3 Ekim 2019 Perşembe

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 3

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 3



2. DEVLETLERİN ve ULUSLARARASI ÖRGÜTLERİN 11 EYLÜL SALDIRILARI ÇERÇEVESİNDE YAPTIĞI DÜZENLEMELER 

11 Eylül saldırıları terörizmin acımasız yüzünü dünyaya yeniden gösteren bir saldırı olmuştur ve adeta terör yeniden tanınmıştır. Terörün ne denli büyük 
boyutlara ulaşabileceği ve ne denli kayıplar yaşatabileceği dünya kamuoyu tarafından bu acı tecrübe ile bir kez daha anlaşılmıştır. Saldırının büyüklüğü 
sebebiyle yarattığı şok etkisi, bir güvenlik bunalımı doğurmuş ve ortaya çıkan bu korku ortamını yenebilmek için hükümetleri ve uluslar arası örgütleri harekete 
geçirmiştir. Tehdit algılamalarının ve savunma mekanizmalarının, değişen terörizmle mücadelede ve onu önlemede başarısız olduğunu gören devletler yeni düzenlemeler yapma yoluna gitmiştir. Özellikle Irak Operasyonu’na bir cevap olarak gelen İstanbul, Madrid ve Londra saldırıları hem ikinci bir şok etkisi yaratmış hem de yeni düzenlemeleri beraberinde getirmiştir. 

2.1. Devletlerin Yaptığı Düzenlemeler 

Devletler genel olarak belirtilen saldırılara tepkisel cevap vermişlerdir. Kanunlarında yaptıkları düzenlemelerin yanı sıra, terörle mücadele eden birimlerinde de bazı değişiklikler yapma yoluna gitmişlerdir. Bu başlık altında 11 Eylül saldırılarının direkt muhatabı olan ABD’nin ve bu saldırılara karşı yapılan 
operasyonlarda ABD’nin en büyük destekleyicilerinden biri konumunda olduğu için Madrid saldırılarına mazur kalan İspanya’nın yaptığı bazı düzenlemeler aktarılmaya çalışılacaktır. 

2.1.1. Amerika Birleşik Devletleri’nin Yaptığı Düzenlemeler 

ABD’nin 11 Eylül Saldırıları’nın hemen ardından ulusal tedbirler kapsamında gerçekleştirdiği reformlar ve bu reformları izleyen bir dizi yasal düzenleme gerekleştirilmesinin temel nedeni, terör örgütlerinin ortadan kaldırılması, üyelerinin tespit edilmesi ve yargılanma süreçlerinin hızlandırılmasıdır. 11 Eylül 
Saldırıları’nın öncesinde ve saldırılar sırasında yapılan hataların tekrarlanmasını engellemek ve bu bağlamda muhtemel saldırıları gerçekleşmeden önlemek ise, bu reformların arkasında yatan diğer önemli nedenlerdir303. 11 Eylül olaylarına ilişkin ABD’de üç temel reform yaşandığı görülmektedir: PATRİOT Kanununun 
yasalaşması, 2004 tarihli İstihbarat Reformu ve Terörizm Engellenmesi Kanunu’nun kabul edilmesi ve İç Güvenlik Örgütü’nün (Depertment of Homeland Security) kurulmasıdır 304. 

2.1.1.1. İç Güvenlik Örgütü 

İç Güvenlik Örgütü, kuruluş kanununun 2002 yılında tamamlanmış olmasına rağmen, uzun süren tartışmalar sebebiyle 2003 yılında faaliyete geçebilmiştir. ABD’de 22 kurumun bir çatı altında toplanmasıyla oluşturulmuş bu örgüt, 180.000 çalışanı ile en büyük federal kurumlardan biri olma özelliğini  göstermektedir 305. 

Başkan Bush, Amerikan halkının daha güvende olmasını sağlamak amacıyla yönetimin büyük sorumluluğu bulunduğunu ve bunun için ilk adımın ulusal 
güvenliğin sağlanması adına atılması gerektiğini vurgulamıştır. Bu kapsamda kurulmasını önerdiği İç Güvenlik Örgütü’nün kuruluş gerekçelerini şöyle 306: sıralamıştır

“Amerikan halkının güvende olması için; öncelikli görevi Amerikan toprağını savunmak olan; sınırlarımızın, taşımacılık alanlarının ve diğer kritik 
altyapı alanlarının güvenliğini sağlayacak; çoklu kaynaklardan gelen iç güvenlik istihbaratlarını en iyi şekilde sentez ve analiz edecek; her türlü olası tehdit ve 
tehlikelere karsı merkezi ve yerel yönetimler, özel sektör ve Amerikan halkı arasında etkin bir iletişim koordinasyonu sağlayacak; Amerikan halkını bio-terörizm ve diğer kitle imha silahlarına karsı korumaya yönelik çabalarımızı koordine edecek; bu konuda acil yardım için gerekli ekipman ve desteği en kısa sürede ulaştıracak; federal ilk yardım faaliyetlerini yönetecek ve daha fazla güvenlik elemanıyla bu alanda çalışacak; ve iç güvenlik için ayrılan kaynakların en etkin şekilde yönetilmesini sağlayacak bir kuruma ihtiyaç vardır. Bu da İç Güvelik Örgütü’dür.” 

2004 yılı, 

İç Güvenlik Örgütü Stratejik Planı’na göre bu kurumun üç temel misyonu bulunmaktadır. Birinci olarak, ABD sınırları içerisinde bir daha terör 
saldırısı olmamasını sağlamak ve bu ülkede yaşayan insanlara daha güvenli bir ortam oluşturmak; ikinci olarak, bu ülkeyi terör saldırılarına karşı kapalı hale getirmek; üçüncü olarak da verilen zararları düşürmek ve diğer kurumlara bu türden suçların beklenmedik etkilerini ortadan kaldırabilmeleri yönünde stratejik destek vermek, olarak sıralanmıştır 307. 2007 Ekim ayında yayınlanan yeni planda ise dördüncü bir amaç olarak, uzun vadede başarı elde etmek için bu örgütün güçlendirilmesinin sürdürülmesi eklenmiştir. 

İlk üç amaç ulusal çabaların organize edilmesine katkı sağlarken bu son amacın, örgütün ilkelerinin, çalışma sisteminin, yapısının ve bünyesindeki kurumların gelişimini ve sağlamlaştırılmasını öngördüğü belirtilmiştir 308. 

Bu örgüt terör konularında olduğu gibi diğer pek çok konuda da sorumluluklara sahiptir. Örneğin her türden felaket ve acil durumlara hazırlıklı olabilmeleri için diğer kurum personeline eğitim vermek bu sorumluluklardan birisidir. 
Bu kurumun seyahat ve taşımacılık alanlarında da yetki ve sorumlulukları vardır. Bazılarınca temel insan haklarına saygısızlık olarak görülen ABD’ye giren herkesin fotoğraf ve parmak izlerinin alınması gibi işlemlerde yetki ve sorululuk da bu kuruma aittir. 
Ayrıca örgüt, gerek yerel gerekse federal kurumlara, terörle veya afetlerle mücadele konularında yeni bulunan teknolojik gelişmeleri kazandıracak mali çalışmalar yapmakla da görevlidir. Ek olarak, ABD’nin teröre mağdur olma riskinin hesaplanması ve riskli alanların ortadan kaldırılması yönünde çalışmalar yapmak da bu örgütün sorumluluğuna verilmiştir 309. 

2.1.1.2. İstihbarat Reformu ve Terörizmin Engellenmesi Kanunu 

11 Eylül Komisyonu’nun tavsiyeleri doğrultusunda; ABD’de faaliyet gösteren 15 farklı istihbarat örgütünün tek çatı altına toplayarak, tüm istihbarat kurumlarını organize edecek olan Ulusal İstihbarat Müdürlüğü 2004 yılında kabul edilen bu kanunla kurulmuştur. Senato tarafından atanacak olan bu müdür; ABD Başkanı’na bağlı olarak çalışmaktadır. Ulusal İstihbarat Müdürlüğü, Ulusal İstihbarat Programı için yıllık bütçe oluşturmak; fon ve personel transferi yapmak; istihbarat topluluğu için üzerinde çalışılacak konuları belirlemek; istihbarat kaynak ve metotlarını korumak ve gerektiğinde yabancı istihbarat birimleri ile işbirliği yapmak gibi yetkilere sahiptir 310. 

En temelinde bu kanun, istihbarat örgütleri arasında var olan duvarları yıkmak ve böylece bu örgütler arasındaki bilgi akışını sağlamak amacıyla 
çıkartılmıştır 311. Bahse konu kanunla bu örgütlerin birbirleri ile işbirliği içinde çalışarak koordinasyonun artmasının sağlanması, böylece de istihbari faaliyetlerden beklenen faydanın artması amaçlanmaktadır. 

Bu kanun ayrıca iki yeni kurum daha kurarak terörle mücadele konusunda daha fazla verim elde etmeyi planlamıştır. Bu kurumlardan biri, ulusal bazda terörle 
ilgili istihbaratın yapılacağı ve konu ile ilgili stratejik operasyonel planlamaların yapılacağı Ulusal Terörle Mücadele Merkezi’dir. İkinci kurum ise terörle 
mücadelenin en temel aktörü olan ve izlenecek tüm terörle mücadele stratejilerinin onun üzerine kurulması gerekli olan insan hakları ve özgürlükler çerçevesindedir. Gizlilik ve Sivil Özgürlükler Takip Örgütü, yeni kurulan hükümet kurumlarının insan haklarına saygılı bir şekilde hareket edip etmediklerini takip etmek amacıyla kurulmuştur. 

2.1.1.3. PATRIOT Kanunu 

Orijinal adı “Uniting and Strengthening America by Providing Appropriate Tools Required to Intercept and Obstruct Terrorism Act of 2001” (U.S.A. 
P.A.T.R.I.O.T.)312 kanunu olan düzenlemeden çalışmamızda PATRIOT Kanunu olarak bahsedilecektir. Bu yasanın Türkçe karşılığı ise “2001 Amerika’yı Terörizmin Engellenmesi ve Durdurulması için Gereken Uygun Araçları Sağlayarak Birleştirmek ve Güçlendirmek Yasası” (ABD Vatansever)313 olarak çevirmek mümkündür. 

PATRIOT Kanunu 2001 yılında kabul edilmiştir. Bu kanun 15’ten fazla federal yasal düzenlemeyi değiştirmiştir. Bu kanun aslen terör ve terörle ilgili 
konulara ilişkin çıkartılmış olmasına rağmen, aynı zamanda kara para aklama, dinleme, arama izinlerinin yetki alanlarının arttırılması, Uluslararası 
İstihbarat Takip 

Kanunu (FISA), çeşitli bilişim teknolojilerinin kullanılarak soruşturulmaların yürütülmesi, mali suçlar, sınır kontrolleri, uyuşturucu ve ihbar edenlerin 
ödüllendirilmesi314 gibi alanlarda da bağlayıcı hükümler içermektedir. Kanunun en can alıcı noktası ise, federal ve yerel kolluk görevlilerine terör örgütü üyesi olduğuna inanılan kişilerin dinlenmesi ve takip edilmesinde sıra dışı yetkiler tanımasıdır315. Saldırıların hemen ertesinde yürürlüğe giren ve 4 yıllık bir sürede yürürlükte kalacak bu kanun, 21 Temmuz 2005’te 16 maddesinden 14 maddesinin yürürlükte kalması kabul edilmiş ve kanun daimi nitelik kazanmıştır316. 

Bu yasanın en temel amacı, topluma zarar verme potansiyeli olan kişi ve grupları çok kısa bir sürede teşhis etmek ve üyeleri hakim önüne çıkartabilmek için gerekli adımları atmaktır 317. Yasada başlıca yapılmak istenen şey; istihbarat birimlerinin yeterli bilgi ve donanıma sahip olmasının önündeki yasal engellerin kaldırılması ve daha geniş yetkilerle donatılmalarını sağlamaktı. İstihbarat birimleri arasında bilgi paylaşımı hususunda sorun çıkmamasını temin etmek ve istihbarat paylaşımının düzenli ve devamlı şekilde yapılmasını kolaylaştırmak da amaçlardan birisidir. PATRIOT Kanunu, mevcut olan yasalarda güvenlik güçlerinin yetkilerini sınırlandıran ibareleri kaldırmıştır. 11 Eylül saldırılarının, bilgi yetersizliği ve güvenlik güçleri arasındaki bilgi paylaşımının karmaşık bir prosedüre sahip olması nedeniyle önlenemediği ileri sürülmüştür. Bu nedenle söz konusu yasada bilgi paylaşımı konusunda da değişiklikler yer almıştır. Ek olarak, yasa güvenlik güçlerinin ABD’de yaşayan herkes hakkında bilgi toplama konusundaki yetkilerini artırmıştır 318. 

ABD Adalet Bakanlığı tarafından 2004 yılında yayınlanan “Sahadan Rapor: ABD PATRIOT Kanunu İş Başında” adlı rapor, bu kanunun temel amaçlarını ve 
ulaşılan noktaları belirten bir rapor hazırlamış ve bunları 4 başlık altında toplamıştır 319. Bu rapora göre: 

“Federal hükümetin istihbarat paylaşımı kapasitesini artırmak” başlığı altında; istihbari faaliyetlerde bulunma yetkisi olan kurumlar arasında işbirliğini 
artırmak ve özellikle kolluk kuvvetleri ile istihbarat örgütleri arasında bulunan görülmez duvarı yıkmak için bir dizi düzenlemeler yapıldığı belirtilmiştir. 
Fakat halen örgütler arasındaki paylaşımın istenilen düzeyde olmadığı, bunu sebebinin ise işin sonunda takdirin kimin alacağının hesabı olduğu söylenmiştir. 

“Terörle mücadelede kullanılan yasaların sertleştirilmesi” ise bahse konu yasaların gözden geçirilerek daha sert bir şekle sokulması amacını yansıtmaktadır. 

Bu işlemde amaç olarak, teröristleri sokaklardan sürekli uzaklaştırılmak gösterilmiştir. Bu sebeple de kanunun ıslah edebilme özelliği göstermediği için 
eleştiriye maruz kaldığından bahsedilmektedir. 

“Terörizmi soruşturan kurumların önündeki engellerin kaldırılması” başlığında ise polis soruşturmalarında lazım gelen bazı hukuki izinleri esneterek, 
ilgili kolluk görevlisine zamandan tasarruf etmesi sağlanmış ve taktiklerini kullanabilmesi için daha geniş yetkiler verildiği görülmektedir. 

“Yeni teknolojiyi takip edebilmek için kanunları çağın gereklerine göre değiştirmek”; teröristlerin teknolojik imkanları kullanabilme kapasitelerinin 
artmasından dolayı, kolluk güçlerinin de teknolojiyi kullanma kapasitelerini arttırmak için gerekli görülmüştür. Yeni kanunla, telefon dinleme ve kişi takibinde yeni teçhizatların kullanılması önündeki yasal engeller kaldırılmıştır. 

PATRIOT Kanunu, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkelerini ve özellikle demokrasi gibi ABD’nin temel değerlerini hiçe saydığı eleştirilerine mazur 
kalmıştır. Kanunla birçok ihtilaflı düzenleme yapılmıştır. ABD’nin en geniş insan hakları örgütlerinden biri olarak kabul edilen Amerikan Sivil Hakları Örgütü 
(ACLU) tarafından üzerinde yeterince tartışılmadan çok acele çıkartılmış yasal bir düzenleme olduğu eleştirisi getirilmiştir320. Yasanın getirdiği savunma hakkına 
ilişkin sınırlamalar, özel yaşama müdahaleyi kolaylaştırması, ifade hürriyetinin sınırlanması gibi konular, hukukun üstünlüğüne vurulan bir darbe olarak 
görülmektedir. Bu kanun, kanuna aykırı elde edilmiş delilleri dahi mahkeme sonucuna etki edebilecek deliller olarak kullanılabilinmesinin yolunu açmıştır321. Bu kanunun getirdiği başka bir yenilik de, hükümetin internet ya da başka türden ağlar üzerinden kişileri, makul bir şüphe nedeni olmaksızın takip etme yetkisi vermesidir. 
Bu yasayla eğer kolluk kuvvetleri soruşturmada kullanılabileceğine inanıyorsa, insanların bağlandıkları internet adreslerini, bağlanılan zaman dilimini, süresini ve email alabilme yetkisi ile donatılmıştır 322. 

PATRIOT Kanunu ile Göç ve Vatandaşlık Kanunu’nda yapılan değişiklikler en çok eleştiri alan düzenlemelerden birisi olmuştur. Bu kanunun “Terörizm ile İlgili Tanımlamalar” başlığını taşıyan 411. maddesinde yer alan terörist faaliyet, terörist faaliyette bulunma/katılma terimlerinin geniş birer tanımı yapılmış; bu tanımlamada herhangi hukuk dışı bir faaliyet sırasında silah kullanılmasını da içerecek şekilde terörist faaliyet tanımını genişletmiştir. Bu genişletmede sınır dışı edilebilecek yabancıların sayısının artması sonucunu doğurmuştur. Bu yasa ile malvarlığı aleyhinde veya silah kullanımı içeren bir suçu işleyen yabancının, bu suçu başka ülkede işlese dahi sınır dışı edilebileceğine hükmolunmuştur. Aynı şekilde terörist faaliyet terimine eklenen bir tanımlamaya göre; bir yabancı, terörist bir örgüte üye olduğu iddia edilen bir arkadaşına veya ailesine sadece yiyecek içecek ve barınma sağladığında, bu kişilerin bu tür bir faaliyete dahil olduğunu bilmese bile sınır dışı edilebilecektir. Aynı kanunun 412. maddesi ise Adalet Bakanı tarafından, bir yabancının terörist olduğuna dahil makul sebepler olduğuna dair karar verildiğinde süresiz olarak gözaltına alınmasına imkan tanımaktadır 323. 

PATRIOT Kanunu’nda geçen, terörle mücadelede şüpheli teröristlerin gözaltı sürelerinin belirsizliğini, kanuni haklarından yararlanamayacağı ve insan 
olma nedeniyle kazanılan haklarından yararlanamayacakları yönündeki hükümlerine de birçok eleştiri getirilmiştir. Uluslararası arenada ortak kabul edilen ve ülkelerin de kanunlarında geçen “Herkes, suçu ispat edilinceye kadar suçsuzdur” hükmüne dayanarak terör şüphelilerinin de, suçları ispat edilene dek suçlu sayılamayacağı, gözaltında bulunan kimselere avukat tayin edileceği ve adil şekilde yargılanacağı hususlarının önemine dikkat çekilmiş ve bu tip haklardan hiçbir koşulda vazgeçilemeyeceği vurgulanmıştır 324. 

Görüldüğü gibi yasa, hükümet ve organları üzerindeki yargı denetimini, kamunun hesap verebilirliğini ve hükümet tasarruflarına karşı hukuk yoluna 
başvurma imkanını azaltmıştır 325. PATRIOT Kanunu özellikle gizlilik ile ilgili olarak eleştirilmiş ve yapılan kanunun hükümetin insan ve örgüt takip etmede en yüksek seviyede yayılmış otoritesi olduğu belirtilmiştir. Bu kanunla getirilen bazı düzenlemeler, ABD Anayasası’nın 4. maddesinde belirtilen temel insan haklarına ve ABD Hukuku’nda due process326 olarak adlandırılan hukukun egemenliği ilkesine aykırılık içermektedir327. Bu düzenlemeler temel insan haklarını ihlal eden unsurlar barındırdıkları gerekçesiyle demokrasiyi ayaklar altına almakla suçlanarak eleştirilmektedir328. Birçok insan hakları örgütü, hukukçular ve akademisyenler tarafından da; PATRIOT Kanunu ile temel insan haklarının ihlal edildiği ve bunun da Amerika gibi özgürlüğü benimsemiş bir ülkeye yakışmayacağı ileri sürülmüştür. Amerikan Sivil Hakları Örgütü, “Vatandaşlık Yasası Amerika’nın adalet sistemini yanlış yöne sürüklüyor” diyerek yapılan uygulamalara karşı çıktıklarını belirtmişler, Amerikan Göçmenler Avukat Örgütü ise ABD Anayasası’nın PATRIOT Yasası ile ayaklar altına alındığı dile getirmiştir329. Ayrıca yasa; terör zanlılarına ilişkin olarak birçok insan hakları kuralını ihlal ettiği, terörle mücadele gerekçesiyle özel hayatın ve haberleşmenin gizliliği ilkesini çiğnediği, ABD’’de bulunan yabancılara ilişkin tanınan insan haklarının ilke yurttaşlarına oranla çok daraltıldığı ve böylece ciddi ayrımlar yapıldığı, kişilerin fişlendiği gibi pek çok nedenden dolayı insan hakları 
savunucuları tarafından da eleştirilmektedir 330. 

Amerikan yasalarında özgürlükleri kısıtlayacak şekilde bu denli değişiklikler yapılmasının temel sebebi ise ABD’deki özgürlük orijinli yaşam 
şeklinin, ülkeyi terörist saldırılara açık hale getirdiği düşüncesidir. ABD’deki sivil hak ve özgürlüklerin çok olması nedeniyle bu özgürlük ortamının teröristlere 
eylemlerini hazırlayabilmek ve uygulayabilmek için rahat bir ortam sunduğu temeline dayanan bu düşünce, saldırılar sonrasında ulusal tedbirler çerçevesinde oluşturulan ağır yasa ve uygulamaların zeminini oluşturmuştur. Saldırıların ardından ülkedeki özgürlüklerin sınırlarına yönelik sorgulamalarda bulunan Amerikan Yönetimi, güvenlik adına özgürlüklerden yana bir takım kısıtlamalara gidilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Amerikan Yüksek Mahkemesi yargıçlarından Sandra Day O’Connor; “Önümüzdeki dönemde ülkemizde daha önceden hiç görülmemiş ölçüde kısıtlamalara şahit olacağız...” diyerek anayasada yapılacak sınırlamaların ilk sinyallerini vermiştir 331. Gerçektende ABD tarihine bakıldığında, 11 Eylül’den fazla kayıp ve zarara uğrandığı dönemlerde bile, ülkede güvenlik nedeniyle özgürlükler üzerinde bu kadar baskı yapılmamıştır 332. 

Kısacası birçok yönden eleştirilen ve ABD Anayasası’nda belirtilen insan haklarına aykırı bulunan PATRIOT Yasası ve diğer düzenlemeler, tıpkı 11 Eylül 
Saldırıları gibi Amerikan insanının hayatında yeni bir dönemi başlatmıştır. Bu düzenlemelerin ardından yönetimin, baskı ve etkisini hayatının her alanında 
hissetmeye başlayan Amerikan halkı; ABD’nin, uğruna savaşlar yaptığı ve dünya üzerine yaymaya çalıştığı; en önemlisi de Amerikan toplumunu bir arada tutan en önemli unsurlar olan demokrasi ve insan hakları ilkelerini yeniden sorgulamaya başlamıştır. Özgürlükler ve bu özgürlüklerin korunması, yani insanların güvenli bir şekilde hak ve özgürlüklerini rahatça kullanabilmeleri; Amerika’nın kuruluşundan beri, bu ülkenin en temel değeri olagelmiştir. Zira bu ülke “Özgürlükler Ülkesi” olarak nam salmıştır. Fakat 11 Eylül saldırıları sonrası yine temel hak ve özgürlükleri korumak bahanesi ile bu hak ve özgürlüklere hiç olmadığı kadar kısıtlamalar getirmiştir. Bu da Amerika’nın üzerine kurulduğu değerler sistemine yabancılaşması anlamına gelecektir ki bu yabancılaşma özgürlüklerin içinin boşaltılması sonucunu doğuracaktır. Bu şekilde sıkı sıkıya bağlandığı değerleri ihlal eden bir sistem ise zayıflayarak yıkılmaya mahkumdur. Amerika Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme alan asıl kişi olan ve ABD’nin “kurucu babalarından” sayılan Thomas Jefferson’nın “Biraz düzen için biraz özgürlükten feragat eden bir cemiyet ne özgürlüğü ne de düzeni hak edecek; bilakis her ikisini de kaybedecektir”333 sözü ise bu durumu çok güzel bir şekilde ifade etmektedir. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 2

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 2



1.3. Irak Operasyonu Ve Önleyici Vuruş Doktrini 

ABD 11 Eylül saldırıları sonrası yaşadığı travmanın bir daha başına gelmemesi için bir takım önlemler almaya başlamıştır. Nitekim dönemin ABD Başkanı Bush yaptığı konuşmalarda sık sık ülkesini ve vatandaşlarını korumak için tüm kaynaklarını seferber edeceğini ve bu tip saldırıların bir daha asla meydana 
gelmemesi için ne gerekiyorsa yapılacağını kesin bir dille söylemiştir.

 Başkan Bush’un, 1 Haziran 2002’de aynı yönde bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında Bush şu sözlere yer vermiştir: “Haydut devletlerin ve terörist lerin amaçları göz önüne alındığında, ABD artık geçmişte olduğu gibi tepkisel bir tutuma güvenemez. Muhtemel saldırganı caydırmadaki iktidarsızlık, günümüz tehditlerinin aciliyeti ve muhtemel hısımlarımızın seçtikleri zararın büyüklüğü; düşman saldırılarının gerçekleşmesini bekleme seçeneğini ortadan kaldırmaktadır” 284 diyerek, Amerikan politikalarında yeni bir yaklaşımın sinyallerini vermeye başlamış ve hedef olarak kendisinin “şer ekseni” olarak nitelendirdiği ülkeleri göstermiştir. 

Bu düşünceler ışığında kamuoyu oluşturmaya çalışan Bush yönetimi nihayet, 20 Eylül 2002’de, 11 Eylül 2001’de meydana gelen trajik olayların ve 
Irak’tan algılanan tehdidin sonucu olarak, “Dünyayı sadece daha güvenli değil, aynı zamanda daha iyi yapmak” için, “Amerika Birleşik Devletleri’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi” adında yeni bir güvenlik stratejisi yayınlamıştır. Fakat Bush Doktrini olarak isimlendirilen bu yeni ulusal güvenlik stratejisi, radikal bir takım unsurlar içermektedir285. Yeni ulusal güvenlik stratejisi ile; önceki başkan Clinton’ın geliştirdiği stratejiden ciddi bir kopma meydana gelmiştir286. Doktrinin en çarpıcı yönü soğuk savaş döneminde güvenlik amacına hizmet eden “caydırıcılık ve çevreleme politikalarının”, uluslarötesi teröristler ve kitle imha silahları tarafından karakterize edilen 21. Yüzyılın yeni tehdit ortamında yetersiz kaldığına işaret edilerek; bu politikaların yetersizliğini gidermek için Uluslar arası Hukukta ihtilaflı bir doktrin olan “sezgisel meşru müdafaa hakkına” dayanmış olmasıdır287. 

Söz konusu doktrinde, ABD’nin yeni dış politikasının neleri kapsadığı da açıkça ifade edilmiştir. Öncelikle, düşman devletlere ve kitle imha silahlarına sahip 
olmak isteyen teröristlere karşı askeri müdahalede bulunulacağı açıklanmıştır. İkinci temada, stratejik olarak Amerika’nın kendi askeri gücü ile başka herhangi bir yabancı gücün rekabet edemeyeceği belirtilmiştir. Üçüncü olarak ABD stratejisine göre çok taraflı uluslararası işbirliğine taraf olunmakla beraber kendi güvenliği ve uluslararası çıkarlarını korumak adına tek taraflı hareket etmekte tereddüt edilmeyeceği açıklanmıştır. Son stratejik amaç ise, özellikle Müslüman ülkeler başta olmak üzere demokrasi ve insan haklarını tüm dünyaya yaymak olarak açıklanmıştır 288. 

Başkan Bush’un ortaya attığı “önleyici vuruş doktrini” içerisinde barındırdığı yeni önleyici meşru müdafaa hakkı anlayışı tartışmaları da beraberinde getirmiştir. 
Bu doktrini farklı kılan asıl husus ise; geleneksel “gereklilik” kriterini esnetmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Kısaca değinilecek olursa bu doktrin önleyici meşru müdafaa hakkı için gerekli olan “yakın tehdit” anlayışının günümüz teröristlerinin izlediği yeni stratejilerden dolayı tam manası ile uygulama nın imkansız olduğundan bahisle; artık “potansiyel tehdit” anlayışıyla hareket edilmesini öngörmesidir 289. Zira günümüzde tehditler, öngörülemeden aniden ortaya çıkabilmektedir. Doktrinde belirtilen “önleyici vuruş” ile terörizme karşı yeni ve stratejik bir çözüm olarak sunulmuştur. Bu Doktrin, teröristlere ve terörizme yataklık eden devletler ile kitle imha silahlarını barındıran veya bu silahları kullanma amacında olan devletlere karşı kuvvet kullanılmasını öngörmektedir 290. 

Fakat potansiyel bir tehdidi ortadan kaldırmak için önleyici saldırı yapmak uluslararası hukukla ters düşmektedir. Faraziye sindeki tehdidi ortadan kaldırmak için “gerekirse tek başına harekete geçmeyi” esasları arasına alan Bush Doktrini esas itibariyle hukuksal bir doktrin değildir; siyasal bir doktrin olup BM Antlaşmasının ruhuna ve lafzına aykırıdır 291. 

Bu doktrinin ilk somut uygulamasının ise ABD’nin Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu olduğunu değerlendirmek yerinde olacaktır. 11 Eylül 2001 
saldırılarından sonraki dönemde ABD, “ Şer Ekseninin ” ilk sırasına Irak’ı yerleştirmiştir. 11 Eylül Saldırıları’nın sorumlusu El Kaide ile bağlantısı olduğu iddia edilen Saddam Hüseyin rejimi, Irak’ta kitle imha silahları üretmek; söz konusu silahların kullanılma ihtimali ve bu silahların teröristlerin eline geçmesinin başta ABD ve müttefikleri olmak üzere uluslararası düzen için en büyük tehdidi oluşturduğu gereğiyle; ABD otoritelerince suçlanmakta ve acil önlem alınması gereği dile getirilmiştir. Diğer yandan Saddam’ın iktidarda kalması 11 Eylül Saldırıları ile ortaya çıkan manzarada ABD’ye karşı olası saldırıların devamına neden olabilecektir. Bu nedenle bu tehdidin, teröristler faaliyete geçmeden önce önleyici savaş kapsamında engellenmesi görüşü hakim olmuştur. Amerikan hükümeti tarafından ise bu tehdidi ortan kaldırmanın en verimli yolu, diktatör Saddam Hüseyin rejimini devirmek ve Irak’ta demokratik bir yönetim biçimi oluşturmayı hedefleyen askeri bir operasyon olarak görülmüştür 292. 

ABD, 25 Ekim 2002 tarihinde teröre yataklık ettiği ya da edeceği ve silahsızlanma konusundaki yükümlülüklerini ihlal ettiği ve elindeki kitle imha 
silahlarını sorumsuzca kullanacağı gerekçeleri ile BM Güvenlik Konseyi’nin izni olmaksızın oluşturulacak bir koalisyon ile Irak’a karşı kuvvet kullanabileceğini 
resmen açıklamıştır 293. Bush Doktrininin yorumuna uygun olarak yapılan bu açıklamadan sonra ise özellikle BM’de yoğun bir süreç başlamıştır. ABD Irak’a 
yapacağı saldırı öncesi, Afganistan’a yaptığı operasyonda olduğu gibi BM’nin direkt olmasa da doğrudan onayını almak istemiş ve bu sayede yapacağı operasyonun, özellikle müttefiklerine ve Ortadoğu Ülkeleri’ne karşı meşru bir çerçeve içerisinde olduğunu göstermek istemiştir. Fakat BM bu kez ABD’nin sunduğu argümanlara karşı daha mesafeli yaklaşmış ve tatmin olmamıştır. Çeşitli komisyonlar ve denetim mekanizmaları tarafından süreci değerlendiren BM, ABD’nin istediği kararları bu kez almamıştır. 

BM Güvenlik Konseyi tarafından Irak’ın öngörülen yükümlülüklerini yerine getirilmesini uluslararası denetim altında bir takvime bağlayan ve “yükümlülüklerinin sürekli ihlalinden ötürü ciddi sonuçlarla karşılaşacağı” yolunda ısrarla uyaran 8 Kasım 2002 tarih ve 1441 sayılı bir karar kabul edilmiştir. Denetimler sürerken denetim rejiminin etkinliğinden ve Irak’ın işbirliğinden şüphe duyan ABD, denetim mekanizmasının işlemediğini savunmuş ve Irak’ta hala kitle imha silahlarının var olduğunu iddia etmiştir. Çalıştıkları 11 hafta sonunda, 14 Şubat 2003 tarihinde raporlarını tamamlayan denetçiler ise Irak’ta kitle imha silahı olduğuna dair hiçbir kanıta ulaşamadıklarını fakat sebebi izah edilemeyen pek çok parça ve maddeye rastladıklarını belirtmişlerdir. 24 Şubat 2003’te ise ABD, İngiltere ve İspanya, BM Güvenlik Konseyi’ne, Irak’ın 1441 sayılı karar çerçevesinde silahsızlanma konusunda kendisine tanınan son fırsatı değerlendirmede başarısız olduğunu deklare eden bir karar tasarısı sunmuş ancak Fransa, Rusya ve Çin’in tasarıyı veto edeceğini açıklaması ile tasarıyı geri çekmek zorunda kalmıştır. Fakat BM’nin bu uygulamaları 
ve aldığı kararlar, ABD’nin Bush Doktrini çerçevesinde yeni bir operasyon başlatmasını engelleyememiştir. 28 Şubat 2003 tarihinde Beyaz Saray Sözcüsü 
“Yönetimin amacının artık Irak’ı basitçe silahsızlandırmak olmadığını fakat amacın artık rejim değişikliği olduğunu” ifade etmiştir 294. 

16 Mart 2003 tarihinde toplanan Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve İspanya liderleri, savaş konseyi adını verdikleri toplantının ardından yaptıkları 
açıklamada diplomasi için fazla şans kalmadığını açıklamışlardır. 18 Mart 2003 tarihli ulusa sesleniş konuşmasında ABD Başkanı Bush, Saddam Hüseyin ve ailesine Irak’ı terk etmek için kırk sekiz saatlik bir süre vermiştir295. Tüm bu gelişmelerin ardından, ABD 20 Mart 2003 günü Irak’ta rejim değişikliğini amaçlayan kapsamlı bir operasyon başlatmış ve kısa sürede Irak’ı işgal etmiştir. Fakat bu operasyonda Afganistan Operasyonu’nda olduğu gibi tüm dünya ile işbirliği içersinde hareket edilmemiştir. ABD’nin en yakın müttefiklerince dahi meşruiyeti sıkça sorgulanan, BM başta olmak üzere uluslararası veya bölgesel hiçbir uluslararası örgütün desteği alınmamasına rağmen başlatılan bu operasyon ise uluslararası kamuoyu tarafından da meşru bulunmamıştır. 

1.4. İstanbul, Madrid ve Londra Saldırıları 

El – Kaide’nin Türkiye unsurları, ilk defa 15 Kasım 2003 tarihinde Neve Şalom ve Beth İsrael Sinagoglarına aynı anda intihar saldırıları gerçekleştirerek Türkiye 
ve dünyanın gündemine girmiştir. Bu saldırılarda 26 kişi yaşamını yitirmiş, 300’ün üzerinde kişi de yaralanmıştır. Daha bu saldırıların yankısı sürerken bu defa 20 Kasım 2003 tarihinde İngiltere Başkonsolosluğuna ve HSBC Bankası binasına da eş zamanlı saldırılarda bulunulmuştur. Bu saldırılar sonucunda da 32 kişi yaşamını yitirmiş, 400’ü aşkın kişi yaralanmış ve 70’ten fazla araç kullanılmaz hale gelmiştir 296. 
Bu saldırıların en dikkat çeken yanı ilk saldırıların Yahudi ibadethanelerine, ikinci saldırıların ise İngiliz kurumlarına karşı yapılmış olmasıdır. 

El – Kaide üyelerinin İspanyayı hedef alan saldırısı ise 11 Mart 2004 tarihinde Madrid’de gerçekleşmiştir. 
Avrupa ülkeleri arasında ABD’ye en yakın müttefiklerden biri olan İspanya saldırıları da İstanbul’da olduğu gibi özellikle Irak işgaline misilleme olarak gerçekleştirilmiştir. Bu saldırılar İspanya’nın başkenti Madrid’de dört ayrı trene koyulan toplam on bombanın patlaması ile gerçekleşmiştir. Bu saldırılar sonucu 191 kişi hayatını kaybetmiş, 1430 kişi de yaralanmıştır 297. 

Bu saldırıların şehrin atar damarları olan ulaşım sistemlerinde olması ve yapılan saldırının sabah saatlerinde gerçekleşmesi saldırının bilançosunu da arttırmıştır. 
Bu saldırılarla Avrupa terörizm gerçeğini sınırları içerisinde yaşamış ve 11 Eylül saldırıları sonrası birçok önleme stratejisi geliştirmiş olmasına rağmen bu saldırılar sonrası gerçekle yüz yüze gelmiştir. 

7 Temmuz 2005 günü İngiltere’nin Londra kentinde metro istasyonlarında üç adet, yine bu kentin Tavistock Meydanı’nda bir otobüste patlayan bir adet olmak üzere, şehrin toplu taşıma merkezlerinde patlayan 4 adet bomba patlamıştır. Bu saldırılar sonucu toplam 52 kişi hayatını kaybetmiş, 700 kişi yaralanmıştır 298. Bu saldırılar da Madrid’de olduğu gibi şehrin ulaşım merkezlerinde meydana gelmiştir. Bu saldırılarda İngiltere’nin hedef alınması ise 11 Eylül saldırıları akabinde başlayan ABD’nin küresel terörle mücadelesinin her safhasına en güçlü desteği veren ülke olmasıdır. 

El- kaide terör örgütünün gerçekleştirdiği bu saldırıların temel amacı küresel terörle mücadelede ABD’nin yanında yer alan müttefiklerini hedef alarak onlarında her an tehlike içerinde oldukları hissi verilmek istenmesidir. Aralarında bir yıl bile süre geçmeden gerçekleşen bu saldırılar; 
Özellikle Irak Operasyonunun uluslararası destek alamaması ardından El – Kaide terör örgütü ve onun adına eylemler gerçekleştiren diğer örgütlerin, bunu iyi kullanarak propaganda faaliyetleri ile tekrar güç kazanması sonucu yapılmıştır. 

11 Eylül saldırıları sonrası oluşan hava ile yapılan ve uluslararası meşruiyeti dünyanın dört bir yanından gelen destek açıklamaları ile kanıtlanan Afganistan 
Operasyonunda çok iyi bir netice elde edilmiş ve terör örgütü El- Kaide’ye ağır bir darbe indirilmiştir. Hatta Amerikalı bir general; Usame Bin Ladin ve El – Kaide terör örgütünün Afganistan içerisinde ve dışarısında artık hiçbir eylem yapamayacağını belirterek, yapabilecekleri tek şeyin kaçmak ve saklanmak olabileceğini ve operasyon yapma kabiliyetinde ve pozisyonunda olmadıklarını belirtmiştir299. Fakat örgüt bitme noktasına gelmişken ABD’nin Afganistan’da yaptığı hataların ardından Irak’a yaptığı saldırı ABD ve müttefiklerine olan inancın iyice azalmasına sebep olmuştur. Bu da çökme noktasına gelen, hiçbir destek alamayan, bunlara ek olarak bölge halklarının da desteğini yitirmiş olan El-Kaide terör örgütü ve destekçilerinin; ABD’nin bu hatalarını propaganda malzemesi olarak kullanması ile birlikte tekrar can bulmasını, halk desteği ile lojistik destek almalarını sağlamıştır. Üyelerinin ve sempatizanlarının kendilerinden kopmaması ve yeni üyeler kazanabilmek için örgüt; küresel çapta eylemler gerçekleştirme yoluna gitmiştir. Bu eylemlerden en çarpıcı olanları ise İstanbul, Madrid ve Londra saldırılarıdır. 

El – Kaide terör örgütü elemanları, ABD’nin Afganistan’a yaptığı askeri müdahaleden sonra dünyanın pek çok ülkesine dağıtılmıştır. Ancak örgüt 
mensuplarının dünyanın pek çok ülkesinde bulunan bağlantıları devam etmiştir. El – Kaide bir şemsiye, bunun altında da Ortadoğu’dan Müslümanların yaşadığı Avrupa Kentlerine, oradan ABD’ye kadar uzanan alt bağlantıları mevcuttur300. Bu bağlantılar ise El – Kaide’ye vurulan ağır darbeler sonucu yeraltında kalmış fakat ABD’nin hatalı stratejileri karşısında tekrar güç bularak gün yüzüne çıkmaya başlamışlardır. ABD’nin diğer ülkelerin görüşlerini almadan geliştirdiği savaşım stratejileri sadece kendine değil, diğer ülkelere de önemli zararlar vermiştir. İstanbul, Madrid ve Londra saldırıları ABD’nin müttefiki olmanın bedelleri olarak ortaya çıkmaktadır 301. 

Bu saldırıların, El - Kaide ve daha birçok etkin terör örgütünün savaşım stratejisi olan, her alanda savaş ve misilleme ilkelerine göre yapıldığı söylenebilir. 
Nitekim El Kaide lideri Bin Ladin; “Eğer düşmanlar Müslümanlara ait toprakları işgal ediyorlar ve masum insanları kalkan olarak kullanıyorlarsa, bu bize 
düşmanlara saldırma yetkisi verir….. Amerika ve Müttefikleri Filistin, Çeçenistan, Keşmir ve Irak’ta Müslümanlara karşı katliam yapmaktadırlar. Müslümanların da 
ABD ve müttefiklerine karşı misilleme hakkı vardır”302, diyerek bu stratejinin eylemlerini haklı olduğunu kanıtlamada önemli pay sahibi olduğunu göstermiştir. Bu saldırılar sonrası kimsenin evinde rahat edemeyeceği tezi güçlendirilmek istenmiş ve gerçektende dünyanın 11 Eylül saldırılarından sonra daha az güvenli olduğu ortaya çıkmıştır. 

Bu saldırılar ile küresel terör örgütleri, ABD’nin en güçlü müttefiklerine bile rahatlıkla zarar verebilecek kapasitede olduklarını göstermişler ve ABD’nin 
saldırılara maruz kalmayan diğer müttefiklerinin de aslında güvende olmadıklarını göstermek istenmiştir. Bu saldırılar sonrası özellikle İtalya, Fransa ve Danimarka’da alarm verilmiş, bu toplumlarda bir süre korku hakim olmuştur. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 1

11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE., BÖLÜM 1



11 Eylül saldırıları yapılış şekli, amacı ve doğurduğu sonuçlar bakımından hem dünya kamuoyunu, hem de devletlerin politik duruşunu derinden etkilemiştir. 
Bu etkileşim de kaçınılmaz olarak uluslararası örgütleri ve uluslararası hukuk olgusu üzerinde bir takım etkiler doğurmuştur. 11 Eylül saldırıları sonrası Amerikan kamuoyu başta olmak üzere tüm dünya belli bir korku ve nefret sarmalının içine girmiştir. Güvenlik duygusunun yitirildiğini düşünen devletler, genel olarak bu yorumdan kurtulmanın yolunu sert ve tepkisel politikalarda görmüşlerdir. Teröre bir cevap olarak düşünülen bu politikalar ise başta insan hakları olmak üzere uluslararası hukuku zedeler nitelik göstermiştir. 

Bu bölümde 11 Eylül saldırılarından bahsedildikten sonra, Amerika önderliğinde gerçekleştirilen Afganistan ve Irak operasyonlarına değinilerek, dünya 
konjonktürü aktarılmaya çalışılacaktır. Daha sonra ise ülkelerin ve uluslararası örgütlerin politikalarında terörle mücadeleye yönelik yapılan düzenlemeler ve 
değişiklikler; örnek ülke ve örgüt düzenlemeleri ile gösterilmeye çalışılacak ve son olarak da uygulanan politikaların terörle mücadelede etkinliği incelenecektir. 

1. 11 EYLÜL SALDIRILARI SONRASI ULUSLARARASI ORTAM 

11 Eylül saldırılarının planlama, kullanılan silahlar, meydana getirdiği can ve mal kaybının büyüklüğü, hedeflerin önemi göz önüne alındığında uluslararası 
kamuoyunun ve diğer başat aktörlerin, bir kargaşa ortamına girmesi sürpriz olmamaktadır. Şimdiye kadar uygulanan güvenlik politikalarının yetersizliği su 
yüzüne çıkmış ve güvenlik algısı bir anda çökmüştür. Yıkılan güvenlik algısının tekrar inşası için alınan tedbirler ise, çoğu zaman temel hak ve hürriyetler alanına müdahalede bulunmakta ve uzun tecrübeler ve pozitif kazanımlar sonucu ortaya çıkan uluslararası hukuk ilkelerine karşı zorlama yorumlarla uygulama alanı bulmaya çalışmaktadır. 11 Eylül saldırıları sonrası süreçte güvenlik – özgürlük dengesi; özgürlük aleyhine bozulmaya başlamıştır. 

1.1. 11 Eylül Saldırıları Ve Etkileri, 

11 Eylül 2001’de, Boston – Los Angeles seferini yapan American Airlines’a ait Boeing 767 tüpü bir yolcu uçağı, 81 yolcu ve 11 mürettebatı ile kaçırılmış; hava 
korsanları kaçırılan uçakla ile New York, Manhattan’da Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerinden kuzey kulesine çarparak saldırıyı başlatmıştır. Kısa bir süre sonra Washington’dan Los Angeles’a giderken kaçırılan, yine American Airlines’a ait Boeing 757 tipi ikinci bir uçak, hava korsanları tarafından Dünya Ticaret 
Merkezi’nin diğer kulesine çakılmıştır. Her iki kulede birbiri ardına çökmüştür. Olay bununla sona ermemiş, aynı gün, 56 yolcu ve 9 mürettebatı ile Boston – Los Angeles seferini yaparken kaçırılan United Airlines’a ait Boeing 767 tipi üçüncü bir uçak, Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı’nın merkezi Pentagon’a çakılmış, bina kısmen çökmüştür. Pentagon’a yapılan saldırının hemen ardından, Dışişleri Bakanlığı binasının önüne park edilen bir kamyonda patlama meydana gelmiş, kısa bir süre sonra, bir bombalı saldırı da Washington’nun en önemli alış veriş merkezi olan Washington Mall’da ve ABD Kongre binası Capitol Hill’de meydana gelmiştir. 

38 yolcu ve 7 mürettebatıyla New York – San Francisco seferini yaparken kaçırılan dördüncü bir uçak ise Pennsyvania’nın Pitsburg kenti yakınlarında düşmüştür 263. 

11 Eylül Saldırıları’ndan önce de ABD vatandaşları, askeri personeli ve bu ülke vatandaşlarına ait ticari kurumlar terör saldırılarının hedefinde bulunmuşlardır. 
Fakat bu saldırıların hepsi yurtdışındaki ABD kişi ve kurumlarına yapılmıştır ve bunlar ciddi bir uluslararası terör eylemi değildir 264. ABD tarihinde ilk kez kendi toprakları üzerinde bir yabancı saldırıya hedef olmuştur. Zira II. Dünya Savaşı’nda Japonların gerçekleştirdiği Pearl Horbour saldırısı gerçekte ABD’nin ulusal topraklarına değil sömürgelerine yapılmıştır 265. 

Olaylarda toplam 2795 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu rakam, Amerikan iç savaşından bu yana ABD’nin bir günde uğradığı en büyük insan kaybıdır. Bunun yanı sıra, ABD çok büyük bir maddi hasara da uğramıştır 266. 

11 Eylül saldırıları ABD’nin tehlikeli iç ve dış düşmanların saldırılarına açık, korkunç derecede savunmasız bir toplum haline geldiği şeklinde genel bir 
anlayışa neden olmuştur.11 Eylül saldırılarının daha derin anlamda önemi, ABD’nin savunmasızlığını düşmanlarına göstermesinden ve ülke içinde Dünya Ticaret Merkezi’ndeki saldırılardan daha yıkıcı kitlesel trajedilere neden olabilecek ne kadar çok kolay hedef bulunduğunu aniden fark eden Amerikalıları korkutmasından kaynaklanmaktadır 267. Bu sonuç ortaya bir güvenlik duygusu bunalımı çıkartmıştır. Meydana gelen bu güvenlik sendromu ise hızlı bir şekilde yayılarak etkisini başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada göstermiştir. Bunu sebebi ise yapılan saldırılarda hedeflerin sembolik olarak seçilmiş olduğunun anlaşılmış olmasıdır. Gerçekten de 11 Eylül saldırılarının ABD’ye karşı yönelmesinin asıl sebebi bu ülkenin küreselleşmenin başat aktörü olmasından kaynaklanmaktır. Aynı şekilde Dünya Ticaret Merkezi küreselleşen ekonominin en büyük temsilcisi, Pentagon ise küreselleşmenin askeri ayağının en güçlü üyesidir. Küreselleşmenin kalbine yapılan bu saldırılar doğal olarak küresel değerleri savunan diğer ülkeleri ve vatandaşlarını da aynı korku ortamına sokmuştur. Terör örgütlerinin dünyanın en güçlü, teknolojik imkanları en fazla, istihbarat ağı en geniş ülkesi olan ABD’de dahi bu denli büyük bir saldırı gerçekleştirebiliyor olması; görece daha az güçlü olan ülkelerin bu tip 
saldırılara karşı daha savunmasız olduğunu göstermiştir ki bu da halklar üzerindeki güvenlik sendromunun boyutlarını arttırmıştır. Aynı zamanda bu korku, saldırıları gerçekleştirenlere karşı da açık bir nefret ile beraber büyümüştür. 

11 Eylül saldırı sonucunda meydana gelen can ve mal kaybının, neredeyse bir devletin ABD’ye karşı düzenli askeri birlikleri ile gerçekleştireceği orta 
büyüklükte bir silahlı saldırı neticesinde ortaya çıkabilecek boyutlara ulaştığı söylenebilir 268. Bu da terörizm ne denli güçlü bir etki ortaya çıkarabileceğinin 
göstergesidir. 11 Eylül saldırıları güvenlik ve tehdit paradigmalarını belirleyen konvansiyonel tehlike anlayışının sona erme sürecinde olduğunun göstergesidir. 
Dünyaya hakim olan asimetri, asimetrik savaş olarak nitelendirilebilecek terörizmi en büyük güvenlik tehdidi olarak karşımıza çıkarmıştır. Bu da göstermiştir ki 21. yüzyılın güvenlik tehditleri düzenli ordulardan değil 269 terörizmle beslenen devlet dışı aktörlerden gelecektir. Terörizmin içinde var olan sınır tanımayan, yeri, zamanı, boyutları belli olmayan şiddet ise bu tehdit algısını arttırmaktadır. Terörizmin stratejisindeki belirsizlik, onunla mücadele etmeyi zorlaştırmakta ve tam tanımlanamayan hatta görünmeyen bu düşman insanların korku duvarını aşmakta ve insanlara güvensiz bir ortamda yaşadığı hissini vermektedir. 

İnsanoğlunun tarih içindeki arayışının ve yürüyüşünün temel unsurları ontolojik güvenlik ve özgürlük arayışıdır. Güvenlik insanoğlunun ontolojik varoluşunun, özgürlük ise onu diğer varlıklardan ayıran iradesinin temel unsurlarıdır. Her özgürlük ve güvenlik problemi yeni açılımları beraberinde getirmiştir270. 11 
Eylül deneyiminin acımasız gerçekliğinden kaynaklanan keder, korku ve kızgınlık gibi endişeli tutumlar da, hükümetlerin halk üzerindeki güvenlik duygusunu tekrar inşa edecek bazı adımlar atmasını zorunlu kılmıştır. 

11 Eylül saldırılarının hemen ardından dönemin ABD Başkanı George W. Bush yaşananları ulusal bir trajedi olarak değerlendirmiş; Amerika ve Amerikan 
halkını korumak için gereken her şeyin yapılacağını ve tüm kaynakların seferber edileceğini belirterek, terörist saldırıların sorumlularının mutlaka yakalanarak adalete teslim edileceğini söylemiştir271. Başkan Bush 20 Eylül 2001 tarihinde yaptığı konuşmasında “… her bölgedeki her ulus şimdi bir karar vermek zorundadır. Ya bizimle birliktesiniz ya da teröristlerle. Bugünden itibaren terörizmi barındırmaya ya da desteklemeye devam edecek herhangi bir ulus ABD tarafından düşman rejim sayılacaktır” diyerek, teröristler ile teröristleri barındıran ve destekleyen ülkeler arasında ayrım yapmayacağını belirtmiştir272. Yine başka bir konuşmasında Başkan Bush, “ Savaştayız, teröristler tarafından Amerika’ya karşı açılmış bir savaş var ve buna cevap vereceğiz ” diyerek ABD’nin 21. Yüzyılın ilk savaşını yaşadığını belirtmiştir. Böylelikle saldırılardan sonra ABD’de adeta bir seferberlik ilan edilmiş oluyordu 273 . 

Bu saldırılara karşı tepkiler sadece ABD ve batı dünyasından değil, tüm dünyadan gelmiştir. ABD’nin yanında yer alan ilk devlet İngiltere olmuştur. İngiltere yapılan saldırıları kendisine yapılmış kadar acı ile karşıladığını açıklamış, bir o kadar çabuk ve etkili bir şekilde terör ile mücadelenin gerekliliğinden bahseder olmuştur. 
Diğer devletler de yaşanan olayları kınayarak ABD’ye destek vereceklerini açıklamışlardır. 

Devletlerin olduğu gibi uluslararası örgütler de tepki vermekte gecikmemiştir. NATO Genel Sekreteri George Robertson, anlamsız saldırılara 
kınamış ve ittifak ülkelerini “terörizm belasına” karşı ortak cephe kurmaya çağırmıştır. 
Akabinde NATO Daimi Konseyi 12 Eylül 2001’de ABD’ye karşı yapılan saldırılardan sonra 24 saatten kısa bir sürede, Washington Antlaşması’nın, 

“ Bir ittifak ülkesinin saldırıya uğradığı anda, tüm üyelerin saldırıya uğramış  sayılacağı ” ilkesini içeren 5. Maddesinin uygulanmasına karar verildiğini açıklamıştır. 

AB de saldırıları kınayarak ABD ile dayanışma içerisinde olacaklarını açıklamıştır. BM saldırıdan bir gün sonra Güvenlik Konseyi’nin 1368 sayılı kararı ile terörü kınayarak uluslararası barış ve güvenliğe karşı bir tehdit olarak gördüğünü 
belirtmiş, tüm dünya devletlerini terörist saldırıları gerçekleştirenleri, organize edenleri ve destekleyenleri adalete teslim etmek için birlikte çalışmaya çağırmıştır 274. 

1.2. Afganistan Operasyonu 

11 Eylül saldırılarını takip eden günlerde, Bush yönetimi, saldırıların ardında Suudi terörist Usame Bin Ladin ve El Kaide örgütünün olduğuna dair şüphe 
olmadığını belirterek; saldırılardan Afganistan’daki de facto 275 Taliban Hükümeti’ni sorumlu tutmuştur. 4 Ekim 2001’de ise İngiliz Hükümeti, “11 Eylül 2001’de ABD’deki Terörist Vahşetler İçin Sorumluluk” başlığı ile bir belge yayınlamış ve Bin Ladin, El Kaide ve Taliban’ın arasındaki ilişkilere değinerek saldırının sorumlularının bu gruplar olduğunu belirtmiştir. 
Bu belge daha sonra ABD tarafından da onaylanmıştır 276. 

ABD’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi tarafından 7 Ekim 2001 tarihinde BM Güvenlik Konseyi’ne bir mektup gönderilerek Afganistan’daki Taliban rejimi tarafından desteklenen El Kaide Örgütü’nün olayın sorumlusu olduğuna ilişkin ellerinde ciddi delillerin bulunduğu; bu örgütün 11 Eylül saldırılarından sorumlu 
olduğu; ABD ve vatandaşlarına karşı devamlı bir tehdit oluşturduğu; ABD ve uluslararası toplumun tüm çabalarına rağmen Taliban rejiminin politikalarını 
değiştirmeyi reddettiği; El Kaide Örgütü’nün Afganistan topraklarından dünya çapında masum insanlara saldıran ve ABD’nin ve vatandaşlarının çıkarlarını içeride ve dışarıda hedef alan terör birimlerini eğitmeye ve desteklemeye devam ettiği vurgulanmaktadır. Ardından da bu saldırılara yanıt olarak ve daha başka saldırıların gerçekleştirilmesini önlemek amacıyla ABD’nin, diğer devletlerle birlikte, BM Antlaşmasının 51. Maddesine uygun olarak doğal olan bireysel ve kolektif meşru müdafaa hakkı çerçevesinde operasyonlarını başlattığını belirtmiştir 277. Yani 11 Eylül saldırılarından tam 26 gün sonra ABD ve İngiltere diğer devletleri de arkasına alarak, egemen bir devlet olan Afganistan’a karşı kapsamlı bir askeri operasyon başlatmıştır. Afganistan’daki Taliban karşıtı yerel güçlerinde desteklediği “Kalıcı Özgürlük Operasyonu (Operation Enduring Freedom)” daha sonraki dönemde yaklaşık 40’a yakın ülke tarafından da desteklenmiştir 278. 

Belirtildiği üzere ABD, Afganistan gerçekleştirdiği bu operasyonu meşru müdafaa hakkından kaynaklandığını belirtmiştir. ABD bu iddiasını iki önermeye 
dayandırmıştır. İlk olarak ABD, 11 Eylül terörist saldırılarını, BM Antlaşması madde 51 çerçevesinde bir “silahlı saldırı” olarak nitelendirmiştir. İkinci olarak El Kaide tarafından gerçekleştirilen ABD’ye yönelik silahlı saldırıların, kontrol ettiği Afganistan topraklarının bu örgüt tarafından bir operasyon üssü olarak 
kullanılmasına izin veren Taliban rejimine izafe edilmesi gerektiği ve uluslararası hukukun, teröristler tarafından saldırıya uğramış bir devlete, bunları barındıran 
devletlere karşı meşru müdafaa esasında kuvvet kullanma hakkı vermesi önermesine dayandırmıştır279. ABD güçleri savaşın başlamasından birkaç hafta sonra Taliban’ı devirmiş ve El-Kaide’yi birçok şehir merkezinden çıkarmayı başarmıştır. Bu süreçte ABD ve müttefikleri, tüm dünya tarafından en baskıcı rejimlerden birine büyük zarar vermeleri ve defedilmesini sağlamalarından dolayı (ilk haftalardaki durum için) alkışlanmış ve Amerikan kamuoyu da hayat tarzlarına saldıran kişilere karşı gerçekleştirilen bir savaş olarak gördükleri bu duruma destek vermişlerdir 280. Denebilir ki; bütün uluslararası kuruluşlar, devletler ve dünya kamuoyu ortak bir duruş sergileyerek yapılan saldırının hem hukuki olarak hem de mantıksal olarak meşruluğuna hak vermiştir. 

NATO Genel Sekreteri 11 Eylül saldırılarının sorumlusunun, Taliban tarafından barındırılan El Kaide Örgütü olduğuna ilişkin kanıtların açık ve ikna edici 
olduğuna ve 11 Eylül saldırılarının ABD’ye dışarıdan yöneltildiğine ve bu nedenle; Washington Antlaşması’nın 5. maddesi tarafından kapsanan bir fiil olarak 
sayılmasına karar vermiştir. Böylece NATO’nun söz konusu kararı ile meşru müdafaa esnasında kuvvet kullanmanın hukuki olabilmesi için öngörülen, 
uluslararası sistemin uygun kurumları tarafından kanıtların yeterli bulunması koşulu karşılanmış olmuştur. Benzer şekilde Amerikan Devletleri Örgütü 21 Eylül 2001 de almış oldukları bir kararla, 11 Eylül saldırılarını bütün Amerika Devletleri’ne yapılmış bir saldırı olarak nitelendirmiş ve örgüte taraf olan tüm devletlerin kıtada barış ve güvenliği sağlamak için etkin karşılıklı yardım sağlayacaklarını açıklamışlardır. AB bünyesinde gerçekleştirilen 21 Eylül 2001 tarihli Olağanüstü Brüksel Zirvesi’nde de ABD’ye destek kararı çıkmıştır281. 

Asya Kıtası’nda bulunan ve siyasi duruş itibari ile ABD’ye uzak, coğrafi konum itibari ile Afganistan’a komşu ülke organizasyonları da yapılan bu harekatı 
kınamamışlardır. 56 üyeli İKÖ ABD’ye, askeri yanıtını Afganistan dışına genişletmeme çağrısında bulunmuş fakat Afganistan’a yapılan müdahaleyi 
kınamamıştır. 21 üyeli Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Formu da benzer şekilde 11 Eylül saldırılarını kınamış fakat ABD’nin saldırılarına karşı sessiz kalmıştır. Bu 
durumda bu örgütlerin sessiz kalması da, ABD’nin eylemlerini kabul ettikleri ya da en azından buna tolerans gösterdikleri şeklinde yorumlanabilir282. 

Dünya devletlerinin çoğu ABD’nin Afganistan’a yönelik harekatını destekledikleri gibi, hava sahasını kullandırma ve diğer askeri kolaylıklar sağlamak için çeşitli yardım tekliflerinde bulunmuştur ve dünyanın çeşitli kompartımanlarından destek almıştır. Özellikle de koalisyona sonradan katılan ülkeler (İlk koalisyon ABD, İngiltere, Avustralya tarafından oluşturulmuştur) büyük bir çoğunlukla Afganistan’ın yeniden inşasına ve demokratik sistemin oluşturulmasına, Afgan halkına sunulan hizmetlerin güvenliğinin sağlanmasına katkıda bulunmuşlar dır 283. 
11 Eylül olaylarına ve sonrasında yapılan harekata yönelik tepkiler birlikte değerlendirildiğinde, 11 Eylül saldırılarının büyüklüğünün etkisiyle; bir silahlı saldırı olarak kabul edildiği ve dolayısıyla ABD’nin Afganistan’a yönelik müdahalesinin meşru kabul edildiği söylenebilir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***

24 Eylül 2019 Salı

27 MAYIS YASSIADA., M.B.K. NIN “ AZAMETİ VE İNHİTATI ” (Ululuğu ve Ölülüğü) ,

27 MAYIS YASSIADA.,   M.B.K. NIN “ AZAMETİ VE İNHİTATI ” (Ululuğu ve Ölülüğü) ,  




27 MAYIS YASSIADA.,   M.B.K. NIN “ AZAMETİ VE İNHİTATI ” (Ululuğu ve Ölülüğü) ,  

DR. HİKMET KIVILCIMLI
(27 MAYIS İÇİN) M.B.K.NİN "AZAMETİ VE İNHİTATI" 
(ULULUGU ve ÖLÜLÜĞÜ)
Editör Dr. Hikmet Kıvılcımlı 
27 05 2007 


Hikmet Kıvılcımlı – M.B.K.nın “Azameti ve İnhitatı” (Ululuğu ve Ölülüğü)
melk4Sosyalist – 

7 Şubat 1967

27 Mayıs Yaşıyor. Millî Birlik Komitesi öldü. MBK’nin başlıca AZAMETİ: ULULUĞU; 27 Mayıs’ın yaşamasındadır. Ancak, MBK’nin bir de “İNHİTAT”: ÖLÜLÜĞU“ vardır: MBK yaşamamaktadır. Bu yaşamayış, ”Her şey gelir, geçer“ felsefesinin normal uygulanışı sayılamaz. Üzerinde gereği gibi durulacak şeydir. Onun için biz, MBK’nin ululuğundan (azametinden) çok, ölülüğü (inhitatı) üzerinde durmalıyız.

Bununla birlikte MBK’ni iki yanıyla, ululuğu ve ölülüğü ile ele almadıkça, anlayışa varamayız. Son günlerde, özellikle sol cepheyi bulandıran, her türlü ayıklığı önliyen bütün o sosyal ve politik düşünce ve davranış yönsüzlükleri, sözde tartışma bocalayışları hep o en yakın pratiğimiz 27 Mayıs ve MBK olaylarını kavramakta gösterdiğimiz küçük burjuva kendini beğenmiş vurdum duymazlıklarımızdan ileri geliyor.

Bu sütunlarda, MBK’nin ululuğıı ve ölülüğü üzerine, hem birbirinden ayrı, hem birbirini bütünleyici sıra sıra yazılardan ilkine başlıyoruz.

MİLLİ BİRLİK KOMİTESİNİN ULULUĞU

Millî Birlik Komitesi’nin ululuğu herkesin gözü önündedir. Aşın söze hacet yok, gibi gelir. Gene de, bu ululuğun üç karakteristliğine değmeden geçemeyiz.

I – MBK’nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK anlamına gelir: 27 Mayıs’ı yapanlar hemen hiçbir sosyal prensipte anlaşmış değillerdir. Bu yüzden içlerine giren müthiş dağınıklıklar, hareketi 27 Mayıs olmaktan çıkaramamıştır. 27 Mayıs’ın ululuğunu ispatlıyan birinci belge budur.

II – MENDERES neden ASILDI? Bu konuda şimdiye dek yapılmadık açıklama bırakılmadı. Kimi yanlışlıklar, kimi kişi kinleri, kimi haklı, kimi haksız yığınla nedenleri öne sürüldü. Hep bir şey unutuldu: Menderes son deminde (ister pazarlık için, ister içten inanışla) antiemperyalist tutuma kaymıştı. Ona rağmen Menderes’in ölümünde emperyalizmin büyük kumarı tutmadı. 27 Mayıs’ın Ululuğunu ispatlıyan ikinci diyalektik belge budur.

III – 27 MAYIS HALKIN ESERİDİR: Türk Silâhlı Kuvvetleri finans-kapitalin DP iktidarını devirdikleri gece, halk evinden dışarı uğratılmadı. Ama, bütün Yassıada’ya gönderilenleri, hep o ”sokağa çıkma yasağına“ uğratılmış halkı birer birer tevkif ettirdi. 27 Mayıs’ın ululuğunu ispatlıyan üçüncü diyalektik belge budur.

Bu üç diyalektik ululuk belgesine gelecek sayıdan itibaren kısaca dokunacağız.

1- MBK’nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK demekti:

Türkiye’de ”BİRLİK BERABERLİK“ sözü, oldu olası her ağızın pelesengidir. 27 Mayıs bile ”MİLLÎ BİRLİK“ adıyla, yarı Türkiye nüfusunu peşine takmış DEMOKRAT PARTİ iktidarını devirdi. Devirmeseydi; ihtilâlciler ”millî birliğimize karşı en büyük suikasti yapmış“ kişiler olarak çarmıha gerileceklerdi. Devirdiler: ”millî birliğimizin en büyük sembolü“ oldular. Demokrat Parti’ye oy vermiş olan yarı nüfusumuzdan çıt çıkmadı. Sahiden bir MİLLET BİRLİĞİ havası bile doğdu.

a) 14’lerin temizlenmesi (Sosyalizme vuruş)

Millî Birlik Komitesi, kendi içinde birlik miydi? Daha 27 Mayıs başarı kazanır kazanmaz, en başta 38 kişilik MBK içinden 38 parça gibi göründü. Altı ay geçmedi. Milli Birlikçiler ikiye bölündüler. M.B.K.‘de yarıya yakın (kimine göre sekizde yedi) ”muhalif“ üyelerden 14 birlikçi baskınla ayrılıp sınır dışına atıldı.

Atılan 14’ler birlik miydiler? Hayır. Sonradan anlaşıldığına göre, 4’ü Türkeş çevresinde faşizan (kafatasçılığa eğgin), 10’u Kabibay’la Erkanlı arasında ikircikli, halkçı göründüler. Ama, rahmetlik Cemal Gürsel Paşa, o zaman M.B.K. Başkanı, Devlet Başkanı, Silahlı Kuvvetler Başkanı sıfatiyle verdiği demeçte, bunların atılma sebebi açısından şöyle dedi: ”İnsanı gayrısamimi beyanda bulunmak zorunda bırakıyorlardı!“. Rahmetli Gürsel Paşa, basına şöyle bir bildiri vermişti: ”Türkiye’de Komünistlerin başarı kazanabileceklerini sanmıyorum. Ama, Türkiye için bir sosyalist partinin lüzumlu olduğuna inanıyorum.“

MBK başkanının bu ”beyanları“ mı ”gayrı-samimi“ idi? Anlaşılmadı. Yalnız, çok geçmeden, Türkiye’de sosyalistim diyeni haysiyet divanına verdiği halde, bir gün sosyalistliği kimseye bırakrmıyacak olan bir İşçi Partisi kuruldu. Ve rahmetlik Gürsel Paşa, Amerika’da komaya götürülmeden bir hafta önce, bir kuğu çığlığı gibi, ansızın: ”Türkiye’de bir komünist partisinin kurulmasına lüzum vardır“ haykırışını yaptı. Ve uçakla Amerika’ya apar topar götürüldüğü günün akşamı, kendi cumhurbaşkanları Kennedy’yi kim vurduya getiren Amerika uzmanlarının hazakati sayesinde; bir daha kalkamıyacağı komaya daldı. Öldü gitti.

Ötede 14’ler, 2 yıl, 5’er bin lira maaşlı elçi danışmanlığı ile yurt dışında tecrübeye tâbi tutuldular. Sansasyonel yasak buluşmalar yaptılar. İçeriden, dışarıdan birleşme denemelerine kalkıştırıldılar. Öngörüp birleşemediler. Yurda dönüşlerinde hepsinin ayakları suya erdi. Sosyal ve siyasi yönsüz hiç bir iş yapılamıyacağını anladılar. Faşizmsi düşünenler CKMP’ye halkçımsı düşünenler CHP’ye, sosyalistimsi düşünenler TİP’e girdiler.

b) Madanoğlu’nun temizlenmesi (Finans-kapital’e vuruş)

14’lerden geri kalan MBK üyeleri ”BİRLİK“ miydiler? Doğrusu, yalnız 14’ler değil, hepsi: MBK üyelerine kimsenin dokunamıyacağı andıyla, kendilerini ”millete adamış“ idiler. 14’lerin atılmasiyle, herkes sözünden dönmüş, yahut birlik olmaktan çıkmıştı. Bu çözülüşten en çok yararlanmak isteyenler, fırsatı kaçırmayacaklardı.14’lerin sınır dışı edildikleri gün, Madanoğlu grubu, öteki MBK üyelerini ortadan kaldırma yoluna girdiler. Kimdi bu Madanoğlu’cular? 14’lerin başında yurtdışı edilen Kabibay’ın sonradan harekete sokulan kişiler olmaları, yeterli tanımlama değildir. Millet Meclisi seçimlerinde İstanbul caddelerine, hele Beyoğlu caddesine çıkanlar, banknot yağar gibi Madanoğlu propaganda kağıtları yağmış olduğunu görüp şaştılar, kafıle kafıle otomobillerle Madanoğlu’nun ültimatom çaşnılı ünlendirilişi ile karşılaştılar. Madanoğlu’nun ardında finans-kapitalin gölgesi güçlükle saklanabiliyordu.

Madanoğlu’nun temizleyecekleri: Gürsel çerçevesine pek sığmayan albay cuntalanydı. Albay cuntaları devletçiliğimizin büyük çoğunluğu alt-kâdeme silahlı kuvvetlerdi. Henüz diriydiler. Kimin adına diktatörlüğe adaylığını koyduğu açıklanmayan Madanoğlu grubunu daha tez davranıp temizlediler.

MENDERES NEDEN ASILDI?

27 Mayıs patladığı gün sarsıntısından herkes yere kapaklandı. Silahlı kuvvetler gibi yüzde yüz iktidarın emrinde, tek meziyeti İTAAT disiplini olan bir örgüt geri tepsin? Buna kimse inanmadı. Silahlı kuvvetlerin şahdamarı içinde ”NATO“ kılığı ile yerleşip başkomutan olmuş bulunan Amerikan sermayesi Menderes’i tüketmişti. Yeni kartlarla oynamak istiyordu. Bunu Menderes de sezmişti. Amerika’ya nispet, Kruşçofu Ankara’ya çağırmıştı ve kendisi de Moskova’ya gidecekti. DP’nin kazandığı 1957 seçimlerinde, Menderes açıkça şöyle bağırmıştı:

”İçte ve dıştaki siyaset bezirganları… İktisadi ve dolayısıyla siyasi istiklâlinden Türk milletini saptırmak istemektedir.“(9 Ağustos 1957, İnebolu).

Menderes’e bir şeyler olmuştu. İktidara geldiği günden beri bir daha ağzına almadığı sözleri, yeniden ve ansızın öne sürüyordu ”Demokrat Parti köylünün ve halkın menfaatlerini koruyan partidir“ diyordu. ”Ağır Sanayi İşçileri Sendikası Başkanı“ oluyordu. İnebolululara: ”Onlar size yaptıklarımızı çok görüyorlar, çünkü onlar, sizin nafakanıza göz dikmişlerdir“ diyordu. ”onlar“ dedikleri kimlerdi?

”Dışta“ dedikleri, içimize kendi elceğizleriyle soktuğu Amerikan kılıklı FİNANS KAPİTAL’di. ”İçte“ dedikleri, yabancı kapitalin, Türkiye’deki bânkalar ve şirketler kanalıyle kullandığı tefeci hacıağalar ile, acente bezirganlardı. DP bunların Türkiye’de örgütledikleri parti, Menderes gene onların bir anda kahraman ettikleri lider idi. Şimdi: ”İçteki ve dıştaki bezirgânlar“ diye damgaladığı velinimetlerine karşı gelen Menderes Demokrat Partiyi nereye götürüyordu? Demokrat Parti programını, içlerinde Ahmet Emin Yalman’ın da bulunduğu, Amerikalı uzmanın akıl hocalığı ettiği Menderes Bayar grubu yapmamış mıydı? Şimdi bu ”küfrân’ı niymet“ kimeydi?

Menderes sanayi kurmak, Türkiye fabrikalarından çıkacak mallarla silâhlı kuvvetlerimizi donatmak istiyordu. Bu işin parasını da, utanmadan Amerika’ya ödetmiye kalkışıyordu: 300 milyon dolar diye tutturmuştu. Amerika, kendi lâstik tekerlekleri için gerekli asfalt yolların yapımına para, malzeme ve hele bolbol ”uzman“ yollamıştı. Amerika, kendisinin kullanmadığı silâh ve makineleri Türkiye’ye satıp hibe etmişti. Bunları bozulunca onaracak tamirhaneleri Türkiye’de yaptırmak üzere seımaye ortaklıklarına elverişli ”Sınaî Kalkınma Bankası“nı dahi kurdurmuştu. Türkiye’nin dışarıdan aldığı her mal için Türk parası yerine Amerikan doları ödemesini de sağlamıştı. Gelmiş, Türkiye’yi sevâbına savunmak,için, dört bucağımıza silâhlı üsleri de yerleştirmişti devletin sivil-asker bütün subaşlarını ”UZMAN“larıyle kesmişti. Daha ne isteniyordu?

Bütün bu ”Amerikan yardımlarını“ Menderes’in sonradan ”açık bir istismar“ sayması nankörlüktü. Hele ”istiklâlimizi tazyiklere maruz bırakmak istikametinde içli, dışlı çalışmaları, Türk milleti mutlaka mağlup edecektir“ tehdidini savurması cinayetti. Bu cinayeti işliyenin cezası verilmeliydi. Bu ceza usulünü Amerika çok denemişti. Geri ülkelerde silahlı kuvvetler, sivil hükümetleri kabak çekirdeği gibi çıtırçıtır yiyordu. Çünkü dar gelirli silâhlı kuvvetler hergün artan pahalılık yüzünden yoksul halktan daha az hoşnuzsuz değildi. Bu hoşnutsuzluğun patlaması için, ordu tetiğine en ufak bir parmağın dokunması yeterdi. Böyle parmakları Amerika’dan ithal etmiye hiç lüzum yoktu. Silâhlı kuvvetler otomatik işlerdi.

Finans-kapital daha da ileri gitti. 27 Mayıs’tan önce bir Amerikan ajanı, yapılacak ihtilâli Menderes’e haber verdi. Bir taşla iki kuş vurulacaktı. “Mart ayında imzalanıp Mayıs başında Büyük Millet Meclisince kabul edilen anlaşmıya göre: ”Türkiye’ye doğrudan doğruya veya bilvasıta bir tecavüz vukuunda kuvvetlerini kullanmak dahil olmak üzere gerekli her türlü harekâta geçmeyi“ teahhüt etmişti.” (Milliyet, 28 Şubat 1960, s. 5)… Merıderes, dilerse Amerika’nın “her türlü harekât“ının kucağına düşüp teslim olurdu, dilerse, boynunu Yassıada’ya teslim ederdi. Emperyalizm için, pek fark etmezdi.

”Tecavüz“ olup olmadığını kim tayin edecekti? Amerika. Kore’de o tayin etmişti, Vietnam’da tayin ediyor: Yarım milyon Amerikan askerine napalm bombaları, zehirli gazlar ile bir milleti boğduran emperyalizm, ”tecavüz“ü önlediğini öne sürebiliyor. Ortada emperyalizmin kendisinden başka bir ”tecavüzcü“ görünmediği zaman ise; casus kışkırtmalarıyle bir ”VASITA“ icat etmekte emperyalizmden usta provokatör mü bulunurdu?..

Böyle iddialar belgelere mi dayandırılmalıdır? Bizim ülke bir yandan: ”Karda gezip, izini belli etmiyenler“ toprağıdır; öte yandan belgeleri sokağa döküp işporta malı ederek ”belge“likten çıkarır. Hoşnutsuzlukla kaynıyan üniversitenin en saygı değer kürsüsüne oturmuş Amerikan istihbarat bilgininin itsel açık artırmayla adam satın alması önünde pek içerliyen ateşli bir ”aşırı“ genç şöyle bağırmıştı: ”Ama, Amerika’nın satın alamayacağı insanlar da vardır Türkiyede!“ Bilgin istilibaratçı, yüzlerce tanık önünde, sigarasının külünü silkerce rahat bir gülümseyişle şu karşılığı verdi: ”– Siz kendinizi vitrine koymıya bakın. U.S. Amerika hükümeti her zaman sizi satın alacak zenginliktedir!“

Böyle ”açık rejim“ çalışması yapan bir gizli güç Tunçkanat’ların aslını ele geçirdikleri belgeleri bile Türkiye hükûmetinin başkanı ile yalanlamanın kolayını elbet bulacaktır. Böylesine bütün suların başını kesmiş bir gücün kışkırtacağı olaylar ortasında, en samimi aktör bile rejisöriin kendisi olduğuna inanabilir. Nelerini gördük, görüyoruz, göreceğiz. İşte, DP çağının en kültür ”zehir hafiye“lerinden Bay Mithat Perin’in bile ”hâlâ bir cevap“ aradığı harcıâlem belge olaylardan tâze bitmiş birtanesi (27 Mayıs’ı anlatıyor.)

“Bir başka ihtar daha olmuştu o gece. Türk emniyeti ile zaman zaman işbirliği yapan bir Amerikalı albay vardı o zaman. Aygün’ün onunla randevusu vardı. Bu teması yapmak için Yeşilköy’e gidecek, fakat Amerikalı albayı bulamıyacak ve maalesef konuşamıyacaktı. Oysa Amerikalılar bu gibi hallerde özür dilemek için telefon ederlerdi.

“Aygün’ün Yeşilköy’e gidişi saat 21’e rastlıyordu. İhtilâlden sonra ise, Aygün’ün bu gezisi gazetelerde: ”Kemal Aygün kaçmak üzere iken Yeşilköy yolunda yakalandı.“ şeklinde yorumlanmıştı.

”Amerikalı albay, neden acaba bu randevuya sadık kalmamıştı? Kemal Aygün de bu soruya hâlâ bir cevap bulamamaktadır.“ Mithat Perin: Haber 31/1/1967)

Neden mi? Neden ha?.. Demek bunu ”hâlâ“ bilmiyoıuz. 27 Mayıs gecesi, İstanbul’u (Türkiye’nin yarısını) güden DP büyüğü Aygün, ”mesâi saati“ dışında, bir Amerikan casusu ile, başka hiç bir yer bulamıyor, hava alanına bitişik Yeşilköy’de, nedenini bilmediği bir ”randevu“ ya gidiyor, gidebiliyor. Ve çapkın Amerikan albayı o siyasi ”randevu evine“ uğramayıveriyor! İşte biz böyleyiz Türkiye’de…

Ona rağmen neler oldu? 27 Mayıs oldu. Anayasa’ya ”sosyal devlet“ formülü geçti. ”Bu sendikacı bir ajandır“ diye yeni yeni teşhir edilen kişinin ”kurucu“ olduğu ”sosyalist“ işçi partileri kuruldu. Bu partinin genel başkanlığına ”getirilen“ Aybar Bey, o partiye girme hevesine kalkacak ”eski“lerin ”hevesleri kursaklarında kalacaktır“ buyurdu. Boran Hanım, sosyalizmin ”Beyazıt ve Kızılay meydanlarından“ geçemeyeceğine ferman verdi. Altan Bey ”Uç bahtsız halka oynanan oyunlar“ fıkrasını yazdı.

Gene de köprünün altından epey sular geçti. Sayın İsmet İnönü bile ”solcuyum!“ diye bağırmak zorunda kaldı. Bütün bunlar bir şeyi ispatladı. Evdeki pazar çarşıya uymuyordu.

27 Mayıs: Kore’de, Kongo’da, Lâtin Amerika’da, Vietnam’da her gün oynanan kanlı emperyalist oyununun Türkiye’de kolayca uygulanamadığını gösterdi.

27 Mayıs’ın birinci kuvveti bu oldu. Bu kuvvet nereden ve nasıl geliyordu?

27 Mayıs’ta Halkın Rolü

Finans-kapital ülkenin temel ekonomisini ve devlet üstyapısını elinde tutuyor. Finans-kapital dünya ölçüsünde enternasyonalcı kesilmiş emperyalizmin şartsız kayıtsız egemenliğini Türkiye’ye sokup kendisine destek yapıyor. Böyle bir sosyal ve politik güce karşı 27 Mayıs’ın kuvveti ne idi? 27 Mayıs’çıların kendilerine ortak bulunan kanı: Aldıkları sonuç üzerinde herkesten çok kendilerinin şaşa kaldıklarını gösteriyor. Çıkmış anılar 27 Mayıs’ı yapanları, Molyer’in ”Zoraki Tabip“ piyesindeki hekim rolünde gösteriyor. Bu hatıralardan gelişi güzel birine bakalım. Alb. Kocaş gibi Gn. Madanoğlu da, işe nasıl başlandığını şöyle anlatıyor:

“Biz buna (ihtilâle) karar verdiğimiz zaman fazla kalabalık değil 4-5 kişi idik. Kararımızı Gürsel Paşa’ya açalım dedik. Yanına gidip, meseleyi açtığımızda:

”- Tamam!.. dedi, kabul ederim. Tek şartla… Üç ay zarfında seçime gidilecek”…“Planları hazırlıyorduk. Bir gün Gürsel bizi çağırdı:

”- Beni buradan (kara orduları kumandanlığından) alıyorlar, dedi: Fakat gitmek istemiyorum. Ne yapacaksak, hemen yapalım. Sonra fırsat kalmıyacak.“ (C. Madanoğlu: İfsa ediyor. Adalet 25 Aralık 1961.)

27 Mayısın başı bu… 27 Mayıs gecesi bir mahşer:

”Harp okuluna girdiğim zaman ne göreyim? Her taraf aydınlık, sanki bir bayram var. Derhal ışıkların bir kısmını söndürttüm. Milli Birlik Komitesi’ne: “Esasen önüne gelen giriyordu. İstiyen içeride kalıyor, istiyen çıkıyordu. O ara başkaları da kapı aralığından sızsa, onlar da girip bizimle çalışabileceklerdi. Asıl alınması gerekenler değil, rastgele bir komite üyeleri listesi yapılmış. Bu komitenin fazla bir iş göremiyeceğini düşünerek… Peki, teşkil etsinler de, kimden ederlerse etsinler, şeklinde düşündü.” (Keza, s. 4)

Böylesine başsız, dağınık, yönsüz bir davranış nasıl oldu da 27 Mayıs ihtilâli olarak şehrâyinleşti? Yapanlar da ona hâlâ şaşıyorlar. Yalnız, gözlerine çarpıp da ağızlarından kaçmış tek tük olaylar, işin içyüzünü farkına varmaksızın açıklıyordu. 27 Mayıs’ı, silâhlı çocukların bir kolcu-kaçakçı oyunu gibi anlatan Madanoğlu gördüklerinden şöylesini de saklıyamıyor:

“Harp Okulu talebeleri şehre yayıldıktan sonra, Harp Okulu’na yüzlerce kişinin getirildiğini haber aldım. Bizim kararımız, kabine üyeleri ile mâhut Takrir’e imza koymuş olan 4 mepus dışında başka kimseyi tevkif etmemekti. Fakat HALK büyüğü, küçüğü, hatta kedisi, köpeği ile, bu hareketi o kadar candan bekliyormuş ki, penceresini açan, eline telefon rehberini almış:

         ”- Şu evde falanca var… Onu da götürün…
         “- Bu adam da onlardandır, milyonlar yutmuştur…
         “- Şeklinde, hemen bütün mebusları ve yakınlarını toplatmışlar. 

Baktım durum büyüyor. Derhal Harp Okulu’na gittim. Ortalık ana baba günü idi. Siviller dolmuştu.” (Cemal Madanoğlu: keza).

Yâni Paşalar, kendilerini işten atanlara karşı 4-5 kişilik bir saray ihtilâli yapmakla yetinmeyi plânlamışlardı. Ok yaydan çıkınca, “kedisi köpeği ile” HALK, bütün “milyonları yutmuşlar“ı, paşalara rağmen nasıl etmiş, etmiş ”TOPLATMIŞ“tı! Ve Mizancı Murat Beyin dediği gibi: ”avânın hükmü istinafsız“ olmuştu.

Bir avuç Fınans kapitalistin yerli tefeci-bezirgânları dümen suyuna alarak memleketi soyup soğana çevirmesi, başta dargelirli silâhlı kuvvetler gelmek üzere tümüyle halkı öyle çileden çıkarmıştı ki, 27 Mayıs Dinamit fıçısının içine atılmış bir kıvılcım olmuştu. Yığılan hoşnutsuzluk, yalnız silâhlı kuvvetler bendi ile tutulabiliyordu. O bendin, en beklenilmedik yerinde açılan bir çatlak, bütününü sebâ sellerine kaptırıp sürüklemişti.

27 MAYIS’ın asıl gücü, bütün ULULUĞU buradan geliyordu.

http://www.turkiyedireniyor.org/hikmet-kivilcimli-mbk-nin-azameti-ve/


***