikası, daha “saldırgan” ve “tek yanlı (unilateral)” bir eğilim sergilemiştir. Bu yeni dönemde, ulusal çıkarlarına yönelik potansiyel veya gerçek olarak algıladığı herhangi bir tehdide karşı eylemde bulunabilme anlayışını benimseyen ABD, “önleyici (preventive)” ve “önlem alıcı (pre-emptive)” saldırı düşüncelerini dış politika eğiliminin merkezine oturtmuştur.”44

11 Eylülle gelen kırılma noktası şudur: “11 Eylül sonrasında güvenlik kavramı geleneksel anlamından uzaklaşmış, iç ve dış güvenlik ayrımı buharlaşmış ve güvenliğin daha militarize edildiği bir süreç başlamıştır. Bu süreçte güvenlik uğruna temel hak ve özgürlüklerden vazgeçilebileceği inancı yaygınlaşmıştır.”45 Güvenlik fetişizmi denilen bir boyuta ulaşan bu aşırı güvenlikçi anlayışın temel haklar üzerindeki hasarını azaltabilmek için demokratik kolluk anlayışı yerleştirilmeliydi. ABD 11 Eylül olayı sonrasında hegemonik bir güç olmaktan çıkıp sömürü ve kontrol politikasına yönelen bir ülke haline gelmiştir. Bunun nedeni olarak da küresel terörle mücadele ve demokrasi yayma gerekçe gösterilmiştir.

“Nitekim iş başına geldiğinde Amerika’yı füze savunma sistemleri ile donatmayı hedefleyen Bush yönetimi terör eylemlerinden sonra savunma stratejisini global menzilli terörizmle mücadele etmeye yönelmiştir.”46

“Yeni savunma politikası 31 Aralık 2001 tarihinde Kongreye verilen Nükleer Tertiplenme Gözden Geçirme (NPR) dokümanında, yeni nükleer doktrin ile birlikte ifade edilmişti. NPR, nükleer ve konvansiyonel tüm silahlı kuvvetlerin kullanımı ile ilgili bir strateji ortaya koymakta idi. ABD savunma sisteminde yeni bir dönemi ifade eden bu stratejinin üç kurgusundan ilki saldırgan vuruş sistemleri idi. Diğer ikisi ise ortaya çıkacak tehditlere karşı zamanında karşı koymak için yeni kabiliyetler sağlayacak savunma sistemi ve savunma alt yapısı idi. Yeni dönemin bu üç kurgusu komuta ve kontrol, istihbarat ve analiz sistemleri ile yeni kurulan Stratejik Komutanlık (STRATCOM) bünyesinde yer alacaktı.”47

Neo-conların/Yeni Muhafazalkarların Etkisi: “Yeni muhafazakâr grup, Soğuk savaş yıllarında ABD’nin dış politikasında sergilediği sert politikayı 1990lı yıllarda Amerikan iç siyasetinin temel konularında göstermeye başlamıştır.”48 1970’lerden itibaren Amerikan siyasetinde etkili olmaya başlamıştır ve liberal politikaların ahlaki çöküşe, suç ve çözülmeye yol açacağından yola çıkarak ahlaki içerikli bir siyasetin oluşumuna neden olmuşlardır.

  “Başkanlık kurumunun gücünün artması ve siyasi partilerin öneminin azalması ile halkın çoğunluğunun istekleri dışında özel hedefleri ve çıkarları olan gruplar Amerikan yönetiminde oldukça güç sahibi olabilmektedirler. Bunlara en iyi örnek son yıllarda dış politika alanında etkin olan yeni muhafazakârlardır.”49 “Reagan döneminde Sovyetlere "şer imparatorluğu" denmesini sağlayan onlardır. Clinton döneminde güçlerini arttıran ancak istedikleri etkinliği gösteremeyen bu ekip için George W. Bush iktidarı büyük bir fırsat oldu.”50

Yeni muhafazakârlar uluslararası siyasette iyi kötü ayrımı yaparlar ve Amerikan değerlerinin iyi olduğunun dünyaya demokrasi ve insan haklarını getirirken gerekirse askeri güç kullanabileceğini savunurlar. Bu yüzden ABD dış politikası aktif olmalı ve Başkan dış politika ve asker kullanma konularında tek yetkili olmalıdır. Zira Yeni muhafazakârlar güçlü bir başkanlık kurumundan yanadırlar. Onlara göre ABD dünyaya hegemonyasını kurarak barışı getirebilir. Yeni muhafazakârlar Irak işgalinde etkili olup özel hedefleri olan gruplardır.

Avrupa çok fazla idealist olduğu için uluslar arası kuruluşlarda ABD’nin hareket alanını sınırladığı için eleştirilir. Bu bağlamda emperyal başkanlığın gelişimine de katkıları olmuştur.
Savunma bakanlığı ve beyaz saray ulusal güvenlik konseyinde çeşitli görevlere gelmişlerdir.

   Bush un seçilmesi ile cumhuriyetçiler hem yasama hem de yürütme organında etkili olmuşlardır böylece bölünmüş hükümet meydana gelmiş ve başkan yasama ve yürütme eğilimlerini ele almıştır. Richard Cheney ve Donal Rumsfeld Amerikan hegemonyasının özellikle Ortadoğu’ya genişletilmesini savunup başkanlık kurumunun ulusal politikada hâkim olmasını istemiş, emperyal başkanlığa katkılarda bulunmuştur. Oğul Bush denemi yeni muhafazakâr ekibine göre ABD Soğuk Savaştan galip çıkmış tek devlettir ve bu gücünü kullanmaktan çekinmemeli engel çıkarsa ortadan kaldırmalıdır. Oğul Bush ilk dönem başkanlığında Kyoto Protokolünü imzalamaması tek taraflı Ulusal Füze Savunma Sistemini oluşturması bu politikayı izleyeceklerinin bir örneğidir. Ayrıca 2002 Ulusal Güvenlik Strateji belgesi de bunun açık bir ilanıdır. Yeni muhafazakârları geleneksel muhafazakârlardan ayıran devlet müdahaleciliğine verdikleri büyük önemdir. “Bush’un 2002 Ulusal Güvenlik Stratejisinin başında belirttiği gibi ABD’nin iddiası basit bir ulusal savunma ölçütünün çok ötesindedir. Bu iddia dünyada özgürlüğü hâkim kılacak bir hakça barışın tesis edilmesidir. Bu açıdan dünyada sadece barış ortamının varlığı yeni muhafazakâr siyaset için yeterli değildir.

ABD hakça barışı tesis etmek için mevcut barış ortamına müdahale edebilir. ABD yine aynı belgede belirtildiği gibi yeni bir güç dengesi kurma iddiasındadır.”51

G.W. Bush dönemi dış politikasının üç önemli hedefi güvenlik ve askeri tavırda değişimlere neden olmuştur. Bunlar; 1-terörle savaş, 2-askeri potansiyelin modernizasyonu ve geliştirilmesi, 3-yeni petrol miktarlarının ihracatıdır. Tüm bunlar tek bir güvenlik konsepti altında birleştirilmiştir. Bu değişimin etkilerini görebilmek için ABD’nin bazı bölgelerdeki aktiviteleri incelenmelidir.

1-Küresel Terörle Savaş:

Bush’un temel teoremi şuydu: “Terörle olan mücadelemiz El Kaide ile başlamaktadır, ancak küresel çapta hareket eden her terörist grubu bulup, durdurana ve yenene kadar devam edecektir. Bu sefer kesinlikle bazı ceza aksiyomları veya büyük bir muharebe ile bitmeyecek.

Tam tersine çeşitli muharebe alanlarında ve açık yahut gizli aksiyonlarla sürdürülen uzun bir sefer olacak.”52 Bush teröristleri sonuna kadar kovalayacaklarını da eklemiştir.

2-Askeri Düşüncede Devrim:

“Bu yeni yapılanma için iki stratejik temel açıklandı. Birincisi; ABD askeri gücünün yenilmezliğini garanti altına almak ki bunun için etkili bir roket savar sisteminin üretilmesini ve ABD’nin ileri teknoloji silahları alanındaki üstünlüğünün korunmasını sağlamak gerekiyordu. İkincisi ise; ABD’nin İran, Irak ve Kuzey Kore gibi bölgesel düşman ülkelere saldırma ve yenme yetisini geliştirmek.”53 Bush birinci hedefe ulaşmak için ‘NATİONAL MİSSİLE DEFENSE’ olarak adlandırılan program ile ABD’nin 50 eyaletini korumayı amaçladı. Ayrıca gelişmiş sensorik enstrümanlara sahip olunması gerektiğini vurguladı. İkinci hedefe ulaşmak içinse ‘POWER PROJECTİON’ yani her potansiyel düşmanı yenecek düzeyde olan ABD ordularının uzaklardaki savaş alanlarına gönderilmesi yapısal gelişimini formüle etti. Bunun için yeni yüksek teknolojili silahlar alınmalı ve insansız uçaklar geliştirilmeli idi. “Bush’a göre ABD silahlı kuvvetleri gelecek yüzyılda hızlı, hareketli ve ölümcül olmalıydı.”54

“ABD savunma stratejisine temel teşkil eden tehditler dört ayrı grupta tanımlanmıştır:

1. Askerî kabiliyet ve kuvvetleri ile rakip ve çatışma olasılığı olan devletlerin oluşturduğu geleneksel tehdit. 
2. Konvansiyonel olmayan (klasik savaş dışı) metotlar kullanan kuvvetli rakiplerin oluşturduğu düzensiz tehdit. 
3. Kitle imha silahlarını edinme gayreti, sahip olma ve kullanma şeklinde ortaya çıkan tehdit. 
4. ABD’nin sahip olduğu temel operasyonel üstünlüklere meydan okuyacak teknolojileri geliştirme ve kullanma gayreti içindeki ülkelerden gelen tehdit.”55

3-Petrol Kaynakları

a- Körfez Bölgesi: “Washington, körfez bölgesinden gelen sürekli petrol teslimatının herhangi bir şekilde tehlikeye girmesini engellemede kararlıdır. Ayrıca Iraktaki petrol rezervlerinden Rus, Çin ve Avrupa tekellerinin yararlanması yerine ABD tekellerinin faydalanabilmelerini güvence altına almak istemektedir.”56

b- Orta Asya Ve Kafkaslar: Amaç bölgeye ABD güçlerinin konuşlandırılması ve Taliban rejimine karşı operasyonlar düzenlemenin yanı sıra bölge doğal gaz ve petrolünü Batı piyasalarına aktaracak olan boru hatlarının korunmasıdır da. Bu bağlamda ABD Gürcistan ve Kazakistan da askeri birliklerini konuşlandırdı.

c-Kolombiya: Siyasi şiddet ve gerilla örgütleriyle mücadelenin yanı sıra ülke içinden çıkarılan petrolü taşıyan boru hatlarının korunması ABD tarafından sağlanmıştır Afganistan Müdahalesi: “ABD ve İngiltere 7 Ekim 2001’de Afganistan’a karşı ‘Kalıcı Özgürlük’ (Operation Enduring Freedom) adı altında askeri bir operasyon başlatmış; BM Güvenlik Konseyi’nin açık bir yetkilendirmesi olmaksızın başlattıkları operasyonu, BM Antlaşması’nın 51. Maddesinde yer alan meşru müdafaa hakkına dayandırmışlardır. Ancak saldırılar sonrasında, durum ile ilgili Güvenlik Konseyi tarafından çeşitli kararlar alınmış olmakla birlikte, ilgili kararlarda ne operasyona izin veren ne de saldırıların faillerini belirleyen açık bir ifade kullanılmıştır. Belirtilen gelişmelerin cevabı Bush Doktrini’nin içinde gizlidir. 

   ABD Başkanı Bush döneminin dış politikasında izlenen yeni strateji; kitle imha silahlarına sahip olanlar ya da kitle imha silahlarına sahip olan devletlere ve teröristler ile terörizme yataklık yapan devletlere karşı daha henüz tehditler tam olarak oluşmaksızın kuvvet kullanılmasını öngörmektedir. Bush Doktrini olarak nitelendirilen söz konusu durum, saldırı yeri ve zamanı belirli olmasa da önleyici askeri müdahalenin varlığını kabul etmektedir.”57

Uluslararası toplum destekli bir hükümet kurulur ve ABD askerlerini bölgede konuşlandırır. Bush Doktrininin Reagan Doktrininden farkı 2/4. maddenin ihlali olmayan durumlarda bile, önceden öngörülmesi mümkün olmayan tehditlere karşı da meşru müdafaa hakkının kullanılabileceğini ileri sürmektedir. Bush doktrini meşru müdafaa hakkının ötesine geçmiş ve uluslararası hukuk kuralı ihlali yapmıştır. Ve bu kararına meşruluk kaynakları aramıştır. Güvenlik Konseyi, 1368 sayılı karar ile uluslararası barış ve güvenliğin tehdit edildiğini saptayarak 39. maddenin kendisine verdiği yetkiyi kullanmış; fakat bunun dışında Anlaşma’nın diğer hükümlerine göre bir yetkilendirme yapılmamıştır. Bununla birlikte hem 1368 hem de 1373 sayılı kararda, Anlaşma’nın 51. maddesinde düzenlenen bireysel ve ortak meşru müdafaa hakkı doğrulanmıştır. “Birleşmiş Milletlerde yürütülen çalışmalar, dünya çapında terörist faaliyetlerin sona erdirilmesi yönünde etkili olmakla birlikte, bu etkinin derecesi beklentileri karşılamaktan uzaktır. Teşkilatın hazırladığı sözleşmelerin hiçbirinde ve
oluşturulan çalışma gruplarının raporlarında, terörizmin kapsamlı bir tarifinin hala yapılamamış olması düşündürücüdür.” 58 

  Artık 11 Eylülle, soğuk savaş sonrası dönemde yürürlükte olan “barışı sağlama ve muhafaza etme” güvenlik yaklaşımlarını geride kalmış, içeriğinde kimyasal ve biyolojik silâhların üretimi ile kitle imha ve nükleer silâhların kontrolü
gibi konuların bulunduğu güvenlik yaklaşımlarının ön plâna çıkmıştır. Afganistan savaşından sonra uluslar arası yeniden yapılanma süreci ve Demokrasi İhracı Projesi önem kazanmıştır.

ABD’nin güvenliği açısından önemli belge bir belge olan (QDR2001) de şu konulara yer verilmiştir: ‘Dört Yıllık Savunma Değerlendirme Raporu, yeni küresel sistemi tehdit edecek durumlarda ABD’nin zorla girme, işgal etme, siyasi müdahalede bulunma, rejim değiştirme gibi yöntemlere başvurmasını benimsemekte ve tüm coğrafi alanların küresel çıkar yönünde hareket eden ABD’ye açık olması gerektiğini vurgulamaktadır. 59

 Yeni stratejik ortamda düşmanın belirsizliği ve buna karşı durabilmenin önemini vurgulamaktadır.

QDR1997’den farklı olarak ABD’nin hegemon konumu kalıcı ve müttefiklerinin refahı için gerekli görülüyor. Yeni konsept bilinmeyen bir düşmana bir hazırlık hem de küresel düzeyde ve uzayda ABD’nin hegemonyasının kurulmasına dikkat çeker. “ QDR2001 ABD’nin ulusal çıkarlarının global olduğunu saptıyor.”60Yeni Stratejik Çerçeve bölümündeki yeni caydırıcılık prensibi, var olan düşmana değil de olası bir düşmanın yaratabileceği olası tehditlere karşı konuşlanmayı, sürekli bir militarizmi gündeme getiriyor. Çünkü ABD esas olarak belirgin bir
düşmana değil belirsiz bir düşmanın olası olanaklarına ilişkin kendi tasarımlarına göre hazırlık yapmayı hedefliyor. 

Raporda sürekli olası düşmanlardan bahsedilmesi silah satıcılarına gün doğuruyor. “QDR2001 de ilginçlikler de var. 

Bunlardan biri ABD’nin dünyanın geri kalanına adeta kutsal bir savaş açmış olmasıdır. Düşman özgürlüğe karşı bir düşmandır ve ABD idealini korumak 
için kutsal savaş açıyor, düşman soyut bir düşmandır.

İkincisi: ABD eşittir dünya ve ABD’nin ulusal çıkarları küresel. Bu küresel bir hegemonya, bir imparatorluk anlamına gelir. “61

“20 Eylül 2002 de Başkan Bush Ön Alıcı Güç Kullanımı Stratejisine geçildiğini resmen açıklamıştır. Bu doktrin ABD’nin istediği zaman istediği yere ya NATO ile ya da tek başına müdahale edebileceğidir.”62 ABD Başkanı Bush, 20 Eylül 2002’de yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni açıklamış ve Başkan Clinton’ın stratejisinden ciddi bir kopma meydana gelmiştir. Söz konusu belgede, “ABD’nin yeni dış politikasının neleri kapsadığı açıkça ifade edilmiştir. Öncelikle, düşman devletlere ve kitle imha silahlarına sahip olmak isteyen teröristlere karşı askeri müdahalede bulunulacağı açıklanmıştır. İkinci temada, stratejik olarak Amerika’nın kendi askeri gücü ile başka herhangi bir yabancı gücün rekabet edemeyeceğini belirtmiştir. Üçüncü olarak, ABD stratejisine göre çok taraflı uluslararası işbirliğine taraf olunmakla birlikte kendi güvenliği ve ulusal çıkarlarını korumak adına tek taraflı hareket etmekte tereddüt edilmeyeceği açıklanmıştır. Son stratejik amaç ise, özellikle Müslüman ülkeler başta olmak üzere demokrasi ve insan haklarını dünyaya yaymaktır.”63 “Adı geçen
stratejide 4 ana başlık oluşturulmuştur: 

1-Önleyici Savaş 
2-Askeri müdahale ve öncecilik 
3-Yeni karşılıklılık 
4-Demokrasiyi Yayma.” 64 

ABD, ulusal güvenliğini NATO zemininde, dost ve müttefikleri çerçevesinde küreselleştirmiştir. 2002’deki Afganistan işgali küresel terör tehdidine dayandırılmış,  uluslararası kamuoyunda kabul görmüştür. ABD, Eylül 2002 Ulusal Güvenlik Stratejisi kapsamında, uluslararası hukukta yer almayan ‘önleyici savaş’ kavramını, Afganistan ve Irak işgali dâhil, uluslararası pek çok operasyonda ulusal güvenliği açısından meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanmış tır. “Bush dönemi Ulusal güvenlik stratejisi kendisine koymuş olduğu bu amaca ulaşmak için de sırası ile şunları yapmayı öngörmektedir:


1-İnsan onurunun her şeyden önce gözetilmesi, 
2-Küresel terörizmi bertaraf etmek için ittifakları güçlendirmek ve Birleşik Devletler ve dostlarına karşı olan terörist saldırıları önlemeye çalışmak, 
3-Bölgesel çatışmaları yatıştırmak için başkaları ile birlikte çalışmak, düşmanların Birleşik Devletleri, müttefiklerini ve dostlarını kitle imha silahları ile tehdit etmelerinin önüne geçmek, 
4-Serbest piyasalar ve serbest ticaret ile küresel ekonomik büyümenin yeniçağını başlatmak, 
5-Toplumları dışa açarak ve toplumların içlerinde demokratik kurumlar inşa ederek gelişmişlik dairesini genişletmek, 
6-Küresel gücün diğer başlıca odakları ile ortak eylemler için gündemler geliştirmek, 
7-Amerika’nın Ulusal güvenlik kurumlarının yirmi birinci yüzyılın şartlarına ve meydan okumalarını karşılayabilecek şekilde dönüştürmek ve küreselleşmenin zorlukları ile mücadele ederken sunduğu fırsatları da değerlendirmek.” 65 

   “Bu stratejiler hakkında ayrıntı verecek olursak; İlk madde bağlamında, ABD insan onurunun savunucusu olacağını, insan haklarını yok sayan hükümetlere baskı uygulayacağını, demokrasi yolunda ilerleyen ülkeleri ödüllendireceğini belirtmiştir. İkinci madde içerisinde; küresel teröre karşı uzun dönemli mücadele edileceği, sadece Afganistan’da değil Kuzey Amerika, Güney Amerika, Avrupa, Ortadoğu ve Asya boyunca teröristlere karşı savaşılacağını, terörizmin finans kaynaklarını keseceğini, destekleyen ülkelere de karşı olacağını ulusal ve uluslararası her güç öğesinin kullanılacağını, kitle imha silahlarının arındırılmasını sağlayacağını, gerektiğinde yalnız başına da hareket edeceğini, FBI’ ın yeniden düzenlenmesini içeren anavatanı koruma planını uygulayacağını belirtir. Üçüncü madde ise yerel kriz dönemlerinde bunlar için kaynak hazırlanacağını belirtir. Bu bağlamda ‘İsrail-Filistin anlaşmazlığı ABD için önemlidir çünkü bölgede insanlar acı çekmektedir, bunun ötesinde ABD ’nin İsrail ve anahtar konumdaki Arap devletleri ile yakın ilişkileri vardır ayrıca bölge Birleşik Devletlerin diğer küresel öncelikleri açısından bir öneme sahiptir.

Birleşik Devletler İsrail ile yan yana yaşayan bağımsız demokratik Filistin’in yanında yer alacaktır. İsrail’in de Filistin’de demokrasinin güçlenmesinde çıkarları olacaktır.”66

“Stratejide Güney Asya da Hindistan ve Pakistan üzerinde durulmuştur. Bu ülkelerle güçlü ilişkiler kurulası gerektiğinin altı çizilmiştir Zira Bush hükümeti Hindistan’ın 21.yüzyıl’ın güçlü demokrasilerinden olacağını düşünmektedir. Endonezya etnik azınlıklara saygı gösteren ve hukuk kurallarına saygı duyan, serbest piyasaları kabul ederek içinde bulunduğu bölgede bir güç haline gelmekte olan bir ülke olarak kabul edilmiştir. Meksika, Brezilya, Kanada, Şili, Kolombiya gibi müşterek öncelikleri olan devletler ile esnek koalisyonlar gerçekleştirilmesi öngörülmüş Bu bölgenin demokrasinin yuvası haline gelmesini desteklemiştir. And Dağları uluslarını ekonomilerini iyileştirmeleri kendi kanunlarını uygulayabilmeleri terörist örgütleri ortadan kaldırmaları ve uyuşturucu teminine son vermelerine yardım edebilmek için etkin bir strateji geliştirmiştir. Kolombiya’ya kendi demokratik kurumlarını güçlendirmesi kanundışı  silahlı gruplar ile mücadele etmesi için yardımcı olunmaya çalışıldığı belirtilmektedir. Afrika bağlamında ise Avrupa devletleri ile birlikte açlık, salgın ve terörizmin önlenmesi için çalışmalar yapılacağı belirtilmiştir. Yakın tehlike konseptini bugünkü düşmanların hedef ve imkânları na uyarlanmalıdır. ABD gerekirse önleyici eylemlerde bulunacak, istihbarat yetenekleri inşa edecek, askeri kuvvetlerini hızlı ve etkin hareket etmeleri için dönüştürecek.

   Dördüncü maddeye göre; ulusal güvenlik için küresel ekonomik büyümenin serbest ticaret ile sağlanmasıdır. Zira güçlü bir ekonomi ABD’nin güvenliğine katkıda bulunacaktır. Bu nedenle Japonya ve Avrupa’nın da güçlü ekonomiye sahip olması küresel güvenliğe ve ABD’nin güvenliğine hizmet edecektir. Kriz çıkmadan önlemesi ve IMF’nin destek verici olacağı vurgulanmıştır. ‘Bu plan küresel anlamda girişimciliğin desteklenmesi, yerel endüstri ve işçilere yardım edilmesi, çevrenin ve işçilerin korunması, enerji güvenliğinin tesisi, iki taraflı
serbest ticaret antlaşmaları yapılması vb öngörüleri içinde barındırmaktadır.”67 “Beşinci maddeye göre; Dünya kalkınma çemberi genişletilmelidir. ‘Ulusal reformlarda güçlükler yaşayan ülkelere kaynak temin edilmeli, hayat standartlarının artırılması için Dünya bankası ve diğer kalkınma bankaları etkinliklerini artırmalı, kamu sağlığını korumak, çocukların daha iyi eğitim almasını sağlamak, tarımsal kalkınmaya yardımı sürdürmek.”68Altıncı maddeye göre; NATO transatlantik demokrasi ittifakının kolektif savunucusu haline gelecek, stratejiler özgürlükten yana ülkelerle koalisyon kurularak sürdürülecek bu bağlamda özellikle Avrupa ve Kanada’nın işbirliği önemlidir, ortak amaçları güden ülkelere NATO üyelik yolu açılmalı, Asya’daki dostlukları ilerletmek için Japonya’nın öncü bir rol oynaması için bastırmaya devam edilmeli, Kore’de istikrar sağlanmalı, ASEAN gibi kurumlarla bölgesel ya da ikili stratejiler kurulmalıdır. Soğuk savaşın aksine ABD-Rusya ilişkileri terörizme karşı savaşta kesişmekte ve Rusya’nın DTÖ girişi kolaylaştırılmalı, ABD ve Rusya’nın artık stratejik rakipler olmadığı gerçeği görülmüştür. Moskova Stratejik İndirim Antlaşması ve bu yeni gerçeğin simgesidir. Çin’in demokratik gelişimi büyük öneme sahiptir. Çin ile terörizme karşı diyalog başlamıştır ancak ortak sağlık ve çevre tehditleri konusunda tehlikeler sürmektedir.

Çin’in komünist parti yönetimi altında olması da özgürlükler için bir engeldir.  Son Madde;

Ulusal güvenlik kurumlarının 21. yüzyılın şartlarına göre geliştirilmesinin gerekliliği üzerinde durulmuştur. ‘Kişisel ve ulusal görüşlere göre kullanılabilen, hatta kullanılması gereken karşı konulamaz bir askerî güce küresel anlamda ulaşma emeli, yeni güvenlik stratejisinin bir parçasıdır. Silahlı kuvvetler müttefik ve dostları sağlama almalı, gelecekteki askeri rekabetleri önlemeli, Batı Avrupa ve Kuzey Doğu Asya da üsler kurulmalıdır. Başkan Bush iktidara geldiğinde ABD 300 milyar dolar civarında harcama yaptı. Böylece, büyük savunma giderleri  herhangi bir yerde herhangi bir kimseyi caydıracak güveni sağlayacaktır. Başka hiçbir güç Amerika’nın askerî üstünlüğüne meydan okuyabilecek durumda olamayacaktır. Dolayısıyla, bu durum açıkça kendi üzerine bir silâh yarışı alan bir süper güç tarafından alkışlanmaktadır. Dahası, bu strateji açık bir şekilde ön almaya, hatta önlemeye yönelik askerî eylemin olanaklılığına değinmektedir. “ABD’ li personel ve resmi görevlilerin korunmasını temin etmeyi ve arttırmayı hedefleyen Amerikan Askerlerini Koruma Yasa’sını sonuna kadar  uygulayaca ğız”   69 Kısacası, yeni strateji üstünlük, ön alma ve önleme unsurlarının küresel bir bağlamda ulusal haklar ve sorumluluklar olmasını talep etmektedir.70

Irak Savaşı: “ABD 25 Ekim 2002 de teröre yataklık ettiği veya edeceği ve silahsızlanma konusundaki yükümlülüklerini ihlal ettiği ve elindeki kitle imha silahlarını sorumsuzca kullanacağı gerekçeleri ile BM Güvenlik Konseyinin izni olmaksızın oluşturulacak bir koalisyon ile Irak’a karşı kuvvet kullanabileceğini resmen açıklamıştır.”71 Güvenlik konseyi ise alternatif yollar aramış ve ihlalleri kabul edilebilir bir davranış gibi gösteren ‘yatıştırma’ teorisini kullanmıştır. Konsey 1483 sayılı kararla ABD ve İngiltere’nin birleşik bir komutanlık altında işgalci güç statüsünde bulunduğunu ve işgal gücü olarak uluslararası hukuk uyarınca özel yetkilere sahip oldukları açıklanmıştır. BM ve uluslararası hukuk ABD tarafından sçici ve ayrımcı bir biçimde işletilmiştir. Bu gelişme insanlık yararına yürütülen terörle mücadelenin Pax Romana’ ya benzeyen Pax Americana ile yani hegemon bir uluslararası hukuk sistemiyle sonuçlana bileceğini vurgulaması açısından önemlidir. 2003’teki savaşın nedenleri şunlar olarak gösterilmiştir: Irak’ın kitle imha silahları bulundurması(ispatlanamadı), El Kaide örgütü ile bağının bulunması ve demokrasi getirmek istenmesi. Demokrasi önemli bir konudur lakin uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması demokrasi  den daha önemlidir. İşgali insani müdahale ile açıklamak BM Antlaşması, örf ve hukukuna aykırı olduğu için doğru değildir. Lakin ABD’nin asıl niyeti bu değildir. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

11 EYLÜL ÜN ABD GÜVENLİK POLİTİKASINA ETKİLERİ. BÖLÜM 1

11 EYLÜL ÜN ABD GÜVENLİK POLİTİKASINA ETKİLERİ. BÖLÜM 1 




Kübra Deren Ekici
* Öğretim Görevlisi, Yalova Üniversitesi 
ULUSLARARASI GÜVENLİK KONGRESİ - 2013 KOCAELİ..


Özet

11 Eylül 2001 de El Kaide militanları tarafından New York’taki dünya ticaret merkezine iki uçakla saldırı düzenlenmesi ardından paralel süreçte bir başka uçağın Amerikan askeri gücünün simgesi Pentagon’u hedef alması ve ardından kaçırılan üçüncü yolcu uçağının ise muhtemelen Beyaz Saray olarak belirlediği hedefine ulaşmadan düşmesi ile Amerikan ekonomik ve askeri sembolleri zarar görmüştür. Bu büyük şokun ardından artık söylem "Soğuk savaş döneminde güvenlik yoktu fakat istikrar vardı geçen on yılda ise güvenlik vardı fakat istikrar yoktu. 11 Eylülden sonra ise bu denklem güvenlik yok istikrar da yok" şeklini almıştır. ABD 11 Eylül ile asimetrik tehdidin önemini kavrarken teröre karşı küresel bir savaş içerisine girmiştir. Bu bağlamda önce Şer Ekseni’ni çizmiş ardından teröre karşı ilan ettiği top yekûn savaşla, dış ilişkilerinde yeni bir dönem başlatmıştır. İlan edilen Bush Doktrini ile yeni ulusal güvenlik stratejisini siyasi ve ekonomik özgürlükler aracılığı ile insanlık onurunu yüceltmek, terörizm ve kitle imha silahlarına karşı dünyanın güvenliğini sağlamak olarak tanımlamış  tır. Teröre destek veren tüm ülkeler düşman listesine eklenirken Afganistan ve Irak müdahalelerinde bulunulmuştur. ABD bir yandan terörle mücadele ederken bir yandan da tepki çeken sert önlemler almıştır.


Giriş

11 Eylül 2001 saldırıları küresel dünyada terörizmin varlığını bir kez ve daha güçlü bir şekilde gündeme getirmiştir. Henüz tanımında dahi birliğe varılamayan bir kavramın dünya hegemonuna yaşattığı ağır kayıplar güvenlik politikasında da değişikliklere neden olmuştur.

Zira “Terörizmin ne uluslararası hukuk biliminde ne de uluslararası hukukun en önemli süjesi olan devletlerarasında genel kabul görmüş tek bir tanımı yoktur. Hatta aynı devletin farklı kurum ve organlarının bile terörizm hakkında yaptığı tanımların değiştiği görülmektedir.”1

Terörün gelişimini genel olarak 3 dönem halinde açıklayabiliriz: Birinci dönem 19. yüzyıl terörün oluşumu; bu dönemde terör sanayileşme ve kentleşmesini devam ettiren Batı ülkelerindeki işçi hareketleri ile ortaya çıkmıştır. İkinci dönem 20.yüzyılda; bağımsızlık hareketleri nedeniyle ön plana çıkan terör olayları belirgin olsa da daha baskın olan söylem Soğuk Savaş Terörü olmuştur. Soğuk Savaş Terörü devletlerin bizzat terör uygulaması anlamına gelmemektedir. Soğuk savaş terörü doğu ve batı bloklarında yer alan devletlerin karşı tarafla mücadele eden terör örgütlerini yoğun bir şekilde desteklemeleri sonucunda oluşur. Üçüncü dönem ise; Soğuk savaş sonrası yaşanan gelişmeler sonrasında ortaya çıkmıştır. Soğuk savaşın galibi olan Amerika Birleşik Devletleri artık tek kutuplu dünyanın lideri olmanın verdiği özgüvenle uluslararası sözleşmelere daha az uyan, kimlerin haydut devlet olacağını, cezalandırılacağını belirleyen bir konuma yükselmiştir. 11 Eylül ile beraber terörizm süper güç olan ABD’ye yönelmiş, binlerce kişinin ölmesine sebep olmuş ve milyonlarca dolar zarar meydana getirmiştir.

ABD’nin dünyaya açılımı üç aşamada gerçekleşmiştir. İlki 1898 İspanya Savaşı ve ilk sömürge olan Filipinlerin alınmasıyla ABD’nin emperyal güç haline gelme yolunda ilk adımı atmasıdır. İkinci adım Birinci Dünya Savaşı’na giriş ve Wilson’un evrensel fikirlerini belirterek izolasyonist politikayı bitirme girişimi fakat Kongre engeline takılmıştır. Son adım ise İkinci Dünya Savaşı sonrası izolasyonist politikanın aşılması ve dünyaya barış ve özgürlüğü getirme misyonu adı altında dünyaya açılım. 11 Eylül ise bu hegemonyanın imparatorluğa dönüş aşaması gerekçesi olmuştur. Hegemonya ve imparatorluk farklı şeylerdir zira hegemonyada kuvvet ve rıza birlikte yürürken imparatorlukta salt tek taraflı ve baskıcı tutum vardır.

ABD’nin 11 Eylül saldırıları sonrası, küresel teröre karşı geliştireceği stratejiler uluslararası kamuoyu bakımından büyük bir önem arz etmekteydi. Bu çerçevede Afganistan ve Irak’a savaş açan ABD ve müttefikleri, özellikle Irak işgalinden sonra terörle mücadele politikalarında önemli tepkiler almaya başlamıştır. Askeri yöntemlerle sınırları ve hedefleri açık olmayan mücadele şekli başta AB ülkeleri olmak üzere birçok ülkenin ve sivil toplum kuruluşlarının tepkisini çekmiştir.”2 ABD’nin Afganistan’da ve diğer yerlerde ele geçirdiği, gözaltına aldığı terör zanlılarının Guantanamo Üssü’nde mahkemeye çıkarmadan önce uzun süre gözaltında tutması örneğinde görüldüğü üzere insan haklarına saygı konusunda
hassasiyet eksikliği bulunmaktadır. ABD askeri birliklerine çok fazla güvenip aşırı güç kullanmış bu da uluslararası alanda meşruiyetinin zarar görmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda 11 Eylül sonrası süreçte ABD, kuruluşundan beri savunduğu değerler sistemi bakımından önemli tavizler vermiştir ve verilen bu tavizler sonucu terörle mücadelede başarıya ulaşılamamıştır, tam tersine soğuk savaş sonrası dönemde barışık ve huzurlu olmayı bekleyen dünyamız 11 Eylül sonrası süreçte artan terör eylemleriyle daha da güvensiz bir hale gelmiştir.

Soğuk Savaş Dönemi Öncesi Ve Soğuk Savaş Dönemi ABD Güvenlik Politikası Soğuk savaş döneminden günümüze kadar meydana gelen gelişmeler ışığında
ABD’nin 11 Eylül sonrası güvenlik politikasını incelemek yerinde olacaktır. Zira bazı noktalarda 11 Eylül sonrası güvenlik politikalarının geçmiş politikalardan beslendiği görülecektir.

Amerikan dış politikasını belirli dönemler halinde incelemek mümkündür. İlk dönem; Amerikan dış politikasında izolasyonist eğilimin hâkim olduğu dönem olarak adlandırılan 1776-1941 dönemi ABD’nin kendini küresel güç olma yolunda geliştirdiği ve dışa kapalı olduğu bir dönemdir. “Dönemin ABD başkanı Monroe’ nun Aralık 1823’te Kongre’ye sunduğu mesajla deklare edilen Monroe Doktrini ile ABD ilk defa Amerika kıtası üzerinde kendi sorumluluğunu ilan etmiştir. ABD, Avrupa siyasetine karışmama çerçevesinde bir dış politika anlayışı benimsemiş, buna karşılık olarak Avrupa devletlerinin de Amerika kıtasının siyasetine karışmaması gerektiğini belirtmiştir.”3 1898 yılında İspanya ile yaşanan savaş,
ABD’nin küresel hegemon olma mücadelesinin başlangıcı haline gelmiş ve savaş sonunda ABD oldukça net bir başarı elde ederek Küba, Porto Riko, Guam ve Filipinlerin kontrolünü ele geçirirken ayrıca askeri gücünün üstünlüğünü tüm dünyaya kanıtlamıştır. Bu şekilde izolasyonist dış politika eğiliminden kopuşlar yaşansa da bir şekilde bu politikaya geri dönülmüştür. İkinci dönem; “1941 yılında İkinci Dünya Savaşı’na girilmesi ile beraber gerçekleşmiştir. Savaşa girmesinin ardından ABD, küresel hegemon olma mücadelesine uygun olarak izolasyonist politikaları ikinci plana atmış, kendinin ve müttefiklerinin güvenliğini teminat almaya yönelik küresel bir dış politika izlemeye başlamıştır.”4 İkinci
Dünya Savaşı ile Amerika izalasyonist politikayı terk etmiş ve kendi kurumlarını inşa etmeye yönelmiştir. Bu bağlamda siyasi olarak Birleşmiş Milletler, ekonomik olarak Bretton Woods Konferansı güvenlik bağlamında da NATO’yu düzenlemiş tir. Böylece güç merkezi Avrupa’dan Amerika’ya kaymıştır. Ayrıca bu dönemde ABD çok büyük atom bombası gücü olduğunu Pearl Harbor baskını sonrası uluslararası alana resmen ilan etmiştir. Ve ABD hegemonyası da ilan edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası iyimserlik havası çok sürmemiştir zira ABD ve Batılı ülkeler ordularını terhis ederken SSCB tam tersine Kızıl orduyu daha da güçlendirme yoluna gitmiştir. Üçüncü dönem; İkinci Dünya Savaşı’nın
bitiminden 1990ların başına kadar devam eden Soğuk Savaş dönemidir. Zira Amerika-SSCB ittifakının tehlikeye girmesiyle birlikte Soğuk Savaş dönemi başlamıştır. Soğuk Savaş döneminde dünya doğu ve batı olmak üzere iki kutuba ayrılmıştı. SSCB ve ABD güç yarışı içine girmişti. Bu dönemde ABD’nin güvenlik mekanizması yeniden yapılandırıldı. Amerika komünist ideolojinin çok tehlikeli olduğunu ve bunun başını çekenin de SSCB olduğu için bir an evvel denetim altına alınması gerçeğinden yola çıkarak güvenlik politikasını belirledi. Bu
politikanın özünü ise Çevreleme Politikası vermektedir. Buna göre komünizm sadece SSCB den ibaret değildir, Komünizm ABD yaşam tarzına, özgürlüklere, liberalizme, kapitalizme alternatif bir ekonomi modelidir de. Komünizm çekim gücüne sahiptir otoriter ama yeni ülkeler için hızlı büyümeyi vaat eden bir modeldir. Çevreleme politikasının özü komünizmi barındıran ülkeleri sınırlamak, çevrelemektir. Zira domino etkisi ile diğer ülkeler arasında yayılma durumu söz konusu olabilmektedir.“Soğuk Savaş dönemindeki güvenlik algılamalarına bakıldığında, bu algılamaların askeri, ekonomik, ideolojik ve siyasal temellere dayandıkları görülmektedir. ABD, Batı Avrupa’nın SSCB’ye karşı güçlendirilmesi yolunda çaba harcayarak, ekonomik, askeri ve siyasal destek amacıyla Truman Doktrini, Marshall Yardımı ve NATO’yu, SSCB ise Doğu Avrupa ülkelerine destek sağlamak amacıyla ekonomik amaçlı COMECON’u (Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi) ve askeri amaçlı Varşova Paktı’nı oluşturmuşlardır.”5 Bu bağlamda Soğuk Savaş döneminde Amerika’nın güvenlik politikası SSCB’yi ve komünizmi çevreleyip sonlandırmak üzerine kurulmuştur.

Bloklar arası gerilim güvenlik yapılanmalarının sürekli açık kalmasına neden olmuştur. Soğuk Savaş dönemi güvenlik algılamalarının en önemli özelliği tehdit edici unsur olarak devletlerin görülmesidir. Zira bu dönemden sonra ve 11 Eylülle gelen sistemle birlikte güvenlik algısının içerisine küresel terör örgütlü suç şebekeleri, etnik-dinsel nitelikli çatışmalar girmiştir.

“1947 tarihli Ulusal Güvenlik Yasası ile kurulmuş olan Ulusal Güvenlik Konseyi zaman içinde önemi gittikçe artan bir birim haline gelmiştir.” 6 

Görevleri arasında başkana planlar, stratejiler ve beklentiler konusunda tavsiyelerde bulunma, iç-dış-güvenlik politikaları arasında koordinasyonu sağlama, ulusal güvenlik ve çıkar konularında önerilerde bulunma yer
almaktadır. Başkan Nixon ile beraber çalışmaları tamamen başkana bağlı yürütülmeye başlandı. Ulusal güvenlik danışmanı uygulaması ise başkan Kennedy ile başlamış ve devam ettirilmiştir. Ulusal güvenlik danışmanı Ulusal Güvenlik Konseyi’nin de başında bulunup çalışmalarını koordine etmektedir. CIA, Merkezi istihbarat teşkilatı, (Central intelligence agency) 1947 de başkan Truman döneminde oluşturulmuştur. 1947 yasasıyla beraber ordunun çeşitli birimleri arasında eşgüdüm işlevi görecek genelkurmay başkanlığı kuruldu. “Kore Savaşı öncesi 50 milyar dolar olan yıllık savunma harcamaları 1970’ler sonunda iki katına çıkmış, 1980’lerin ortalarında ise 300 milyar dolara ulaşmıştır.”7

“Soğuk savaşla gelen birinci Emperyal Başkanlık güvenlik anlamında büyük etkiler yaratmıştır. Bu yapı 11 Eylül sonrası dönemde G.W. Bush’un emperyal başkanlığının öncüsü olması bağlamında önemlidir. ‘Başkanlığın kurumlaşması nın yanında, Adler’e göre Soğuk Savaş döneminin gerçek ve hayali tehdit algılamaları da başkanlık kurumunu emperyal bir yapıya dönüştürmüştür.”8 İkinci Dünya Savaşı sonrası ulusal güvenliğin tehdit altında oluşu ve ulusal güvenlik devleti yaratma gerekçeleri ile başkanlar dış politika da yetki artırımına
gitmişlerdir. Başkanlar özellikle tek taraflı yetki iddialarında bulunmuşlar ve bunu da askeri güç kullanımı bağlamında kullanmak istemişlerdir. Watergate skandalı, İrangate skandalı, Truman’ın çelik fabrikalarını devletleştirmek istemesi bu bağlamda ele alınabilir. “Ulusal güvenlik alanında kurumsallaşma ve bunun getirdiği koordinasyon ve uzmanlık gibi kaynaklar Soğuk Savaş döneminde ülkenin dış politikasının belirlenmesinde başkanları merkezi konuma getirmiştir.” 9

Richard Nixon dönemi 11 Eylül dönemi uygulamalarının öncülü olması bakımından önemlidir. Nixon Kongreyi dikkate almadan idari araçlarla ülkeyi yönetmeye çalışan bir başkandı. Zira kendisinin uygun görmediği programlara Kongrenin tahsis ettiği kaynakları harcamamayı tercih etmiş, yasalar yerine idari düzenlemeleri kullanarak bir idari başkanlık kurumu oluşturmuştur. Soğuk Savaş dönemi emperyal ve idari başkanlık denemeleri yapılmıştır. 

  Bunlar 11 Eylül sonrasında George W. Bush’un kuvvetler ayrılığı sistemine getireceği değişikliğin ve ikinci emperyal başkanlığın ilk adımlarıydılar. Kuvvetler ayrılığı Nixon ile beraber başkanın yetkilerini artırmak için başkanın bağımsızlığını sağladığı bir araç haline gelmiştir. Truman, Kongrenin onayını almadan başkomutanlık yetkisini kullanarak Kuzey Kore ile savaşmak için asker göndermiş, Clinton’un Kosova askeri müdahalesi ve Irak’ın ikinci işgali kongre onayı alınmadan yapılan savaşlardır. Eisenhower yürütme ayrıcalığını kullanarak yürütme organının kongrenin denetiminden istediği her belgeyi saklayabileceğini belirtmiştir. Ve gizli CIA operasyonları düzenlemiştir. Nixon’la beraber
başkanlık kurumunun önemi artmıştır, başkanın istemediği programlar için kaynakların askıya alınması, yürütme ayrıcalığı, Vietnam savaşı kayıtlarının saklı tutulması, mahkeme izni olmadan dinlemelerin yapılması, idari imtiyaz (ulusal güvenlikle ilgili bilgileri kongreye vermeme yetkisi) kullanılmıştır.

Reagan döneminde askeri harcamalar artmıştır. “1980li yılların ortalarında ülkenin gayri safi milli hâsılasının yüzde altısını geçer bu harcamalar.”10 Reagan işbaşına terörizmle mücadele söylemiyle, şer imparatorluğunu ortadan kaldırma vaatleriyle gelmişti. Bu bağlamda G.W. Bush döneminde de uygulanacak olan karşı-terör kavramı gündeme gelmiştir. SSCB ile görüşmeler sonuç vermeyince Reagan, Stratejik Savunma Girişimi (Yıldız Savaşları-Modern Manhattan Projesi) ni başlatır. Bu program Amerika’yı her türlü nükleer saldırıdan korumaya yönelik füze programıdır. “Her ne kadar silahlanma yarışının bir aşaması olarak görülse de Stratejik Savunma Girişimi 1980’ler de ekonomik zorluklar çekmeye
başlayan SSCB’yi benzeri bir girişime zorlayarak bu ülkenin yıkılmasını hızlandırmak amacını da taşıyordu.”11Aynı zamanda programın diğer önemi askeri ve sivil alanda teknolojik alanlara katkı yapacağından George W.Bush tarafından Ulusal Füze Savunma Sistemi adı altında tekrar gündeme getirilmesidir. Reagan dönemi diğer önemli gelişme İrangate skandalıdır. “İran kontra skandalı olarak da adlandırılan bu olayda Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi personelinden Oliver North ve arkadaşları Lübnan’daki Amerikan
rehinelerinin serbest bırakılması karşılığında İran’a silah satmışlar ve bu satıştan elde edilen geliri de Kongrenin yasaklamasına rağmen Nikaragua’daki Kontra gerillalarına aktarmışlardır.”12 “Nikaragua içerisinde terörist gruplar beslenmekte ve olup bitenler halktan gizlenmekteydi, davanın avukatları gerçekleri: Sandinista’nın ortalığı karıştırma amacına yönelik iddiaları olarak kamuoyuna takdim etmekteydi.”13 ABD destekli devlet terörü skandalı sahneye çıkmıştı. Burada kongrenin izni olmadan yapılan bu eylem kuvvetler
ayrılığına aykırılığı teşkil ederken bir yandan da emperyal başkanlık örnekleri vermekte bunun iç politikaya da uygulanabilir olduğunu göstermektedir. Ayrıca ABD bu skandal sonucunda Dünya Mahkemesince mahkûm edilmişti. Lakin bir sonuç alınamadı. Ve ABD terörizmi tarihten silindi. Zira “güçlüler tarafından yazıldığı ve iktidarın hizmetkârları olmayı seçen eğitimli sınıflar tarafından aktarıldığı sürece, tarihin kanunu budur.”14 “Reagan doktrini, demokratik rejimin ortadan kalktığı bir ülke de yeniden kurulabilmesi veya bu tür rejimin o
ülkeye bizzat empoze edilmesi için askeri güç kullanımı dâhil olmak üzere her türlü yardımda bulunmanın devletlerin hakkı olduğunu savunmaktaydı.”15 “Reagan Doktrini, bunların yanı sıra uluslararası hukuk kurallarının belirlenmesin de güçlü olan devletlerin etkili olması gerektiğini ileri sürmektedir. 

Bu nedenle, ABD’nin tutum ve uygulamaları örf-adet kurallarının oluşumunda ön plana çıkmakta ve hatta söz konusu durum ABD’nin koyduğu kuralların hukuk olarak yorumlanmasına neden olabilmektedir.”16

1990’lı Yıllarda ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi

Soğuk Savaşın sonu bir kırılma noktasıdır. Zira “Soğuk Savaş sonrası geleneksel tehdit kavramı artık; bölgesel çatışmalar, ülkelerdeki ekonomik, siyasi istikrarsızlıklar ve belirsizlikler, nükleer silahların ve uzun menzilli füzelerin yayılması, köktendincilik, uyuşturucu ile silah kaçakçılığı ve küresel terörizm şeklinde ortaya çıkan yeni tehdit ve riskleri içinde bulundurmaya başlamıştır. Nükleer silahların yayılması, beraberinde getirdiği tehlikelerin yanında, çok kutuplu sisteme geçiş için de olanaklar sağlamaktadır.”17

2 Ağustos 1991 Kuveyt İşgali sonrası uluslararası sistemin nasıl şekilleneceği belirlendi. Tek kutuplu dünya, ABD hegemonyası fiilen ve hukuken uluslararası sistemce benimsendi. Körfez savaşı ile beraber George Bush Yenidünya düzenini haber vermiştir. “Bu yenidünya düzeninde orman kanunun yerini hukuk devleti alacaktı. Böyle bir dünyada bütün uluslar özgürlük ve adaleti sağlamada ortak sorumluluklarını bilecekler ve güçlü olan zayıf olanın hakkına saygı gösterecekti. İşte bu açıklama ile başkan Bush 45 yıl süren iki kutuplu ama istikrarlı uluslararası sistemin bitişini ilan etmişti.”18 “İki kutuplu ideolojik mücadele dönemi yerini temelde ekonomik çıkar rekabetinin egemen olduğu, ilişkilerin ekonomik faktörlerle belirlendiği ve ülkelerin dış politikalarında ekonomik unsurların öne çıktığı bir uluslararası ilişkiler ortamına bırakmıştır.”19

1991 Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde tek ve somut bir düşman yerine çeşitlenen ve biçim değiştiren tehdit unsurlarıyla mücadele için ABD ordusunun ve NATO’nun yeniden yapılandırılmasına dikkat çekiliyordu. Stratejide bir yandan yükselmeye başlayan güçlerin varlığına işaret edilmesine rağmen ABD’nin tek süper güç olduğu vurgulanırken bir yandan da dünyanın jandarması olamayacakları belirtiliyordu. ABD yalnızca zor durumda kalan ülkelere yardım edecek ve seçici bir politika izleyecekti. Askeri açıdan ABD kendi ve
müttefiklerinin güvenliğini tehdit eden unsurları caydıracağını, bölgesel askeri dengeler kuracağını, ekonomik açıdan uluslararası pazar ve enerji kaynaklarına açılmayı garantileyecek bir yapılanma kuracağını, siyasi açıdan SSCB’nin demokratikleşmesine yardımcı olacağını, demokratik değerleri koruyacağını, uluslararası terörizme karşı savaşacağını vurguluyordu.

Bu dönemin dönüşümünü açıklayan iki büyük tez bulunmaktadır:

1-Francis Fukuyama ve Tarihin Sonu Tezi: SSCB’nin çökmesi Batının zaferidir.
“Fukuyama’ya göre ABD’nin temsil ettiği Batı’nın tarihsel ve siyasal tecrübelerinin ürünü olan liberal demokratik değerler ve rekabete dayalı piyasa kapitalizmi insanlığın ulaştığı en mükemmel sistemdir. Bu model faşizmi ve komünizmi yenmiş, gücünü ispatlamıştır. Modernleşme süreci kültürel farklılıkları ortadan kaldıracak ve dünyada herkesin paylaştığı evrensel homojen kültürel değerler ortaya çıkacaktır. İnsanlığın bu gelişim süreci kaçınılmaz ve karşı konulmaz bir süreç olup Batının siyasal ve kültürel değerlerinin yayılmasıyla yeryüzü gelecekte liberal demokratik değerlerin hâkim olduğu rekabetin daha çok ekonomik ve teknoloji alanına kaydığı barışçı bir dünya olacaktır.

2-Hungtington ve Medeniyetler Çatışması Tezi: Yeni dünyada çatışmaların temel kaynağı ne öncelikli ideolojik ne de ekonomik olacak medeniyetler çatışması global politikaları etkisi altına alacaktı. Nedeni ise medeniyetlerin arasında köklü farklılıkların olduğu ve küreselleşmenin farklı medeniyetlere ait olan bireylerde medeniyet bilincini ortaya çıkaracağıdır. Mücadele Batı ile geriye kalanlar arasında örtülü yanında ise Batı ile İslam arasında olacağı idi.20

Baba Bush’tan sonra William Clinton ABD başkanı olmuştur. Clinton 1996 strateji belgesinde her an ülke dışına çıkarılacak askeri birlikler kurulacağı, ülke dışında
demokrasinin teşvik edileceği, ABD’nin dünya liderliğinin hiç olmadığı kadar gerekli olduğu, ABD’nin iktisadi canlanmasını hızlandırmak gerektiği belirtildi. Bu bağlamda Dayton Antlaşmasının imzalanmasının sağlandığı, Barış için ortaklık girişiminin sağlandığı, DTÖ’ nün kurulduğu belirtildi. En önemli nokta ise ABD’nin seçiciliğidir. Ancak zor durumda kalınırsa tek başına hareket edileceği ve ülke dışına asker gönderileceği vurgulanmıştır. “Bill Clinton'un 1997'de açıkladığı "Yeni Bir Yüzyıl İçin Ulusal Güvenlik Stratejisi”nde evvelce belirtilen hedef ve temel ilkelerin tekrar edilmesinin yanında, ABD çıkarlarına yönelik tehditlerin sınıflandırılması yapılmaktaydı.

   Buna göre, "Bölgesel ya da Devlet-merkezli Tehditler" başlığı altında, halen bazı ülkelerin ABD'nin yaşamsal çıkarlarını tehdit etme niyetine ve kapasitesine sahip olduğu belirtilerek, bu ülkelerin nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar da dâhil olmak üzere saldırı kapasitelerini artırmaya çalıştıklarına ve zaman zaman bölgesel gerginliklere sebep  olduklarına işaret edilmekteydi. "Ulus-ötesi Tehditler" başlığı altında, terörizm, yasadışı uyuşturucu ticareti, silah kaçakçılığı, uluslararası örgütlü suçlar, denetim dışı göçmen taşımacılığı ve çevreye verilen zararların ABD'nin çıkarlarını zedelediği belirtilmekteydi.

   "Kitle İmha Silahlarından Kaynaklanan Tehdit" başlığı altındaysa, bu silahların küresel güvenlik için en büyük tehdit oluşturduğunun altı çizilerek, ABD'ye düşman ve dünya güvenliğini hedef alan ülkelerin bu tür silahlara sahip olmasının kabul edilemez olduğu vurgulanmaktaydı. 1997 stratejisinde, hiçbir ülkenin yukarıda sayılan tehditlerle tek başına mücadele etmesinin mümkün olmadığına işaret edilerek, ABD'nin bu tehlikelere karşı, dünyanın başlıca ülkeleriyle işbirliğine girmeyi istediği ifade edilmekteydi.

Clinton yönetiminin 1999'da açıkladığı "Yeni Bir Yüzyıl İçin Ulusal Güvenlik Stratejisi" 1998 stratejisinde de atıf yapılan "küreselleşme" sürecinin önemini vurgulayan, neredeyse tüm stratejiyi "küreselleşme" üzerine dayandıran bir yaklaşımla kaleme alınmıştı.

     Küreselleşmeye niçin bu denli değer verildiği, kavramın ABD yönetimi tarafından yapılan tanımından anlaşılmaktaydı. ABD'ye göre, " (...) küreselleşme, ekonomik, teknolojik, kültürel ve siyasal bütünleşmeyi hızlandıran, tüm kıtalardan insanları birbirlerine yakınlaştıran, fikirlerini, mallarını ve bilgilerini paylaşmalarına imkân sağlayan bir süreçtir. Bu genel
tanımı takip eden cümlelerde, ABD'nin küreselleşmeden ne anladığı ortaya konulmaktaydı:
"Dünyanın her tarafından artan sayıda insan, demokratik yönetim, serbest pazar ekonomisi, insan haklarına ve hukuk düzenine saygı, ülkeler arasında barışı, refahı ve işbirliğini sağlamak için yeni fırsatlar yaratma gibi Amerika'nın temel değerlerini kucaklamaktadır. Birçok eski düşmanımız, bugün, ortak hedefler için bizimle işbirliği halindedir. Küresel ekonominin dinamizmi, ticareti, kültürü, iletişimi ve küresel ilişkileri dönüştürerek, Amerikalılar için yeni iş imkânları ve fırsatlar yaratmaktadır.”21

ABD, Clinton döneminde, kesin hatları belli olmayan büyük stratejisini, askerî güç kullanarak değil de “ekonomik politika”nın odak olarak kabul edildiği anlayış doğrultusunda ÇHC, Japonya ve Pasifik ülkeleriyle yaptığı ekonomik anlaşmalar ve Dünya Ticaret Örgütü gibi organizasyon faaliyetleri aracılığı ile yürütmüştür. Söz konusu bu dönemde siyasî olarak yapılan en önemli faaliyet, Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nin NATO’ya alınmasını kapsayan Avrupa güvenliğinde “batı ittifakının üstünlüğünü pekiştirme çalışması olmuştur.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

3 Ekim 2019 Perşembe

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 2

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 2



1.3. Irak Operasyonu Ve Önleyici Vuruş Doktrini 

ABD 11 Eylül saldırıları sonrası yaşadığı travmanın bir daha başına gelmemesi için bir takım önlemler almaya başlamıştır. Nitekim dönemin ABD Başkanı Bush yaptığı konuşmalarda sık sık ülkesini ve vatandaşlarını korumak için tüm kaynaklarını seferber edeceğini ve bu tip saldırıların bir daha asla meydana 
gelmemesi için ne gerekiyorsa yapılacağını kesin bir dille söylemiştir.

 Başkan Bush’un, 1 Haziran 2002’de aynı yönde bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında Bush şu sözlere yer vermiştir: “Haydut devletlerin ve terörist lerin amaçları göz önüne alındığında, ABD artık geçmişte olduğu gibi tepkisel bir tutuma güvenemez. Muhtemel saldırganı caydırmadaki iktidarsızlık, günümüz tehditlerinin aciliyeti ve muhtemel hısımlarımızın seçtikleri zararın büyüklüğü; düşman saldırılarının gerçekleşmesini bekleme seçeneğini ortadan kaldırmaktadır” 284 diyerek, Amerikan politikalarında yeni bir yaklaşımın sinyallerini vermeye başlamış ve hedef olarak kendisinin “şer ekseni” olarak nitelendirdiği ülkeleri göstermiştir. 

Bu düşünceler ışığında kamuoyu oluşturmaya çalışan Bush yönetimi nihayet, 20 Eylül 2002’de, 11 Eylül 2001’de meydana gelen trajik olayların ve 
Irak’tan algılanan tehdidin sonucu olarak, “Dünyayı sadece daha güvenli değil, aynı zamanda daha iyi yapmak” için, “Amerika Birleşik Devletleri’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi” adında yeni bir güvenlik stratejisi yayınlamıştır. Fakat Bush Doktrini olarak isimlendirilen bu yeni ulusal güvenlik stratejisi, radikal bir takım unsurlar içermektedir285. Yeni ulusal güvenlik stratejisi ile; önceki başkan Clinton’ın geliştirdiği stratejiden ciddi bir kopma meydana gelmiştir286. Doktrinin en çarpıcı yönü soğuk savaş döneminde güvenlik amacına hizmet eden “caydırıcılık ve çevreleme politikalarının”, uluslarötesi teröristler ve kitle imha silahları tarafından karakterize edilen 21. Yüzyılın yeni tehdit ortamında yetersiz kaldığına işaret edilerek; bu politikaların yetersizliğini gidermek için Uluslar arası Hukukta ihtilaflı bir doktrin olan “sezgisel meşru müdafaa hakkına” dayanmış olmasıdır287. 

Söz konusu doktrinde, ABD’nin yeni dış politikasının neleri kapsadığı da açıkça ifade edilmiştir. Öncelikle, düşman devletlere ve kitle imha silahlarına sahip 
olmak isteyen teröristlere karşı askeri müdahalede bulunulacağı açıklanmıştır. İkinci temada, stratejik olarak Amerika’nın kendi askeri gücü ile başka herhangi bir yabancı gücün rekabet edemeyeceği belirtilmiştir. Üçüncü olarak ABD stratejisine göre çok taraflı uluslararası işbirliğine taraf olunmakla beraber kendi güvenliği ve uluslararası çıkarlarını korumak adına tek taraflı hareket etmekte tereddüt edilmeyeceği açıklanmıştır. Son stratejik amaç ise, özellikle Müslüman ülkeler başta olmak üzere demokrasi ve insan haklarını tüm dünyaya yaymak olarak açıklanmıştır 288. 

Başkan Bush’un ortaya attığı “önleyici vuruş doktrini” içerisinde barındırdığı yeni önleyici meşru müdafaa hakkı anlayışı tartışmaları da beraberinde getirmiştir. 
Bu doktrini farklı kılan asıl husus ise; geleneksel “gereklilik” kriterini esnetmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Kısaca değinilecek olursa bu doktrin önleyici meşru müdafaa hakkı için gerekli olan “yakın tehdit” anlayışının günümüz teröristlerinin izlediği yeni stratejilerden dolayı tam manası ile uygulama nın imkansız olduğundan bahisle; artık “potansiyel tehdit” anlayışıyla hareket edilmesini öngörmesidir 289. Zira günümüzde tehditler, öngörülemeden aniden ortaya çıkabilmektedir. Doktrinde belirtilen “önleyici vuruş” ile terörizme karşı yeni ve stratejik bir çözüm olarak sunulmuştur. Bu Doktrin, teröristlere ve terörizme yataklık eden devletler ile kitle imha silahlarını barındıran veya bu silahları kullanma amacında olan devletlere karşı kuvvet kullanılmasını öngörmektedir 290. 

Fakat potansiyel bir tehdidi ortadan kaldırmak için önleyici saldırı yapmak uluslararası hukukla ters düşmektedir. Faraziye sindeki tehdidi ortadan kaldırmak için “gerekirse tek başına harekete geçmeyi” esasları arasına alan Bush Doktrini esas itibariyle hukuksal bir doktrin değildir; siyasal bir doktrin olup BM Antlaşmasının ruhuna ve lafzına aykırıdır 291. 

Bu doktrinin ilk somut uygulamasının ise ABD’nin Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu olduğunu değerlendirmek yerinde olacaktır. 11 Eylül 2001 
saldırılarından sonraki dönemde ABD, “ Şer Ekseninin ” ilk sırasına Irak’ı yerleştirmiştir. 11 Eylül Saldırıları’nın sorumlusu El Kaide ile bağlantısı olduğu iddia edilen Saddam Hüseyin rejimi, Irak’ta kitle imha silahları üretmek; söz konusu silahların kullanılma ihtimali ve bu silahların teröristlerin eline geçmesinin başta ABD ve müttefikleri olmak üzere uluslararası düzen için en büyük tehdidi oluşturduğu gereğiyle; ABD otoritelerince suçlanmakta ve acil önlem alınması gereği dile getirilmiştir. Diğer yandan Saddam’ın iktidarda kalması 11 Eylül Saldırıları ile ortaya çıkan manzarada ABD’ye karşı olası saldırıların devamına neden olabilecektir. Bu nedenle bu tehdidin, teröristler faaliyete geçmeden önce önleyici savaş kapsamında engellenmesi görüşü hakim olmuştur. Amerikan hükümeti tarafından ise bu tehdidi ortan kaldırmanın en verimli yolu, diktatör Saddam Hüseyin rejimini devirmek ve Irak’ta demokratik bir yönetim biçimi oluşturmayı hedefleyen askeri bir operasyon olarak görülmüştür 292. 

ABD, 25 Ekim 2002 tarihinde teröre yataklık ettiği ya da edeceği ve silahsızlanma konusundaki yükümlülüklerini ihlal ettiği ve elindeki kitle imha 
silahlarını sorumsuzca kullanacağı gerekçeleri ile BM Güvenlik Konseyi’nin izni olmaksızın oluşturulacak bir koalisyon ile Irak’a karşı kuvvet kullanabileceğini 
resmen açıklamıştır 293. Bush Doktrininin yorumuna uygun olarak yapılan bu açıklamadan sonra ise özellikle BM’de yoğun bir süreç başlamıştır. ABD Irak’a 
yapacağı saldırı öncesi, Afganistan’a yaptığı operasyonda olduğu gibi BM’nin direkt olmasa da doğrudan onayını almak istemiş ve bu sayede yapacağı operasyonun, özellikle müttefiklerine ve Ortadoğu Ülkeleri’ne karşı meşru bir çerçeve içerisinde olduğunu göstermek istemiştir. Fakat BM bu kez ABD’nin sunduğu argümanlara karşı daha mesafeli yaklaşmış ve tatmin olmamıştır. Çeşitli komisyonlar ve denetim mekanizmaları tarafından süreci değerlendiren BM, ABD’nin istediği kararları bu kez almamıştır. 

BM Güvenlik Konseyi tarafından Irak’ın öngörülen yükümlülüklerini yerine getirilmesini uluslararası denetim altında bir takvime bağlayan ve “yükümlülüklerinin sürekli ihlalinden ötürü ciddi sonuçlarla karşılaşacağı” yolunda ısrarla uyaran 8 Kasım 2002 tarih ve 1441 sayılı bir karar kabul edilmiştir. Denetimler sürerken denetim rejiminin etkinliğinden ve Irak’ın işbirliğinden şüphe duyan ABD, denetim mekanizmasının işlemediğini savunmuş ve Irak’ta hala kitle imha silahlarının var olduğunu iddia etmiştir. Çalıştıkları 11 hafta sonunda, 14 Şubat 2003 tarihinde raporlarını tamamlayan denetçiler ise Irak’ta kitle imha silahı olduğuna dair hiçbir kanıta ulaşamadıklarını fakat sebebi izah edilemeyen pek çok parça ve maddeye rastladıklarını belirtmişlerdir. 24 Şubat 2003’te ise ABD, İngiltere ve İspanya, BM Güvenlik Konseyi’ne, Irak’ın 1441 sayılı karar çerçevesinde silahsızlanma konusunda kendisine tanınan son fırsatı değerlendirmede başarısız olduğunu deklare eden bir karar tasarısı sunmuş ancak Fransa, Rusya ve Çin’in tasarıyı veto edeceğini açıklaması ile tasarıyı geri çekmek zorunda kalmıştır. Fakat BM’nin bu uygulamaları 
ve aldığı kararlar, ABD’nin Bush Doktrini çerçevesinde yeni bir operasyon başlatmasını engelleyememiştir. 28 Şubat 2003 tarihinde Beyaz Saray Sözcüsü 
“Yönetimin amacının artık Irak’ı basitçe silahsızlandırmak olmadığını fakat amacın artık rejim değişikliği olduğunu” ifade etmiştir 294. 

16 Mart 2003 tarihinde toplanan Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve İspanya liderleri, savaş konseyi adını verdikleri toplantının ardından yaptıkları 
açıklamada diplomasi için fazla şans kalmadığını açıklamışlardır. 18 Mart 2003 tarihli ulusa sesleniş konuşmasında ABD Başkanı Bush, Saddam Hüseyin ve ailesine Irak’ı terk etmek için kırk sekiz saatlik bir süre vermiştir295. Tüm bu gelişmelerin ardından, ABD 20 Mart 2003 günü Irak’ta rejim değişikliğini amaçlayan kapsamlı bir operasyon başlatmış ve kısa sürede Irak’ı işgal etmiştir. Fakat bu operasyonda Afganistan Operasyonu’nda olduğu gibi tüm dünya ile işbirliği içersinde hareket edilmemiştir. ABD’nin en yakın müttefiklerince dahi meşruiyeti sıkça sorgulanan, BM başta olmak üzere uluslararası veya bölgesel hiçbir uluslararası örgütün desteği alınmamasına rağmen başlatılan bu operasyon ise uluslararası kamuoyu tarafından da meşru bulunmamıştır. 

1.4. İstanbul, Madrid ve Londra Saldırıları 

El – Kaide’nin Türkiye unsurları, ilk defa 15 Kasım 2003 tarihinde Neve Şalom ve Beth İsrael Sinagoglarına aynı anda intihar saldırıları gerçekleştirerek Türkiye 
ve dünyanın gündemine girmiştir. Bu saldırılarda 26 kişi yaşamını yitirmiş, 300’ün üzerinde kişi de yaralanmıştır. Daha bu saldırıların yankısı sürerken bu defa 20 Kasım 2003 tarihinde İngiltere Başkonsolosluğuna ve HSBC Bankası binasına da eş zamanlı saldırılarda bulunulmuştur. Bu saldırılar sonucunda da 32 kişi yaşamını yitirmiş, 400’ü aşkın kişi yaralanmış ve 70’ten fazla araç kullanılmaz hale gelmiştir 296. 
Bu saldırıların en dikkat çeken yanı ilk saldırıların Yahudi ibadethanelerine, ikinci saldırıların ise İngiliz kurumlarına karşı yapılmış olmasıdır. 

El – Kaide üyelerinin İspanyayı hedef alan saldırısı ise 11 Mart 2004 tarihinde Madrid’de gerçekleşmiştir. 
Avrupa ülkeleri arasında ABD’ye en yakın müttefiklerden biri olan İspanya saldırıları da İstanbul’da olduğu gibi özellikle Irak işgaline misilleme olarak gerçekleştirilmiştir. Bu saldırılar İspanya’nın başkenti Madrid’de dört ayrı trene koyulan toplam on bombanın patlaması ile gerçekleşmiştir. Bu saldırılar sonucu 191 kişi hayatını kaybetmiş, 1430 kişi de yaralanmıştır 297. 

Bu saldırıların şehrin atar damarları olan ulaşım sistemlerinde olması ve yapılan saldırının sabah saatlerinde gerçekleşmesi saldırının bilançosunu da arttırmıştır. 
Bu saldırılarla Avrupa terörizm gerçeğini sınırları içerisinde yaşamış ve 11 Eylül saldırıları sonrası birçok önleme stratejisi geliştirmiş olmasına rağmen bu saldırılar sonrası gerçekle yüz yüze gelmiştir. 

7 Temmuz 2005 günü İngiltere’nin Londra kentinde metro istasyonlarında üç adet, yine bu kentin Tavistock Meydanı’nda bir otobüste patlayan bir adet olmak üzere, şehrin toplu taşıma merkezlerinde patlayan 4 adet bomba patlamıştır. Bu saldırılar sonucu toplam 52 kişi hayatını kaybetmiş, 700 kişi yaralanmıştır 298. Bu saldırılar da Madrid’de olduğu gibi şehrin ulaşım merkezlerinde meydana gelmiştir. Bu saldırılarda İngiltere’nin hedef alınması ise 11 Eylül saldırıları akabinde başlayan ABD’nin küresel terörle mücadelesinin her safhasına en güçlü desteği veren ülke olmasıdır. 

El- kaide terör örgütünün gerçekleştirdiği bu saldırıların temel amacı küresel terörle mücadelede ABD’nin yanında yer alan müttefiklerini hedef alarak onlarında her an tehlike içerinde oldukları hissi verilmek istenmesidir. Aralarında bir yıl bile süre geçmeden gerçekleşen bu saldırılar; 
Özellikle Irak Operasyonunun uluslararası destek alamaması ardından El – Kaide terör örgütü ve onun adına eylemler gerçekleştiren diğer örgütlerin, bunu iyi kullanarak propaganda faaliyetleri ile tekrar güç kazanması sonucu yapılmıştır. 

11 Eylül saldırıları sonrası oluşan hava ile yapılan ve uluslararası meşruiyeti dünyanın dört bir yanından gelen destek açıklamaları ile kanıtlanan Afganistan 
Operasyonunda çok iyi bir netice elde edilmiş ve terör örgütü El- Kaide’ye ağır bir darbe indirilmiştir. Hatta Amerikalı bir general; Usame Bin Ladin ve El – Kaide terör örgütünün Afganistan içerisinde ve dışarısında artık hiçbir eylem yapamayacağını belirterek, yapabilecekleri tek şeyin kaçmak ve saklanmak olabileceğini ve operasyon yapma kabiliyetinde ve pozisyonunda olmadıklarını belirtmiştir299. Fakat örgüt bitme noktasına gelmişken ABD’nin Afganistan’da yaptığı hataların ardından Irak’a yaptığı saldırı ABD ve müttefiklerine olan inancın iyice azalmasına sebep olmuştur. Bu da çökme noktasına gelen, hiçbir destek alamayan, bunlara ek olarak bölge halklarının da desteğini yitirmiş olan El-Kaide terör örgütü ve destekçilerinin; ABD’nin bu hatalarını propaganda malzemesi olarak kullanması ile birlikte tekrar can bulmasını, halk desteği ile lojistik destek almalarını sağlamıştır. Üyelerinin ve sempatizanlarının kendilerinden kopmaması ve yeni üyeler kazanabilmek için örgüt; küresel çapta eylemler gerçekleştirme yoluna gitmiştir. Bu eylemlerden en çarpıcı olanları ise İstanbul, Madrid ve Londra saldırılarıdır. 

El – Kaide terör örgütü elemanları, ABD’nin Afganistan’a yaptığı askeri müdahaleden sonra dünyanın pek çok ülkesine dağıtılmıştır. Ancak örgüt 
mensuplarının dünyanın pek çok ülkesinde bulunan bağlantıları devam etmiştir. El – Kaide bir şemsiye, bunun altında da Ortadoğu’dan Müslümanların yaşadığı Avrupa Kentlerine, oradan ABD’ye kadar uzanan alt bağlantıları mevcuttur300. Bu bağlantılar ise El – Kaide’ye vurulan ağır darbeler sonucu yeraltında kalmış fakat ABD’nin hatalı stratejileri karşısında tekrar güç bularak gün yüzüne çıkmaya başlamışlardır. ABD’nin diğer ülkelerin görüşlerini almadan geliştirdiği savaşım stratejileri sadece kendine değil, diğer ülkelere de önemli zararlar vermiştir. İstanbul, Madrid ve Londra saldırıları ABD’nin müttefiki olmanın bedelleri olarak ortaya çıkmaktadır 301. 

Bu saldırıların, El - Kaide ve daha birçok etkin terör örgütünün savaşım stratejisi olan, her alanda savaş ve misilleme ilkelerine göre yapıldığı söylenebilir. 
Nitekim El Kaide lideri Bin Ladin; “Eğer düşmanlar Müslümanlara ait toprakları işgal ediyorlar ve masum insanları kalkan olarak kullanıyorlarsa, bu bize 
düşmanlara saldırma yetkisi verir….. Amerika ve Müttefikleri Filistin, Çeçenistan, Keşmir ve Irak’ta Müslümanlara karşı katliam yapmaktadırlar. Müslümanların da 
ABD ve müttefiklerine karşı misilleme hakkı vardır”302, diyerek bu stratejinin eylemlerini haklı olduğunu kanıtlamada önemli pay sahibi olduğunu göstermiştir. Bu saldırılar sonrası kimsenin evinde rahat edemeyeceği tezi güçlendirilmek istenmiş ve gerçektende dünyanın 11 Eylül saldırılarından sonra daha az güvenli olduğu ortaya çıkmıştır. 

Bu saldırılar ile küresel terör örgütleri, ABD’nin en güçlü müttefiklerine bile rahatlıkla zarar verebilecek kapasitede olduklarını göstermişler ve ABD’nin 
saldırılara maruz kalmayan diğer müttefiklerinin de aslında güvende olmadıklarını göstermek istenmiştir. Bu saldırılar sonrası özellikle İtalya, Fransa ve Danimarka’da alarm verilmiş, bu toplumlarda bir süre korku hakim olmuştur. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***