Ülkü Ocakları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ülkü Ocakları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ocak 2017 Cumartesi

MHP’nin Üç Hali ve Gülen Örgütü


MHP’nin Üç Hali ve Gülen Örgütü



HALİME KÖKÇE
1 MAYIS 2016
SİYASET
Devlet Bahçeli’nin 1997’de başkan olmasından sonra MHP, ülkücü gençliğe dayalı sokaktaki sert aktivizmden ziyade, siyaset sahnesindeki etkinliği ile ön plana çıkmaya başladı. “ Merkez Siyasete Yakınlaştığı ” şeklinde analiz edilen bu dönüşümle birlikte MHP, “yıkıcı” değil “yapıcı” etkileriyle kendinden söz ettirdi.
90’lardan geriye kalan kirli siyasete ait enkazın adeta süpürüldüğü 2002’de, MHP de Meclis dışına itildi. Yakın tarihin bu tecrübesi Bahçeli liderliğindeki MHP’yi kritik hatalar yapmama, siyaseten çok sivrilmeme ve “milli menfaatler siyaseti” diyebileceğimiz bir asgari alanda varlık gösterme stratejisine sevk etti. Çünkü 2002’den sonra Türkiye’nin içine girdiği yeni süreç siyaset kurumunu güçlendirdi. Bu dönemde CHP merkezden uzaklaşırken MHP merkeze daha da yaklaştı. Fakat AK Parti’nin geniş kesimleri içine alan toplumsal kuşatıcılığı, ne MHP’nin ne de benzeri ideoloji tabanlı siyasi partilerin iktidar ortağı olmasına imkan tanımadı.
Gülen Örgütü’nün Mağduru
Bugün MHP ya da başka bir parti hakkında konuşurken AK Parti’nin siyaset alanında kapladığı yeri, Türkiye sosyolojisinin AK Parti üzerinden nereye aktığını hesaba katmak ve bu çıktıyla birlikte diğer partilere bakmak durumundayız. Zira 2013’ten itibaren AK Parti ve Tayyip Erdoğan’ı hedef alan yeni bir siyaset mühendisliği sahnelenmeye başlandı. Adına “ağır çekim darbe” ya da “siyasi mühendislik” ne dersek diyelim, bu girişimde CHP ve HDP gibi MHP’nin de katkısı vardır. “ Siyasetin siyaset dışı yollarla dizaynı ” şeklinde tanımlayabileceğimiz bu süreçte söz konusu siyasi partilerin her biri, yıkıcı etkilerini artırırken siyasi kabiliyetlerini kaybetti ve meşruiyet krizi yaşamaya başladı. MHP ve Bahçeli özelindeki vasat da tam olarak bu düzlemde ortaya çıktı.
MHP’yi analiz ederken üç evreden bahsedebiliriz. Bu üç evre arasındaki farkı belirginleştiren husus Bahçeli’nin Fethullah Gülen Örgütü’ne bakışıdır. 2011’de partisine yönelik kaset kumpasındaki tavrında belirginleşen ilk evrede Bahçeli, hiç düşünmeden “okyanus ötesini” işaret etmiş, dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’dan farklı olarak bu kumpasın Pensilvanya’da mukim Fethullah Gülen’in işi olduğunu açıklıkla ifade edebilmiştir. O dönem seçim kampanyasında Zaman gazetesine reklam dahi vermemiştir. Ne var ki 17-25 Aralık’tan sonraki ikinci evrede partisini adeta paralel yapının hizmetine açan bir görüntü arz etmiştir.
Gülen Örgütü’nün Hizmetinde
Bahçeli bu ikinci evrede, 2011’de partisine yönelik kaset kumpasını ve ardından söylediklerini adeta unutmuş çasına bugün Paralel Devlet Yapılanması olarak adlandırılan örgütün ürettiği tüm argümanları siyaset sahasında kullanmaktan çekinmedi. Hatta cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ın karşısına çıkartılacak “ Çatı Aday ” formülünü bizzat Bahçeli icat etti. Yine 2011’den farklı olarak 2014 seçim kampanyasında en çok ilanı Zaman gazetesine verdi. Bahçeli bu süreçte Erdoğan karşıtı cephenin temel aktörlerinden biri olarak hizmet verdi ve bu anlamda siyasetin yeni fay hattının oluşmasına büyük katkı sağladı.
Devlet Bahçeli 7 Haziran seçimlerinde partisinin oyunu ve milletvekili sayısını yükseltti, yüzde 16,3 oy ve 80 milletvekiliyle Meclis’in kilit partisi oldu. Fakat “hayırcı siyaset” olarak ifade edilen tavrı dolayısıyla, Türkiye’nin 1 Kasım 2015’te “tekrar seçime” gitmesine neden oldu. Bu ara dönem aynı zamanda Bahçeli’nin Paralel Yapı ile arasına mesafe koymaya başladığı bir dönem olmuştur. Bahçeli HDP’nin içinde bulunduğu bir hükümetin ortağı olmaya hayır diyerek siyaseten MHP’nin intiharının önüne geçmiştir. Bahçeli buna hayır demekle kalmamış, Meclis Başkanı seçiminde dahi partisini HDP ile aynı adaya oy veren bir konuma sokmak istememiştir. MHP’nin önündeki diğer seçenek AK Parti ile koalisyon ortağı olmaktı. Bahçeli bu yolu da kapatmış ve “hayırcı tutumu” sayesinde 7 Haziran akşamı söylediği gibi ülkeyi erken seçime götürmüştür.
Gülen Örgütü’nün Karşısında
“Hayırda hayır vardır” sözleriyle varılan 1 Kasım’dan sonra Bahçeli, parti içi iktidar kavgalarıyla uğraşmaya başladı. Bu üçüncü evrede “Fethullah Gülen Hareketi” ni açıkça Paralel Yapı olarak nitelendirmeye başlamış ve partisinin “okyanus ötesi” tarafından yürütülen bir operasyonla karşı karşıya olduğunu ifade etmiştir. Peki Bahçeli’ye bunları söyleten nedir?
2011’de partisine kaset kumpası yapıldığında işaret ettiği “okyanus ötesi” tehdidini neden 17-25 Aralık ile başlayan darbe sürecinde dile getirmekten imtina etmiştir?
İmtina etmek bir yana açıktan bu yapının amaç ve istekleri doğrultusunda hareket etmiştir. Bahçeli’nin 17-25 Aralık sürecinde, “Bizim Paralel’e teslim edecek ülkemiz yoktur” diyemeyip tehdit kendine yöneldiğinde, “Bizim Paralel’e teslim edecek partimiz yoktur” demesi söz konusu yapının MHP’yi hedef aldığı tezini ortadan kaldırır mı? Bahçeli’nin son dönemde parti içi muhalefete karşı geliştirdiği mezkur argüman pek çok çevrede bu soruların gündeme gelmesine sebep olmuştur.
Olağanüstü Kongre’nin Anlamı
Bahçeli’nin Meral Akşener’le ilgili tavrı aslında adaylığını açıklamadan önce belirginleşmişti.  Ayrıca Akşener’in Paralel Yapı’ya karşı zaafı olduğuna dair yorumlar da öteden beri yapılıyordu. “Akşener’in, pragmatik davrandığını zannettiği, lakin zararlı çıkanın kendisi olacağı” dost acı söyler kabilinden edilen laflardı.
Yargı ve emniyet bürokrasisindeki MHP’liler, 17-25 Aralık’tan itibaren Paralel Yapı ile mücadelede etkin rol oynamışken, Akşener’in Gülencileri kayırır pozisyon alması pragmatizmle dahi tevil edilebilir görünmüyor.
Akşener’in “ Ekmeleddin İhsanoğlu Paralel proje ise baş paralel Bahçeli’dir ” ya da  “ Tutuklu polislerin haklarının iadesi MHP’nin seçim vaadiydi ” gibi argümanlarla Bahçeli’yi sıkıştırması da son tahlilde kendisinin Paralel Yapı’ya müzahir duruş içinde olduğunu teyit etmektedir.
Akşener’in, MHP’yi merkez sağa açacağı, Ümit Özdağ ve Sinan Oğan’ın ise radikalleştireceği yorumları yapılmaktadır. Koray Aydın ise tüzük kongresi dahi yapılmadan Meral Akşener’le liderlik çekişmesine girerek gündeme gelmiş, bu da aslında söz konusu dört adayın Bahçeli karşısında güçlerini birleştiremeyeceği şeklinde yorumlanmıştır. Bu manzara bile tek başına MHP’de yaşanan depremin çok hasar vereceğini göstermektedir.
Bahçeli, AK Parti’nin anayasa önerisinin referanduma taşınmasına yeşil ışık yaktığı için mi parti içi muhalefet harekete geçti sorusu da önemli. PKK’nın yapamadığını MHP tabanına yaptırmak, ülkücü gençleri sokağa döküp toplumsal gerilimi tırmandırmaya çalışmak da Paralel Yapı’nın MHP’ye yönelik ilgisinin arkasında aranabilir. 2013’ten beri Türkiye’de olan bitene bakınca, ikisi için de komplo teorisi diyemeyiz.
Ayrıca komplo teorisi diyerek tehlikeyi bertaraf etmiş olmuyoruz. Bilakis görüşü değersizleştirip olacak olana ön açıyoruz. Bahçeli’ye karşı çıkan muhalif isimlerin kimler tarafından desteklendiği de aslında bu işin akıbeti hakkında fikir veriyor. MHP’nin başarısız bir grafik çizmiş olması elbette parti içinde sorgulanabilir bir şeydir. Ancak söz konusu muhalif isimlerin MHP için bir ümit vadettiklerini söyleyen de çıkmamıştır. Mahkemenin kayyum  kararı temyiz edilse bile, parti içindeki muhalefetin kongre talebi karşılanmadan MHP nispeten sakin bir limana demirleyemeyecektir.

22 Ekim 2016 Cumartesi

BİR GÜZEL ÜLKÜ: ABDURRAHİM KARAKOÇ






BİR GÜZEL ÜLKÜ:ABDURRAHİM KARAKOÇ 






              Abdurrahim Karakoç benim uzun yıllar komşuluk yaptığım ailece görüştüğümüz bir ağabeyim.  Mihriban’ın yazarı bundan tam kırk yıl evvel tanıştığımız bir şair. Devlet dergisindeki Poligon’da şiiriyle atışlar yapan hiciv ustası şair daha sonra birkaç dergi ve gazetede beraber olduğum, Sincan’da komşuluk yaptığım bir dost oldu.  Onunla en son bir dergi için röportaj yapmıştım. Fakat o röportaj sırasında da ondan önce ve sonra da röportaja sığmayan paylaştığımız onlarca konu var. Son zamanlarında yazdığı sert mi sert şiiri acaba kimin için yazmıştı? Tevazu severdi kaynatıp taşırdılar Girdi hırs ambarına çıkamadı bir daha Haramla yağladılar kibirle pişirdiler Bulanık göl ettiler akamadı bir daha Yakın arkadaşları çöplük yaptı beynini Doldurdular ve sonra dökemedi bir daha Şairi bütün yönleriyle ele aldığım Şairin Haberci Olarak Portresi kitabımın dışında şimdi Mihriban diye bir roman kaleme aldım. 

    Bir de onun için yazdığım biyografi denemesi var: Lambada Titreyen Alev adını taşıyor.  Abdurrahim Karakoç’un Mihriban’ı kimdi, ne vakit MHP’li oldu, ne zaman ayrıldı, niye ayrıldı? BBP’ye niye geçti, sonra oradan niye ayrıldı?  

    Erbakan, Türkeş ve Muhsin Yazıcıoğlu ile münasebetleri nasıldı? O bir ülkü devi idi. Tek başına bir davayı -köyünde üstelik- bir televizyon gibi radyo gibi parti bülteni gibi, dergi yahut gazete gibi iletişimin bütün araçlarını kullanarak şiirle anlatıyordu. İletişimsel eylem kuramının en güzel örneği Abdurrahim Karakoç’tur. O bütün iletişim fakültelerinde okutulmalı, bütün edebiyat fakültelerinde şiiri etraflıca masaya yatırılıp onlarca doktora tezi hazırlatılmalı, sonra siyaset bilimi bölümlerinde de tedris edilmelidir. Bugün siyasetin seviye düşüklüğü belki onun dilinde arınır, kurtulur da yüksek seviyelere çıkar. Ne yazık ki bugünkü siyasetçiler hiciv sanatını da bilmiyorlar, kaba ve nobranlar. Küfür edip duruyorlar. 

Oysa Abdürrahim Karakoç onlara rehberlik edebilir. Şairin notuyla başlayalım: Benim ülküm, beşeri ilkeleri, aşan cihanşümul bir sevdadır. Bu ülkü aklına esenin yazamayacağı, sınırlarını politikacıların çizemeyeceği bir ülküdür. Farklı düşünenler olabilir. Farklı ülküler peşinde gidenler olabilir. Hiç kimsenin kimseyi farklı düşündüğünden dolayı kendi çığırından yürümeye zorlaması akıl alır şey değil. İdeallere, (ülkülere) ipotek koyanlar ve o ipoteğin ilelebet sürmesini isteyenler hepinize sesleniyorum: Ülkünüz nerede başlar, nerede biter? Muhtevasında bulunan güzelliklerle çirkinlikleri ayırt etmeden sahiplenmek nasıl bir ülküdür? İnsanları ne güzelliklerinden kovmaya, ne de çirkinliklere bekçilik yapmaya hakkınız vardır. Ben kendi ülkümün işaretlerini koordinatlarıyla birlikte şiirleştirip sunuyorum.  Yeminim var, başka türlüsüne talip değilim... Bir güzel ülküdür gönül verdiğim 

KARAKOÇ’LA MAHSUNİ’NİN BULUŞMASI...
HAVADA KAR SESİ VAR... 

Yeni Düşünce macerasından sonra BBP kuruldu ve ardından Yeni Hafta sonrasında da Gündüz gazeteleri yayınlandı. Erciyes kurultayları yerine Tekir Yaylası kurultayları… Ülkü Ocakları yerine Nizam-ı Âlem Ocakları sonrasında Alperen Ocakları… Yeni Düşünce yerine Yeni Hafta… O sıralarda bir de Mahsuni ile görüşmesi var. Yine aynı sıralarda Mihriban şiirinin bestelenmesi… 

MAHSUNİ İLE... 

Havada kar sesi var Başında mor fesi var Açın bakın şu konağın İçinde yâr sesi var Mor poşiyi boyamadım Ben çobana doyamadım Bütün kuşlar yuva yapmış Serçe kadar olamadım Üstad Karakoç, Âşık Mahsuni Şerif’le görüşmesini şöyle anlatır: “Maraşlı şairler ve ozanlar buluşmasının arifesinde Âşık Mahsuni Şerif’i ziyarete gittik. Ökkeş de vardı.  Kar sesi üstüne Mahsuni ile bir saate yakın konuştuk, tartıştık. Kar sesi ne demekti. Karın rengini değil de niye sesini mevzubahis ediyor şair. Karın sesi nasıl bir şey? Sonunda Mahsuni bir iltifat yaptı bana: “ Lambada titreyen alevin üşüdüğünü yazan kar sesini de bulur.”  Amerikan Hastanesinde yatıyordu. Muhsin Yazıcıoğlu, Ökkeş ve ben ziyaretine gittik. İyiden iyiye çökmüştü. Bizi görünce doğrulmak istedi. Muhsin bey hafifçe omuzlarını tuttu. “ Rahatsız olmayın, lütfen ” diyerek iki yanağından öptü. Biz de sırayla selam verdik, oturduk. “ Karakoç’la kaç saat kar sesini tartıştık. Belki de lambada titreyip üşüyen alevi tartışmalıydık ” dedi. Sonra benim gözlerimin içine bakarak: “Senin bir şiirini kullandıydım, bir kasetimde. Durduk yere mahkemelik olduyduk.” Sonra gözleri doldu. Eliyle silmeye çalışırken, kalktım cebimden çıkardığım kâğıt mendil paketini açarak bir mendil çıkardım ve itinayla sildim. Bu onu daha fazla müteessir etti.  “ Nasıl da eşeklik ettim ” diye hayıflandı. Elini tuttum. Gözlerimin içine bakarak sordu: “ Hakkını helal ettin mi? ” “ Helal olsun helal olsun! ” diye ortamı yumuşatmaya çalıştım. Onu mahkemeye vermiş ve tazminat da kazanmıştım. Çok eski yıllarda kalmıştı bu. Mahsuni o vakitler devrimci örgütlerin gecelerine çıkar okurdu. Sazı ve sözü ile Türkiye’de sol hareketlerin, bu arada da alevi direnişinin simgesi olmuştu. Benim bir şiirim de çok hoşuna gitmiş, türkü yapmıştı. Kendi sözleri gibi… Çünkü o şiir gerçekten sosyalistlerin güttükleri davaya çok uygun düşüyordu. Gençlik işte. Mahsuni aşırı solun simgesiyken ben de milliyetçi muhafazakâr hareketlerin simgesiydim. Benim tabii sazım olmadığı için öyle gecelerde söyleyen biri değildim. Yine de büyük ustaydı. 

MAHSUNİ’NİN GENÇLERE SON NASİHATİ: 

ALLAH’IN YAPMA DEDİĞİNİ YAPMAYIN 

   Morali yerine gelsin diye bu sefer ben dedim:  “ Asıl ben eşeklik ettim, senden bir sürü para kazandım.” Böylece ölmeden önce helalliğimi almıştı. Helal olsundu gerçekten. Son mesajı bize şöyle oldu. Sanki biz millete onu duyuracak hükümet görevlisiydik yahut basın mensubuyduk… “ Gençlere bir nasihatim var. Allah, insana zararı olan bir şeyi boşu boşuna yasak etmiyor. O kadar içki içtim. Zararını gördüm. Boşuna yasak etmemiş Hak. Onun yapma dediği insana zararlı, yap dediği de insana faydalı.. ” 

İmanlı gitti yani Mahsuni. 17 Mayıs 2002’de Hakkın rahmetine kavuştu.  Cenazeye katılmak istedik. Hasta ziyaretine gidenler olarak… Hacı Bektaş’ta kaldırıldı cenaze. Ailesi haber gönderdi. “Çok memnun olduk ilginizden ötürü. O da sizi severdi. Fakat sizin gelişinizle burada bir takım örgütler olay çıkarır, cenaze evi huzursuz olur. Yine de siz bilirsiniz.” Çok katılmak istememize rağmen büyük ustanın cenazesine katılamamıştık.  Ökkeş’le birlikte gazeteye geldik. Ahmet’in ısmarladığı çayları içtik. Ahmet’in biraz canı sıkkındı. Parti ANAP’la ittifaka gittiğinde Ömer Lütfi’yi İstanbul’dan en alt sıraya koymuştu.  “Muhsin Başkan politikadan filan anlamıyor” diyordu. Meclis’te ideolojik söylemi olması gereken, omurgası sağlam olan bir hareket olmak için bazı insanların meclise taşınması gerekmez mi? Şimdi Ömer abi, Abdurrahim abi, Nezir abi, Mustafa abi mecliste olsalar daha başka türlü sonuçlar alınmaz mı?” Ökkeş de hak verince Ahmet’e dayanamadım. “Yahu beni katmayın, benim mecliste işim ne” diye kestirip attım. Hep siyasetin içindeymişim gibi bilinirim; oysa şahsım adına, bir tek 1987’de Ekinözü belediye başkanlığı için MHP’den aday olmuşluğum var. Onda da bizzat kendi karım aleyhime çalışmıştı. Ankara’ya taşınma beklentisi içinde benim seçilirsem bile Ekinözü’nde durmayacağımı konu komşuya anlatmış, hatta seçilmemem için ricalarda bulunmuş. Öylesine bir adaylık işte… Fakat Ahmet haklıydı. Meclis’e farklı simalar sokabilseydi daha başka olurdu elbet. Akşama iftar yemeği varmış Keçiören’de… Gidip de ne yapacağım? O kadar tenkit ettiğim Mesut Yılmaz’ın masasına mı oturacağım? Ramazan bayramı Sincan’daki evimiz doldu taştı yine… Allaha şükür gelenimiz gidenimiz var. 

YENİ BAYRAMLARDAN KORKMAYIN 

Herkes “ah o eski bayramlar” deyip durdu yine. Onlara şunu anlattım: Bundan tam yarım asır önce komşumuz rahmetli Ali Çavuş bayramda iç geçirir, “ah eski bayramlar” der, dalardı. O vakitler ben 13 yaşlarındayım. Ali Çavuş emmi ise 80-85 arası. Aradan yıllar geçti. Ali Çavuş emminin büyük oğlu Mehmet başladı bu sefer aynı özlemi dillendirmeye: “Ah eski bayramlar!” Benim yaşım yirmi olmuştu Mehmet amcanın yaşı altmış sularında. O da rahmeti rahmana kavuştu eski bayramların hasretiyle. Benim yaşım otuz beşe çıktığında Ali Çavuş emminin torunu Muharrem söylemeye başladı malum türküyü: “Ah eski bayramlar!” Muharrem’in yaşı otuz civarında seyrediyordu. Benim yaşım altmış üçe ulaştı Muharrem’inki de öyle. Eminim Muharrem’in büyük çocuğu 35-40 yaşlarındadır. Yine adım gibi biliyorum ki Muharrem’in oğlu da her bayram geldiğinde yaşça daha küçük olanlara aynı cümleyi tekrarlayıp duruyor: “Ah eski bayramlar!” Rakamlarla ifadeye çalışıyorum. Başka türlü izahı mümkün değildir. İşte size benim yakinen şahit olduğum 130 yılın zamana yayılmış fotoğrafı. Hâlbuki ne o eski bayramlar abartıldığı kadar güzeldiler, ne de yeni bayramlar korkulacak kadar çirkin. Eğer söylendiği gibi olsaydı 130 yılda 260 bayram çözüle çözüle, eskiye eskiye, döküle döküle ortada bayram diye bir gün dahi kalmazdı. Bayramlar 130 yıl önce ne idiyse şimdi de odur. Değişen insanlardır. Eskiyen insanlardır. “Ah eski bayramlar!” özleminin altında yatan herkesin çocukluğudur. Saf duygularıdır. Renkli hayalleridir. Çocuklarda geçim meşakkati olmaz. Yarın eve ne getirebilirim demezler, yarın nerede oyun oynasam diye hesap ederler. Siyaset hiç ilgilendirmez onları. Enflasyon akıllarına bile gelmez. Bayramlarda kendilerine alınan küçük bir hediye sevinmelerine yeter de artar. Büyükler öyle değiller. Geçim dertleri, seçim dertleri, enflasyon dertleri, işsizlik, maaş azlığı, çocuklarını okutamama, hanımının isteklerini karşılayamama ve en kötüsü siyasetçilerin yalanlarını dinleme cenderesi altına girdiklerinde “ah eski bayramlar” siperine sığınırlar. Yüz yıl sonra da, iki yüz yıl sonra da bu ifade ve özlem değişmeyecektir. Değişen bizler olacağız. Kaybettiğimiz, kabullenmek istemediğimiz çocukluk yıllarımız, gençlik yıllarımız geçmiş zaman ötesinden el salladıkça iç geçireceğiz. Ta ki nöbeti başkalarına devredinceye kadar… Ah gelecek bayramlar! Devran oradan ekledi “Abdurrahim abi de böyle diyor!” 

ŞİİR ŞÖLENLERİNİ SEVMEZDİ... 

1995 yılının Ramazan Bayramıydı.  Abdurrahim Karakoç, Gündüz’deki yazılarında bazen köşesine dörtlükler koyardı. Tansu Çillerli, Mesut Yılmazlı günlerdi. Dış politikada, iç politikada gündemi oluşturan her şey şairin köşe yazısına malzeme teşkil ediyordu. Güneydoğu’da yapılan bir operasyonu “Kıbrıs’tan beri en büyük harekât” olarak niteleyen Tansu Çiller’i Feld Mareşal ilan etmişti. Ele almadığı konu yoktu Karakoç’un…      

Gazetenin el değiştirmesine canı çok sıkılmıştı. Beni arayıp “bu arkadaşın Türkeş’ten beter” bile demişti. Ben de gidip başkanla tartışmıştım. Bunlar da bizim, onlar da bizim… Keşke iki takımı da idare edebilmeyi bilseydi… Ama olmadı… Sonradan küslükler bitti tabii… Ya da bahsi diğer olarak kaldı… Zaman zaman iki kardeş arasında bile küslükler olmaz mı? Nitekim Abdurrahim ağabey ile Bahaettin ağabey arasında bile küçük küslükler olurdu. 

İkisini buluşturduğumu hatırlıyorum. Bir gün Bahaettin Karakoç beni aradı: Abdurrahim’i de alıp İznik’e gelmeni istiyorum. Hastaydım, Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatından sonra bağışıklık sistemim çökmüştü. Bir yandan bağışıklığın olmaması yüzünden kanda trombositin çok düşük seviyelere inmesi, diğer yandan bağırsaklarımdaki ülseratif kolit yüzünden bitmeyen, durmayan kanamalar yüzünden bitkindim. Bırak otomobil kullanmayı dışarı çıkacak mecalim yoktu evimden. Ama Bahaettin abimi kıramazdım... Bahaettin Karakoç, kardeşini değil, onu arıyordu. Belli ki, şiir şölenine Abdurrahim Karakoç yine gitmek istemiyordu.  Abdurrahim Karakoç şiir şölenlerine pek katılmayı sevmezdi. Sincan Lale Festivaline ve bazı şölenlere katılmış orada şiir okumuştu. Yine benim birkaç davetimi kırmamıştı. Zaten abisiyle aynı şiir okumalarında olmak istemezdi. Karakoçların ağırlığı diğer şairleri ezmesin diye de bu düşünceye sahip olmuş olabilirdi.  Arabaya atladık. Hasta halimle Bolu geçidine kadar getirdim arabayı. İsmail’in Yeri’nde pirzola söyledik. Fakat gelen pirzolaları yiyemedim. Bağırsaklarım düğümlenmişti yine. Gidip mescitte bir süre yattım. Sonra pirzolalar tekrar kızartıldı. Fakat daha kötü oldu. Hemen Kaynaşlı Sağlık ocağına gidildi. Sağlık ocağına vardığımızda bir iğne yaptılar bana, sedyeye uzandım. Bir miktar yattım. Sonra tekrar yola revan olduk. İznik Festivaline Hatice yenge de katılmıştı. Herkes için iyi oldu.  Abdurrahim ağabeye Bahaettin abisiyle hanımının birlikte gezip tozmasını işaret ederek: “Keşke sen de yengeyi alsaydın abi. O da gelse iyi olurdu…” dediğimi hatırlıyorum. Bir iki yıl sonra Sanatoryuma yattı Abdurrahim ağabey..  Hastalıklar ve kazalar birbirini izledi.  Bir ara toparlandı. İşte o demlerde bir mülakat yapmıştım kendisiyle.  Şöyle: 

TÜRK’ÜN AKLI KULAĞINDADIR...  

Bir söz vardır, “Türkün aklı sonradan gelir” ya da “Türkün aklı gözündedir” derler. Buna bir de “Türkün aklı kulağındadır” demek lazım. Ben 1960’ta yazmışım Mihriban şiirini, ihtilal olmadan önce... Bir milyonun üzerinde kitabım sattı. Hiç kimse çıkıp da ya burada şu yazıyor, bu deniyor, diye dikkat etmemiş. Ne eleştirenler, ne okuyanlar, hiçbirisi... Ne zaman ki 1995’lerde filan kasete okunmuş sazla beraber, fıttırdı millet, böyle şiir mi olur, ne güzel, diye... Ya, o şiir her zaman vardı! Benim daha iyi, vurgulu şiirlerim de var, onları bilmiyorlar... Onları da bir okuyan oldu mu, herhalde farkına varırlar, diyorum. Yani kulağımızda aklımız duydu mu, tamam... 

MİHRİBAN’I KİMSEYE ANLATMADIM DAHA DA ANLATMAM 

Bir gün içime bir şey düşmüş, yazmak istemişim, yazmışım... Ha, kimdir bu Mihriban? Herkes bunu sorar... Mihriban diye bir kimse yoktur. Mihriban, sembol bir isimdir. Ha, muhatabım mı yoktu? Kesin vardı canım, olmasa bu şiir böyle çıkar mı? Olduğu için de böyle çıktı işte... Bugüne kadar kimseye anlatmadım, daha da anlatmam. Yaşayıp, yaşamadığını da bilmiyorum. Yani başımızdan geçmiş bir macera gibi bir şey, fakat vuslat olmamış, o kendi yoluna gitmiş, ben kendi yoluma... Ben onun ismini verirsem, ayıp olmaz mı bu? 



https://www.youtube.com/watch?v=R5_SaM7LpnI

KİMDİR? 

1932 yılının Nisan ayında Kahramanmaraş ili, Elbistan ilçesine bağlı Ekinözü (Cela) köyünde dünyaya geldi. Küçük yaşlarda şiire merak sardı. Bu, aileden gelme bir meraktı. Çünkü dedesi ve babası da şairdi. İlk yazdığı şiirleri 2 kitap olacak hacimde iken beğenmeyip yaktı ve 1958 yılından itibaren yazdıklarını “Hasan’a Mektuplar” ismi altında 1964 yılında 10 bin adet bastırdı. “Fedai Yayınları” arasından çıkan bu eser, kısa zamanda tükendi ve 2. baskısını yine 10 bin adet yaptı. 1958 yılında yaşadığı kasabada belediye mesul muhasibi olarak memuriyete girdi. 1981 yılı Mart ayında emekli oldu. Mücadeleci şiirlerinin çokluğu şartlardan kaynaklanmaktadır. 27 Mayıs darbesi, zinde güçler, demokrasi maskaralığı ve haksızlıklar hiciv şiirlerini besledi. 30’a yakın mahkemeye verildi, hepsinden beraat etti. Avukat tutmadı, hep kendi kendini savundu. 

İKTİDARLA BARIŞIK OLMADI 

Hiçbir iktidarla barışık olmadı. Çünkü o, insana ve İslam’a yapılanların zulüm olduğuna inanmıştı. 1985 yılından itibaren gazetecilik yaptı. Bir ara politikaya girdi ve ayrıldı. Niçin girip, niçin ayrıldığını bir röportajda şöyle cevaplandırdı: “Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için ayrıldım...” Kendi dilinden, kendi tarifi:  “Ebedi kudretin tek sahibinden alınan emir üzerine 1932 yılında dünyaya gelmişim. Çocukluğum şöyle-böyle geçti. Kıt imkânlara, kıtlık yıllarına rağmen hala o günleri özlerim. Birçok kimseye o yılları anlatsam, ‘Özlenecek neresi var?’ diyebilirler, amma ben hep çocukluk yıllarımı sevdim. Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladım. Zaten bizim oralarda her genç şiir yazar. Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor. Ben de avareydim, boşluğumu şiirle doldurmaya çalıştım. Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gittiler. Bana gelince... Sağ olsunlar, iktidarların ve muhalefetin irikıyım politikacıları, ihtilal cuntacıları, ‘bilimsel’ cüppeliler, entelektüel züppeler, milli soyguncular, sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm-işkence makineleri, adalet katleden hukukçular, dalkavuklar, pezevenkler, üçkâğıtçılar vs. hep bana yardımcı oldular. Şiir malzememi veren onlar, öfkemi bileyen onlar oldular. Yardımlarını inkâr etmiyorum, fakat teşekkür de etmiyorum... 
Dinsizlerin değil, din düşmanlarının yani İslam düşmanlarının da az yardımı olmadı. Bir bakıma dini duygularımın kuvvetlenmesine vesile oldular. En uygun zamanda yaşadığıma inanıyorum. Yardımcılarım (!) var oldukları sürece yazmaya devam edeceğim. Allah (cc) kısmet ederse...” Evli ve 3 çocuk babasıdır. 1984 Ekim ayından sonra Ankara’da ikamet etti.. 7 Haziran 2012’de vefat etti. Hayatının sonunda hiç bir siyasi kuruluş, hiçbir mesleki dernek üyesi değildi. Hakk’ın yanında olanları sözleriyle desteklese de, şahısları övmek, beğenmeyince sövmek gibi basitliği kabul etmemektedir. Yemini vardı, yazabildiği müddetçe yazmaya...  Ve şair kendisini şöyle tanıtıyordu: 

İman kaynağımdır, tevhid havuzum  
İslam’ın dışında arama beni  
Muhammed-ül Emin tek kılavuzum  
Putların peşinde arama beni. 

Hak kelam duyduğum kitap Kur’an’dır  
Başka yok! Uyduğum kitap Kur’an’dır  
Dolduğum, doyduğum kitap Kur’an’dır. 
Beşerin ‘boş’unda arama beni. 

OKU, YORUMLA ve PAYLAŞ  


http://www.vahdetgazetesi.com/kultur-sanat/bir-guzel-ulku-abdurrahim-karakoc-h82225.html


..