çözülme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çözülme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2016 Pazartesi

İÇ İTTİFAKLARDAKİ ÇÖZÜLME VE AYRIŞMALAR





 İÇ İTTİFAKLARDAKİ ÇÖZÜLME VE AYRIŞMALAR

Erdoğan'ın İttifakları Çözülüyor mu? 

Mahmut Akpınar
Tarih:23/07/2013 
Türü:İç Politika 





4 LÜ İTTİFAK DAĞILDI



AK Parti 3 adam üzerine bina edilmişti. Erdoğan, Arınç ve Gül.
Çıraklık döneminde üçü de etkindi. Kalfalık döneminde Gül köşke çıktı, ama Erdoğan’la Gül arasındaki mesafe giderek açıldı. Erdoğan ve Gül biri diğerini rakip, alternatif gibi görmeye başladılar.
Arınç ilk dönem Meclis başkanı idi. Kalfalık döneminde kenarda kaldı; etkisini epeyce yitirdi. Arınç’ın durumu hala öyle, herhangi bir partiliden çok da bir farkı kalmadı.

Erdoğan'ın İttifakları Çözülüyor mu?

Mahmut Akpınar - Blog
Açik Istihbarat Türkiye'ye 
www.acikistihbarat.com
23.07.2013


(Açık İstihbarat : AKP tabanındaki çatlağın bir göstergesi olarak aşağıdaki yazıyı paylaşıyoruz)


AK Parti pek çok ittifak ve koalisyonla bugünlere geldi. Hem Parti içi ittifaklar söz konusuydu, hem ülke içi, hem de uluslararası ittifaklar. 

Çıraklık döneminde hemen bütün ittifaklar itina ile korundu, kucaklayıcı olundu; herkesimin görüşü, hassasiyeti alınmaya çalışıldı. Biraz asker korkusu, biraz da Erbakan’a benzer şekilde kısa sürede yıpratılıp yıkılma endişesi hükümeti dengeli ve uyumlu davranmaya itiyordu. 

Çıraklık dönemi pek çok gaile içinde geçti. E-muhtıra, Cumhurbaşkanlığı seçimi, Kapatma Davası gibi dış taarruzlardan dolayı Erdoğan’ın ve hükümetin özellikle Parti içinde ve Türkiye’de kurduğu ittifakları bozma, riske atma lüksü yoktu. 

Çıraklık döneminde AB ile ve İsrail’le limonilikler başlamış ise de ciddi bir çatlak, restleşme yoktu. Ama ustalık döneminde Parti içi, ülke içi ve UA bütün ittifaklarda ayrışmalar, uzaklaşmalar, hatta çatışma ve gerilim havası ortaya çıktı. Dilerseniz çatlayan, çözülme sürecine giren bu ittifakları alt başlıklar halinde inceleyelim.

İÇ İTTİFAKLARDAKİ ÇÖZÜLME VE AYRIŞMALAR

AK Parti 3 adam üzerine bina edilmişti. Erdoğan, Arınç ve Gül. 

Çıraklık döneminde üçü de etkindi. Kalfalık döneminde Gül köşke çıktı, ama Erdoğan’la Gül arasındaki mesafe giderek açıldı. Erdoğan ve Gül biri diğerini rakip, alternatif gibi görmeye başladılar. 

Arınç ilk dönem Meclis başkanı idi. Kalfalık döneminde kenarda kaldı; etkisini epeyce yitirdi. Arınç’ın durumu hala öyle, herhangi bir partiliden çok da bir farkı kalmadı. 

Gül ile Erdoğan ise ayrı tepelerde, ancak asgari ve biraz da zoraki diyalogları var. Bir masa etrafında oturup çıraklıktaki gibi yapılacak işleri istişare etme yok. Bu yönüyle AK Partinin Triosunun her biri ayrı bir alanda, kendi dünyasında. Gerçekte hem Gül hem de Arınç kurucu iradeyi işleten o çemberden dışlanmış görünüyor. 

Gül Cumhurbaşkanı olduğu için bu çok hissedilmiyor; ama Arınç’ta net olarak görülüyor. Şu anda AK Parti’de sadece Erdoğan ve danışmanları var. Bütün kararlar O ve yakınındaki birkaç kişi (teknokrat) tarafından alınıyor. Bakanlar kurulu ve TBMM dâhil kurumların, kurulların karar almada çok bir etkisi yok. Ama uygulamada, işi yürütmede hepsi elini taşın altına soksun isteniyor.
AK Parti kurulurken muhafazakâr kesimler ve cemaatler yanında milliyetçi kemsilere hitap eden, liberallere, hatta Alevilere hitap eden kişileri Meclise ve Parti organlarına alıyordu. 

Bu yönüyle de AK Partiye geniş bir tabanın, toplumsal kesimin desteği vardı. Ekonominin iyi gitmesi, ilk dönemlerde demokratik, hukuki düzenlemelerin yapılması bu desteği sürdürdü. Ancak zaman içinde özellikle darbe kaygısını atlattıktan, bürokratik elitlerin vesayeti bertaraf edildikten, yargı tehdidi üstlerinden kalktıktan sonra AK Parti bu geniş toplumsal zeminden uzaklaşmaya, MSP-MGV orijinli tabana oynamaya, kadrolarını-yönetim kademelerini daha çok bunlara açmaya başladı. 

Nitekim Ak Parti İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun bu dönemde: “geride kalan 10 yıl gibi liberaller eski paydaşlarımız olmayacak, yolumuza kendi kadrolarımızla yürüyeceğiz” [1]  mealindeki açıklaması artık AK Partinin liberallere çok da ihtiyaç duymadığını göstermekteydi. 

Son dönemde pek çok liberal de AK Partiden uzaklaşmış, hatta bazıları AK Parti tarafından kendilerinin kandırıldığını düşünmeye başlamış, Partinin otoriterleşip demokratik zeminden uzaklaştığını düşünür olmuşlardır.[2] 

Son seçimlerde zaten Parti kadrosundan meclise pek liberal isim de girememişti. Ustalık döneminde homojenleşme oldu ve “siyasal İslamcı” tabir edilen kadrolar ağırlık kazandı. Milliyetçi kesimler de Partiden epeyce bir uzaklaştılar ve dışarıda kaldılar. 

AK Parti 1. ve 2. Dönemlerdeki gibi çok eğilimi bir araya getiren çok sesli, katılımcı bir Parti olmaktan çıkıp Erdoğan’ın temel belirleyici olduğu, aynı rengin tonlarından oluşan, monolitik bir Partiye dönüşmeye başladı.
Gezi Parkı ve bu eylemler sırasında Erdoğan’ın takındığı sert ve meydan okuyucu tavır, gerilimi yükseltici üslup ve her şeye tek başına karar verip uygulaması Parti içinde en yakını denilen insanlarda dahi bir soğuma ve sorgulamaya neden oldu. 

Medyaya da yansıdığı üzere Erdoğan’a “memleketi kutuplaştırıyor, uçuruma yuvarlıyorsun, böyle yaparsan istifa ederiz” diyebilen siyasetçiler, bakanlar çıktı.[3] 

Partiye mutlak hâkim olduğu düşünülen Erdoğan için bu Parti içinde kanaatimizce çok önemli bir kırılmaydı. Erdoğan karşı hamlelerle, faturayı bütünüyle dış güçlere keserek ve meseleyi “kendisine bir operasyon” gibi sunarak liderliğini pekiştirmeye çalıştı; ama testide bir defa çatlak oluşunca yama tutmayabilir. 

Bu yönüyle Gezi Parkı olayları esasında Ustalık dönemi boyunca var olan Parti içi sıkıntılar ve rahatsızlıklar da dışa vurmuş oldu. Bu rahatsızlıklar bazı AK Partili siyasetçiler tarafından açıktan söylendi; twitten paylaşanlar, imalarla ifade edenler oldu. Ama iktidar nimetlerinden, makamlardan yararlanıyor olma şimdilik bu çatlağın büyümesini engellemiş olabilir.
Partinin destekçileri, oy tabanı açısından da benzer şeyler söylenebilir, liberal destekçiler AK Partinin alkol tüketimini ve bazı özgürlükleri hedef alan söylemlerinden ve Erdoğan’ın minnet etmez tavrından dolayı AK Partiye oy desteğini epeyce bir çektiler. 

Çözüm sürecinde PKK/Öcalan görüşmelerinden ve Oslo süreci dahil gizli görüşmelerde ortaya çıkan konulardan dolayı milliyetçi kesimler de AK Partiden epeyce bir uzaklaştılar. 

AK Partiye Cemaatler ciddi destek veriyordu. Ancak Süleymancı denilen grubun ana kitlesi son seçimden bu tarafa Erdoğan’a tavırlı, Gülen hareketi ile son dönemde aranın epeyce bir sıkıntılı olduğu, Menzil cemaati ile de hafiften limoniliklerin olduğu ifade ediliyor. 

Toplumsal taban açısından da bakıldığında AK Partiye oy veren pek çok kesim Erdoğan’a ve Partisine eskisine nazaran daha mesafeli, uygulamalara karşı daha sorgulayıcılar.

Gezi parkı eylemlerinden sonra kullanılan sert ve ayrıştırıcı dil, kendi kitlesini nispet edercesine meydanlara doldurması liberallerin ve Alevi kesimlerin bütünüyle AK Partiden ümidi kesmelerine neden oldu. Orta sınıf ve küçük esnaf denilen kesimler ekonomik olarak rahat değiller, piyasanın çok da kendi lehlerine işlemediğini düşünüyorlar. 

AK Parti üzerinden büyüyen Anadolu sermayesi memnun görünüyorsa da, ciddi büyüklüğü olan TÜSİAD grubu ve büyük sermayedarlar Gezi eylemlerinden sonra Erdoğan tarafından hedef haline getirildi. Dış bağlantıları da olan bu kesimler ciddi tedirginler ve çıkış arayışındalar.
Ak Partiyi merkezin sağında ve solunda yer alan hemen bütün aydınlar, demokratikleşme politikalarından, AB yürüyüşünden dolayı başarılı buluyorlar, destekliyorlardı. Ancak Erdoğan’ın aydınlara yaralayıcı bir üslupla sert çıkmasından, biraz eleştirel yazan yazarlara hemen tavır alıp terbiye etmeye çalışmasından, bazen argo kullanarak hakaret içeren sözler söylemesinden ve kendine fazlaca güvenen tavrından dolayı genelde AK Partiden, özelde ise Erdoğan’dan uzaklaşmaya başladılar. 

Bazı İslamcılar dahi AK Partinin epeyce kirlendiğini ve artık İslam adına bir şey vaat etmediğini söylemektedir. A. Dilipak’ın yazıları bu tezi doğrulamaktadır.[4]

DIŞ İTTİFAKLARIN DAĞILMASI VE AK PARTİ HÜKÜMETİNİN YALNIZLAŞMASI

Türkiye’ye büyümede, demokratikleşmede, hukuki reformlarda ivme kazandıran en önemli etken AB yürüyüşü idi. Biraz Türkiye’nin ödevlerini  yeterince yerine getirmemesi; ama daha çok AB’nin  çifte standardından dolayı, batının süreci “Türkiye’yi terbiye etme” aracı ve dış politika bazı şeylere zorlama unsuru olarak kullanmak istemesi nedeniyle AB süreci 2. Dönemin ortalarında tıkandı. Durmamış olsa da artık ağır aksak gidiyor. “Ankara kriterleri”yle yürürüz denildi, ama onlar da otoriterleşme yönünü gösteriyor. 

Türkiye, AK Parti en önemli dinamosunu ve uluslararası camiada kendisine meşruiyet sağlayan en önemli argümanı neredeyse yitirdi, tüketti. AB’nin dışında tek tek Avrupa ülkeleriyle de ilişkilerimiz çok iyi sayılmaz.
ABD ile son ziyarette yüksek ilgi, düşük sonuçlu bir tablo ortaya çıktı. Daha Erdoğan Türkiye’ye dönmeden Suriye konusunda aynı düşünmüyoruz diye açıklama yapıldı. 

Gezi olaylarında ve Mısır meselesinde de görüldüğü üzere Türkiye pek çok politikasında ABD ile de açı yapıyor. ABD’nin de hükümetin gidişatından pek memnun olmadığı, hatta hükümeti “çizdiği” konuşuluyor. Erdoğan’ın dünyanın en önemli güçlerinden birisi gibi davranması, Ortadoğu’da aktör, belirleyici havasına girmesi, ABD-Batının Ortadoğu’daki en önemli müttefiki İsrail’le yüksek gerilimin sürdürülmesi, HAMAS konusunda bütün batı ve ABD’ye kafa tutan uygulamalar, kısacası olduğumuzun çok üzerinde pozlar verilmesi, sözler sarf edilmesi ABD ve batı ile ilişkilerimizi problemli hale getirdi.
Rusya ve Çin’le Suriye krizinden dolayı limoni bir durum oluştu. Batı bizi Suriye’de ateşe itti; ama ne Türkiye’nin ne ÖSO’nun (Özgür Suriye Ordusu)  arkasında durmadı. Gelinen noktada Türkiye ve ÖSO iyot gibi ortada kaldı. Türkiye, Çin-Rusya-İran karşısında Suriye’deki muhalifleri destekleyen “Donkişot” konumuna sokuldu. Üstelik UA platformların hiçbirinde Suriye konusunda Türkiye masada ve karar alıcılar arasında görünmüyor.
Erdoğan baştan bu tarafa Orta Asya’ya ve Kafkaslara yeterince önem vermedi. Buralar Arap dünyası karşısında hep geri plandaydı. Bu coğrafyalarda Türkiye Rusya karşısında çok edilgen kaldı ve Orta Asya cumhuriyetleri, Kafkaslardaki ülkeler önemli oranda Rusya eksenine kaydı. Türkiye’nin bu ülkeler üzerindeki etkisi eskiye nazaran azaldı.
Gelinen noktada Türkiye büyük güçlerin hepsiyle sıkıntılı, AB, ABD, RUSYA, ÇİN…
Bölgesel ittifaklarda da ciddi çözülmeler var. Erdoğan hükümeti Arap rejimlerine rağmen, Arap sokaklarına oynadı, halka oynadı, onlara yatırım yaptı. Dolayısıyla bölgedeki monarşiler bu sebeple Erdoğan’a karşı tavır aldılar; ilişkilerini soğuk tuttular. 

Suriye krizinde Türkiye’nin etkisiz kalması, Esed’in düşmemesi, oranın da Iraklaşmaya başlaması, sivil ölümleri, göçler Erdoğan’ın Ortadoğu politikalarının Arap sokaklarında da sorgulanmasına neden oldu. One minute sonrası Erdoğan’a gösterilen ilgi-sevgi epeyce erozyona uğradı.
Türkiye batıya rağmen İran’ı hep korudu. 

Ancak bu gün İran Türkiye’yi her gün tehdit eder hale geldi. İran bizzat askerleriyle Esed rejiminin arkasında duruyor, her türlü desteği veriyor. Suriye bizim için olduğu kadar İran için de çok stratejik, dolayısıyla Suriye nedeniyle İran’la ilişkiler oldukça bozuldu. 

Mursi’li Mısırla ve Katarla birlikte bir bölgesel koalisyon kurma çalışması yaptı, ama Mursi’nin devrilmesiyle, Katarın da darbecilere destek vermesiyle bu koalisyon da çöktü. 

Gerçekte Erdoğan Ortadoğu’daki bütün monarşilerin batı ve ABD’den bağımsız hareket edemeyeceğini biliyor olmalıydı. Bu gün İsrail, İran, Suriye, Irak merkezi hükümeti, Mısır (darbe yönetimi), Ortadoğu’daki diğer monarşilerle  (Suudi Arabistan, Emirlikler vd) ilişkilerimiz sıkıntılı. İran, Irak ve Suriye deki problemler Türkiye’nin Arap dünyasına ve Ortadoğu’ya açılmasına ciddi engel teşkil ediyor. 

Kafkaslarda Azerbaycan’la belirli sıkıntılar var; bizden Rusya’ya doğru bir kayma söz konusu. Ermenistan’la durum malum. Gürcistan son hükümet değişikliğinden sonra eskisi gibi değil; Rusya’ya daha yanaşık. G. Kıbrıs’la büyük problemler var; daha büyükleri kapıda. Akdeniz’de İsrail’le bizim hak iddia ettiğimiz münhasır ekonomik bölgede petrol-gaz arıyorlar. 

Eğer manevra alamazsak Mursi nedeniyle Mısırdaki yeni yönetimle de gerilim yaşanabilir. Bu problemler nedeniyle hamasetle önem verilen HAMAS ve Filistin meselesinde ciddi bir yalnızlığa itilmiş durumdayız. Yarın başta batı ve dünya, arkasından Arap monarşileri HAMAS ve Suriye’deki El Nusra cephesini (El Kaide’nin Suriye’deki uzantısı olarak görülüyor) bahane ederek hükümeti “radikallere destek veren” konuma sokarsa şaşırmayın.
Saymayı unuttuğumuz problemli bir komşumuz kaldı mı? Bu durumda bulabilirsek dost olanları, müttefik olanları saymak çok daha kolay olacak gibi.
Hükümet, özellikle de Erdoğan, son dönemdeki uzlaşmaya kapalı, biraz da gergin ve hırçın tutumundan dolayı AK Parti içindeki, ülkedeki ve UA alandaki müttefiklerini kaybediyor. 

Erdoğan’ın ittifakları çözülüyor, kurduğu paktlar dağılıyor.Umarız bu durum ülkeye daha fazla zarar vermeden bir çare ve çözüm bulunur.
Anketler yalan mı söylüyor sayın yazar?
Anketlerin AK Parti oylarını epeyce bir mübalağa ettiğini düşünüyorum. Kaldı ki onlarda dahi en az 3-5 puanlık düşüşler görünüyor. 

Eğer Çözüm süreci patlar, PKK yeniden alana inerse (ki öyle görünüyor), AK Parti güneydoğuda oy alamayacağı gibi batıda ciddi kayba uğrar. Suriye’deki son gelişmenin de Hükümete önemli oy ve itibar kaybettireceğini düşünüyorum.
Tamam, Türkiye’nin düşmanı çok, provokasyonlar var, pek çok komplo kuran var vs vs. 

Ama hırsızın hiç mi suçu yok?
Hükümet eden, ülkeyi teslim ettiğimiz, dümene oturan kişilerin hiç mi sorumluluğu yok bu olumsuz gelişmelerde?
Trafik bu kadar kilitlendi ise trafik polisinin vazifesi ne? 

Siyaset devleti isabetle yönetme ve selamete çıkarma sanatı değimlidir?


ÇÖZÜM NEDİR? 

Çözüm arabayı iyice dağıtmadan Kaptanı usulünce birilerinin uyarmasıdır. 

AK Partide dikkate alınan, abi durumunda 8-10 kişi bence gidip Erdoğan’la ciddi konuşmalılar. Bir rahatsızlık varsa tedavi edilmeli, harici bir etki varsa bertaraf edilmeli. 

Ama AK Partinin eski ittifakları korunmalı, yıkılanlar yeniden tesis edilmeli, özellikle Parti içi ittifak çok önemli. Bunun için işlerin birkaç teknokratla götürülmesi yöntemi terk edilip yeniden istişareye, konsensüse dayalı bir yönetim anlayışı oluşturulma. Erdoğan’ı ve Türkiye’yi sevenler bunları yapmakta gecikmemeli…

NOT:

 Hükümetle ama münhasıran Erdoğan’la ilgili eleştirel yazı ve yorumlarda birileri hopluyor ve “işbirlikçi”, “batı ajanı”, “kafir cephe ile iş tutan” vs olmaya kadar işi götürüyor. 

Oysa demokrasilerde hükümetlerin eleştirilmesinden daha tabii bir şey yoktur. Bu demokrasinin gereğidir, mantıklı olan da bu eleştirilerden yararlanmaktır. Yeter ki küfür ve hakaret edilmesin. Bu tepkiyi verenler görebildiğim kadarıyla siyasetin merkezinde son zamanlarda dönenleri fark etmeyenler. Hükümetin 9-10 yıldır yaptığı hayırlı işlerle ilgili iyi niyetini koruyan, yozlaşma ve yolsuzlaşmalardan haberdar olmayanlar. 

Biraz gelişmeleri okuyabilenler, AK Parti, özellikle de Erdoğan müdafaası yapmada temkinliler. En azından ölümüne yapmıyorlar; ihtiyat payı bırakıyorlar. 

Bizim ise niyetimiz hükümeti yıpratmak, Erdoğan’a husumet değil; ülke için kaygılarımızı dile getirme, paylaşma; karınca misali kendi görevimizi yapmış olma hissi ve sorumluluğu ile yazıyoruz. Meselenin kine, nefrete husumete verilmemesine katkısı olabilir düşüncesiyle, 11 yıldır sektirmeden AK Partiye oy verdiğimizi; önümüzdeki seçimlerde kuvvetle muhtemel yine verebileceğimizi belirtme lüzumu duyuyoruz. Kraldan fazla kralcı bazı kişiler veya siyaseti “takım tutma” gibi görüp, fanatik Erdoğan taraftarı olanlar insaflı saldırsın diyedir bu ayrıntı.


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10383

.

9 Ekim 2015 Cuma

Çözüm değil çözülme




Çözüm değil çözülme

Yekta Güngör Özden
Yekta Güngör Özden

19.04.2004/Sayı:54



Zamanın hızlı akışı, olayların şaşırtıcı gelişmeleri karşısında bir konuda yoğunlaşmak olanaksız kalıyor. İzlemek, yetişmek, yeterince inceleyip doyurucu biçimde değerlendirmek giderek güçleşiyor. Onbeş günde bir, üstelik, yayıma yetişmesi için önceden yazıyı göndermek zorunluluğu geride kalma görüntüsü veriyor. Okuyucularımızın durumu anlayışla karşılayacakları umuduyla söyleşi niteliğindeki yazımı kaleme alıyorum. Yazılmasıyla yayımlanması arasındaki 3-4 günde kimi değişiklikler, yepyeni durumlar ortaya çıkabiliyor. Zaman, eskimiyor, eskitiyor.
Kopkoyu bir baskıcı düzenden Ulusal Kurtuluş Savaşı verilerek geçilen cumhuriyetin en büyük kazanımı, ulusal egemenliğin en büyük dayanak olarak alınmasıdır. Her ulusal oluşumun, adaletin bile kaynağı olarak benimsenen ulusal egemenlik, ulusun kendi kendini yönetmesinin, kendi istenciyle yazgısını ve geleceğini belirlemesinin, tüm oluşumların başka yerlerden değil, ulusun en yüce organı TBMM’den yetki almasının özüdür. İnsan, halk, ulus gücünün dışında başka bir gücün, örneğin dinsel varsayımların devlet işlerinde söz konusu olmamasıdır. İnsanımızın kişiliğinin tanınarak ulusun öğesi birey varlığıyla devletin sahibi olmasıdır. Kul-köle-tebaa durumundan onur ve erdem sayılan hak ve özgürlükleriyle yurttaşlığa yükselen insanımızın, bu donanımları sağlayan ulusal egemenliğin kıvancını duymak için TBMM’nin açılışının başlagıç alınarak bayram olarak 84. yıldönümünü kutlama günlerinde hakkı olan mutluluğu duyduğu inancında değiliz. 20 Ocak 1921 Anayasası’nın 1. maddesiyle öngörülen ve laikliğin ilk kez yaşama geçişi olan anlayış “Egemenlik bağsız koşulsuz ulusun olup ulus kendi kendini yönetir ve yazgısını belirler” biçimindedir. Günümüzde lâikliğin sinsi saldırılarla karşı karşıya olduğu, iktidar partisinin çoğunluk diktasını, lider diktatörlüğüne nasıl taşıdığı ilginç örneklerle izlenmektedir. Ulusal egemenlik kurumunu-olgusunu- erdemini kazanmanın ve yaşamanın coşkusu ve mutluluğuyla kucaklaşacakken yarınlara ilişkin kaygılar içindeyiz. Birkaç ileti (mesaj), özel defterlere birkaç satır yazı, kimi okullarda birkaç dize (mısra), bir-iki konuşma ile geçiştirileceği, önceki yıllar örnek alındığında, bellidir. Yurdumuzu kurtarıp devlet kuranlara karşı, değerbilmezlik ötesine geçen olumsuz tutumlar saymakla bitmez. Büst ve heykellerin kırılıp, yıkılması bağımsızlık marşının söylenmesindeki çelişki, sıkmabaşlı üyelerin belediye meclislerine katılması gibi nice kötü örnekler birbirine eklenmektedir. Başbakanın sıkmabaş acındırmaları, lâikliği savunanlara karşıtlığı sürdürmektedir.
Kıbrıs’a vedâ
En olumsuz gelişme Kıbrıs konusunda yaşanmaktadır. İktidar partisi başkanı iken ABD’ne giden Recep Tayyip’in Kıbrıs konusunda orda verdiği sözlerden cesaret alan ABD, İngiltere, Yunanistan, Güney Kıbrıs rumları, AB, Birleşmiş Milletler, Türkiye’yi sıkıştırmaya başlamışlar, AB ile ilişkilendirilmesinin söz konusu olmadığı söylenen Kıbrıs, daha sonra AB’ye girmeyi kolaylaştırıcı bir öğe durumuna getirilmiş, Davos toplantılarında yinelenen gereksiz sözveriler İsviçre toplantılarının sonuçsuz kalmasıyla BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın istencine açılım sağlanmıştır. Şimdi tarafların imzalamadığı, boşlukları BM Genel Sekreteri’nce doldurulan, ne olduğu iyice anlaşılmayan, belirsiz, sayfalar tutan bir metin Kıbrıs’ın kuzeyinde ve güneyinde yaşayanların referandum yoluyla “Evet-Hayır” oylarına sunulacak. Ne alınıp, ne verildiği belli değil. Günümüz iktidarının kendi konumu, geleceği için desteğini aradığı AB ve ABD’ne eğilmesi, ödünler vermesi gereği Kıbrıs’ı gözden çıkarma gündeme gelmiştir. Türkiye’miz için değişik yönlerden çok önem taşıyan Kıbrıs’ın kamuoyundan kaçırılırcasına bir kapalılıkla bitirilmek istendiği açıktır. Bu, çözüm değil, çözümsüzlük, hattâ çözülmedir. Güçlü Türkiye’yi güçsüz gösteren, yenik duruma düşüren iktidarın tutumu, Kıbrıs’tan sonra, Ege, Kürt devleti, Ermeni toprak istemleri sorunlarına neden olacaktır. Cumhurbaşkanı Akademi konuşmasında sapmaları, sakıncaları açıklamıştır.
Kıbrıs için yaşamını adayan Rauf Denktaş’a saldırıların çirkinliği hepimizi utandırmalıdır. Bilgisiz, düzeysiz, terbiyesiz, Yunan-Rum ağzıyla konuşup yazan medya militanları, silahşörleri, tetikçileri sorumlularınca da uyarılmıyor. Eleştiri denilerek yürütülen karalama ve yoketme kampanyasına gözyumanlar saldırganlarla birlikteliklerini benimsemiş sayılırlar. Nerdeyse Denktaş’ı vatan haini ilan edecekler. AB’nin borazanı, Annan’ın reklâm panosu radyo, TV, gazete ve dergilere tam sayfalık duyurular eklendi. Ulusal duyarlıktan yoksun bildiriler ayrı. Denktaş’ın Dışişleri Bakanlığı yapmış, siyasal ve bilimsel düzeyleri dünyaca bilinen uzmanların uyarıları gözardı edilerek şakşakçılığa soyunulmuştur. Gözleri para, gözlükleri para olan çıkarcılar, onur, eşitlik, kazanılmış hak, gelecek güvencesi, geçmişin verdiği dersler hiçbir anlam taşımıyormuş gibi ne olursa olsun AB’ne girmek için Kıbrıs’ın verilmesinden yanalar. Çıkar oyuncularının hukuka aykırılıkla, ulusal güvenliğe zarar verici durumlarla hiç ilgileri yok. Kişiliğin en belirgin göstergesi saygıyı yitirmiş döneklerle sapkınlar programlara çıkartılıp kamuoyu koşullandırılmaya çalışılıyor, yine bunlar konuk edilip ağırlanarak oylar üzerinde ağır baskı kuruluyor. ABD’nin, AB’nin ayrı ayrı kimi ülkelerin parasal destekleriyle oylar alınmaya, ayarlanmaya çalışılıyor. Siyasal rüşveti yabancılardan alacak ölçüde küçülenlerin vicdan sızılarını dindirecek ilaç yoktur. Ne kadar acı. Bir yurttaşın yakındığı gibi “Karısını, kızını, kardeşini satan onursuz ve namussuzlara vatanını satan soysuzlar ve sapkınlar eklenmiştir.” Millî Güvenlik Kurulu’nun kararı ile Genelkurmay Başkanı’nın konuşmalarını, gidişlerini doğrulama ve destekleme olarak algılayan iktidar, Kıbrıslı soydaşlarımızın “Evet” oyu vermesi için elinden geleni yapmaktadır. Mitingler, gösteriler, çeşitli etkinliklerle M. Talât’a arka çıkan Recep Tayyip iktidarı eleştirilere de sert çıkmaktadır. Tıpkı gerçekçi, güvenceli, eşit, adaletli çözümü isteyenlerin “çözümsüzlük istemek”le suçlanmasındaki haksızlık gibi. Japonya’ya giderken uçakta Denktaş için söyledikleri bir başbakana yaraşmamaktadır. Kıbrıs ödününü savunurken Lozan Barış Anlaşması’na yollama yaparak Ege adalarından söz etmesi bu konularda yeterli bilgiden yoksun olduğunu göstermektedir. Seçimlerde oy fazlalığı sağlayarak iktidar olmak başkadır, iktidarın gereklerini yerine getirmek, bilgili, yeterli, eğitimli, başarılı olmak başkadır. Yugoslavya bölündü. Irak bölünmeye çalışılıyor. Fransa Sicilya’yı bırakmıyor. Büyük Ortadoğu Projesi’yle sıranın nereye geleceği seziliyor. Ama Kıbrıs’ı, kıyımları, Yunanistan’ın Enosis ve Megalo İdea’sını bile bile zorla birleştirmeye çalışıyorlar. AKP iktidarının sürmesi için Kıbrıs fedâ edilemez. Türkiye’de ve dışarıda “Evet” zorlayıcılarının kimler olduğuna bakılınca karşı çıkanların haklılığı benimseniyor.
Recep Tayyip kendinden önce açıklanan Ulusal Program yeterli iken ABD gezisinde yeni ödünler vermeye hazır olduğunu belli edince baskılar arttı. Sorumlu Recep Tayyip ve iktidarı ile destekçileridir. Medyada kandırmaya yönelik başlıklar yanlı verişler, övgüler çığ gibi. Baskı, dayatma, gözdağı, para (Brüksel Komisyonu) ayrıca... 24 Nisan’ın Kıbrıs’a veda günü olmaması dileğindeyiz. Ama sanmıyoruz.
Kıbrıs Yüksek Mahkemesi’nin kararı
5 Mayıs 1985’te halkoylamasına sunularak %70.18 “evet” oyuyla kabul edilen KKTC Anayasası’nın “Başlangıç”ında “Kıbrıs Türk halkı egemenliğinin kayıtsız şartsız sahibi olarak; 15 Kasım 1983 tarihinde büyük bir coşku ve oybirliğiyle kabûl edilen bağımsızlık bildirisini yaşama geçirmek...amacıyla ...KKTC Anayasası’nı kabul ve ilan eder.” denilmektedir. Anayasa’nın 143-154. maddesinde kuruluşu, çalışmaları, işlevi öngörülen Yüksek Mahkeme, Cumhurbaşkanı’nın 146. maddesi uyarınca istediği görüşü yine Anayasa’nın 145 ve 149. maddelerine dayanarak açıklamıştır. “Görüş Bildirisi” büyük ölçüde Bağımsızlık Bildirisi’ne dayandırılmıştır. Anayasa Mahkemesi sıfatıyla alınan karar kesindir. Ancak Mahkeme’nin görüşü olduğundan bir kuralın yürürlükten kaldırılması türünden yerine getirilmesi zorunluluğu bulunmadığından alacağı karar ve izleyeceği yöntem konusunda Cumhurbaşkanı’nı bağlamamaktadır. Yalnızca referandum yasasının Anayasa’ya aykırı olmadığı görüşü belirtilmiştir, bir iptal ya da ret yoktur.
Her karar gibi bu karar da eleştirilebilir ve tartışılabilir. Bağımsızlık Bildirisi’nin amaçladığı Anayasa ile Anayasa’nın bu bildiriyi açıklaması, yaşama geçirmeyi yüklenmesi, referandum yasasının (KKTC Meclisi’nde 22.03.2004’te kabul edilmiştir) Anayasa Mahkemesi’nin bu doğrultudaki önceki kararlarının içeriğine uygun düşmesi son karara etken olmuş görünmektedir. Mahkeme’nin referanduma giden yolda önceki kararlarıyla ilkeleşen görüşü şimdi de o kararlara dayanmasıyla yenilenmemiş, yinelenmiştir. Anayasa’nın ortadan kaldırılıp yeni bir Anayasa ile yeni bir kuruluşun gerçekleşmesi hukuksal bağlamda ayrıntılarıyla ve karşılaştırmalı biçimde tartışılacak geniş bir konudur. Mahkeme’nin bu kararı referanduma ilişkin tartışmayı etkileyecek, referandum yolunun açık tutulmasını sağlayacaktır. Oyların etkilenmesi, Kıbrıs iktidar partisinin görüşünün güçlenmesi yönünde değerlendirilecektir. Cumhurbaşkanı’nın gündeme getirdiği bir engel aşılmış sayılacaktır. Bilimsel değerlendirmesi zaman alacaktır. Oy sonuçları nasıl algılandığının örneği olabilir.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in geciken konuşması Kıbrıslılar için bir baskıdır ama AB’liler, ABD, Rusya olur verirlerse engel olmazlarsa gerçekleşebilir. Tayyip-Gül ikilisi için destek sayılacak bu konuşmadan mutluluk duyanlar Bn. Aliyev’in çağdaş görünümünü de örnek almalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 87. maddesinde TBMM’nin özgün yetkisine bağlı konularla Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’nın 104. maddesindeki yetkilerinden TBMM’nin toplantıya çağrılması, Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmesi, ayrıca Bakanlar Kurulu’nu başkanlığı altında toplantıya çağırması, TBMM’de yasama yılının ilk gününde konuşması tartışılmaktadır. Harp Akademileri konuşmasındaki vurgulamalarına koşut çabaları istenmektedir. İktidar MGK kararı dışına çıkmıştır.
Milli Güvenlik Kurulu kararı
Kıbrıs konusunda sürdürülen Milli Güvenlik Kurulu kararı doyurucu olmadığı için kimilerince “ne şiş yansın ne kebap” deyişiyle karşılanmıştır. Anayasa’nın 118. maddesinde yapılan değişiklikler kurulun yapısını değiştirmekle kalmamış, 03.10.2001 değişikliğiyle “...alınan tavsiye kararları konusundaki görüşlerini Bakanlar Kurulu’na bildirmekten başka işlev bırakılmamıştır. Alınmasını zorunlu gördüğü önlemlere ilişkin kararların Bakanlar Kurulu’nca değerlendirileceği maddede yazılıdır. Sorumluluk zaten Bakanlar Kurulu’nundur. Belirgin boşluklara, sakıncalara değinilmeden giderilmesi gereken yönler, özen gösterilmesi, üzerinde durulması yararlı olacak durumlar ortaya konulmadan genel sözlerle yapılan açıklama yeterli görülmemiştir. Sapmalar, aykırılıklar, yanlışlıklar geçiştirilmiştir. Güvenlik Kurulu’nun önemi bir kez daha anlaşılmıştır. İktidarların bildiklerini okumaları için bu kuruldan kurtulma çabalarının sonuçları Kıbrıs konusunda ağır biçimde yaşanmış olmaktadır.
Gerelkurmay Başkanı’nın konumuna uygun tutumunu doğal karşılamak gerekir. İktidarın kendi yararına yorumlamasına olanak veren içeriği ölçüsünde tersine değerlendirmelere neden olan yanları da bulunmaktadır. Anayasa’nın 117. maddesi gereğince TBMM’nin manevi varlığından ayrılamayacak ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil edilecek Başkomutanlık, savaşta Cumhurbaşkanı adına Genelkurmay Başkanı’nca yerine getirilir. Genelkurmay Başkanı’nın siyasi konularda yansızlığını koruması, güncel tartışmalardan uzak kalması ne ölçüde doğruysa Kıbrıs gibi özgün, silâhlı kuvvetleri doğrudan ilgilendiren bir konuda belirgin sakıncalara değinmesi de o ölçüde yerinde olurdu. Görevine özenle bağlı bir asker duyarlılığıyla siyasal davranma görüntüsünden kaçınıp dengeyi savunmak uygun olmakla birlikte tehlikeleri belirtmeden giderilmesi zorunlu sakıncaları açıkça ortaya koyup öneriler ve uyarılarla Silahlı Kuvvetler’in görüşünü ulusa sunmadan konuyu kapatmak yeterli görülmemiştir. Eleştiriler, beklentilerin böyle olduğunu göstermektedir. Sanırız ilgililere daha açık ve ayrıntılı biçimde gerekenleri bildirmiş, duyurmuşlardır. Başkomutanlık TBMM’de olsa da Silahlı Kuvvetler Türk ulusunundur, Atatürk ocağıdır. Laiklik vurgusu önemlidir.
Kıbrıs’ta oy hakkı bulunmayanların oylarını açıklayarak etkileme çabaları zorlamanın yaygınlığını kanıtlamaktadır. Böyle gelecek çözüm çözümsüzlüktür. Nerde bağımsızlık andı içenler? Nerde Gazilere, şehitlere saygı, Atatürk’e bağlılık sözü verenler? Kıbrıs yarım metre bez kadar değerli değil mi? Değilse AB’nin, ABD’nin, BM’nin, Yunanistan’ın çabaları niye? Görüşme tarihi için feda edilen tarih... Yetkililerin kaçındığı sorumluluk halka yükleniyor.
Irak bataklığı ve Powel’ın düşü
Powel, Kıbrıs için telefon diplomasisini hızlandırıyor. Ne çâreki Vietnam ormanlarından sonra Irak çölleri ABD’nin korkulu düşü haline gelmiştir. Türkiye’nin tezkereyi kabûl etmemekle şanslı olduğunu söyleyenler yanında Türkiye Kıbrıs’ta görev alsaydı durumun böyle olmayacağı, Irak’ın kuzeyindeki kötülüklerin yaşanmayacağı görüşünde olanlar da var. ABD’nin çıkar amaçlı, demokrasi ve terörü bitirme bahaneli işgalinin fiyaskoyla sonuçlanacağını önceden yazmıştık. Halka dayanmayan yönetim asla başarılı olamaz. Türkiye Cumhuriyeti günümüz iktidarı, Felluce’de camiye sığınanların bombalanmasına sessiz kalmıştır. Askerlerimizin başına çuval geçirildiğinde de böyle olmuştu. PKK’nın yeni kamplarda eğitim çalışmalarına başlamasında, kürtlerin tutumlarında da böyledir. İktidar, ABD’den çekinmektedir. Bunlar, iktidarın AB ve ABD desteğiyle ayakta kalma, yaptıklarının ve yapacaklarının korunması çabasına bağlanmaktadır. ABD Dışişleri Bakanı (ilk Körfez harekâtında Genelkurmay Başkanı) Powel’ın aykırı, gereksiz sözlerinin kaynağı da, dayanağı da günümüz iktidarıdır. Dinle, din ve devletle ilgili söylemleri buna neden olmuştur. Bizimkiler sakat görüşlerini açıklamışlar, Powel da işlerine geldiği için bu görüşleri doğrulamıştır. Nitekim bu sözlerde yanlışlık olmadığı savunulmuştur. Powel Tayyip ekibi gibi, Tayyip ekibi de Powel gibi düşünmektedir. Şeriat düzenine gidiş hızlanmakta ve dışardan destek gelmektedir. İşlerine böyle gelmektedir. Ama bu ağır bir yanılgıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlılıkla hiçbir ilgisi yoktur. Onun mirasını devralmamıştır. Osmanlı yıkıntıları ve külleri temizlenerek her yanıyla yeyeni bir lâik cumhuriyet kurulmuştur. Kimse bunun ırasını değiştiremez. ABD’nin emperyalist açılımına Ortadoğu’da engel gördükleri Türkiye’nin ulus devletinin yıkılması, yerine cemaat düzeninin kurulması çabaları kursaklarında kalacaktır. Ilımlı islâm, islâmiyetin özüne aykırı olduğu gibi şeriata ve irticaya destektir.
ABD, Türkiye’yi avucunun içinde tutmak için kimilerini konuk olarak ağırlıyor. Sağda ve solda olası gelişmeler için hazırladığı, kullandığı kimileri var. Türkiye’nin geleceğini ABD’nde çizdirenler olmasa Powel böyle konuşamazdı. Leyla Zana’nın cezaevinden tehdidleri de böyle. Belçika’nın Fehriye’yi kollayıp koruması da. Yurtdışında Türkiye’yi yönlendirmeye araç olanlar ne duruma düştüklerinin ayırdındadır. Onların kafalarındaki Türkiye’nin oluşması için herkesle, düşmanla bile işbirliği geçerlidir. Kimilerinin eğitimsizliği, bilgisizliği, yetişme düzeni, karıştığı ve etkin olduğu durumlar gözetilmeli, sözler ciddiye alınmamalıdır. Kaç kez söyleyip yazdım: Ulusal kimliğini yadsıyan yurttaş olamaz, ümmetin ya da cemaatin parçası, kul, köle, tebaa olarak kalır. Ulusal bilinci olmayanın yuvası, yurdu da elinden alınır, varlığı da gözetilemez. Şeriatçıların yapamayacakları kötülük yoktur.
Bir kişi gerçekten insanlık değerlerini taşıyorsa, bilgili, kültürlü, terbiyeli ise inançsız da olsa inançlara saygılıdır. İnançlar için olumsuz yaklaşımı ve sözü yoktur. Kaldı ki, inançlı olmak yalnızca şeriatçılara özgü bir nitelik de değildir. Terbiyeli olmadıktan sonra, insan olmadıktan sonra, herhangi bir dinden olmanın hiçbir anlamı yoktur. (Geçenlerde bir gazeteci kendisine ilk adıyla hitabeden bir gerici yazarı kınıyordu. Ben görevdeyken benden kırk yaş küçük olan gerici yazarlar aynını bana uygularken bu yazar eleştirip değinse idi, kendi başına gelen bu terbiyesizlik yaşanmazdı). İnançlı olmak herşeyden önce terbiyeli, saygılı olmayı gerektirir. Vatanı olmayanın dini olmaz, insan olmayan müslüman da olamaz.
Andrew Mango’nun Kemalizme (Atatürkçülüğe) yönelik eleştirileri de yersiz. Atatürkçülük olduğu yerde kalan bir dizge değildir. Evrensel değerleri ulusallaştırarak yaşama geçiren, kendini sürekli yenileyen bir yaşam görüşüdür. Türkiyemize özgü olması çağdaşlığa ters düşmediği gibi hiçbir yeniliğe karşı da değildir. Atatürkçülük, laiklik, demokrasi, insan hakları, barış ve tüm ilerici davranışlar, anlayışlar, kurallar, kurumlar Türkiye’ye gelmiştir. İkide bir “1930’larda kalmak”la suçlayanlar kendilerinin ne olduğunu unutanlardır. 1930’ların müdafaa-i hukuk ruhu, kuva-yı milliye ateşine dayanan ilkeliliği, tutarlılığı, coşkusu, devingenliği, ulusal tutkuları savunuluyor. Kimse 1930’larda kalmak istemez. Özetlenen 1919-1930 ruhuyla geleceğe koşmanın gerekleri, akılcılık, bilimsellik ve tam bağımsızlıkla özgürlük ve ulusal egemenlik temelinde savunuluyor. Anlamayanlarla, anlamak istemeyenlerle tartışmak boşuna. Bunlar, sıkmabaş için yakılarak işkence gören kızlarımızı, Gabar’de yinelenen bölücü saldırılarını, irticanın kıpırdanışlarını görmezden gelirler. Başbakanın yurtdışında “türban zulmü”nden söz etmesini duymazlıktan gelirler. Kimin aktör olduğunu ayıramazlar. Öyleleri vardır ki “Atatürk’ü öne çıkarmak geçmişini satmaktır”diye CHP’ni suçlayabiliyorlar. Gerçekte Atatürkçü tüm özlenen nitelikleri en yaraşır biçimde taşır, onun sosyalist olması düşünülemez ve asla gerekmez. Deniz Baykal’ı eleştirirken Atatürk, İsmet İnönü ve CHP’ne sataşan karşıtlarının alışılan tutumu ibretlik. 1950’den sonrakileri unutuyorlar. TBMM Başkanı’nın sövgüleri, sıkmabaşın neler getirebileceğini gösteriyor. Asıl aydınlık kafanın içindedir. Biçimsel bağımlılıktan uzak durmaları, demokratlıkları, çağdaşlıkları kuşkuludur.
Yararlı uyarılar
Burdur Garnizon Komutanı Tuğgeneral Tekkanat’ın haklı, yerinde, kanımca gecikmiş uyarısı gerici kampta kızgınlığa neden oldu. On yıl kadar önce zamanın İstanbul Valisi’ne “Sayın Vali, İstanbul Fatih’ini, Çarşambası’nı ne zaman İstanbul yapacaksınız?” diye sonmuştum. Yalnız Burdur’da mı yasaklanan giysiler artıyor. Başka kentlerde, Başkent’te yok mu? Anayasa’nın 174. Maddesi’ndeki sekiz devrim yasası yürürlükte mi değil mi? Yöneticiler devletin değil, iktidarın, partilerin görevlisi gibi davranırsa yakınmaların sonu gelmez. Daha kötüleri de görülebilir. Kanımca gerici terör yandaşlarıyla destekledikleri “iktidar güç durumda kalmasın, rahat çalışıp takiye ile amaçlarına hızla ulaşsınlar” diye elini şimdilik tetikten çekti. İrticanın iktidara kadar tırmandığını, kolluk güçlerinin yakaladıklarını, kadrolaşmayı görmezlikten gelen kafa karıştırıcı, alınkarartanlar var. Atatürk’e ve Atatürkçülere saldırıp bugünleri geçerli saydırmak istiyorlar. 1919-1930’ların ortamında, koşullarında, olanaklarında kim Atatürk ve arkadaşlarından daha iyisini yapmıştır. 15 yıla sığdırılanları başka hangi ülke bu kadar kısa sürede başardı? Atatürkçülük 1919’u, 1922’yi, 1923’ü, 1924’ü de yaratan 1930’larla yükselen anlayışla sürekli ileri gitmeyi amaçlar. Yerinde saymayı ve geriye gitmeyi değil. 1930’ları savunmak onurdur. Demokrasi o yılların birikimleri üzerine kurulmuştur. Kendi kendini yönetmeyi reddedip kökten dincilerin peşine düşerek ekonomiyi yönlendirecek yerde onun yörüngesine giren siyasetle yetinmek herkesi düşündürmelidir. Atatürk’ün 6 Şubat 1933 Bursa konuşması (Ankara 5. Asliye Ceza Hukuk Mahkemesi’nin Esas 1967/67 sayılı dosyasına konu olan davada doğrulanmış ve yineleyen gençler aklanmıştı, ben de avukatlarıydım) zorunluluk durumunda rejimin ve devrimin sahibi ve bekçisi olan gençlerin nasıl davranacağını açıklamaktadır. Bu anlamlı konuşmayı yasalara karşı gelmeye özendirme sayan lâiklik düşmanları var. Bunlara göre padişah-halifeye karşı çıkanlar hain sayılmalıdır. Tıpkı Damat Ferit, Dürrizade Abdullah karışımı kafa. Tüm liderler kusurlu. İnsan düşünmeden edemiyor, ülke bunlar için mi kurtarıldı? Gerçekten değerbilir olsaydık Atatürk’ün değerini bilirdik. Atatürk’le övünecek yerde O’nu kötülemeye çalışıyorlar. Bugün olanlar ortada. Bugünküler dün olsalardı sürünür, yok olurduk. İslâmiyetle demokrasinin bağdaştığı açıklandı. Bunun en iyi örneğini Mustafa Kemal ve arkadaşları verdi. Yeni bir olgu gibi açıklanırken, Atatürk’ü unutmak aymazlıktır.
İktidarları okşayan Sakıp Sabancı’nın lâiklik yandaşlığı anlamlı ve önemli idi. Tanrı’nın ışıklarla kucaklamasını dileriz.
İşte 10 Nisan. Sessiz geçti. Ne 1924 Anayasası’nın 2. maddesindeki devletin dininin ve 26. maddesindeki dinsel andın kaldırılmasının (1222 sayılı yasa ile) 76. yıldönümü anlamına yaraşır biçimde kutlandı ne de Mareşal Fevzi Çakmak ölümünün 54. yıldönümünde uygun biçimde anıldı. Lâikliğin Anayasal düzeyde önemli gelişmesi Kadıköy Belediyesi’nin Anıt-Kabir gezisi ve birkaç açıklamayla sınırlı kaldı. Bugün bizi yetersiz bulan Avrupa 300 yıl bekleyip 300 milyon insan yitirdikten sonra lâikliğe kavuştu.
Ama algılamak istemeyenler için uyarılar da yetmiyor. Vergi barışı ve Eve Dönüş Yasalarının kendileri ve yandaşları için çıkarıldığını gösteren oluşumlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, TRT Genel Müdürü’nün, Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı’nın ayrılmaları, TÜBİTAK ve YÖK konusundaki girişimler, Başbakanlık Müsteşarı ile Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşarlarının yazılarıyla konuşmaları, TRT Genel Müdürü’nün atanması, 2B Yasası, Millî Güvenlik Kurulu’nun yapısı, imam hatip okulları ve sıkmabaş inadı, kamu yönetimi temel yasası ile yerel yönetimler yasa tasarısı, yaygın ve ağır kadrolaşma, yerel seçimlerde kadın aday azlığı, İstiklâl Marşı tartışması (Bursa Osmangazi Belediyesi), sıkmabaşla toplantıya katılma (İnegöl Belediyesi), tuvalet düzenlemelerinde dinsel ölçü (Burdur Yeşilova Belediyesi), sanatçıların sürülmesi (İstanbul Esenyurt Belediyesi) ve daha nice benzer durumlar ilgilenenleri, herkesi uyarmalıdır.
Ekonomide, hukukta, siyasette yapısal değişikliklerin gerçekçi, yenilikçi, ilerici, sürdürülebilir, özetle olumlu nitelikte olması gerekir. Her değişiklik iyi olamaz. Bizde iktidarın öncülüğünde ilericilik değil, gericilik işleniyor. Büyümeyi üretim-tüketim dengesine dayama, enflâsyonist gidişten, hormonverme türü tutumdan uzak durmak yeğlenmelidir. Dışalımı (ithalâtı) işsizliği azaltarak sağlanacak uyumlu yöntemi sürdürmek esenliğe çıkarır. Ekonomide kimi risklerin varlığı ve olası artışı unutulmamalıdır.
Anayasa Mahkemesi
Bu konuda söylenecek çok söz var. Mahkeme üyelerinin ortak görüşünü yansıttığı açıklanan değişiklik tasarısının elimize geçmesiyle yurttaşlık görevimizin gereğini yerine getirerek gerekli gördüğümüz eleştirileri yazacağız. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın haklı tepkisini kimi haklı yanlarıyla başka tepkiler de izledi. Özenli bir yansızlıkla değerlendirme yapmayı görev bilerek irdeleyeceğiz. Duygusallıkla değil gerçekçilik ve yansızlıkla.
Kimi belirtiler
Irak’lı kürt liderler Apo’ya çatarken, İtalya’nın Cosenzo kenti belediyesi de barış ödülü veriyor. Şanlıurfa Birecik’ten destek için Apo’nun köyüne gitmeye kalkışan 1500 kişi güvenlik güçleriyle çatışıyor. Irak dağlarında ve Türkiye içinde Pkk/Kadek yeni güç denemelerine kalkışıyor. Ilımlı islâm söylemiyle ABD kaynaklı yeni bir kuşak hazırlığı seziliyor. Demokrasi ve islâm konulu etkinlikler düzenleniyor. Dinsel uygulamalar siyasal etkilerle biçimlenmeye çalışılıyor. “Sol” sözcüğünden korkanlarla bilincinde olmadan bu sözcüğe sığınanların tartışmaları yayılıyor. “Avrupa’daki sol partilere özgü çağdaşlık vizyonuyla Atatürkçülük arasındaki sentez”den sözediliyor. Atatürkçülüğün Avrupa’nın benimsediği hiçbir değerden asla aşağıda olmadığı bilinmiyor. Günümüz Başbakanı Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilebiliyor. Deniz Baykal’ın CHP’nin başından ayrılması istenirken yerine Atatürkçülüğü tartışma konusu yapan Derviş’in getirilmesi düşünülebiliyor. Bu arada Derviş yönetim görevlerinden çekiliyor. Sosyalizmle anarşizmi özdeşleştiren, kürtçülüğe, emperyalizme, şeriatçılığa, her tür bölücülük ve yıkıcılığa açık, lâik cumhuriyete karşı, militarist bir sol anlayışın karışıklığı ve sakıncaları açıkken, bunu hiçbir ilgisi olmayanlara bağlayarak eleştiriye kalkışmak gülünçlüktür. Gerçek bir solcu Atatürkçülüğe, gerçek bir Atatürkçü de solculuğa karşı değildir. Solculuk, Türk Devrimi ve Atatürk İlkeleri’nin dışladığı bir akım değildir. Kötünün, eskinin, yararsızın yerine iyiyi, yeniyi, yararlıyı kurmaktır. Haksızlığa, sömürüye, bağımlılığa, onursuzluğa karşı çıkmaktır. Kendini solcu sanan ya da öyle sayılan yapay, sözde solcularla solculuğu anlamayıp suçlayan karşıtları birdir. Her iki kesim de solculuğa zararlıdır. Benim için solcu olmaktan da önemli olan Atatürkçü olmaktır. Atatürkçü olmak yeter. Her iyi şeyi kapsar. Ulusal ülkünün adıdır. Kurumlaşan bir değerin adıyla özetlenen çağdaş kuramdır. Onurlu geçmişin sahipliliğiyle onurlu geleceğin yaratıcılığıdır.
Fethullah Gülen’in onursal başkanı bulunduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın ABD’nde Bolu-Abant toplantılarını sürdürmesi söyledikleriyle birleştirilip çağrılanlarla birlikte değerlendirilmelidir. İslâm dünyası için birkaç Atatürk’e gereksinim olduğunu söyleyen ABD’li siyasetçi yanında Vehbi Koç’u (öğrenci yurdunda kaldım, tanışıp gördüğüm, konuğu olduğum tanınmış işadamımızdı.) Atatürk’le bir tutma aymazlığına düşenlere de rastlanıyor. Haksızlık ve hadsizlik önlenemiyor. Dalkavukluk, kişiliksizliğin göstergesidir. Türlerini tiksintiyle izliyoruz.

http://www.turksolu.com.tr/54/ozden54.htm
..