Ali Tartanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ali Tartanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Nisan 2015 Çarşamba

Amman "AVCI", Vurma "SİMONLARI"






Amman "AVCI", Vurma "SİMONLARI" 




Siyasi çizgisi biraz Büyük Birlik Partisi, biraz Ahmet Hakan izlenimi veriyor. AKP'ye, RTE'ye, genel politikalarına hiç itirazı yok; sadece «cemaat, kendi yetkilerini gasp ederken, niye seslerini çıkarmadıklarına»  kızıyor. Uzun süre solu, solcuları yok edilmesi gereken devlet düşmanları, vatan hainleri olarak görmüş, mesleğini de bu yönde icra etmiş. Ama zamanla, düşünebilen sağda, veya Dündar Kılıç türü mafyozik unsurlarda görüldüğü gibi saygı, hatta hayranlık duymaya başlamış. «İnandıkları dava için ölümü göze alıp mücadele ettikleri için... Banka soyup beş kuruşuna dokunmadan götürüp örgüte verdikleri için...»
«Ben yazar değilim» diyor. Gerçekten hemen hiç edebiyat yapmamış. Ama basit, sade bir Türkçesi, düzgün bir anlatımı var. Daha da sonra kısmen haklı bir değerlendirme daha yapmış: «Onlarınki inandıkları davaya bağlılıktan ziyade örgüt disiplini...»

Gayretli, çalışkan, işine düşkün. Hatta bu anlamda asosyal. Buna paralel olarak, hem Polis kolejinden, hem Akademisinden karşılarındaki örgütler ve örgüt mensupları hakkında en küçük bir bilgiye dahi sahip olmadan son derece yetersiz yetiştiklerini, karşılarındaki militanların ise fevkalade bilgili, dünyayı, olayları, Türkiye'yi çok iyi tahlil edip sonuç çıkarabilen ve buna göre karar verip harekete geçen insanlar olduklarını, buna karşılık kendi bilgi yetersizliklerinin, mahcubiyet kaynağı olmasının çok ötesinde, yaptıkları işe de yansıyıp yanlışlıklara yol açtığını görünce, kendini yetiştirmeye çalışmış. Okumuş, bir polisten beklenmeyecek derecede, hatta anlaşılan pek çok sivilden de fazla okumuş. Sonradan Hukuk Fakültesini (Ankara) bitirmiş. Mesleği icabı yurdun hemen her yerinde bulunmuş, birçok operasyona, sorguya katılmış, birçoğunu bizzat yönetmiş; çok insan tanımış. Türkiye'nin dışını da tanımış, hayli iyi biliyor. Kafasını çalıştırıp analiz yapmaya çalışmış. Karşısındaki örgüt militanlarının bilgi ve sentez yeteneklerine hayran olmuş. Polis olarak onların düşünce sistemlerini, ideolojilerini çok iyi bilmek gerektiğine kesinlikle inanıyor, ama sol literatüre dair, sınıfsal tahlile, siyasi tarihe, sosyolojiye, uluslararası ilişkilere dair çok az şey biliyor. Dolayısıyla aklıyla zekasıyla gelebildiği noktanın ötesinde, toplumsal gelişmeleri, olayları tahlili, gelip ana akım liberal, ikinci cumhuriyetçi televizyon nutuklarının ötesine geçemiyor. Bu noktada biraz çaresiz. Avrupa Birliğini idolleştiriyor, demokrasiyi kültleştiriyor, dinleştiriyor. Vaktiyle solculara karşı son derece katı olmuş sağcı bir polisin 60'na yaklaşırken, demokrat olması şaşırtıcı. Belki de değil. 12 Eylül 1980 felaketinden, hele Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra ne dünyada ne Türkiye'de «sol» kalmadığı için rahatlayan Amerika ve Avrupa emperyalistlerinden başlamak üzere, Muhsin Yazıcıoğlu'ndan Hasan Celal Güzel'e, hatta Darbe elebaşısı Evren'den MİT müsteşarlarına kadar Türkiye'de de pek muhkem demokratlaşma örnekleri görmedik mi?!.. Dünün ne kadar komünizmle mücadelecisi varsa, bugün şeriat ve Kürtçülük denince göz yaşartacak kadar demokrat kesilmedi mi!.. Dürüst. Bir zamanlar mensubu olduğu, hatta hala sempati duyduğu bir yapıyı, kendisini de taciz etmeye başlamaları, sürgün şeklinde zarar vermenin ötesine geçecekleri endişesinden kaynaklansa da, eleştirmekten çekinmemiş. Hatta genel olarak sağcı düşüncenin bütününü eleştiriyor. «Milliyeti, vatanı, hatta dini bile yanlış yorumladık, bugünkü sorunların temel sorumlusu biziz» diyecek kadar... Elbette, sınıf bilinci ve bilgisi olmadığı için «kapitalizm» den, kapitalizmin her şeyi, bu arada dini de ürünleştirmesinden, metalaştırmasından, paraya tahvilinden söz etmesini beklemek mümkün değil. «Cemaat kendisine dokunmasaydı, kendisini de kuşatmasaydı, kapalı devre eleştirilerin ötesinde böyle bir kitap yazmazdı» denebilir. Kitabı bu kuşatmaya karşı bir savunma mekanizması olarak yazdığı söylenebilir. Geçmişin MİT Raporu hadiselerinde yaşandığı ve istihbarat camiasında, siyasiler arasında sık sık görüldüğü gibi, bir taraf adına bir başka tarafa çeşitli mesajları, uyarıları olarak değerlendirilebilir. Gerçekten kitaptaki Ahmet Hakan havasına dikkat çekici. Ama 2001 Nobel İktisat Ödülü sahibi, Colombia Üniversitesi hocası, Başkan Clinton'ın ekonomi baş danışmanı, Dünya Bankası eski Başkan Yardımcısı Joseph Stiglitz'i hatırlamak da mümkün, hatta bu hatırlama daha önemli. Stiglitz bir solcu, bir Marksist değil. Bir kapitalist iktisatçı. Dünyada kapitalist ekonominin başarısını istememesi düşünülemez. Ama özellikle kürselleşme döneminde, Sovyetlerin-sosyalizmin zemin kaybetmesinden de yararlanarak azgınlaşan, bir başka türlü ve daha vahşi bir şekilde emperyalistleşen kapitalizme, onun IMF, Dünya Bankası gibi koçbaşlarına, bunların işleyişine sert, radikal eleştirileriyle tanınıyor. ABD'nin eski ve ünlü Dışişleri Bakanı ve bir tarikat gibi algılayıp önemsediği kapitalizmin müridi olduğu rahatça söylenebilecek Henry Kissinger de Fransız Le monde gazetesinde(!) 2000'lerin başında yayınlanan bir yazısında, bu kadar kuralsız, kontrolsüz, acımasız gidişine bakıp «kapitalizmi kaybediyoruz, ayağımızın altından kayıp gidiyor» diyor, ve bundan yine kapitalizmin kendisini sorumlu tutuyordu; çünkü artık sorumlu tutacak bir «komünizm» kalmadı artık. Hanefi Avcı için de aynı şeyler söz konusu. Yapılanların haksızlığı, hukuksuzluğu karşısında sızlayan vicdanına, Türkiye'de belki samimiyetle hakim olmasını istediği bir dünya görüşünün bu kadar büyük hatalarla silinip gitmesini istememeyi ekliyor.

BİRİNCİ BÖLÜM: DEVLET
Özellikle Devlet başlıklı birinci bölümde, biraz teorik yetersizlikten, biraz yeterince önemsememekten, biraz demokrasiyi bir tapınç, bir kült haline getiren ana akım televizyon nutuklarının fazlaca etkisinde kalmaktan kaynaklanan tutarsızlıklar görülüyor. 1 - Örneğin, PKK sorununun çözümüne Suriye'nin «İhvan-ı Müslimin» sorununun çözümünde izlediği yolu örnek gösteriyor. İhvan-ı Müslimin bir dönem, Hafız Esat döneminde devlete, özellikle askeri tesisleri hedef alarak tabir caizse kök söktürmektedir. Devlet de örgüte karşı son derece serttir. Ama bu sertlikle sorunu çözemeyince zaman içinde yumuşamış, af çıkarmış, yurt dışındaki militanların ülkeye dönmesine izin vermiş, iş vermiş, maaşa bağlamış, sonunda örgüt bütün etkisini, hatta varlığını kaybetmiştir. Böyle anlatıyor Hanefi Avcı ve açıkça olmasa da Türkiye'nin de PKK'ya karşı benzer bir politika izleyebileceğini ileri sürmüyor. İhvan-ı Müslimin, Mısırdaki Müslüman Kardeşler Örgütü'nün Suriye uzantısıdır aslında. İhvan-ı Müslimin, sözlük anlamıyla Müslüman Kardeşler demektir. Şeriatçı bir örgüttür. İstediği tek şey devlet yönetiminde, toplum hayatında şeriat hükümlerinin geçerli olmasıdır. Bunun dışında baştan ayağa Arap'tır. Hatta Suriye'lidir. Yani; bağımsızlık, buna bağlı ve zorunlu olarak toprak talepleri, bayrak talepleri, ayrı meclis, ayrı eğitim, okul, dil vb. talepleri yoktur. Dolayısıyla biri diğerine örnek olamayacak son derece farklı iki durum söz konusudur. Ama kutsallaştırılmış, tapınçlaştırılmış, hatta «dinselleştirilmiş televizyojenik demokrasi nutuklarının fazlaca etkisi altındaki, eski katı devletçi-milliyetçi yeni demokrat polis şefi Hanefi Avcı da mealen

«Suriye bile demokrasiyle, affederek, hoş görerek terör sorununu çözüyor» »

demeye getirmektedir.

2 – Hanefi Avcı, terörün demokratik yaklaşımla durdurulabileceği savını, hem de birden fazla yerde, döne döne Abdullah Öcalan'ın özerklik, federalizm, hele bağımsızlık gibi bir talebinin artık bulunmadığını ileri sürerek savunmaktadır. Çok tuhaf... Avcı bu konuda saf ve bilgisiz olamaz. Muhtemelen pek de ustalıklı olmayan, inceliksiz, özensiz bir psikolojik harekat yapıyor. Halbuki bu işin uzmanı: çok daha incelikli yapabilirdi. Çünkü elimizdeki kitabı 2010 Ağustos'unda yayınlanan Hanefi Avcı, her nedense bu tezinde 1999 yılında takılıp kalmıştır. Öcalan'ın bu siyasi taleplerinden vazgeçtiğini, sadece kültürel taleplerle yetineceğini, o tarihte mahkemede yargılanırken söylediğini belirtmekte ve buna kesin olarak inanmış görünmektedir Avcı. Aradan neredeyse on iki yıl geçmek üzeredir; köprülerin altından çok sular akmıştır; Öcalan, 2010'un Mayıs'ında hapishaneden «bu sorunu bir tek kendisinin çözebilecek idiğini, PKK kuvvetlerini BM'nin veya NATO'nun hatta Türk ordusunun görüp denetleyebileceği bir yerde toplayabilecek güce bir tek kendisinin sahip olduğunu, oysa kendisini kimsenin muhatap almadığını, bu nedenle artık devreden çıkıp PKK ile devleti baş başa bıraktığını, bundan sonra KCK'nın da demokratik özerklikten, federasyondan söz edebileceğini» ilan etmiş; Murat Karayılan hemen ardından altını çize çize özerklikten, federasyondan, bağımsızlıktan, Diyarbakır belediye başkanı ay yıldızlı bayrağın yanında sarı-kırmızı-yeşil bayrağın ne güzel duracağından söz etmiştir. Bunlar, Hanefi Avcı'nın da gözünün, değilse kulağının önünde cereyan eden hadiselerdir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz aylarda, hatta günlerde olanları, söylenenleri bir yana bırakıp, sadece 1999'da kalmış söylemleri her nedense esas alarak, ısrarla bir takım kültürel, hatta siyasi hakların demokratik biçimde tanınmasının yeterli olacağını savunması, anlaşılması güç bir tavırdır. Yığınakta yapılan hata muharebede devam eder. Yanlış bir önermeden hareket edince, domino taşı örneği hatanın devamı kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü Avcı, açıkça, hatta AKP'den de fazla, demokrasicilik, açılımcılık noktasından hareket etmekte; hatta bu konuda, Recep Bey ve şürekasının açıkça söyleme cesaretini bir türlü bulamadıkları hususları, onlara «hay Allah razı olsun...» dedirtecek açıklıkta söyleyivermektedir. 3 – Avcı, Kürtçülerin, dil özgürlüğünün vb.nin tanınması talebini Balkanlardaki, Yugoslavya (o zamanki), Bulgaristan ve Yunanistan'daki Türklerin durumuyla açıklamakta; «Biz oradaki Türklerin hakları için nasıl çırpınıyoruz. Ama kendi ülkemizde Kürtler söz konusu olunca tüylerimiz diken diken oluyor» demeye getirmektedir.

Sonra, tam okuyucunun aklından «ama oradaki Türkler, Balkan savaşlarından veya sosyalist yönetimlerin kurulduğu 1945'ten bu yana asla silaha sarılmamışlardı» itirazı geçerken, o da kendi tutarsızlığını hissedip «evet oradaki Türkler hiç silaha sarılmadı» demekte, ama «ancak...» diye bunun nedenini açıklarken «oradaki baskı, direniş için yeterliydi, ama silaha sarılmayı gerektirmeyecek kadardı» diye, deyim yerindeyse «özrü kabahatinden büyük» bir cevher takdim etmektedir okuyucuya.

Yunanistan'daki Türklerin hala birçok sorunları olduğunu, bu tezin sahibi olarak istemeyerek de olsa kabul eden Avcı «ama Avrupa Birliği sayesinde Yunanistan da hatalarını düzeltecektir» şeklinde kraldan da kralcı olup, adeta Yunanistan adına Yunanistan'ın yapmadığı bir savunma geliştirmektedir. Hoş!.. Avrupa Birliği, Avcı'ya göre Türkiye için de her derde deva bir hacet türbesidir. Asıl objeler hiçbir gayret göstermese de, sadece bu türbenin kapısına bir parça çaput bağlamak yeterlidir. Oysa tıpkı Türkiye gibi, Yunanistan için de Avrupa Birliği, en azından Trakya Türkleri söz konusu olduğunda, tam bir dış zorlama unsurudur; yoksa içselleştirilmiş bir irade söz konusu değildir. Avrupa Birliği uğruna, hatırına Türkiye'de de çok yasa çıkarılmış, çok şey yapılmıştır; ama Türkiye eskisinden ne daha müreffehtir, ne daha moderndir, ne daha demokrat, ne de daha medenidir. Hanefi Avcı, kendisinin bile son derece ürktüğü ve tehlikeli, sakıncalı bulduğu, ilkel, arkaik Cemaati, demokrasinin, modernitenin, Avrupalılığın, Avrupa Birliğinin neresine yerleştirmektedir? Veya Cemaatin, Avrupa Birliği uğruna on beş gün de on beş yasanın çıkarıldığı, Öcalan hatırına idam cezasının kaldırıldığı, yani demokrasi adına çok şeyin yapıldığı, Avrupa Birliği yiyip Avrupa Birliği içtiğimiz, şöyle veya böyle müzakere sürdürdüğümüz bir dönemde «devlet içinde devlet» haline gelmesini nasıl açıklayacaktır? Avrupa Birliği'nde, kendi deyimiyle «devlet içinde devlet» cemaatler mi varmış?!.. Öte yandan, «silaha sarılmayı gerektirecek kadar baskı», «silaha sarılmayı gerektirmeyecek kadar baskı» nın ölçüsü nedir? Ne kadar baskı olursa silaha sarılınır, ne kadar olursa sarılınmaz? Bunun, suyun deniz seviyesinde 100 derecede kaynaması gibi deneysel, bilimsel ve evrensel bir ölçüsü mü vardır? Yoksa, bu ölçüyü kim koyacaktır, koymaktadır? Hanefi Avcı mı? Sol'un «somut şartların somut tahlili» şeklinde bir söylemi, bir kuralı vardı. Burada da ölçü, kural veya ölçüsüzlük ya da kuralsızlık, zamana, ülkeye, koşullara göre değişecektir, değişir. Her ülkeye, her döneme, her koşula uygulanabilecek şablonlar, sosyal bilimlerde genellikle yoktur. Sosyal bilimlerin laboratuarı hayattır, tarihtir bilgidir. Ama Hanefi Avcı, tezini savunmak adına mantığı bırakıp tutarsızlığı göze almanın da ötesinde, Jivkov Bulgaristan'ı veya Yunanistan yönetiminin bile yapmayacağı savunmayı onlar adına yapmaktadır farkında olmadan ve sadece demokrat olmak adına. Bu ve benzeri, demokratlık saplantısından kaynaklının mantık, rasyonalite müsriflikleri bir yana Hanefi Avcı'nın tespitleri veya tıp diliyle teşhisleri doğrudur, ikna edicidir. Özellikle emniyet teşkilatı üzerinden devlet kadrolarının, teşkilatının yetersizliği, hatta kendi deyimle «kof» luğu konusundaki tespit ve değerlendirmeleri ikna edicidir. Ama bu demokrasi dindarlığı nedeniyle, tedavileri için aynı şeyi söylemek pek kolay görünmemektedir. Demokrasi mantıksızlık, tutarsızlık, irrasyonalite değildir. Tam tersine kendisinin de ısrarla üzerinde durduğu akıl ve akılcılıktır, bilimdir, kendisinin kullanmadığı deyimle aydınlanmacılıktır. Ayrıca, Avcı'nın da içinde bulunduğu ve cansiperane çalıştığı cephe, solun güçlü olduğu dönemde solun taleplerine kulak vermek bir yana, Amerika'sı Avrupa'sı dahil bütün güçleriyle buldozer gibi solun, sendikaların, işçinin üzerine giderken duymak bile istemedikleri demokrasiyi, Sovyetleriyle, Türkiye'siyle, Avrupa'sıyla, Afrika'sıyla, Çin'iyle, sendikasıyla, partisiyle solu, sosyalizmi tasfiye ettikten sonra nasıl oluyorsa birden bire baş tacı etmekte, hatta bir din derecesinde kutsamakta, Musevilik, Hıristiyanlık, Müslümanlıktan sonra Demokrasi adı altında adeta yeni bir din yaratmaktadırlar; Cemaat ve benzeri, PKK ve benzeri her türlü çarpıklığı, akıl dışılığı Demokrasi manzumesinin içine sokup dinlerin tartışılmazlığından hareketle tartışılmaz hale, demokrasiyi, diktatörlüğü savunan bir silah haline getirmektedirler, getirmişlerdir. 4 – Hanefi Avcı, Cumhuriyet Mitinglerini eleştirmektedir; anayasada değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek hükümlerin bulunmasına, esasen bu «teklif dahi edememe» mantığına ciddi biçimde itiraz etmektedir. Bu itirazını ise, tıpkı Recep Tayip Erdoğan gibi veya tıpkı onun zihniyetindekiler gibi «millet isterse değişir» mantığıyla yapmaktadır. Demokrasiyi, her şeye milletin karar vermesi olarak görmektedir. «Millet neyi ne kadar istiyorsa o kadar» demektedir. Kast ettiği de herhalde Meclis'tir. Hanefi Avcı, muhalefetin adeta yok sayıldığı, Meclis'in iktidar partisi çoğunluğu bile değil, adeta başbakan kişiliğinde 550 = 1 şeklinde matematiğin bile alt üst olduğu bir yer haline geldiğinin, bunun da çoğulculuk değil, faşizmi bile meşrulaştıran çoğunlukçuluk olduğunun farkında değildir sanki. Tıpkı Recep Tayip Erdoğan ve aynı zihniyettekiler gibi, Cumhuriyet Mitinglerine katılan milyonların Hanefi Avcı için de, «milleti» in bir parçası olmak bir yana, hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığı, o mitinglere katılmanın da demokrasinin bir tezahürü olarak görülmediği izlenimi edinilmektedir kitaptan. Üstelik Avcı bunu, fanatik, dindar bir şekilde demokrasiyi savunmakla aynı anda yapmaktadır. Böylece ortaya, şeriat ve bölücülük için «yaşasın demokrasi», bu iki akıma karşı olanlar içinse «kahrolsun demokrasi» gibi; veya şeraiti ve bölücülüğü savunmak demokratlık, buna karşı çıkmak ise faşistlik, darbeciliktir gibi, Hegel'in, ayakları havada başının üstünde dikilen insana benzettiği ve ancak Marx tarafından ayaklarının üstüne oturtulan diyalektiğini akla getiren tuhaf, çarpık bir manzara çıkmaktadır. Ordu karşı çıkarsa darbedir, anladık; yargı karşı çıkarsa, o da jüristokrasi oldu, e hadi onu da anladık; peki ben, % 42 karşı çıkarsa ne olacak? Ben de Türkiye İslam Cumhuriyeti istemiyorum Hanefi Bey!!!... Oyladık, % 58 de «olsun» dedi. N'olacak şimdi?!.. Demokrasi bu kadar mutlak ise, mutlakiyetçilik ise isyanlar, iç savaşlar, dış savaşlar niye çıkar!!??.. «Eğer problemin ne olduğu konusunda toplumda konsensüs yoksa orada demokrasinin de yapabileceği hiçbir şey yoktur.»

Burada problem, demokrasinin ne olduğu. Demokrasi sadece «oy» mudur? Bir öneriyi yüzde 51 kabul etmişse, % 49'un canı cehenneme, demek midir demokrasi? Demokrasi bu ise, Hanefi Avcı, referandum yapıp % 58 oy mu aldı da sakin sakin, doğal doğal PKK ile uzlaşmayı, Öcalan'ı muhatap almaktan başka çare olmadığını savunmakta?..AKP de kuvvetle muhtemeldir ki böyle düşünüyor, bunun için hazır; ama % 36'ya, % 47'ye rağmen, onca dış ve iç desteğe rağmen yapamadı; şimdi bir de % 58 var, yapacak mı, yapabilecek mi? Demokrasiyi «oy» dan ibaret görüyor Avcı. Peki kendisinin de o kadar savunduğu akıl, akılcılık, bilim, bilgi ne olacak? Feodal ortaçağ Avrupa'sında evlenen genç kızların ilk geceyi kocalarıyla değil, derebeyiyle geçirmeleri gibi bir kural varmış. Şimdi teorik olarak böyle bir imkan günümüz demokrasilerinde yeterli çoğunluğa sahip iktidar partileri için de söz konusu. Böyle bir kanun çıkarsa ne yapacağız? Avcı'nın «İnsaf artık... Olmaz öyle şey. Akıl var mantık var...» dediğini, siz de duyuyorsunuz, değil mi?!!!... Yaaaaa!!!!... Bilerek absürd bir örnek verdik. Demokrasi eşittir oy, derseniz buraya kadar gelirsiniz, anlamında... Öte yandan her sistemin, her yapının kendisini bir şekilde koruduğu da yoktur Avcı'nın kitabında. Sanki kendisi yıllarca bir sistemi düşmanlarına karşı koruyan bir mesleği yapmamış gibi... Polisin, askerin, hukukun her devlette görevi, «müesses nizamı», kurulu düzeni korumaktır. Kendisinin bir polis olarak 32 yıl boyunca mücadele ettiği örgütlerin felsefi açıklaması ise, en basit ifadeyle «müesses nizama» karşı olanlardır. Meslek hayatının çok önemli bir kısmını sıkı bir «sağcı» devletçi, milliyetçi olarak müesses nizamı korumakla geçiren Avcı'nın, koruduğu nizamın adının özünde kapitalizm, koruduğu kesimin sınıfsal adının sermaye olduğunu bilmesi, bilse bile kitabını böyle yazması elbette beklenemez. «At binicisine göre kişner» atasözümüzü bilmemesi mümkün olmayan Avcı'nın, Türkiye söz konusuysa, 1950'den itibaren, hatta dürüst olmak gerekirse 1938'den itibaren «at» ın sahibinin sermaye, devleti yöneten siyasi kadroların da bu atın jokeyi, suvarisi, binicisi olduğunu kabul etmesi de beklenmez. Ama müesses nizamı, sadece bekası uğruna mücadelenin bir ideal haline getirildiği düşsel bir devlet kavramı olarak kabul etsek bile, bu devlet, değilse bu devletin milletinin önemli bir kısmı bir şeyi, bir ideolojiyi, bir davranışı tehlikeli bulabilir. Buna karşı çıkabilir, bunu protesto edebilir. Anayasada, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelerin bulunmasını bu nedenle isteyebilir. Öyle anlaşılmaktadır ki, Hanefi Avcı, AKP'yi demokrasinin ta kendisi sayanlardandır; AKP'nin sermaye hakimiyeti hariç mevcut müesses nizamın yerine kendi müesses nizamını koymaya, mevcut müesses nizamın ise kendini korumaya çalıştığını görmemekte; ama AKP tarafından yönetilmek istemeyenleri, hadi demokrasi karşıtı olarak görmese bile yanlış ve gereksiz bir davranış içinde saymaktadır. Çoğunluğun ülkeyi yönetmek hakkı varsa, azınlık da olsalar birilerinin de buna karşı çıkmak hakkı vardır; Avcı bunu yer yer kısmen kabul etse de, bunları hükümeti devirmeye teşebbüs edenler olarak görmese de, değil mi ki azınlıkta kalmaktadırlar, pek «millet» olarak görmek, hele milli iradeden saymak eğiliminde de değildir. Tersine bu mitingleri ve katılanları, Ergenekon davası sanıklarının hükümeti devirmek için örgütledikleri şeklindeki İddianame mantığını benimser görünmektedir. Çoğunlukçu anlayış, bu zihniyetin tipik özelliğidir; bu zihniyet demokrasiye ancak bu kadar yaklaşabilmektedir. Avcı, İran'daki rejimin de kendisini laikliğe karşı, Amerika'daki kapitalizmin de kendisini sosyalizme karşı, Sovyetler Birliği'nin de kendisini kapitalizme karşı koruduğunu bilmez midir, bilir de bilmezden mi gelmiştir, anlaşılamamaktadır. 5 – Avcı PKK konusunda, «PKK, Öcalan demektir» diyerek Öcalan'la görüşülmesi gerektiğini ve bunun masa örtüsü olarak da demokratik açılımı savunmaktadır. Bu, 80'lerden bu yana zaten yaşanan bir durumdur. Bugünkü müzakere tartışmaları, Habur tartışmaları AKP'nin beceriksizliğinden kaynaklanmaktadır. AKP, her işi olduğu gibi bunu da öyle eline yüzüne bulaştırmıştır ki, kendi elini kolunu yine kendisi bağlamakta, meydan kürsülerinde «benim görüştüğümü ispatlayamazsan şerefsizsin» diye sokak ağzıyla yeminler etmek zorunda kalmaktadır. Halbuki PKK veya Öcalan'la daha önceki temasları da başbakanlar bizzat kurmamıştı; Öcalan'ı Kenya'dan bizzat Ecevit yakalayıp getirmemişti. Avcı da bunu bilir, söylemek istediği de bu değildir elbette. Avcının bilip de söylemediği bir başka şey, Öcalan'la veya PKK'la 30 yıldır el altından müzakereler sürmesine, hatta Öcalan-MİT ilişkisi iddialarına, 30 yıldır sağlanıp duran, ama hiçbir işe yaramayıp «taviz» e dönüşen haklara rağmen terörün durmadığıdır. Ayrıca Ergenekon davası, PKK'ya karşı mücadele eden ne kadar subay varsa tutuklayarak, dava açarak, AKP'nin elbette yine güvenlik ve istihbarat bürokratları aracılığıyla yapacağı girişimler konusunda yine elini kolunu bağlamaktadır. Yarın bir başka Ergenekon da, AKP'nin İmralı'ya, Kandil'e gönderdiği müsteşarlarını tutuklayabilir. Ama Avcı bu «malumu ilan» ı, yine anlaşılması hiç mümkün olmayacak şekilde, Öcalan'ın 12 yıl önce 1999'daki mahkeme ifadelerine, federasyon, özerklik, bağımsızlık istemediği tezine dayandırmaktadır. Öcalan ve adamlarının son üç dört ay içinde söyledikleri ortadayken Avcı'nın bu ısrarı, bildiği başka şeyler mi var sorusunu akla getirmektedir. Gerçekten, Avcı, aynı şeyleri söylüyor görünseler bile Öcalan'ı diğerlerinden ayırıyor, Öcalan'ın «ben çekilirsem diğerleri böyle konuşur ve bunu yapar» demek istediğini, yoksa Öcalan'ın federasyon, özerklik, bağımsızlık konusundaki olumsuz görüşlerinin 1999'dan bu yana değişmediğini, Öcalan'ın bu taleplere hala olumsuz baktığını kast ediyor olabilir. Avcının düşündüğü, hatta istediği gibi, Öcalan'ı serbest bırakarak onu rahatlatabiliriz, o da PKK'yı gerçekten susturarak, terörü belki tamamen durdurarak bizi rahatlatabilir. Ama KCK'lar, BDP'ler ne olacak? Bu iş bu kadar kolay olacak idiyse neden bunca yıl bunca insanın ölmesine yol açtınız diye soracak şehit annelerine kim hesap verecek? Her şey hallolsa bile bu soru daha uzun süre iktidarları çok rahatsız edecektir. Ayrıca Avcı'ya göre, ABD, hatta Yunanistan dahil bütün yabancı güçler PKK'yı değil Türkiye'yi destekliyormuş. Niye? ABD PKK'ya beş on tane bilmem ne füzesi verseymiş her şey değişebilirmiş, oysa vermemiş. Buradaki zorlama çok fazla sırıtıyor. Biz Kandili bombalayacağımız veya kaçan teröristi kovalayacağımız zaman, kendi illegal ve haksız işgali altındaki o topraklar için «aaa olmaz ama. Burası egemen, bağımsız bir ülke...» derken, PKK, hem de bizim yarıya ucuz verdiğimi elektrikle aydınlatılmış çadırında, mağarasında uyuyup, yemeğini yiyip, televizyonunu seyredip, bilgisayarıyla oynayıp, telefonunu şarj ettikten sonra kalkıp sakin sakin benim karakoluma, köyüme, kasabama saldırırken Türkiye'nin egemenliğini, toprak bütünlüğünü, sınır güvenliğini hiç hatırlamayan Amerika değil sanki. Ya da Avcı bunları bilmiyor...

İKİNCİ BÖLÜM: CEMAAT
Avcı'nın bu tutarsızlıkları bu bölümde de devam etmektedir. Bunlardan en çarpıcı, en hazin olanını şöyle özetleyebiliriz. Cemaatin gücünün ulaştığı boyutu, bunun tehlikesini anlayan, hisseden hatta bilen başkaları da vardı kuşkusuz. Ama bunu hiç kimsenin Hanefi Avcı kadar iyi, güzel, etkileyici biçimde en azından bu güne kadar anlatmadığını kabul etmek bir hakşinaslıktır. Yani tespitleri yine mükemmeldir. Ama Avcı, bu mükemmellik içindeyken öyle bir tutarsızlığa düşmektedir ki, bu defa o kendisine başka hiç kimsenin yapamayacağı kadar büyük haksızlık yapmış olmaktadır. Avcı cemaatle ilgili inandırıcı tespitleri-teşhisleri çok güzel yaptıktan sonra tedavi aşamasına gelince, yine malum demokrasi dindarlığıyla yine absürtleşmekte ve demektedir ki, «Ordu içinde cuntalar var olduğu sürece cemaat de var olacaktır ve bu varlığı, cuntaların varlığı yüzünden mevcut ve müstakbel hiçbir hükümet ortadan kaldıramayacaktır. Onun için ordunun da Avrupa ülkelerindeki demokratik boyuta çekilmesi gerekir.»

Öyleyse Avcı, bu tedavi önerisinin ardından «Emniyet içinde cunta mı vardı da, cemaat en rahat, en güzel, en güçlü, ama en vahim biçimde Emniyet teşkilatında örgütlendi; buradan diğer kurumlara rahatça yayıldı» sorusunun, «her rejim, her sistem, her kurum kendisini tehditlere, tahriplere karşı korur. Ordu da bugüne kadar, YAŞ kararlarındaki ihraçlarla kendisini korumaya çalışmıştır, ama siz buna yine o fanatik demokrasi dindarlığıyla karşı çıkmıştınız. Hiç değilse geldiğiniz, kitap yazarak feryat etme noktasında, hala «keşke biz de kendimizi biraz korusaydık da bu noktaya, genel müdür yardımcılarımızın, daire başkanlarımızın, şube müdürlerimizin yalan ve iftiralara dayalı komplolarla görevlerinden alınmalarına ve hatta onur kırıcı bir biçimde özgürlüklerinden olup hapislerde sürünmelerine yol açmasaydık» demiyor musunuz» sorusunun muhatabıdır. Ve Avcı bütün bu tutarsızlıkları yaparken, aynı zamanda sanki İslamcı devlet anlayışının «dar-ül harp» mantığını, dar-ül harpte yani İslam, İslamlaştırma adına yapılan bir cihad savaşıyla, gaza ile ele geçirilmiş bir kafir, bir gayrı Müslim diyarında, «ilk anda, sistem tamamen İslamlaştırılana kadar sadece savaş ve ganimet hukuku geçerlidir. O ülkenin canı da malı da helaldir. Orada İslamiyet'in günah, helal, haram sevap kavramları ve bu kavramlara dayalı hukuku geçerli değildir. Türkiye ise, cihadcı İslam devlet anlayışı açısından bir dar-ül harptir» mantığını, sanki bilmemektedir; cemaatin başta polis teşkilatı olmak üzere devlet ve ülke içindeki, çok iyi bildiği uygulamalarının bu mantığın bire bir tezahürü olduğunu, bir başka ifadeyle cemaatin AKP'yi de kullanarak (veya karşılıklı birbirinden yararlanarak) ülkede, yeni ele geçirilmiş bir küffar ülkesindeymiş gibi, veya daha açığı Irak'taki Amerika gibi davrandığını sanki görmemekte, anlamamakta, bilmemektedir ve çok şaşırmış, bu şaşkınlıkla infiale uğramış görünmektedir. Bütün bildiklerini yazmasa da, olanı biteni kamuoyunun bilmesi gerektiği kadarıyla ama bütün açıklığıyla anlatan Avcı, cemaatin gözü karalığı Emniyet teşkilatı içinde en önemli kadrolarda bulunanlara, hele saydığı sevdiği insanlara, hele hele kendisine kadar uzanmasaydı bu kitabı yazar mıydı sorusu baki kalmak kaydiyle, tamamen yazdıklarından hareketle, kanaatimizce tipik bir Stiglitz veya Kissinger olarak şunu söylemeye çalışmaktadır: «Ey cemaat! Size vaktiyle haksızlık yapılmış olabilir (Herhalde cumhuriyetin kuruluş yıllarını, 28 Şubat'ı vb. kast ediyor). Bu nedenle bir intikam duygusu içinde olabilirsiniz. Ayrıca ben, temsil ettiğiniz zihniyetin Türkiye'de hakim güç olmasından da hoşnut olurdum. Ama bunu öyle «Zücaciye dükkanına fil girer gibi» bizlere kadar uzanacak bir pervasızlıkla yapmaya kalkıyorsunuz ki, gelecekteki tam hakimiyet olasılığınız çok ciddi bir biçimde tehlikeye girmektedir. Üstelik, gelecekte ülkenin hakimi olmak bir yana, kendinizi de, hükümeti de tehlikeye atıyorsunuz.»

Çünkü Avcı cemaatin gerçekleştirdiği dinleme, görüntüleme, bunlara dayalı suçlamalar, davalar, mahkumiyetler veya görevden almalardan hareketle «bu dinlemeler şimdilik sadece Cemaat muhaliflerine karşıdır. Ama kesinlikle bununla sınırlı değildir. Her düzeyde asker sivil bürokrat, siyasiler, hatta bakanlar bile dinleniyor olabilir» demektedir.

Hatta mevcut bakanları bile uyarmaktadır. Gerçekten, Avcı'nın kitapta verdiği bilgiye göre Cemaatin izledikleri arasında Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdür Yardımcısı bile vardır!!!.. Bu zat, partizanlığın böylesine acımasız boyutlara ulaştığı böyle bir dönemde bu ihtimal çok zayıf görünse de, sadece laik, Kemalist olduğu, Cemaat ve/veya AKP muhalifi olduğu için de izleniyor olabilir. Ama hele seçim sonuçlarına elektronik hilelerin karıştığı, bilgisayar programlarının 12 Eylül 2010 referandumunda % 53 EVET çıkacak şekilde şimdiden ayarlandığı iddialarının yüksek sesle dile getirildiği bir dönemde görev de, yani Nüfus ve Vatandaşlık Genel Müdür Yardımcılığı de çok anlamlıdır. Bu noktadan bakınca Cemaat polisinin izleyip dinledikleri arasına ilçe seçim kurulu başkanlarından (ki yargıçtırlar) Yüksek Seçim Kurulu başkanına (ki yüksek yargıçtır) TÜİK başkanı ve üst yetkililerine kadar pek çok kişiyi dahil etmek mümkündür. Tespitleri Cemaatin canını acıtacak, en azından sıkacak kadar açık, kesin, deyim yerindeyse bodoslama hücum edercesine yapan, belgeler sunan, en önemlisi tanıklıklarını aktaran Avcı, üst paragraftaki uyarı söylemini, sadece biraz denge sağlamak adına geliştirmiş olabilir; ama geliştirmiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, Hanefi Avcı'nın, Cemil Çiçek söylemiyle tamamen ve sadece kanaatlerini ifade ettiği, belge göstermediği iddiasına katılmak mümkün değildir. Yeterince göstermiştir. Ama daha önemlisi, Hanefi Avcı, 32 yıl boyunca mesleğin, teşkilatın her kademesinde, boyutunda görev yapmış, tam anlamıyla bir görgü tanığıdır. Kimsenin görmediği, bilmediği, PKK itirafçısı (veya değil) gizli tanıkların ifadeleriyle, imzasız ihbar mektuplarıyla, gizli çekilmiş özel hayat görüntüleriyle, yasa dışı dinlenen telefon kayıtlarıyla yüzlerce kişinin özgürlüklerinin yok edildiği, ocağının söndürüldüğü, intiharlara sürüklendiği koskoca bir Ergenekon Davası kuranların, Hanefi Avcı'dan belge beklemeleri, vaktiyle Selim Edes adlı bir iş adamının, rüşvet aldığını iddia ettiği banka genel müdürü Engin Civan'ın «ispat et» saçmalığına verdiği «rüşvetin belgesi mi olur p...k» karşılığını hatırlatmaktadır. Kaldı ki, yinelemek gerekir, Cemaatin sadece Emniyet teşkilatında değil, çok genel olarak bir «devlet içinde devlet» kurduklarının yeterince ikna edici kanıtı vardır kitapta. Madem yok diyorlar, yok diyenlerin yokluğu veya kitaptaki belgelerin sahih olmadığını ispat etmeleri gerekir. İspat külfeti iddia sahibine aittir. Yine de, Avcı cesurdur, ama bir kahraman değildir; buna ihtiyacı yoktur. Cemaatle ilgili bölüm açısından bir «insider» dır; içeriden biridir; kitabında dengeleri çok iyi korumuştur; yaptığı, en çok sevilen bir dostun bazı ağır, vahim hataları dolayısıyla «dost acı söyler» kabilinden uyarılmasıdır. Birinci bölüm ve genel olarak bizim gibi pek, hele Avcı kadar «demokrat» olmayanlar içinse, yazıp söyledikleri çok önemli ölçüde malumun ilanıdır. Bu «malum» daki tehlikenin ağırlığının, boyutunun, ciddiyetinin, vahametinin daha çıplak olarak görülüp anlaşılmasında büyük bir katkı sağlamıştır. Çünkü o bir «insider» dır, görgü tanığıdır. Bunun dışında Mehmet Altan'dan, Mehmet Barlas'tan ve benzerlerinden duyup okuduklarımızdan farklı, yeni bir şey yoktur. Yinelemek gerekir, kitabın bir başka önemi de, bu çevrelerin, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de solu tasfiye ettikten, hatta bir kısım sağı bile tafsile ettikten sonra, Türkiye'yi sadece kan-can deposu bir geçiş ve savunma üssü olarak gören Amerikancı milliyetçiliğin yerini, Türkiyeci yurtseverlik alınca birden, hem de bölücülere karşı bile demokrat kesilivermelerini bir laboratuar sadeliği ve adeta bilimselliği içinde bir kere daha sergilemesidir. Şimdi popüler olan Türkeş, Kıbrıs çıkarmasına, haşhaş ekimi yasağının kaldırılmasına «Amerika'dan izinsiz nasıl yaparsınız!..» diye köpürüyordu. Bahçeli ise hiç değilse «emperyalizm» diyebiliyor, «Bush'la ruh ikizi olmaktansa Baykal'la ruh ikizi olmayı tercih ederim» diyor. Yeterince açık değil mi!

Ali TARTANOĞLU - 20.09.2010 - Heddam

..

Yargıçlar AKP'lileşince...





Yargıçlar AKP'lileşince...

Şimdi başvezir, özellikle general, rektör, yazar tutuklamalarını açıklamak üzere «yargı herkese dokunacak» diyor ya... Biliyor ki birileri de «e sana da dokunsun o zaman» diyiveriyor, diyecek. Öyle ya, sen diyorsun «herkes» diye. Kendini ayırmıyorsun. 

1981 tarih 2461 sayılı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunu...

GÖREV:

Madde 4 - (Değişik madde: 03/06/1983 - 2835/3 md.) Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun görevleri şunlardır :

2. Adalet Bakanlığının, bir mahkemenin veya bir hakim veya savcının kadrosunun kaldırılması veya bir mahkemenin yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlamak.

3. Hakim ve savcıların; a) Mesleğe kabul etme, b) Atama ve nakletme, c) Geçici yetki verme, d) Her türlü yükselme ve birinci sınıfa ayırma, e) Kadro dağıtma, f) Meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, g) Disiplin cezası verme, h) Görevden uzaklaştırma, işlemlerini yapmak.


Anayasa...

III. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu

Madde 159 – Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kurulur ve görev yapar. ...Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu; adlî ve idarî yargı hâkim ve savcılarını mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapar. Adalet Bakanlığının, bir mahkemenin veya bir hâkimin veya savcının kadrosunun kaldırılması veya bir mahkemenin yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlar. Ayrıca Anayasa ve kanunlarla verilen diğer görevleri yerine getirir. Kurul kararlarına karşı yargı mercilerine başvurulamaz.

Demek ki neymiş: HSYK bu yetkilerini Anayasa'dan ve kendi özel yasasından alıyormuş!.. Bütün dünyada, bütün adam gibi demokrasi ve hukuk devletlerinde, bir yetki, kendi tersini de içinde barındırır; atayan azil de eder, yetkiyi veren, alır da. Erzurum'daki bir mahkemeyi kuran ve onun yetkilerini veren HSYK, o mahkemeyi kaldırır da, yetkilerini de alır. Hatta atayandan başkası azledemez; yetkiyi verenden başkası alamaz. Bakanın tek imzayla yapacağı bir atamayı cumhurbaşkanı yapamaz; yaparsa o atama geçersizdir.

Efendim «başlamış bir soruşturma» varmış... Anayasa ve HSYK Yasası, başlamış soruşturma, başlamamış soruşturma diye bir ayrım yapıyor mu?

Kaldı ki; Erzurum Savcısı, Erzincan savcısının elinden İsmailağa dosyasını adeta zorla, hatta neredeyse zorbalıkla alırken Erzincan savcısınınki başlamış soruşturma değil miydi? Hangi yetkiyi kullandı Erzurum Savcısı... Özel yetkili mahkemenin özel yetkili savcısı olma yetkisini. 2004 tarih 5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Yasasının zırt pırt sözü edilen 250'inci maddesi ne diyor:

BAZI SUÇLARA İLİŞKİN MUHAKEME GÖREV VE YARGI ÇEVRESİNİN BELİRLENMESİ

Madde 250 - (1) Türk Ceza Kanununda yer alan;


a) Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçu,

b) Haksız ekonomik çıkar sağlamak amacıyla kurulmuş bir örgütün faaliyeti çerçevesinde cebir ve tehdit uygulanarak işlenen suçlar,

c) İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar (TCK'nın Dördüncü Bölüm'ünde «Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar» (Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak, Düşmanla işbirliği yapmak, Devlete karşı savaşa tahrik, Temel millî yararlara karşı hareket, Yabancı devlet aleyhine asker toplama, Askerî tesisleri tahrip ve düşman askerî hareketleri yararına anlaşma, Düşman devlete maddî ve malî yardım); Beşinci Bölümü'nde, «Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar» [Anayasayı ihlâl, Cumhurbaşkanına suikast ve fiilî saldırı, Yasama organına karşı suç (MADDE 311. - Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engellemeye...), Hükûmete karşı suç: (MADDE 312. - Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye...) Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetine karşı silâhlı isyan (MADDE 313.), Silâhlı örgüt, vb.)]; Altıncı Bölüm'ünde «Millî Savunmaya Karşı Suçlar» (Askerî komutanlıkların gasbı, Halkı askerlikten soğutma, Askerleri itaatsizliğe teşvik, vb.), Yedinci Bölümünde «Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk» ele alınıyor)

dolayısıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayacak şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür.

(3) Birinci fıkrada belirtilen suçları işleyenler sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun bu Kanunla görevlendirilmiş ağır ceza mahkemelerinde yargılanır. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile savaş ve sıkıyönetim hâli dahil askerî mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.

Yani bu mahkemeleri kuran da HSYK'dır, bir. İki: bu mahkemeler zorla, silah kullanılarak işlenen örgütlü suçlar ile devlete, hükümete karşı suçlar ve casusluk suçlarına, bakıyor. Peki İsmailağa silahlı örgüt mü? Öyleymiş!.. Nerden çıktı bu? Birisi Erzurum savcısına gönderdiği imzasız ihbar mektubunda böyle söylemiş; Osman Bey de hemen atlamış: «Silahlı örgütse benim alanıma girer; ver dosyayı bana» demiş. Adamlar adeta kendi kendilerini «biz silahlı örgütüz» diye ihbar ediyorlar. Danışıklı dövüş... Biliyorlar ki o zaman dosya Erzurum'a gidecek. E Erzurum'dakilerden «bizden», yani cemaatten... Pardon başvezirin istediği, bağımsız değil, ama «tarafsız» cinsinden yargı!.. Beyzadelerin müdahale etmeyin dedikleri yargı bu!.. Erzurum savcısı, uyduruk bir mektuba dayanarak Erzincan savcısının yetkisini gasp etmiş olmuyor; ama HSYK Erzurum'un yetkisini alınca gasp etmiş oluyor!.. İnandınız mı?..

1983 tarih ve : 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu... Madde 82...

«Hakim ve savcıların görevden doğan veya görev sırasında işlenen suçları, sıfat ve görevleri gereğine uymayan tutum ve davranışları nedeniyle, haklarında inceleme ve soruşturma yapılması Adalet Bakanlığının iznine bağlıdır.»

Erzurum savcısı, Erzincan için soruşturma başlatırken Adalet Bakanlığı'ndan izin almış mı? Almadıysa, yukarıdaki maddeyi, yani kanunu ihlal etmiş oluyor; yani yetkisi yok. Vahim!.. Aldıysa, siyaset apaçık işin içinde demektir; daha da vahim.

«Madde 88 - Ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâlleri dışında suç işlediği ileri sürülen hakim ve savcılar yakalanamaz, üzerleri ve konutları aranamaz, sorguya çekilemez. Ancak, durum Adalet Bakanlığına derhal bildirilir.

Birinci fıkra hükümlerine aykırı hareket eden kolluk kuvvetleri amir ve memurları hakkında yetkili Cumhuriyet savcılığı tarafından genel hükümlere göre doğrudan doğruya soruşturma ve kovuşturma yapılır.»


Erzurum savcısı adliyedeki makam odasında darbe yaparken suçüstü mü yakalanmış?.. Ama adam yakalanmış, üzeri ve konutu aranmış, sorguya çekilmiş, hem de tutuklanmış; içerde! İkinci fıkradaki «kolluk kuvvetleri amir ve memurları» hakkında ise tık yok!..

Madde 90 - Haklarında son soruşturma açılmasına karar verilenlerden; birinci sınıfa ayrılmış olanlarla ağır ceza mahkemeleri heyetine dahil bulunan hakim ve Cumhuriyet savcılarının, son soruşturmaları Yargıtay'ın görevli ceza dairesinde görülür.


BİRİNCİ SINIF HAKİM VE SAVCILAR HAKKINDA UYGULANACAK HÜKÜMLER:


Madde 98 - Adalet Bakanlığı merkez, bağlı ve ilgili kuruluşlarındaki birinci sınıf hakim ve savcılar, disiplin cezası, soruşturma ve kovuşturma bakımından Yargıtay üyeleri hakkındaki hükümlere tabidir. Ancak soruşturma yapılması Adalet Bakanının istemine bağlıdır.


1983 tarih ve 2797 sayılı Yargıtay Kanunu...

Madde 15... HUKUK VE CEZA GENEL KURULLARININ GÖREVLERİ:

3. Yargıtay Başkan ve üyeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekili ile yargılama görevi özel kanunlarınca Yargıtay Genel Kurullarına verilen kişilere ait davaları ilk mahkeme olarak görmek ve hükme bağlamak ve ilk mahkeme olarak özel dairelerce verilen hüküm ve kararların temyiz ve itiraz yoluyla incelenmesini yapmak...


Birtakım iktidar kulu kalem hainleri, bu maddelere bakıp ahkam kesiyor: «Efendim kanun soruşturma demiyor ki; kovuşturma diyor...» İyi de, böyle iktidar kulu kalem hainlerinin çıkacağını önceden bilen kanun koyucu her şeyi gayet güzel düzenlemiş. Hakimler Savcılar Kanununun 90 ve 98'inci maddeleriyle Yargıtay Kanununun 15'inci maddesinde «kovuşturmayı», HSK'nın 88'inci maddesinde de soruşturmayı düzenlemiş. Bu maddelerin toplamının özeti şu: Sadece birinci sınıfa yükselmiş olanlar değil, hiçbir hakim ve savcı, «Ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâlleri dışında ... yakalanamaz, üzerleri ve konutları aranamaz, sorguya çekilemez» ; birinci sınıfa ayrılmış olanlar ise ancak Yargıtay'ın ilgili dairesince yargılanır, yani kovuşturulur. Bitti bu kadar!..

Hatta aynı hüküm Ceza Muhakemeleri Kanununun 250'inci maddesinde (f. 3.) de var: «Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler... saklıdır.»

Durmadan konuşan başvezir muavini diyor ki önce: «Erzincan savcısı, adi, kişisel suçtan tutuklandı.» Aynı adam bir gün sonra da «Erzincan savcısı Ergenekon'dan tutuklandı...» diyor. Evet, ikisini de aynı adam söylüyor!..

Cihaner gerçekten adi suçtan tutuklandıysa, bu tutuklamayı Erzurum savcısı isteyemez, Erzurum mahkemesi yapamaz. Çünkü bunlar CMK 250'ye göre özel yetkili. Yani, yukarıda aynen aktarıldığı üzere ancak silahlı örgüt suçlarına, devlete, hükümete karşı işlenen suçlara ve casusluk suçlarına bakar. Öyleyse yetki aşımı, yetki gaspı, en masum tabirle yetkisizlik, en başta Erzurum savcıları ve Erzurum Özel yetkili Mahkemesi için söz konusudur.

Ergenekon örgütüne üye olmak, birden bire adi, kişisel suç haline mi geldi?!!

Asıl söylemek istedikleri, söylemediklerinde saklı: Cihaner, İsmailağa soruşturması dursun diye tutuklanmıştır. Ama bunu söylemeleri mümkün değil. Kanunlarda da böyle bir suç yok. O zaman gelsin en kolayı: Ergenekon...

Bunlarla bitmiyor. Başvezir muavini, hiç üstüne vazife olmadığı, başka hukuki yolları olduğu halde, güya «meclisi daha iyi yönet» (asıl «hep benim milletvekillerim konuşsun, muhalefet hiç konuşup bizi eleştirmesin...» ) demek için Meclis başkanvekilinin odasını basıp dayılık yapıyor, hakaret ediyor; başkanvekili kürsüye çıkıp «bu, yürütmenin yasamaya baskısıdır; kınıyorum» diyince karşılık veriyor: «Hayır, yasamanın yürütmeye baskısıdır...»

Başkanvekili yasama demek. O anda oturumu yönetiyor. Başvezir muavini ise yürütme... Başkanvekili ne cesaret başkanlık kürsüsünden «bu, yürütmenin yasamaya baskısıdır; kınıyorum» der!..

Ama aynı hastalıklı kafa, «niye başkan vekilinin odasını bastın? Ne gerek vardı? Eleştirin varsa genel kurul salonunda milletvekili olarak da dile getirebilirdin» denince, kendisini «ben başkanvekilinin (o anda oturumu yönettiği için «Meclis Başkanı» nın) odasına başvezir muavini olarak, vezir olarak gitmedim ki; milletvekili olarak gittim» diye savunuyor.

O odaya «milletvekili» olarak dahi dayılanarak dalmasının akıl, etik, nezaket dışılığı bir yana...

Sen milletvekili yani yasama mısın, bakan yani yürütme misin? Canın isteyince milletvekili (yasama), canın isteyince bakan (yürütme) mı oluyorsun? Başkanvekilinin odasını milletvekili yani yasama olarak basıyor, başkanvekili yasama olarak seni kınayınca da birdenbire yürütme mi oluyorsun?

Başvezir, bir yandan yargı herkese dokunacak diyor; ama öte yandan da hoşuna gitmeyen bütün yargı kararları için «yargı yürütmeye baskı yapıyor» diyor.

Bu «herkes"in içinde, kerameti kendinden menkul Yürütme ("Recep» diye okunur(!) yok mu?.. Herkese dokunan, dokunabilen, dokunabilecek yargı, yürütmeye dokununca niye «baskı» oluyor? Kendini akıllı sanan recepgiller mi beni aptal sanıyor?!..

Halt etmişler!

Halt etmişler. Çünkü hem «yargı herkese dokunacak» diyip, hem de yargının kendilerine dokunmasını «yargı yürütmeye baskı yapıyor» diye dayatmanın, başvezir muavini arınçzade bülent paşanın tabiriyle «şeyini şey ettiğimin şeyi» demek olduğunu anlamayacağımızı sanmak kendilerini ne kadar akıllı kılar bilinmez ama, bizim, akıllılığı kendinden menkul olanlarca aptal sanılmamızdır ki bal gibi halt etmektir.

Yasamayı nasıl adam edecekler belli değil.

Düzeltiyorum: yasama kendi çoğunlukları sayesinde, doğal bir «adam edilmişlik» halinde. Muhalefetin karşısında 338 kişilik bir iktidar grubu mu var, yoksa tek başına Hürgeneral Führer Recep Sultan Abdülhamit Han mı var, başta muhalefet olmak üzere bilenler biliyor.

Fırsattan bilistifade, hemen yargı reformuna sarıldılar. Anayasayı değiştirerek Anayasa Mahkemesini, Yargıtay'ı, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulunu adam edecekler. Açık açık söylüyorlar: Anayasa Mahkemesinin, HSYK'nın hakimlerini Meclis seçsin; Adalet bakanı ve müsteşarının kurulda başkan ve üye olmasında ne sakınca var!

Şimdi başvezir, özellikle general, rektör, yazar tutuklamalarını açıklamak üzere «yargı herkese dokunacak» diyor ya... Biliyor ki birileri de «e sana da dokunsun o zaman» diyiveriyor, diyecek. Öyle ya, sen diyorsun «herkes» diye. Kendini ayırmıyorsun.

Ama onun dilinin altındaki bakla «herkese dokunsun tabi de, bir bana, bir bize dokunmasın...»

Yargı reformu dedikleri, «bağımsızlığı boş ver, önemli olan tarafsız yargı» dedikleri bu. Tüm muhalefeti yok eden ama kendilerine dokunmayan yargı!!!... Kanunsa kanun, anayasaysa anayasa...

Partiler kapatılmasın demiyorlar mesela. Partilerin kapatılması Meclisin iznine tabi olsun diyorlar. Bizzat kendileri bir partiyi kapatmak isteyebilir. Bu olanağı yitirmemeliler. Kendileri babadan oğla padişah ya...

Oldu olacak, mahkemeleri kapatalım, bütün davalara meclis baksın!..

Ne dedi bir milletvekilleri: «Biz on yıl daha kalmalıyız. Yoksa bizden intikam alırlar...»


Hani 12 Eylül generalleri, «Bir daha darbe yapılmasına izin vermeyecek bir anayasa ve hukuk düzeni bırakacağız» dedilerdi ya... Bunlar da, kalsalar da gitseler de başlarının ağrımayacağı bir yapı bırakmaya azmetmiş.

Cihaner hakkında açılmış bir dava var; 26 yılla yargılanıyor. Konuyla yakından ilgilenenler dışında kimsenin ruhu duymamıştı. Ama tutuklamadan da olabileceğini çok iyi bildikleri halde inatla, ısrarla tutukluyorlar. Generaller için de aynı şey söz konusu. Ve kıyamet kopuyor. Tutuklamaların da tamamı şov. Güya güç gösterisi.

Aynı sonuca ulaşmışlardı ama yöntemleri farklıydı; Menderes, kaba saba yürüyüp Tahkikat Komisyonları kurmuş; muhalifleri yargılamaları için bizzat kendi milletvekillerine yargıçlık görevi vermişti. Erdoğan, ders almış, tarihi tekerrür ettirmek istemiyor; veya hocaları akıllı: Milletvekillerini yargıç yapmıyor; yargıçları «partili» leştiriyor. Yargı reformunun altı da bu üstü de!..

Bir alemete bindiğimiz kesin.

De hangi kıyamete gidiyoruz?

Yargıçların AKP'lileşmesi kıyametine!!!...

Askerlerin, rektörlerin, profesörlerin, yazarların, siyasetçilerin vb., tutuklanması tek başına bu kadar önemli değil. Eğer yargıç gibi yargıçlar varsa, hele böyle som siyasi davalarda masumlar mutlaka beraat edecektir.

Ama yargıçlar AKP'lileşirse...

Tuz kokmuş demektir. Veya küpleri üst üste göğe kadar dizmişler, sonra da en alttakini çekecekler demektir. Şu anda küpler dizildi. Anayasayı, «yargıçları AKP'lileştirme» şeklinde reforme ettikleri gün, en alttakini de çekmişler demektir. Seyreyleyin gümbürtüyü...

İçerdekiler hiç çıkamayacağı gibi, çıksa bile memleketin tamamı mapushaneye döner. Hatta tımarhaneye!..

Ali TARTANOĞLU - 24 Mart 2010 - Heddam


http://www.heddam.com/#null


..

İMTİYAZ İSTEYEN YOK !!!




İMTİYAZ İSTEYEN YOK!!! 

Ali TARTANOĞLU 

16 Mart 2011



16 Mart 2011



Gazeteciler, yazdıklarından dolayı yargılanmanın ne olduğunu, adliye koridorlarını, mahkeme salonlarını çok iyi bilir. Ama yazdıklarından dolayı tutuklananı, DP ve sıkıyönetim dönemleri dışında pek duymamıştık. Hele yazdıklarından dolayı yargılanacağı için yurt dışına kaçmayı düşüneni, kaçmaya kalkışanı ne gördük, ne de duyduk. Hatta tutuklanacağını bilse, hissetse bile gazeteci, büyük bir vakarla valizini hazırlar, tutuklanmayı bekler.

Gazetecilerin yazdıklarından dolayı tutuklanmalarının en yaygın olduğu dönemlerden biri 1940-50 dönemi, bu dönemin ünlü isimleri de Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Mehmet Ali Aybar, Zekeriya Sertel ve benzerleridir. Diğeri de 1950-60 arası Demokrat Parti döneminin özellikle ikinci yarısıdır.

Bu dönem gazetecilerinin en ünlüsü ise Hüseyin Cahit Yalçın’dır. Uğur Mumcu yazmıştı:

“Yalçın, Halkçı gazetesinde yayınlanan yazılarından ötürü (…) yirmi altı ay yirmi gün hapis cezasına çarptırılmıştı. Mahkumiyet tarihinde seksen yaşında olan Yalçın, cezaevine gireceği gün torunu yaşındaki gazetecilere dönüp,

- Allah ömür verirse yatıp çıkacağız, diyordu. Bir gazeteci, Yalçın’a sordu:

- Kararı nasıl karşılıyorsunuz?

- Karar karardır, her türlü hazırlığımı yaptım, kitaplarımı hazırladım, bavuluma koydum, diye yanıtlıyor ve çevresinde üzüntüden gözleri dolan genç meslektaşlarını teselli etmeye çalışıyordu. Bir gazeteci sordu:

- Bize söyleyeceğiniz bir söz var mı? (…)

- Evet, size söylenecek değil, söylenmeyecek sözlerim var…

(…) Yalçın (…) elinde bavulu ve kitapları ile cezaevinin yolunu tutmuş. (…) Yalçın’ın bütün korkusu cezaevinde ölmektir. Bu yüzden vasiyetini de hazırlar:
- Hapiste ölürsem mezar taşıma, ‘54 yıl hürriyet için savaştı, hapiste öldü’ diye yazılsın…

80 yaşındaki ‘fikir suçlusu’ Yalçın, Ankara Cezaevi’nde hastalanıp yüz üç gün cezaevi ranzalarında kaldıktan sonra salıverilir. Başbakan Menderes, belki içine düştüğü vicdan azabı ile Yalçın’ın salıverileceğini, bu yaşlı yazarın evine telefon ederek bildirir.

(…) Basın tarihimiz, ders alınacak nice anı ve acılarla doludur. Yeter ki, günlük kaygılarımızı bir yana atıp bu aynaya açık yürekle bakmasını bilelim. Bu aynada yarın da bizlere böyle bakılacak unutmayalım!” (Ak Saçlarıyla… Cumhuriyet, 3 Nisan 1983)

O dönemin genç gazetecilerinden olan Cüneyt Arcayürek, kendisinin de konuğu olduğu Ankara Ulucanlar Cezaevinde, gazetecilerin hep belli bir koğuşa yerleştirildiğini, bu yüzden o koğuşun gazeteciler arasında “Hilton” diye anıldığını yazmıştı.

Ve sıkıyönetim dönemleri… Bu dönemlerin, yazdıklarından dolayı tutuklananlarına en çarpıcı örnek de bizzat Uğur Mumcu. Hapislere de yazdıklarından dolayı girmişti; yazdıklarından dolayı “Sakıncalı Piyade” olmuştu. Yazdıklarından dolayı da öldürüldü. Sorumlu siyasiler ise ya hiç üstlenmediler, ya da aynen bugün olduğu gibi “yazdıklarından dolayı değil” dediler.

Şimdi de AKP dönemi… Bu dönemler dışında yazdıklarımızdan dolayı genellikle tutuklanmadan yargılandık. Ve yüzde 90 aklandık!..

Hayır!

Bugün Türkiye’deki hiçbir gazeteci imtiyaz istemiyor; hiçbir gazeteci yargılanmaktan kaçmıyor. Bugün istenen, hangi isnatla olursa olsun yargılanmamak değil; mantıki ve hukuki hiçbir gerekçesi olmadan TUTUKLANMAMAK!.. Mustafa Balbay alındı, bırakıldı, sonra yine alındı.

“Ya kaçarsa” imiş?… Kaçacak olan kaçtı. Biri Amerika’da, diğeri İngiltere’de imiş. Hükümet Interpol aracılığıyla iadelerini isteyebilir. İstedi mi? Duymadık. Ama aynı suçun buradaki sanıkları hücrede!.. Tutuklulukların mantıksızlığı, vicdansızlığı ve hukuksuzluğu yetkin hukukçularca senelerdir döne döne anlatılıp, icracı muhataplar da kös dinleyip duruyor.

Balbay ve diğerleri, hadi tutuklandı. Kaçacaktı, delil karartacaktı, delil yok edecekti vb. de bahanesi oldu. Bunlar hadi yargının kararı. Peki “hücre” neyin nesi? “Ankara’nın talimatı” neyin nesi? “Zulümhaneyi asıl şimdi göreceksin” neyin nesi? Bunlar da mı yargının marifeti? Ankara “yargı” mı?.. “Zulümhaneyi asıl şimdi göreceksin” diyen, savcı mı, yargıç mı?

“Yargının faaliyetinden dolayı kimse bize hesap kesmesin” diyen Başbakan nasıl “bunlar yazdıklarından dolayı değil, terör ve darbeyi kışkırttıkları için tutuklu” der?!.. Kimse ona “bunlar sadece iddia. Daha ispatlanmadı. İspatlanmayabilir de…” demez mi başbakana? İddia, nasıl kesinleşmiş suç kabul edilir? Hem de başbakan tarafından?.. Başbakan “yürütme” demek değil miydi? “Yürütme yargılaşıyor” itirazları doğru muymuş yoksa?!.. Bu insanlar yarın beraat ederse ne diyecek?..

İkincisi, ille tutukluluk gerekiyorsa, o zaman da yargılamanın hızla tamamlanıp yatacaklarsa hükümlü olarak yatmaları… Yargılama son derece inanılmaz, yapay, zorlama yollarla uzatıldıkça tutukluluk, yargısız mahkumiyete dönüşüyor. Yoksa neyle yargılarsanız yargılayın. Biz meslektaşlarımızın masumiyetinden hiç kuşku duymuyoruz. Beraat edecekler, ama yattıkları yanlarına kalacak. Sorun bu. Davanın alabildiğine uzatılmak istendiği o kadar açık, o kadar gizlisiz saklısız ki!…

Gazeteciler ilk kez yargılanmıyor ki… Bu ülkede ilk gazetenin yayınlandığı günden bugüne, neredeyse 200 yıldır yargılanıp duruyoruz. Ama 50-60 yıl önce Demokrat Parti döneminde bile Hüseyin Cahit Yalçın yargılama sürecini tutuklu olarak mapuslarda beklememiş, ancak mahkeme kesin kararını verdikten sonra içeri girmiş.

Ormanın bütününe görmek üzere Uğur Mumcu’nun, Demokrat Parti dönemin TBMM başkanı Refik Koraltan’ın, bakanlarından Etem Menderes ve Şem’i Ergin’in günlüklerinden pasajlar aktardığı“Demokrat mı?” başlıklı, 28 Eylül 1990 tarihli yazısına bir göz atalım:

“… Celal Bayar dün ve bugün Meclise ve evime geç vakit ge­lerek (…) şunları söyledi:

‘- Hü­se­yin Cahit Yalçın ve Millet Partililerden mahkum ve mahpus olan­ların aflarına dair bir teşebbüs olursa, nereden gelirse gel­sin durdurunuz. Olmazsa ben veto hakkımı kullanır yine red­de­derim…’ (Refik Koraltan, 12.2.1955)

- Dün gece (…) Bayar ‘Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz’ demiş. Dinleyeler üze­rin­de menfi tesir… Hayrettin endişede; Şem’i tenkit ediyor, Sa­met de… (Etem Menderes, 8.11.1957)

- Bayar ‘İcap ederse İsmet Paşa’yı da sehpaya götür­mek­te hiç tereddüt etmem’ dedi. Korkunç ihtiras… (Etem Men­deres, 14 Kasım 1957)

- Bir tasdik makinesi halinde çalışıyoruz. Adnan Bey lis­te­leri içeride tanzim ediyor; bize gönderiyor. Bizim reyimizi da­hi almıyor. Biz de herkes bizi alışverişte görsün diye her gün top­lanıyor, havanda su dövüyoruz. (Şem’i Ergin, Ekim 1958)

– Başvekil, (…) kırıcı mukabele taraftarı. Başvekilliği bı­rakmamak için silaha dahi müracaat edeceğini söyledi. Bir ne­vi delilik alameti… (Etem Menderes, 11 Haziran 1958)

– (Fatin Rüştü) Zorlu: Tek çare vardır: Halk Partisi’ni kapatmak, bütün me­busları tevkif etmek… (Abdullah Aker, 22.5.1960)

- Reisicumhur da (…) hükümetin en şiddetli tedbirleri al­­masını söylüyor ve bu hususta benim de kendisine müzahir ol­­mamı istiyor. (…) (Gazeteci) Ahmet Emin Yalman’ın hapishaneye gir­me­den affını söylemiş ve Bayar’a keraatla telkinde bulunmuş idim. Hayır, dedi. Başvekili de eminim o hazırladı. (Koraltan, 18 Nisan 1960)

– … ‘ahlaksızlar, namussuzlar sizi kapatı­yo­ruz’ diye, (…) CHP’yi kapatmak lazımdır. (…) Bun­la­rın hakından ancak Meclis gelir. Meclis de muhalefet değil DP grubudur. (Adnan Menderes, 7 Nisan 1960 grup ko­nuş­ması)

–  … Emir verdik, derhal girin dedik. Üniversiteye girmek de­ğil, temelinin altına gireceğiz… Belki bu akşam, belki yarın ak­şam bir hususi mahkeme derhal kuracağız… Tek başımıza si­lah­ları alıp kahir ve tedmir (yok etme, mahvetme) edeceğiz… (Ad­nan Menderes, 29 Nisan 1960 grup konuşması) … Mülkiye mektebini şet ve bent etmek lazımdır. (Adnan Men­deres, 2 Mayıs 1960)

Demokrat Parti, en yakın tanıklarının sözleriyle kanıtlandığı gibi hiç de ‘demokrat’ bir parti değildi. Meclis çoğunluğuna da­­yalı bir sivil diktatörlük kurulmuş; Silahlı Kuvvetler’in üst dü­zey yöneticileri de bu diktatörlüğün silahlı gücü olarak kul­la­nıl­mış; basın özgürlüğü başta olmak üzere bütün temel hak ve öz­gür­lükler yok edilmiş, yargı yetkisi TBMM’de çoğunluk gru­bu­na dayanan bir ‘Tahkikat Komisyonu’na devredilmiş; özel mah­kemelerin kurulması, ana muhalefet partisi liderinin idam edil­mesi ve muhalefet milletvekillerinin tutuklanmaları düşü­nü­le­bilmiştir. (…)”

Fazla söze hacet yok.


Ali TARTANOĞLU/Uğur Mumcu Vakfı/Gazetecilik Okulu Öğr.Üy.


***

ARAPÇASIZ AMA İNGİLİZCELİ İMAM HATİP KOLEJLERİ? 100 Yaşında ?





ARAPÇASIZ AMA İNGİLİZCELİ İMAM HATİP KOLEJLERİ?
100 Yaşında ? 





ARAPÇASIZ AMA İNGİLİZCELİ İMAM HATİP KOLEJLERİ?
100 Yaşında ? Toplantısı Yapıldı...TV Haberler.. 
DÜŞÜNMEMİZ GEREKEN ŞUDUR..= 


( İMAM HATİPLER AÇILALI 100 SENE OLDUMU? _ CUMHURİYET KURULALI 100 SENE OLDU MU? )

YAZIYI OKUYALIM;


TOPUZ
Ali TARTANOĞLU


alitartanoglu@gmail.com
22 Ağustos 2013 Perşembe


Recep Tayyip Erdoğan, imam hatip mezunu. 60-70'lerde imam hatipler "Arapça'nın koleji" sanılırdı Erdoğan, Libya'dan gelen güya kahraman(!) katilleri hastanede ziyaret ettiğinde tercüman kullandı.

Son Fas, Cezayir, Tunus gezisinde adı Emine olan Tunuslu bir kızla eşini tanıştırırken de el işaretleriyle, tarzanca konuşabiliyordu çaresizce. Yaralı katile « nasılsın, iyi misin, geçmiş olsun » diyecek kadar dahi Arapça bilmiyor anlaşılan. Bu sadece Erdoğan'ın futbolcu haylaz talebeliğinden mi kaynaklanıyor? 4&4&4 yasası tartışmaları sırasında, Kuran ve Arapça dersleriyle ilgili olarak zamanın Milli Eğitim Bakanı Ömer Çelik, bu derslerde yalnızca Kuran ayet ve surelerinin okunmasının öğretileceğini, ezberletileceğini, bir dil olarak Arapça öğretilmeyeceğini açıkça söylemişti. İmam hatiplerin ilk resmi ve açık amacı aydın din adamı, imam yetiştirmekti. Bu imamlar halkı medrese mollalarının hurafelerinden kurtaracaktı. 1946'dan sonra halka özellikle benimsetilen amaç, çocuklarının dinini diyanetini bilmesi, dahası dinini diyanetini bilen doktor, mühendis vb. olması idi. «Aydın din adamı» yetiştirme (ki bu da tartışmalı!..), milleti Osmanlının akıl dışı hurafelerinden kurtarma amacı Atatürk'ten sonra buharlaştırıldı. Dinini iyi bilen mühendis, doktor, avukat öğretmen yetiştirme palavrası ise adı üstünde palavraydı. Gizli amaç, oy avcılığıydı. Siyasetçi, halkın nasıl kandırılmak istediğini biliyor; halk da kanmak istediği gibi kandırıldığı için, karşılığı olan oyu veriyordu. Özellikle 1960'ların ikinci yarısından sonra ise oy avcılığına ek olarak düzene, sisteme hele Amerika'ya, emperyalizme karşı çıkmayacak, asla solcu olmayacak, mührü ve koltuğu elinde tutana tapan, itaatkar, ne verilirse razı olan bir koyun sürüsü yaratmak bir devlet politikası oldu. Bu da ancak laik olmayan eğitimle mümkündü. Bir başka ifadeyle İmam Hatipler, gerici, şeriatçı İslamcılar tarafından değil, İsmet İnönüCHP'sinden itibaren anti sosyalist, sağcı Kemalist (Atatürkçü değil) siyasetçiler tarafından, Ordu'nun da ciddi desteğiyle anti sol, itaatkar insan tipi yaratacak bir devlet politikası olarak geliştirildi. Siyaset sahnesinde Erbakan ve onun Milli Nizam Partisinin peyda olduğu 1969, 1970'te bu politika çoktan meyve vermişti; Erbakan bu meyvelerden biriydi. Demokrat Parti daha kurulur kurulmaz din sömürüsüne el atmış, bu sayede ilk katıldığı 1946 seçimlerinde 80 kadar sandalye kazanmıştı. CHPde bundan korktu, buna öykündü, bugün ceremesini çektiğimiz birçok belanın temeline ilk çimentoyu attı. Tekke ve zaviyeleri açtı, imam hatipleri gündeme aldı, okullara din dersi koydu. Bunların temel amacı «Madem DP «din» dedikçe oy alıyor; biz de diyelim, oyları biz alalım...» idi. CHP, 1950'den sonra DP'nin ezanı yeniden Arapçalaştırmacasına, yeni imam hatiplere, Köy Enstitülerinin kapatılmasına ses çıkarmazken, DP oy adına bilumum şeriatçı akımlarla, Ticanilerle, Kemal Pilavoğlular, Saidi Nursilerle kanka oldu. Ve en tuhafı, ordu, MİT, hükümet, siyaset dahil tüm devlet teşkilatı birden bire korkutucu birer Amerikanofil ve anti komünist oldular. Gerekçesi, SSCB'nin Türkiye'yi işgal edebileceğiydi.Amerika da Türkiye'ye kredi ve hibe şeklinde para yardımı yapmaya başladı. Türkiye NATO'ya alındı, IMF'ye, Dünya Bankasına alındı; Avrupa Konseyine alındı; Amerika'yla gizli-açık ekonomik, askeri ve siyasi anlaşmalar imzaladı. Bütün bunların karşılığı ise Halk Evlerinin, Köy Enstitülerinin kapatılması, toprak reformundan vazgeçilmesi, ekonomide devletçiliğe son verilmesi, ülke ekonomisinin, siyasetinin-yönetiminin, ordusunun, topraklarının, madenlerinin, hatta insanlarının beyinlerinin, hayatlarının, sonuna kadar Amerika'ya açılması oldu. E tabi bir de çok partili sisteme geçilmesi... Ancak Amerika'yla bunca yoğun ilişki için gerekli sayıda, nitelikte, yeterince İngilizce bilen yetişmiş eleman neredeyse «yok»tu. Amerika sever,«emperyalizm», hele «anti emperyalizm» demeyecek, ülke çıkarları demeyecek, hem de iyi İngilizce bilen kadrolar yetiştirmek için 1955'ten itibaren, yedi yıllık ve yatılı İstanbul Kadıköy, İzmir Bornova, Eskişehir, Konya, Samsun,Diyarbakır Maarif Kolejleri ile ODTÜ, Ege ve Erzurum Atatürk Üniversiteleri kuruldu Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu okullar, iktidarın istediği Amerika sever, emperyalizme karşı çıkmayan değil, tam tersine çok iyi İngilizce bildiği için bu dilde yayınları gazetesinden edebiyatına kadar takip edebilen, dünyaya geniş pencereden bakabilen, solcu olmasa da modern, yurtsever, laik, Cumhuriyet'e, devrimlere, Atatürk'e saygılı genç kentsoylular, küçük burjuvalar mezun etti. Çünkü bu okullar laikti. Bu hesap tutmayınca, egemenlerin aklına, imam hatip okulları geldi. Ama Arapçayı hiç düşünmeyip İngilizceyi ise hiç akıllarından çıkarmadan... Zaman içinde yabancı dil olarak Arapça değil İngilizce öğreten ama laik olmayan, Amerika sever, en azından asla Amerika düşmanı olmayan insanlar imal edecek imam hatipler üretildi. Milli Şef İsmet İnönü CHP'si döneminde de, Demokrat Parti iktidarında dadin dersleri, imam hatipler esas olarak oy temelliydi; bir toplum mühendisliği, bir devlet politikası söz konusu değildi.Doymuyor faşist İslamcı...
Ama 60'lara gelince manzara değişti:

«... Türkiye nüfusunun yüzde 42'si 15 ve daha aşağı yaşlardadır. ... bu gençleri yetiştiren öğretmenler Amerika'ya karşı oldukları taktirde, yarının kuşaklarının Amerika'ndan nefret edeceği tabiidir. Onun için çok geç olmadan probleme bir çözüm yolu aranmalıdır.»

Zamanın başbakanı Süleyman Demirel'in, The New York Times ve International Herald Tribüne gazeteleri ile yaptığı görüşmedeki sözleriydi bunlar. Görüşmenin çevirisi, 13 Ağustos 1968 tarihli Cumhuriyet'te yayınlandı. Hemen hemen aynı tarihlerde, bu kez genelkurmay başkanlığından layık olmadığı halde bu makama zıplayıveren dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Başbakan Demirel'in sözlerini, yani çözüm yolunun ne olduğunu çok net bir ifadeyle açıkladı.

«Bugünkü okullarda yetişen gençlere ülke yönetimi teslim edilemez. Biz, laik okullara karşı imam hatip okullarını bir seçenek olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri, bu okullarda yetiştireceğiz» (Işık Kansu, Cumhuriyet, 14.11.2009)

1968'den 20 yıl sonra 1987'de Demirel hiç değişmemişti. Eski başbakanlardan ve cumhurbaşkanı aday adaylarından Süleyman Demirel, Nurcuların yayın organı «Köprü» dergisinin Mart sayısında, bakın ne inciler diziyor: - 1924 Anayasası'nda «Türk devletinin dini İslam'dır» dediğine göre, 1923'te ...Atatürk'ün kurduğu devlet laik devlet değil; İslam devletidir. (...) Tevhidi Tedrisat Kanunu, tek başına bir muta (boyun eğilen) değildir. Eğer din eğitimini dışında bırakan bir Tevhidi Tedrisat kanunu varsa orta yerde, doğru olmayan o zaten... Tevhidi Tedrisat Kanunu'na ters düşüyor diye, din eğitiminden vaz mı geçilecek? Şayet Kuran kursları veya din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir; Tevhidi Tedrisat Kanunu'dur.» (Uğur Mumcu, Köprüyü Geçen, Cumhuriyet, 14 Haziran 1987)Görüldüğü üzere, ister Necmettin Erbakan'ın siyasi İslam'ın sahibi aslisi olarak ortaya çıktığı, Milli Nizam Partisini kurduğu, Konya'dan milletvekili seçildiği 1960'ların sonları, ister AKP'nin iktidar, Erdoğan'ın başbakan olduğu 2000'lerin başları esas alınsın, siyasi İslamcılar bu noktaya tamamen kendi çabalarıyla gelmiş değil. Kendi çabaları yüzde 20'yi geçmez. Gerisi, askeriyle siviliyle, içerisiyle dışarısıyla, sermayesiyle entelijansiyasıyla tamamen kendi dışlarındaki güçlerin teşviki, desteği. Başarı ve iktidar koltuğu onlara adeta gümüş tepside ikram edildi; hatta tepsiyi tutan ellerAtatürk'ün ordusundaki 12 Eylül generallerinin, önemli ölçüde de Atatürk'ün partisinin İnönülerinin, Ecevitlerinin, Baykallarınındı. Fetullah Gülen sadece ilkokul mezunu. Erbakan laik «lycee» ve kökü Osmanlı'nın derinliklerine dayanmasına rağmen laik İTÜ mezunu. Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi... Hukukçu Adnan Menderes de, İTÜ'lü mühendis Demirel ve Özal da, Harbiyeli asker Türkeş de, Mülkiyeli Yılmaz da, Boğaziçili Tansu da ciddi antikomünistti, bu yolda sığınacak yerin Amerika olduğuna hepsi iman etmişti. Ama hiçbiri yeterince iyi, sadık Amerika-Batı çocuğu, isteseler de olamadı. Çünkü hiçbiri imam hatipli değildi; Türkiye'yi İslam Cumhuriyeti haline getirmek amacında olmadılar. Dine sadece oy aracı olarak baktılar; siyasetin kendisi olarak değil. Amerika'ya da «biz sana bağlı oluruz. Kapitalizme bağlı oluruz. Sosyalizmi, hele komünizmi asla sevmeyiz. Ahaliyi bu yönde eğitiriz. Dini hem antikomünist olarak, hem oy avcılığı için kullanırız. Ama Müslüman Kardeşler, El Kaide olmayız... Sen bilirsin...»demişlerdi bir bakıma... Aslında Tayyip Erdoğan'ın temel özelliği de, imam hatipli, şeriatçı olması, ama tam da şeriatçı olduğu için çok iyi antikomünist, çok iyi Amerika sever olması. İmam hatipli-şeriatçı olunca kendisinden öncekileri çok geride bıraktı, o kadar. Bugün SSCB yok. Sosyalist Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Polonya, Doğu Almanya vb yok. Çin kapitalist sosyalist... Rusya kapitalist. Sol yok, sendika yok. Ama hem de «Anadolu», hem de «Anadolu KIZ» dahil en az 800 imam hatip okulu, 400 binin üzerinde imam hatip öğrencisi, 150'nin üstündeki üniversitenin hemen her birinde ilahiyat fakültesi var. Doymuyor faşist İslamcı... İstiyor ki 5 yaşındaki bebelerden itibaren, ortaokul-liseden sonra bakkal da olsa 76-82 milyonun tamamının, en azından «ayakta işenmez, kahrolsun pisuarlar...», «tesettür bisikleti...», «erkek, karısının ölümünden sonraki ilk altı saat içinde onunla cinsel ilişki kurabilmeli», «müzik, bir sopanın bir yere ahenkli vurması bile, ama kadın sesi zinhar, günahtır...», «şeriatçı başbakan dinin kurallarına göre hareket eder, Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir. Öyleyse onu eleştirmek, ona karşı çıkmak, onun istifasını istemek kafirliktir», «savaş ancak kafirlere karşı yapılırsa İslami'dir. Müslümanları karşı (Müslüman Kürtlere karşı) savaş bu kapsama girmez. PKK'nın öldürdüğü asker bu nedenle şehit değildir!..», «Türkiye bir İslam ülkesi değildir; laiklik küfürdür. Türkiye, İslam'a dahil edilmek üzere «cihad» ile fethedilmesi gereken bir kafir ülkedir. Halen savaş sürdüğüne göre, bu ülkenin malı mülkü, zenginlikleri, hatta can'ı savaş ganimeti'dir, bunlara el koymak mubahtır, helaldir. Bunlara el koyan, hırsız, yolsuz değildir. Canı helaldir, PKK'ya karşı savaştığı sürece şehit sayılmaz; çünkü PKK'lı Kürtler de Müslüman'dır, dolayısıyla bu, kafire karşı bir cihad değildir. Nedir o «şehitler ölmez, vatan bölünmez» sloganları!.. Gezi protestolarında insan öldürmek mübahtır. Ölürlerse ölsünler.» zihniyetine sahip olmasını istiyor. Halka «çocuklarınız hem dinini, diyanetini iyi bilecek hem de vali, kaymakam, subay, avukat, öğretmen, doktor olacak» dendi. Bu hem halkı kandırmak içindi; hem de devlet masasının ve kasasının arkasına oturmak yani iktidar içindi. Ama iktidar için ayrıca emperyalizmin, başta ABD'nin gönlünü yapmak, hatta hiç kırmamak gerekiyordu. Türkiye'de solun egemen olmamasını Amerika da istiyordu. Laik okullarsa, asla kusursuz, kesintisiz Amerika sever yetiştirmiyordu. İşin içine mutlaka din girmeliydi. Çünkü din, Tayyip'e de, Fetullah'a da, Obama'lara da kayıtsız şartsız itaati öğretiyordu.


Sonuç…


İyi İngilizce bilen, Amerika sever ama yurtsever olmayan gençler yetiştirmek üzere kurulup bu hesabın tutmadığı Maarif Kolejleri mezunları (Eskişehir Maarif Koleji mezunu Nabi Avcı gibi hesabın tuttuğu nadir istisnalar da dahil), Bernard Shaw'u, Charles Dickens'ı, New York Times'ı rahatça okuyup anlayabilirlerdi. (Bugünün mebzul miktardaki Anadolu liselerinin, 1955'in o altı tanecik Maarif Kolejleriyle zerre alakası yoktur; kuşa çevrilmiştir.) 

_ Recep Tayyip Erdoğan, bırakınız İbni Sina'yı, İbni Haldun'u, Eşşark el Evsat'ı veya El Ahram'ı Arapça'sından okuyup anlayabilir mi? Kendi çabasıyla Arapça öğrenmemişse kaç imam hatip mezunu okur, anlar?... İmam hatip okumayanlar kötü Müslüman ya da, hele kafir mi? Kuran'da mı yazıyor imam hatip? Erbakan peydah olmadan önce bu millet kötü Müslüman mıydı, kafir miydi? Bunun kararını siz mi veriyorsunuz? Bunlar zaten asıl soru. Ama ortalık, Amerikalılar Süleymaniye'de Türk subaylarının kafasına çuval geçirdiklerinde, «Amerika'ya nota mı verilir», «ne notası, müzik notası mı» diyen yüksek unvanlı«Ankara'da Türk polisinden dayak yiyeceğime Brüksel'de Belçika polisi tarafından aşağılanmayı yeğlerim» diyen unvansız iyi Amerika sever, iyiİngiltere sever, iyi İsrail sever, iyi Batı sever, kısaca iyi emperyalist severler imam hatip kafalılarla dolu. Maksat da buydu. Dinini iyi bilen iyi Müslüman, iyi Müslüman-doktor yetiştirmek değil... Amerika severlik için de epeyce saçmalama, epeyce zekasızlaşma kaçınılmaz idi. O zaman saçmalama ve zekasızlaşma, devlet politikası oldu.

Zekasızlaşma ve saçmalamanın en güzel yansıması da Arapça bilmeyen, ama iyi İngilizce bilen kolejli imam hatipli... Türkçe okunmasına bile ciyak ciyak karşı çıktıkları Kuran, ezan İngilizce okunmayacağına göre... Yoksa okunacak mı? İmamınız Obama mı? Ondan da önce de Bush muydu?.. Ya da besmeleniz Buş-millahirrahmanirrahim miydi? Fetullah Gülen, bunun için mi Suudi Arabistan'da veya Mısırda değil de Pensilvanya'da? Davutoğlu Ahmet'iniz bunun için mi afili«stratejik derinlik, büyük güce dayanarak güç yansıtma, Osmanlı'yı böylece ihya etme» edebiyatıyla Amerika severlik yapıyor? Bu ülkede isteyen imam hatip lisesine veya ilahiyat fakültesine 90 senedir gidiyor; çocuğunu gönderiyor. Hiçbir engel yok. Ama herkes, yani 76-82 milyon imam hatip eğitimi alsın, 76-82 milyon(*)hep İslam Cumhuriyeti özlesin, müzik, baş açıklık, ayakta çiş günah, ille de dini nikah ve saire desin; istisnasız tüm nüfus Amerikancı sağcı olsun; böyle düşünenler, yani BİZ devleti ve ülkeyi sonsuza kadar yönetelim derseniz, bu nokta o ünlü«kanlı mı kansız mı» noktasıdır. Bunu sizin Erbakan'ınız dedi. Madem siz kan dökmeye hazırsınız... Gezi direnişçileri de kan vermeye hazırsa yapacak mısınız? Değer mi?.. Hem de ileri demokrasi diye diye?.. İleri demokrasi ileri şeriat mı? İleri demokrasi ille de ve sonsuza da bir şeriatçının başbakan-cumhurbaşkanı-başkan-diktatör olması mı? Siz namazınızı kılsanız, başkaları da rakısını içse de ileri olmayan demokrasi olsa olmaz mı?.. Ne kaybedersiniz? Kalan yüzde 50'yi toptan kesecek misiniz?.. Terörist diye, darbeci diye tamamına müebbet hapis mi vereceksiniz? İmam hatip kafalı olmak, kahrolsun pisuar Müslümanlığı istemiyorlar işte!.. Siz 76-82 milyonu imam hatip kafalı yapmaktan vaz geçiverseniz ne olur? 2023'ü zaten görmezdiniz ya, böyle böyle hiç göremezsiniz. Kendi ayağınıza kendiniz kurşun sıkıyorsunuz. Amerika bile, bütün dünyayı, en çok da Müslümanları bombalaya öldüre, döve söve, birbirine kırdıra kırda bir hal oldu. Sonunda onun da dermanı takati kesildi. Niye ders almıyor, kargadan kılavuzda ısrar ediyorsunuz? Niye Amerikan zekasıyla gerdeğe girmekten kurtulmamakta inatla ısrar ediyorsunuz? Her şeyi bu yüzden ağzınıza yüzünüze bulaştırdığınızı niye fark etmek istemiyorsunuz? En azından öteki yüzde ellinin, Müslümanlığı bile Amerikan Müslümanlığı haline getirdiğinizi bilmediğini, görmediğini hiç sanmayın. En azından saygı ve güveni sıfırladığınızı kabul edin artık.
* Türkiye Cumhuriyeti resmi makamlarının resmi nüfus rakamı 74-75 milyon iken, CIA'nın 82 milyondan söz ettiği hatırlatılıyor.


H E D D A M


http://www.Heddam.com/index.asp?M=5827


Kapitalizm ve Din ! « Allahümme «ADAM SMITH» Veleddalin » !





Kapitalizm ve Din ! « Allahümme 
«ADAM SMITH» Veleddalin » !


Ali TARTANOĞLU

kapitalizm225

Kapitalizm ve Din! «Allahümme «ADAM SMITH» Veleddalin»!

«Eşitliği, kimsenin kimseyi ezip sömürmemesini amaçlayan bütün semavi dinler, peygamberlerinin ölümünden sonra, onlara yakın görünen takipçilerince sömürünün kaynağı olan paranın, kapitalizmin aracı haline getirilmiştir.»
Sağ olsun Celil Denktaş. 2 Nisan 2012 tarihli Cumhuriyet'teki yazısında kadın sorununa din, sınıf, emek, sömürü açısının yanında mülkiyet açısından, ya da dine kadın ve kapitalizm açısından bakmak gerektiğini bir kez daha hatırlatmış ama ilginç bir yöntemle... Avrupa Batısı'nın (Batı'nın Amerika'sı da var) vahşi Ortaçağına, Engizisyon, «cadı avı» dönemine gitmiş. 250 yıl içinde büyük çoğunluğu kadın olan 9 (dokuz) milyon insanın Katolik Kilisesi = Papalık tarafından işkencelerle, çoğu yakılarak öldürüldüğünü; yüz binlercesinin sakat bırakıldığının, evinden, yurdundan, toprağından sürüldüğünü aktarıyor.

İşkence görenlerin çok büyük kısmını oluşturan kadınlar, çok kaba kestirme bir ifadeyle «kafir» olduklarını itirafa zorlanmışlar. İtiraf edince kurtulmuşlar mı? Hayır. Yine yakılmışlar veya başka şekilde öldürülmüşler.

Ancak bazıları kurtulmuş. Hem de itiraf ettikleri halde kurtulmuş. Nasıl olmuş bu?

Ezici çoğunluğu kadın olan bu insanların bir kısmının bir miktar tarlaları tapanları, evleri, bağları bahçeleri var. Belki o günün koşullarına uygun küçük imalat atölyeleri, ticarethaneleri var. İşte bu mal ve mülklerini KİLİSE'ye, hem de noter senediyle bağışlamışlar; sürgüne razı olmuşlar. Bu engizisyon işkencelerinde bir de noter hazır bulunduruluyormuş, böylesi durumlar için!..

Ama genel manzaraya bakıldığında kadın daha çok evde tutulmuş. Dışarı çıkarılmamış. Ev dışında çalıştırılmamış, sosyalleştirilmemiş, hele hiç siyasileştirilmemiş. Çünkü onlar öncelikle seks objesi olarak, çocuk bakıcısı olarak, mutfak, tarla, ahır, saray hizmetçisi olarak lazım. Onlar, erkeklere göre daha az ölmüş, öldürülmüş, ama anca evde oturarak, mülk, servet sahibi olmayarak... Bir de odalık, cariye, köle adı altında cinsel köleliğe katlanarak...

Bugün de «üç çocuk» diye tutturulmasının, imam hatiple kimlik verilmek istenmesinin nedeni bu. Üç çocuk, «evde otur» demek. İmam hatip, türban doktor, avukat, mühendis, siyasetçi olacaksan bile, türbanla ol; evde oturandan farkın olmasın demek.

Ne zaman engizisyon işkencelerine uğramış kadın? Bu sınırların dışına çıktığı, iş güç, mal mülk, nihayet söz ve kimlik sahibi olduğu zaman... Kendileri parayı adeta tanrılaştıranların, rakip kabul etmemesinde şaşılacak yan yok.

Kadın dediğiniz de, önünde sonunda dünya nüfusunun yarısı... Nominal, aritmetiksel olarak üç buçuk milyar!!!... Kalan üç buçuk milyar, erkek... Ama tepedeki birkaç bin kişi ve kurum bu üç buçuk milyara bile, pastayı daha fazla paylaşmamak için etmediğini koymuyor; bir de yeni üç buçuk milyar rakip ister mi?..

Peki Kilise; bugün resmen BM üyesi, dünyanın hemen her ülkesinde, bu arada Türkiye'de de büyükelçiliğe sahip, sembolik de olsa bir devlet olan PAPALIK, Vatikan bu vahşeti niye uygular, niye uygulamıştır?..

Birinci amaç yönetmek... Çünkü o dönemde koca Avrupa'nın en güçlü ve «total» iktidar sahibi, senyörler, prensler, dükler, kontlar, krallar değil KİLİSE... Senyörlerin, prenslerin vb., en çok kendi alanlarında sözü geçiyor; ki bu bile Kilise'nin sözünden sonra geliyor. Onların boynu bile Kilise karşısında kıldan ince. Ama Kilise'nin otoritesi sınır tanımıyor. Bütün Avrupa'da etkin... Ve bu iktidar dehşet verici faşist ve bağnaz bir terörle yürütülüyor.

İkinci amaç ise çok açık... Mülk edinmek... Mülklerini çoğaltmak...

Vatikan, hala dünyanın en büyük taşınmaz mal zenginlerinden biri... Vatikan'ın dünyanın her yerinde, buraya dikkat, sayısız şirketi, gazetesi, televizyonu, hatta belki bankası da var. Ünlü p2 Mason locasının kirli paralarını aklayan Vatikan Merkez Bankası bile yeter. Aynı zamanda Vatikan devlet Başkanı olan, bundan önceki Papa II. Paul, bu kirli para aklama operasyonu ayyuka çıkıp, gizlenemez hale geldiğinde, İtalyan mali polisince uyarılıp, merkez bankası başkanını görevden almaya kalkınca vurulmuştu Mehmet Ali Ağca tarafından.

Ağca demişken, Türkiye'ye gelelim. 1999 Marmara depremi sırasında ABD Başkanı Clinton resmi ziyaret için Türkiye'ye gelirken uğradığı bir Avrupa zemininde «Hıristiyan camiaya mesaj iletmek istediği zaman karşısında Papalık gibi bir muhatap bulabildiği halde Müslüman dünyada böyle bir muhatap bulamadığından» yakınmıştı.

Sonra, Fetullah Gülen'in Vatikan'ı ziyaret edip Papa ile görüştüğünü öğrendik. Daha sonra, sadece bizim değil ABD dahil Batı'nın pek çok gazetesinde dergisinde Gülen cemaatinin muazzam servetinden, okullarından, gazetelerinden, televizyonlarından söz eden yazılar okuduk, önemli kısmını da biliyoruz.

Hıristiyanlığıyla, Müslümanlığıyla, Museviliğiyle, Budizmiyle, Şintoizmiyle, Hinduizmiyle dinin bu servet-mal-mülk manzarasındaki rolü hiç değişmiyor. Denebilir ki, «Kapitalizmin en büyük silahlarından biri, belki birincisi dindir, din olmuştur...»

Napoléon Bonaparte ne güzel itiraf etmiş: «Din olmazsa bir devlette düzen nasıl korunabilir, askerler nasıl ölüme gidebilir? Toplumların yönetimi eşitsizlik temelinde işler; Oysa din olmadan servet eşitsizliğini sürdürmek de mümkün değil. Açlıktan ölmekte olan birine bile, bu durumu kabullenebilmesi için, bir makamın «ne yapalım Tanrı'nın isteği böyle» demesi gerekiyor...»

Karşılaştırıldığında kadim Hıristiyan Vatikan'ı ile taze Müslüman Vatikan'ı arasında hemen hiçbir fark yok. Çok genç olmasına rağmen Müslüman Vatikan'ı, ağabeysini neredeyse birebir taklitte hiç vakit kaybetmemiş, hele ondan çok geri de kalmamış.

Fetullah Cemaati kurumsal olarak müthiş zenginleşti; onun da bankalarda bolca nakit parası, muhtemeldir ki dudak uçuklatacak miktarda gayrimenkulü, belki fabrikaları; bu arada çokça televizyonu, gazetesi var. Buyurun size Müslüman Vatikan'ı...

Ancak Hıristiyan Vatikancılarında da bu böyle mi bilinmez, ama Müslüman Vatikancılar aynı zamanda bireysel olarak da çok sayıda Karun yarattılar; tayyip erdoğan'ın «hamdolsun kendi sermayemizi yarattık» demesinde görüldüğü üzere.

Hem de ürkütücü, hatta iğrendirici bir görgüsüzlükle...

Gelelim yazının başlığına: «Allahümme «Adam Smith» Veleddalin...»

Yıllar önce, dediysek de altı yedi yıl kadar önce Cumhuriyet'in ikinci sayfasının ortasında okuduğumuz bir yazının başlığıydı bu. Adam Smith, biliyorsunuz, kapitalizmin fikir babası sayılan İngiliz iktisatçı ve düşünürdür. İmzasına daha önce ve bir daha hiç rastlamadığımız, şimdi de hatırlayamadığımız değerli yazar, yazısında öz itibariyle şunu söylemek istiyordu: «Eşitliği, kimsenin kimseyi ezip sömürmemesini amaçlayan bütün semavi dinler, peygamberlerinin ölümünden sonra, onlara yakın görünen takipçilerince sömürünün kaynağı olan paranın, kapitalizmin aracı haline getirilmiştir.»

Bütün göksel dinler zayıfı, ezileni, sömürüleni korumak, eşitlik ve adaleti sağlamak üzere geliştirilmiş. Çünkü o dinlerin geliştirildiği o dönemin toplumlarında zayıf çok zayıf, ezilen çok, sömürülen daha da çok; ama adalet ve eşitlik neredeyse hiç yok. Bu nedenle bu dinlerin hepsini birer toplumsal devrim saymak lazım... Üçü de orta veya orta-alt sınıf mensubu olan peygamberlerini de devrimci... Bu peygamberlerin bu eşitliği sağlamadaki önemli yöntemlerinden biri kamuculuk, diğeri mülkiyetsizlik değilse bile sınırlı, hatta hayli sınırlı mülkiyet... Elbette işin hukuk boyutu da var.

Tabi, üç bin yıl önce Musa, iki bin yıl Önce İsa, bin beş yüz yıl önce Muhammed döneminde sandık demokrasisi, parlamento yok ki bu peygamberler bugünkü sahte peygamber taklidi diktatörler gibi, kendilerini, kararlarını, uygulamalarını «milli irade... bizi halk seçti» şımarıklığıyla meşrulaştırsınlar... Ancak «Tanrı böyle istiyor» diyebiliyorlardı. Tek meşruiyet kaynakları din ve Tanrı idi.

Bakın İsa'ya... Bir garip derviş desek yeridir. Aslında bir Yahudi Haham... O sırada Filistin, Roma İmparatorluğunun bir eyaleti. Başında bir Romalı vali var. Ama iç yönetim tamamen Yahudi önde gelenlerden oluşan bir Meclise bırakılmış. Bu meclis bir takım yolsuzluklar, haksızlıklar, adaletsizlikler yapıyor; eşeği üzerinde köy köy dolaşıp vaaz veren İsa da bu olumsuzlukları eleştiriyor. Bu eleştiriler Meclisin kulağına gidince, önce uyarılıyor. İsa vazgeçmeyince homurdanmalar artıyor. Sonunda İsa hakkında ölüm cezası veriyor bu Meclis. Romalı Valiye gidip durumu anlatınca, umurunda mı bir gariban İsa, «iyi öldürün öyleyse» diyor.

İsa'nın aklında ne bir yeni din yaratmak, ne papazlar, kiliseler, ne bir Papalık kurmak... hiç biri yok. Ortada bir İncil filan da yok. O, bir Musevi olarak çarmıha gerilmiş. Kuvvetle muhtemel, hatta kesin ki anası da, babası da belli.

Ama onun ölümünden sonra, sağlığında İsa'ya etmediği bırakmamışlardan bir uyanık Sen Pol çıkıyor ve arkası geliyor. Pagan Roma'dan çok çekseler de kiliseler oluşuyor, manastırlar oluşuyor, keşişler, papazlar, piskoposlar, başpiskoposlar, kardinaller peydah oluyor. Yüzlerce, belki binlerce İncil yazılıyor, bildiğimiz, bizim gibi insanlar tarafından «Tanrı buyruğudur» diye...

Son nokta bugünkü gayrimenkul trilyoneri, sayısız şirket, gazete, televizyon sahibi Vatikan...

Musa'ya, Museviliğe geçelim... Bulundukları toplumun rejimince ağır zulme uğrayan halkını göç ettirerek kurtaran bir Musa var. Ama bu halkın da bir takım yozlukları, ahlak dışılıkları var. Kişisel öğütlerle bunları aşamayınca, bir gün «Tanrıyla görüşmeye gidiyorum» diye bir dağa çıkıyor. Elinde «on emir» dediği, on tane Tanrı buyruğuyla geliyor. «Bunlara uymazsanız Allah sizi taş yapar» mealinde kestirip atıyor. On emir dediği, öldürmeyin, çalmayın, çırpmayın gibi gayet akli, insani gereklilikler... Al sana Musevilik...

On tane akli uyarı, nerden baksanız A4 kağıtla anca bir sayfa tutar. Ama bugün ortada Tevrat diye yüzlerce sayfalık koca bir kitap var. Ama daha önemlisi bir de Yahudilik var. Siyonizm diye bir şey var. Daha ileri giderseniz Illuminati var, tapınak şövalyeleri var... Ve nihayet muazzam bir para tutkusu ve servet birikimi var; müthiş bir hükmetme hırsı var. İsrail'den söz etmiyorum. Çünkü o bile sadece bir tetikçi, bir koçbaşı... Çünkü o servet birikimi öyle ustaca bütün dünyayı sarmış, özellikle Amerika'yı öyle bir tahakküm altına almış ki, sadece para ve servet tekelini elinde tutmak amacıyla siyasi, toplumsal, ekonomik, hatta kültürel düzenleri, sistemleri bile, gerekirse öldürmek, kan dökmek, savaşlar, dünya savaşları çıkarmak pahasına alt üst edebiliyor. Darbeler ve hükümetler devirmek artık basit oyunlar...

Gelelim Muhammed Peygambere ve Müslümanlığa... Müslümanlık ve Hazreti Muhammed öncesi Arap toplumu tam bir «altta kalanın canı çıksın» toplumu. Koçları, Sabancıları, Şahenkleri, yahut Rockefellerleri var, dolayısıyla hukuk, adalet filan da hak getire olduğu için, birinci sınıf(!) bir sömürü vahşeti var. Tarım ve sanayi yok derecesinde. Gelir kaynağı neredeyse sadece ticaret, bir de savaş ganimeti... Ama bunlar da zamanın sömürgeni olan Ebu Süfyan ve benzerlerinin elinde toplanıyor.

İşte Peygamber, aynı zamanda devlet ve hükümet başkanı, hatta kurucusu olarak (çünkü öncesinde belki bir iktidar grubu var ama, devlet mevlet yok, hukuk, adalet hiç yok) Hazreti Muhammed'in ilk yaptığı iş, bu gelirlerin Beytülmal adını verdiği bir ortak havuzda, yani devlet hazinesinde toplanmasını, sonra da ihtiyaçlara göre, çalışma, emek ve yararlılığın dikkate alındığı bir eşitlik içerisinde dağıtılmasını sağlamak oluyor.

Kız çocukların doğar doğmaz, diri diri gömülmesini yasaklıyor; üstüne de mirastan erkeklere göre yarı eksik de olsa pay almalarını sağlıyor. Bunlara, hele 1500 yıl öncenin koşullarında devrim denmezse ne denir? Kız çocuklarına sağlanan yaşam ve kadınlara sağlanan miras hakkı, Atatürk'ün Cumhuriyet devrimlerinin odağına «kadını» ve laikliği yerleştirmesini hatırlatmaz mı? Çünkü cahiliye dönemi pagan Arap egemenleri de, kadına layık gördükleri muameleyi «din» le açıklıyordu.

Müslüman Peygamberi de ölür ölmez, en yakınındakilerin can acıtıcı alçaklığına maruz kalmış. Cenazesi, kızı, damadı, torunları ve azad ettiği eski bir kölesinden oluşan beş kişi tarafından yıkanıp defnedilmiş. «En yakınındaki diğerleri» ise Ömer'in evinde «kim Halife olacak» kavgası için toplanmışlar...

Peygamber, damadı Ali'yi sağlığında halefi olarak işaret ettiği halde Ebubekir halife «seçilmiş» (!)... Ali, en son dördüncü halife. Çünkü Ali en baştan, Peygamber'in vasiyeti gereği Halife olsaydı, Peygamberin devlet ve toplum düzenini aynen devam ettirecekti; Peygamber de bu nedenle onu halife olarak işaret etmişti. Bu da zamanın sömürgenleri Ebu Süfyanların hiç işine gelmiyordu. Zaten Ali'yi de, oğullarını da (ki aynı zamanda Peygamberin torunları idiler) çok yaşatmayıp öldürdüler.

Neden?.. Mülk ve servet birikimi için, bunları kitlelerle paylaşmamak için, nihayet iktidarlarını korumak için...

Yani bu üç peygamberin kurmak istediği adil, eşitlikçi, kamucu, toplumcu düzenler, onların ölümünden hemen sonra, en yakınında bulunup, «en yakını» görünen insanlar tarafından iğdiş edilmeye başlandı. Onlara, bizim açımızdan özellikle Muhammed Peygamber'in devrimci düzenine karşı bir karşı devrim süreci başlatıldı, tıpkı Atatürk'e ve Cumhuriyet'e olduğu gibi...

Yeter ki mülk ve servet birikiminde, dolayısıyla iktidar sahipliğinde eksen kaymasın...

Siz, bizim yeni Müslüman Vatikancıların ağzından Müslüman Peygamber'inin adını duyuyor musunuz? Hangi sıklıkta duyuyorsunuz? Kurumsal (cemaatsal) ve bireysel olarak bu kadar hırsla ve Beytülmalı hırsızlayarak kısa sürede büyük servetler edinmiş bir güruhun Muhammed'e içten bir sevgi ve saygı duyması beklenebilir mi?

Onlar sadece Atatürk'e ve Cumhuriyet'e karşı değil, Hazreti Muhammed'e ve onun devrimci, eşitlikçi, kamucu, mülkiyeti sınırlayan İslamiyet'ine karşı da bir «karşı devrim» yürütmektedir. Hazreti Muhammed Devrimcidir, İlericidir; ama onlar ilkel ve gericidir, zalimdir, hırsızdır.

İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri'nin casusu A. Ryan 1919'da :"Amacımız bölmek ve hükmetmek olmalıdır. Biz gerçek ideali «din'miş gibi davranacak çıkarcı bir grubu, idareci olarak takdim etmeye çalışacağız» diyordu. 2012'de durum hiç farklı değildir, emperyalizm o gün temenni olarak dile getirdiğini bugün açıkça ve önemli ölçüde gerçekleştirmiştir, «ideali «din» miş gibi davranacak, çıkarcı bir grubu idareci diye takdim» ederek!..

Bilmem, başlıktaki «Allahümme ADAM SMITH Veleddalin» i yeterince izah edebildik mi?

Tanrı hepimizi, başta Müslüman'ın «Allah'tan korkmayanından», sonra şeriatçı Hıristiyan'dan, mürteci Yahudi'den, kısaca parayı tanrılaştıran «Kapitalizm dininden» ve onun para babası peygamberlerinden korusun!..


Ali TARTANOĞLU - 13 Nisan 2012 - Heddam
http://www.heddam.com/