3 Ekim 2019 Perşembe

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 4

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 4


2.1.2. İspanya’nın Yaptığı Düzenlemeler 

İspanya terörle mücadele alanında dünyanın en tecrübeli ülkelerinden biridir. Uzun yıllar ayrılıkçı terör örgütü “ Euzkadi Ta Askatasuna” (ETA, Bask Anayurdu ve Özgürlük) ile mücadele eden İspanya, 11 Eylül saldırıları sonrası ABD’nin en yakın müttefiklerinden biri olmuş ve küresel terörle savaşta etkin rol almıştır. Ayrıca 2004 yılında gerçekleşen Madrid terörist saldırıları ile de El-Kaide terörünü yakından yaşamıştır334. Bu sebeple İspanya’nın 11 Eylül saldırıları sonrası terörle mücadele adına ortaya koyduğu eylemleri incelerken, İspanya’nın terörle mücadele kültürüne ve tecrübesine değinmek yerinde olacaktır. 

2.1.2.1. İspanya’nın Terörle Mücadele Tecrübesi 

İspanya, özellikle coğrafi konumunun bir sonucu olarak, tarih boyunca, farklı krallıkların ve etnik grupların bir coğrafya özelliği göstermiştir. Bask dilini 
konuştukları ve aynı isimli bölgede yaşadıkları için Basklar olarak anılan insanlar, İspanya’daki bu etnik gruplardan önemli bir tanesini oluşturmaktadır. 

Bask sorunu, Basklıların dil, kültür ve köken itibarı ile İspanya’nın geneline hakim olan dokudan farklı olduğu tezi üzerine kuruludur. Basklar İspanya’daki etnik gruplar içerisinde Latin kökenli olmayan tek gruptur. Diğer etnik gruplara göre, sayıları daha az olan, kendi dillerini en az bilen grup olmalarına rağmen, Basklıların gösterdiği ayrılıkçı eğilimler daha çok öne çıkmıştır. Bu ayrılıkçı eğilim ise; Bask bölgesinin en önemli iki sanayi şehri Bilbao ve San Sebastian şehirlerinde geniş taban bulacak olan, bağımsız bir Bask Devleti kurmak amacı taşıyan, ETA adlı terör örgütünün 1959 tarihinde kurulmasına sebep olacaktır. 335 

2.1.2.1.1. Bask Sorunu ve ETA’nın Kuruluşu 

Bask bölgesi 1812 yılında kabul edilen merkeziyetçi anayasaya kadar otonom bölge olma özelliğini sürdürmüş, fakat yeni anayasa ile bu otonom özellik 
yavaşça merkeziyetçiliğin lehine değişmeye başlamıştır. 1876 tarihine gelindiğinde ise Bask bölgesine verilen ayrıcalıklar tamamen kaldırılmıştır. 
Bu gelişmeleri takiben kurulan Bask Milliyetçi Partisi, bu bölgede ayrıcalıklar elde etmek yolunda bazı mesafeler kazanmıştır. 1936 yılında başlayan iç savaş sırasında ise otonom bir Bask Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Fakat bu hükümet 8 ay kadar yaşayabilmiştir. General Franco’nun emrindeki güçler henüz iç savaş sürerken Bilbao şehrini işgal ederek Bask bölgesini tamamen kontrol altına almıştır336. Cumhuriyetçiler ve milliyetçiler arasında gerçekleşen ve temelinde etnik veya kültürel çatışmalar değil, yönetim sistemi üzerindeki anlaşmazlıklar bulunan337 iç savaşın sonrasında ülke yönetimine iç savaşın galibi konumundaki milliyetçi General Franco el koymuştur. Franco 1939 – 1975 yılları arasında ülkesini faşist bir diktatörlükle yönetmiştir. Bu dönemde devlet merkeziyetçi bir yapı oluşturulmuş ve bölgeselcilik ve özerklik gibi yaklaşımlar terk edilmiştir. İç savaş sonrasında ise başta Bask Milliyetçi Partisi yöneticileri başta olmak üzere, Bask milliyetçiliğini savunan merkez kadrolar İspanya dışına sürülmüştür338. Franco yönetiminin amacı Bask milliyetçiliğini büyümeden bastırmak olmuştur. Bu sebeple Bask dili Bask bölgesinde yasaklanmış, Bask milliyetçilerinin mallarına el konulmuş ve bazı Basklılar faili meçhul cinayetlere kurban gitmişlerdir339. Franco rejimi, tüm otonom yönetimleri yasaklamış, liderlerini sürgüne göndermiş, hapsetmiş veya idam ettirmiştir. Tüm bölgesel semboller, bayraklar ve tüm kamu alanları ile eğitimde otonom bölge dillerinin kullanılması yasaklanmış ve milliyetçi istekler hiçbir zaman düzenli ve sistematik bir şekilde ifade edilme imkanı bulamamıştır. Bu dönemde görüldüğü üzere bölgesel milliyetçi taleplere tamamen baskı ile karşılık verilmiştir 340. 

Franco rejimi, Bask Bölgesi üzerindeki baskılarını arttırdığı oranda Basklılar arasında milliyetçi – ayrılıkçı isteklerin körüklenmesine yol açmıştır. 
Franco yönetimi bölgesel, kültürel, eğitim ve dil üzerinde baskılarını arttırmıştır. Bask ayrılıkçıları, Franco’nun aşırı merkeziyetçi ve baskıcı tutumuna bir tepki olarak (özellikle genç militanlar tarafından) Bask Milliyetçi Partisi’nin yumuşak tutumuna karşı tavır almışlardır. Amaçlarının Bask bölgesinin bağımsızlığı ve Fransa daki Bask bölgesiyle bütünleşmek olduğunu açıklayan bir grup, bu amaçlarına ulaşmanın tek yolunun silahlı mücadeleden geçtiğini vurgulamıştır. Bu görüşler doğrultusunda ise 31 Temmuz 1959 tarihinde ETA adı altında bir örgüt kurulmuştur 341. 

ETA temel argümanını Bask bölgesinin, İspanya’nın bir kolonisi olduğu ve bölgenin ekonomik, siyasal, kültürel olarak sömürüldüğü üzerine kurmuştur. 
Bu sömürüyü def ederek bağımsızlığa ulaşma yönündeki stratejisini ise; İspanyol polisi, askeri ve sivil muhafızlara karşı silahlı mücadeleyi başlatarak, güvenlik güçlerinin bu durum karşısında harekete geçerek Bask bölgesinde baskıları arttırması; böylece Basklıların da doğacak duruma tepki göstermesi ile ETA’ya üye katılımı, maddi ve manevi destek artması ve tüm bu olayların sonucu olarak da Madrid’in yükselen Bask muhalefetine karşı direnemeyerek Bask bölgesini terk etmesidir 342. 

1960’lı yıllarda bu strateji ile bir çok eylem teşebbüsünde bulunan ETA’nın ilk ciddi eylem süreci 1968 yılında örgüt mensuplarının aracını durduran bir trafik polisinin öldürülmesi ile başlamıştır. Bu saldırı sonrası polisin yaptığı operasyon sonucu bir örgüt mensubu öldürülmüş, akabinde ise bir polis şefi ETA tarafından evinde vurularak öldürülmüştür 343. Bu eylem zinciri ile ETA şiddeti bir araç olarak kullanmaya başlamış ve zincirleme şekilde şiddet eylemleri ve bunlara karşı alınan tedbirler birbirlerini takip etmişlerdir. 

ETA’nın şiddet eylemleri süresince toplam 2367 kişi yaralanmış, 817 kişi hayatını kaybetmiş ve toplam 3426 terör saldırısı düzenlenmiştir. Buna ek olarak, 
ETA’nın gençlik kollarınca 3761 kez sokaklarda şiddet eylemlerinde bulunulmuş tur 344. İspanyol yönetiminin ise bu terörist saldırıları farklı dönemlerde farklı şekillerde olmuştur. Özellikle Franco yönetimi esnasında sert ve tepkisel bir süreç ile yürütülen mücadele stratejileri, anayasal monarşiye geçişle yerini daha demokratik ve insancıl yöntemlere bırakmıştır. Franco döneminin biterek, anayasal monarşiye geçilmesi ile bölgesel haklar tekrar özgürlük kazanmış fakat bu durum ETA’nın faaliyetlerini azaltmadığı gibi arttırmıştır. Bu sebeple İspanyol hükümetleri çok zorlu bir terörle mücadele deneyiminden geçmişler ve sık sık sabırları ETA’nın gerçekleştirdiği eylemlerle sınanmıştır. 

2.1.2.1.2. İspanya’nın Terörle Mücadele Stratejisi 

İspanya 1968 yılında tanıştığı ayrılıkçı terörizm ile hem diktatörlük hem de demokrasi döneminde mücadele etmiştir. Diktatörlük döneminde General 
Franco’nun bölgesel milliyetçi hareketlere karşı büyümeden başının ezilmesi anlayışına karşı; demokratik düzende haklara saygı çerçevesinde geliştirilen bir 
anlayış hakim olmuştur. Bu sebeple İspanya’nın terörle mücadele stratejisi bir birinden çok farklı iki anlayışla şekillendiği için, bu bölüm iki farklı başlık altında 
incelenecektir. 

2.1.2.1.2.1. Franco Dönemi,

Franco dönemi, iç savaşın General Franco önderliğindeki milliyetçilerle kazanılmasından, General Franco’nun ölümüne kadar olan 1939 – 1975 yılları arasını ifade etmektedir. Bu dönemde iç savaş sırasında karşı tarafta yer alan Katalanlar ve Basklar “ulusal hainlik” suçlanmışlar; 1955 yılında çıkartılan bir yasa ile de bütün yerel birimler üzerinde çok sıkı merkeziyetçi bir yapı kurulmuştur. Tüm Bask eyaletlerinin ekonomik ve idari otonomileri kaldırılmış ve Baskça yasaklanmıştır 345. Fakat uygulanan bu baskılar, fikirleri yok etmemiş dahası sistemli şiddete dönüşen bir ivme kazanmıştır 346. 

1968 yılında ETA tarafından ilk şiddet eylemine başvurulmasına ise yönetim bölgede olağanüstü hal ilanı ile karşılık vermiştir. Meydana gelen bu ilk eylemin ardından onlarca tutuklama meydana gelmiştir. Basklılarında bu duruma daha fazla eylemle karşılık vermesi ise İspanyol yönetimini kısır bir döngüye 
sürüklemiş, örgüt üyelerine karşı büyük bir tutuklama kampanyası başlatılmıştır. Bu uygulamalar, örgüt adına eylemde bulunmamış, örgütle doğrudan irtibatı olmayan ancak örgüte karşı sempati duyan yüzlerce insanı da kapsamıştır 347. 

Franco döneminde, yıpranmaması için, orduya direkt olarak terörle mücadele konusunda öne çıkmalarını sağlayacak çok aktif görevler verilmemiş348 
olmasına karşılık; iç güvenliği yöneten “Guardia Civil” ve polis teşkilatı bu dönemde orduya bağlı olarak çalışmış ve yöneticileri de ordu içerisinden seçilmiştir. Dolayısıyla Franco rejimi süresince teröristlere karşı polis kurumu adı altında askeri önlem ve uygulamalar ile cevap verilmiştir349. 

Ceza adalet sistemi de bu dönemde baskı üzerine kurulmuştur. Terör ve terörist tanımının kanunlarda geniş tanımlarının bulunması, örgüte sadece sempatizan 
düzeyinde yakınlığı bulunan kişilerinde terörist olarak algılanmasına sebep olmuş, hiçbir suç isnadı olmaksızın uzun gözaltılar yapılmıştır. Ayrıca pek çok ETA örgüt üyesi idamla yargılanmış, bazıları özellikle dış baskılardan dolayı idam edilmezken, birçoğu Franco’nun onayı ile idam edilmiştir. Franco yönetiminin güvenlik tedbirlerinin daha da arttırması ile birlikte ise ETA’nın karşı silahlı saldırıları artmıştır. Özellikle 1970 sonrası dönemde eylem sayısı bir hayli fazladır350. Franco rejiminin bölgesel taleplere olan baskısı, doğal olarak terör saldırıları neticesinde daha da artmıştır. Bu dönemde terör olaylarına karşı tepkisel yaklaşılmış ve ETA’nın terör stratejisine katkıda bulunulmuştur. Nitekim ETA’nın terör stratejisi çatışma sarmalından oluşmaktadır ki bu strateji eylemin baskıyı arttırmasını ve bu artan baskının da ezilenlerin bilinçlenmesini sağlamasından oluşmaktadır. Sarmalın her dönüşünde de eylemin şiddetinin artması da doğal bir sonuçtur 351. 

Tüm bunlardan öte; Franco döneminde Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) tarafından oluşturulan raporlarda, İspanya’nın “Bask milliyetçiliğine sistematik 
işkence yaptığı” tespit edilmiştir 352. 

2.1.2.1.2.2. Demokrasi Dönemi 

20 kasım 1975’te Franco’nun ölümünden iki yıl sonra demokratik seçimler yapılmış ve otoriter bir rejimden anayasal monarşiye geçiş yaşanmıştır. İspanya’nın demokratik bir ülke olarak küresel terörizme karşı geliştirmiş olduğu 21. Yüzyıl perspektifinin temelleri, bu geçiş süreci ile birlikte yaşanmıştır 353. 

İspanya, 1978 Anayasası ile otonom bölgelerden oluşan bir devlet haline getirilmiştir354. 1979 yılının Ekim ayında yapılan bir referandum ile de; ülkü 
bütünlüğü ve milliyetlerin özerkliği gözetilmek kaydıyla oluşan yeni otonom yapı kabul edilmiştir. Bask bölgesi de bu bölgelerden birisi olmuştur. Her bölge, o 
bölgeye ilişkin kanunları yapan ayrı bir parlamentoya sahip kılınmıştır. Merkezi yönetim dış politika, savunma, yargı ve ekonominin genel yönetimi konularını kendi üzerine almış; bunun dışında kalan alanlardaki yetkiler, özel kanunlarla bölgelere devredilmiştir. Merkezi yönetime de, yerel parlamentoların çıkarmış olduğu kanunları değiştirme yetkisi tanınmıştır 355. 

Bask bölgesi bu yeniliklerden diğer bölgelere nazaran daha fazla faydalanmış ve kendi polis teşkilatını dahi kurabilmiştir 356. Yeni anayasa çerçevesinde, Bask bölgesinde resmi dairelerde İspanyol bayrağının yanı sıra Bask bayrağının kullanılması; İspanyolcanın yanı sıra Bask dilinin de resmi dil olması; 
Bask dilinde eğitim, öğretim ve radyo – televizyon yayınlarının yapılması imkanı tanınmıştır. Bölgeler mali özerkliğe sahip kılınmış; vergilerin toplanması ve 
dağıtılması merkezi yönetime bırakılmakla birlikte, gelir ve kurumlar vergisi dışında kalan vergilerin kullanımı bölgesel yönetimlere bırakılmıştır 357. 

Fakat yeni anayasayla getirilen bu değişiklikler de Bask bölgesindeki terör sorununun çözümüne yetmemiş, ETA ve 1978 yılında ETA’nın legal faaliyet alanı 
olarak kurulan Herri Batasuna Partisi (HB), tam bağımsızlıktan taviz verilmeyeceği ni açıklamıştır. ETA 1980 yılının Eylül – Ekim – Kasım aylarında 36 kişiyi öldürerek o güne kadar olan şiddet eylemlerinde rekor kırmıştır358. 1978 – 1980 arasındaki anayasa hazırlama ve yerel parlamentolara geçiş döneminde ise toplam 280 insanın ölümüne neden olmuştur 359. Görüldüğü gibi terörizmle mücadelede hak ve özgürlük artırımı terörizmle mücadelede yardımcı etmenlerin başında gelse de tek başına hiçbir şey ifade etmemektedir. Terörizmle mücadele birçok etmenin bir araya gelmesi ile başarıya ulaşmakta ve bunların başında da sosyal alanda adil bir yönetimin ve düzenin oluşması, demokrasi ve temel özgürlüklerin herkesçe eşit kullanılması gibi fırsat ve onur eşitliğine dayalı bazı somut adımların atılmış olması ve bunların halk tarafından içselleştirilerek, desteğinin sağlanması gerekmektedir. Bunun içinde azımsanmayacak ölçüde zorlu bir sürecin geçmesi ve halkın bu süreç içerisinde ikna olması gerekmekte dir. İspanya da 1978 anayasası ile bu sürecin başlangıcı için büyük bir adım atmış ve doğal olarak bu adım terörü durdurmaya yetmemiştir. Fakat İspanyol hükümetleri diğer adımlarda da iyileştirmeler yaparak topyekun şekilde teröre karşı durabilmek için düzenlemeler yapmaktan vazgeçmemiştir. 

Terörle mücadele organizasyonunun demokratikleşerek etkin bir hal alabilmesi için İspanya’da öncelikle polis teşkilatı içerisinde düzenlemelere gidilmiştir. Bunun için polis teşkilatı içerisinde bulunan askeri yapılanma ve özelliklere son verilmiştir. Yasal olarak orduya bağlı olan polis teşkilatı İçişleri Bakanlığı’na bağlanarak sivilleştirilmiş, eskiden askerlerden oluşan üst düzey yönetici kademesi tasfiye edilerek sivillerden meydana gelen bir üst düzey yönetim kademesi oluşturulmuştur 360. Buna ek olarak Terörle Mücadele Merkezi Komitesi, Polis Özel Harekat Birimi ve Jandarma Teşkilatına bağlı 
Özel Terörle Mücadele Birimleri oluşturulmuştur. İlerleyen dönemlerde ise Jandarma teşkilatı da İçişleri Bakanlığına bağlanmış ve üst yönetimi sivilleştirilmiş tir. Özellikle terörle mücadele eden polis ve jandarma birimlerine özel eğitimler verilerek terörist ile etkin mücadele sağlanması amaçlanmıştır. 
Bu birimlere hizmet verdikleri halkın tarihi ve kültürel özellikleri ile mücadele ettikleri terör örgütünün ideolojisi ve halkla bağlantıları konusunda, yoğun bir 
eğitim verilmiş ve özellikle güvenlik güçlerinin sempatizan - militan ayrımı yapması ve bunlara faklı yaklaşması üzerinde durulmuştur 361. 

Bu dönemde terörle mücadele birimlerinin yetki ve kapasiteleri de arttırılmıştır. Terör suçunun kapsamı daraltılmış ve dolayısıyla gerçekten terör suçuna karışmamış kişilere karşı suiistimal ve hak ihlalleri önlenmiştir 362. Terörizm suçları “olağanüstü” suçlar kapsamından çıkartılarak “örgütlü” suçlar kapsamına 
alınmıştır. Yargılamada ise “olağan mahkeme” ve “doğal hakim” ilkesi geçerli kılınmıştır 363. Ayrıca 10 gün olan gözaltı süresi ilerleyen dönemle kısıtlanarak 4 güne indirilmiştir. Ayrıca İspanyol Ceza Yasası’na eklenen bir madde ile örgüt mensuplarının silahlı mücadeleyi reddetmeleri akabinde serbest bırakılmalarını ve sürgünden dönmelerini öngören bir düzenleme getirilmiş ve silahı mücadeleyi reddeden örgüt mensuplarının topluma kazandırılması sağlanmıştır 364. 

İspanya bu dönemde aldığı adli ve polisiye tedbirleri siyasi, ekonomik ve sosyal alan faaliyetleri ile de desteklemiştir. Tüm bu tedbirlerin eş zamanlı olarak 
yürütülmesini ve uygulanması için çeşitli planlar devreye sokulmuştur. İspanya’nın yapmış olduğu bu başarılı girişimler ülkenin AB’ye girebilmek adına yaptığı demokratikleşme uygulamaları ile de paralellik göstermektedir. 
Hatta denebilir ki İspanya’nın bu ETA’ya karşı bu dönemdeki başarısı, AB’ye giriş süreci ile yapmış olduğu demokratik açılımlar ve buna bağlı uluslararası anlaşmalarla başlamıştır 365. Yeni demokrasi anlayışıyla çok kültürlü ve farklı geleneklere sahip toplumsal yapının anayasa ve diğer yasaların sağladığı güvenlik şemsiyesi altında, yerel yönetimlere yansıması sağlanmış ve bölgeler arasındaki ekonomik dengeyi sağlamak için ekonomik kaynak aktarımı ve alt yapı yatırımları yapılmıştır. Yine farklı grupların siyasal süreçte kendilerini ifade edebilmeleri ve taleplerini hiçbir baskıya maruz kalmadan iletebilmeleri için, örgütlenerek siyasi platforma yönelmesi sağlanmıştır 366. 
Bu süreçte ETA’nın siyasi kolu olan HB partisinin faaliyetleri de yasallaşmıştır 367. 

Tüm bu adımlarla beraber teröristleri yurt içinde yalnız bırakmak ve ETA’nın sosyal kabulünü en aza indirebilmek amacıyla; Bask bölgesindeki demokratik taraflarla siyasi uzlaşma sağlamak için bir dizi anlaşmalar yapılmıştır. ETA’nın eylemlerini lanetlemeyi reddeden tek parti olan HB hariç tüm partiler bu  anlaşmalara taraf olmuştur. Böylece terör örgütünün sosyal kabulü en aşağılara çekilmiş ve terörle mücadele sürecinin önemli bir ayağı olan “halkın desteğini 
kazanma” amacı takip edilmiştir 368. 

İspanya’nın demokrasi odaklı terörle mücadele sürecini sekteye uğratan en önemli etmen ise 1983 yılında faaliyete geçen “Anti-Terörist Kurtuluş Hareketi” 

(GAL) adlı, gizli bir örgütün kurularak ETA üyelerini hedef almasıdır. Bu örgütün temel amacı ETA’yı eylemlerini tamamen bırakana dek, onun kullandığı yöntemlerle ortadan kaldırmaktır369. GAL hem İspanya’daki hem de Fransa’daki Bask Bölgesinde birçok eylem yapmış ve bu eylemlerde 27 kişi hayatını kaybederken birçok kişi de yaralanmıştır370. GAL’in Bask bölgesinde bulunan güvenlik güçlerinden istihbarat aldığı, bu örgütün İspanyol istihbarat örgütü bünyesinde bir birim olarak kurulduğu ve hatta 1989 – 1991 yılları arasında İçişleri Bakanlığı örtülü ödeneğinden 1,5 milyon dolar kaynak aldığı iddia edilmiştir 371. 

İspanya’nın böyle bir çözüme gitmesinin temel nedeni ise; askeri güçlerin ETA’nın eylemlerini arttırmasından (1978 – 1982 yıları arasındaki süreçte) duyduğu rahatsızlığı güçlü bir şekilde dile getirmesi - hatta bu sebeple başarısız bir darbe girişiminde bile bulunulmuştur – sonucu, hükümeti etkilemeyi ve baskı altına almayı başararak, bu tip bir örgütlenmeyi telkin etmesi olarak gösterilebilir. Fakat GAL’in uyguladığı işkence, öldürme ve diğer uygulamaların önü alınamaz hale gelmesi, bu örgütün terör örgütlerini andıran bu hareketleri nin ETA’yı adeta kamçılayarak eylemlerini arttırmasına sebep olması ve hükümet politikalarına karşı halk desteğinin azalması ile bu uygulama terk edilmiştir. Daha sonra GAL aleyhine başlatılan yasal süreç içerisinde bu örgütle devlet arasındaki bağlar delillendirilmiş ve açılan davalar sonucunda İçişleri eski Bakanı, yardımcısı ve birçok üst düzey güvenlik yetkilisi tutuklanmıştır 372. İspanya’nın bu tip üst düzey yetkililerin yaptığı ihlalleri yargı çerçevesinde cezalandırması ise uluslararası ve ulusal kamuoyunun tekrar güvenini ve desteğini kazanmasını sağlamıştır. 

İspanya’nın AB üyeliği süreci, demokratik atılımlar yapılması yanında terörle mücadelede uluslararası işbirliğini kolaylaştırması bakımından da bu ülkeye 
yardımcı olmuştur. Özellikle Franco rejimini kendisine karşı sürekli bir tehdit olarak gören ve bu sebeple de Franco rejimi ile mücadeleye giren her türlü oluşumu destekleyen Fransa; ETA’yı da desteklemiş ve İspanyol sınırına yakın Fransız topraklarında silahlı Bask birliklerinin kurulmasına göz yummuş, Fransa’ya iltica eden örgüt mensuplarının taleplerini İspanya’nın bütün çabalarına rağmen onaylayarak, geri verme taleplerini reddetmiştir 373. İspanya’nın demokrasi sürecinde de bu yaklaşımını belli bir süre sürdüre Fransa ise özellikle İspanya’nın AB sürecine girmesi ile birlikte bu tutumunu değiştirmiştir. Yaşanan süreçte de iki ülke teröre karşı işbirliğine gitmiş ve bu süreçten sonra ETA en büyük darbeleri almaya başlamış ve sonun başlangıcı bu işbirliği ile gelmiştir. Zaten ETA’nın az olan uluslararası bağlantıları, neredeyse tek destekçisi olan Fransa’yı da kaybetmesi ile sıfır noktasına gelmiştir. 

Fransa’nın yanı sıra Latin Amerika ülkeleri, Meksika ve İngiltere ile yapılan işbirliği neticesinde birçok ETA mensubu tutuklanmış veya sınır dışı edilmiştir. 
Uluslararası alanda kazanılan başarı ile beraber örgütün finansal kaynaklarında da önemli ölçüde tıkanmalar meydana gelmiş ve bu da örgütün zayıflamasına neden olmuştur 374. 11 Eylül saldırıları sonrası süreçte terörizm konusunda değişen algılamalara bağlı olarak ETA, ABD tarafından bir terörist organizasyon olarak tanımlanmış ve AB ülkelerinin 28 Aralık 2001 tarihinde kabul ettiği “Ortak Terör Örgütleri” listesinde yer almıştır 375. 

1995 sonrası işbaşına gelen hükümetler geçmiş tecrübelerin de yardımıyla teröristlere ve onların stratejilerine karşı gerekli mücadeleyi vermekten de geri 
durmamışlardır. İzledikleri, sosyal siyasi ekonomik politikaların yanında teröre karşı polisiye ve hukuki önlemler de almıştır. Terör örgütünün siyasi uzantılarının sonlandırılması çabaları bu önlemlerin en önemlisi olmuştur. ETA’nın legal alandaki uzantıları ve HB yargı kıskacına alınarak faaliyetleri engellenmeye çalışılmış, nitekim 2002 yılında kanunlar çerçevesinde HB kapatılmıştır. 2003 yılında ise HB, AB terör örgütleri listesine eklenmiştir 376. İspanyol hükümeti adalet mekanizmasını bu denli çalıştırırken, adaleti esneterek kendi çıkarları doğrultusunda kullanmamış, bilakis güçlü bir adalet mekanizması oluşturarak, kanunilik ilkesi esasında hareket etmiştir. Bu şekilde sağlam bir adalet mekanizmasının aldığı bu kararı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de onaylamış, HB’nin devamı niteliğinde açılan yeni partiler dahil bu kararların ışığında yasaklanarak seçimlere girmeleri engellenmiştir. 

İspanya 11 Eylül saldırıları sonrası dönemde de ETA’ya karşı olan mücadelesini demokratik düzenlemeler ışığında gerçekleşmiştir. Kamuoyuna her zaman önem vererek, halk terör konusunda bilinçlendirilmiş, mücadele yöntemleri olabildiğin ce şeffaf hale getirilmiş ve halkın yapılan çalışmalardan devamlı haberdar 
olması sağlanarak, toplumsal destek ve mutabakat aranarak; yapılan mücadele şekillendirilmiştir. Bir anlamda halk terörle mücadeleye ortak edilmiştir. 2004 
yılında yapılan Madrid saldırılarının halk üzerinde oluşturduğu psikolojik etki iyi kullanılarak zaten terörle mücadele politikalarını destekleyen halk, bu desteğini iyice arttırmış ve bu sayede terör ve şiddeti destekleyen yayın organları kapatılmış ve ETA’nın her türlü eylemi halk tarafından anında ve sert bir biçimde lanetlenmesi ile de örgüt giderek yalnızlaştırılmıştır. Fakat İspanya köşeye sıkışan örgüte yönelik intikam saldırıları düzenlemek yerine, onların taleplerini ifade edebilecekleri, isteklerini dillendirebilecekleri bir anlaşma/tartışma süreci başlatarak, terörizmin tamamen tasfiyesi ile sonuçlanacak olan sürecin kapılarını sonuna kadar açmıştır 377. 

İspanya ETA ile mücadelesinde yıllar boyu değişik stratejiler uygulamış, sonuç olarak mücadele stratejisindeki sertlikle doğru orantılı olarak, terör olaylarındaki eylem sayısının ve sertliğinde arttığını gözlemlemiştir. Anti demokratik uygulamalar sonucu yaşanan tecrübeler göstermiştir ki terör örgütleri ile yapılacak mücadeleyi, örgüt üyeleri ile yapılacak bir mücadeleye indirgeyen ve düello tarzı bir çözüm arayan uygulamalar, örgütlerin daha fazla taban ve güç kazanmasına sebep olmuştur 378. 

Özet olarak İspanya önce terörü önleyerek demokratikleşmeye geçme yerine, terörle mücadele ederken demokratikleşmeyi gerçekleştirmeyi tercih etmiştir 379. 

İspanya’nın demokratik düzlemde ortaya koyduğu temel strateji ise halk desteğinin kazanılarak terör örgütünün yalnız bırakılması, teröre asla taviz 
verilmeden hukuki çerçeve içerisinde polisiye tedbirler alınması, uluslararası işbirliğinin oluşturulması, siyasi isteklerin hiçbir baskıya maruz kalmadan ifade 
edilebileceği demokratik platformlar oluşturmak ve son olarak da temel hak ve özgürlüklere saygıyı yapılan her hamlede en dikkat edilmesi gereken unsur haline getirmek olmuştur. 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 3

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 3



2. DEVLETLERİN ve ULUSLARARASI ÖRGÜTLERİN 11 EYLÜL SALDIRILARI ÇERÇEVESİNDE YAPTIĞI DÜZENLEMELER 

11 Eylül saldırıları terörizmin acımasız yüzünü dünyaya yeniden gösteren bir saldırı olmuştur ve adeta terör yeniden tanınmıştır. Terörün ne denli büyük 
boyutlara ulaşabileceği ve ne denli kayıplar yaşatabileceği dünya kamuoyu tarafından bu acı tecrübe ile bir kez daha anlaşılmıştır. Saldırının büyüklüğü 
sebebiyle yarattığı şok etkisi, bir güvenlik bunalımı doğurmuş ve ortaya çıkan bu korku ortamını yenebilmek için hükümetleri ve uluslar arası örgütleri harekete 
geçirmiştir. Tehdit algılamalarının ve savunma mekanizmalarının, değişen terörizmle mücadelede ve onu önlemede başarısız olduğunu gören devletler yeni düzenlemeler yapma yoluna gitmiştir. Özellikle Irak Operasyonu’na bir cevap olarak gelen İstanbul, Madrid ve Londra saldırıları hem ikinci bir şok etkisi yaratmış hem de yeni düzenlemeleri beraberinde getirmiştir. 

2.1. Devletlerin Yaptığı Düzenlemeler 

Devletler genel olarak belirtilen saldırılara tepkisel cevap vermişlerdir. Kanunlarında yaptıkları düzenlemelerin yanı sıra, terörle mücadele eden birimlerinde de bazı değişiklikler yapma yoluna gitmişlerdir. Bu başlık altında 11 Eylül saldırılarının direkt muhatabı olan ABD’nin ve bu saldırılara karşı yapılan 
operasyonlarda ABD’nin en büyük destekleyicilerinden biri konumunda olduğu için Madrid saldırılarına mazur kalan İspanya’nın yaptığı bazı düzenlemeler aktarılmaya çalışılacaktır. 

2.1.1. Amerika Birleşik Devletleri’nin Yaptığı Düzenlemeler 

ABD’nin 11 Eylül Saldırıları’nın hemen ardından ulusal tedbirler kapsamında gerçekleştirdiği reformlar ve bu reformları izleyen bir dizi yasal düzenleme gerekleştirilmesinin temel nedeni, terör örgütlerinin ortadan kaldırılması, üyelerinin tespit edilmesi ve yargılanma süreçlerinin hızlandırılmasıdır. 11 Eylül 
Saldırıları’nın öncesinde ve saldırılar sırasında yapılan hataların tekrarlanmasını engellemek ve bu bağlamda muhtemel saldırıları gerçekleşmeden önlemek ise, bu reformların arkasında yatan diğer önemli nedenlerdir303. 11 Eylül olaylarına ilişkin ABD’de üç temel reform yaşandığı görülmektedir: PATRİOT Kanununun 
yasalaşması, 2004 tarihli İstihbarat Reformu ve Terörizm Engellenmesi Kanunu’nun kabul edilmesi ve İç Güvenlik Örgütü’nün (Depertment of Homeland Security) kurulmasıdır 304. 

2.1.1.1. İç Güvenlik Örgütü 

İç Güvenlik Örgütü, kuruluş kanununun 2002 yılında tamamlanmış olmasına rağmen, uzun süren tartışmalar sebebiyle 2003 yılında faaliyete geçebilmiştir. ABD’de 22 kurumun bir çatı altında toplanmasıyla oluşturulmuş bu örgüt, 180.000 çalışanı ile en büyük federal kurumlardan biri olma özelliğini  göstermektedir 305. 

Başkan Bush, Amerikan halkının daha güvende olmasını sağlamak amacıyla yönetimin büyük sorumluluğu bulunduğunu ve bunun için ilk adımın ulusal 
güvenliğin sağlanması adına atılması gerektiğini vurgulamıştır. Bu kapsamda kurulmasını önerdiği İç Güvenlik Örgütü’nün kuruluş gerekçelerini şöyle 306: sıralamıştır

“Amerikan halkının güvende olması için; öncelikli görevi Amerikan toprağını savunmak olan; sınırlarımızın, taşımacılık alanlarının ve diğer kritik 
altyapı alanlarının güvenliğini sağlayacak; çoklu kaynaklardan gelen iç güvenlik istihbaratlarını en iyi şekilde sentez ve analiz edecek; her türlü olası tehdit ve 
tehlikelere karsı merkezi ve yerel yönetimler, özel sektör ve Amerikan halkı arasında etkin bir iletişim koordinasyonu sağlayacak; Amerikan halkını bio-terörizm ve diğer kitle imha silahlarına karsı korumaya yönelik çabalarımızı koordine edecek; bu konuda acil yardım için gerekli ekipman ve desteği en kısa sürede ulaştıracak; federal ilk yardım faaliyetlerini yönetecek ve daha fazla güvenlik elemanıyla bu alanda çalışacak; ve iç güvenlik için ayrılan kaynakların en etkin şekilde yönetilmesini sağlayacak bir kuruma ihtiyaç vardır. Bu da İç Güvelik Örgütü’dür.” 

2004 yılı, 

İç Güvenlik Örgütü Stratejik Planı’na göre bu kurumun üç temel misyonu bulunmaktadır. Birinci olarak, ABD sınırları içerisinde bir daha terör 
saldırısı olmamasını sağlamak ve bu ülkede yaşayan insanlara daha güvenli bir ortam oluşturmak; ikinci olarak, bu ülkeyi terör saldırılarına karşı kapalı hale getirmek; üçüncü olarak da verilen zararları düşürmek ve diğer kurumlara bu türden suçların beklenmedik etkilerini ortadan kaldırabilmeleri yönünde stratejik destek vermek, olarak sıralanmıştır 307. 2007 Ekim ayında yayınlanan yeni planda ise dördüncü bir amaç olarak, uzun vadede başarı elde etmek için bu örgütün güçlendirilmesinin sürdürülmesi eklenmiştir. 

İlk üç amaç ulusal çabaların organize edilmesine katkı sağlarken bu son amacın, örgütün ilkelerinin, çalışma sisteminin, yapısının ve bünyesindeki kurumların gelişimini ve sağlamlaştırılmasını öngördüğü belirtilmiştir 308. 

Bu örgüt terör konularında olduğu gibi diğer pek çok konuda da sorumluluklara sahiptir. Örneğin her türden felaket ve acil durumlara hazırlıklı olabilmeleri için diğer kurum personeline eğitim vermek bu sorumluluklardan birisidir. 
Bu kurumun seyahat ve taşımacılık alanlarında da yetki ve sorumlulukları vardır. Bazılarınca temel insan haklarına saygısızlık olarak görülen ABD’ye giren herkesin fotoğraf ve parmak izlerinin alınması gibi işlemlerde yetki ve sorululuk da bu kuruma aittir. 
Ayrıca örgüt, gerek yerel gerekse federal kurumlara, terörle veya afetlerle mücadele konularında yeni bulunan teknolojik gelişmeleri kazandıracak mali çalışmalar yapmakla da görevlidir. Ek olarak, ABD’nin teröre mağdur olma riskinin hesaplanması ve riskli alanların ortadan kaldırılması yönünde çalışmalar yapmak da bu örgütün sorumluluğuna verilmiştir 309. 

2.1.1.2. İstihbarat Reformu ve Terörizmin Engellenmesi Kanunu 

11 Eylül Komisyonu’nun tavsiyeleri doğrultusunda; ABD’de faaliyet gösteren 15 farklı istihbarat örgütünün tek çatı altına toplayarak, tüm istihbarat kurumlarını organize edecek olan Ulusal İstihbarat Müdürlüğü 2004 yılında kabul edilen bu kanunla kurulmuştur. Senato tarafından atanacak olan bu müdür; ABD Başkanı’na bağlı olarak çalışmaktadır. Ulusal İstihbarat Müdürlüğü, Ulusal İstihbarat Programı için yıllık bütçe oluşturmak; fon ve personel transferi yapmak; istihbarat topluluğu için üzerinde çalışılacak konuları belirlemek; istihbarat kaynak ve metotlarını korumak ve gerektiğinde yabancı istihbarat birimleri ile işbirliği yapmak gibi yetkilere sahiptir 310. 

En temelinde bu kanun, istihbarat örgütleri arasında var olan duvarları yıkmak ve böylece bu örgütler arasındaki bilgi akışını sağlamak amacıyla 
çıkartılmıştır 311. Bahse konu kanunla bu örgütlerin birbirleri ile işbirliği içinde çalışarak koordinasyonun artmasının sağlanması, böylece de istihbari faaliyetlerden beklenen faydanın artması amaçlanmaktadır. 

Bu kanun ayrıca iki yeni kurum daha kurarak terörle mücadele konusunda daha fazla verim elde etmeyi planlamıştır. Bu kurumlardan biri, ulusal bazda terörle 
ilgili istihbaratın yapılacağı ve konu ile ilgili stratejik operasyonel planlamaların yapılacağı Ulusal Terörle Mücadele Merkezi’dir. İkinci kurum ise terörle 
mücadelenin en temel aktörü olan ve izlenecek tüm terörle mücadele stratejilerinin onun üzerine kurulması gerekli olan insan hakları ve özgürlükler çerçevesindedir. Gizlilik ve Sivil Özgürlükler Takip Örgütü, yeni kurulan hükümet kurumlarının insan haklarına saygılı bir şekilde hareket edip etmediklerini takip etmek amacıyla kurulmuştur. 

2.1.1.3. PATRIOT Kanunu 

Orijinal adı “Uniting and Strengthening America by Providing Appropriate Tools Required to Intercept and Obstruct Terrorism Act of 2001” (U.S.A. 
P.A.T.R.I.O.T.)312 kanunu olan düzenlemeden çalışmamızda PATRIOT Kanunu olarak bahsedilecektir. Bu yasanın Türkçe karşılığı ise “2001 Amerika’yı Terörizmin Engellenmesi ve Durdurulması için Gereken Uygun Araçları Sağlayarak Birleştirmek ve Güçlendirmek Yasası” (ABD Vatansever)313 olarak çevirmek mümkündür. 

PATRIOT Kanunu 2001 yılında kabul edilmiştir. Bu kanun 15’ten fazla federal yasal düzenlemeyi değiştirmiştir. Bu kanun aslen terör ve terörle ilgili 
konulara ilişkin çıkartılmış olmasına rağmen, aynı zamanda kara para aklama, dinleme, arama izinlerinin yetki alanlarının arttırılması, Uluslararası 
İstihbarat Takip 

Kanunu (FISA), çeşitli bilişim teknolojilerinin kullanılarak soruşturulmaların yürütülmesi, mali suçlar, sınır kontrolleri, uyuşturucu ve ihbar edenlerin 
ödüllendirilmesi314 gibi alanlarda da bağlayıcı hükümler içermektedir. Kanunun en can alıcı noktası ise, federal ve yerel kolluk görevlilerine terör örgütü üyesi olduğuna inanılan kişilerin dinlenmesi ve takip edilmesinde sıra dışı yetkiler tanımasıdır315. Saldırıların hemen ertesinde yürürlüğe giren ve 4 yıllık bir sürede yürürlükte kalacak bu kanun, 21 Temmuz 2005’te 16 maddesinden 14 maddesinin yürürlükte kalması kabul edilmiş ve kanun daimi nitelik kazanmıştır316. 

Bu yasanın en temel amacı, topluma zarar verme potansiyeli olan kişi ve grupları çok kısa bir sürede teşhis etmek ve üyeleri hakim önüne çıkartabilmek için gerekli adımları atmaktır 317. Yasada başlıca yapılmak istenen şey; istihbarat birimlerinin yeterli bilgi ve donanıma sahip olmasının önündeki yasal engellerin kaldırılması ve daha geniş yetkilerle donatılmalarını sağlamaktı. İstihbarat birimleri arasında bilgi paylaşımı hususunda sorun çıkmamasını temin etmek ve istihbarat paylaşımının düzenli ve devamlı şekilde yapılmasını kolaylaştırmak da amaçlardan birisidir. PATRIOT Kanunu, mevcut olan yasalarda güvenlik güçlerinin yetkilerini sınırlandıran ibareleri kaldırmıştır. 11 Eylül saldırılarının, bilgi yetersizliği ve güvenlik güçleri arasındaki bilgi paylaşımının karmaşık bir prosedüre sahip olması nedeniyle önlenemediği ileri sürülmüştür. Bu nedenle söz konusu yasada bilgi paylaşımı konusunda da değişiklikler yer almıştır. Ek olarak, yasa güvenlik güçlerinin ABD’de yaşayan herkes hakkında bilgi toplama konusundaki yetkilerini artırmıştır 318. 

ABD Adalet Bakanlığı tarafından 2004 yılında yayınlanan “Sahadan Rapor: ABD PATRIOT Kanunu İş Başında” adlı rapor, bu kanunun temel amaçlarını ve 
ulaşılan noktaları belirten bir rapor hazırlamış ve bunları 4 başlık altında toplamıştır 319. Bu rapora göre: 

“Federal hükümetin istihbarat paylaşımı kapasitesini artırmak” başlığı altında; istihbari faaliyetlerde bulunma yetkisi olan kurumlar arasında işbirliğini 
artırmak ve özellikle kolluk kuvvetleri ile istihbarat örgütleri arasında bulunan görülmez duvarı yıkmak için bir dizi düzenlemeler yapıldığı belirtilmiştir. 
Fakat halen örgütler arasındaki paylaşımın istenilen düzeyde olmadığı, bunu sebebinin ise işin sonunda takdirin kimin alacağının hesabı olduğu söylenmiştir. 

“Terörle mücadelede kullanılan yasaların sertleştirilmesi” ise bahse konu yasaların gözden geçirilerek daha sert bir şekle sokulması amacını yansıtmaktadır. 

Bu işlemde amaç olarak, teröristleri sokaklardan sürekli uzaklaştırılmak gösterilmiştir. Bu sebeple de kanunun ıslah edebilme özelliği göstermediği için 
eleştiriye maruz kaldığından bahsedilmektedir. 

“Terörizmi soruşturan kurumların önündeki engellerin kaldırılması” başlığında ise polis soruşturmalarında lazım gelen bazı hukuki izinleri esneterek, 
ilgili kolluk görevlisine zamandan tasarruf etmesi sağlanmış ve taktiklerini kullanabilmesi için daha geniş yetkiler verildiği görülmektedir. 

“Yeni teknolojiyi takip edebilmek için kanunları çağın gereklerine göre değiştirmek”; teröristlerin teknolojik imkanları kullanabilme kapasitelerinin 
artmasından dolayı, kolluk güçlerinin de teknolojiyi kullanma kapasitelerini arttırmak için gerekli görülmüştür. Yeni kanunla, telefon dinleme ve kişi takibinde yeni teçhizatların kullanılması önündeki yasal engeller kaldırılmıştır. 

PATRIOT Kanunu, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkelerini ve özellikle demokrasi gibi ABD’nin temel değerlerini hiçe saydığı eleştirilerine mazur 
kalmıştır. Kanunla birçok ihtilaflı düzenleme yapılmıştır. ABD’nin en geniş insan hakları örgütlerinden biri olarak kabul edilen Amerikan Sivil Hakları Örgütü 
(ACLU) tarafından üzerinde yeterince tartışılmadan çok acele çıkartılmış yasal bir düzenleme olduğu eleştirisi getirilmiştir320. Yasanın getirdiği savunma hakkına 
ilişkin sınırlamalar, özel yaşama müdahaleyi kolaylaştırması, ifade hürriyetinin sınırlanması gibi konular, hukukun üstünlüğüne vurulan bir darbe olarak 
görülmektedir. Bu kanun, kanuna aykırı elde edilmiş delilleri dahi mahkeme sonucuna etki edebilecek deliller olarak kullanılabilinmesinin yolunu açmıştır321. Bu kanunun getirdiği başka bir yenilik de, hükümetin internet ya da başka türden ağlar üzerinden kişileri, makul bir şüphe nedeni olmaksızın takip etme yetkisi vermesidir. 
Bu yasayla eğer kolluk kuvvetleri soruşturmada kullanılabileceğine inanıyorsa, insanların bağlandıkları internet adreslerini, bağlanılan zaman dilimini, süresini ve email alabilme yetkisi ile donatılmıştır 322. 

PATRIOT Kanunu ile Göç ve Vatandaşlık Kanunu’nda yapılan değişiklikler en çok eleştiri alan düzenlemelerden birisi olmuştur. Bu kanunun “Terörizm ile İlgili Tanımlamalar” başlığını taşıyan 411. maddesinde yer alan terörist faaliyet, terörist faaliyette bulunma/katılma terimlerinin geniş birer tanımı yapılmış; bu tanımlamada herhangi hukuk dışı bir faaliyet sırasında silah kullanılmasını da içerecek şekilde terörist faaliyet tanımını genişletmiştir. Bu genişletmede sınır dışı edilebilecek yabancıların sayısının artması sonucunu doğurmuştur. Bu yasa ile malvarlığı aleyhinde veya silah kullanımı içeren bir suçu işleyen yabancının, bu suçu başka ülkede işlese dahi sınır dışı edilebileceğine hükmolunmuştur. Aynı şekilde terörist faaliyet terimine eklenen bir tanımlamaya göre; bir yabancı, terörist bir örgüte üye olduğu iddia edilen bir arkadaşına veya ailesine sadece yiyecek içecek ve barınma sağladığında, bu kişilerin bu tür bir faaliyete dahil olduğunu bilmese bile sınır dışı edilebilecektir. Aynı kanunun 412. maddesi ise Adalet Bakanı tarafından, bir yabancının terörist olduğuna dahil makul sebepler olduğuna dair karar verildiğinde süresiz olarak gözaltına alınmasına imkan tanımaktadır 323. 

PATRIOT Kanunu’nda geçen, terörle mücadelede şüpheli teröristlerin gözaltı sürelerinin belirsizliğini, kanuni haklarından yararlanamayacağı ve insan 
olma nedeniyle kazanılan haklarından yararlanamayacakları yönündeki hükümlerine de birçok eleştiri getirilmiştir. Uluslararası arenada ortak kabul edilen ve ülkelerin de kanunlarında geçen “Herkes, suçu ispat edilinceye kadar suçsuzdur” hükmüne dayanarak terör şüphelilerinin de, suçları ispat edilene dek suçlu sayılamayacağı, gözaltında bulunan kimselere avukat tayin edileceği ve adil şekilde yargılanacağı hususlarının önemine dikkat çekilmiş ve bu tip haklardan hiçbir koşulda vazgeçilemeyeceği vurgulanmıştır 324. 

Görüldüğü gibi yasa, hükümet ve organları üzerindeki yargı denetimini, kamunun hesap verebilirliğini ve hükümet tasarruflarına karşı hukuk yoluna 
başvurma imkanını azaltmıştır 325. PATRIOT Kanunu özellikle gizlilik ile ilgili olarak eleştirilmiş ve yapılan kanunun hükümetin insan ve örgüt takip etmede en yüksek seviyede yayılmış otoritesi olduğu belirtilmiştir. Bu kanunla getirilen bazı düzenlemeler, ABD Anayasası’nın 4. maddesinde belirtilen temel insan haklarına ve ABD Hukuku’nda due process326 olarak adlandırılan hukukun egemenliği ilkesine aykırılık içermektedir327. Bu düzenlemeler temel insan haklarını ihlal eden unsurlar barındırdıkları gerekçesiyle demokrasiyi ayaklar altına almakla suçlanarak eleştirilmektedir328. Birçok insan hakları örgütü, hukukçular ve akademisyenler tarafından da; PATRIOT Kanunu ile temel insan haklarının ihlal edildiği ve bunun da Amerika gibi özgürlüğü benimsemiş bir ülkeye yakışmayacağı ileri sürülmüştür. Amerikan Sivil Hakları Örgütü, “Vatandaşlık Yasası Amerika’nın adalet sistemini yanlış yöne sürüklüyor” diyerek yapılan uygulamalara karşı çıktıklarını belirtmişler, Amerikan Göçmenler Avukat Örgütü ise ABD Anayasası’nın PATRIOT Yasası ile ayaklar altına alındığı dile getirmiştir329. Ayrıca yasa; terör zanlılarına ilişkin olarak birçok insan hakları kuralını ihlal ettiği, terörle mücadele gerekçesiyle özel hayatın ve haberleşmenin gizliliği ilkesini çiğnediği, ABD’’de bulunan yabancılara ilişkin tanınan insan haklarının ilke yurttaşlarına oranla çok daraltıldığı ve böylece ciddi ayrımlar yapıldığı, kişilerin fişlendiği gibi pek çok nedenden dolayı insan hakları 
savunucuları tarafından da eleştirilmektedir 330. 

Amerikan yasalarında özgürlükleri kısıtlayacak şekilde bu denli değişiklikler yapılmasının temel sebebi ise ABD’deki özgürlük orijinli yaşam 
şeklinin, ülkeyi terörist saldırılara açık hale getirdiği düşüncesidir. ABD’deki sivil hak ve özgürlüklerin çok olması nedeniyle bu özgürlük ortamının teröristlere 
eylemlerini hazırlayabilmek ve uygulayabilmek için rahat bir ortam sunduğu temeline dayanan bu düşünce, saldırılar sonrasında ulusal tedbirler çerçevesinde oluşturulan ağır yasa ve uygulamaların zeminini oluşturmuştur. Saldırıların ardından ülkedeki özgürlüklerin sınırlarına yönelik sorgulamalarda bulunan Amerikan Yönetimi, güvenlik adına özgürlüklerden yana bir takım kısıtlamalara gidilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Amerikan Yüksek Mahkemesi yargıçlarından Sandra Day O’Connor; “Önümüzdeki dönemde ülkemizde daha önceden hiç görülmemiş ölçüde kısıtlamalara şahit olacağız...” diyerek anayasada yapılacak sınırlamaların ilk sinyallerini vermiştir 331. Gerçektende ABD tarihine bakıldığında, 11 Eylül’den fazla kayıp ve zarara uğrandığı dönemlerde bile, ülkede güvenlik nedeniyle özgürlükler üzerinde bu kadar baskı yapılmamıştır 332. 

Kısacası birçok yönden eleştirilen ve ABD Anayasası’nda belirtilen insan haklarına aykırı bulunan PATRIOT Yasası ve diğer düzenlemeler, tıpkı 11 Eylül 
Saldırıları gibi Amerikan insanının hayatında yeni bir dönemi başlatmıştır. Bu düzenlemelerin ardından yönetimin, baskı ve etkisini hayatının her alanında 
hissetmeye başlayan Amerikan halkı; ABD’nin, uğruna savaşlar yaptığı ve dünya üzerine yaymaya çalıştığı; en önemlisi de Amerikan toplumunu bir arada tutan en önemli unsurlar olan demokrasi ve insan hakları ilkelerini yeniden sorgulamaya başlamıştır. Özgürlükler ve bu özgürlüklerin korunması, yani insanların güvenli bir şekilde hak ve özgürlüklerini rahatça kullanabilmeleri; Amerika’nın kuruluşundan beri, bu ülkenin en temel değeri olagelmiştir. Zira bu ülke “Özgürlükler Ülkesi” olarak nam salmıştır. Fakat 11 Eylül saldırıları sonrası yine temel hak ve özgürlükleri korumak bahanesi ile bu hak ve özgürlüklere hiç olmadığı kadar kısıtlamalar getirmiştir. Bu da Amerika’nın üzerine kurulduğu değerler sistemine yabancılaşması anlamına gelecektir ki bu yabancılaşma özgürlüklerin içinin boşaltılması sonucunu doğuracaktır. Bu şekilde sıkı sıkıya bağlandığı değerleri ihlal eden bir sistem ise zayıflayarak yıkılmaya mahkumdur. Amerika Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme alan asıl kişi olan ve ABD’nin “kurucu babalarından” sayılan Thomas Jefferson’nın “Biraz düzen için biraz özgürlükten feragat eden bir cemiyet ne özgürlüğü ne de düzeni hak edecek; bilakis her ikisini de kaybedecektir”333 sözü ise bu durumu çok güzel bir şekilde ifade etmektedir. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 2

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 2



1.3. Irak Operasyonu Ve Önleyici Vuruş Doktrini 

ABD 11 Eylül saldırıları sonrası yaşadığı travmanın bir daha başına gelmemesi için bir takım önlemler almaya başlamıştır. Nitekim dönemin ABD Başkanı Bush yaptığı konuşmalarda sık sık ülkesini ve vatandaşlarını korumak için tüm kaynaklarını seferber edeceğini ve bu tip saldırıların bir daha asla meydana 
gelmemesi için ne gerekiyorsa yapılacağını kesin bir dille söylemiştir.

 Başkan Bush’un, 1 Haziran 2002’de aynı yönde bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında Bush şu sözlere yer vermiştir: “Haydut devletlerin ve terörist lerin amaçları göz önüne alındığında, ABD artık geçmişte olduğu gibi tepkisel bir tutuma güvenemez. Muhtemel saldırganı caydırmadaki iktidarsızlık, günümüz tehditlerinin aciliyeti ve muhtemel hısımlarımızın seçtikleri zararın büyüklüğü; düşman saldırılarının gerçekleşmesini bekleme seçeneğini ortadan kaldırmaktadır” 284 diyerek, Amerikan politikalarında yeni bir yaklaşımın sinyallerini vermeye başlamış ve hedef olarak kendisinin “şer ekseni” olarak nitelendirdiği ülkeleri göstermiştir. 

Bu düşünceler ışığında kamuoyu oluşturmaya çalışan Bush yönetimi nihayet, 20 Eylül 2002’de, 11 Eylül 2001’de meydana gelen trajik olayların ve 
Irak’tan algılanan tehdidin sonucu olarak, “Dünyayı sadece daha güvenli değil, aynı zamanda daha iyi yapmak” için, “Amerika Birleşik Devletleri’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi” adında yeni bir güvenlik stratejisi yayınlamıştır. Fakat Bush Doktrini olarak isimlendirilen bu yeni ulusal güvenlik stratejisi, radikal bir takım unsurlar içermektedir285. Yeni ulusal güvenlik stratejisi ile; önceki başkan Clinton’ın geliştirdiği stratejiden ciddi bir kopma meydana gelmiştir286. Doktrinin en çarpıcı yönü soğuk savaş döneminde güvenlik amacına hizmet eden “caydırıcılık ve çevreleme politikalarının”, uluslarötesi teröristler ve kitle imha silahları tarafından karakterize edilen 21. Yüzyılın yeni tehdit ortamında yetersiz kaldığına işaret edilerek; bu politikaların yetersizliğini gidermek için Uluslar arası Hukukta ihtilaflı bir doktrin olan “sezgisel meşru müdafaa hakkına” dayanmış olmasıdır287. 

Söz konusu doktrinde, ABD’nin yeni dış politikasının neleri kapsadığı da açıkça ifade edilmiştir. Öncelikle, düşman devletlere ve kitle imha silahlarına sahip 
olmak isteyen teröristlere karşı askeri müdahalede bulunulacağı açıklanmıştır. İkinci temada, stratejik olarak Amerika’nın kendi askeri gücü ile başka herhangi bir yabancı gücün rekabet edemeyeceği belirtilmiştir. Üçüncü olarak ABD stratejisine göre çok taraflı uluslararası işbirliğine taraf olunmakla beraber kendi güvenliği ve uluslararası çıkarlarını korumak adına tek taraflı hareket etmekte tereddüt edilmeyeceği açıklanmıştır. Son stratejik amaç ise, özellikle Müslüman ülkeler başta olmak üzere demokrasi ve insan haklarını tüm dünyaya yaymak olarak açıklanmıştır 288. 

Başkan Bush’un ortaya attığı “önleyici vuruş doktrini” içerisinde barındırdığı yeni önleyici meşru müdafaa hakkı anlayışı tartışmaları da beraberinde getirmiştir. 
Bu doktrini farklı kılan asıl husus ise; geleneksel “gereklilik” kriterini esnetmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Kısaca değinilecek olursa bu doktrin önleyici meşru müdafaa hakkı için gerekli olan “yakın tehdit” anlayışının günümüz teröristlerinin izlediği yeni stratejilerden dolayı tam manası ile uygulama nın imkansız olduğundan bahisle; artık “potansiyel tehdit” anlayışıyla hareket edilmesini öngörmesidir 289. Zira günümüzde tehditler, öngörülemeden aniden ortaya çıkabilmektedir. Doktrinde belirtilen “önleyici vuruş” ile terörizme karşı yeni ve stratejik bir çözüm olarak sunulmuştur. Bu Doktrin, teröristlere ve terörizme yataklık eden devletler ile kitle imha silahlarını barındıran veya bu silahları kullanma amacında olan devletlere karşı kuvvet kullanılmasını öngörmektedir 290. 

Fakat potansiyel bir tehdidi ortadan kaldırmak için önleyici saldırı yapmak uluslararası hukukla ters düşmektedir. Faraziye sindeki tehdidi ortadan kaldırmak için “gerekirse tek başına harekete geçmeyi” esasları arasına alan Bush Doktrini esas itibariyle hukuksal bir doktrin değildir; siyasal bir doktrin olup BM Antlaşmasının ruhuna ve lafzına aykırıdır 291. 

Bu doktrinin ilk somut uygulamasının ise ABD’nin Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu olduğunu değerlendirmek yerinde olacaktır. 11 Eylül 2001 
saldırılarından sonraki dönemde ABD, “ Şer Ekseninin ” ilk sırasına Irak’ı yerleştirmiştir. 11 Eylül Saldırıları’nın sorumlusu El Kaide ile bağlantısı olduğu iddia edilen Saddam Hüseyin rejimi, Irak’ta kitle imha silahları üretmek; söz konusu silahların kullanılma ihtimali ve bu silahların teröristlerin eline geçmesinin başta ABD ve müttefikleri olmak üzere uluslararası düzen için en büyük tehdidi oluşturduğu gereğiyle; ABD otoritelerince suçlanmakta ve acil önlem alınması gereği dile getirilmiştir. Diğer yandan Saddam’ın iktidarda kalması 11 Eylül Saldırıları ile ortaya çıkan manzarada ABD’ye karşı olası saldırıların devamına neden olabilecektir. Bu nedenle bu tehdidin, teröristler faaliyete geçmeden önce önleyici savaş kapsamında engellenmesi görüşü hakim olmuştur. Amerikan hükümeti tarafından ise bu tehdidi ortan kaldırmanın en verimli yolu, diktatör Saddam Hüseyin rejimini devirmek ve Irak’ta demokratik bir yönetim biçimi oluşturmayı hedefleyen askeri bir operasyon olarak görülmüştür 292. 

ABD, 25 Ekim 2002 tarihinde teröre yataklık ettiği ya da edeceği ve silahsızlanma konusundaki yükümlülüklerini ihlal ettiği ve elindeki kitle imha 
silahlarını sorumsuzca kullanacağı gerekçeleri ile BM Güvenlik Konseyi’nin izni olmaksızın oluşturulacak bir koalisyon ile Irak’a karşı kuvvet kullanabileceğini 
resmen açıklamıştır 293. Bush Doktrininin yorumuna uygun olarak yapılan bu açıklamadan sonra ise özellikle BM’de yoğun bir süreç başlamıştır. ABD Irak’a 
yapacağı saldırı öncesi, Afganistan’a yaptığı operasyonda olduğu gibi BM’nin direkt olmasa da doğrudan onayını almak istemiş ve bu sayede yapacağı operasyonun, özellikle müttefiklerine ve Ortadoğu Ülkeleri’ne karşı meşru bir çerçeve içerisinde olduğunu göstermek istemiştir. Fakat BM bu kez ABD’nin sunduğu argümanlara karşı daha mesafeli yaklaşmış ve tatmin olmamıştır. Çeşitli komisyonlar ve denetim mekanizmaları tarafından süreci değerlendiren BM, ABD’nin istediği kararları bu kez almamıştır. 

BM Güvenlik Konseyi tarafından Irak’ın öngörülen yükümlülüklerini yerine getirilmesini uluslararası denetim altında bir takvime bağlayan ve “yükümlülüklerinin sürekli ihlalinden ötürü ciddi sonuçlarla karşılaşacağı” yolunda ısrarla uyaran 8 Kasım 2002 tarih ve 1441 sayılı bir karar kabul edilmiştir. Denetimler sürerken denetim rejiminin etkinliğinden ve Irak’ın işbirliğinden şüphe duyan ABD, denetim mekanizmasının işlemediğini savunmuş ve Irak’ta hala kitle imha silahlarının var olduğunu iddia etmiştir. Çalıştıkları 11 hafta sonunda, 14 Şubat 2003 tarihinde raporlarını tamamlayan denetçiler ise Irak’ta kitle imha silahı olduğuna dair hiçbir kanıta ulaşamadıklarını fakat sebebi izah edilemeyen pek çok parça ve maddeye rastladıklarını belirtmişlerdir. 24 Şubat 2003’te ise ABD, İngiltere ve İspanya, BM Güvenlik Konseyi’ne, Irak’ın 1441 sayılı karar çerçevesinde silahsızlanma konusunda kendisine tanınan son fırsatı değerlendirmede başarısız olduğunu deklare eden bir karar tasarısı sunmuş ancak Fransa, Rusya ve Çin’in tasarıyı veto edeceğini açıklaması ile tasarıyı geri çekmek zorunda kalmıştır. Fakat BM’nin bu uygulamaları 
ve aldığı kararlar, ABD’nin Bush Doktrini çerçevesinde yeni bir operasyon başlatmasını engelleyememiştir. 28 Şubat 2003 tarihinde Beyaz Saray Sözcüsü 
“Yönetimin amacının artık Irak’ı basitçe silahsızlandırmak olmadığını fakat amacın artık rejim değişikliği olduğunu” ifade etmiştir 294. 

16 Mart 2003 tarihinde toplanan Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve İspanya liderleri, savaş konseyi adını verdikleri toplantının ardından yaptıkları 
açıklamada diplomasi için fazla şans kalmadığını açıklamışlardır. 18 Mart 2003 tarihli ulusa sesleniş konuşmasında ABD Başkanı Bush, Saddam Hüseyin ve ailesine Irak’ı terk etmek için kırk sekiz saatlik bir süre vermiştir295. Tüm bu gelişmelerin ardından, ABD 20 Mart 2003 günü Irak’ta rejim değişikliğini amaçlayan kapsamlı bir operasyon başlatmış ve kısa sürede Irak’ı işgal etmiştir. Fakat bu operasyonda Afganistan Operasyonu’nda olduğu gibi tüm dünya ile işbirliği içersinde hareket edilmemiştir. ABD’nin en yakın müttefiklerince dahi meşruiyeti sıkça sorgulanan, BM başta olmak üzere uluslararası veya bölgesel hiçbir uluslararası örgütün desteği alınmamasına rağmen başlatılan bu operasyon ise uluslararası kamuoyu tarafından da meşru bulunmamıştır. 

1.4. İstanbul, Madrid ve Londra Saldırıları 

El – Kaide’nin Türkiye unsurları, ilk defa 15 Kasım 2003 tarihinde Neve Şalom ve Beth İsrael Sinagoglarına aynı anda intihar saldırıları gerçekleştirerek Türkiye 
ve dünyanın gündemine girmiştir. Bu saldırılarda 26 kişi yaşamını yitirmiş, 300’ün üzerinde kişi de yaralanmıştır. Daha bu saldırıların yankısı sürerken bu defa 20 Kasım 2003 tarihinde İngiltere Başkonsolosluğuna ve HSBC Bankası binasına da eş zamanlı saldırılarda bulunulmuştur. Bu saldırılar sonucunda da 32 kişi yaşamını yitirmiş, 400’ü aşkın kişi yaralanmış ve 70’ten fazla araç kullanılmaz hale gelmiştir 296. 
Bu saldırıların en dikkat çeken yanı ilk saldırıların Yahudi ibadethanelerine, ikinci saldırıların ise İngiliz kurumlarına karşı yapılmış olmasıdır. 

El – Kaide üyelerinin İspanyayı hedef alan saldırısı ise 11 Mart 2004 tarihinde Madrid’de gerçekleşmiştir. 
Avrupa ülkeleri arasında ABD’ye en yakın müttefiklerden biri olan İspanya saldırıları da İstanbul’da olduğu gibi özellikle Irak işgaline misilleme olarak gerçekleştirilmiştir. Bu saldırılar İspanya’nın başkenti Madrid’de dört ayrı trene koyulan toplam on bombanın patlaması ile gerçekleşmiştir. Bu saldırılar sonucu 191 kişi hayatını kaybetmiş, 1430 kişi de yaralanmıştır 297. 

Bu saldırıların şehrin atar damarları olan ulaşım sistemlerinde olması ve yapılan saldırının sabah saatlerinde gerçekleşmesi saldırının bilançosunu da arttırmıştır. 
Bu saldırılarla Avrupa terörizm gerçeğini sınırları içerisinde yaşamış ve 11 Eylül saldırıları sonrası birçok önleme stratejisi geliştirmiş olmasına rağmen bu saldırılar sonrası gerçekle yüz yüze gelmiştir. 

7 Temmuz 2005 günü İngiltere’nin Londra kentinde metro istasyonlarında üç adet, yine bu kentin Tavistock Meydanı’nda bir otobüste patlayan bir adet olmak üzere, şehrin toplu taşıma merkezlerinde patlayan 4 adet bomba patlamıştır. Bu saldırılar sonucu toplam 52 kişi hayatını kaybetmiş, 700 kişi yaralanmıştır 298. Bu saldırılar da Madrid’de olduğu gibi şehrin ulaşım merkezlerinde meydana gelmiştir. Bu saldırılarda İngiltere’nin hedef alınması ise 11 Eylül saldırıları akabinde başlayan ABD’nin küresel terörle mücadelesinin her safhasına en güçlü desteği veren ülke olmasıdır. 

El- kaide terör örgütünün gerçekleştirdiği bu saldırıların temel amacı küresel terörle mücadelede ABD’nin yanında yer alan müttefiklerini hedef alarak onlarında her an tehlike içerinde oldukları hissi verilmek istenmesidir. Aralarında bir yıl bile süre geçmeden gerçekleşen bu saldırılar; 
Özellikle Irak Operasyonunun uluslararası destek alamaması ardından El – Kaide terör örgütü ve onun adına eylemler gerçekleştiren diğer örgütlerin, bunu iyi kullanarak propaganda faaliyetleri ile tekrar güç kazanması sonucu yapılmıştır. 

11 Eylül saldırıları sonrası oluşan hava ile yapılan ve uluslararası meşruiyeti dünyanın dört bir yanından gelen destek açıklamaları ile kanıtlanan Afganistan 
Operasyonunda çok iyi bir netice elde edilmiş ve terör örgütü El- Kaide’ye ağır bir darbe indirilmiştir. Hatta Amerikalı bir general; Usame Bin Ladin ve El – Kaide terör örgütünün Afganistan içerisinde ve dışarısında artık hiçbir eylem yapamayacağını belirterek, yapabilecekleri tek şeyin kaçmak ve saklanmak olabileceğini ve operasyon yapma kabiliyetinde ve pozisyonunda olmadıklarını belirtmiştir299. Fakat örgüt bitme noktasına gelmişken ABD’nin Afganistan’da yaptığı hataların ardından Irak’a yaptığı saldırı ABD ve müttefiklerine olan inancın iyice azalmasına sebep olmuştur. Bu da çökme noktasına gelen, hiçbir destek alamayan, bunlara ek olarak bölge halklarının da desteğini yitirmiş olan El-Kaide terör örgütü ve destekçilerinin; ABD’nin bu hatalarını propaganda malzemesi olarak kullanması ile birlikte tekrar can bulmasını, halk desteği ile lojistik destek almalarını sağlamıştır. Üyelerinin ve sempatizanlarının kendilerinden kopmaması ve yeni üyeler kazanabilmek için örgüt; küresel çapta eylemler gerçekleştirme yoluna gitmiştir. Bu eylemlerden en çarpıcı olanları ise İstanbul, Madrid ve Londra saldırılarıdır. 

El – Kaide terör örgütü elemanları, ABD’nin Afganistan’a yaptığı askeri müdahaleden sonra dünyanın pek çok ülkesine dağıtılmıştır. Ancak örgüt 
mensuplarının dünyanın pek çok ülkesinde bulunan bağlantıları devam etmiştir. El – Kaide bir şemsiye, bunun altında da Ortadoğu’dan Müslümanların yaşadığı Avrupa Kentlerine, oradan ABD’ye kadar uzanan alt bağlantıları mevcuttur300. Bu bağlantılar ise El – Kaide’ye vurulan ağır darbeler sonucu yeraltında kalmış fakat ABD’nin hatalı stratejileri karşısında tekrar güç bularak gün yüzüne çıkmaya başlamışlardır. ABD’nin diğer ülkelerin görüşlerini almadan geliştirdiği savaşım stratejileri sadece kendine değil, diğer ülkelere de önemli zararlar vermiştir. İstanbul, Madrid ve Londra saldırıları ABD’nin müttefiki olmanın bedelleri olarak ortaya çıkmaktadır 301. 

Bu saldırıların, El - Kaide ve daha birçok etkin terör örgütünün savaşım stratejisi olan, her alanda savaş ve misilleme ilkelerine göre yapıldığı söylenebilir. 
Nitekim El Kaide lideri Bin Ladin; “Eğer düşmanlar Müslümanlara ait toprakları işgal ediyorlar ve masum insanları kalkan olarak kullanıyorlarsa, bu bize 
düşmanlara saldırma yetkisi verir….. Amerika ve Müttefikleri Filistin, Çeçenistan, Keşmir ve Irak’ta Müslümanlara karşı katliam yapmaktadırlar. Müslümanların da 
ABD ve müttefiklerine karşı misilleme hakkı vardır”302, diyerek bu stratejinin eylemlerini haklı olduğunu kanıtlamada önemli pay sahibi olduğunu göstermiştir. Bu saldırılar sonrası kimsenin evinde rahat edemeyeceği tezi güçlendirilmek istenmiş ve gerçektende dünyanın 11 Eylül saldırılarından sonra daha az güvenli olduğu ortaya çıkmıştır. 

Bu saldırılar ile küresel terör örgütleri, ABD’nin en güçlü müttefiklerine bile rahatlıkla zarar verebilecek kapasitede olduklarını göstermişler ve ABD’nin 
saldırılara maruz kalmayan diğer müttefiklerinin de aslında güvende olmadıklarını göstermek istenmiştir. Bu saldırılar sonrası özellikle İtalya, Fransa ve Danimarka’da alarm verilmiş, bu toplumlarda bir süre korku hakim olmuştur. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 1

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 1



11 Eylül saldırıları yapılış şekli, amacı ve doğurduğu sonuçlar bakımından hem dünya kamuoyunu, hem de devletlerin politik duruşunu derinden etkilemiştir. 
Bu etkileşim de kaçınılmaz olarak uluslararası örgütleri ve uluslararası hukuk olgusu üzerinde bir takım etkiler doğurmuştur. 11 Eylül saldırıları sonrası Amerikan kamuoyu başta olmak üzere tüm dünya belli bir korku ve nefret sarmalının içine girmiştir. Güvenlik duygusunun yitirildiğini düşünen devletler, genel olarak bu yorumdan kurtulmanın yolunu sert ve tepkisel politikalarda görmüşlerdir. Teröre bir cevap olarak düşünülen bu politikalar ise başta insan hakları olmak üzere uluslararası hukuku zedeler nitelik göstermiştir. 

Bu bölümde 11 Eylül saldırılarından bahsedildikten sonra, Amerika önderliğinde gerçekleştirilen Afganistan ve Irak operasyonlarına değinilerek, dünya 
konjonktürü aktarılmaya çalışılacaktır. Daha sonra ise ülkelerin ve uluslararası örgütlerin politikalarında terörle mücadeleye yönelik yapılan düzenlemeler ve 
değişiklikler; örnek ülke ve örgüt düzenlemeleri ile gösterilmeye çalışılacak ve son olarak da uygulanan politikaların terörle mücadelede etkinliği incelenecektir. 

1. 11 EYLÜL SALDIRILARI SONRASI ULUSLARARASI ORTAM 

11 Eylül saldırılarının planlama, kullanılan silahlar, meydana getirdiği can ve mal kaybının büyüklüğü, hedeflerin önemi göz önüne alındığında uluslararası 
kamuoyunun ve diğer başat aktörlerin, bir kargaşa ortamına girmesi sürpriz olmamaktadır. Şimdiye kadar uygulanan güvenlik politikalarının yetersizliği su 
yüzüne çıkmış ve güvenlik algısı bir anda çökmüştür. Yıkılan güvenlik algısının tekrar inşası için alınan tedbirler ise, çoğu zaman temel hak ve hürriyetler alanına müdahalede bulunmakta ve uzun tecrübeler ve pozitif kazanımlar sonucu ortaya çıkan uluslararası hukuk ilkelerine karşı zorlama yorumlarla uygulama alanı bulmaya çalışmaktadır. 11 Eylül saldırıları sonrası süreçte güvenlik – özgürlük dengesi; özgürlük aleyhine bozulmaya başlamıştır. 

1.1. 11 Eylül Saldırıları Ve Etkileri, 

11 Eylül 2001’de, Boston – Los Angeles seferini yapan American Airlines’a ait Boeing 767 tüpü bir yolcu uçağı, 81 yolcu ve 11 mürettebatı ile kaçırılmış; hava 
korsanları kaçırılan uçakla ile New York, Manhattan’da Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerinden kuzey kulesine çarparak saldırıyı başlatmıştır. Kısa bir süre sonra Washington’dan Los Angeles’a giderken kaçırılan, yine American Airlines’a ait Boeing 757 tipi ikinci bir uçak, hava korsanları tarafından Dünya Ticaret 
Merkezi’nin diğer kulesine çakılmıştır. Her iki kulede birbiri ardına çökmüştür. Olay bununla sona ermemiş, aynı gün, 56 yolcu ve 9 mürettebatı ile Boston – Los Angeles seferini yaparken kaçırılan United Airlines’a ait Boeing 767 tipi üçüncü bir uçak, Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı’nın merkezi Pentagon’a çakılmış, bina kısmen çökmüştür. Pentagon’a yapılan saldırının hemen ardından, Dışişleri Bakanlığı binasının önüne park edilen bir kamyonda patlama meydana gelmiş, kısa bir süre sonra, bir bombalı saldırı da Washington’nun en önemli alış veriş merkezi olan Washington Mall’da ve ABD Kongre binası Capitol Hill’de meydana gelmiştir. 

38 yolcu ve 7 mürettebatıyla New York – San Francisco seferini yaparken kaçırılan dördüncü bir uçak ise Pennsyvania’nın Pitsburg kenti yakınlarında düşmüştür 263. 

11 Eylül Saldırıları’ndan önce de ABD vatandaşları, askeri personeli ve bu ülke vatandaşlarına ait ticari kurumlar terör saldırılarının hedefinde bulunmuşlardır. 
Fakat bu saldırıların hepsi yurtdışındaki ABD kişi ve kurumlarına yapılmıştır ve bunlar ciddi bir uluslararası terör eylemi değildir 264. ABD tarihinde ilk kez kendi toprakları üzerinde bir yabancı saldırıya hedef olmuştur. Zira II. Dünya Savaşı’nda Japonların gerçekleştirdiği Pearl Horbour saldırısı gerçekte ABD’nin ulusal topraklarına değil sömürgelerine yapılmıştır 265. 

Olaylarda toplam 2795 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu rakam, Amerikan iç savaşından bu yana ABD’nin bir günde uğradığı en büyük insan kaybıdır. Bunun yanı sıra, ABD çok büyük bir maddi hasara da uğramıştır 266. 

11 Eylül saldırıları ABD’nin tehlikeli iç ve dış düşmanların saldırılarına açık, korkunç derecede savunmasız bir toplum haline geldiği şeklinde genel bir 
anlayışa neden olmuştur.11 Eylül saldırılarının daha derin anlamda önemi, ABD’nin savunmasızlığını düşmanlarına göstermesinden ve ülke içinde Dünya Ticaret Merkezi’ndeki saldırılardan daha yıkıcı kitlesel trajedilere neden olabilecek ne kadar çok kolay hedef bulunduğunu aniden fark eden Amerikalıları korkutmasından kaynaklanmaktadır 267. Bu sonuç ortaya bir güvenlik duygusu bunalımı çıkartmıştır. Meydana gelen bu güvenlik sendromu ise hızlı bir şekilde yayılarak etkisini başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada göstermiştir. Bunu sebebi ise yapılan saldırılarda hedeflerin sembolik olarak seçilmiş olduğunun anlaşılmış olmasıdır. Gerçekten de 11 Eylül saldırılarının ABD’ye karşı yönelmesinin asıl sebebi bu ülkenin küreselleşmenin başat aktörü olmasından kaynaklanmaktır. Aynı şekilde Dünya Ticaret Merkezi küreselleşen ekonominin en büyük temsilcisi, Pentagon ise küreselleşmenin askeri ayağının en güçlü üyesidir. Küreselleşmenin kalbine yapılan bu saldırılar doğal olarak küresel değerleri savunan diğer ülkeleri ve vatandaşlarını da aynı korku ortamına sokmuştur. Terör örgütlerinin dünyanın en güçlü, teknolojik imkanları en fazla, istihbarat ağı en geniş ülkesi olan ABD’de dahi bu denli büyük bir saldırı gerçekleştirebiliyor olması; görece daha az güçlü olan ülkelerin bu tip 
saldırılara karşı daha savunmasız olduğunu göstermiştir ki bu da halklar üzerindeki güvenlik sendromunun boyutlarını arttırmıştır. Aynı zamanda bu korku, saldırıları gerçekleştirenlere karşı da açık bir nefret ile beraber büyümüştür. 

11 Eylül saldırı sonucunda meydana gelen can ve mal kaybının, neredeyse bir devletin ABD’ye karşı düzenli askeri birlikleri ile gerçekleştireceği orta 
büyüklükte bir silahlı saldırı neticesinde ortaya çıkabilecek boyutlara ulaştığı söylenebilir 268. Bu da terörizm ne denli güçlü bir etki ortaya çıkarabileceğinin 
göstergesidir. 11 Eylül saldırıları güvenlik ve tehdit paradigmalarını belirleyen konvansiyonel tehlike anlayışının sona erme sürecinde olduğunun göstergesidir. 
Dünyaya hakim olan asimetri, asimetrik savaş olarak nitelendirilebilecek terörizmi en büyük güvenlik tehdidi olarak karşımıza çıkarmıştır. Bu da göstermiştir ki 21. yüzyılın güvenlik tehditleri düzenli ordulardan değil 269 terörizmle beslenen devlet dışı aktörlerden gelecektir. Terörizmin içinde var olan sınır tanımayan, yeri, zamanı, boyutları belli olmayan şiddet ise bu tehdit algısını arttırmaktadır. Terörizmin stratejisindeki belirsizlik, onunla mücadele etmeyi zorlaştırmakta ve tam tanımlanamayan hatta görünmeyen bu düşman insanların korku duvarını aşmakta ve insanlara güvensiz bir ortamda yaşadığı hissini vermektedir. 

İnsanoğlunun tarih içindeki arayışının ve yürüyüşünün temel unsurları ontolojik güvenlik ve özgürlük arayışıdır. Güvenlik insanoğlunun ontolojik varoluşunun, özgürlük ise onu diğer varlıklardan ayıran iradesinin temel unsurlarıdır. Her özgürlük ve güvenlik problemi yeni açılımları beraberinde getirmiştir270. 11 
Eylül deneyiminin acımasız gerçekliğinden kaynaklanan keder, korku ve kızgınlık gibi endişeli tutumlar da, hükümetlerin halk üzerindeki güvenlik duygusunu tekrar inşa edecek bazı adımlar atmasını zorunlu kılmıştır. 

11 Eylül saldırılarının hemen ardından dönemin ABD Başkanı George W. Bush yaşananları ulusal bir trajedi olarak değerlendirmiş; Amerika ve Amerikan 
halkını korumak için gereken her şeyin yapılacağını ve tüm kaynakların seferber edileceğini belirterek, terörist saldırıların sorumlularının mutlaka yakalanarak adalete teslim edileceğini söylemiştir271. Başkan Bush 20 Eylül 2001 tarihinde yaptığı konuşmasında “… her bölgedeki her ulus şimdi bir karar vermek zorundadır. Ya bizimle birliktesiniz ya da teröristlerle. Bugünden itibaren terörizmi barındırmaya ya da desteklemeye devam edecek herhangi bir ulus ABD tarafından düşman rejim sayılacaktır” diyerek, teröristler ile teröristleri barındıran ve destekleyen ülkeler arasında ayrım yapmayacağını belirtmiştir272. Yine başka bir konuşmasında Başkan Bush, “ Savaştayız, teröristler tarafından Amerika’ya karşı açılmış bir savaş var ve buna cevap vereceğiz ” diyerek ABD’nin 21. Yüzyılın ilk savaşını yaşadığını belirtmiştir. Böylelikle saldırılardan sonra ABD’de adeta bir seferberlik ilan edilmiş oluyordu 273 . 

Bu saldırılara karşı tepkiler sadece ABD ve batı dünyasından değil, tüm dünyadan gelmiştir. ABD’nin yanında yer alan ilk devlet İngiltere olmuştur. İngiltere yapılan saldırıları kendisine yapılmış kadar acı ile karşıladığını açıklamış, bir o kadar çabuk ve etkili bir şekilde terör ile mücadelenin gerekliliğinden bahseder olmuştur. 
Diğer devletler de yaşanan olayları kınayarak ABD’ye destek vereceklerini açıklamışlardır. 

Devletlerin olduğu gibi uluslararası örgütler de tepki vermekte gecikmemiştir. NATO Genel Sekreteri George Robertson, anlamsız saldırılara 
kınamış ve ittifak ülkelerini “terörizm belasına” karşı ortak cephe kurmaya çağırmıştır. 
Akabinde NATO Daimi Konseyi 12 Eylül 2001’de ABD’ye karşı yapılan saldırılardan sonra 24 saatten kısa bir sürede, Washington Antlaşması’nın, 

“ Bir ittifak ülkesinin saldırıya uğradığı anda, tüm üyelerin saldırıya uğramış  sayılacağı ” ilkesini içeren 5. Maddesinin uygulanmasına karar verildiğini açıklamıştır. 

AB de saldırıları kınayarak ABD ile dayanışma içerisinde olacaklarını açıklamıştır. BM saldırıdan bir gün sonra Güvenlik Konseyi’nin 1368 sayılı kararı ile terörü kınayarak uluslararası barış ve güvenliğe karşı bir tehdit olarak gördüğünü 
belirtmiş, tüm dünya devletlerini terörist saldırıları gerçekleştirenleri, organize edenleri ve destekleyenleri adalete teslim etmek için birlikte çalışmaya çağırmıştır 274. 

1.2. Afganistan Operasyonu 

11 Eylül saldırılarını takip eden günlerde, Bush yönetimi, saldırıların ardında Suudi terörist Usame Bin Ladin ve El Kaide örgütünün olduğuna dair şüphe 
olmadığını belirterek; saldırılardan Afganistan’daki de facto 275 Taliban Hükümeti’ni sorumlu tutmuştur. 4 Ekim 2001’de ise İngiliz Hükümeti, “11 Eylül 2001’de ABD’deki Terörist Vahşetler İçin Sorumluluk” başlığı ile bir belge yayınlamış ve Bin Ladin, El Kaide ve Taliban’ın arasındaki ilişkilere değinerek saldırının sorumlularının bu gruplar olduğunu belirtmiştir. 
Bu belge daha sonra ABD tarafından da onaylanmıştır 276. 

ABD’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi tarafından 7 Ekim 2001 tarihinde BM Güvenlik Konseyi’ne bir mektup gönderilerek Afganistan’daki Taliban rejimi tarafından desteklenen El Kaide Örgütü’nün olayın sorumlusu olduğuna ilişkin ellerinde ciddi delillerin bulunduğu; bu örgütün 11 Eylül saldırılarından sorumlu 
olduğu; ABD ve vatandaşlarına karşı devamlı bir tehdit oluşturduğu; ABD ve uluslararası toplumun tüm çabalarına rağmen Taliban rejiminin politikalarını 
değiştirmeyi reddettiği; El Kaide Örgütü’nün Afganistan topraklarından dünya çapında masum insanlara saldıran ve ABD’nin ve vatandaşlarının çıkarlarını içeride ve dışarıda hedef alan terör birimlerini eğitmeye ve desteklemeye devam ettiği vurgulanmaktadır. Ardından da bu saldırılara yanıt olarak ve daha başka saldırıların gerçekleştirilmesini önlemek amacıyla ABD’nin, diğer devletlerle birlikte, BM Antlaşmasının 51. Maddesine uygun olarak doğal olan bireysel ve kolektif meşru müdafaa hakkı çerçevesinde operasyonlarını başlattığını belirtmiştir 277. Yani 11 Eylül saldırılarından tam 26 gün sonra ABD ve İngiltere diğer devletleri de arkasına alarak, egemen bir devlet olan Afganistan’a karşı kapsamlı bir askeri operasyon başlatmıştır. Afganistan’daki Taliban karşıtı yerel güçlerinde desteklediği “Kalıcı Özgürlük Operasyonu (Operation Enduring Freedom)” daha sonraki dönemde yaklaşık 40’a yakın ülke tarafından da desteklenmiştir 278. 

Belirtildiği üzere ABD, Afganistan gerçekleştirdiği bu operasyonu meşru müdafaa hakkından kaynaklandığını belirtmiştir. ABD bu iddiasını iki önermeye 
dayandırmıştır. İlk olarak ABD, 11 Eylül terörist saldırılarını, BM Antlaşması madde 51 çerçevesinde bir “silahlı saldırı” olarak nitelendirmiştir. İkinci olarak El Kaide tarafından gerçekleştirilen ABD’ye yönelik silahlı saldırıların, kontrol ettiği Afganistan topraklarının bu örgüt tarafından bir operasyon üssü olarak 
kullanılmasına izin veren Taliban rejimine izafe edilmesi gerektiği ve uluslararası hukukun, teröristler tarafından saldırıya uğramış bir devlete, bunları barındıran 
devletlere karşı meşru müdafaa esasında kuvvet kullanma hakkı vermesi önermesine dayandırmıştır279. ABD güçleri savaşın başlamasından birkaç hafta sonra Taliban’ı devirmiş ve El-Kaide’yi birçok şehir merkezinden çıkarmayı başarmıştır. Bu süreçte ABD ve müttefikleri, tüm dünya tarafından en baskıcı rejimlerden birine büyük zarar vermeleri ve defedilmesini sağlamalarından dolayı (ilk haftalardaki durum için) alkışlanmış ve Amerikan kamuoyu da hayat tarzlarına saldıran kişilere karşı gerçekleştirilen bir savaş olarak gördükleri bu duruma destek vermişlerdir 280. Denebilir ki; bütün uluslararası kuruluşlar, devletler ve dünya kamuoyu ortak bir duruş sergileyerek yapılan saldırının hem hukuki olarak hem de mantıksal olarak meşruluğuna hak vermiştir. 

NATO Genel Sekreteri 11 Eylül saldırılarının sorumlusunun, Taliban tarafından barındırılan El Kaide Örgütü olduğuna ilişkin kanıtların açık ve ikna edici 
olduğuna ve 11 Eylül saldırılarının ABD’ye dışarıdan yöneltildiğine ve bu nedenle; Washington Antlaşması’nın 5. maddesi tarafından kapsanan bir fiil olarak 
sayılmasına karar vermiştir. Böylece NATO’nun söz konusu kararı ile meşru müdafaa esnasında kuvvet kullanmanın hukuki olabilmesi için öngörülen, 
uluslararası sistemin uygun kurumları tarafından kanıtların yeterli bulunması koşulu karşılanmış olmuştur. Benzer şekilde Amerikan Devletleri Örgütü 21 Eylül 2001 de almış oldukları bir kararla, 11 Eylül saldırılarını bütün Amerika Devletleri’ne yapılmış bir saldırı olarak nitelendirmiş ve örgüte taraf olan tüm devletlerin kıtada barış ve güvenliği sağlamak için etkin karşılıklı yardım sağlayacaklarını açıklamışlardır. AB bünyesinde gerçekleştirilen 21 Eylül 2001 tarihli Olağanüstü Brüksel Zirvesi’nde de ABD’ye destek kararı çıkmıştır281. 

Asya Kıtası’nda bulunan ve siyasi duruş itibari ile ABD’ye uzak, coğrafi konum itibari ile Afganistan’a komşu ülke organizasyonları da yapılan bu harekatı 
kınamamışlardır. 56 üyeli İKÖ ABD’ye, askeri yanıtını Afganistan dışına genişletmeme çağrısında bulunmuş fakat Afganistan’a yapılan müdahaleyi 
kınamamıştır. 21 üyeli Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Formu da benzer şekilde 11 Eylül saldırılarını kınamış fakat ABD’nin saldırılarına karşı sessiz kalmıştır. Bu 
durumda bu örgütlerin sessiz kalması da, ABD’nin eylemlerini kabul ettikleri ya da en azından buna tolerans gösterdikleri şeklinde yorumlanabilir282. 

Dünya devletlerinin çoğu ABD’nin Afganistan’a yönelik harekatını destekledikleri gibi, hava sahasını kullandırma ve diğer askeri kolaylıklar sağlamak için çeşitli yardım tekliflerinde bulunmuştur ve dünyanın çeşitli kompartımanlarından destek almıştır. Özellikle de koalisyona sonradan katılan ülkeler (İlk koalisyon ABD, İngiltere, Avustralya tarafından oluşturulmuştur) büyük bir çoğunlukla Afganistan’ın yeniden inşasına ve demokratik sistemin oluşturulmasına, Afgan halkına sunulan hizmetlerin güvenliğinin sağlanmasına katkıda bulunmuşlar dır 283. 
11 Eylül olaylarına ve sonrasında yapılan harekata yönelik tepkiler birlikte değerlendirildiğinde, 11 Eylül saldırılarının büyüklüğünün etkisiyle; bir silahlı saldırı olarak kabul edildiği ve dolayısıyla ABD’nin Afganistan’a yönelik müdahalesinin meşru kabul edildiği söylenebilir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***