26 Kasım 2020 Perşembe

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 5

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 5


Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,

       Adalet Sisteminin İşleyişine Dair Algı Kalıpları..

Mahkemelerin adaleti gerçekleştireceği konusundaki inancın zayıf olması ve mahkemelere güvensizlik duyulması, büyük ölçüde adalet sisteminin işleyişinde yaşanan sorunlarla bağlantılıdır. Nitekim görüşmecilerin yukarıda aktardığımız açıklamalarında da, soyut ve genel bazı sebepler anılmış olsa bile, kanaatlerin esas itibariyle adalet sisteminin somut işleyişiyle ilgili örneklere dayandığı görülüyor. Görüşmelerin akışı içinde, söz doğrudan bu konulara geldiğinde, bu algıların, olumsuz deneyim ve tanıklıklardan veya bilgilerden beslendiği daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor.35

Adalet sisteminin işleyişi hakkında dile getirilen görüşlerden hareketle, bu algıların
işaret ettiği sorunları ve yakınmaları çeşitli başlıklar altında sınıflandırabiliriz.

I) Adalet Sisteminde Kayırmacılık ve Güç İlişkileri

Adalet sisteminin işleyişinde yaşanan sorunlar açısından, en yaygın yakınmanın,
“kayırmacılık” olduğunu söyleyebiliriz. Görüştüğümüz şahısların hemen hemen
tamamında, mahkemelerde kayırmacılığın yaygın bir durum, güç ilişkilerinin de
mahkeme kararlarını etkileyen önemli bir faktör olduğu yönünde güçlü bir algı
bulunduğunu tespit ettik. Kayırmacılık, “parası olmak”, “adamı olmak”, “arkası
olmak” gibi kavramlarla ifade edilmektedir.

Mesela Karslı bir görüşmeci, filmlerde sıkça rastlanan bir kurguyu, kendilerinin gerçek hayatta, hem de sıkça yaşadıklarını söylüyor:
Çok gördük, mesela o kadar haksız yapılan şeyler var ki, mesela adam hiç suç
işlememiş, parası olan, adamı sokuyor içeri yatıyor, kendisi [suçlu olan] ama dışarıda geziyor. Çok gördük, yani bizim köyde buralarda görüyoruz, haksızlık çok var yani. (Kars 1)
Kars’ta görüştüğümüz başka bir şahıs da, “güç ilişkileri”nin mahkeme kararları üzerinde belirleyici olduğu fikrinde:
Mahkemelerden bir karar bekleriz [...] karar [da], ağırlık hangi tarafa basıyorsa o
tarafın oluyor kararlar işte. (Kars 2)
Yine Kars’ta yaptığımız bir görüşmede, adaleti tanımlamakta zorlanan bir başka
şahıs, bunu adaletin güçle ilişkisine bağlıyor:
Adalet […] bence adaleti tanımlayamıyorum, çünkü adalet güçlünün yanında,
güçsüzün yanında [değil]. (Kars 4)
Bir diğer Karslı görüşmeci de, mahkemelerde adaletin tecelli ettiğine inanmadığını,
aynı şekilde, “güç ilişkileri”nin belirleyiciliğini gerekçe göstererek anlatıyor:
[Mahkemeler] bence adil değil, mahkemeler zengin olandan yana. Adamın varsa
mahkeme de senindir. Mahkemelerden, eşit haklar vermesini, herkese eşit davranmasını, torpille, adam kayırmayla karar vermemesini beklerim. [Mahkemelerde adaletin tecelli ettiğine] inanmıyorum, mahkemeler adamı olanın, parası olanın yeridir. Adamın, paran varsa mahkeme ona göre karar verir. 
(Kars 11)

Bursalı görüşmeci, kayırmacılık konusundaki algısını, başından geçen bir olayı örnek vererek dışa vuruyor. Bu görüşmeci, Bursa-Balıkesir yolunda kamyoncular tarafından sıkıştırılmış, bunun üzerine polise sığınmış:
Maalesef, yani yolda polise sığınıyorsunuz, polisten yardım istiyorsunuz, olayı
anlatıyorsunuz. Daha sonra olayı anlatıp, sığındığınız polis sizin hakkınızı bırakın,
hani ben korumasını beklemiyorum orada, hani tamam beni koruyamaz, orada bir
kavga şu falan, hani ben korumasını beklemiyorum ama en azından yalan ifade
verme! Ondan sonra ne oluyor? Çok enteresan bir şey, dört tane kamyoncu içeri
alındı o gece, Balıkesir savcısı telefon açtı, nöbetçi savcı gece dört buçukta serbest
bıraktı. Çok enteresan bir şey, yani demek istediğim amcasını, dayısını bulmuşlar,
etmişler. O onun arkadaşı, öbür taraftan diyelim ki siz bir iş adamısınız, belli bir
seviyede, belli bir, elinizde altmış-yetmiş tane yanınızda eleman çalışıyor, belli
bir kariyeri olan insansınız, bir suçtan dolayı içeri girdiniz ama bir savcı, hâkim
tanıdığınız yoksa nöbetçi savcı gelene kadar, nöbetçi hâkim gelene kadar bekleyeceksiniz.
Bekleyeceksiniz. Orada saat kaçta olacak, edecek yok. Ha bu demek değildir ona ayrı davranın, buna ayrı davranın, ama bakıyorsunuz, ediyorsunuz, orada mağdur durumda olan sizsiniz, davayı açan sizsiniz, adamları koyuvermiş gitmiş. Neden? Efendim Balıkesir’de savcı bilmem kim telefon etti. (Bursa 1)

Kayserili görüşmeci de, yargılama sürecinde güç ilişkilerinin rolüne dair inancını
kendi özgün ifadesiyle anlatıyor:

Atalardan bir söz vardır: “El ağzıyla çorba içilir mi hiç!” İçiliyor. Bir dakika sana
şunu söyleyeyim, şurada hangi taraf yüksek gelirse o taraf kazanıyor. Ağırlık
hangi tarafa düşerse… (Kayseri 5).

Bursalı bir görüşmecinin sözlerinde de, güç ilişkilerinin belirleyiciliğine, daha doğrusu güçlü olanın haklı çıkmasına dönük sitem var:

Ben size, mesela benim bir arkadaşım kaza yaptı, ki yüzde yüz haklıydı davasında.
Karşısındaki, derler ya ensesi kalın, arkası vardı misali, çocuk haklı olduğu konuda
haksız konuma düştü. Böyle olduğu zaman yani güveni düşünün. (Bursa 2)
Gölcüklü deprem mağduru görüşmeci, bu “arkası olma” haline atıf yaparak adalete güveni olmadığını belirtiyor. Ona göre, hakkında dava açılan bir müteahhit Yargıtay’da yakını olduğu için kurtulmuştur:

Tabii eş dost ilişkileri olduğu sürece ne olur, sizinkiler hiçti ama bizimki candı,
bizimkileri aldık, sizinkileri bitirdik. Burada böyle bir şey yapıldı. Şöyle devam etti.
Temel meselemiz işte biraz önce dedik ya eş, dost... Alıyor bunu masa başına
getiriyor. Masa başına getiriyor, işte avukatı eş dosttur, hâkimi eş dosttur, hep
eş dost ilişkileriyle gidiyor, bu kalkacak ortadan bir kere. Gerçekten eğer ki sistemin işlemesini istiyorlarsa ben her zaman şey derim, o masalar geçici derim. Ama yeter ki görevini yap, yarın o insanlarla dışarıda karşı karşıyasın, vicdanın rahat etsin. Maalesef böyle bir şey yapılmıyor, bu beni çok üzüyor. Yani işe gireceğinden tut, mahkemesinden tut hiçbir şey hakkıyla hukukuyla değil. 
(Kocaeli 1)
Kars’ta konuştuğumuz, okur-yazar olmayan altmış beş yaşındaki kadın görüşmecinin mahkeme imgesi de aynı:
[Mahkemelerde] paralılar kazanır, parasını veriyor. Sonra paralılar başarılı oluyor,
parasız da fakir de ortada kalıyor, mahkemeler öyle. (Kars 12)
Kars’taki başka görüşmelerimizde de, yargılama sürecinde “paranın rolü”ne değişik ifadelerle vurgu yapıldığına şahit olduk:
Mahkeme de yan tutabilir, nasıl [şöyle ki] adamın parası varsa, diyelim beş gün
ceza yemişsem adam parasıyla seni yatırabilir, ben hakkımı arayamıyorum. O
insanlar farklı, bizim burada şeylik yoktur, aslında laiklik yoktur. (Kars 13)
Sürekli garibanlar yenik düşüyor. (Kars 14)
Eğitimli bir görüşmeci, mahkemedeki işlerin yürüyüşünü “hal-hatır işi gibi” diye
niteliyor. Ona göre, kendisine karşı dava açtığı işvereni, mahkeme süreci öncesinde ve süreç sırasında değişik şekillerde “etkili” oluyor:

Yani mahkeme üzerinde bu işverenlerin etkisi oluyor mu?
Oluyor, oluyor mutlaka oluyor. Şimdi oldu yani.
Nasıl?
Hani şeye gidiyoruz, dosyanız kayboluyor, Çalışma Müdürlüğü’ne, Bölge Müdürlüğü’ne gidiyorsunuz dosyanız kayboluyor. Şikâyette bulunuyorsunuz, dosyanız yok. Benimki değil, ama benimle birlikte işten çıkarılan birkaç arkadaşın oldu.
Adamları var içeride, dosyanızı imha ediyorlar. Adam mahkeme sürecini bekliyor,
ne çağıran var, ne gelen var, ne giden.
Peki mahkemede nasıl etkisi oluyor işverenin?
Yani işte mahkemede nasıl etkisi oluyor: Benim normal maaşımın altında gösterildi
benim maaşım, aldığım maaşın altında gösterildi. Bu da tabii tazminatımı
etkiledi. Almam gerekenin yarısını alabildim.
Mahkeme bunu araştırmadı mı?
Araştırıp araştırmadığını bilmiyorum yani. Ben şey götürüyorum, ne derler, bordro
götürüyorum, benim maaş aldığım kartımı götürüyorum onu inceleyip incelemediklerini bilmiyorum... (Antalya 1)

Yargının işleyişinde gücün rolünü vurgulayan Diyarbakırlı bir görüşmeci, güncel bir
olayı örnekleyerek bu yöndeki algısını şu sözlerle ifade ediyor:
Ben şahit olmadım, ama farklı davranıldığını çok duyuyoruz. Bu sadece bu farklılıklardan değil. Güç meselesi de çok önemli; ekonomik ve siyasal güç. Gücü olan, mahkemeleri etkileme olanağına sahiptir. Şu boğazı kesilen kız olayı mesela:
Eğer bu işi yaptığı iddia edilen kişi G.’nun yeğeni olmasaydı, belki çoktan yakalanmıştı.
Sahipsiz, güçsüz, sıradan sokaktaki insana kanunların çok katı uygulandığını,
ama gücü olanlar için bu kanunların lastik gibi esnediğini görüyoruz,
duyuyoruz. (Diyarbakır 1)
Görüşmecinin bu sözleri, bir Latin Amerika halk deyişini hatırlatıyor ister istemez:
“Düşmana kanun uygulanır, dostlara adil davranılır.”
İşverenle yaşadığı ihtilaf sonucunda işinden olan bir emekli işçi de, dava sürecinin
sonunda, mahkemelerin nihaî olarak sermayeden yana karar verdiğine inandığını
söylüyor:
Biz... sendika değiştirdik, sonra atıldık, tazminatsız. Daha sonra mahkemeye verdik tabii biz. Hangi mahkemeye?
K. Birinci İş Mahkemesi’ne... işe iade alabilmek için. O arada bize tekrar bir mahkeme daha açıldı, Sulh Ceza Mahkemesi’nde Eskişehir’de. Size karşı mı açtılar?
Evet, işveren açtı ve imalatı engellediler, amire karşı geldiler, otobüsleri taşladılar
diye. Sulh Ceza’da mahkeme açıldı. O mahkeme sonra tam üç sene sürdü, üç
sene sonra bitti. Zaten o arada iş iadeleri de, iş iadeleri mahkemeleri de görüldü.
Şeyi bekleniyor, Ceza Mahkemesi’nin sonuçları bekleniyor, işe iade mahkemesi
için. Sulh Ceza’dan aldığımız temiz, beraat kararını biz götürdük, İş Mahkemesi’ne
götürüldü. Orada beraat ettik biz, orada beraat, yani o işverenin bize yapmış olduğu suçlamalardan ceza almadık. Ondan sonra biz dosyayı, beraat kararını falan, mahkeme kararını işe iadeye, işe iade mahkemesine gönderildi, işe iade mahkemesinde görüldü. Bu mahkemeden işe iade çıktı bize. Hep lehimize
yani. Ondan sonra, işe iade çıkınca tabii işveren Yargıtay’a şey yaptı olayı.
Yargıtay’a gitti, biz o 25. maddeden çıkarıldık, 25. madde tazminatsız çıkarma,
İş Kanunu’nun 25. maddesi tazminatsız işten çıkarma. Ondan sonra tabii biz işe
iadeyi aldık diye seviniyoruz, yani Ceza Mahkemesi’ni de kurtardık. Suçumuz
yok çünkü, hakikaten suçumuz yok. Öyle bir şey yok, yani bayağı bir iftira yani,
bayağı bir iftira var. Öbür sendikanın Yargıtay’la beraber belgeler falan dağıttılar
bizim hakkımızda, yazılar çıkarttılar, içeriye dağıttılar, biz işe iadeyi bekliyoruz
Yargıtay’dan da artık [lehimize karar bekliyoruz], çünkü her şeyim temiz çıkmışım
ben, benim suçum da yok. Tek suçum, zaten o da benim hakkım, işçi istediği
sendikaya üye olur, değil mi? Biz de bir sendika istedik, geri kalan hiçbir şey yok.
Yargıtay’dan bize 18. madde geldi, çıkışını verebilirsin. Gerekçe ne? Gerekçe bize
söylenmedi. Bana söylenen en azından [...] ben ceza almamışım, hiçbir şey yapmamışım.

Sebep? 

P.’nin on sekiz senelik işçisiyim. […] ben kendi işimi yapıyorum, işverenin şeyine koşuyorum, ödeme alamadık, günlerce fabrikadan çıkmadık biz […] Bize söylenen, Yargıtay’dan çıkan karar; siz işverenle artık muhalif oldunuz, bir arada çalışmanızın imkânı yok, ondan sonra 18. maddeyle yasal faizini ödeyerek sizin çıkışınıza karar verildi diye bir karar geldi. Böyle bir şey olabilir mi?
Olamaz bence. İşverenle bizim, bir kere ben onun işçisiyim ya, benim onunla
muhalif olma durumum var mı? Ne demek muhalif? Sanki bir partiyiz de birbirimize muhalif olduk da çatışıyoruz. Öyle bir şey yok zaten. [...] Ben [Yargıtay’ın] tarafsız karar verdiğine inanmıyorum, […] çünkü ben ceza almamışım, işe iademi almışım, ben işverenle muhalif olamam abi! Olabilir miyim? İmkânı yok! Ben şunu da kabul ediyorum; işveren çalıştırmak istemediği bir kişiyi mahkeme karar veriyor.

Zaten bunun hakkı var, veriyor kıdemini, tazminatını kapıya koyar. Kanunda
yeri var, şeyi var.

İşveren sizce nasıl müdahale etmiş olabilir Yargıtay’a?

Nasıl müdahale etmiş olabilirler? Ben diyorum, yani birebir görüşme mi yapıldı
da işverenle sendika, bizim üye olduğumuz sendika arasında birtakım bu işi gibisinden...

Böyle şüpheleriniz var yani!

Var, dedim ya! Diğer arkadaşlarla konuşun, onlar da aynı şeyi söyleyecekler. Ben
niye söylüyorum hep, hiç kimse beklemez ki öyle bir şeyi, ben beklemiyordum
yani Yargıtay’dan öyle bir karar geleceğini. Çünkü Yargıtay en son karar verecek
merci. Suçsuz gitmişsin oraya, işe iadeni de almışsın, muhalif, öyle bir şey yok
bana göre yani. Ben işverenle niye muhalif olacağım ya! Bana versin geriye işi,
ben bu saatten sonra bile giderim kendi işimde çalışayım, benim işim bitmez.
Ben onunla, işverenle kavga etmek için şey yapmıyorum, niye muhalif olayım?
Öyle bir kararı ben bir kere benimsemedim, öyle bir karar çıkmasını istemedim.
Ha esas kararı gördüm mü Yargıtay’ın? Yok. [...] Adalet değil, bana göre [bu] adalet değil. Çünkü ben mahkemeyi kazandım... Ya ben var ya, ben bizim için hiçbir şekilde ben haklı bile olsam artık bazı yerlerde karşı tarafın durumuna göre beni haksız durumu konumuna düşeceğimi biliyorum ben artık yani. Anladın mı? Ha istemiyorum öyle olsun, muhakkak herkes hakkı neyse onu bulsun. 
(Eskişehir 1)
Görüşmeler sırasında, kayırmacılığın özel bir biçimi olarak yargıda bazı işlerin “rüşvet” le yürüdüğüne ilişkin ifadelerle de karşılaştık:

Ben şöyle düşünüyorum, rüşvet yiyen hâkimler duydum ben. Ne kadar doğrudur
bilmiyorum ama duydum. Belki de şeydendir, maaşları falan az onların... O yüzdendir diye düşünüyorum. Zaten hani rüşvet olayı Türkiye’de çok fazla. (Denizli 1)

Bursalı görüşmeci de benzer kanıdadır:

Rüşvet kesinlikle yani, belli bir şekillerde kesinlikle ve kesinlikle oluyor, en büyük
şey de olay burada bozuyor... (Bursa 1)
İnsanlar, doğrudan doğruya bir olaya tanık olmasalar bile, onlarda böyle bir algının yerleşmiş olması ilginçtir. İşte bir başka örnek:
[Rüşvet] vardır, eminim buna. Görmedim, duymadım ama vardır... Mutlaka vardır.
Vardır, çünkü yani var, ben kanıtlayamam ama... Mutlaka var, ben kendi avukatımdan şüphelendim mesela. En son parayı vereceği zaman işte, bana dediğinde işte, yok taksite bağlayacaklar alacağımızı, tamam bağlasınlar dedik hani bu kadar uğraşmak istemiyorsunuz madem. Ondan sonra yok hepsini verecek ama bu kadarını deyince ben, gittim yani, ha daha ne deyim yani.
Yani avukata bir şekilde!..

Tabii canım, avukatımızı da satın alıyorlar. Ha ne olacak yani? Ben kendim mi avukatlık yapayım yani? Herkes o zaman kendi avukatlığını kendi yapsın. 
(Antalya 1)
Bir görüşmeciye göre yargı mensuplarının ücretlerinin düşüklüğü, rüşvetin geçerli
olmasında en önemli etkendir. Bu yüzden, bu görüşmeci, “rüşvet muhakkak vardır; yani olmadığını söyleyemem” demektedir. Bununla birlikte görüşmeci, “hani tanık olduğum herhangi bir olay yok” diye eklemektedir. (İstanbul 2)
Kayırmacılığın yaygın bir tutum olduğunu tespit etmekle birlikte, bir görüşmeci
bunun kültürel bir özellik olduğuna vurgu yapıyor:

Mesela bizde, yine kendi alanımla alakalı olduğu için söylüyorum, vergi ödemek
[Avrupalılarda] namus, ama bizde ne kadar vergi kaçırabiliyorsan o kadar
iyi muhasebeci olabiliyorsun. Bunun gibi bir şey. Bu net bir tanım benim adıma.
Bu böyle yani. Ya da çok iyi bir avukat seni çok kötü şartlardan yukarıya çıkartabiliyor.
Yok yalancı şahidi, başka bir şeydi, raporuydu bilmem neyiydi, yapılabiliyor.
İnsanlar sahte sağlık raporları bile alabiliyor. Bizde tanıdıklık kavramı
bitmeyecek. En basit anlamda hemşehriyiz, hemşehriysen sahip çıkarsın, sahip
çıkmak boynunun borcudur. Bizde bu kültür var, bunun da pek fazla yıkılacağına
inanmıyorum. Çünkü ne kadar kozmopolit olsan da, ne kadar modernleşsen de,
insanların kafasından bu gitmiyor. (Samsun 2)
Bazı görüşmeciler, hâkimlerin kendilerine belirli avantajlar sağlayan kesimleri kayırıp onların lehine kararlar verdiğine inandıklarını belirtmişlerdir. Bir dava sürecinde haklı olduğunu düşünen, ama karar aleyhine çıkan bir görüşmeci, bunu hâkimin karşı tarafça “satın alınmasına” bağlıyor:

Böyle adalet mi olur? Sonra beni D.’de dövmeye kalktılar. Nasıl hâkimler var ya!
Yedir parayı, işin hallolsun! (Kayseri 2)
Aynı konuya ilişkin olarak aynı yerdeki diğer görüşmeci de bu değerlendirmeye
katıldığını söylüyor:
Bu bizim M.’nin bahsettiği hâkim benimle çok uğraştı. Bizim karşıdaki restoran
beni şikâyet etmiş, haksız kazanç elde ediyor, işime engel oluyor diye. Sonra bu
hâkimi yedirdi, içirdi. Aralarından su sızmazdı. O da bana cezayı bastı. Gittim vardım yanına, siz haksızlık yapıyorsunuz diye. Haksızlık varsa, nasılsa Yargıtay’dan döner dedi bana. Yanından kovdu. Çok beddua ettim. Şimdi kanser olmuş; yanına varıp, gördün mü diyeceğim. (Kayseri 1)
Van’da görüştüğümüz kişiler, özellikle kendi bölgelerinde kayırmacılığın yaygın
olduğuna inanıyorlar:
Kayırma var, genelde yani! Bu hele hele bizim bu memlekette, Batı’yı bilmiyorum,
bu memlekette var yani. Görünüyor, gözle görünüyor. Biri mağdur olduğunda,
fakir olduğunda ya bürokraside, ya siyasette ya devlet adamı […] adamın yoksa
kesin onun aleyhine dönüşüyor. Yani adaletli davranılmıyor. (Van 3)
Adalete inanan için devletin, haksızın yanında olması gerekiyor düşüncesindeyim.
Haksızlığa uğramışsın, zulme uğramışsın, karşı taraf güçlü, bir şey yapamıyorum,
devletin benim yanımda veya vatandaşın yanında... (Van 1)
Doğrunun yanında, adaletin yanında olması gerekir. Bunu göremiyorum işte...
(Van 2)
Görüşmecilerin ifadelerinden, bu algının “halk”ta yaygın olduğu sonucu çıkmaktadır:
“Halkta var, genelde var evet. Öyle bir kanı var yani...” (Van 3)
Kayserili görüşmecilerden birinin algısı da aynıdır. Bu görüşmeci, kayırmacılığı
tanımlarken, toplumda yaygın olan “dayısı olma” metaforunu kullanıyor:
Mesela şunun dayısı mahkemede, yüksekte ise, avukatı veya savcısı, o zaman
seninki küçük değilse, bazı da maddî durumla veya şeylerden haliyle cezaevinden,
şeyden kurtulabilirsin yani! (Kayseri 4)
Vanlı görüşmecilerden birine göre, bu “dayısı olma” hali her sıradan konuya müteallik olmayıp, özellikle güçlü ile güçsüz, devletlu ile sıradan yurttaş arasındaki ihtilaflarda geçerli:
Örneğin yani sizin rakibiniz güçlüyse, karşısındaki adam güçlüyse adalet sizin
aleyhine dönmüyor kesin. Yani hep güçsüzün aleyhine dönüyor. (Van 1)
Van’daki bir başka görüşmeci, bu durumu, yargıyı da aşan bir “devletle ilişkiler
sorunu” olarak tanımlıyor ve buna ilişkin bir olay anlatıyor:
Çok önemli bir olay benim aklıma geldi. Başımızdan geçen, benim değil bir yakınımın başından geçen bir olayı anlatayım. Haksızlığa uğradığını ki, herkesin, yani bu konuda mahkemenin verdiği karar şeye aykırı, maliyenin yaptığı şey tamamen taraflı. Benim komşum, […] bir tarlası var, uzunca bir yeri var, böyle gayrimenkulü [var]. Onun bir köşesine bir ev yapmış adam. Ama köşede ev yaptığı yer köy boşluğu. Hani tarlasında değil de köy boşluğunda, yolun kenarında. Yol ile tarlası arasında kalan boşlukta bir ev yapmış. Ve o boşlukta fidan ekmişti, kavak, meyve ağaçları filan. Ağaçlar şu kalınlığa gelmişti, on-on beş yıllık ağaçlar. Bizim vatandaşlardan birisi, komşulardan gene köylülerden birisi gidiyor, […] aracılığıyla bu boşluğu Hazine’ye tapuluyorlar. Hazine’nin üzerine tapu. Hemen akabinde adam ihaleye çıkartıyor, kendisi ihaleye girip alıyor, adamın evi de içerisinde. Bu boşlukta adamın evi. […] onu alıyor, tapuyu üzerine çevirdikten sonra gönderiyor adama, yerimi boşalt. Haberimiz oldu, bana geldiler, böyle böyle bir durum var, kalktım gittim, Hazine’ye gittim, ihalenin yapıldığı yere gittim, memuruyla görüştüm.

Şimdi Hazine Kanunu’nda benim bildiğim kadarıyla, benim fazla bir bilgim
yok, bildiğim kadarıyla bir briketi dahi bir vatandaşın bir Hazine yeri arazisi içerisinde olduğu zaman ondan habersiz onu ihaleye çıkartmamaları, ona mutlaka bir tebligat göndermeleri, ihaleye girmesi için gerekir. […] Öyle bir tebligatın gitmesi lazım. Hazine’ye gittim, Hazine’deki memur bana diyor ki, biz gazeteye ilan vermişiz, onun ihalesi için ilan vermişiz, gazete ilanımız var. E dedim, sor bakayım, vatandaş da yanımda, sor bakalım, de ki gazete nedir? Sor bakayım gazetenin şeyi nedir, sana şey verebilecek mi? [...] Vay efendim işte, hayır dedim öyle değil.

Ben hakaret etmişim. Ben seni şikâyet edeceğim, dava edeceğim seni. Her tarafa
serbestsin [dedi]. Oradan çıktım Tapu’ya gittim, bir başka şey daha var; Hazine
arazisinin satışı yapıldıktan sonra bedelinin tamamı ödenmeden alıcı tarafından,
2000 TL bedel biçilmiş, 2000 TL’ye satın almış, 180 lirasını ödemiş Tapu Dairesi’ne, tapuyu devredecekmiş, adam yapmış bunu. Adamları var, gittim Tapu’ya, kadastroya, oradaki insanlarla biraz şeyimiz oldu. Oradan çıktık avukata gittik.
Karar da çıkmış, yedi-sekiz ay önce çıkmış, sonra o adamın haberi olmuş… Avukata götürdüm, avukat dedi işte bu iş 2 milyar bizden zamanın parası, iki-üç yıl evvel, 2 milyar para vereceğim, ama zamanaşımı olmuş. […] Bir karar çıkmış, ben bunu kazanırım, kesin de bir şey vermem. Vatandaş[la] çıktık, dedim ben bu avukatın parasını ben vereceğim, sen bunun takipçisi olacaksın. Bunu ben ödeyeceğim, dedim, sen savunamazsın kendini, dedim, Hazine’nin avukatı var, avukat gelip senin karşında konuştuğu zaman sen kendini savunamazsın, mutlaka onun için avukat tutmak zorunluluğu var. Tamam dedi, gitti. Benim rahmetlik amca demiş ki, zaten adalete sonsuz güveni var, zaten adalet bellidir dedi, senin hakkına tecavüz edilmiş, şikâyetçi duruma düşmüş adam, senin avukat mavukat tutmana gerek yok. Sen avukat da tutma, sen kazanacaksın. O zaman mahkemelik oluyor, bu satın alan adamı mahkemeye verdi. Bu gitti geldi, adam her şeyi kitabına uydurmuş işte. İhale usulüyle satın almışlar, tapusu yapılmış, adamı reddettiler. Reddedildi, bir yıl sonra adam bana geldi, adama da biraz kızdım, dedim, sen niye bunu böyle yaptın? (Van 2)
Güçlü ve hatırlı kişiler lehindeki kayırmacılık yanında, adalet sistemi içinde “mafya” nın bir güç alanı yarattığına, “mafya”nın adalet sisteminde önemli bir güç
odağı olduğuna inananlar da var. Örneğin Kayserili görüşmecilerden birisi, yargının “mafya tarafından yönlendirildiği” kanısında: Yönlendiriyorlar hocam bu mahkemeleri zaten...
Kim yönlendiriyor?
Şey hocam mesela […] mafya yönlendiriyor. (Kayseri 4)
Antalyalı görüşmeci de, kayırmacılıkta özellikle mafyanın ağırlığının bulunduğunu
söyleyerek, kendi başından geçen bir olayı aktarıyor:
Ben […] bir olay daha yaşadım bu son işimden ayrıldığım yerde. Savcıya gittim,
savcının, Cumhuriyet Savcısı’nın bana direkt dediği laf şu: “Türkiye’de para mafyada, mafya da iş yaparsa işte olacağı bu.”

Yani savcı sizin dava etmek istediğiniz kişileri mafya olarak görüyor ve boşu
boşuna buraya gelme diyor öyle mi?
Yani boşuna gelme diyor yani.
Savcı mı diyor?
Savcı, Cumhuriyet Savcısı... (Antalya 1)
Görüşmecilerimiz arasında, bu algıyı paylaşmayan ve mahkemeleri “en temiz kalmış kurum” olarak niteleyen de oldu. Bu görüşmeciye göre, kayırmacılık, mahkemelerden önce başlamaktadır:
Bunun aşaması zaten mahkemede bitmez. Bu kolluk kuvvetlerindeki korumayla
başlar.
Önce oradan mı başlar?
Tabii, önce orada başlar. Yani öyle bir şey olursa, mahkemede bu kesinlikle başlamaz.
(Hakkâri 1)

II) Yargılama Sürecinde Keyfîlik ve Kişisellik

Görüşmecilerin bir kısmı, yargı sürecinde görev alan aktörlerin, özellikle karar verme yetkisine sahip hâkimlerin ve süreci etkileme gücüne sahip savcıların, bir olayı değerlendirirken genel hukuk ilkelerine ve mevcut kanunların emredici hükümlerine göre değil, kendi kişisel tercih ve eğilimlerine göre hareket ettiklerinden yakınıyorlar.

Örneğin bir ilçede sigara yasağına dair kanunun yürürlüğe girmesiyle sıkıntı
yaşayacağını düşünen genç bir Orman Bölge Şefi’ne bir başka devlet görevlisi şunları rahatlıkla söyledi:
Hiç korkma, kanun çıkar ama uygulanmaz. Hele hâkim, savcı, kaymakam sigara
içiyorsa, o kanun o ilçeye hiç uğramaz. (Rize 2) İstanbullu bir görüşmeci, uygulamadaki keyfîliği ve buna dayalı güvensizliği, aslında hukuka yansımalarıyla birlikte, toplumun genel bir sorunu olarak değerlendiriyor:

[Temel problem] uygulama konusu diyebilir miyiz belki... Mesela buraya park
edilmesi yasaktır derler, oraya park edilmemesi gerekiyordur ama […] geldiği
zaman oraya her gün park edersin. (İstanbul 1)

İstanbullu bir başka görüşmeci, hâkimlerin kanunları yorumlarken kendi kişisel
değerlendirmelerini “rahatça” kullandıklarını, bunun da benzer olaylarda farklı
hükümler verilmesine yol açtığını şu sözlerle anlatıyor:

Herhangi bir yargıç diyelim ki, kendi fikirlerine göre yasayı, yasaları rahatça
yorumlayarak birbirinin zıttı kararlar verebilir. Belki her yerde bu böyledir ama...
(İstanbul 3)

Samsunlu bir görüşmeci de aynı meseleye işaret ederek, kanunların gerçek anlamının uygulama sürecinde oluştuğuna, bu süreçte de çeşitli faktörlerin rol oynadığına dikkat çekiyor:

Kanun[un] doğru konmasından çok, ona karar verenler[de], onu uygulayanlarda
bitiyor olay. Yani ne kadar sağlıklı oluyor? Mesela filmler, Amerika’daki, Avrupa’daki filmlerde mahkemeleri görüyoruz, izliyoruz. Bizde öyle bir avukat, bir
sürü avukat tanıdığım var, öyle bir savunma hazırladığını, öyle bir jüri olduğunu
bilmiyoruz, bunu görmüyoruz. Ya da bir bilirkişi raporunu hazırlayan ne kadar
bilir? Böyle bir durum da var Türkiye’de... (Samsun 2) 

Kanunlar kusursuz yapılsalar bile, asıl rolün uygulayıcılarda olduğu başka bir görüşmede de vurgulandı:
Ben zaten güvensizlik kanunlara değil yani... [Güvensizliğim] kanunlara değil,
kanunu uygulayanlara. Kanun zaten belli, herkese aynı şekilde uygulanmak
zorunda olan kanundur ama bir şekilde kişiler, uygulayıcı kişileri bir şekilde değişik
kararlar çıkartabiliyor bizde olduğu gibi. [Problem] uygulayıcılarda. (Eskişehir 1)
Kayserili görüşmecinin kendi deneyiminden hareketle keyfîlik ve kişisellik konusunda anlattıkları da çoğumuza tanıdık geliyor:
Bizim burada bir hâkim vardı, ilçede, Sulh Ceza’da. Bu bana taktı. Bana takmakla
kalmadı, bizim soyaddan kim gelirse basıyor cezayı. Bizim burası sit alanı. Çok
şikâyet olur, çok dava olur. Adam bizimle uğraşıyor. Ben de tuttum, Yüksek
Hâkimler Kurulu’na bir dilekçe yazdım, böyle böyle, bu hâkim böyle diye. Soruşturma açın hakkında dedim, olanı biteni bir bir anlattım. Oradan bana cevap
geldi. Git Danıştay’da dava aç, dava onun aleyhine sonuçlanırsa biz de hakkında
işlem yaparız diye. Ya ben nasıl gidip Ankaralara uğraşacağım. Dava açacağım
Ankara’da, sonra takip edeceğim. Öyle kaldı. (Kayseri 2)

Vanlı görüşmecilerinden biri “yargıda mutlaka keyfîlik” olduğunu düşünmekte (Van
1), diğer biri ise kesin olarak emin olmamakla birlikte şüphesini izhar etmektedir:
“Bunu ben kesin olarak vardır demiyorum, ama insan ister istemez tereddüt, şüphe içerisinde kalıyor.” (Van 2)

Gölcük’te görüştüğümüz deprem mağduru kişi de, yargılama işlemlerinin keyfî bir
şekilde yürütüldüğü düşüncesinde:

Zaten mahkeme sana istediği zaman on gün süre veriyor, istediği zaman altı ay
süre veriyor, böyle de bir hukuk... Valla bazen keyfî geliyor. Bakın ben çocuğumu
arıyorum, her mahkemenin süreci en az üç ay, dört ay atıyor. Yani bu kadar zor
mu? Bir mahkeme görülüyor, gördüğü de nedir, iki kelime söyleyip atıyor, bir
daha atıyor. Yani iki kelime için üç ay, dört ay bekliyorsunuz. (Kocaeli 1)
Bursalı görüşmeci, kendi başından geçen bir olayı anlatarak, hem bir kayırmacılığı
hem de keyfîliği örneklendiriyor:
[Her şey] tamamen hâkimlerin kendi elinde olan bir olay bana göre. Şimdi size
başka başımdan geçmiş bir olayı anlatayım. Yazar kasayı üç gün geç başlattığımdan dolayı, açılışın otuz gün içinde devreye almak gerekirmiş, ben otuz üçüncü gün devreye aldığımdan dolayı işte birinci derece kaçakçılıktan dava açıldı.
Bununla ilgili olarak beş sene içinde yapmayacağımdan dolayı, bir daha işlersem
dava görecek, öbür türlü ertelediler, para cezasına çevirdi, bir şeyler oldu. Bu
benim sabıkamda vardı, hâkim beyler tanıdıklardı, savcılar tanıdıklardı. Bir gün
çay içmeye geldiler. Böyle böyle dedim, kararı aldılar, benim sicilimden onu kaldırdılar.

Demek ki birtakım şeyler istenildiği zaman istenildiği şekilde olabiliyor.
Ama yeter ki istesinler. Bu da neye benziyor? (Bursa 1)
Aynı görüşmeci, hâkim ve savcıların keyfî davrandıklarına dair algısını, bu kez,
basından izlediği bir olayla ilişkilendirerek dile getiriyor:
Ramazan’da bir tane savcı davulla uyandı diye ya da savcının arabasını çektiler
diye memleketi ayağa kaldırıyor, o vatandaşı gece aldırtıyor, üç gün içerde tutuyor.
Öbür taraftan ne bileyim, bir adamı kasten öldürmeye çalışan adam şans
eseri kurtuluyor, şuydu buydu delil yetersizliği diyor ya da […] şahitliği şuydu
buydu, çok enteresan bir şey, suçüstü yok diyor, gören yok deniliyor. Belki o seni
öldürmeyecekti ama adamı salıyor, üç gün sonra adam öbürünü vuruyor yine!
Şahsî uygulama vardır. Adamına göre, artık adalet ne hale geldi, hani kadıdan
bulsun, şundan bulsun değil hani mahkemeden bulacağını Allah’ından bulsun
hesabında. (Bursa 1)

Bununla beraber, bu görüşmeci başından geçen olumlu bir örneği de anlatarak,
bütün hâkim ve savcıların böyle olmasını arzu ettiğini söylüyor; lakin “maalesef
hayır, herkesin öyle olduğunu sanmıyorum” diye de ekliyor:
[Genellikle] ama “yav bizim arkadaşımız, tamam yaparız, hallederiz” [deniyor].
Ee demek ki bakarız hallederiz, ben mesela bir başka bir olay yaşadım. O kadar
güzel geldi ki bana... Bir hâkim abimiz vardı, Asliye Hukuk hâkimiydi kendisi.
Daha sonra tayini çıktı. Benim evliliğimde problem vardı, evliliğimdeki problemle
ilgili, evinde yemek yiyoruz, yemek yerken konuşuyoruz yani. Evliliğimdeki
problemle ilgili olaraktan konuşuyorum, eşim iki aydan beri evde ayrı. Dedim,
abi böyle böyle, böyle böyle anlattım, anlattım. Sana, haklı olabilirsin ama öbür
tarafı dinlemeden hiçbir şey diyemem dedi. İlk baştan bana ağır geldi, neden?
Sanki ben yalan söylemişim gibi ama tamamen mesleğinin getirmiş olduğu şeydi.
Keşke hepsi karşı tarafı dinlese. (Bursa 1)

III) Davaların Uzun Sürmesi

Davaların uzun sürmesi, öteden beri kamuoyunda adaletin tecelli etmesinin önündeki en büyük engel olarak sayılmaktadır. Dolayısıyla görüşmecilerden bu konudaki saptamaları duymak şaşırtıcı olmamıştır. İşte bir örnek:
Ya […] zaman olayı işte yıpratıyor, her şeyi zaman olayı yıpratıyor yani. Bir mahkemeye gidiyorsun, ufak bir olay on günde bitecek bir olay, o adam götürüyor
tam beş yıl, bence tecelli etmiyor yani, adalet yok… (Kars 4)
Mahkemelerin adilliğine yarı yarıya inandığını belirten görüşmeci bile, davaların
uzun sürmesinin, olumlu kısımda dahi adaletin gerçekleşmesini fazla külfetli hale
getirdiği kanısında:

Yani [adalet] yüzde olarak yüzde elli-altmış tecelli ediyor diye düşünüyorum,
ama yargı süreci de çok uzun olduğu için insanlara yük yüklediğini düşünüyorum.
(Kars 10)
Eğitimli bir görüşmeci, davaların uzun sürmesindeki başlıca etkenin iş yükünün
ağırlığı olduğunu, bunun sebebinin de hâkim ve savcı sayısının yetersizliği olduğunu vurguladıktan sonra, bu durumun yol açtığı sonuçları kendi deneyiminden hareketle şöyle anlattı:
İş yükünün fazlalığı ve adalet sisteminde yeterli hâkim ve savcı sayısının bulunmaması [ortaya çıkan güvensizliklerin kaynağıdır]. Yanlış hatırlamıyorsam geçen sene Yargıtay’da bir önceki seneden devreden dosya sayısı 11 bin civarında, bu ciddi bir rakamdır. Az önce okuyordum, bir olayın Danıştay’da çözülmesi bir ilâ
yedi yıl arasında sürüyormuş, süre olarak. [Danıştay] Çok farklı konulara bakıyor.
Yargıtay açısından konuya bakacak olursak, insanlar nerede mağdur olurlar,
en fazla özgürlüklerinin kısıtlandığı durumda, yani ceza davalarında mağdur
olurlar… İşler çok yavaş ilerledi, yani ilk verilen karar yanlış bir karardı, temyize
gitti, [...] süreç tekrar başladı, yaklaşık beş yıl falan sürdü. Bir kira anlaşması...
Bizim mülkümüzde oturan şahsın kirasını ödememesi ve mülkü tahliye etmemesiyle ilgili bir konuydu. Beş yıl sürdü, çok küçük bir dava yani, ticarî, rakam olarak da yani büyük bir meblağ değil. Bugünün parasıyla 7-8 milyar bir para... Davayı 2001’de açtık, 2006’nın Kasım’ında falan sonlandı... Ne kadar uzun bir kira davası, yani mülkün tahliye edilmemesi, kiranın ödenmemesiyle ilgili tabii sıkıntılı bir süreç. Nedir, yine insan avukat aracılığıyla, kendi uğraşlarıyla bir şekilde sonuçlandırıyor olayı, ama dediğim gibi iş yükü çok fazla yani. Bir dosyaya ayrılması gereken zaman, dosyaya göre, bizim kendi hekimlik standardımız açısından söyleyeyim, bizde sistemde bir sıkıntı var, bir hastaya yirmi dakika ayırmanız gerek, ama bugün 100 hastalı bir hekimin bir hastaya yirmi dakika gibi bir zaman ayırma imkânı olamaz. Ondan dolayıdır ki, bir davaya ayrılması gereken süre, yani işte adliyelere gidiyoruz, zaman zaman savcıların çay içmeye vakti yok... Bir misafiriyle konuşacak vakti yok. Önleri dosya yığılı, bu iş yükü çok fazla ve bir insana haddinden fazla... Ne olur? Bir yerinden arıza verir veya bir şekilde bir zarara yol açar. İnsan da böyle! Yani insanın bir haddi var. İnsan da o haddi aşarsa bir dikkat dağılması, bir yanlış yorumlama, bir yanlış okuma, bir “ve”yi görmeme veya bir virgülü görmeme işleri çok değiştiriyor. [...] Geç gelen adalet de biraz tartışmalı bir kavram. Geç gelen adalet adalet midir? [...] Adaletin geç gelmesi toplumda huzursuzluk yaratır. (Samsun 1)

Antalyalı görüşmeci, işverene karşı açtığı tazminat davasının çok uzun sürmesi
nedeniyle, hak ettiği tazminat miktarının, sonunda eline geçmiş olmasına karşın,
eridiğini ve bu yüzden mağdur olduğunu anlatıyor:
Üç sene mi sürdü sizin davanız?
2005’te başladı, 2008’in Şubat’ında mı, Mart’ında bitti. Sonuçta aldığınız paranın
bir kıymeti, hiçbir kıymeti kalmadı artık. Yani kestiler hani, ben...
Peki faiz işletilmedi mi?
Faiz işletildi, ama mesela diyelim ki benim alacağım 7,5 milyar para, bana gelen
para 7 milyar. Avukatımın bana söylediği şöyle, “artık uğraşmayalım, yani bu
kadar verebiliyorlar, bunu kabul edelim, alalım”. Avukat bile böyle düşünüyor
yani.
Avukat da üzerine gitmekten vazgeçti, öyle mi?
Yok yani adam artık bıkıyor, usanıyor yani bu kadar uzun sürüyor.
Temyiz’e de gitmediniz yani...
Yok gitmedim yani ne yapayım? Üç kuruş için daha uzatmak zor doğrusunu isterseniz... (Antalya 1)

Eskişehirli görüşmeci de, benzer bir deneyim yaşadığını belirterek, mahkemenin
hükmettiği kıdem tazminatının, davanın uzun sürmesi nedeniyle eriyip gittiğini
şöyle anlattı:
İş Mahkemesi’nin sonucu bu. Kıdem tazminatını yazmış, hizmet, ben oradan
buraya geldiğim zaman oradaki şeyi, kıdem tazminatımı aldım, yani sıfırla geldim
buraya, 1999’da iş başı yaptım... [Mahkeme] kıdemleri toplamış, ihbarı da hesaplamış kararda, bunun üzerinden yasal faizleriyle beraber bu paranın üzerinden para aldık biz. 

Zaten bunun toplamı 6 küsur milyar para yapıyor, benim aldığım para 8,5 milyar.

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 4

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 4


Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,


Mahkeme izlenimini anlatan bir görüşmeci de, “fazla böyle üzerinde durmuyorlar”
diyerek üstünkörülük izlenimini vurguladı. (Kars 8)

Özellikle mahkemelerin bilirkişiye tevdi ettikleri dosyayı, bilirkişiden gelen rapor
doğrultusunda sonuçlandırdıklarına ilişkin pek çok şikâyet dile getirildi. Kayseri’nin
bir köyünde görüştüğümüz kişi, kendi köylerinde yapıp sattıkları bebekleri taklit
edip daha ucuza satanlara karşı açtıkları davanın, bilirkişi raporu doğrultusunda
aleyhlerine sonuçlandığını anlattı:
Bizim bir davamız oldu. S. bebekleri ile ilgili. Patent ofisine müracat edip S.
bebeklerinin patentini aldık köy olarak. Sonra D.’da, A.’ta bu bebekleri yapıp çok
ucuza satanları şikâyet edip savcılık aracılığıyla bebekleri toplattık. D.’daki mahkemeye itiraz ettiler. Bilirkişiye gitti mahkeme, bilirkişi bizim aleyhimize yazmış, mahkeme de öylece bizim aleyhimize karar verip toplanan bebekleri [davalılara] iade etti. (Kayseri 2)

  Mahkemelerin, bilirkişi raporlarını doğrudan karar haline getirdikleri, bunun da
kararların doğruluğuna/adilliğine gölge düşürdüğü şeklindeki algı, Kayseri’den bir
başka görüşmecimizin sözlerine şöyle yansıdı:

He ya. Hâkim hiç düşünmedi, olduğu gibi bilirkişi ne yazdıysa öyle karar verdi.
Böyle şey olur mu ya! Ben de bu sefer A.’ya itiraz ettim. Oradaki bilirkişi de lehimize karar verdi, bu sefer mahkemeden lehimize karar çıktı, iyi mi! (Kayseri 1)
Aynı davada, kendilerine haksızlık yapıldığını düşünen davacı, hâkime giderek derdini anlattığını, ama sonuç alamadığını söyledi:

Şimdi bu bebek yapanlar itiraz etmişler, bizi şikâyet etmişler bu sefer. Dava yine
bitmedi, iki senedir uğraşıyoruz. Böyle adalet olur mu ya! D.’deki hâkime vardım,
nasıl böyle karar veriyorsunuz göz göre göre dedim. Merak etme yanlışsa nasılsa
Yargıtay’dan döner, düzelir dedi. Ölme eşşeğim ölme. (Kayseri 1)

Bilirkişi süreciyle ilgili başka şikâyetler de dile getirildi. Antalya’da görüştüğümüz
eğitimli kişi, bilirkişi raporlarını mahkeme sürecini daha da uzatan bir etken olarak
nitelendirdi:

İşte mahkeme sonuçlarına bu defa bilirkişi raporları ekleniyor. Bilirkişi raporları
bir mahkeme kadar daha devam ediyor, karşı taraf itiraz ediyor... Zaman, zaman
yani başka bir şey değil. O kadar sürüncemede kalıyorsunuz. (Antalya 1)
Van’da görüştüğümüz şahıslar da benzer sorunları dile getirdiler:

Bir hâkim[in], olay anını bilmesi lazım; konunun düzenini bilmesi lazım. Avukat
yazıyor, yazıyor, dosya gidiyor önüne. O dosyaya bakarak yargılıyor. İki tarafı
dinlemiyor.

Yeterince araştırmıyor mu?

Araştırmıyor. Yeterince yok. Herhangi bir hâkimde anahtar yok, hâkim önüne
giden dosyayı inceleyip ona göre yargılıyor. Fakat yeterince incelemiyor. Denetleme gecikiyor, fazla gecikiyor biraz. O yüzden adalet tam yerini bulamıyor.
Araştırma yapmıyorlar yani bu bölgede!
Öyle gibi... Olayların derinine inebilmesi için çok iyi ve de bilinçli sizin gibi araştırmacılara ihtiyaç var, sizin gibi böyle halkın içine girip de sorunlarını anlatabilen insanlardan duyma gereği var yani. (Van 1)

Ben bir mahkemeye başvurdum, bir avukat tuttum, Telekom camiasından. Avukatın [...] benim duruşmadan sonra avukatın bana dönmesi, diyor ki, ya emsal var mıdır? Başka yerde bu davayı kazanan varsa onun kararını getirin ki ben hâkime etki edeyim. Hâkimin görevi buna karar vermek, öbür taraftaki Ahmet hâkim karar vermiş de bu taraftaki Mehmet hâkim haberi yoksa karar vermeyecek mi?

Yani bunun yargıya gitmesi gerekmiyor mu? (Van 2)

En azından kanun var, olay var. İkisi arasında bağlantıyı kurup karar vermesi
lazım. (Van 1)

Ama bizden karar istiyor. Biz ne yapıyoruz? Açıyoruz köydeki adama, o kararını
gönderiyor bize, faks çekiyor. O kararı götürüyoruz, diyor tamam. Buna göre karar verebilirsin, buna göre! Hani kanuna göre değil, emsale göre. (Van 2)
İstanbul’da görüştüğümüz gündelikçi bir kadın, kendi başına gelen bir olay üzerinden bu üstünkörülük, baştansavmacılık durumunu şu şekilde anlattı:
Hâkim iyice sorguladı mı, soruşturdu mu olanı biteni?
Olanı biteni neyse yani sordu. İlk ona sordu, o anlattı zaten gerekeni. Bana sıra
bile gelmeden, “yazıyorum, kes cezayı” dedi.
Size soru sormadı hiç öyle mi?
Sormadı bana, daha ben anlatmadan... Evet, anlatmadan hemen şey etti yani.
Sonuç sizce hakkaniyete uygun muydu?
Hayır, yani öyle değildi. Bir anlaması lazımdı yani. Benim orada zaten arada
dayağı yediğim için polis ifadem filan vardı yani. Polis bizi kurtardı zaten. Polis
olmasaydı zaten onlar bizi hep yeniyorlar. Hem beni rahatsız ediyor, hem dünyanın hakkını alıyor, doymuyor insanlar... [Mahkeme] çözmedi. Niye kavga yaptınız diye sormadı yani hâkim. Evet, çünkü kavgamızın sebebi, ben kapıya sabah gidip akşam gidiyorum deyip, kapıya ben otomatik taktırdım hatta bizim buraya da taktılar. Ben arkadaşa dedim, takarsanız dedim yani memnun olurum dedim.

Şu kadara takarım abla dedi. Adresi verdim, gitti taktı. 2-3 tanesi verdi parasını,
o ikisi vermediler parayı. Dedi, kime danıştın taktırdın dediler. Yani kavgamız
bundan oldu. Ben akşam vardım, kapıyı açtım böyle, o marketten gidiyormuş
annesiyle kızı. Benim bir kötü niyetim yoktu yani. Kapıyı şöyle tuttu, dedi ki, işte
elinde ekmek poşeti, annesi de varmış […] ben sabah gidip akşam geliyorum
dedim, uzun hikâye yani. Aşağı yukarı 7-8 sene oldu evimizi alalı. Ben senelerdir
İstanbul’dayım yani, böyle komşuluk hakkı mı olur yani? Yani onun için yani,
Allah ona hidayet versin derim. Kavgadan da kaçarım yani, kavga da istemem...
Peki, hâkimin böyle yapmasının nedeni nedir sizce?

Herhalde baştan savdı bizi.

Niye?

Bilmiyorum, yani baştan savdı. (İstanbul 4)

Kayserili bir başka görüşmeci de, aynı şekilde, ilgisizlikten ve baştan savmacı
tutumdan şikâyet etti:

Yani bunu devlet tam olarak araştırmıyor. Bu sadece varıyorsun, veriyorsun
savunmanı sen de, o da, şahitler de. Şahitler mesela ille de dinleme karşısında
değil, […] parayla, yeminli şey ediyor. Bu da araştırılmıyor. Jandarma tarafından
olsun, avukatlar tarafından olsun bu araştırılmıyor. Yani bu şeyde kanunda
bayağı bir şey var. Kanunlar doğru, ama fakat araştırmalar eksik. Yani benim
düşüncem budur yani hocam. Her şeyde araştırma; köy muhtarından, belediye
başkanından, jandarmasından, mahalle halkından hep bunları araştırması gereken
şeylerdir. Ama bunlar hiç yapılmıyor. Jandarma geliyor, olay yerini çiziyor, şu
var mı, şu var mı? Milletimiz yani hiçbir şeye girmek istemez. Alacak seni götürecek, soracak, şimdi ne soracak, sen şahit yazılsan benim şu kadar günlüğüm gidecek.

Bu adam fakir, bu adam benim paramı veremez […] Yani bu da bir eksiklik
yani. (Kayseri 5)

Bir boşanma davası sonucunda, çocuğunu görme hakkı konusunda mağdur edildiğini düşünen bir görüşmeci de, hâkimin meseleyi çok iyi incelemeyip kendisini yeterince aydınlatmadığın dan şikâyet etti:
Bana göre hâkim her şeyi açıkça söylemeliydi. Yani bu sen, sonuçta anlaşmalı bir
boşanmaydı, ama söylemeliydi bana, “senin böyle bir hakkın var, haftada bir kez
görme hakkın var.” Bunu bana söylemeliydi diye düşünüyorum.
Burada sence bir baştan savma mı var yoksa?
Bence bir baştan savma var. Zaten çok kısa sürdü mahkeme. Biraz daha incelenebilirdi...
(Denizli 1)
Antalya’da görüştüğümüz kişi, kendi dava sürecinde hâkimin tavrıyla ilgili olarak
şunları anlattı:
Her şey birbirine girmiş durumda gibi. Yani ben mesela oraya gittiğimde benim
davam görülüyor, başka bir davanın avukatı girip hâkime bir şekilde bir şeyler
soruyor. Yani orada kendi işi önemli olsa da kendi işini yürütmek için bir şey mi
yapıyor?
Hâkimin tavrı ne?
Hâkimin tavrı adamına göre değişiyor. Kimine yani, kardeşim mahkemedeyim, ne
istiyorsun tavrını takılabiliyor, ama kimine de hallederiz gibilerinden göz yumabiliyor.
İlginç bu, yani bunları gözünüzle gördünüz, öyle mi?
Tabii canım yani, iki kere gittim, ama neler neler gördüm... Yani çok uzun süre
zaten durmuyorsunuz, yani içeride hâkim hani siz buradan dolu gidiyorsunuz,
yani anlatacak çok şeyiniz var, ama üç-beş soruyla geçiştiriyorlar sizin işi.
Peki, tutanağa doğru düzgün işleniyor mu?
İşte orada konuşulanlar işleniyor. Mesela ben avukatıma sordum girmeden önce,
hani benim bordromla ilgili çift bordro işlenmiş dedim mesela, resmî evrakta
benim aldığım maaş değil de asgarî ücret gösterilmiş, avukata dedim ki bu benim
maaş kartım. Sonradan tabii işletme bunu düşünüp ispat ettiler. Yani bir, iki, üç
kere maaş aldık biz o kartla. Üçüncüsünden sonra dediler ki, yok artık bunu kullanmayın biz direkt elden vereceğiz. Sebebi de bu olayların olacağı akıllarına geldi herhalde, çift bordro olayı geldi, yapamadılar. İptal ettiler kartı. İşte ben avukata dedim ki, bu kartı biz hâkime söyleyelim, bunu araştırsınlar yani. Benim maaşım hani arkadaşlarım gelip böyle bu adam böyle maaş alıyor diyebilir. Yani yaptılar, belki o kadar inandırıcı olmadı ama benim elimde bir delil var, bunu araştırın, banka kartlarıma bakın. Ben o yıl ne kadar maaş almışım, bordromda ne kadar gösterilmiş? Bu bir kanıt ama bunu mahkeme kaale bile almadı yani, incelemedi. (Antalya 1)

Gölcüklü görüşmeci, davaların uzamasından yakınırken, bunun başlıca nedeni olarak özensizliğin ve sorumsuzluğun altını çizdi:
Her mahkemede söylenen işte şu eksikti, gelmedi, dört ay sonra. Yani adliyenin
içindeki evraklar bile gelmiyor. Bunlar biraz sorumsuzluk oluyor bence. Veyahut
da adliye Gölcük Belediyesi’ne bir yazı yazıyor, verin elden götüreyim, elden de
götürülmüyor. Dört ay, beş ay bekliyorsun. Yani aynı memleketin içinde iki adımlık
yerden, iki adım cevabını almanın her mahkemede bir üç ay, dört ay bekliyorsun.
(Kocaeli 1)
Depremde çocuğunu kaybeden ve bulunması için dava açan bu görüşmeci, yatırması gereken parayı yatırdığı halde bir sonuç alamadığını anlattı:
Tamam dedim, ben bu parayı da bulacağım, dosyayı da açtıracağım ve bu davayı
sonuna kadar götüreceğim. İşte her mahkeme şeyinde bana bir imza çıkarıyorlar,
şu dava olmadı, bu kâğıt gelmedi, bu yazı gelmedi.
Mahkeme Kalemi’nden mi? Mahkeme Heyeti’nden mi?
Artık Mahkeme Heyeti’nden çıkıyor, Mahkeme Kalemi’ni aştım, harçları yatırdım,
davaları açtım. Takip ettiğim davama bile takipsizlik verdiler. Takip ettiğim
davam, takipsizlikten dava bitti... Gittim dedim ki herhalde siz beni başkasıyla
karıştırdınız. Ben mahkeme kapılarında artık yatar oldum, sürünür oldum.

Sokaklarda çocuğumu arıyorum, siz bana takipsizlik kararı veriyorsunuz... Önce
Sulh Hukuk’taydı, sonra Asliye Ceza’ya geçti galiba. Eğer ki ben davamı takip
etmemiş bir insan olsam, o kâğıdı görmemiş olsam benim davam bitiyor, çünkü
on beş gün bir süre veriyorlar. Yani bakar mısınız on beş gün size süre veriyorlar
takipsizlik diye. Tekrar gittim, davayı tekrar açtım ben. Üç sene, pardon bir buçuk
sene devam etti, işte parayı yatırdım hukuk oldu falan. Parayı yatırdım, her şey
bitti. Ama hukuk dedi ki artık dava bizi aştı. Neden? Asliye Ceza’ya devretti. İyi
de beni niye bir buçuk-iki senedir süründürüyorsunuz? Bana ilk mahkemede şunu
deseniz; bu dava bizim davamız değil, Asliye Ceza’da dava takip edilecek, orayı
dosyayı açın deseniz. Siz bana parayı uyduruyorsunuz, her şeyi yaptırıyorsunuz,
ondan sonra dava bizi aştı diyorsunuz. Tabii ben o an çok tepkiliyim, şu an gene
biraz normalim, mahkemeleri filan birbirine kattığımdan, hâkime hanıma sitem
etmiştim siz yaşamadınız, yaşarsanız bunu anlarsınız diye. Biraz bozuldu, üzüldü,
ama hiç umurumda değildi. Ben bir evlat arıyordum, onlar benim ne aradığımın
farkında değildi. Ne suçlu arıyordum, ne suçsuz arıyordum, sadece evladımı
arıyordum ben orada. Yani yirmi yaşında bir evladını kaybediyor, ne öldüğü belli,
ne sağ olduğu belli... (Kocaeli 1)
Aynı görüşmeci, Batı hukuku ile Türkiye’deki hukuk uygulamaları arasında bir karşılaştırma yaparak, bu ülkede “insana değer verilmediği”ni, bu nedenle mahkemelerin de adil davranacaklarına inanmadığını belirtiyor:

Avrupa İnsan Hakları hakkını arıyor. Her şeyden önce seni insan yerine koyuyor.
Eğer ki ben bu davayı Avrupa’da görmüş olsaydım benim sakat kaldığımın tazminatı vardı, benim çocuğumun tazminatı vardı. Depremde ölenlere 750 milyon
fiyat biçmişler, ne kadar gülünç bir şeydir biliyor musunuz? Bizim insanlarımız 750
milyon mu ediyor? Tazminat vermişler ailelere, ben şey yapmadım. Ben dedim,
çocuğumun değerini bu parayla biçmiyorum. 750 milyon, nerede görülmüş bir
şey? Bir kaza olduğunda insanlara Avrupa’da tazminatını hiç olmazsa gerideki
acısını hafifletsin diye verebiliyorlar. Bizde böyle bir şey yok. 750 bin lira çok
gülünç bir şeydir. [İnsana bakışta] sorun var, maalesef. Yani keşke Avrupa’daki
gibi insanlarımıza değer verilebilse, onlara emek sarf edilebilse, yok bizde. Ben,
tabii ki bu davanın sonucu gene İnsan Hakları Mahkemesi’dir. Yani ölmediğim
sürece bu davayı sonuna kadar götüreceğim. Gölcük’ten de pek ayrılmayı da
düşünmedim, çünkü tamamen kalan engellilerim için buradayım. Ben gönüllü
buradayım, kimseden maaş falan aldığım yoktur, gönüllü olarak burada görev
yapıyorum. Kurucusu oldum, bugüne getirdim, daha da getireceğim inşallah ileriye.

Ama keşke ben buradaki olaylar dediğiniz gibi Avrupa’da olsa o insanların,
annesi ölmüş engellinin yüzü gülse. Neden, soruyorum. Ben aldığım üç ayda bir
640 milyon maaş, engelli maaşı alıyorum. Ve bu insan arabasına mı verecek,
sağlığına mı bakacak, tekerlekli sandalyesine mi bakacak? Bir tekerlekli sandalye
alabilmek için bir sürü bürokrasiler önümüze koyuyorlar biliyorsunuz. Depremin
sorumlusu işte bu engellilik, alın, bakın. Yani devlet şunu bile yapmadı; sakatına
sahip çıkmadı. Vereceği 140 milyon, 150 milyon engelli maaşı maaş değil. Hayatı
gitmiş, gençliği gitmiş, sakat kalmış o insan, bunun bir bedeli var. Yani o insana
hiç olmazsa şöyle iki tane odası da, düz bir yerde evini yapıp garantiye almaları
gerekirdi. Hangi adalete güveneyim ben? (Kocaeli 1)

Mahkemelerin Adilliğine Duyulan Güven.,

Mahkemelerden beklentilerin gerçekleşeceği konusundaki inançsızlığın güçlü kaynaklarından birinin, mahkemelerin adilliğine güven duyulmaması olduğu, görüşmecilerimizin anlatımlarından çıkardığımız önemli bir sonuçtur.
Gerçekten de, görüştüğümüz kişilerde, genel olarak mahkemelerin adaleti sağlayacağına dair bir güven eksikliği saptadık. Başka bir deyişle, görüşmeciler arasında mahkemelere duyulan güvensizliğin yaygın bir algı olduğunu gözledik.
Bilhassa belli ölçülerde mağdur olup, mahkeme kararının o mağduriyeti gidermediğini ya da kendisine veya yakınlarına zarar veren bir kişinin gereken cezayı almadığını düşünen kişilerde bu algı, neredeyse yerleşik bir kanaat haline gelmiştir. Kardeşi vurulan bir kişinin sözleri, bu algının tipik bir tasviri gibidir:

Adalet hiç yerini almamış ki, hep es geçerler, geleni vurur, kırar, bırakırlar hadi
gitsin derler. Yani onun öcünü almak için hiçbir şey yapmıyorlar; […] serbest. Hiç
[adalet] vermiyorlar, hiç yani! […] Ben mesela şikâyetçi düşsem hiç hakkımı vermiyorlar, hemen orada […] ezilen ben, mağdur olan ben, ama hiç hakkımı aramıyorlar.

Aynı günden, vurulan benim kardeşim, […] mağdur olan biz, hiç bize bir
şey yapmadılar. Aynı günden, o taraf kendisine işiyle gücüyle uğraştı, biz battık
gittik, hiçbir şey yapamadık. (Kars 5)

Suçsuz olduğunu belirten, buna rağmen yargılanıp ceza aldığını söyleyen bir görüşmeci de, aynı ruh halini taşıyor:

Gittim, yargılandım […] iki ay tutuklu kaldım, hiçbir suç işlemememe rağmen, kırmızı ışıkta bile hayatım boyunca geçmedim, ama yalancı şahitler beni bu duruma düşürdü. (Trabzon 1)

Bu görüşmeciye göre, “yargı yerin dibinde”dir ve mahkemede adaletin tecelli
etmesi “ancak bir şans işi”dir: “Adalet belki yüzde bir tecelli ediyordur, o da tamamen şans.”
Başka bir görüşmeci, benzer bir deneyim yaşamadığı halde, bu algıyı aynı ifadelerle dışa vuruyor. “Sizce mahkemelerde adalet tecelli ediyor mu” sorusuna, “büyük bir çoğunlukla hayır! Bazen işte şans eseri, istisna, bir-iki doğru oluyor” diye cevap veriyor. (Kars 6)

Eskişehir’de görüştüğümüz emekli işçinin ifadeleri de, kendi uğradığı “haksızlık”
karşısında adalete olan güveninin sarsıldığı yönünde:
Valla [Türkiye] hukuk devletidir diyelim diyeceğim [...] ama hukuk herkese aynı
uygulanmalı ki... Ben isterim, ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, her zaman
Türkiye Cumhuriyeti’nin şeyiyim, istediğim zaman, istediğimde yaparım, ama
büyük balık küçük balığı yutar hesabı olmasın uygulamada. Hakkı neyse hakkını
alsın, ama böyle...
İtimatsızlığınız var o zaman.
Var tabii var. Açık açık var yani. Çünkü ben kendi yaşadığım şey ortada, yani hiçbir şekilde suçsuz olduğum halde, iş iadeleri aldığım halde, ceza mahkemesi ceza görmediği halde işten çıkarılıyorsun ve 18 senelik [...] ve posta başı konumundayım, vardiyaya yerleştiriliyorum, adam çalıştırıyorum. 
Niye atılayım ki ben? (Eskişehir 1)

Elbette adalet sistemine duyulan güvensizlik, sadece mağduriyetten kaynaklanan
bir algı değildir. Aynı yaklaşımı, farklı argümanlarla paylaşan değişik çevrelerden
görüşmecilerimiz oldu.
Mesela bir görüşmeci, genel olarak “devlete güvenmediğini” belirtiyor ve devletin
bir parçası olarak algıladığı yargıya da güven duymadığını söylüyor:
Hiçbir güvenim yok yani benim devlet kurumu, “devletim” diyen hiçbir kuruma
güvenim yok.
Mahkemeleri de devlet kurumu mu sayıyorsunuz?
Evet. (Antalya 1)
Samsunlu görüşmeciye göre, adalet, eşitliği sağlaması gereken temel mekanizma
iken, gerçekte “tam tersi” oluyor. (Samsun 2) Bu görüşmecinin açıklamaları, kendisinin atıf yaptığı filmlerde veya çeşitli kitle iletişim araçlarındaki haber ve yorumlarda, en önemlisi de “günlük dil”de yaygın olan bir algıyı yansıtıyor:
[Mahkemelere] güvenilebileceğine dair de bir sürü kanıt [olmakla birlikte], güvenilemeyeceğine dair [de] bir sürü kanıt var. Mesela insanlar, atıyorum parasıyla bile mahkemelerin kararlarını değiştirebiliyorlar; hâkimi bağlayabiliyorsun, böyle filmler var mesela, hâkimi bağlarız, avukatı ayarlarız, yok işte bir yalancı şahit buluruz, işte bu tarz terimlerin dilimizde olması, mahkemeler in güvenilir olmadığını bence buradan anlayabiliyoruz. Dil, yaşadıklarımızı yansıtan bir şey olduğuna göre, bunların güvenilir olmadığını anlayabiliyoruz. İnsanlar çok büyük suçlardan yara almadan kurtulabiliyorlar, ama bunun yanı sıra suçsuz insanlar yıllarca cezaevlerinde yatabiliyorlar ve bunun karşısında insanlara sadece “pardon” denilebiliyor; yani bunun birçok örneğini biliyoruz, filmlerde de biliyoruz, hiç de zor bir şey değil. (Samsun 2)
Yüksekokul öğrencisi bu görüşmeci, yetkin bir hukukçu tavrıyla, bu algıyı destekleyen örnekler sıralamaya devam ediyor:
Bunun gibi bir sürü örnek var. Göz hapsini uzatabiliyorlar, bir hafta sürüyor, on
beş gün, yirmi gün, gerektiği zaman, çok eski tarihlerde bunu yapmışlar, bundan
on sene, yirmi sene önce, doksan güne kadar göz hapsi çıkarmışlar; oysa yasada
böyle bir şey yok, ne kadar güvenilebilir ne kadar güvenilmez! Böyle bir şeyi çekip
çeviren bir insan[ın], yapının mahkemesine ne kadar güvenilir? Yani bilmiyorum,
ben pek fazla güvenmiyorum. (Samsun 2)
Yargı sistemindeki kayırmacılığı, mahkemelerin adil olmamasının temel sebebi
sayan bir görüşmecimizin açıklamaları da şöyle: “Bence adil değil, mahkemeler
zengin olandan yana. Adamın varsa mahkeme de senindir. (Kars 11)
Hiç mahkeme deneyimi yaşamamış genç bir insanın, böyle bir algıya sahip olması
düşündürücüdür.
Gölcük’te görüştüğümüz deprem mağduru kişi, özellikle müteahhitlere karşı açılan
davalarda ortaya çıkan sonuçlar karşısında adalete güveninin tamamen sarsıldığını
söyledi. Özellikle pek çok müteahhidin “zamanaşımı” gerekçesiyle cezadan kurtulması, ama sadece bir kişinin ceza alması onun adalet duygusunu zedelemiş:
Zamanaşımına uğradı ve işin kötüsü de arada bir tane insan zamanaşımından üç
gün önce içeri alındı. Neden öbürleri alınmıyor da bir kişi alınıyor. Çünkü onun
şeyinde kalan Yargıtay’dan biriydi. Arkasında Yargıtay vardı. Zamanaşımına
uğrayacağını bildiği için dosyaları çabucak ayrı insanlarda Belediye Başkanı’nı
içeri aldılar yani. İhsaniye Belediye Başkanı’nı biliyorsunuz, gerçekten eğer ki o
adamın yaptığı bina yıkılsaydı bunun için. Gölcük’te ben bu konuda tepkiliyimdir,
bütün müteahhitler, belediyeciler falan. Ama o adamın yaptığı bina yıkılmadı.
Yanındaki bina gelip ona vurdu, sadece alt katını indirdi, üst katları bütün kaldı,
ama yandaki bina gelip vurdu. Yani orada o adamın hiçbir suçu yokken Yargıtay’da
davayı, yani ölenin yakını Yargıtay’da olduğu için. Peki, seninki candı da
bizim ki can değil miydi? (Kocaeli 1)
Bu ifadelerde, adaletsizliğin kayırmacılıkla ilişkilendirildiğini açıkça görmek mümkün.
Ancak, güçlü olanların mahkemeleri yanıltma gücünü adaletin tecelli etmesinin
önündeki başlıca engel olarak değerlendiren görüşleri de, sonuçta aynı algıyı
besleyen benzer bir kaynak sayabiliriz:
[Mahkemeler] yerine göre, adil de olabiliyor olmayabiliyor da, çünkü bazı insanların […] zengin olduğu için ya da bazı mafya gibi, yani örnek vereyim dört-beş arkadaşı var, adamı var şahit gösteriyor bir insanın sırtına yükleniyor, o insanlar artık ona inandığı için bir kişi tek kalıyor, artık hiç kimsesi yok, şahidi yok, bir kimsesi yok onun için adil olmuyor yani, genelde adil olmuyor. (Kars 14)
İstanbullu görüşmecilerden birisi de, “adaletin tesis edileceğine inancın olmamasını” bu tür ilişkilere bağlıyor:

Evet, herhangi bir davada kolayca görebilirsiniz ya da adliyeye gittiğinizde de
işlerin nasıl yürüdüğünü gördüğünüzde de fark edebilirsiniz. Öyle bir inanç eksik33
liği var. İşte bir sürü yasadışı iş yapan insanın ortalıkta rahatça gezebildiğini
görmek çok kolay. (İstanbul 3)

Aynı görüşmecinin, darbelerin hukukun inandırıcılığına olumsuz etki yaptığını aynı
bağlamda belirtmesi, gerçekten ilgi çekici, hatta zihin açıcı:
Daha genelde, hani bütün bu hukuk denilen şeyin tamamıyla ortadan kaldırılıp,
işte darbe marbe gibi şeylerle yok edilebildiğini görmek çok kolay. Sık sık oluyor
hani. Bir ülkenin tarihi için çok sık oluyor. O yüzden, tabii ki bir hukuk sistemi var,
yani bir sürü insan çalışıyor falan filan, bir sürü iş görülüyor ama onların ne kadar
sağlıklı olduğu konusunda birinin şu kadar hani [inancı yok]. (İstanbul 3)
Diyarbakırlı bir görüşmeci de yargının düzgün işlediğine inanmıyor. Ona göre, bunun temel nedeni kanunların herkese eşit uygulanmaması:
[Yargı] kesinlikle düzgün işlemiyor. Hakkaniyete uygun karar verilmiyor. [Adalet]
kanunların herkese eşit uygulanmasıdır. Ama Türkiye’de kanunların herkese eşit
bir şekilde uygulandığını söyleyecek tek bir kişinin bile olduğuna inanmıyorum.
(Diyarbakır 1)
Mahkemelerin adil olmadığı algısını paylaşan çok sayıda görüşmecimiz arasında
(örneğin Trabzon 1, Kars 15, Kars 17, Kars 18, Erzurum 2, Nusaybin 1), çekinceyle başladığı konuşmasını kesin bir kanaatle bitiren bir görüşmeciyle aramızda geçen kısa diyalog ilginçtir. Bu görüşmecimize göre, mahkemeler “yeterince adil değil”dir.
(Kars 8) Ancak, bir sonraki soruda, aynı görüşmeci bu “yeterince değil” ifadesini “hiç adil değil” ile değiştirmiştir.
Bazı görüşmecilerden, mahkemelerin adil olduğuna ilişkin doğrudan cevaplar da
aldık. Bu cevapların bir kısmı, ayrıntılı temellendirmelere sahip. Örneğin Samsunlu
eğitimli görüşmeci, mahkemelerin adil olduğunu, muhtemel hataların işin doğasından kaynaklandığını, fakat bunların sistem içinde düzeltilmesini sağlayacak yollar bulunduğunu düşünüyor:

Mahkemelerin adil olduğuna inanıyorum, yalnız şöyle bir şey var: Sonuçta karar
veren insanlar da, iddia makamı savcı, karar makamı hâkim, savunma makamı
avukat, sonuçta bunlar da insanlardan oluşuyorlar; sonuçta insan beşer şaşar
diye bir söz vardır. Bunların da hata yapabilme olasılığı mutlaka var; fakat bu
düzenimiz içerisinde, her kararı bir üst makama kontrol ettirme imkânı da tanınmış bize. Nedir? Siz bir ceza davasında memnun kalmazsınız, işte Yargıtay’da
temyiz yolunuz var, Yargıtay’a gidersiniz. Ha, oradan çıkan sonuçtan da tatmin
olmazsanız, nedir mesela? Bizim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiş yolumuz açık ve bizim kanunlarımızın üzerinde olduğu da Anayasamız tarafından da garanti altına alınmış durumda. Yani bir yer hata yaptı, hadi ikinci yer de hata
yaptı, üçüncü yerin de hata yapacağı kanısında değilim. O yüzden hata mutlaka
olabilir, adil olmaları konusunda, adil olduklarına inanıyorum... Aynı şekilde idarî
konularda Danıştay var, Bölge İdare Mahkemeleri var... (Samsun 1)

Bu görüşmeci, insan etkenine vurgu yapmakla birlikte, hatanın bir yerden mutlaka
döneceğine ve yargı mekanizmasının böyle emniyet subaplarıyla donatılmış olduğuna inanıyor.
Bazı olumlu cevaplar ise açıklamasız ve kestirmedir (Örneğin Kars 2, Kars 7, Kars 13: “Adil”!). Ancak bu tür cevaplar veren kişilerin çoğu, görüşmenin seyri içinde, aslında mahkemelerin adilliğine dair kesin bir inanca sahip olmadıklarını gösteren ifadeler kullanmıştır. Mesela bir görüşmeci, “sizce mahkemelerde adalet tecelli ediyor mu” şeklindeki soru üzerine şu açıklamayı yapıyor:

Diyorum ya, ağırlık nereyse ora işte şey yapıyor hak ediyor yani […] kim biraz
torpil, rüşvet bir şey yapıyorsa o şey yapıyor, o birisi de mağdur durumda kalıyor
işte. (Kars 2)
Mahkemelerin uygulamaları konusunda, fikirlerini ikircikli ifadelerle aktaran başka
görüşmeciler de oldu:
Mahkemeler, vallahi bana göre biraz adil, biraz adil değil. (Kars 4)
Zaman zaman adil olduğunu, zaman zaman olmadığını görüyoruz. (İstanbul 3)
Her zaman değil! (Erzurum 2)
Mahkemelerin adilliğini yüzdelerle ölçen görüşmecilerin anlatımları, bize ilginç
geldi. Mesela Bursalı görüşmeci, bir oranlama yapıyor; ancak, biraz insaflı davranarak, adil kararların oranının adil olmayanlara göre daha yüksek olduğunu söylüyor: Şeriatın kestiği parmak kanamaz, hâkimin verdiği karara herkes saygı duymak zorunda. Tabii ki bunlar kendi kararlarıdır, kendileri veriyorlar. [Ama] valla yüzde altmışı [adil karar] verse yüzde kırkının verdiğini zannetmiyorum. (Bursa 2)
Vanlı bir görüşmeci ise, haklı olduğu davalarda, kararın kendi lehine çıkma ihtimalini çok daha düşük görüyor:

Yani […] mahkemeye gittiğimiz zaman, bir kere yüzde yetmiş-seksen biz o mahkemede haksız çıkacağımız kanısına varıyoruz.
Daha baştan mı?
Daha başta! Çünkü bu mahkemede kesinlikle haksız çıkacağız. (Van 1)



***