Analiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Analiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Aralık 2019 Çarşamba

60. YILINDA NATO VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ., BÖLÜM 5

60. YILINDA NATO VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ., BÖLÜM 5




NATO Makamları ve Ülkeleri tarafından İnkâr edilse de bu yaklaşım bir Çifte Standarttır. 

11. Terörle Mücadelede Türkiye’nin Beklentileri Ülkeler coğrafyasına, teknolojisine, ekonomisine ve askeri gücüne güvenerek kendilerini terör 
tehdidi dışında görmemelidir. Devletler ve uluslararası kuruluşlar terörün objektif esaslara dayalı müşterek bir tarifini yapmalı, nitelikleri üzerinde mutabık kalmalı, ortak bir anlayışa sahip olmalıdır. Terörün dış politikanın bir aracı olarak görülmesinden vazgeçilmelidir. Bu kapsamda terörün desteklenmesine, terörizm karşısında sessiz kalınmasına ve milli çıkarın bir parçası olarak algılanmasına son verilmelidir. 
“Senin teröristin” “benim teröristim” ayırımı yapılmamalıdır. Terörü destekleyen ve besleyenler, bunun bir gün kendilerini de vuracağını akıllarından çıkarmamalıdır. 

Terörle mücadelede hiçbir ülkenin tek başına başarılı olamayacağı gerçeğinden hareketle mutlaka küresel düzeyde iş birliği yapılmalıdır. 

Bireyler, toplumlar ve ülkeler arasındaki sosyal, kültürel ve ekonomik uçurumların yarattığı asimetrik düzenin şiddet ve teröre zemin hazırladığı 
unutulmamalıdır. Terörle mücadelenin sadece silahla yapılamayacağı dikkate alınarak, terörün kaynağını ortadan kaldırmak maksadıyla sosyal, kültürel ve ekonomik tedbirlerin alınması için düzenlemeler yapılmalıdır. Mücadelenin sadece devlet organlarıyla yapılamayacağı, sivil toplum örgütleri ve medyanın kamuoyunu mücadeleye destek olması için yönlendirmesinin önemli bir konu olduğu bilinmelidir. 
Devletler ve uluslararası kuruluşlar terörle mücadelede gerekli olan siyasi kararlılığı güçlü bir şekilde ortaya koymalıdır. Mücadelede insani ve hukuki boyutlar da dikkate alınmalıdır. 

Diğer taraftan, terörle mücadele adı altında masum kitlelere zarar vermenin daha büyük şiddet ve nefret duygusu oluşturacağı unutulmamalıdır. 
Ortadoğu’da İsrail’in uygulamalarının buna bir örnek teşkil ettiği açıkça görülmektedir. 

Kuvvetli ile zayıfın mücadelesi, asimetrik güçlerin mücadelesi demektir. Güçsüz olanın elindeki tek seçeneğin terör yaratma olduğu dikkate alınmalıdır. Ancak bu açıklama, terör yaratmanın haklı görüldüğü anlamını da taşımamalıdır. İsrail’in radikal islami örgütlerle mücadele adına Ortadoğu’da sivilleri ve masumları hedef alan davranışları, ABD ve onun stratejik ortağı olan İngiltere tarafından desteklenmiştir. AB de sessiz destek vermiştir. Irak’ta ve Gazze’de yapılan katliamları da bu kapsam içinde görmek gerekmektedir. Terör örgütleri ile mücadele için yürütülen operasyonlarda oluşan vahşet, zarar gören halk, bölge ülkeleri ve hatta dünya kamuoyunun büyük bir bölümünde nefret uyandırmaktadır. 
Bu durum Hizbullah örneğinde olduğu gibi terör örgütlerinin destek ve güç kazanmasına ortam yaratmaktadır. Son Gazze saldırısında HAMAS’a karşı sempatinin artmasını da bu kapsamda düşünmek mümkündür. 

Terörle mücadele kapsamında yürütülen eylemlerin politik bir hedefe ulaşmak için yapıldığı izlenimi de gittikçe artmaktadır. Bu nedenle terörle mücadelenin kapsamını da dengeli, adil, yeni bir terör ortamı yaratmayacak şekilde düzenlemenin ve konuyu “medeniyetler çatışması” şekline dönüştürmemenin de önemli olduğu dikkate alınmalıdır. 

60 yıldır varlığını başarıyla devam ettiren, küresel gelişmelere ve bunun gerektirdiği ihtiyaca göre kendini yenileyen NATO, yeni tehdit algılamasında birinci sıraya terörizmi koymuştur. Terörle mücadelede yeni konseptler oluşturmuş ve stratejiler geliştirmiştir. 

Afganistan’a müdahalede, kuruluşundan beri ilk defa İttifak Anlaşması ’nın 5. Maddesini yürürlüğe koymuştur. Terörizm karşısındaki duyarlılığını her fırsatta dile getirmiştir. Ancak uygulamada üye ülkelerin tümü, özellikle PKK terör örgütü ile mücadelesinde Türkiye’nin beklentilerine cevap verecek anlayışta olamamıştır. NATO’nun kendisini yeniden sorgulaması ve belirtilen yanlışlıklardan kurtulması halinde, bu konunun da üstesinden gelebilecek kabiliyette olduğuna inanılmakta dır. 

12. NATO-ABD ve Türkiye Arasındaki Son Gelişmeler 

12.1. Afganistan Konusu

NATO’nun Afganistan’da yürüttüğü faaliyetler kapsamında Türkiye, ISAF komutası altında, Kabil ve çevresinde Afgan halkının güvenliğini sağlamaya devam etmektedir. NATO açısından Afganistan’ın geleceği önem taşımaktadır. NATO’nun bu bölgedeki başarı veya başarısızlığı ittifakın geleceği konusunda etkili olacaktır.41 Bu nedenle ABD, Afganistan’ın geleceği açısından ittifak ülkelerinden muharip asker sayısının artırmasını talep etmektedir. Türkiye de, asker sayısının arttırılması istenen ülkelerin başında gelmektedir. 
Diğer taraftan ISAF’ın görev tanımlamasının değiştirilmesi ve etki alanının Kabil ve çevresinden, daha güney-güneydoğuya kaydırılarak Taliban’la savaşması öngörülmektedir. 
Görüldüğü gibi ISAF’ın asıl amacı barışı korumaktan, savaşmaya doğru değiştirilmek istenmektedir. 

    Bu noktada Türkiye’nin bunu kabul etmesi beklenilemez. Tarihi boyutta Türk-Afgan ilişkilerinin seyrine bakıldığında dostluk ve yardımlaşma söz konusudur. Afgan halkı Türkiye’ye sempati duyar ve güvenir. Bu çizginin dışına çıkmak, her iki toplum için de sakınca doğurur. ISAF komutası altındaki ülkelerin askerleri elleri tetikte beklerken, Türk askerlerinin silahlarının güvenliklerini kapatarak, halk arasında rahatlıkla dolaşması bunun bir kanıtı olarak görülebilir. Bu güven duygusunu zedeleyecek her türlü faaliyetten kaçınılması gerekmektedir. 

   Ayrıca Türkiye, güvenlik sağlama faaliyetine ilave olarak Afganistan’da istikrarın sağlanmasına, ülkenin yeniden inşası ve yapılanmasına parasal destek de dâhil önemli katkılar sağlamakta, ülkeye ve ülke halkına çeşitli yardımlarda bulunmaktadır. ISAF’ın komutasını da iki defa üslenmiştir. Bunların yanında, Türkiye, Afganistan Silahlı Kuvvetleri’nin yeniden organizasyonuna yardımcı olmaktadır. 
Afgan Savunma Üniversitesinin (Harp Akademileri) veya Savunma Kolejinin (Harp Okulu) oluşumunu sağlamaya yönelik çalışmalar yapmaktadır.42 
Bunların ötesinde gerekli görüldüğü takdirde Afgan subaylarının askeri eğitimlerini Türkiye’de görmelerine yardımcı olunacağı da 

Türkiye tarafından belirtilmiştir. NATO müttefiklerinin Afganistan’da teröre karşı mücadele ederken, PKK’ya karşı yürüttüğü mücadelede Türkiye’nin yanında yer almadıkları gibi PKK’yı çeşitli şekillerde himaye ettikleri de bilinmektedir. Türkiye’nin bu gerçeklerin bilincinde olarak strateji oluşturması ve bu paralelde hareket etmesi gerekmektedir. 

12.2. Montrö’yü İhlal Teşebbüsleri

Bir diğer konu ise ABD’nin NATO’yu kullanarak Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni delmeye çalışmasıdır. ABD, Kafkasya ve Orta Asya’da söz sahibi olmak maksadıyla Karadeniz’de güç bulundurmak istemekte ve çeşitli hadiseleri kullanarak bunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 
Son beş yıl içinde bu konuda üç defa teşebbüste bulunduğu görülmektedir. Fırsat çıktığında NATO’yu bu maksatla kullanma temayülünü de göstermektedir. 

ABD’nin son beş yıldaki Karadeniz’e açılma teşebbüslerinden ilkine, 2003 yılında Irak’a yapacağı müdahale öncesinde, kuvvetlerini Türkiye üzerinden geçirip, Irak’ın kuzeyinden girerek Bağdat istikametinde kullanmasını içeren plan çerçevesinde Türkiye ile yaptığı görüşmelerde rastlamak mümkündür. Bilindiği üzere uzun müzakereler sonucunda ortaya çıkarılan siyasi, askeri ve ekonomik alanlarda oluşturulan mutabakat muhtıraları, bir anlaşma niteliğinde TBMM’nin onayına bir tezkere ile sunulmuş ve “1 Mart Tezkeresi” olarak literatüre 
geçen bu tezkere TBMM tarafından kabul edilmemiştir. 

Bu müzakereler sürecinde, ABD’nin Karadeniz’e gemi gönderme ve Trabzon’da üs bölgesi istemesi oldukça yadırganmış ve müzakerelerde, ABD’nin Irak’a yapacağı müdahale çerçevesinde yapılacak anlaşmayı fırsat olarak değerlendirerek Kafkasya’da etkili olmak maksadıyla Karadeniz’e çıkmak istediği anlaşılmış, ancak konu ile ilgisi olmayan bu istek Türk tarafınca geri çevrilmiştir.43 

ABD’nin son beş yılda bu konudaki ikinci teşebbüsü ise 2005 yılında gerçekleşmiştir. 11 Eylül 2001’deki terörist saldırının ardından ABD, 
Türkiye, İngiltere, İtalya, Almanya, Yunanistan, Norveç, Danimarka, İspanya, Portekiz ve Hollanda donanmalarından tahsis edilen gemilerden oluşan NATO gücü, Doğu Akdeniz’de teröre ve suçlara karşı mücadele amacıyla Aktif Çaba veya Etkin Çaba (Active Endevaour) operasyonunu icra etmektedir. Diğer taraftan da genelde aynı maksatla, Türkiye önderliğinde oluşturulan bir deniz filosu, Karadeniz’de, 2004 yılından beri Karadeniz Uyum Harekâtı ( Black 
Sea Harmony) adı altında faaliyet göstermektedir. Bu faaliyete Türkiye ve Rusya’nın yanı sıra Ukrayna da kısmen katılmaktadır. Ancak ABD, 2005 yılı içinde, Doğu Akdeniz’de NATO bünyesinde oluşturulan Aktif Çaba Operasyonu görev alanının Karadeniz’i de kapsayacak şekilde genişletilmesi için resmi olmayan bir plan ortaya koymuş ve bu planı, Karadeniz’in güvenliğinin önemli olduğu gerekçesiyle Akdeniz’de olduğu gibi terörle ve suçlarla mücadele maksadıyla önerdiğini ifade etmiştir. Karadeniz’de buna benzer bir yapının bulunmasına ve bu yapıya yeni NATO üyeleri Bulgaristan ve Romanya’nın da katılması imkânı olmasına rağmen ABD’nin böyle bir teşebbüste bulunmasının, 
ifade edilen maksadın dışında, tamamen ABD’nin bir bahane bularak Karadeniz’i doğrudan kontrol altına almak olduğu şeklinde değerlendirilmiştir. 

ABD’nin bu konudaki son teşebbüsü de, 2008 sonunda Gürcistan’da meydana gelen olaylardan sonra, Gürcistan’a yapılmakta olan insani yardım çerçevesinde ABD donanmasına ait iki adet 70 tonluk askeri hastane gemisi adı altında yardım gemisi gönderme isteğinde görülmektedir. Hatta NATO’yu da bu kapsamda kullanmaya istekli oldukları müşahede edilmiştir. Gürcistan’a yardımın hava, kara ve Montrö Sözleşmesi’ne aykırı olmayan bir düzenleme ile denizden de yapılması mümkünken, böyle bir isteğin, Karadeniz’de ağır tonajlı askeri gemilerle bayrak gösterme, dolayısı ile Karadeniz’e çıkarak bölgeyi etkileme ve Rusya’nın etkisini sınırlama maksadını taşıdığı değerlendirilmektedir. 

Belirtilen bu üç teşebbüs de Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ihlali anlamına gelmektedir. 

Montrö Sözleşmesine uygun olmayan bir izni, başka bir ülkeye vermesi, hem egemenlik konusunu tartışmalı hale getirir hem de bölgede güvenlik açısından kendi aleyhine bir husumet yaratabilir.44 ABD’nin Karadeniz’de güç bulundurma veya üs teşkil etme gibi teşebbüslerine karşı ihtiyatlı olunması gerekmektedir. 

Türkiye Cumhuriyeti devletinin varlığı, sınırları ve egemenliği Lozan Antlaşması ile tespit ve tescil edilmiştir. Bu antlaşmada Türk Boğazları üzerinde tam bir egemenlik sağlanamamış, uluslararası denetim ön planda tutulmuştur. 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ise Türkiye’nin boğazlar üzerinde tam oluşmayan egemenliğini sağlayarak, bir noktada Türkiye Cumhuriyeti devletinin bağımsızlığını ve egemenliğini tescil eden bir hüviyet taşımaktadır. 

Bu nedenle antlaşma hükümlerinin muhafazası ve buna riayet edilmesi,   Türkiye’nin egemenliğini korunması ve Karadeniz’deki dengeleri de gözetmek suretiyle Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması açısından önem taşımaktadır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ihlali, Türkiye’nin egemenlik haklarının kısıtlanması anlamına gelmektedir. Ayrıca dengelerin bozulması, husumet meydana getirmesi, barış ve güvenlik ortamını zedelemesi de söz konusudur. 

Bu nedenlerle Boğazlardan geçişin ve Karadeniz’de bulunma usulünün mutlaka Montrö Sözleşmesi’ne uygun olarak yapılması bir zarurettir. Türkiye’nin bu konuda ortak çıkarları olan Rusya ile koordinede bulunması doğru bir yaklaşım olarak nitelendirilmiştir. 

12.3. Ambargo ve Önleyici Teşebbüsler

NATO’nun değişmesi, dayanışmanın da değişimini beraberinde getirmemeli, dayanışma esas alınmalı, ‘çifte standart’ tan kaçınılmalıdır. 
Bu konuda da, Türkiye çeşitli haksızlıklara uğramıştır. 1962 yılında ABD-SSCB görüşmeleri sonucunda ABD, Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin sökülmesi konusunda Türkiye’nin haberi olmadan tek taraflı bir karar almıştır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını takiben TSK’nın kullandığı harp silah ve araçlarının tüm destek malzemesine ambargo koymuştur. Bunu ilerleyen yıllarda da kısmi olarak tekrarlamıştır. İkinci Körfez Savaşı’nda NATO platformunda Fransa, Patriot füzelerinin savunma amaçlı olarak Türkiye’ye gelmesini önlemiştir. Bu ülkenin NATO Savunma Planlama Komitesi üyesi olmamasından dolayı bu komitede alınan bir kararla füzeler Türkiye’ye getirilebilmiştir. PKK terör örgütünün 
NATO listesine alınmasında güçlüklerle karşılaşılmıştır. 

11 Eylül 2001’e kadar terörle mücadeleye bir atıfta bulunulmaz ve bu konuda 4. Maddedeki konsültasyon ile yetinilirken, 11 Eylül’den sonra 5. Madde söz konusu olmuştur. Terörün ülkelerin topraklarına ulaşmadan önlenmesi için tedbir alınması konusu ön plana çıkarken Türkiye’nin bu konuda PKK için Irak’ın kuzeyinde tedbir alması önlenmiş, sonra da kısıtlanmıştır. Bunlar ‘çifte standart’a birer örnektir. NATO ile ilişkilerde bu konunun dikkate alınmasında fayda görülmektedir.45 

ABD’nin, yeni oluşacak durumlara göre gerektiğinde diğer ülkelerin, kendi milli menfaatlerine yönelik olarak bu veya buna benzer konuları, ihtiyaç duydukça ve fırsat buldukça yeniden gündeme getirebileceği düşünülmekte, bu nedenle tedbirli olunması ve taviz verilmemesi hususunda hassasiyet gösterilmesinin ülke menfaatleri açısından hayati önem taşıdığı değerlendirilmektedir. NATO’nun ülke menfaatlerini zedeleyecek ABD niyetleri istikametinde kullanılmasına karşı daima dikkatli olunmalıdır. 

12.4. NATO’nun Genişlemesinin Türkiye’ye Etkileri

Türkiye temelde NATO’nun genişlemesini desteklemektedir. Bunun başlıca sebebi NATO’ya üye olan devletlerin, Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine destek vereceği öngörüsü olmuştur. Ancak karşılaşılan durum bu beklentiyi karşılama mıştır. Ayrıca, yeni üyelerin katılımıyla 26 ülkeye varan NATO üye sayısı, Türkiye’nin pastadan pay alma oranında düşüşler meydana getirmiştir. 

Gerek savunma gerekse teknoloji konularında NATO yardımlarında azalmalar görülmüştür. Diğer taraftan, yeni üye ülkelerle beraber artan sayının, Türkiye’nin eskiye oranla stratejik öneminin azalmasına da sebep olmaktadır. Örneğin, Bulgaristan ve Romanya’nın üyelikleri sonucu, NATO’nun Karadeniz’deki ikmal merkezleri de değişmiştir. Önceleri yalnız Türkiye üzerinden ikmal yapılırken, üyelikten sonra iki ülkenin limanları da ikmal merkezi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Ancak belirtilen bu olumsuzluklara rağmen NATO’nun genişlemesi, istikrarlı bölgeyi genişletmekte ve Türkiye’ye istediği konuları daha geniş bir yelpazede müzakere edilmesine imkân yaratmaktadır. 

13. NATO’daki Son Gelişmeler 

Avrupa’da geleneksel olarak bulunan, Türkiye’de ise son zamanlarda yaygınlaşan Amerikan karşıtlığının daha ziyade Bush yönetimine karşı olduğu bilinmektedir. Önceki Brüksel Zirvesi’nde; Irak Savaşı sırasında yalnız kalan Washington’un, bu ülkeyi yeniden inşasında NATO’dan istediği desteği bulmaya başladığını göstermektedir. Başkan Bush’un ikinci dönemindeki ABD-AB ilişkilerinin, birinci 
döneme kıyasla yakınlaşma anlamında belirli alanlarda farklı olduğu görülmüş tür. Obama döneminde de yakınlaşmanın devam edeceği beklenmektedir. Farklılıklar tamamen giderilemeyecek olsa bile ilişkilerde eskisi gibi bir “kopukluk” muhtemelen olmayacaktır. Yeni dönem, başta Atlantik ötesi ilişkiler olmak üzere, ABD’nin dünyayla barışmaya çalışacağı bir sürecin yaşanacağı izlenimini vermektedir. 

27 Nisan 2006’da Sofya’da yapılan NATO ülkeleri dışişleri bakanları toplantısı, duraksamaya giren Trans-Atlantik ilişkilerinin geliştirilmesi ve bu ilişkilerin geleceği hakkında görüş alışverişinde bulunulması açısından önemli gelişmelere sahne olmuştur. Trans-Atlantik ilişkilerine önümüzdeki dönemde şekil verecek gelişmelerin daha çok; nükleer güç olma yolunda ilerleyen İran’a yönelik olası uluslararası müdahalenin şekli, Irak’ın geleceği, Afganistan’da istikrarın sağlanması ve enerji güvenliği gibi konular olacağı düşünülmektedir. 

27 Nisan 2006’da Sofya’daki NATO toplantısının hemen sonrasında, ABD ve Bulgar Dışişleri Bakanları arasında Bulgaristan’da ABD askerlerinin faydalanacağı bir üs anlaşması yapılmıştır. Benzer bir anlaşma daha önce, 6 Aralık 2005’te, Romanya’yla da imzalanmıştır. Sofya’daki toplantıda, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliklerinin görüşülmesi, gelişmelerin Karadeniz’in Avrupa-Atlantik ittifakının bir parçası haline getirilme çabalarının işareti olarak değerlen dirilmektedir. 
Bu çerçevede, Türkiye’nin Karadeniz’in geleceği konusunda siyasi iradesini 
net olarak ortaya koyma mecburiyeti vardır.46 

NATO’nun geleceğini belirlemeye yönelik yakın zamanlardaki toplantılarından biri NATO Devlet ve Hükümet Başkanlarının katıldığı Kasım 2006 Riga Zirvesi’dir. Sofya toplantısında gündeme getirilen konular Riga Zirvesi’nde ele alınmıştır. Zirve; beklendiği şekilde ABD’nin isteklerinin öne çıktığı, NATO’ya olan güvenin test edildiği ve Avrupalı ortakların tavırlarının belirlendiği bir toplantı olmuştur. Zirve’de NATO’nun yeni amacı: 21. yüzyıl güvenlik tehlikelerine karşı koyulması, üye ülkelerin ve ortak değerlerin savunulması, ortak savunmanın idamesi olarak açıklanmıştır. Ortak dayanışma gösterilmesi istenen yeni tehlikeler olarak ise; küresel ölçekte artan terörizmle mücadele, kitle imha silahları ve bunların yayılmasının önlenmesi ve devlet olmayı başaramayan devletlerden kaynaklanan istikrarsızlıklar belirtilmiştir. NATO’nun “güvenlik danışmaları” için gerekli kurum olarak rol oynaması, BM’nin öngördüğü krizler dâhil, NATO’nun tehditlere karşı ortak hareket etmesi, NATO imkân ve kabiliyetlerinin ve ilişkilerinin devam eden transformasyonu ve geliştirilen imkân ve kabiliyetler için güçlü mali katkıların yapılması istenmiştir. 

Bu çerçevede Riga’da; 10–15 yıl ilerisine yönelik, NATO’nun devam eden transformasyonu, imkân ve kabiliyetler, planlama disiplinleri ve istihbaratın geliştirilmesinde amacına yönelik Çerçeve Dokümanı ve kapsamlı Politik Rehber imzalanmıştır. Zirvenin; ABD’nin Transatlantik ilişkilerinin geliştirilmesi ve NATO’nun öne çıkarılması konusundaki istek ve baskıları ile sonuçlandığını söylemek mümkündür.Yapılan değerlendirmeler ışığında, 26 üye ülkenin tümü ele alındığında çıkan sonuç, “Ne NATO’suz, ne de NATO”yladır. NATO, kuruluşundan itibaren önemli işler başarmıştır. NATO’nun bugün 26 olan üye sayısı; 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan’ın katılmasıyla 28’e çıkacaktır. NATO, 28 üye ülkenin yanı sıra Barış İçin Ortaklık, Akdeniz Diyalogu ülkeleri ve bunun dışında kendisiyle ortak değerleri paylaşan ittifak dışı koalisyon kuvvetleri ile dünyanın dörtte birinden fazlasını şemsiyesi altına alan bir kuruluş görünümündedir. 

     Ancak, NATO’nun güvenirliğinin gittikçe azaldığı da gözlerden kaçmamakta dır. NATO dışında bugün Avrupa’da AGSP ikinci önemli unsur olarak ortaya çıkmıştır. ABD; NATO müttefiklerinden destek aramakta, Transatlantik ilişkilerin kendi liderliğinde geliştirilmesini istemektedir. 

Bu gelişim; NATO’nun gelecek ihtiyaçlarının, yeni kabiliyetlerinin ortaya konmasının, yeterli kaynakların temin edilmesinin sağlanmasını içermektedir. Avrupalı ortaklar ise, AGSP ve NATO görevlerinin dünya genelinde pek değişmediğini; barışı destekleme operasyonlarını, Petersburg Görevlerini ve NATO Antlaşması’nın 5. maddesi dışında kalan operasyonları içerdiğini vurgulamaktadır.47 


6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

60. YILINDA NATO VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ., BÖLÜM 4

60. YILINDA NATO VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ., BÖLÜM 4



7. NATO-ABD İlişkilerinde Enerjinin Rolü

ABD, Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasıyla birlikte yeni öncelikler belirlemiş ve çıkarları doğrultusunda geliştirdiği yeni politikalarında NATO’ya önemli roller biçmiştir. ABD’nin yeni öncelikleri arasında Ortadoğu’daki enerji kaynaklarıyla birlikte eski Sovyet Bloğu ülkelerinin enerji kaynaklarını ve bunların aktarıldığı yolları kontrol etmek de vardır. 

Tarihsel olarak bakıldığında ABD’nin dış politika ve milli güvenlik stratejisini her zaman jeopolitik temeller üzerine kurduğu görülmektedir. 

Bu çerçevede “Doğu Avrupa’ya hâkim olan, merkez bölgesine 24 hâkim olur”, anlayışına dayanan “Kara Hâkimiyet Teorisi”, “denizlere hâkim olan, dünyaya hâkim olur” anlayışına dayanan “Deniz Hâkimiyet Teorisi”, “Avrasya’ya hâkim olan, dünyaya hâkim olur; Avrasya’ya hâkim olmak için de merkez bölge ile denize kıyısı olan devletler arasında kalan kenar kuşak bölgesine hâkim olmak gerekir”, anlayışına dayanan “Kenar Kuşak Teorisi”, “yeterli hava gücüne sahip olan dünyaya hâkim olur” anlayışına dayanan “Hava Hâkimiyet Teorisi” gibi teoriler geliştirilmiş ve ABD, stratejilerini belirlerken bu teorileri temel referans kaynağı olarak kullanmıştır. 20. yüzyılın son yarısıyla birlikte “enerji kaynaklarını kontrol eden dünyayı kontrol eder”, anlayışına dayalı yeni bir stratejik anlayış oluşmaya başlamıştır. Bu bağlamda, ABD için, kendi enerji ihtiyacını karşılamak dışında, özellikle ağırlıklı olarak Avrupa’nın bağımlı olduğu enerji kaynaklarını ve bunların geçiş yollarını kontrol etmek, hem güvenlik sağlamak hem de gerektiğinde AB’yi kısıtlayabilmek açısından ABD’nin hegemonyasını sürdürmesi 
için önemli hale gelmiştir.25 Aslında temel değerleri paylaşan ABD ve AB’nin arası SSCB’nin yıkılması sonucu ortak tehdidin ortadan kalkmasıyla birlikte açılmaya başlamıştır. ABD’nin terörle mücadele çerçevesinde izlediği müdahaleci ve sert politikalar sonucunda ABD ile AB arasında oluşmaya başlayan uçurum daha da genişlemiştir. 

Bu koşullar altında AB’nin bağımlı olduğu enerji kaynaklarını kontrol etmek ABD’nin hegemonyasını sürdürmek açısından önem verdiği bir husustur. Ayrıca Çin’in giderek artan enerji ihtiyacı üzerinde kontrol sağlamak da, bu hegemonyanın güçlenmesine katkıda bulunabilecektir. Kısaca, gelişmenin ve refah düzeyinin artmasının endüstriyel ilerlemeye bağlı olduğu günümüzde ABD, AB ve Çin’in olduğu gibi diğer ülkelerin de enerjiye olan ihtiyacı ve bağımlılığı artmaktadır. Dolayısıyla, küresel hâkimiyetin yeni belirleyicisi enerji kaynakları nın kontrolüdür. Bunların ışığında, BOP’un içine aldığı bölgede AB’nin bağımlı olduğu kaynakları da içeren iki önemli enerji kaynağının bulunduğunu vurgulamak gerekir. Bunlar Ortadoğu enerji kaynakları ve Hazar enerji kaynaklarıdır. Doğal enerji kaynaklarının coğrafidağılımına bakıldığında ağırlık merkezinin Ortadoğu bölgesi olduğu görülmektedir. Ancak Hazar bölgesindeki enerji kaynakları da hatırı sayılır miktardadır. Bu bölgedeki enerji kaynakları, tarih boyunca dünya üzerinde egemenlik kurmayı amaçlayan ülkelerin ilgi odağı olmuştur. 

Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler, dünya egemenliği kurma stratejisi çerçevesinde ve Rusya’ya karşı yürüttüğü mücadelede bu bölgedeki enerji kaynaklarını ele geçirmeye çalışmıştır. Bugün, Amerikan Enerji Bakanlığının verilerine göre Hazar Bölgesi’ndeki ispatlanmış ve olası petrol rezervlerinin toplamı günümüz petrol rezervlerinin yaklaşık %26’sını oluşturmaktadır.26 

Bu da oldukça önemli bir orandır. Ayrıca bu bölgeden çıkan enerji ürünlerinin çok kaliteli olduğu bilinmektedir. ABD, hem Ortadoğu hem de Orta Asya enerji kaynakları ve yolları üzerinde hâkimiyet sağlayarak bir yandan kendisi tek kaynağa bağımlı olmamayı hedeflerken, diğer yandan da bu kaynakların 
ve yolların güvenliğini sağlamayı, bölgede etkin olan Rusya ve Çin gibi aktörlerin etki alanını sınırlandırmayı, bu bölgeden gelecek enerjiye muhtaç olan endüstriyel demokrasileri korumayı ve gerektiğinde yönlendirebilmeyi amaçlamaktadır.27 
Bir taraftan ABD, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’da etkili olmaya çalışırken, diğer taraftan Rusya’da öncelikle Kafkasya ve Orta Asya’da ABD hegemonyasına 
karşı koymak için yeni stratejiler geliştirmeye çalışmaktadır. Orta Asya’da kendisi dâhil 7 ülkeyle kurduğu yeni ittifak bunun bir sonucudur. 

Rusya’nın ayrıca Ortadoğu’da etkili olabilme teşebbüsleri bulunmaktadır. Rusya’nın Suriye’nin Tartus Limanında bir deniz üssü açma ve daha sonra diğer Ortadoğu ülkelerinde de benzer tesisler kurma niyetinde olduğu açıklanmıştır. 

   Önümüzdeki yıllarda enerji güvenliğinin, kaynaklarının ve intikal yollarının önemi artarak devam edecektir. 2030’lu yıllara gelindiğinde hidrokarbon, yine enerjide hâkim faktör olma durumunu koruyacaktır. Kuzey kutbu, küresel ısınmanın etkisi ile petrol arama ve kaynaklarının ortaya çıkmasına elverişli hale gelecektir. 

   Bu durum yeni siyasi ilişkileri beraberinde getirecektir. Enerji güvenliğinin yanında gıda, su ve çevre konuları da öncelikli sorunlar haline gelecektir. 
Dünya genelinde nüfus artışı da bu sorunların içinde olacaktır. Ancak gelişmiş ülkelerde nüfusun yaşlanması, gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki genç ve eğitimsiz nüfus ve bunun bir sonucu olan göç hareketleri bir çatışma ortamı yaratabilecektir. Diğer tehditleri de göz ardı etmemek gerekmektedir. Yeni tehditlerin nereden geldiği henüz daha tam olarak belirlenememiştir. Bu yıllara gelindiğinde devlet, yine en önemli güvenlik sağlayıcısı, aynı zamanda tehdit kaynağı olacağından bu durumda askeri güç, önemini korumaya devam edecektir.28 

Dolayısıyla NATO’nun askeri bir güç olarak önemini koruyacağı anlaşılmaktadır. 

Tüm bunlara bakıldığında, NATO’nun doğuya doğru genişleme ve bu bölgede istikrar sağlanmasına yardımcı olma stratejisi ile ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ve bölge üzerinde oluşturduğu politikalar arasında ciddi örtüşmeler olduğu görülmektedir. ABD, NATO’nun doğuya doğru genişlemesini desteklemektedir; çünkü NATO’nun genişlemesi demek onun lideri olan ABD’nin hâkimiyet ve etki alanının genişlemesi demektir.29 

Bu da, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde yer alan Ortadoğu ve Hazar enerji kaynaklarının ve yollarının NATO, dolayısıyla ABD kontrolü altına girmesi anlamına gelmektedir. 

Bu çerçevede bir NATO ülkesi ve bu örgütün lideri olarak ABD, birliklerini yeniden yapılandırma ve konuşlandırma çalışmalarına başlamıştır. Örneğin, ABD Avrupa’daki (özellikle Almanya’daki) ve Uzak Doğu’daki (Güney Kore ve Japonya’daki) birliklerini Ortadoğu, Kuzey Afrika, Doğu Avrupa ve Orta Asya’ya kaydırma çalışmaları yapmaktadır.30 Bu durum, Bush yönetiminin milli güvenlik stratejisinin ve ABD gücünün dünya üzerindeki yeni yayılımının bir çıktısıdır. ABD henüz yeni bir güvenlik stratejisi oluşturmadığından, bu anlayışın yeni dönemde de küçük sapmalarla devam edeceği beklenmektedir. Her ne kadar bu yeniden konuşlandırmanın terörle daha etkili mücadele etme amacını taşıdığı söylense de, tüm bu değerlendirmelerin ışığında, enerji kaynaklarını ve yollarını kontrol etme stratejisinin de, bu yeniden konuşlandırma çalışmalarında etkili olduğu yorumunu yapmak yanlış olmayacaktır. Ancak Irak’tan kuvvetlerini bir plan dahilinde çekip, Afganistan’daki askeri gücü arttırmak birinci öncelikli konu olarak ortaya çıkmıştır. 

Afganistan’a diğer NATO ülkelerinin de katkısı üzerinde ısrarla durulmaktadır. Çünkü Afganistan konusu NATO’nun geleceğini etkileyen bir konu olarak algılanmaktadır. 

8. 11 Eylül Sonrasında NATO Stratejilerinde Meydana Gelen Değişim, Terörle 

Mücadelede Şekillenen Yeni KonseptlerGünümüzde asimetrik güçlerin mücadele yöntemi olarak ortaya çıkan şiddet ve terör, bölgesel sınırların ötesine geçmiş ve küresel nitelik kazanmıştır. Küresel Terörizm, dünyanın olduğu gibi NATO’nun da gündemini değiştirmiştir. Terörizm ile mücadelede BM, NATO, AB ve AGİT’in çalışmalarının artarak devam edeceği beklenmektedir. Gelişen yeni tehditlerin 
niteliği, NATO üyelerinin bu tehditlere en etkin şekilde mukabele etmede fikir birliğine varmalarını zorunlu kılmaktadır. NATO Müttefikleri, 11 Eylül saldırısının ardından NATO Anlaşması’nın 5. maddesini yürürlüğe koyarak Afganistan’a kuvvet göndermek suretiyle bu yolda önemli bir adım atmışlardır.31 

Terörizmle mücadele konusu NATO’nun 1999’daki Washington Zirvesi’nden itibaren şekillenmeye başlamış, 2002 Prag Zirvesi’nde terörizmle mücadele konsepti onaylanmıştır. Bu gelişme ile İttifak üyelerinin halkına, kuvvetlerine, topraklarına ve uluslararası güvenliği hedef alan tüm terör hareketlerine karşı mücadele kararlılığı ifade edilmiştir. Kabul edilen konseptte, alınacak önlemlerin teröristleri caydırabilecek, durdurabilecek ve karşı savunma yapabilecek nitelikte olması öngörülmekte ve önlemlerin NATO’nun çıkarlarının olduğu bölgelerde 
uygulanması gerektiği belirtilmektedir. Terörizm konusunda Prag’da onaylanan Ortaklık Eylem Planı, ortaklara ulusal reformlarında ve güvenlik konularında geniş kapsamlı yardım yapılmasını esas almaktadır. Terörizmin temel nedenleri üzerinde duran bu planın, terörizmin sınırlar ötesine taşmasının önlenmesinde olumlu etkilerinin olacağı değerlendirilmiştir. Planda NATO-AB arasında hem güvenlik hem de transatlantik ilişkilerinin geliştirilmesi düşünülmüştür. 

2004 yılında İstanbul’da yapılan NATO Zirvesi, ABD ve AB’nin küresel kerörizmle uluslararası alanda mücadelenin etkin yürütülebilmesi için ortak yaklaşım ve işbirliği için önemli bir imkân yaratmıştır. Soğuk Savaş döneminde askeri tehdide dayalı güvenlik anlayışı egemen olurken, Soğuk Savaş sonrası dönemdeki gelişmelere uygun olarak NATO, terörizmin en büyük tehdit olduğu yönünde aldığı kararla, algılama ve görev tanımlaması boşluğundan kendini kurtarmaya çalışmıştır. Ayrıca terörizmle mücadelede önalıcı (proaktif) güvenlik anlayışını 
benimsemiştir. Bu zirvede İstanbul İşbirliği Girişimi oluşturulmuştur. Körfez İşbirliği Konseyi kurularak ve Güçlendirilmiş Akdeniz Diyalogu ile Doğu Akdeniz’in güvenliği ve istikrarı için önemli bir girişim başlatılmıştır. 

Güçlendirilmiş Akdeniz Diyalogu ile Diyalog ortaklarının birbirlerine yakınlaşmaları, terörizm ve kitle imha silahlarının yayılması gibi ortak tehditler karşısında daha yakın bir ortaklık geliştirilmesi amaçlanmıştır. 

28-29 Nisan 2006’da Sofya’da yapılan NATO 

Dışişleri Bakanları toplantısında NATO’nun “Küresel İttifak”a dönüştürülmesinin düşünülmediği; ancak küresel tehditlerle daha çok mücadele edilmesinin amaçlandığı vurgulanmıştır.32 Kasım 2006 Riga Zirvesi’nde de bu konu teyit edilmiştir. 

Haziran 2008’de yapılan NATO Savunma Toplantısı’nda, Afganistan’da olası strateji değişimi ve uyuşturucuyla mücadele konuları da ele alınmıştır. 2003 yılından bu yana Afganistan’da görev yapan NATO’ya bağlı ISAF (Afganistan’daki Uluslararası Destek Gücü) tarafından Taliban’ın yılda 100 milyon dolara yakın uyuşturucu gelirinin kesilmesi yönünde adımlar atılması tartışılmıştır. Küresel uyuşturucu üretiminin yüzde 90’ının bu bölgeden çıkıyor olması, bu konu hakkında mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Yalnız Almanya, İspanya, Portekiz, Romanya, Yunanistan, Belçika ve İtalya gibi Avrupalı müttefik devletler sivil can kayıplarının artacağını, yöre halkının haşhaş ekiminden 
gelir sağladığını, engellenmesi durumunda yeni huzursuzlukların çıkacağını belirtmişlerdir. 

    Buna karşılık ABD, Kanada, Hollanda ve İngiltere ise uyuşturucu ile mücadeleden yana olduklarını ifade etmişlerdir. Bu ayrışmaların ışığında, 2008 yılında yapılan Budapeşte Zirvesi’nde de uyuşturucuyla mücadele konusunda kesin bir sonuca ulaşılamamıştır.33 Bununla beraber ISAF’a ilave askeri kuvvet konusu da tartışılmış ve sonuçta Fransa’nın 7001000 kişilik, ABD’nin 3 bin 500 ve Gürcistan’ın da 500 kişilik ilave kuvvet göndereceği açıklanmıştır. 

Bükreş Zirvesi’nin ardından Haziran 2008 Brüksel’de yapılan Genelkurmay Başkanları Toplantısı’nda, Zirve’de alınan askeri kararların görüşülmesinin yanında toplantının ana konusunu oluşturan siber savunma konusunda da geniş katılımlı bir görüşme yapılmıştır. Özellikle 2004 yılında İttifaka katılan Estonya’ya, Rus kaynaklı sanal saldırılar sonucu, hem Estonya’nın hem de diğer üye devletlerin bu yöndeki mücadele isteğini içeren önerilerde bulunulmuştur. Estonya’daki Siber Savunma Merkezi ile 6 NATO üyesi (Almanya, İtalya, İspanya, Slovakya, Litvanya, Letonya) arasında yapılacak anlaşmayla, bir NATO Sivil Savunma Mükemmeliyet Merkezinin kurulması kararlaştırılmıştır.34 

NATO kapsamında yapılan tüm toplantılar ve girişimler sonucunda varılan ortak noktalara baktığımızda şu hususların ön plana çıktığı görülmektedir: 

-Kaynağı, sebebi ve amacı ne olursa olsun, uluslararası terörizmin eylem, yöntem ve uygulamaları kınanmaktadır. 
-Ülkelerin toprak bütünlüklerini tehdit eden terör; barış, güvenlik ve istikrarı tehdit etmektedir. 
-Uluslararası terör suçları hiçbir şekilde haklı gösterilemez.
-Terör hem insanlık onurunu ve haklarını hem de uluslararası ilişkilerin normal seyrini tehdit etmektedir. 
-Terörün önlenmesi ve bastırılması için mümkün olan en etkili iş birliğinin yapılması gerekir.
-İttifak içindeki bazı düzenlemeler de dâhil olmak üzere, İttifakın terörle mücadele konusundaki çabaları desteklenecektir.35 

ABD Hükümeti tarafından 11 Eylül’den sonra hazırlanan raporda da;

-Terör örgütlerinin büyük çaplı eylem planlama, organize etme ve değerlendirme yeteneklerini geliştirdikleri, 
-Yeni eleman toplama, fikirlerini aşılama ve yeni personel eğitme olanaklarını genişlettikleri, 
-İleri muhabere, istihbarat imkân ve kabiliyeti ile kayda değer finans kaynaklarına sahip oldukları, 
-Personelini uzak bölgelere gönderebildikleri belirtilmektedir.36 

  NATO Genel Sekreter Yardımcısı John Colston da; 

- Terörün küresel bir sorun olduğunu, 
- Mücadelenin uluslararası iş birliğine bağlı olduğunu, 
- Terör belası ile tek başına mücadele edecek hiçbir uluslararası kuruluş ya da devlet bulunmadığını, 
- Mücadelede silahlı kuvvetlerin rolünün çok önemli olmakla beraber, uluslararası kuruluşların ve devletlerin de bu konuda sorumluluklarının bulunduğunu, 
- Tehdit nereden geliyorsa oraya müdahale edilmesi gerektiğini, NATO’nun eşsiz bir operasyonel kabiliyete sahip olduğunu, siyasi ve askeri ittifaklarla terörizmle mücadeleye katkı sağlayabileceğini belirmiştir.37 

Bütün bu açıklamalar ve kavramlar, NATO içinde terörle mücadele konusunda bir görüş birliği oluştuğunu ve üyelerin bu konuda iş birliğine hazır olduklarını ve NATO imkân ve kabiliyetlerinin de bunu başarabilecek durumda olduğunu göstermektedir. Ayrıca mücadelede NATO’nun uluslararası iş birliğine açık olduğu görülmektedir. Bu konuda 2006 yılında Sofya’da yapılan NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda NATO Genel Sekreteri Scheffer’in, NATO ile Rusya arasında varılan iş birliği anlaşması çerçevesinde, özelikle uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizmle mücadele alanla-rında başarılı iş birliği sergilendiğini belirtmesi örnek olarak gösterilebilir.38 Bu konu 2009 yılına kadar yapılan bütün toplantılarda güncelliğini korumuştur. 

9. NATO’nun Terörle Mücadele 

    Konseptlerinin Uygulamadaki DurumuYapılan toplantılar ve alınan kararlardaki olumlu yaklaşımlar ve yaşanan acı gerçeklere rağmen, NATO içinde uygulamalara bakıldığında terörle mücadelede tam bir konsensüs sağlandığını söylemek mümkün değildir. Hatta bu olumsuz anlayışın devam edeceği de anlaşılmaktadır. Terörizmin tanımı ve terörizmle mücadele noktasında nasıl bir ortak politika uygulanacağı konusunda belirsizlikler sürmektedir. Bu belirsizlikler, aslında NATO’nun sağlıklı bir vizyon ortaya koymasını engellediği gibi, uluslar arası ilişkilerde de bir fay hattı oluşturmaktadır. 
Bu fay hattının oluşturacağı kırılganlıklar ise, terörizmle mücadelede başarılı adımlar atılmasını engelleyecektir. 
Tehdidin salt askeri tehdit olmayıp asimetrik yapıdaki terör tehdidi olduğu düşünüldüğünde, aslında ortak politika belirlemenin önemi daha fazla ortaya çıkmaktadır. 

    Realizm ile idealizmin mutlaka birbirinden ayrılması zarureti bulunmaktadır. Aktörlerin Soğuk Savaş sonrası dönemdeki politikaları analiz edildiğinde ve bu açıdan NATO içinde ABD ve Avrupa yaklaşımlarına bakıldığında, ABD’nin 11 Eylül saldırıları sonrasında daha çok güç kullanma ve savaş yöntemi ile güvenlik sorunlarını çözmeyi amaçladığı, Afganistan ve tek başına Irak’a müdahalesinin bu politikaların bir sonucu olduğu görülmektedir. Avrupa’nın ise, diplomasi ve müzakere yöntemlerini kullanarak güvenlik sorunlarını çözme eğiliminde olduğu müşahede edilmektedir. ABD ve Avrupa’nın güvenlik sorunlarında tercih ettiği bu yöntem farklılığı, uluslararası güvenlik alanında yeni tehdit algılaması olarak ortaya çıkan terörizm konusunda NATO’da ortak politika üretilmesine önemli bir engel oluşturmaktadır. 

Ancak, terörle mücadelede ortak politikanın belirlenememesine Soğuk Savaş sonrası dönemdeki belirsizliğin bir sonucu olarak bakıldığında çok da umutsuz olmamak gerekir. İleride bu belirsizlikten uzaklaşıldığı noktada belki bir ortak politikaya varılabilecektir. Ancak halen toplantılarda ve uygulamalarda ülkelerin ortak hareket etme eğiliminden daha fazla olarak kendi kazanç hanelerini düşündüklerine şahit olunmaktadır. 2004 İstanbul Zirvesi’nde, Afganistan’da NATO’nun görev alanının genişletilmesi, Irak konusunda görüş birliğine varılması ve Irak’tan kaynaklanan terör tehdidinin varlığının kayıt altına alınması, İstanbul İşbirliği Girişimi’nin Akdeniz Platformu ile birlikte 
işlem görecek biçimde yaşama geçirilmesi daha çok ABD’nin kazanç hanesini ilgilendirmektedir. NATO aldığı bu kararlar ile ABD’nin dış politika uygulamalarını meşruiyet zeminine çekmiştir.39 

    Terörle mücadelede gerçeklerle karşı karşıya kalındığında ülkelerin, özellikle ittifak üyesi ABD’nin alınan ortak eylem kararları dışına çıktığını ve hatta BM girişimini dahi beklemeden tek başına hareket etme eğiliminde olduğu görülmektedir. Bunun nedenleri incelediğinde, terör örgütlerinde karar alma sürecinin kısa olduğu, aldığı kararı hemen uygulama imkânına sahip olduğu, bununla mücadele edecek olan uluslararası kuruluşlarda ise karar alma mekanizmasının bu kadar çabuk çalışmadığı anlaşılmaktadır. 

    Bu nedenle ABD’nin tek kutuplu dünya düzeninin hâkim kutbu durumunda olmak ve ittifak içinde de lider durumunda bulunmak avantajını kullanarak hareket ettiğini söylemek mümkündür. Daha sonra yapılan ittifak toplantılarında, yapılan işleme destek alınmak istendiği ve meşruiyet zeminine oturtulmaya çalışıldığı müşahede edilmektedir. Yukarıda ifade edilen İstanbul Zirvesi’nde alınan kararlar bu uygulamaya bir örnek teşkil etmektedir. Daha sonraki toplantı ve uygulamalarda bir değişikliğe rastlanmamıştır. 

10. Terörle Mücadele Konsept ve Uygulamalarının Türkiye Açısından Değerlendirilmesi 

Türkiye terörizmden en fazla zarar gören ülke konumundadır ve bu nedenle terörle mücadelede en duyarlı ülkedir. NATO toplantılarında ortak kararlar alınmasına en fazla destek olan ve alınan kararları da NATO ve insani menfaatler istikametinde uygulayan bir ülke konumundadır. Türkiye gerek zarar gören ülke konumundan doğan hassasiyeti, gerek NATO ittifakına verdiği önem gerekse insani duygularla, NATO’nun terörle mücadele konsept ve doktrin geliştirme faaliyetlerine destek sağlamakta ve bu konuda NATO ve diğer ülkelere operatif 
ve stratejik seviyelerde eğitim vermektedir. Afganistan’daki NATO gücüne olan katkılarını ve eğitim amaçlı açtığı “Terörle Mücadelede Mükemmeliyet Merkezi”ni bu uygulamalarına iyi birer örnek olarak göstermek mümkündür. 

Terörle mücadelenin uzun vadeli bir konu olduğu, özellikle toplumun teröre karşı direnişinin, başarının temel koşullarından biri olduğu kıymetlendirilmektedir. Askeri düzeyde uluslararası işbirliğinin terörle mücadelede gerekli, ancak yeterli olmadığı düşünülmektedir. Teröre karşı ordunun esas rolünün terörün yayılmasını engellemek, caydırmak ve terörün nedenlerini ortadan kaldıracak sivil teşebbüsler için zemin yaratmak olduğu değerlendirilmektedir. Uluslararası düzeyde ülkeler, terörizmin ortak tanımı üzerinde mutabakata varmalıdır. 

Ancak bunun objektif olarak gerçekleştirilmesinde ülkelerin kendi çıkarlarını düşünmesinden dolayı güçlük bulunmaktadır. Bu nedenle bu konuda 
yapılan bazı teşebbüsler de olumsuz sonuçlar vermektedir. Herhangi bir nedenle bir ülkede terörist olarak adlandırılan bir kişi veya örgüt, diğer ülkede özgürlük savaşçısı gibi farklı şekilde kabul ediliyorsa, o zaman bu mücadelenin başarılı olma şansı yoktur. Terörü kendi amaçlarına ulaşmak için bir yöntem olarak kullanan kişi veya örgütler terörist olarak adlandırılmalıdır. Bugün terör tehdidinin büyüklüğü konusunda genelde devletlerarasında ortak bir anlayış vardır. Ancak asıl anlaşmazlık, hangi şiddet ve tehdit kullanımının terör kapsamında algılanması gerektiği yönündedir.40 

Diğer uluslararası kuruluşlarda olduğu gibi NATO’da da terörün ortak bir tanımını yapmak mümkün olmadığı gibi NATO’nun terör örgütleri listesi üzerinde tam bir mutabakat sağlandığını söylemek de mümkün değildir. Türkiye 25 yılı aşkın bir süredir PKK terörü ile mücadele etmektedir. NATO’nun terör konusundaki hassasiyeti de bilinmektedir. Ancak içinde PKK’nın da bulunduğu NATO’nun terörist listeleri yıllara sari olarak güncelleştirilirken, PKK terör örgütünün listeye dahil edilmesinde zaman zaman güçlüklerle karşılaşılmaktadır. 

Bu yaklaşım, NATO’nun terörle mücadeledeki ciddiyeti ve tutumu ile bağdaşma maktadır. PKK terör örgütünün Avrupa’da büroları vardır. Avrupa’dan televizyon yayını yapmaktadır. Bu Avrupa ülkeleri NATO üyesidir. PKK, NATO üyesi olan Türkiye’ye zarar vermeye devam etmektedir. Bırakın NATO’nun bu örgütle aktif mücadelesini, üyeler Türkiye’ye zarar veren unsurlara dahi engel olmayıp, faaliyetlerinin devamına imkân vermektedir. Türkiye’nin yapmakta olduğu mücadeleye, çeşitli nedenlerle doğrudan veya dolaylı olarak engel olunmaktadır. 

Bu gerçekler görmezlikten gelinmektedir. Türkiye’nin bu beklentisinden, bir tehdit unsuru olan PKK ile mücadelesini NATO’ya yüklemek istediği gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Türkiye’nin güvenliğini bir başka ülkeye veya kuruluşa aktarma düşüncesi ve niyeti yoktur. Kendi güvenliğini sağlayacak güçtedir. Ancak güçlü bağlarla bağlı olduğu ve güvenilir bir müttefiki durumunda bulunduğu NATO’dan, hakkı olduğu desteği beklemesi de yadırganmamalıdır. 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

60. YILINDA NATO VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ., BÖLÜM 3

60. YILINDA NATO VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ., BÖLÜM 3




4. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)

BOP genel olarak Kuzey Afrika ülkeleri, Ortadoğu ülkeleri, Kafkasya ve Orta Asya’yı kapsayan, coğrafi olmaktan çok, stratejik bir proje olarak algılanabilir.6 Dikkatli bakıldığında BOP’un İslam coğrafyası üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Bu projenin iki temel hedefi olduğu söylenebilir. 

Birincisi, bu bölgeden kaynaklandığı düşünülen terör tehdidinin ortadan kaldırılmasıdır. Tanımlanan bölgede nüfusun ve gelir dağılımı adaletsizliğinin etkisiyle fakirlik artmış ve bu durumun sebebi olarak özelde ABD, genelde ise Batı dünyası görülmüştür. 
Bu durum radikal İslam’ın güç kazanmasına, Amerikan karşıtlığının yayılmasına ve sonuçta terör eylemleriyle ABD’yi ve diğer Batı ülkelerini tehdit etmesine sebep olmuştur. Bu olgu, istikrarsız rejimlerin varlığıyla birleşince, terörün artmasının yanı sıra, kitle imha silahlarının yaygınlaşması, uyuşturucu, insan kaçakçılığı ve kitlesel göç hareketlerinin artması gibi önemli güvenlik ve düzen sorunlarını da beraberinde getirmiştir.
Bu bağlamda, bölgedeki tehdit unsurlarıyla etkin bir biçimde baş edebilmek için bölge ülkelerinin “çağın gereklerine uygun olarak” demokratikleştirilmesi ve bu amaçla sosyal, ekonomik ve siyasal reformlar gerçekleştirmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede, siyasal özgürlüklerin genişletilmesi, rejimlerin iyileştirilmesi, sivil toplumun güçlendirilmesi, yolsuzlukla mücadele, eğitim reformuyla okur-yazarlığın arttırılması, kadın haklarının genişletilmesi, ticaret ve finans sektörlerinin reformu ile girişimciliğin ve serbest ticaretin teşvik edilmesi gibi amaçlar güdülmüştür.8 Ayrıca, terörle mücadele kapsamında bölgedeki radikal İslamcı ve Amerikan karşıtı rejimlerin ılımlı İslami demokrasilerle değiştirilmesi, bölgenin kitle imha silahlarından arındırılması, İsrail-Filistin/Arap sorununun iki devlet esasına göre çözülmesi ve toplumların refah seviyelerinin arttırılması amaçlanmıştır.

BOP’un ikinci hedefinin, bölgedeki enerji kaynaklarını ve bunların intikal yollarını kontrol etmek olduğu söylenebilir. 

Gelişmenin ve refah düzeyinin endüstriyel ilerlemeye bağlı olduğu günümüzde, enerji kaynaklarının ve bunların bulunduğu bölgelerin kontrol edilmesi büyük önem arz etmektedir.10 
20. yüzyılın sonlarına doğru bilinen dünya hâkimiyet teorilerinden ayrı olarak “enerji kaynaklarını kontrol eden dünyayı kontrol eder” tezine dayalı yeni bir stratejik anlayış oluşmaya başlamıştır. 
Küresel hâkimiyetin yeni belirleyici unsurunun enerji kaynaklarının kontrolüne dayandığı, bu anlayış çerçevesinde ABD’nin, Soğuk Savaş dönemi boyunca tam olarak etkinlik sağlayamadığı Orta Asya ve Ortadoğu bölgeleri üzerine odaklanarak, yeni bir bölgesel etki alanı oluşturmaya çalıştığı görülmektedir. 

Bu iki ana hedefi gerçekleştirebilmek amacıyla ABD; Soğuk Savaş döneminde yapılandırılmış kuruluşların, özellikle de NATO’nun, BOP bölgesinin hem askeri, hem ekonomik olarak dönüştürülmesinde aktif görev almasını sağlamaya, bu çerçevede yeni görev tanımlamaları oluşturmaya çalışmıştır. ABD, NATO’nun doğuya doğru genişlemesini desteklemekte, Orta Avrupa’daki NATO üslerinin sayılarının ve kapasitelerinin azaltılıp Doğu’da kriz bölgelerine daha kolay ulaşabilecek yerlere konuşlandırılmasına çalışmaktadır. 

Öte yandan ABD, dünyanın herhangi bir yerinde oluşan krize müdahale etme aşamasına geldiğinde BM, AGİT, NATO gibi uluslararası kuruluşlarla konsensüs 
içinde hareket etmek istemektedir. Ancak bu kuruluşlarda kararlar geç alınabilmekte veya alınamamaktadır. Bu nedenle ABD, diğer ülke ve kuruluşları devre dışı bırakarak müdahalesini yapmakta, istediklerini belirli ölçüde elde ettikten sonra savunma masraflarını ve sorumlulukları paylaşmaya ve konuyu hukuki zemine oturtmaya çalışmaktadır. ABD, NATO’yu da bu amaçla çıkarları doğrultusunda yönlendirmektedir. 

Bu durum, ABD’nin Irak’ta girdiği çıkmazda da NATO’yu kullanmak istemesi ör-neğinde açıkça görülmektedir. ABD, Irak’ta askeri başarıyı kısa sürede sağlamasına rağmen, Irak’ın sosyal yapısını iyi analiz edememiş, demokrasi, hürriyet ve insan hakları savunuculuğu yaparken, ABD askerlerinin Irak’ta uyguladığı işkence ve kötü muameleden dolayı dünya kamuoyu önünde kötü duruma düşmüş ve Irak’ta iyice çıkmaza girmiştir. Bu çerçevede, ABD içine düştüğü kötü durumdan sıyrılmak için yeni arayışlar içinde NATO’yu devreye sokmaya çalışmıştır. 
Diğer bir anlayışla ABD, NATO’yu “kendi küresel polisi haline çevirmeye çalışmaktadır” denilebilir.11 

Ayrıca, ABD’nin, NATO’yu özellikle BOP’un bir Amerikan projesi olduğu izlenimini silmek amacıyla projenin uygulanmasına dahil etmek istediği de düşünülmekte dir. Ancak BOP’un ABD’nin hegemonyasını yaymak için oluşturulan emperyalist bir proje olarak görülmeye başlanması sonucunda ortaya çıkan tepkilerden dolayı, 28–29 Haziran 2004 tarihlerinde gerçekleştirilen NATO Zirvesi’nde projenin adı “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi” (GOKAP) olarak değiştirilmiştir. Aslında projenin özü aynı kalmıştır. Bu isim değişikliğinin, 
oluşmakta olan tepkileri önlemek ve uygulama safhasında ortaklar/müttefikler bulmak amacıyla yapıldığı söylenebilir. Ancak bütün bu gelişmelere rağmen ABD, Irak’ta istediği sonuca kolay ulaşamamıştır. Irak’ta istikrarın ve güvenliğin sağlanması için Irak ordusunu yeniden teşkil etmiş ve 2008 yılı içinde ABD-Irak güvenlik işbirliği anlaşmasını imzalayarak bir program halinde 2011 yılı sonuna kadar askeri kuvvetlerinin bütününü Irak’tan çekmeyi planlamıştır. ABD’deki yeni yönetim, İran ile diyalog yollarını açık tutacağını da beyan etmiştir. 

ABD’nin Ortadoğu’dan vazgeçmesi söz konusu değildir. Ancak Ortadoğu politikalarına yeni bir düzen vereceği anlaşılmıştır. 

5. “Yeni Ortadoğu” ve Başkan Barack H. Obama 

“Yeni Ortadoğu”, Ortadoğu’da ABD’nin hâkimiyetinin artık sona erdiğini ve Ortadoğu için yeni bir çağın başlangıcını ifade eden bir terimdir. Ortadoğu’da yeni aktörlerin, yeni güçlerin meydana geldiği ve artık sert gücün (hard power) yerini yumuşak güce (soft power) bıraktığı oluşumdur. Bu durumda ABD’nin bölgede etkinliğini askeri güç yerine diplomasi gibi yumuşak güçle sağlamaya çalışacağı anlaşılmaktadır.12 
Yeni yönetimin, İran konusunda olduğu gibi diyalog ve müzakere yolunu benimseyeceğini, ancak gerektiğinde askeri seçenekleri gündemde 
tutacağını belirtmesi, diplomasi ve yumuşak gücün yeterli olamayacağı zamanlarda sert güç kullanılabileceğini de göstermektedir. 

Obama’nın ilgilenmesi gereken en önemli mesele hem ABD’yi hem de tüm dünyayı yakından ilgilendiren büyük ekonomik krizdir. Krizin etkilerinden 
kurtulmak ve küresel alanda rekabeti yükseltmek için yeni bir paket hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur. Küresel ekonomik kriz, başlangıçta ABD’den başlamış ve bütün dünyayı etkisi altına almıştır. Küresel ekonomik krizin zaman içinde küresel siyasi etkilerinin olacağı da beklenmektedir. Ancak ABD’nin dünyanın en büyük ekonomik imkânına ve kapasitesine sahip olması, IMF’yi kontrol edebilme 
gücü, FED’in dünya ekonomisine etkisi, çok ortaklı şirketlerde büyük ortaklıklara sahip olması ve ABD dolarının yatırım ve finans ölçü aracı olarak yaygın bir şekilde kullanılması ve gücünün ABD’nin itibarı ve ekonomik büyüklüğü ile orantılı olarak ölçülmesi, ABD’nin bu küresel ekonomik krizden en erken çıkabilecek ülke olabileceğinin birer göstergesi olabilir. ABD, ekonomisinin sahip olduğu bu özelliklerinden dolayı, krizin küresel siyasi etkisinde de baş rolü oynayabileceği izlenimini vermektedir. 

Önemli konulardan biri de hiç kuşkusuz Filistin-İsrail çatışmasıdır. Sonuç alınamayan ve yıllar süren bu problemin bir anda ortadan kaldırılmasının imkânsız olduğunu bilen Obama, bölge için özel temsilci atamıştır. Obama böylece direkt olarak Gazze krizi gibi olaylara müdahil olmamakta, atadığı kişiler aracılığı ile ilişkileri devam ettirmeyi planlamaktadır.13 Bu yöntemle yapılacak çalışmalar ışığında yeni politikaların ortaya konacağı beklenmektedir. 

Unutulmaması gereken iki ayrı konu daha vardır, bunlar da Afganistan ve Rusya’dır. Obama’nın, selefi olan Bush’dan farklı olarak bu iki ülke ile ilgili krizlerden kaçınma yolunu seçtiği söylenebilir. Afganistan konusunda, Taliban’a karşı mücadelenin kazanılması amacı varken, Rusya cephesinde ise doğal gaz ve lojistik konular ağar basmaktadır. 

Afganistan’da başarı sağlamak için, daha fazla askere ihtiyaç duyulduğunun farkında olan Obama, Irak’tan çekeceği askerlerden bir kısmını buraya göndermeyi planlamaktadır. Diğer taraftan, Obama halka seslenişlerinden birinde, gerektiğinde Taliban ile iletişim kurulmasını ve müzakere edilebileceğini de belirtmiştir.14 Afganistan konusu bir noktada NATO’nun geleceği olarak kabul edilmekte ve NATO ülkeleri öncelikle çatışma bölgesinde görevlendirilmek üzere Afganistan’daki müdahaleye katkıda bulunmaya ısrarla davet edilmektedir. Yeni yönetim, acil bir tedbir olarak Afganistan’a 17000 ilave ABD askeri gönderme hususunu da karara bağlamıştır.15 Afganistan konusu içinde bir 
diğer önemli konu ise, ABD’nin askeri lojistik ihtiyacının büyük bir bölümünün Pakistan üzerinden karşılanmasıdır. Özelikle 26 Kasım 2008 Mumbai’deki terörist saldırılarından sonra, Hindistan ile artan gerilim sebebiyle, bu bölgenin istikrarsız hale gelmesi ABD’nin çıkarlarına ters düşmektedir. Hindistan, Pakistan’ın sadece terörizme karşı sözde mücadele ettiğini ve bu konudaki hoşnutsuzluğunu belirtmiştir. Bu nedenle ABD, lojistik ihtiyaçların Afganistan’a intikal ettirilmesi için Pakistan güzergâhından başka hatlar bulmak zorunda kalmaktadır. 

Bu durumda ABD, öncelikle Afganistan için hayati önem taşıyan akaryakıt ve mühimmat başta olmak üzere ikmal malzemelerini güvenli alanlardan 
geçirmek maksadıyla çeşitli planlamalar yapmaktadır. 

Bu noktada karşımıza üç farklı güzergâh çıkmaktadır. Bunlardan ilki, Hazar Denizi’nin iki kıyısını birleştiren Azerbaycan-Türkmenistan boru hattıdır. Ancak bu hat Özbekistan, Gürcistan ve Türkiye tarafından kullanılmak üzere genişletilse de yeterli aktarımı yapabilecek yeterliliğe sahip değildir. İkinci hat ise Özbekistan, Türkmenistan ve Rus topraklarından geçerek Karadeniz ulaşımını da içinde barındıran, Ukrayna ve Beyaz Rusya’ya ulaşan hattır. Üçüncü hat ise direkt İran’dan Hint okyanusuna ulaşan güzergâhtır. Üçüncü hattın uygulamaya 
geçmesi ihtimali imkânsıza yakın olsa da potansiyel alternatif hatlar arasında sayılabilir. Görüldüğü gibi bütün hatlar üzerinde Rus etkisi göze çarpmaktadır. Rusya gerektiğinde Azerbaycan ve Türkmenistan’a baskı yaparak, politika 
değişikliklerine sebep olmaktadır. Bu noktada Türkiye’nin de ABD ile Rusya arasında kalabilecek durumlardan kaçınacağı beklenmelidir. Bu takdirde, ABD’nin bu hatları kullanabilmesi için Rusya ile işbirliğine girmesi gerekmektedir. Bu da yumuşak güç politikasının bir gereği olarak nitelendirilebilir. 16 

Rusya ve ABD bir yandan silahsızlanma mesajları verirken, bu ülkelerin Orta Asya’da sessiz ve derinden bir güç mücadelesi içinde olduğu da gözden kaçmamaktadır. ABD, Taliban ve El Kaide ile daha etkili mücadele edebilmek için Irak’tan asker çekmeyi ve Afganistan’a daha fazla asker sevk etmeyi planlamaktadır. Rusya ise Orta Asya’daki hamleleriyle ABD’nin genişleme ve etkili olma planını bozmaya çalışmaktadır. Yıllık bütçesi sadece 1 milyar dolar olan Kırgızistan, Rusya’dan 150 milyon hibe olmak üzere 1,7 milyar doları Rus 
yatırımı sözü aldıktan sonra ABD’ye ait Manas askeri üssünü kapatacağını açıklamış ve kapatma kararını da almıştır. Manas, Afganistan’daki Amerikan üslerine lojistik destek sağlaması açısından önem taşımaktadır. Kırgızistan bu açıklamayı yaparken Rusya, Afganistan’a lojistik destekte yardımcı olabileceğini belirterek adres olarak Moskova’yı göstermektedir. Bu durumda ABD’nin, ikmal konusunda Türkiye’den de talepte bulunabileceği değerlendirilmektedir. Ancak Kırgızistan, Manas üssü konusunda, ABD’nin girişimi ile bu konuyu yeniden görüşmeye niyetli olarak görünmektedir. ABD ve Rusya güç dengesinde çeşitli hesaplar yapılırken bu kez Moskova, Müşterek Güvenlik Anlaşması Zirvesine ev sahipliği yapmış ve bu zirvede, Beyaz Rusya, Kazakistan, Ermenistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan ile birlikte NATO benzeri bir askeri ittifak kurma kararı alınmıştır. Anlaşmaya göre, bu ülkelere dışarıdan gelecek bir tehdit, tüm ittifaka üye ülkelere yapılmış sayılacaktır. İttifakın ilk icraatı, acil bir müdahale gücü oluşturma kararı olmuştur. 04 Şubat 2009’da Moskova’da gerçekleştirilen bu güvenlik zirvesinde krize rağmen, “Rus Marshall Planı” olarak adlandırılan bir askeri yardım planı kabul edilmiş ve 10 milyar dolarlık bir destek 
fonu oluşturulmuştur. Fondaki paranın 7,5 milyar dolarının Rusya tarafından karşılanacağı açıklanmıştır. “Rus Marshall Planı”ndan ilk yararlanan 
ülke ise 500 milyon dolarla Ermenistan olmuştur.17 

Avrupa’nın Rusya ile ilişkilerde en önem verdiği nokta kuşkusuz doğal gaz temini konusudur. Başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa devleti, Rusya’dan gelen doğal gaza ihtiyacı çerçevesinde karşılıklı anlaşmalar yapmaktadır. Bu bağımlılık, NATO içerisinde de ayrışmalar yaratmaktadır. Örneğin Almanya, Rusya’nın karşı olduğu önemli olaylarda, Rusya’yı karşısına alacak politikalardan kaçınmaktadır. Bu, özellikle Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliği sırasında kendini göstermektedir. 

ABD’nin Rusya ile olan herhangi bir işbirliğinde, tek taraflı kabullenmelerin olmayacağı açıktır. Bu kapsamda Rusya’nın da ABD’den bazı beklentilerinin olduğu düşünülmektedir. Rusya’nın; Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyelik adaylıklarının iptal edilmesini, eski Sovyet devletlerinin (Estonya, Litvanya, Letonya) NATO tarafından büyük ölçüde silahlandırılmamasını, Orta Asya’daki Amerikan varlığının geri çekilmesini ve Füze Kalkanı Projesinden vazgeçmesini talep etmesi söz konusu olabilir.

Bir yandan küresel mali krizle mücadele, diğer yandan da Afganistan’daki Amerikan varlığında bir olumsuzluk yaşanmaması için Obama, Rusya’dan destek almayı düşünebilir. Ancak bunun gerçekleşme olasılığı zayıf olduğu için ABD, Pakistan’ı elde tutmak zorunluluğunun farkındadır. Afganistan’daki istikrar, Pakistan, İran gibi ülkelerin durum ve tutumlarına da bağlıdır. Bu kapsamda bu ülkelerin barış ve istikrara katkısı önemli olup, ABD, NATO yoluyla da bu konuda çalışmalarını sürdürmektedir.18 

Terörizme karşı daha etkin mücadele ve Ortadoğu barışı için Obama, Afganistan ve Pakistan’a Richard Holbrooke’u özel temsilci olarak atamış olup, bu ülkelerle ilişkileri geliştirmeyi ve derinleştirmeyi düşündüğünü, bu yolla terörizme karşı savaşta daha da güçleneceğini açıklamıştır. 

Yeni Ortadoğu içinde önemli bir unsur olarak karşımıza çıkan Filistin sorununu çözmek açısından da, Obama bölgeye George Mitchell’i temsilci olarak atamıştır. Obama, Ortadoğu’da durumun ne kadar karışık ve tehlikeli olduğunun farkında olup, bölge barışının ve istikra-rın ABD’nin ulusal çıkarlarına uygun olduğunu belirtmiştir. Obama’nın öncelikle yumuşak güç kullanımı ile sonuca varmaya çalışacağı değerlendirilmektedir. 

Obama’nın gerek Afganistan ve Pakistan’a, gerekse Ortadoğu’ya göndermekte olduğu elçilerin ilk görevinin, kaotik durum içindeki bu ülkelerle karşılıklı koordinasyonun sağlanması olacağı kıymetlendirilmektedir. 

ABD, Afganistan’daki güvenlik ve istikrarın sağlanması için, özellikle NATO üyelerinin katkısını talep etmektedir. ABD Afganistan’a olan katkısının artarak devam edeceğini, eksik kalan hususların da üyelerin katkıları ile tamamlanacağı nı, mutlak başarı için çalışılması gerektiğini savunmaktadır. ABD sonuçta, istikrar ve güvenliği göreceli bir şekilde sağlayacağını, ancak bölgenin sosyal ve kültürel yapısının ve buna bağlı olarak da ekonomik durumunun bir sonucu olan direniş hareketlerinin ve terörün tam olarak kalkamayacağını, zemin bulduğunda 
tehdidin zaman zaman devam edeceğini de bir gerçek olarak kabul etmektedir.19 

Görüldüğü üzere, ABD’nin yeni politikalarında Ortadoğu’nun önemi artmaktadır. Yeni Ortadoğu anlayışıyla ön plana çıkacağı öngörülen “yumuşak güç” anlayışının tam olarak gerçek-leştirilmesinin zor olacağı, sert gücün de gündemde tutulacağı beklenmektedir. Yeni Ortadoğu olarak ifade edilen politika anlayışında ABD’nin yine NATO’dan faydalanmak isteyeceği de aşikârdır. 

6. Transatlantik İlişkilerindeki Gelişmeler ABD ve Avrupa, her ne kadar “Batılı olma” kavramı içinde ortak değerlere sahipse de, Avrupa artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi ABD’nin güdümü altında yaşamak istememektedir. Bu nedenle AB, ekonomiyi takiben siyaset ve savunma konularında etkili olmaya çalışmaktadır. ABD’nin, her ne kadar Avrupa’yla köklü dini ve sosyo-kültürel ortak değerleri varsa da, AB ve ABD’nin dünya ekonomisindeki paylarının büyük olması aralarında rekabet yaratmaktadır. 
Bu rekabetin küreselleşme çerçevesinde şirket evlilikleri ile ortak ekonomik çıkarlara yönelmesi de normal karşılanmaktadır. 

Başkan Bush’un Avrupa’yı göz ardı eden hegemonik politikalara yönelmesi, Avrupa’da hoşnutsuzluk yaratmıştır. Birlik olma yönünde önemli adımlar atan AB, ABD politikalarını genel olarak desteklememiş ve bu politikaların önüne engeller koymuştur. Çok eski mazisi olan “Atlantik Ötesi İlişkiler” duraksamaya girmiştir. Ancak daha sonraki temaslarda yumuşamayı sağlayacak demeç ve davranışlar dikkat çekmiştir. Bu gelişmeler, ABD’nin Avrupa’yla ilişkilerini gözden geçirdiği ve yeni gelişmeler beklediği kanısını yaratmaktadır. Yeni yönetimin 
de Avrupa’yla ilişkileri düzgün yürütme niyetinde olduğu anlaşılmaktadır. 

Yeni güvenlik ortamında Transatlantik ilişkilerin nasıl olduğunu anlamak için ABD ve AB’nin çatışan ve çakışan çıkarlarını gözden geçirmekte fayda bulunmaktadır. 

6.1. ABD ile AB’nin Çatışan Çıkarları 

-ABD’nin, Avrupa’yı, hukuku ve başta BM olmak üzere uluslararası organizasyonları göz ardı eden hegemonik politikaları kaygı yaratmaktadır. 
Irak’a yapılan tek taraflı müdahale Avrupa tarafından tepkiyle karşılanmıştır. 
-Çıkarların çatışması AB üzerinde de olumsuz etki yaratmış, AB üyeleri temel güvenlik konularında birlikte inisiyatif alamamışlar, hatta ikiye bölünmüşlerdir. 

-ABD, NATO’yu güvenlik ve savunma açısından hem askeri bir örgüt olarak güçlendirmek, hem de güvenlik konularında siyasi bir platform olarak kullanmak istemektedir. AB ise; Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) geliştirerek NATO imkânlarını bu maksatla kullanmak istemekte, siyasi platform olarak NATO yerine, ABD-AB arasında yeni kurulacak bir mekanizmayı geliştirmek istemektedir. ABD’nin NATO’yu tercih etmesinin sebebi, üyelerini bu platformda daha kolay ikna edebilme düşüncesine dayanmaktadır. NATO, bu politikalar için meşru ve güvenli bir çatı olarak nitelendirilmektedir. AB ekonomik birliğinden sonra siyasi birliğini oluşturmakta zorlanmakta, hatta savunma birliği konusunda ise siyasi birliğinden de daha geri durumda bulunmaktadır. Güvenlik ve savunma konularında 27 üyenin aynı fikri benimsemesi sorun yaratmaktadır. 

Bunun örneklerini komisyon raporlarında ve Avrupa Anayasası’nın Fransa ve 
Hollanda’da reddedilmesinde ve buna benzer birçok konuda görmek mümkün dür. 

-Uluslararası terörle mücadele konusunda ortak irade olmasına rağmen “yöntem” ve “gücün kullanılması” konusunda görüş ayrılığı bulunmaktadır. 

-ABD 1989’dan beri Çin’e Avrupa tarafından uygulanan silah ambargosunun kaldırılması girişiminden “stratejik kaygılar” duymaktadır. 

ABD, AB ülkelerinin Çin’in bir numaralı ticari ortağı olmasından ve Çin’in yüksek teknoloji silahlar edinmesinden rahatsız olmaktadır. 

-ABD’nin dünyada özgürlük ve demokrasiyi geliştirme konusundaki “önleyici güç” kullanmayı içeren davranışları Avrupa tarafından kabul edilmemektedir. Avrupa, yerleşik kurum ve kuruluşları sebebiyle “önleyici güç”ten ziyade olaylar gerçekleştikten sonra cezai yöntem uygulamayı tercih etmektedir. 

-ABD’nin dünya enerji kaynaklarının ve bunların ulaşım yollarının kontrolü konusunda Avrupa’yı dışlayan tek taraflı girişimleri kaygılara 
sebep olmaktadır. 

-ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında terör üreten ve terörü destekleyen ülke yönetimlerini, kendi lehine hareket edecek yönetimlerle değiştirme girişimleri Avrupa tarafından destek görmemektedir. Avrupa’nın, demokrasi, özgürlük ve insan hakları söylemleriyle yola çıkan ABD’ye, bu çerçevenin çok dışında hareket etmesinden dolayı güvensizliği söz konusudur. 

-İran ve Kuzey Kore’nin nükleer silah yapımının önlenmesi ve Suriye’nin Ortadoğu’da barışa zorlanması için ABD’nin askeri seçeneği açık tutması, bu konuda BM Güvenlik Konseyi karar almadan ABD’nin muhtemel bir askeri operasyon düzenleme ihtimali bulunması Avrupa’da rahatsızlık yaratmaktadır. 

6.2. ABD ile AB’nin Çakışan Çıkarları 

-ABD ve AB’nin, İsrail ile Filistin ve İsrail ile Suriye arasında barış sağlamaya yönelik ortak iradesi bulunmaktadır. Suriye kuvvetlerinin Lübnan’dan çekilmesi için ABD ve Fransa’nın girişimleri ile BM Güvenlik Konseyi’nde alınan 1559 sayılı karar 20 etkili olmuş ve ortak bir zemin yaratılmıştır. Ancak bilahare İsrail’in Lübnan’a müdahalesi yine görüş ayrılıklarına sebep olmuştur. 

-İran’da nükleer silah üretimine yarayacak uranyum zenginleştirme programları na son verilmesi için Fransa, Almanya ve İngiltere’nin diplomatik girişimleri ABD tarafından desteklenmektedir. 

Hatta konuyu BM çerçevesine oturtmak konusunda ortak bir anlayış doğmuştur. AB öncülüğünde, Avrupa Komisyonu Yüksek Temsilcisi tarafından BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ve Almanya adına sunulan teklif paketi, AB ve ABD’nin İran konusunda aynı paralelde olduğunu göstermektedir. Bu konuda alınan BM kararları da her iki tarafça olumlu karşılanmıştır. 

Bush yönetimi ile Avrupa arasında Ortadoğu’ya ilişkin sorunlar yakından izlendiğinde, temelde görüş ayrılığı olmadığı görülmektedir. 

Bu ortak sorunlar; Irak’ta istikrar, İran’da nükleer silah üretiminin engellenmesi, Filistin sorununa çözüm gibi konulardır. Birbirlerinden ayrıldıkları önemli nokta ise; bu hedefe “hangi yöntem”le varılacağı konusudur. Bush güç kullanmaya, Avrupa ise diplomatik yolların kullanılmasına öncelik vermektedir. Ancak, yeni Obama döneminin, Bush’un izlediği hırçın politikalar yerine, diplomasi ağırlıklı usulleri tercih edeceği anlaşılmaktadır. 
ABD’nin İran’a güç kullanma seçeneğini, gelişmelere bağlı olarak en son düşüneceği, diplomatik yolların denenmesi ve İran’a birtakım tekliflerde 
bulunularak müzakere yolunun açılması girişimleri, şimdilik Avrupa’yla bir konsensüsün sağlandığı anlamına gelebilir. Ancak bundan nasıl bir sonuç 
alınacağını zaman gösterecektir. 

2004’ün ilk yarısında ABD, NATO gündemine Irak’ta aktif olarak görev alma konusunu getirmiş; ancak AB ülkelerinin önemli kısmı Washington’un bu talebine sıcak bakmamıştır. ABD tarafından NATO’nun askeri rolü dışında ABD-AB arasında siyasi diyalog mekanizması oluşturma girişimini AB ülkeleri ihtiyatla karşılamış ve ayrı bir mekanizma kurulması düşüncesini dile getirmişlerdir. 

Başkan Bush’un ilk dönem yönetiminde özellikle terörizmle mücadele ve demokrasinin geliştirilmesinde ABD tarafından yapılan hatalı girişimler “Batı”nın bölünmesini hızlandırdığı gibi “Batı Değerleri” koruyuculuğunun Avrupalıların eline geçmesini sağlamıştır. ABD ve Bush dünya çapında eleştirilirken AB, “Batı değerlerinin” ve barışın adeta “garantörü” sayılmıştır. Bu değerlendirme ışığında “Batı”dan ayrılan ABD, “demokrasi ve özgürlük” demek olan Batı’nın liderliği ve değerlerini temsil etme meşruiyetini yeniden kazanma ve dünya genelinde 
oluşan Amerikan aleyhtarlığını azaltma konusunda arayış içindedir. Obama’nın politikalarında bu konu, daha da ön plana çıkmış görünmektedir. 

AB’nin önde gelen güçleri Fransa ve Almanya’dır. Fransa geleneksel olarak Amerika karşıtı politikalar uygulamaktadır. Almanya’nın ise her dönemde 
ulusal çıkarları ABD ile örtüşmemektedir. Bush AB Konseyinde yaptığı konuşmasında 21, “yeni yüzyılda güvenliğin en önemli direği” olarak tanımladığı “Avrupa ve Kuzey Amerika İttifakı” konusunda “hiçbir geçici görüş ayrılığı, hiçbir dünya gücü bizi ayıramayacaktır”, 
temennisinde bulunmuştur. Yine aynı konuşmasında İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan’a da göndermeler yaparak “İsrail’i toprak bütünlüğü olan bir Filistin Devleti kurulmasını engelleme” planı nedeniyle eleştirirken, Mısır ve Suudi Arabistan’ı da “demokrasi açıkları” konusunda uyarmıştır.

Bununla ABD, Avrupa’yla aynı görüşleri paylaştığı ve demokrasi konusunda çifte standartlı hareket etmediği imajını vermek istemiştir. 
Bush, benzer mesajları NATO Zirvesinde de dile getirerek, “Atlantik ötesi birliğin ve güvenliğin köşe taşı” olmaya devam edeceğini vurgulamıştır. Obama döneminde de bu yaklaşımın takip edileceği beklenmektedir. 

ABD ve Avrupa’da dev şirketler iktisadi, siyasi, askeri ve kültürel “sistemde” etkinliklerini art-tırmışlardır. Artan bu etkinlikler “oligarşik bir düzenin yerleşmeye başlamasına” yol açmaktadır. Dev şirketlerin sistemde oluşturduğu bu oligarşik düzen ABD ve Avrupa’nın iş birliği ve bütünleşmesini de kaçınılmaz hale getirmektedir. Aslında her ikisinin de üzerine oturdukları zemin ve doku aynıdır. Küresel çıkarları ve egemenlik hedefleri “aralarında çatışma yerine bütünleşmeyi” zorunlu kılmaktadır.22 Yaşanan küresel ekonomik kriz de bunun bir göstergesi olmuştur. ABD’nin, Bush’un ikinci döneminde Avrupa’ya yönelerek jeopolitik bütünlüğü sağlamaya yöneldiği ve bunu Obama döneminde de devam ettireceği söylenebilir. 

Önümüzdeki dönemde dengeli bir ABD-AB ortaklığının küresel siyasal düzene yeniden egemen olması beklenebilir. Dünya mal ticaretinin yüzde otuzdan fazlası ve hizmet ticaretinin yüzde kırkını aşan bölümü Kuzey Atlantik’in iki yakası arasında gerçekleşmektedir. Görüş ayrılıkları her zaman olabilecek, ABD-AB ilişkilerinde kırılganlıklar görülmeye devam edebilecektir. Ancak buna rağmen, somut olarak saptanmış ortak çıkarlar, iyi anlaşılmış ortak asgari değerler ve iyi paylaşılan rollerle yeni bir döneme girildiği görülmektedir. İlişkilerin temelinin 
sağlam olduğu değerlendirilmektedir. ABD’nin daha ziyade askeri üstünlüğü ve yaptırım yeteneğiyle bir “Sert Güç”, Avrupa’nın ise iş birliği, demokrasi, insani yardım gibi araçlarla “Yumuşak Güç” rolünü ön planda tutarak, bu farklılıkların birbirini tamamlayan bir sinerji yaratması önemli sonuçlar doğurabilecektir. 
Yeni dönemde Obama yönetiminin verdiği yumuşak güç öncelikli mesajları, yakınlaşmayı daha da artırabilecektir. Kısaca; ABD’nin tek başına gücünün 
yetmediği bir dünya gerçeğiyle karşı karşıya olduğunu iyi kavraması, Avrupa’nın ise, “yumuşak” da olsa bir “güç” olmanın temel niteliklerinden kaçınamayacağı  nı kabullenmesi gerekmektedir.23 

    NATO’nun kurulduğu günden bugüne kadar ortaya çıkan yeni güvenlik ihtiyaçlarına karşılık, bu ittifakın, Atlantik’in iki yakasının bir araya 
gelerek güvenlik sorunlarını tartıştığı önemli bir diyalog platformu olduğu, önümüzdeki dönemde de terör ve kitle imha silahlarıyla mücadele 
konularında NATO’nun bu özelliğine duyulan ihtiyacın daha da artacağı kıymetlendirilmektedir. 

    Bugün NATO çerçevesinde en önemli eksikliklerin yetenek ve siyasi irade olduğu ve önümüzdeki dönemde NATO’nun etkin bir güvenlik anlayışına erişebilmesi için bu eksikliklerin giderilmesinin gerektiği düşünülmektedir. NATO ile AB’nin uluslararası ortamda iş birliği yapmasının, gerek İttifakın geleceği, gerekse Transatlantik ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde devamı için önemli olduğu kıymetlendirilmektedir. 

    Önümüzdeki dönemde çeşitli uyumsuzlukların giderilmesi ve ortak tehditlere karşı daha etkin bir savunma yapılabilmesi için NATO ve AB arasındaki stratejik farklılıkların da kısa sürede giderilmesi gerekmektedir. NATO’nun Rusya’yla kurduğu ilişkinin bir benzerini AB’yle de kurabileceği, böyle bir yapının ortaya çıkan yeni güvenlik ihtiyaçları kapsamında dünya barışına da büyük katkıları olabileceği anlaşılmaktadır. 

    2008 Savunma Bakanları Toplantısında, Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına geri döneceği kesinleşmiştir. Böylelikle 1966’dan bu yana AGSP-NATO dengesini sağlamaya çalışan Fransa, politikalarını değiştirerek NATO’nun askeri kanadına geri dönme girişiminde bulunmuştur. 

Bu durum, NATO-AB ilişkilerinin daha da düzelebileceğinin ve NATO ile AGSP’nin uyum içinde çalışabileceğinin bir göstergesi olarak da mütalaa edilebilir. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***