29 Eylül 2018 Cumartesi

Mesele “Bağımsız Devlet”tir!..


Mesele “Bağımsız Devlet”tir!..


Ali TARTANOĞLU 
28.06.2010


Mesele Kürtçe Türkü çığırma, Kürtçe köy adı filan değil, mesele bal gibi “bağımsızlık”tır. …

Yarın sabah yeni PKK saldırısı ve “şehit” haberleriyle uyanabiliriz.
Bir sürü deyyusu ekberin “demokrasi”, “ortak akıl” zırvasından geçilmiyor.“Çözüm”müş…

Yarın sabah yeni PKK saldırısı ve “şehit” haberleriyle uyanabiliriz.

Kimi “dostlar” vakur ve akil bir havayla akıl veriyor: “Siz çok kızmışsınız. Olmaz. Kızarak olmaz. Hoşgörüyle, sevgiyle yaklaşacaksınız…” Çözümmüş…

Seçim barajı kaldırılmalıymış, anadilde eğitim hakkı tanınmalıymış, köy adları değiştirilmeliymiş… “Çözüm”müş!!!…


Yav “yarın sabah yeni PKK saldırısı ve “şehit” haberleriyle uyanabiliriz”; anlamıyor musunuz???!!!… Şu anda saat 18.30. Yeni şehit haberi almamak için on iki saatimiz var. Ne yapacaksanız bu sürede yapacaksınız.

Efendim operasyonlar dursunmuş… Yav Gediktepe’de kum çuvallarının arkasında ayakta veya çömelerek durup duran benim. Birileri karşıdan geliyor saldırıyor, öldürüyor, ben de gidip yalandan bir yerleri vuruyorum. Saldırıya cevap veriyorum.

Onu da mı yapmayalım?!.. E iyi o zaman; Kandil’i ve İmralı’yı Ankara’ya taşıyalım; bir temsilcilik açsınlar; serbestçe, özgürce, demokratik bir şekilde Başbakanlığa saldırsınlar… Oldu olacak!…

Bu bir.

İkincisi…

O askercikler, köy adları değiştirilmediği, Kürtçe ilk mektepler, orta mektepler, Kürtçe hukuk, tıp vb., fakülteleri açılmadığı için mi şehit oldu çarpışa çarpışa?!.. Köy adları için insan öldürülür mü?!
..
Tersinden soralım: Köy adları değiştirilmiş, Kürtçe eğitim veren mektepler açılmış olsaydı o çocuklar şehit olmayacak mıydı?!..

30 senedir habire veriyoruz. Kart-kurt dendi diye kızıyorlardı; TRT şeşe beşe, mecliste gruba (öteki partilerdeki Kürtler hariç) kadar geldik. Onlar öldürdü biz verdik, onlar öldürdü biz verdik. Şimdi yine öldürüyorlar, biz hala vermekten söz ediyoruz. Öldürdükçe alıyorlar, öldükçe veriyoruz…

Başımızda bir bela var. Osmanlıyı yad etmek diye, sorun çözücü Türkiye diye İsrail’e, Amerika’ya, yedi düvele sözüm ona kafa tutuyor. Gazzelileri korumak için… İran’ı savunmak için… Miş!!.

Dayılanacaksan Amerika’ya, kendi sorunun için dayılan. “Ne notası, müzik notası mı!.. Amerika’ya nota mı verilir” diyeceğine, kafana çuval geçirildiğinde dayılansaydın. Senin üstüne vazife mi Gazze’nin Filistinlisi, Acem’in atomu, nükleeri! Ayranı yok içmeye, feraceyle gider …çmaya diye buna denir. Sen önce kendi sorununu çöz!..

Kak-git Mesut’u kırmızı halılarla ağırlayacağına, “ulan PKK bir daha saldırırsa seni yerle yeksan ederim” deseydin; Güvenlik Konseyi’nde İran için gostaklanacağına, Amerika’ya “arkadaş, Apo’yu bir gecede bana teslim eden sensin. PKK’yı da bir gecede toparlayacaksın. Yoksa ben toparlarım. Karşıma peşmerge çapulcuları da çıksa toparlarım, sen de çıksan toparlarım” deseydin de bi’ görseydik kahramanlığını!..

Efendim bu Amerika’yla savaş demek… Mi?

Eee??.. Amerika’yla savaş PKK’yla savaştan daha mı pahalıya mal olurdu? Daha mı çok ölürdük, daha mı çok kanar, daha mı çok ağlardık analı babalı, gelinli kızlı, çoluklu çocuklu? Az mı öldük, az mı kanadık, az mı ağladık!?!?!.. Aptal aptal İsrail ile savaşı göze alacağına, Barzani’yle, Amerika’yla savaşı göze alsaydın da, alsan da bir görsek!!!…

Daha dün değil miydi “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” dediğin?

Daha dün değil miydi “her ölen şehit değildir” dediğin?

Duymuyor musun, bilmiyor musun Ankara’nın burnunun dibinde Sincan’dan, Etimesgut’tan yükselen “PKK’nın vurduğu asker şehit değildir” alçaklığını?…

Silivri’deki nemrut savcın, Cudi’de savaşırken tutukladığı teğmen için “Cudiden paketleyip getirdim” demiyor mu; 6 ay sonra serbest bıraktığı teğmen kaldığı yerden devam etmek üzere yine Cudi’ye dönmüyor mu?

Deniz kuvvetlerinde general kalmadı tutuklanmadık, yargılanmadık. Adam tatbikattan gelip hakim karşısına çıkıyor, ifade veriyor, sonra yine tatbikata dönüyor.

PKK, terörist, Apo, kendi askerimizden kıymetli oldu. Öldürdükçe alıyorlar; aldıkça şımarıyorlar; her defasında bir öncekinden daha fazlasını istiyorlar.

Gediktepe’de çarpışmanın devam ettiği dakikalarda, ekranlarda, çözüm diye “12 Eylül’de Diyarbakır hapishanesinde…” diye başlıyorlar lafa…

Eee??.. Onun intikamı mı alınıyor şimdi?

Bir kere Evren otuz senedir hala sağ. Darbeci generaller anca ecelleriyle ölüyor. İşkenceciler sağ… Sen geliyorsun, o günlerde daha doğmamış, şimdi 20 yaşındaki askerleri öldürüyorsun.

İkincisi, 12 Eylül olmasaydı PKK da AKP de olabilir miydi? Ne intikamı!!.. 12 Eylül sizin sebebi hayatınız, ananız, babanız!!!..

Diyarbakır hapisanesinin baş gardiyanı Evren… “Çözüm federasyon” diyor şimdi. Utanmaz adam… AKP’nin cumhurbaşkanı Gül… Evren’i yere göğe sığdıramıyor. PKK Evren’e tek kelime etmiyor.

Gidiyor Ankara’nın Ulus’unda, İstanbul’un Halkalı’sında, Güngören’inde sivil çoluk çocuk öldürüyor.

Sonra da “biz ezildik, büzüldük” müş!..

Memleket sermayesinin, TBMM’nin üçte biri Kürt… Bu nasıl ezilmekse!..

Sanki Türk ezilmiyor, Laz ezilmiyor, Boşnak ezilmiyor. Türk’ün, Laz’ın, Boşnak’ın vb., ezileni yok mu? Kim eziyor, kim eziliyor; Muş milletvekili olduğu halde Milano milletvekili diye anılan BDP’li bunu bilmez mi? Bilir. Kendisi de ezenlerdendir de onun için “şehit” cenazelerine karşı “ama biz Kürtçe Türkü çığıramıyoruz da onun için” diye zibidilik eder.

Açık konuşalım. Bunun adı Kürtçe türkü, Kürtçe köy adı, Kürtçe eğitim filan değil. Kürt sorunu hiç değil. Kürt sorunu var da ondan terör var diyen, en adisinden alçaklık etmiş olur.

Kürt sorunu diyip duranlar, bırakın Türkleri (Türk’ü zaten adam sınıfından saymıyorlar), niye hiç Kürtlerin yoksulluğundan, eğitimsizliğinden, töre cinayetlerinden, ensest intiharlarından, kadının otuz bininci sınıf insan sayılmasından söz etmezler?

Kürtler sadece köy adlarından, Kürtçe eğitimden, Kürtçe konuşamamaktan mı şikayetçi; sorunları bundan mı ibaret? Ayrıca çoğunluğu kadın olmak üzere Kürtçe’den başka dil konuşamayan milyonlarca Kürt’ün Kürtçe sorunu ne demek? Nasıl oluyor bu?

Bunlar, bir takım tuzu kuru Kürt, Türk, Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikan, sivil, asker ve sair zibidilerin kamuflaj üniforması.

Asıl mesele, bal gibi “bağımsızlık”!!..

Tarihte Girit Meselesi, Bulgar Meselesi, Kıbrıs Meselesi, Eflak, Boğdan, Sırbistan Meselesi, Mora-Yunanistan meselesi ve saire nasıl halledilmişti, hatırlayınız. Yunanistan, Bulgaristan; Romanya ve Yugoslavya adı altında Eflak ve Boğdan bağımsızlık kazanınca, Girit Yunanistan’a, Kıbrıs İngilizlere verilince!.. Kıbrıs niye hala sorun? Yunanistan’a verilmediği için…

Bu meseleler, oraların Türk olmayan unsurları gerçekten ezildikleri için filan çıkmadığı gibi, o unsurların tek başına ve Osmanlı Devletine karşı verdikleri silahlı mücadeleyle de çözülmedi. Silahlı mücadele, sözde Türkler bu unsurları eziyor büzüyor gerekçesiyle ama düpedüz sivil Türklere karşı birer terör hareketiydi; perde arkasındaki Batılı ağalar güya bu unsurların Türkler tarafından ezilmesini önlemek üzere devreye girdiler ve bu unsurlar silahlı özgürlük mücadelesiyle değil, Batılı ağalarının Osmanlıya masa başında diz çöktürmesiyle bağımsız oldu.

Yoksa, Batılı Doğulu, Müslüman Hıristiyan, Türk veya Türk olmayan bir tek kişi, örneğin taa 1800’lerin ortalarında baş gösteren ilk Kürt ayaklanmalarının Osmanlı zulmü yüzünden olduğunu iddia edemez.

Tam tersine Yavuz’uyla, Kanuni’siyle Osmanlı, Kürt unsurunu, kendisi için de Cumhuriyet Türkiye’si için de, hem de gerek önemli bir kısım Sünni Türkleri gerekse Alevi Türkleri itip kakmak, ezmek pahasına, isyanlarıyla başımıza bela edecek kadar şımartmıştır.

Osmanlı’nın, kuruluş döneminde uyguladığı ve toprakta özel mülkiyet tanımayan miri sistemi, özellikle Alevi Türklere karşı kullanmak üzere bir takım Kürt aşiret reislerine sadece savaş zamanında asker sağlaması karşılığında toprağa dayalı beylikler vererek alt üst edip, bugün bile kurtulamadığımız toprak ağalığı (karşılığında toprak köleliği) sistemini başımıza bela eden de Osmanlıdır.

Kürt ağaları, bütün bunlara rağmen ve sadece topraktan kaynaklanan otoritelerini tehlikede gördükleri durumlarda (yani sırf bunun için) kendilerine köle bağlılığı içindeki gariban köylü kitlelerini kullanarak isyan etmiştir Osmanlı’ya da Türkiye Cumhuriyetine de. Kürt çobanlar dağda davar güderken Kürtçe türkü söyleyemedikleri için isyan etmiş değildir yoksa.

İmralı’daki eşkıyanın başında bulunduğu katil sürüsü (ki eşkıya başı dahil hiçbirisi bey çocuğu, ağa çocuğu, şıh çocuğu, seyit çocuğu değildir) bu nedenle mesela Ahmet Türk aşiretine, Kinyas Kartal aşiretine, İnan aşiretine, Septioğlu aşiretine saldırmamıştır da; gariban Kürt bebesini, gariban Kürt çobanını, gariban Kürt marabasını öldürmekte tereddüt etmemiştir.

Milano milletvekili olarak ünlenen BDP milletvekili, bu nedenle hep Türk tarafından general, politikacı çocuklarının askere gidip de şehit olmadığından dem vurur da; eşkıya sürüsü saflarında hiç ağa, bey, şıh, mir, seyit çocuğu bulunmadığından, hele kendi çocuklarından asla söz etmez.

Türk siyasetçisinin, matbuatının, aydının Türk genelkurmayına selam durduğunu sakız gibi çiğneyip durdular da, kendilerinin de İmralı’ya, Kandil’e, vaktiyle Bekaa’daki genelkurmaya selam durduklarından hiç söz etmediler. Hadi sıkıyorsa bir tanesi Apo’yu eleştirsin!..

Evet; yarın sabah yeni PKK saldırısı ve “şehit” haberleriyle uyanabiliriz. Ve evet; mesele Kürtçe Türkü çığırma, Kürtçe köy adı filan değil, mesele bal gibi “bağımsızlık”tır.

İstikametin bu olduğu son derece aşikardır. Hayat ve tarih böyle söylüyor.

Sosyal bilimlerde laboratuar olmadığını söyleyen ya zır cahildir, ya da yüz numara yalancıdır. Sosyal bilimlerin laboratuarı hayattır, tarihtir. Neresi olursa olsun, takvim yaprağı hangi tarihi gösterirse göstersin, benzer koşullar bir araya gelince benzer sonuçlar doğurur.

Ali TARTANOĞLU - 
28.06.2010
İlk Kurşun
http://www.ilk-kursun.com/


http://www.dunya48.com/yilmaz-ozdil/84-yazarlar/ali-tartanoglu/2143-ali-tartanoglu-mesele-bagimsiz-devlettir



***

Yargıçlar AKP'lileşince...

Yargıçlar AKP'lileşince...


Ali TARTANOĞLU 
24 Mart 2010 

Şimdi başvezir, özellikle general, rektör, yazar tutuklamalarını açıklamak üzere «yargı herkese dokunacak» diyor ya... Biliyor ki birileri de «e sana da dokunsun o zaman» diyiveriyor, diyecek. Öyle ya, sen diyorsun «herkes» diye. Kendini ayırmıyorsun. 

1981 tarih 2461 sayılı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunu...

GÖREV:

Madde 4 - (Değişik madde: 03/06/1983 - 2835/3 md.) Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun görevleri şunlardır :

2. Adalet Bakanlığının, bir mahkemenin veya bir hakim veya savcının kadrosunun kaldırılması veya bir mahkemenin yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlamak.

3. Hakim ve savcıların; a) Mesleğe kabul etme, b) Atama ve nakletme, c) Geçici yetki verme, d) Her türlü yükselme ve birinci sınıfa ayırma, e) Kadro dağıtma, f) Meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, g) Disiplin cezası verme, h) Görevden uzaklaştırma, işlemlerini yapmak.


Anayasa...

III. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu

Madde 159 – Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kurulur ve görev yapar. ...Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu; adlî ve idarî yargı hâkim ve savcılarını mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapar. Adalet Bakanlığının, bir mahkemenin veya bir hâkimin veya savcının kadrosunun kaldırılması veya bir mahkemenin yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlar. Ayrıca Anayasa ve kanunlarla verilen diğer görevleri yerine getirir. Kurul kararlarına karşı yargı mercilerine başvurulamaz.

Demek ki neymiş: HSYK bu yetkilerini Anayasa'dan ve kendi özel yasasından alıyormuş!.. Bütün dünyada, bütün adam gibi demokrasi ve hukuk devletlerinde, bir yetki, kendi tersini de içinde barındırır; atayan azil de eder, yetkiyi veren, alır da. Erzurum'daki bir mahkemeyi kuran ve onun yetkilerini veren HSYK, o mahkemeyi kaldırır da, yetkilerini de alır. Hatta atayandan başkası azledemez; yetkiyi verenden başkası alamaz. Bakanın tek imzayla yapacağı bir atamayı cumhurbaşkanı yapamaz; yaparsa o atama geçersizdir.

Efendim «başlamış bir soruşturma» varmış... Anayasa ve HSYK Yasası, başlamış soruşturma, başlamamış soruşturma diye bir ayrım yapıyor mu?

Kaldı ki; Erzurum Savcısı, Erzincan savcısının elinden İsmailağa dosyasını adeta zorla, hatta neredeyse zorbalıkla alırken Erzincan savcısınınki başlamış soruşturma değil miydi? Hangi yetkiyi kullandı Erzurum Savcısı... Özel yetkili mahkemenin özel yetkili savcısı olma yetkisini. 2004 tarih 5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Yasasının zırt pırt sözü edilen 250'inci maddesi ne diyor:

BAZI SUÇLARA İLİŞKİN MUHAKEME GÖREV VE YARGI ÇEVRESİNİN BELİRLENMESİ

Madde 250 - (1) Türk Ceza Kanununda yer alan;


a) Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçu,

b) Haksız ekonomik çıkar sağlamak amacıyla kurulmuş bir örgütün faaliyeti çerçevesinde cebir ve tehdit uygulanarak işlenen suçlar,

c) İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar (TCK'nın Dördüncü Bölüm'ünde «Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar» (Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak, Düşmanla işbirliği yapmak, Devlete karşı savaşa tahrik, Temel millî yararlara karşı hareket, Yabancı devlet aleyhine asker toplama, Askerî tesisleri tahrip ve düşman askerî hareketleri yararına anlaşma, Düşman devlete maddî ve malî yardım); Beşinci Bölümü'nde, «Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar» [Anayasayı ihlâl, Cumhurbaşkanına suikast ve fiilî saldırı, Yasama organına karşı suç (MADDE 311. - Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engellemeye...), Hükûmete karşı suç: (MADDE 312. - Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye...) Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetine karşı silâhlı isyan (MADDE 313.), Silâhlı örgüt, vb.)]; Altıncı Bölüm'ünde «Millî Savunmaya Karşı Suçlar» (Askerî komutanlıkların gasbı, Halkı askerlikten soğutma, Askerleri itaatsizliğe teşvik, vb.), Yedinci Bölümünde «Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk» ele alınıyor)

dolayısıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayacak şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür.

(3) Birinci fıkrada belirtilen suçları işleyenler sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun bu Kanunla görevlendirilmiş ağır ceza mahkemelerinde yargılanır. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile savaş ve sıkıyönetim hâli dahil askerî mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.

Yani bu mahkemeleri kuran da HSYK'dır, bir. İki: bu mahkemeler zorla, silah kullanılarak işlenen örgütlü suçlar ile devlete, hükümete karşı suçlar ve casusluk suçlarına, bakıyor. Peki İsmailağa silahlı örgüt mü? Öyleymiş!.. Nerden çıktı bu? Birisi Erzurum savcısına gönderdiği imzasız ihbar mektubunda böyle söylemiş; Osman Bey de hemen atlamış: «Silahlı örgütse benim alanıma girer; ver dosyayı bana» demiş. Adamlar adeta kendi kendilerini «biz silahlı örgütüz» diye ihbar ediyorlar. Danışıklı dövüş... Biliyorlar ki o zaman dosya Erzurum'a gidecek. E Erzurum'dakilerden «bizden», yani cemaatten... Pardon başvezirin istediği, bağımsız değil, ama «tarafsız» cinsinden yargı!.. Beyzadelerin müdahale etmeyin dedikleri yargı bu!.. Erzurum savcısı, uyduruk bir mektuba dayanarak Erzincan savcısının yetkisini gasp etmiş olmuyor; ama HSYK Erzurum'un yetkisini alınca gasp etmiş oluyor!.. İnandınız mı?..

1983 tarih ve : 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu... Madde 82...

«Hakim ve savcıların görevden doğan veya görev sırasında işlenen suçları, sıfat ve görevleri gereğine uymayan tutum ve davranışları nedeniyle, haklarında inceleme ve soruşturma yapılması Adalet Bakanlığının iznine bağlıdır.»

Erzurum savcısı, Erzincan için soruşturma başlatırken Adalet Bakanlığı'ndan izin almış mı? Almadıysa, yukarıdaki maddeyi, yani kanunu ihlal etmiş oluyor; yani yetkisi yok. Vahim!.. Aldıysa, siyaset apaçık işin içinde demektir; daha da vahim.

«Madde 88 - Ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâlleri dışında suç işlediği ileri sürülen hakim ve savcılar yakalanamaz, üzerleri ve konutları aranamaz, sorguya çekilemez. Ancak, durum Adalet Bakanlığına derhal bildirilir.

Birinci fıkra hükümlerine aykırı hareket eden kolluk kuvvetleri amir ve memurları hakkında yetkili Cumhuriyet savcılığı tarafından genel hükümlere göre doğrudan doğruya soruşturma ve kovuşturma yapılır.»


Erzurum savcısı adliyedeki makam odasında darbe yaparken suçüstü mü yakalanmış?.. Ama adam yakalanmış, üzeri ve konutu aranmış, sorguya çekilmiş, hem de tutuklanmış; içerde! İkinci fıkradaki «kolluk kuvvetleri amir ve memurları» hakkında ise tık yok!..

Madde 90 - Haklarında son soruşturma açılmasına karar verilenlerden; birinci sınıfa ayrılmış olanlarla ağır ceza mahkemeleri heyetine dahil bulunan hakim ve Cumhuriyet savcılarının, son soruşturmaları Yargıtay'ın görevli ceza dairesinde görülür.


BİRİNCİ SINIF HAKİM VE SAVCILAR HAKKINDA UYGULANACAK HÜKÜMLER:

Madde 98 - Adalet Bakanlığı merkez, bağlı ve ilgili kuruluşlarındaki birinci sınıf hakim ve savcılar, disiplin cezası, soruşturma ve kovuşturma bakımından Yargıtay üyeleri hakkındaki hükümlere tabidir. Ancak soruşturma yapılması Adalet Bakanının istemine bağlıdır.


1983 tarih ve 2797 sayılı Yargıtay Kanunu...

Madde 15... HUKUK VE CEZA GENEL KURULLARININ GÖREVLERİ:

3. Yargıtay Başkan ve üyeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekili ile yargılama görevi özel kanunlarınca Yargıtay Genel Kurullarına verilen kişilere ait davaları ilk mahkeme olarak görmek ve hükme bağlamak ve ilk mahkeme olarak özel dairelerce verilen hüküm ve kararların temyiz ve itiraz yoluyla incelenmesini yapmak...


Birtakım iktidar kulu kalem hainleri, bu maddelere bakıp ahkam kesiyor: «Efendim kanun soruşturma demiyor ki; kovuşturma diyor...» İyi de, böyle iktidar kulu kalem hainlerinin çıkacağını önceden bilen kanun koyucu her şeyi gayet güzel düzenlemiş. Hakimler Savcılar Kanununun 90 ve 98'inci maddeleriyle Yargıtay Kanununun 15'inci maddesinde «kovuşturmayı», HSK'nın 88'inci maddesinde de soruşturmayı düzenlemiş. Bu maddelerin toplamının özeti şu: Sadece birinci sınıfa yükselmiş olanlar değil, hiçbir hakim ve savcı, «Ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâlleri dışında ... yakalanamaz, üzerleri ve konutları aranamaz, sorguya çekilemez» ; birinci sınıfa ayrılmış olanlar ise ancak Yargıtay'ın ilgili dairesince yargılanır, yani kovuşturulur. Bitti bu kadar!..

Hatta aynı hüküm Ceza Muhakemeleri Kanununun 250'inci maddesinde (f. 3.) de var: «Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler... saklıdır.»

Durmadan konuşan başvezir muavini diyor ki önce: «Erzincan savcısı, adi, kişisel suçtan tutuklandı.» Aynı adam bir gün sonra da «Erzincan savcısı Ergenekon'dan tutuklandı...» diyor. Evet, ikisini de aynı adam söylüyor!..

Cihaner gerçekten adi suçtan tutuklandıysa, bu tutuklamayı Erzurum savcısı isteyemez, Erzurum mahkemesi yapamaz. Çünkü bunlar CMK 250'ye göre özel yetkili. Yani, yukarıda aynen aktarıldığı üzere ancak silahlı örgüt suçlarına, devlete, hükümete karşı işlenen suçlara ve casusluk suçlarına bakar. Öyleyse yetki aşımı, yetki gaspı, en masum tabirle yetkisizlik, en başta Erzurum savcıları ve Erzurum Özel yetkili Mahkemesi için söz konusudur.

Ergenekon örgütüne üye olmak, birden bire adi, kişisel suç haline mi geldi?!!

Asıl söylemek istedikleri, söylemediklerinde saklı: Cihaner, İsmailağa soruşturması dursun diye tutuklanmıştır. Ama bunu söylemeleri mümkün değil. Kanunlarda da böyle bir suç yok. O zaman gelsin en kolayı: Ergenekon...

Bunlarla bitmiyor. Başvezir muavini, hiç üstüne vazife olmadığı, başka hukuki yolları olduğu halde, güya «meclisi daha iyi yönet» (asıl «hep benim milletvekillerim konuşsun, muhalefet hiç konuşup bizi eleştirmesin...» ) demek için Meclis başkanvekilinin odasını basıp dayılık yapıyor, hakaret ediyor; başkanvekili kürsüye çıkıp «bu, yürütmenin yasamaya baskısıdır; kınıyorum» diyince karşılık veriyor: «Hayır, yasamanın yürütmeye baskısıdır...»

Başkanvekili yasama demek. O anda oturumu yönetiyor. Başvezir muavini ise yürütme... Başkanvekili ne cesaret başkanlık kürsüsünden «bu, yürütmenin yasamaya baskısıdır; kınıyorum» der!..

Ama aynı hastalıklı kafa, «niye başkan vekilinin odasını bastın? Ne gerek vardı? Eleştirin varsa genel kurul salonunda milletvekili olarak da dile getirebilirdin» denince, kendisini «ben başkanvekilinin (o anda oturumu yönettiği için «Meclis Başkanı» nın) odasına başvezir muavini olarak, vezir olarak gitmedim ki; milletvekili olarak gittim» diye savunuyor.

O odaya «milletvekili» olarak dahi dayılanarak dalmasının akıl, etik, nezaket dışılığı bir yana...

Sen milletvekili yani yasama mısın, bakan yani yürütme misin? Canın isteyince milletvekili (yasama), canın isteyince bakan (yürütme) mı oluyorsun? Başkanvekilinin odasını milletvekili yani yasama olarak basıyor, başkanvekili yasama olarak seni kınayınca da birdenbire yürütme mi oluyorsun?

Başvezir, bir yandan yargı herkese dokunacak diyor; ama öte yandan da hoşuna gitmeyen bütün yargı kararları için «yargı yürütmeye baskı yapıyor» diyor.

Bu «herkes"in içinde, kerameti kendinden menkul Yürütme ("Recep» diye okunur(!) yok mu?.. Herkese dokunan, dokunabilen, dokunabilecek yargı, yürütmeye dokununca niye «baskı» oluyor? Kendini akıllı sanan recepgiller mi beni aptal sanıyor?!..

Halt etmişler!

Halt etmişler. Çünkü hem «yargı herkese dokunacak» diyip, hem de yargının kendilerine dokunmasını «yargı yürütmeye baskı yapıyor» diye dayatmanın, başvezir muavini arınçzade bülent paşanın tabiriyle «şeyini şey ettiğimin şeyi» demek olduğunu anlamayacağımızı sanmak kendilerini ne kadar akıllı kılar bilinmez ama, bizim, akıllılığı kendinden menkul olanlarca aptal sanılmamızdır ki bal gibi halt etmektir.

Yasamayı nasıl adam edecekler belli değil.

Düzeltiyorum: yasama kendi çoğunlukları sayesinde, doğal bir «adam edilmişlik» halinde. Muhalefetin karşısında 338 kişilik bir iktidar grubu mu var, yoksa tek başına Hürgeneral Führer Recep Sultan Abdülhamit Han mı var, başta muhalefet olmak üzere bilenler biliyor.

Fırsattan bilistifade, hemen yargı reformuna sarıldılar. Anayasayı değiştirerek Anayasa Mahkemesini, Yargıtay'ı, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulunu adam edecekler. Açık açık söylüyorlar: Anayasa Mahkemesinin, HSYK'nın hakimlerini Meclis seçsin; Adalet bakanı ve müsteşarının kurulda başkan ve üye olmasında ne sakınca var!

Şimdi başvezir, özellikle general, rektör, yazar tutuklamalarını açıklamak üzere «yargı herkese dokunacak» diyor ya... Biliyor ki birileri de «e sana da dokunsun o zaman» diyiveriyor, diyecek. Öyle ya, sen diyorsun «herkes» diye. Kendini ayırmıyorsun.

Ama onun dilinin altındaki bakla «herkese dokunsun tabi de, bir bana, bir bize dokunmasın...»

Yargı reformu dedikleri, «bağımsızlığı boş ver, önemli olan tarafsız yargı» dedikleri bu. Tüm muhalefeti yok eden ama kendilerine dokunmayan yargı!!!... Kanunsa kanun, anayasaysa anayasa...

Partiler kapatılmasın demiyorlar mesela. Partilerin kapatılması Meclisin iznine tabi olsun diyorlar. Bizzat kendileri bir partiyi kapatmak isteyebilir. Bu olanağı yitirmemeliler. Kendileri babadan oğla padişah ya...

Oldu olacak, mahkemeleri kapatalım, bütün davalara meclis baksın!..

Ne dedi bir milletvekilleri: «Biz on yıl daha kalmalıyız. Yoksa bizden intikam alırlar...»

Hani 12 Eylül generalleri, «Bir daha darbe yapılmasına izin vermeyecek bir anayasa ve hukuk düzeni bırakacağız» dedilerdi ya... Bunlar da, kalsalar da gitseler de başlarının ağrımayacağı bir yapı bırakmaya azmetmiş.

Cihaner hakkında açılmış bir dava var; 26 yılla yargılanıyor. Konuyla yakından ilgilenenler dışında kimsenin ruhu duymamıştı. Ama tutuklamadan da olabileceğini çok iyi bildikleri halde inatla, ısrarla tutukluyorlar. Generaller için de aynı şey söz konusu. Ve kıyamet kopuyor. Tutuklamaların da tamamı şov. Güya güç gösterisi.

Aynı sonuca ulaşmışlardı ama yöntemleri farklıydı; Menderes, kaba saba yürüyüp Tahkikat Komisyonları kurmuş; muhalifleri yargılamaları için bizzat kendi milletvekillerine yargıçlık görevi vermişti. Erdoğan, ders almış, tarihi tekerrür ettirmek istemiyor; veya hocaları akıllı: Milletvekillerini yargıç yapmıyor; yargıçları «partili» leştiriyor. Yargı reformunun altı da bu üstü de!..

Bir alemete bindiğimiz kesin.

De hangi kıyamete gidiyoruz?

Yargıçların AKP'lileşmesi kıyametine!!!...

Askerlerin, rektörlerin, profesörlerin, yazarların, siyasetçilerin vb., tutuklanması tek başına bu kadar önemli değil. Eğer yargıç gibi yargıçlar varsa, hele böyle som siyasi davalarda masumlar mutlaka beraat edecektir.

Ama yargıçlar AKP'lileşirse...

Tuz kokmuş demektir. Veya küpleri üst üste göğe kadar dizmişler, sonra da en alttakini çekecekler demektir. Şu anda küpler dizildi. Anayasayı, «yargıçları AKP'lileştirme» şeklinde reforme ettikleri gün, en alttakini de çekmişler demektir. Seyreyleyin gümbürtüyü...

İçerdekiler hiç çıkamayacağı gibi, çıksa bile memleketin tamamı mapushaneye döner. Hatta tımarhaneye!..

Ali TARTANOĞLU 
24 Mart 2010 - Heddam
http://www.heddam.com/#null



http://www.dunya48.com/yilmaz-ozdil/84-yazarlar/ali-tartanoglu/1458-ali-tartanoglu-yargiclar-akplilesince

***

Sözün Bittiği Yer : İşkence Yaparsan Suç Değil, İşkence Yaptığınla Dost Olursan Suç!

Sözün Bittiği Yer : İşkence Yaparsan Suç Değil, İşkence Yaptığınla Dost Olursan Suç!


Ali TARTANOĞLU 
09 Ekim 2010

Adam işkenceci. İşkenceci bir polis.

Bunu kendisi söylüyor; hem de yazıyla, ıslak imzalı.
Mağduruna soruyorlar, «tanır mısın» diye; «Tanırım. İşkencecim olur!..» diyor.

«- «Liberal sağ» diye ortaya çıkanların hiç birinin «liberal» olmadıkları bellidir. Aslına bakarsanız Türkiye'de liberal demokrasiyi kurmaya «mevzuat müsait değil'dir. Çünkü Anayasa ve yasalar örnekleri batıda görülen çoğulcu demokrasiye izin vermemektedir. Türkiye'de bugüne dek hiç «liberal sağ» parti olmadı ki bundan sonra olsun!.. Kendilerine cömertçe «liberal» adını takanlar, «liberal demokrasi» yanlısı değiller ki böyle bir kavgaya girsinler... Aynı biçimde, «sosyal demokrat» nitelikli parti kurulmasına da mevzuat müsait değildir. Olmadığı için örnekleri Batı'da görülen bir «sosyal demokrat parti» kurmaya olanak bulunmaz. Gerçi, Türkiye'de sosyal demokrat görüşlü insanlar vardır; vardır ama bunların (kurduk)ları parti sosyal demokrat partilerin Batı'daki örneklerine hiç benzeme(z). Batı'daki sosyal demokrat partiler, işçi sendikaları ile beraber ve bu sendikalarla özdeş örgütsel yapılara sahiptirler. Bizde ise bu tür örgütlenmelere «mevzuat izin vermemektedir.» ... O zaman ... liberal olmayan ve hiçbir zaman olmayacak sağ partilerle, sosyal demokrat olmalarına asla izin verilmeyecek sol partiler arasında bir çeşit geçici ve yapay denge oluşması sağlanacaktır. Böyle bir dengenin ise, toplumun bütün kesimleri için uzlaşma ortamı yaratması olası değildir. Değildir, çünkü liberal olmayan sağ ile, sosyal demokrat olmayan sol, toplumsal birikimleri derinlemesine kucaklayamaz. Kucaklayamayacakları gibi, bir süre sonra liberal olmayan sağ partileri dinsel sağ, sosyal demokrat olmayan, olamayan sosyal demokrat partileri de sosyalist sol etkileyecektir. ... sağ partiler liberal olamadıkları için Batı'daki liberal partilerin işlev ve katkıları da sosyal demokrat partilere düşecektir.» (Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 8 Mayıs 1983)

1 – Adam işkenceci. İşkenceci bir polis.

2 – Bunu kendisi söylüyor; hem de yazıyla, ıslak imzalı.

3 – Mağduruna soruyorlar, «tanır mısın» diye; «Tanırım. İşkencecim olur!..» diyor.

4 – Adam kendisini, «O dönem, işkence devlet politikasıydı, genel uygulamaydı. Hala işkenceci diye anılmaktan hoşnut değilim» diyerek savunuyor.

5 – Adam, sağcı, milliyetçi, muhafazakar; işkence yaptıkları ise solcu. O günlerin deyimiyle söylenirse, adam için işkence yaptıkları «komünist, vatan düşmanı, Rus uşağı» ; ondan işkence görenler içinse adam «Amerikan uşağı faşist!..»

6 – Adam yıllarla birlikte yaşlandıkça olgunlaşıyor, okuyor, kendisini olabildiğince geliştiriyor ve bir gün karşılaştığı mağdurlarından, pişmanlık makamında özür diliyor. Sonra, oturuyorlar bir masaya yiyorlar, içiyorlar; hatıra fotoğraflar bile çekiliyor. Sonra, bu iş giderek dostluğa, arkadaşlığa bile dönüşüyor.

7 – Gel zaman git zaman, adam bir kitap yazıyor; «Küpleri göğe kadar üst üste dizmişler, sonra en alttakini çekmişler; seyreyle gümbürtüyü» misali kıyamet kopuyor.

Adamı tutukluyor meslektaşları. (Evet «meslektaşları» .. Hele yargıçlar burada tamamen misafir sanatçı. Malum Silivri Divanı'nın başından beri işleyiş bu.)

Niye tutukluyorlar adamı?

Vaktiyle işkence yaptığı solcuların, «komünist, vatan düşmanı, Rus uşaklarının» örgütüne yardım ve yataklık yaptığı için!!!..

Devrimci Karargah diye bir örgüt var mı yok mu? Öyle görünüyor ki bu örgüt polisin uydurduğu, joker olarak kullandığı hayalet bir örgüt. Birisine kafayı taktılar mı yamayıveriyorlar. Tıpkı «Ergenekon Darbe Örgütü» gibi...

Ama «velev ki» var.

Adam bu örgüte gerçekten yardım ve yataklık mı yapmış? Polis rüşvet alabilir, başka her türlü suçu da işleyebilir. İnsandır nihayet. İcra ettiği meslek de suçluyla uğraşmak... Olur böyle şeyler. Ama artık «faşist» olmasa bile hala «milliyetçi muhafazakar» olan, hatta gazetelere gönderdiği mektupta «ben cemaate karşı değilim» diyen bir insanın, hele bir polis şefinin solcu örgüte yardım ve yataklık yapması da akıllara ziyan bir iş, bir iddia...

Ama velev ki adam o örgüte yardım ve yataklık yaptı...

Geldiğimiz nokta öyle bir nokta ki; bunların hiiiiiiiç birinin hiiiiiiiç bir kıymeti harbiyesi yok!...

Çünkü...

Adam, kendini yetiştirip, olgunlaşıp, durmuş oturmuş bir insanı kamil oluncaya kadar, otuz yıl öncesinden belki yirmi yıl öncesine kadar işkence yapmış. Ama ne o gün ne de bugün, başta kendisini tutuklayanlar olmak üzere bu ülkede bir Allahın sorumlu kulu «hooop Kandıralı sen de dur! Gel bakalım. Sen nasıl işkence yaparsın...» diye sormamış, incelememiş, soruşturmamış, hele hele tutuklamamış...

Ama ne zaman, işkence yaptıklarıyla dost olmuş, işte o zaman «gel bakalım; sen bu komünistlere yardım ve yataklık yapıyormuşsun» diye tıkıvermişler kodese!.. (Tabi, işkenceci ile mağdurunun dost olması da çok ilginç; ama bizim konumuzla hiç ilgisi yok.)

Elbette, «niye bizi teşhir eden kitap yazdın? Niye bizi bakanlara, başbakana, genel müdüre şikayet ettin» diye tutuklayamazlardı. Elbette «Devrimci Karargah Örgütüne yardım ve yataklık», «suyumu niye bulandırıyorsun» kabilinden, çocukların bile yutmayacağı, insan aklıyla alay eden, kaba saba bir bahanedir sadece.

Ama olsun; kullanılıyor ya!.. Bu kadar zekadan yoksun bir bahaneyi üretip kullanmakta hiç pervaları yok ya...

Sözün, umudun, güvenin bittiği yer, karanlık bir çaresizlik ve yalnızlık çukurunun ağzı, işte burası!!..

Ben dahil, tutuklanmasındaki akıl dışılık nedeniyle adama destek verenler;

Vermeyenler;

30 yıldır bu ülkenin hükümranlık koltuklarından gelip geçmiş cümle siyasi, idari, sivil kodamanlar;

Cümle münevveran, feylosof, çok bilmiş, türban yasağını bile «zulüm» sayan insan hakları-cı, fanatik demokrasi-ci taifesi;

Hiçbirisi, hiçbirimiz bu noktaya dair tek kelimelere kadir olamıyoruz.

Hükümran-hükümdar goygoycuları olamıyor... E hadi anlaşılır.... Çünkü onlar tutuklamadaki akıl dışılığı görecek durumda değil; onlar tutuklamanın ne kadar da isabetli olduğunu izah ve ispat peşindeler cansiperane.

Fakat ya ötekiler?..

Yani ille tutuklanacaksa, tutuklamak için de «kitap yazdın bizi şikayet ettin» dışında mutlaka bir bahane gerekiyorsa, bu bahane niye «işkencecilik» değil?!.. Yani niye işkence yaptıydın diye değil de, adeta niye işkence yaptıklarınla dost oluyorsun dercesine bir gerekçeyle tutuklandı bu adam?

Tutuklanmaya karşı çıkanlar bile, tutuklamadaki acıtıcı küstahlık karşısında bu konuya değinmeyi, bu noktaya ulaşmayı dahi beceremez hale gelmişiz.

İşte bu yüzden «sözün bittiği yer...» burası.

Yani artık işkence olağan, işkence artık meşru demektir bu. Bu meşrulaştırmaya bizim de katılmaya mecbur edilmemiz demektir bu.

Bu nokta, bu nedenle, aynı zamanda «umutsuzluk» noktasıdır.

Şeytan ayrıntıda gizlidir.

Medeniyet, cep telefonu, bilgisayar ve saire, yani teknoloji değildir; hiçbir zaman olmamıştır. Saddam'ın Irak'ı da bu açıdan Fransa'dan, İngiltere'den, hatta Amerika'dan çok farklı değildi. Bağdat kentleşme, şehir planlaması açısından mükemmel denilebilecek bir başkentti. En azından Ankara'dan çok daha düzgündü. Orada da herkesin bilgisayarı, cep telefonu vardı. Bunca badireden sonra hala var.

Ammaaa ve lakin...

Devlet başkanları dahil bütün bunların hükümranı konumunda olanların neredeyse tamamı, bir zamanlar hizmet ettikleri işgalci efendileri tarafından tavuk gibi boğazlandılar, asıldılar. Ülke param parça, halk perişan, sokaklar ölüm pazarı, çöl kan kusuyor.

Peki işgalci-efendi Amerika, eğer medeniyet eşittir teknolojisi ise, bunun ana rahmi konumundaki Amerika medeni mi? Onun yardakçısı İngiltere, Avrupa medeni mi? Kendi ülkelerinin içindeki, kendi insanlarına karşı medenilikleri bile tartışmalıdır ya, hele dışarıya karşı, medeni oldukları söylenebilir mi? Sırf kendi petrol, pazar, yatırım, sermaye çıkarları için başkalarına karşı her türlü şenaati, cinayeti mubah saymak, medenilik olabilir mi?

Batı'nın meşru sayılan Saddamları, doğunun meşru sayılmayan Saddamlarını, hem de medeniyet adına asar. Oysa yoktur aslında birbirlerinden farkları. Bizim gibi ülkelerin bir takım uyanıkları da Doğu'nun Saddam'ına tükürür, Batı'nın Saddam'ını da, iğrenç bir histeriyle, salya sümük alkışlar.

Medeniyet; işkencecilikten yargılayamadığın, yargılamadığın, sorgulamadığın, tutuklamadığın, hatta bunları düşünmek dahi istemediğin adamı, asıl gerekçeyi söyleyemediğin için işkence yaptıklarıyla dost oldu diye, dost olduktan sonra, ama söyleyemediğin asıl gerekçe nedeniyle sorgulayıp tutuklamayı kafanda olağanlaştırıp meşrulaştırmak ve daha kötüsü herkesi buna mecbur etmek, aksini yapamaz derecede felç etmek değildir.

Böyle bir düşünce ikliminin oluşturduğu temelin üstüne sağlam bina çıkmak ise mümkün değildir. Olamaz.

Kitlelerin mücadeleye niyeti, takati yok. Bakıyor koca koca adamlara, adı büyük Kozanoğlulara... Ya fiilen, fizik olarak yok edilmişler; ya mapusanelerdeler, ya tasfiye edilip köşelerine çekilmeye mecbur edilmişler, ya üç kuruş beş kuruş kazançla hayatın kıyısında tutunmaya, aşağı düşmemeye uğraşıyorlar. Ya da yanaşmışlar hükümdar limanlarına, iyiden iyiye çöpleniyorlar.

«Ben kimim ki! Etim ne budum ne! Ateş olsam cürmüm kadar yer yakarım. Ben de çöplenmeme bakayım...»

Artık kömür torbası mı olur, ramazan çadırı mı olur, oğlana kıza küçücük bir iş mi olur, petrol ofis bayiliği mi olur, Allah... düzeltelim; hükümdar ne verdiyse... Bahşişini alıyor, oyunu veriyor, bitiriyor kendince işi.

Biat etmek, söylenene inanıvermek, hatta inanıp inanmamayı dahi düşünmeden biat etmek kolay. Hem belki biraz nemalanıyor; hem de en azından kafası yorulmuyor, işsizlik filan biraz geride kalıyor, hele Silivri milivri... Allah düşürmesin...

Bana ne Cumhuriyet'ten mumhuriyetten, laiklikten maiklikten. Hükümdar öyle mi istiyor; takarım kızın başına, karının başına türbanı: bitti.

Oğlan nasıl olsa askerden geldi. Terör merör de bulaşmaz bana...

Hem canım adamlar «Allah» diyor; «Allah» dedikçe gözlerinden yaş geliyor. Öteki zındıklardansa...

Yani iktidar sahipleriyle milli irade, karşılıklı ensest halindeler demeyelim hadi ama, düpedüz karşılıklı rüşvetleşiyor. Milli irade oy veriyor, hükümdar bozuntuları milli iradenin gecekondusuna imarlı tapu veriyor. Hükümdar yol geçirip milli iradenin dağ başındaki arsasını kıymetlendiriyor, milli irade de hükümdara oy veriyor.

Ha tabi demokrasi canım! Hem de ileri demokrasi!..

Bu, 1950'en beri böyle. Hani Tevfik Fikret «Kanun diye, kanun diye kanun tepeliyorlar...» demiş ya; demokrasi diye, demokrasi diye demokrasi tepeliyoruz. Becerebilenlerin karşılıklı rüşvetleşmesi demokrasi oluyor. Hani yine Fikret üstat demişleyin «Körolası hanede evlad-ü ayal var» ya!... İşte hep birlikte «milli irade» oluyoruz. Allah selamet versin...

Bu manzaranın altında yatandır, işkenceci diye değil işkence yaptığınla neden dost oluyorsun tutuklamasının meşrulaşması.

Aşağıdaki temel bu olunca, ne yapsanız boş.

Siz de rüşvetleşebiliyor musunuz?... Rüşvetleşemiyorsanız, en çok % 42 ile yetinip duracaksınız. Hepten «berhava» edilmediğinize dua edin.

Kılıçdaroğlu rüzgar estirmiş; türbanı da çözecekmiş, terörü de... Af çıkaracakmış...

Niye söylüyor bunları Kemal Bey? Hükümdarla rüşvetleşen milli iradeden oy almak için...

Tekrar edelim: rüşvetleşebiliyor musunuz rüşvetleşemiyor musunuz?

Yani, siz de aynı silahlarla dövüşebilecek misiniz dövüşemeyecek misiniz? Siz de onlar kadar gözü kara, şirret, saldırgan olabilecek misiniz, olamayacak mısınız?

Çok büyük olasılıkla bunları yapamazsınız; bu soruların cevabı olumsuz.

Gerisi, yani toplaşmak, örgütlenmek, birleşmek, mitingler, yazılar, gazeteler ve saire, artık naif, hatta pek mıymıntı görünüyor.

Hele hükümdarın dümen suyunda yumuşakça çözümler üretip, daha doğrusu üretemeyip durmak... «Laiklik» in tehdit altında olduğunu söyleyemezmiş. «Zaman gazetesi» ni her gün dikkatle okuyormuş. Elbette okuyacaksın. Hükümdar bozuntusu da Cumhuriyet okuyordur. Ama hangi işkenceciyi getirirsen getir, bunu ona söyletebilir misin?!.. Hükümdar bozuntusunun dümen suyunda çözüm üretiyormuş görünmekten başka anlamı var mı bunların?!..

CHP 1945'ten, Milli Şef'ten bu yana sürekli, bıkmadan, yorulmadan, inatla sağı taklit etmeye uğraşır. Ama rüşvetleşmeyi de (isabetli olarak) yapmaz. Geriye lafıgüzaf kalır, Kutlu Doğum gününde nutuk atmak kalır, çarşafa rozet kalır, ılımlı laiklik kalır, açılan tekkeler zaviyeler kalır, din dersleri kalır, imam hatipler kalır. Ama CHP de iktidar yüzü göremez... CHP-Milli Şef mekteplere din dersleri koyar, tekkeleri, zaviyeleri yeniden açar, imam okulları açar... İktidara DP gelir. CHP Köy Enstitülerini kapatır, toprak reformunu öldürür, NATO'ya, IMF'ye, Dünya Bankasına başvurur, Amerika ile ilk ikili anlaşmaları imzalar... İktidara DP gelir. Milli Şef, paraların üzerinden Atatürk'ün resmini siler, yerine kendisininkini koyar... İktidara DP gelir. İnönü, «DP'lilere af» der, iktidara AP gelir.

Çünkü CHP, kendisi olamamakta, kendisi olmaktan kaçınmakta; kendisi olursa iktidara gelemeyeceğinden korkmaktadır. Oysa «kendisinden başkası» olmaya kalkınca da gelemez. Çünkü o arazinin tapusu «sağ» ındır; CHP ise bu tapulu araziye gecekondu kurmaya çalışmakta, ona da kimse, en başta da muhterem milli irade izin vermemektedir.

Oysa CHP'nin kendi tapulu arazisi var; başkasına ağzının suyunu akıtıp durmanın anlamı da, yararı da yok. «Kaz büyük yumurtlar; ama tavuk, onun kadar büyük yumurtlamaya kalkıp kıçını yırtmaz!..» Kendi kıçının müsaade ettiği kadar yumurtlar. Tavuk bile!..

CHP'den beklenen, kendisi olması.

Nedir peki CHP'nin kendisi? Sosyalizm, komünizm mi?

Hayır efendim. CHP'nin kendisi, adam gibi «burjuvazi» dir. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet, bir burjuva devrimidir. Amacı feodaliteyi yıkıp burjuva düzenini kurmaktır. Çünkü o günün koşullarında bu bile çok ileri, çok önemli bir adımdır.

Ama bu devrim girişimi, Atatürk'ün ömrüyle sınırlı kalmış, ondan sonra gelenlerse ne geriye dönebilmiş, ne de ileriye gitmişlerdir. Ortaya böyle hilkat garibesi bir ucube çıkmıştır: Burjuvazisi, aradan 90 yıl geçmiş olmasına rağmen, akıtılan onca devlet, kamu, bütçe kaynağına rağmen kendisi üretip, kendisi kazanan bir «sınıf değil, hala «devlet bana bütçeden para versin, ben de zengin olayım» diyen, sıkışınca asker darbe yapsın da işçiyi, emekçiyi sustursun diye dua eden bir ülke... Burjuvazisi böyle diyince işçisi işçi, sendikası sendika olamayan bir ülke... Yani sanayileşmiş, gelişmiş sanayisinin gümbür gümbür burjuvazisi olan bir ülke değil... Tarımı öldürüldüğü için çiftçisi de işsiz kalıp şehirlere akın etmiş, gecekonduları doldurup, köylü kalamamış, ama şehirli de olamamış, kentleri görgüsüzleşmiş bir ülke.

Yani deve desen deve değil, kuş desen kuş değil, devekuşu hiç değil...

AKP (de), öncülleri gibi özünde bir köylü partisidir; din, feodalizmin, tarım toplumunun ideolojisidir çünkü. Burjuvazisi adam gibi burjuvalaşmış bir ülkede din siyasette bu kadar gür öttüremez borusunu; çünkü sermayedarları adam gibi burjuvalaşmış bir ülkenin işçisi de adam gibi proleterleşmiştir. Laiklik, cumhuriyet ve demokrasi ise adam gibi sanayileşmiş, sanayicisi, zengini burjuvalaşmış, işçisi, köylüsü örgütlü, sendikalı, kooperatifli, sendikası, kooperatifi etkisiz, işlevsiz, göstermelik olmayan toplumların, sınıflı toplumların ideolojisidir.

2010 Türkiye'sinde, evet IMF (yani emperyalizm) emirleriyle tarım öldürülmüştür; ama sanayi de, yine IMF emirleriyle hala küvezdedir. İşçi proleterleşemediği gibi, işsiz kalan, üretimden topraktan kopan köylü de feodal de olsa vakarını, ağırbaşlılığını, kişiliğini yitirip şehir varoşlarının serserisi, lümpeni, kapkaççısı, tinercisi olmuştur.

Bir başka ifadeyle, Türkiye her şeye rağmen hala sınıfsız, sınıfların bilerek, bilinçli, oya gibi işlenmiş bir program gereği oluşmadığı, oluşmasına izin verilmemiş bir toplumdur. Diğerlerine göre azınlığı oluşturan bir kesim, sınıf olarak değil, ama iyi kötü üretmekte, bir kaynak oluşturmakta, çoğunluğu oluşturan kesim ise bu azınlığın ürettiğinin, bunun yetmediği yerde, ormanıyla, kıyısıyla, toprağıyla, deniziyle, suyuyla doğanın talanıyla yaşamaktadır.

Sınıfsız, burjuvazisi, proletaryası oluşmamış, örgütsüz, talana, bahşişe dayalı bir toplumda insan hakları, demokrasinin, öyle, bir anayasa, iki kanun, üç tüzük beş yönetmelik, on kararname ile oluşup gelişeceğini dayatıp durmak da, adamı işkencecilikten değil işkence ettikleriyle dost olmak gerekçesiyle tutuklamak kadar, tutuklamak gibi bir «sözün bittiği nokta» dır.

Bu tablodan, işkenceciyi işkencecilikten değil, işkence ettikleriyle dost olmaktan (yardım ve yataklık zaten yok, öyle bir örgüt de yok...) tutuklama noktasına gelmek; gelmek yetmez, bu amansız çelişkiyi göremeyecek, yakalayamayacak, görse bile öteki abukluklardan buna söz sırasının gelmediği bir noktaya gelmek ancak bu tabloda mümkündür.

Burjuva adam gibi burjuva, işçi adam gibi işçi, köylü adam gibi köylü, memur adam gibi memur (cemaatin, hükümdarın değil devletin memuru), dinci adam gibi dinci, milliyetçi adam gibi milliyetçi, solcu adam gibi solcu, sağcı adam gibi sağcı, hatta orospu adam gibi orospu, katil adam gibi katil olabilse, bu noktaya gelinmezdi.

Sevgili Uğur Mumcu'nun, tam 27 yıl önceki şu sözleri buraya, bakın nasıl cuk oturur:

«- «Liberal sağ» diye ortaya çıkanların hiç birinin «liberal» olmadıkları bellidir. Aslına bakarsanız Türkiye'de liberal demokrasiyi kurmaya «mevzuat müsait değil'dir. Çünkü Anayasa ve yasalar örnekleri batıda görülen çoğulcu demokrasiye izin vermemektedir. Türkiye'de bugüne dek hiç «liberal sağ» parti olmadı ki bundan sonra olsun!.. Kendilerine cömertçe «liberal» adını takanlar, «liberal demokrasi» yanlısı değiller ki böyle bir kavgaya girsinler... Aynı biçimde, «sosyal demokrat» nitelikli parti kurulmasına da mevzuat müsait değildir. Olmadığı için örnekleri Batı'da görülen bir «sosyal demokrat parti» kurmaya olanak bulunmaz. Gerçi, Türkiye'de sosyal demokrat görüşlü insanlar vardır; vardır ama bunların (kurduk)ları parti sosyal demokrat partilerin Batı'daki örneklerine hiç benzeme(z). Batı'daki sosyal demokrat partiler, işçi sendikaları ile beraber ve bu sendikalarla özdeş örgütsel yapılara sahiptirler. Bizde ise bu tür örgütlenmelere «mevzuat izin vermemektedir.» ... O zaman ... liberal olmayan ve hiçbir zaman olmayacak sağ partilerle, sosyal demokrat olmalarına asla izin verilmeyecek sol partiler arasında bir çeşit geçici ve yapay denge oluşması sağlanacaktır. Böyle bir dengenin ise, toplumun bütün kesimleri için uzlaşma ortamı yaratması olası değildir. Değildir, çünkü liberal olmayan sağ ile, sosyal demokrat olmayan sol, toplumsal birikimleri derinlemesine kucaklayamaz. Kucaklayamayacakları gibi, bir süre sonra liberal olmayan sağ partileri dinsel sağ, sosyal demokrat olmayan, olamayan sosyal demokrat partileri de sosyalist sol etkileyecektir. ... sağ partiler liberal olamadıkları için Batı'daki liberal partilerin işlev ve katkıları da sosyal demokrat partilere düşecektir.» (Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 8 Mayıs 1983)


Adamcağız boşuna öldürülmemiş, değil mi? Hatta, öldürenler açısından, hak etmiş bile. Yav» sen nasıl 23 yıl öncesinden 2010'u görürsün be kardeşim!!.. Yuh!..

27 yıl önce 1983'te yazdığından hareketle 17 yıl önce 1993'te Uğur Mumcu'yu öldürenlerin, 27 yıl sonrasını bu kadar incelikle, titizlikle nasıl planladıklarını da kabul ve haklarını, zekalarını teslim etmek lazım. Ayrıca, biz yazılarını kuru kuru okumuş belki anlamamış, fark etmemişiz, hala da etmiyoruz, ama adamlar, 27 yıl sonrası için planladıklarını Uğur'un fark ettiğini, arı kovanına çomak soktuğunu taa 17 yıl önce, kendi planlarından hemen sonra fark etmişler ve icabını yapmışlar. Kabul etmek lazım, yiğidin hakkı yiğide...

Bir türlü kendisi olamayan, olamamış CHP'li bir Türkiye'yi kontrol etmek mi kolay, kendisinden başka hiçbir şey olmamış Uğur'lu bir Türkiye'yi kontrol etmek mi?!..

Üstelik sadece CHP de değil, hiç kimse kendisi değil. Herkes oynuyor. Herkes olduğundan farklı davranıyor, ya da öyle gösteriliyor, öyle reklam ediliyor. Tiyatro oyuncuları bile çok daha sahih. Bazen oyuncu mu, rol mü yapıyor karıştırıyorum.

Hırsız, oğlancı, katil = Beyefendi... Sayın...

Orospu = Hanımefendi... Sayın...

Sağcı= demokrat, asker karşıtı, darbe karşıtı

Solcu= özelleştirmeci, işçi düşmanı

İşçi= cukkacı

İşveren= devlet talancısı

Sporcu= açıkça pazarlama yapan tüccar

Dinci= Amerikancı, Batıcı

Milliyetçi= hem Amerikancı, hem çaktırmadan dinci.

Amerika, Batı= Müslümancı

Devlet= özelleştirmeci, özel sektör tapınıcısı

Özel sektör= devletsiz yapamayan


Bütün kavramların, değerlerin içi boşaltılmış, hiçbirinin aslı ortada yok. Üstünü kazıyorsunuz altından başka, onu da kazırsanız daha başka bir şey çıkıyor.

Günümüz kapitalizminin, çağdaş kapitalizmin en büyük başarısı bu. Tarihi boyunca hiç bu kadar başarılı olamamıştı. Ordularla, tanklarla, toplarla, öldürerek, kan dökerek, işgal ederek, insanları birbirine kırdırarak, kapitalizmi, faşizmi icat ederek yapamadığını böyle, bütün değerleri alt üst edip, bütün değerlerin içini boşaltarak, değersizleştirerek, hatta hiçleştirerek başardı. Paranın, kapitalizmin tanrısı paranın bile değeri kalmadı. Mevcut ekonomik krizin açıklaması özünde bu. Domates «beş milyon» lira. Değersiz olan domates değil, beş milyon lira.

Gazeteci, aydın etiketli adam 25 milyar lira... Burada para, sadece miktar olarak ifade ettiği anlamla değerli. Ama özünde yine değersiz; çünkü bir aydın bu kadar para ediyorsa para da adam da değersiz demektir. Çünkü bu bir «satış», «satılma», «satın alınma» demektir. Oysa aydın, gazeteci, düşünce, inanç (din dahil), alım satım konusu bir ticari meta değildir; eğer meta ise, aydının, gazetecinin, düşüncenin, inancın da, bunları satın alan paranın da değeri kalmamış demektir; bir insanı, işkencecilikten değil, işkence yaptıklarıyla dost olmaktan ancak böyle bir ortamda tutuklayabilirsiniz.

Sosyalist filan olmaya gerek yok; adam gibi kapitalistseniz, ince bir burjuva iseniz, «adam» a fiyatı, uşaklığına «evet» çiliğine göre değil, kalitesine göre biçersiniz. Ne kadar iyi evet derse desin, bu evet kalitesiz ise, sadece uşaklıktan kaynaklanıyorsa, adam gibi kapitalistin gözünde fazlaca kıymeti harbiyesi yoktur. Ticari mal, ağzı var dili yok, evet-hayır demesi imkansız ticari mal bile mecburen kalitesine göre fiyatlanır.

Elbette ne bir kapitalist, yüzüne karşı «kahrolsun kapitalizm» diyen bir sosyalisti istihdam eder; ne de bütün içtenliğiyle, hayatıyla, düşüncesiyle, eylemiyle «kahrolsun kapitalizm» diyen bir sosyalist kapitalistle iş tutar. Ama ne kadar çok «evet efendim, çok haklısınız» diyorsanız o kadar çok para kazandığınız bir düzen değildir kapitalizm. Çünkü her şeye «evet, haklısınız» diyip dururken, adamın zarar etmesine, ihale kaybetmesine yol açarsanız, kendinizi kapı önünde bulursunuz. Akıllı kapitalist, «efendim, bu yatırım isabetli bir karar değil» diyebilecek adama da iş verir. Kapitalist akıllıdır. Ama «kapitalist» akıllıdır. Devlet kesesinden, yani halkın kesesinden zengin olmak, olma çabası kapitalist olmak değildir.

Batı'nın kapitalistleri de elbette devletleri tarafından desteklenmiştir. Ama onların desteği, düpedüz devlet bütçesinden, kendi halkının vergisinden zengin edilmek değildir. Btı devletlerinin, Batı kapitalistine desteği, gidip ordularıyla Afrika'yı, Hindistan'ı, Çin'i işgal edip, kapitalistlerinin oraları sömürmesine olarak sağlamaktır. Türkiye gibi ülkelerde işbirlikçi hükümetler oluşturup, onlar aracılığıyla bu ülkeleri sömürmesini sağlamaktır.

Oysa Türkiye'nin, çok muhterem kapitalistleri uğruna ordularını Çinlere, Hindistanlara sömürgeci işgale göndermesi zaten mümkün değil. Türk kapitalisti ancak kendi halkını sömürür.

Ama bizim kapitalistimiz onu da beceremiyor. Kapitalist bile denemez, zengin olmak isteyenler, büyük çoğunlukla devletten ihale kapmaktan başka şey düşünmedikleri için, bu anlamda akıllı olmalarına gerek yoktur. Patrona «Evet efendim, haklısınız» diyip, Bakanlık koridorlarında, DPT kulislerinde koşuşturup iş takip edecek adam yeter onlara. Bu adamın fiyatını da, kalitesi değil, devletten koparılmasını devlet koridorlarında koşuşturup iş takip ederek sağladığı ihalenin büyüklüğü belirler.

Bütün bunların üstüne rejim tartışması, düzen tartışması yapılmaz; sorunlara çözüm filan üretilmez, bulunmaz.

Ya kendin olacaksın...

Ya da... Bir dünya savaşı daha çıkacak, bu sefer Amerikan donanması Çanakkale'ye gelecek, yani önce bir bozulacağız adam akıllı, öyle morfinle değil ayıkken kesilecek kolumuz bacağımız; sonra bir düzeleceğiz. Ve göreceğiz bakalım; Ankara sokaklarında Amerikan, İngiliz, Fransız askerleri devriye gezerken, kimler işgal kuvvetleri komutanlıklarının önünde kuyruğa giriyor...

Çünkü şu andaki işbirlikçileri, hainleri, benim muhterem milli iradem düşman saymıyor. Canım önünde sonunda bizim oğlanlar, diyip geçiyor. Görelim bakalım hakikaten düşman girerse ne yapar muhterem milli irade... Varsayın ki işgalciler de kömür, bulgur dağıtıyor...

Bu da olmazsa zaten.... Belki haritalarda bir «Türkiye» olmaya devam edecektir (Olmaması ihtimali de hiç yabana atılmaz...). Ama o Türkiye, artık bizim Türkiye'miz değildir.

Ali TARTANOĞLU -
09 Ekim 2010 - Heddam
http://www.heddam.com/

http://www.dunya48.com/yilmaz-ozdil/84-yazarlar/ali-tartanoglu/2682-ali-tartanoglu-sozun-bittigi-yer-iskence-yaparsan-suc-degil-iskence-yaptiginla-dost-olursan-suc

Kapitalizm ve Din! «Allahümme «ADAM SMITH» Veleddalin»!



Kapitalizm ve Din! «Allahümme «ADAM SMITH» Veleddalin»!

Ali TARTANOĞLU 
13 Nisan 2012 
Heddam


«Eşitliği, kimsenin kimseyi ezip sömürmemesini amaçlayan bütün semavi dinler, peygamberlerinin ölümünden sonra, onlara yakın görünen takipçilerince sömürünün kaynağı olan paranın, kapitalizmin aracı haline getirilmiştir.»

Sağ olsun Celil Denktaş. 2 Nisan 2012 tarihli Cumhuriyet'teki yazısında kadın sorununa din, sınıf, emek, sömürü açısının yanında mülkiyet açısından, ya da dine kadın ve kapitalizm açısından bakmak gerektiğini bir kez daha hatırlatmış ama ilginç bir yöntemle... Avrupa Batısı'nın (Batı'nın Amerika'sı da var) vahşi Ortaçağına, Engizisyon, «cadı avı» dönemine gitmiş. 250 yıl içinde büyük çoğunluğu kadın olan 9 (dokuz) milyon insanın Katolik Kilisesi = Papalık tarafından işkencelerle, çoğu yakılarak öldürüldüğünü; yüz binlercesinin sakat bırakıldığının, evinden, yurdundan, toprağından sürüldüğünü aktarıyor.

İşkence görenlerin çok büyük kısmını oluşturan kadınlar, çok kaba kestirme bir ifadeyle «kafir» olduklarını itirafa zorlanmışlar. İtiraf edince kurtulmuşlar mı? Hayır. Yine yakılmışlar veya başka şekilde öldürülmüşler.

Ancak bazıları kurtulmuş. Hem de itiraf ettikleri halde kurtulmuş. Nasıl olmuş bu?

Ezici çoğunluğu kadın olan bu insanların bir kısmının bir miktar tarlaları tapanları, evleri, bağları bahçeleri var. Belki o günün koşullarına uygun küçük imalat atölyeleri, ticarethaneleri var. İşte bu mal ve mülklerini KİLİSE'ye, hem de noter senediyle bağışlamışlar; sürgüne razı olmuşlar. Bu engizisyon işkencelerinde bir de noter hazır bulunduruluyormuş, böylesi durumlar için!..

Ama genel manzaraya bakıldığında kadın daha çok evde tutulmuş. Dışarı çıkarılmamış. Ev dışında çalıştırılmamış, sosyalleştirilmemiş, hele hiç siyasileştirilmemiş. Çünkü onlar öncelikle seks objesi olarak, çocuk bakıcısı olarak, mutfak, tarla, ahır, saray hizmetçisi olarak lazım. Onlar, erkeklere göre daha az ölmüş, öldürülmüş, ama anca evde oturarak, mülk, servet sahibi olmayarak... Bir de odalık, cariye, köle adı altında cinsel köleliğe katlanarak...

Bugün de «üç çocuk» diye tutturulmasının, imam hatiple kimlik verilmek istenmesinin nedeni bu. Üç çocuk, «evde otur» demek. İmam hatip, türban doktor, avukat, mühendis, siyasetçi olacaksan bile, türbanla ol; evde oturandan farkın olmasın demek.

Ne zaman engizisyon işkencelerine uğramış kadın? Bu sınırların dışına çıktığı, iş güç, mal mülk, nihayet söz ve kimlik sahibi olduğu zaman... Kendileri parayı adeta tanrılaştıranların, rakip kabul etmemesinde şaşılacak yan yok.

Kadın dediğiniz de, önünde sonunda dünya nüfusunun yarısı... Nominal, aritmetiksel olarak üç buçuk milyar!!!... Kalan üç buçuk milyar, erkek... Ama tepedeki birkaç bin kişi ve kurum bu üç buçuk milyara bile, pastayı daha fazla paylaşmamak için etmediğini koymuyor; bir de yeni üç buçuk milyar rakip ister mi?..

Peki Kilise; bugün resmen BM üyesi, dünyanın hemen her ülkesinde, bu arada Türkiye'de de büyükelçiliğe sahip, sembolik de olsa bir devlet olan PAPALIK, Vatikan bu vahşeti niye uygular, niye uygulamıştır?..

Birinci amaç yönetmek... Çünkü o dönemde koca Avrupa'nın en güçlü ve «total» iktidar sahibi, senyörler, prensler, dükler, kontlar, krallar değil KİLİSE... Senyörlerin, prenslerin vb., en çok kendi alanlarında sözü geçiyor; ki bu bile Kilise'nin sözünden sonra geliyor. Onların boynu bile Kilise karşısında kıldan ince. Ama Kilise'nin otoritesi sınır tanımıyor. Bütün Avrupa'da etkin... Ve bu iktidar dehşet verici faşist ve bağnaz bir terörle yürütülüyor.

İkinci amaç ise çok açık... Mülk edinmek... Mülklerini çoğaltmak...

Vatikan, hala dünyanın en büyük taşınmaz mal zenginlerinden biri... Vatikan'ın dünyanın her yerinde, buraya dikkat, sayısız şirketi, gazetesi, televizyonu, hatta belki bankası da var. Ünlü p2 Mason locasının kirli paralarını aklayan Vatikan Merkez Bankası bile yeter. Aynı zamanda Vatikan devlet Başkanı olan, bundan önceki Papa II. Paul, bu kirli para aklama operasyonu ayyuka çıkıp, gizlenemez hale geldiğinde, İtalyan mali polisince uyarılıp, merkez bankası başkanını görevden almaya kalkınca vurulmuştu Mehmet Ali Ağca tarafından.

Ağca demişken, Türkiye'ye gelelim. 1999 Marmara depremi sırasında ABD Başkanı Clinton resmi ziyaret için Türkiye'ye gelirken uğradığı bir Avrupa zemininde «Hıristiyan camiaya mesaj iletmek istediği zaman karşısında Papalık gibi bir muhatap bulabildiği halde Müslüman dünyada böyle bir muhatap bulamadığından» yakınmıştı.

Sonra, Fetullah Gülen'in Vatikan'ı ziyaret edip Papa ile görüştüğünü öğrendik. Daha sonra, sadece bizim değil ABD dahil Batı'nın pek çok gazetesinde dergisinde Gülen cemaatinin muazzam servetinden, okullarından, gazetelerinden, televizyonlarından söz eden yazılar okuduk, önemli kısmını da biliyoruz.

Hıristiyanlığıyla, Müslümanlığıyla, Museviliğiyle, Budizmiyle, Şintoizmiyle, Hinduizmiyle dinin bu servet-mal-mülk manzarasındaki rolü hiç değişmiyor. Denebilir ki, «Kapitalizmin en büyük silahlarından biri, belki birincisi dindir, din olmuştur...»

Napoléon Bonaparte ne güzel itiraf etmiş: «Din olmazsa bir devlette düzen nasıl korunabilir, askerler nasıl ölüme gidebilir? Toplumların yönetimi eşitsizlik temelinde işler; Oysa din olmadan servet eşitsizliğini sürdürmek de mümkün değil. Açlıktan ölmekte olan birine bile, bu durumu kabullenebilmesi için, bir makamın «ne yapalım Tanrı'nın isteği böyle» demesi gerekiyor...»

Karşılaştırıldığında kadim Hıristiyan Vatikan'ı ile taze Müslüman Vatikan'ı arasında hemen hiçbir fark yok. Çok genç olmasına rağmen Müslüman Vatikan'ı, ağabeysini neredeyse birebir taklitte hiç vakit kaybetmemiş, hele ondan çok geri de kalmamış.

Fetullah Cemaati kurumsal olarak müthiş zenginleşti; onun da bankalarda bolca nakit parası, muhtemeldir ki dudak uçuklatacak miktarda gayrimenkulü, belki fabrikaları; bu arada çokça televizyonu, gazetesi var. Buyurun size Müslüman Vatikan'ı...

Ancak Hıristiyan Vatikancılarında da bu böyle mi bilinmez, ama Müslüman Vatikancılar aynı zamanda bireysel olarak da çok sayıda Karun yarattılar; tayyip erdoğan'ın «hamdolsun kendi sermayemizi yarattık» demesinde görüldüğü üzere.

Hem de ürkütücü, hatta iğrendirici bir görgüsüzlükle...

Gelelim yazının başlığına: «Allahümme «Adam Smith» Veleddalin...»

Yıllar önce, dediysek de altı yedi yıl kadar önce Cumhuriyet'in ikinci sayfasının ortasında okuduğumuz bir yazının başlığıydı bu. Adam Smith, biliyorsunuz, kapitalizmin fikir babası sayılan İngiliz iktisatçı ve düşünürdür. İmzasına daha önce ve bir daha hiç rastlamadığımız, şimdi de hatırlayamadığımız değerli yazar, yazısında öz itibariyle şunu söylemek istiyordu: «Eşitliği, kimsenin kimseyi ezip sömürmemesini amaçlayan bütün semavi dinler, peygamberlerinin ölümünden sonra, onlara yakın görünen takipçilerince sömürünün kaynağı olan paranın, kapitalizmin aracı haline getirilmiştir.»

Bütün göksel dinler zayıfı, ezileni, sömürüleni korumak, eşitlik ve adaleti sağlamak üzere geliştirilmiş. Çünkü o dinlerin geliştirildiği o dönemin toplumlarında zayıf çok zayıf, ezilen çok, sömürülen daha da çok; ama adalet ve eşitlik neredeyse hiç yok. Bu nedenle bu dinlerin hepsini birer toplumsal devrim saymak lazım... Üçü de orta veya orta-alt sınıf mensubu olan peygamberlerini de devrimci... Bu peygamberlerin bu eşitliği sağlamadaki önemli yöntemlerinden biri kamuculuk, diğeri mülkiyetsizlik değilse bile sınırlı, hatta hayli sınırlı mülkiyet... Elbette işin hukuk boyutu da var.

Tabi, üç bin yıl önce Musa, iki bin yıl Önce İsa, bin beş yüz yıl önce Muhammed döneminde sandık demokrasisi, parlamento yok ki bu peygamberler bugünkü sahte peygamber taklidi diktatörler gibi, kendilerini, kararlarını, uygulamalarını «milli irade... bizi halk seçti» şımarıklığıyla meşrulaştırsınlar... Ancak «Tanrı böyle istiyor» diyebiliyorlardı. Tek meşruiyet kaynakları din ve Tanrı idi.

Bakın İsa'ya... Bir garip derviş desek yeridir. Aslında bir Yahudi Haham... O sırada Filistin, Roma İmparatorluğunun bir eyaleti. Başında bir Romalı vali var. Ama iç yönetim tamamen Yahudi önde gelenlerden oluşan bir Meclise bırakılmış. Bu meclis bir takım yolsuzluklar, haksızlıklar, adaletsizlikler yapıyor; eşeği üzerinde köy köy dolaşıp vaaz veren İsa da bu olumsuzlukları eleştiriyor. Bu eleştiriler Meclisin kulağına gidince, önce uyarılıyor. İsa vazgeçmeyince homurdanmalar artıyor. Sonunda İsa hakkında ölüm cezası veriyor bu Meclis. Romalı Valiye gidip durumu anlatınca, umurunda mı bir gariban İsa, «iyi öldürün öyleyse» diyor.

İsa'nın aklında ne bir yeni din yaratmak, ne papazlar, kiliseler, ne bir Papalık kurmak... hiç biri yok. Ortada bir İncil filan da yok. O, bir Musevi olarak çarmıha gerilmiş. Kuvvetle muhtemel, hatta kesin ki anası da, babası da belli.

Ama onun ölümünden sonra, sağlığında İsa'ya etmediği bırakmamışlardan bir uyanık Sen Pol çıkıyor ve arkası geliyor. Pagan Roma'dan çok çekseler de kiliseler oluşuyor, manastırlar oluşuyor, keşişler, papazlar, piskoposlar, başpiskoposlar, kardinaller peydah oluyor. Yüzlerce, belki binlerce İncil yazılıyor, bildiğimiz, bizim gibi insanlar tarafından «Tanrı buyruğudur» diye...

Son nokta bugünkü gayrimenkul trilyoneri, sayısız şirket, gazete, televizyon sahibi Vatikan...

Musa'ya, Museviliğe geçelim... Bulundukları toplumun rejimince ağır zulme uğrayan halkını göç ettirerek kurtaran bir Musa var. Ama bu halkın da bir takım yozlukları, ahlak dışılıkları var. Kişisel öğütlerle bunları aşamayınca, bir gün «Tanrıyla görüşmeye gidiyorum» diye bir dağa çıkıyor. Elinde «on emir» dediği, on tane Tanrı buyruğuyla geliyor. «Bunlara uymazsanız Allah sizi taş yapar» mealinde kestirip atıyor. On emir dediği, öldürmeyin, çalmayın, çırpmayın gibi gayet akli, insani gereklilikler... Al sana Musevilik...

On tane akli uyarı, nerden baksanız A4 kağıtla anca bir sayfa tutar. Ama bugün ortada Tevrat diye yüzlerce sayfalık koca bir kitap var. Ama daha önemlisi bir de Yahudilik var. Siyonizm diye bir şey var. Daha ileri giderseniz Illuminati var, tapınak şövalyeleri var... Ve nihayet muazzam bir para tutkusu ve servet birikimi var; müthiş bir hükmetme hırsı var. İsrail'den söz etmiyorum. Çünkü o bile sadece bir tetikçi, bir koçbaşı... Çünkü o servet birikimi öyle ustaca bütün dünyayı sarmış, özellikle Amerika'yı öyle bir tahakküm altına almış ki, sadece para ve servet tekelini elinde tutmak amacıyla siyasi, toplumsal, ekonomik, hatta kültürel düzenleri, sistemleri bile, gerekirse öldürmek, kan dökmek, savaşlar, dünya savaşları çıkarmak pahasına alt üst edebiliyor. Darbeler ve hükümetler devirmek artık basit oyunlar...

Gelelim Muhammed Peygambere ve Müslümanlığa... Müslümanlık ve Hazreti Muhammed öncesi Arap toplumu tam bir «altta kalanın canı çıksın» toplumu. Koçları, Sabancıları, Şahenkleri, yahut Rockefellerleri var, dolayısıyla hukuk, adalet filan da hak getire olduğu için, birinci sınıf(!) bir sömürü vahşeti var. Tarım ve sanayi yok derecesinde. Gelir kaynağı neredeyse sadece ticaret, bir de savaş ganimeti... Ama bunlar da zamanın sömürgeni olan Ebu Süfyan ve benzerlerinin elinde toplanıyor.

İşte Peygamber, aynı zamanda devlet ve hükümet başkanı, hatta kurucusu olarak (çünkü öncesinde belki bir iktidar grubu var ama, devlet mevlet yok, hukuk, adalet hiç yok) Hazreti Muhammed'in ilk yaptığı iş, bu gelirlerin Beytülmal adını verdiği bir ortak havuzda, yani devlet hazinesinde toplanmasını, sonra da ihtiyaçlara göre, çalışma, emek ve yararlılığın dikkate alındığı bir eşitlik içerisinde dağıtılmasını sağlamak oluyor.

Kız çocukların doğar doğmaz, diri diri gömülmesini yasaklıyor; üstüne de mirastan erkeklere göre yarı eksik de olsa pay almalarını sağlıyor. Bunlara, hele 1500 yıl öncenin koşullarında devrim denmezse ne denir? Kız çocuklarına sağlanan yaşam ve kadınlara sağlanan miras hakkı, Atatürk'ün Cumhuriyet devrimlerinin odağına «kadını» ve laikliği yerleştirmesini hatırlatmaz mı? Çünkü cahiliye dönemi pagan Arap egemenleri de, kadına layık gördükleri muameleyi «din» le açıklıyordu.

Müslüman Peygamberi de ölür ölmez, en yakınındakilerin can acıtıcı alçaklığına maruz kalmış. Cenazesi, kızı, damadı, torunları ve azad ettiği eski bir kölesinden oluşan beş kişi tarafından yıkanıp defnedilmiş. «En yakınındaki diğerleri» ise Ömer'in evinde «kim Halife olacak» kavgası için toplanmışlar...

Peygamber, damadı Ali'yi sağlığında halefi olarak işaret ettiği halde Ebubekir halife «seçilmiş» (!)... Ali, en son dördüncü halife. Çünkü Ali en baştan, Peygamber'in vasiyeti gereği Halife olsaydı, Peygamberin devlet ve toplum düzenini aynen devam ettirecekti; Peygamber de bu nedenle onu halife olarak işaret etmişti. Bu da zamanın sömürgenleri Ebu Süfyanların hiç işine gelmiyordu. Zaten Ali'yi de, oğullarını da (ki aynı zamanda Peygamberin torunları idiler) çok yaşatmayıp öldürdüler.

Neden?.. Mülk ve servet birikimi için, bunları kitlelerle paylaşmamak için, nihayet iktidarlarını korumak için...

Yani bu üç peygamberin kurmak istediği adil, eşitlikçi, kamucu, toplumcu düzenler, onların ölümünden hemen sonra, en yakınında bulunup, «en yakını» görünen insanlar tarafından iğdiş edilmeye başlandı. Onlara, bizim açımızdan özellikle Muhammed Peygamber'in devrimci düzenine karşı bir karşı devrim süreci başlatıldı, tıpkı Atatürk'e ve Cumhuriyet'e olduğu gibi...

Yeter ki mülk ve servet birikiminde, dolayısıyla iktidar sahipliğinde eksen kaymasın...

Siz, bizim yeni Müslüman Vatikancıların ağzından Müslüman Peygamber'inin adını duyuyor musunuz? Hangi sıklıkta duyuyorsunuz? Kurumsal (cemaatsal) ve bireysel olarak bu kadar hırsla ve Beytülmalı hırsızlayarak kısa sürede büyük servetler edinmiş bir güruhun Muhammed'e içten bir sevgi ve saygı duyması beklenebilir mi?

Onlar sadece Atatürk'e ve Cumhuriyet'e karşı değil, Hazreti Muhammed'e ve onun devrimci, eşitlikçi, kamucu, mülkiyeti sınırlayan İslamiyet'ine karşı da bir «karşı devrim» yürütmektedir. Hazreti Muhammed Devrimcidir, İlericidir; ama onlar ilkel ve gericidir, zalimdir, hırsızdır.

İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri'nin casusu A. Ryan 1919'da :"Amacımız bölmek ve hükmetmek olmalıdır. Biz gerçek ideali «din'miş gibi davranacak çıkarcı bir grubu, idareci olarak takdim etmeye çalışacağız» diyordu. 2012'de durum hiç farklı değildir, emperyalizm o gün temenni olarak dile getirdiğini bugün açıkça ve önemli ölçüde gerçekleştirmiştir, «ideali «din» miş gibi davranacak, çıkarcı bir grubu idareci diye takdim» ederek!..

Bilmem, başlıktaki «Allahümme ADAM SMITH Veleddalin» i yeterince izah edebildik mi?

Tanrı hepimizi, başta Müslüman'ın «Allah'tan korkmayanından», sonra şeriatçı Hıristiyan'dan, mürteci Yahudi'den, kısaca parayı tanrılaştıran «Kapitalizm dininden» ve onun para babası peygamberlerinden korusun!..

Ali TARTANOĞLU - 13 Nisan 2012 - Heddam
http://www.heddam.com/

http://www.dunya48.com/yilmaz-ozdil/84-yazarlar/ali-tartanoglu/12809-ali-tartanoglu-kapitalizm-ve-din-allahumme-adam-smith-veleddalin

MİLLİ EĞİTİM ŞURASI ACİLEN TOPLANMALIDIR!

MİLLİ EĞİTİM ŞURASI ACİLEN TOPLANMALIDIR!




















GÖKHAN AVCI



MİLLİ EĞİTİM ŞURASI ACİLEN TOPLANMALIDIR!

Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi (DESAM) GOP ofisinde eğitimci uzman ve akademisyenler ile eğitim bileşenleri temsilcilerinin katılımıyla yapılan toplantıda; kamuoyunda hemen her kesimin bizden dediği, desteklediği fakat bir o kadar da acil ve adil çözüm beklentisi içinde olduğu Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un olası yol haritası ve çok boyutlu olarak eğitim sistemi ele alındı.

Toplantının sonuç ve kapanış konuşmasını yapan DESAM Başkanı Gürkan Avcı, Bakan Ziya Selçuk’un eğitimci kimliği ve çok yönlü tecrübesiyle eğitim camiasında büyük bir heyecan ve umut yarattığını kaydederek;

“Sayın Ziya Selçuk Bakan olduğunda yaptığı ilk değerlendirmesinde ‘Bilimin, aklın ışığında elimizden gelen bütün gayreti ekibimizle göstereceğiz’ sözüyle, demokratik ve pedajojik vizyonuyla tüm eğitim bileşenlerinden bugüne kadar hiçbir Milli Eğitim Bakanına nasip olmayan ama bir o kadar da riskli bir alkış ve destek bulmuştur.

20 MİLYON ÖĞRENCİ, 30 MİLYON VELİ, 1 MİLYON ÖĞRETMEN ACİL ÇÖZÜM BEKLİYOR!

Sistem anarjisi içerisinde bunalmış, haksız, adaletsiz uygulamalarla canından bezdirilmiş, başarısız reformlar nedeniyle bir dokun bin ah işit noktasına getirilmiş 20 milyon öğrenci, 30 milyon veli, bir milyonu aşkın öğretmen ve on binlerce idari personelden müthiş bir destek gören Bakan Ziya Selçuk, bu paralelde de büyük bir beklenti dalgası yaratmıştır. Hemen herkes eğitimde kangren haline gelmiş sorunlar yumağına bir an önce nitelikli ve kalıcı çözümler bekliyor.

BAKAN SELÇUK’A DÖNÜK SEVGİ VE DESTEK NEFRETE DÖNÜŞEBİLİR!

Bakan Ziya Selçuk çok seri, şeffaf,  adil, demokratik, çağcıl, özgün ve güçlü perspektifle hareket etmeli ki aksi halde duruşu ve icraatları beklentileri karşılamayamaz, tartışılmaya başlanırsa bu sevgi ve desteğin nefrete, yıkıcı eleştirilere dönüşmesi çok hızlı olur. Sayın Selçuk’un yolu uzun, toplumsal beklenti yüksek ve yükü çok ağır. Bu nedenle çocuklarımız, öğretmenlerimiz ve ülkemizin geleceği için yapılan her icraatı destekleyen bir kuruluş olan DESAM, kendisini de destekleyecek, yapıcı eleştiri ve önerilerimizle paylaşacağız” dedi.

Bakan Ziya Selçuk’un  beyan ettiği ilkesel kararlar çerçevesinde masaya yatırdığı eğitim reformlarından birkaç tanesi dahi içerik, kapsam ve nitelik olarak Milli Eğitim Şurası’nı toplaması için yeterli olduğunu söyleyen DESAM Başkanı Gürkan Avcı, şunları kaydetti;

SİYASETÇİLER EĞİTİMDEN ELLERİNİ ÇEKMELİDİR!

Eğitimin tüm paydaşlarının görüş ve önerileri alınmadan hemen her sene müfredat değiştiriliyor. Ders kitapları yanlış olmuş diye geri toplanıp tekrar tekrar basılıyor. Bir gecede eğik yazıdan vaz geçilip dik yazıya geçiliyor. Kimseye sormadan okul kıyafet yönetmeliği, okul gidiş saatlare değiştiriliyor.

Öğretmenlerin tayin ve terfi kriterleriyle sabah akşam oynanıyor. TEOG, KPSS ve üniversite sınavlarında çocuk ve gençlerimizin kaderini etkileyecek oynamalar hemen her yıl yapılıyor. Eğitim yılının ortasında kural değişiklikleri yapılarak çocuklarımız denek, velilerimiz kızgın, öğretmenlerimiz ise şaşkın hale getiriliyor.

Siyasetçiler eğitimden elini çekmelidir. Bu iş eğitim sisteminin paydaşlarının işidir. İdeolojik ve siyasi hesaplar, çıkarlar doğrultusunda değil, pedagojik bir bakış açısıyla ve çocuklarımızın yüksek faydasını önceleyerek tüm toplumsal kesimlerin katılacağı bir eğitim şurasına acilen ihtiyaç vardır.

MEB VE OKULLARIMIZ LİYAKATLİ VE EHİL YÖNETİCİLERİN ELİNE VERİLMELİDİR!

Eğitimde, ben yaptım oldu dayatmasına artık son verilmelidir. Eğitimde sürdürülebilir iyileştirme ve niteliksel başarıyı yakalamamız gerekiyor. Milli Eğitim Şurasında alınacak kararlar doğrultusunda herkesin altına imzasını atacağı bir eğitim reform paketi hazırlanmalıdır. Her yıl değişen, her bakan değişikliğinde eski uygulamaların rafa kaldırıldığı bir eğitim sistemi yerine önümüzdeki elli yılın eğitim politikalarına yön verecek ortak kararlar burada alınmalıdır.

Artık bu saatten sonra tüm eğitim bileşenlerinin görüşlerini almadan, onayını sağlamadan yapılacak reformlar hem kalıcı olmaz hem de toplumsal desteği bulamaz. Başta Milli Eğitim bürokrasisi olmak üzere, il, ilçe milli eğitim müdürleri ve okul yöneticilerine kadar yandaş parti, sendika, köken ayrımı yapılmadan iş liyakatli ve ehil ellere verilmelidir.

ŞURA KARARLARININ UYGULANMASI TOPLUMSAL DİRLİK, BARIŞ VE ESENLİĞİ ARTIRIR!

Eğitim sisteminde yapılan ve yapılması gereken reform ve değişikliklerin şurada değerlendirilip, tartışılıp yürürlüğe girmesinin, eğitim sisteminin birlik ve dirliği ile toplumsal barış ve esenliği için çok faydalı olacaktır.

Milli eğitim sistemi özellikle son yarım asırdır yapboz tahtasına dönmüş ve yapılan eğitim reformlarının kalıcı olmayacağı, her bakan değişikliğinde rafa kaldırılacağı ve dahası her yıl değişeceği inancı toplumda ciddi bir rahatsızlık ve depresyon oluşturmuştur. On yıllardır adına reform denen politikalarla eğitim sistemi deforme edilmiştir. Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın ve Milli Eğitim Bakanı Sayın Selçuk’un eğitim alanındaki en mühim icraatı öğretmen, öğrenci ve velilerin eğitim sisteminin adil, eşitlikçi, bilimsel, parasız ve uzun soluklu bir insicama sahip olduğuna dönük inanç ve güveni kazandırmak olacaktır.


CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN VE BAKAN SELÇUK’UN TARİHİ SORUMLULUĞU VAR!

Sayın Erdoğan ve Sayın Selçuk Türkiye’nin 2023, 2053, 2071 eğitim vizyon ve politikalarına yön verecek ve yine gündemdeki eğitim reformlarının sağaltımını yapacak kararları alması için biran önce; kapsamlı ve demokratik bir ‘Milli Eğitim Şura’sı düzenlemesi gerekiyor.

Türk eğitim sisteminin 2023 ve 2071 vizyonuna uygun projeksiyonel bir yol haritasına ihtiyacı var. Bunun içinde herkesin altına imzasını atacağı bir eğitim reform hatta devrim paketi hazırlamak; tüm partilerin, sendikaların, ilgili sivil ve kamu kuruluşlarının içinde yer aldığı yeni ve büyük bir Milli Eğitim Şurası yapılmalıdır.

HER YIL DEĞİŞEN YAP BOZ EĞİTİM SİSTEMİ ARTIK SON BULSUN!

Cumhurbaşkanından tüm bakanlara kadar tüm siyasi partilerin katıldığı, eğitim alanında yetkin yerli ve yabancı tüm eğitim lider ve uzmanlarının iştirak edeceği yeni ve büyük Milli Eğitim Şurası'nın bilimsel, demokratik ve katılımcı bir anlayışla yapılması gerekiyor.

Bu Milli Eğitim Şurasının, eğitim camiasında hemen her kesimin tanıdığı ve saygı duyduğu, itibar gören Bakan Ziya Selçuk nezaretinde toplanması ve sonuçlanacak olmasının da toplum nezdinde büyük bir avantaj olarak görüleceğini düşünüyorum.

BAKAN SELÇUK BU ŞANSI DEĞERLENDİRMELİDİR!



Bu eğitim şurası sayesinde Türkiye özentili, öykünmeci, kopyacı ve taklitçi, yap boz eğitim sistem ve reformlarından kurtulabilir.

Böylesi bir eğitim şurası sayesinde milletimiz çıkarlarının korunması adına çatışma çözümüne katkı sağlayacak entelektüel bilinç ve iletişim ortamı da yakalayacaktır.

Bu eğitim şurasında Türkiye kadim medeniyetinin yüksek, derin ve üstün değerleriyle, erdem ve inançlarıyla içselleşmiş bilimsel, özgün ve marka bir eğitim sistemine adım da atabilir.

Kasıtlı olarak eğitimsiz ve yoksul bırakılmış necip Milletimiz kendi yaratıcı kimliğini, kültür ve politikalarını özünden kök salan, birikimlerinden kaynak alıp evrenselliğe yönelerek gençliğini bilime, teknolojiye, en yüksek erdem ve değerlere ulaştıracak bir eğitim sistemini inşaya karar verebilir. Türkiye yeni bir eğitim sistemiyle büyük işler ve büyük fikirler gerçekleştirmeyi başaracağına top yekün inanabilir.

HERKES İÇİN KALİTELİ, PARASIZ VE BİLİMSEL EĞİTİM HAKKI SAĞLANMALIDIR!

Her eğitim sisteminin kendine özgü varlık, bilgi, ahlak, hukuk, siyaset ve iktisat anlayış ve tahayyülü vardır. Küreselleşmenin eskiye dair hemen herşeyi alt üst ettiği günümüzde  bu sıralanış her ne kadar baş aşağı olsada Türkiye bu yeni dönemde eğitim sistemini diğer faktörlerin belirleyicisi hâline getirmek zorundadır. Herkes için nitelikli, bilimsel, parasız ve demokratik bir eğitim sistemi Türkiye için ekmek, su kadar elzem bir ihtiyaçtır.

Bugün hepimize düşen görev eğitimde millî bir seferberlik ilan ederek Dünyanın ve Türkiye’nin gereklerine uygun özgün ve marka bir eğitim sistemi inşası için fütürist bir hayal gücü üzerine inşa edeceğimiz Milli Eğitim Şurası sonrasında ülkemizin müreffeh geleceği ve çocuklarımızın aydınlık istikbali için elimizi ve gönlümüzü taşın altına koymak  olmalıdır. Bu amaçla DESAM olarak aşağıdaki konu başlıklarını Milli Eğitim Şurasında tüm yönleri ile değerlendirilmek üzere tartışılmasını saygıyla teklif ediyoruz.

Milli Eğitim Şurası için Ana Tema Önerilerimiz:

Türk Milli Eğitim Sisteminde Etik Eğitim ve İyilikte Yarışmak
Güç Adalet ve Medeniyet İnşasında Eğitim Sistemimiz
Küresel Yeni Dengeler, Rekabet Parametreleri ve Türk Milli Eğitiminin Vizyonu
Değişen Devlet Doğası, Sivil Beklenti Yönetimi ve Eğitim Politikaları 
İnsan Kaynağı İnşasında Model Rol; Mesleki Eğitim Politikalarımız

Ortak Değerler ve Farklılıklar: Çeşitlilik İçinde Eğitim Sistemiyle Birlik İmkânı

Medeniyetler Arası Etkileşim Bağlamında MEB’in Liderliği: Küreselleşen Eğitimde İmkânlar ve Sorunlar


Milli Eğitim Şurası için Alt Tema Önerilerimiz:


Toplum 5,0 için Türk Eğitim Sisteminde Düşünsel/Felsefi Alt Yapı İnşası 
Toplum 5,0 için Türk Eğitim Sisteminde Strateji Geliştirme 
Toplum 5,0 için MEB’in Teknolojik Kapasite İnşası 
Toplum 5,0 için Eğitim Reformları 
Toplum 5,0 için Türkiye’nin Kalifiye Beyin Gücü ve Tersine Beyin Göçü Planlaması
Geleceğin Eğitiminde Yapay Zeka
Geleceğin Eğitiminde Robotik ve İnsansı Robotlar
Geleceğin MEB Bürokrasisi ve Örgütlenmesi
Geleceğin Eğitim Ordusu 
Eğitimde İstihbarat Yönetimi
Geleceğin e-eğitiminde veri Ekolojisi, Ağ Güvenliği ve Siber Tehditler
Dijital Eğitim ve Eğitimin Güvenliği
Güvenlikleştirilen Okul ve Şehir Okulları / Kampüs
Geleceğin Akıllı Okulları ve Demokratik Okul Yönetişimi
Geleceğin Eğitiminde Yumuşak Güç Bileşenleri

Milli Eğitim Şurası için Politika / Proje Atölyeleri Önerilerimiz
Türk Eğitim Sistemi ve Bilim

Türk Eğitim Sistemi, İş Hayatı ve Girişimcilik
Türk Eğitim Sistemi, Sosyal Hayat, Siyaset ve Din
Türk Eğitim Sistemi, Sağlık, Sosyal Güvenlik ve İstihdam
Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), Teknoloji ve İnovasyon
MEB, Sosyal Politikalar ve Sivil Toplum
MEB, Kültür ve Turizm
MEB, Uluslararası Kalkınma İşbirliği
MEB, Şehir ve Yerel Yönetişim
MEB, Düşünce ve Akademi
MEB, Uluslararası Diaspora



***

26 Eylül 2018 Çarşamba

BATI GÖZÜYLE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK.,

BATI GÖZÜYLE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK.,

Dr. ANDREW MANGO 

Doğumunun 125. Yıl dönümünü kutlamakta olduğumuz Mustafa Kemal Atatürk tarihe iki belirleyici özelliği ile geçmiştir: 
Muzaffer bir başkomutan ve yeni bir devletin kurucusu ve esas mimarı olarak. 
Bu iki özelliği birleştiren tarihî şahsiyetlere pek rastlanmaz. 
Örneğin Churchill savaşı kazanmış bir önderdi, ama çağdaş İngiltere’nin mimarı 
değildir: Millet onu savaş sonundaki seçimlerde yenilgiye uğratmakla geleceğin mimarı olarak görmek istemediğini göstermişti. 

Manş Denizinin karşı yakasında General de Gaulle 4. Cumhuriyetin kurucusu sayılabilir, ama savaşı başkaları kazanmıştı; o Fransa’nın itibarını kurtarmıştı. Tarihte Atatürk’ünkine benzer roller üstlenmiş şahsiyetlere misal olarak belki George Washington’u gösterebiliriz. 
Amerikan Bağımsızlık Savaşını o zafere ulaştırmıştı, ama Amerikalılar 
onu cumhuriyetlerinin tek kurucusu değil kurucu atalarından 
biri olarak sayar. Daha geriye gidersek Türkiye’de haksız olarak Deli 
Petro olarak bilinen Büyük Petro gerçekten Rusya’nın Batıya bakan 
penceresini açan büyük bir çağdaşlaştırıcı idi; İsveç’e karşı savaşı da 
kazanmıştı ama savaş meydanında Osmanlıya yenik düşmüştü. 

Atatürk’ün bu iki özelliği dolayısıyle, değerlendirmelere konu olurken yalnız kendisi değil, mimarı ve biçimlendiricisi olduğu Türkiye Cumhuriyeti de değerlendiriliyor. Cumhuriyetin itibarı ne kadar yüksekse, kurucusu Atatürk’ün itibarı o kadar yüksek oluyor. Haklı olarak, çünkü arkasında bıraktığı eser kişinin aynasıdır. Bu bakımdan Londra’nın 1666 yangınından sonra mimarı olan Christopher Wren için söylenen söz Atatürk’e uygun düşüyor: “Anıt arıyorsan etrafına bak”. Ne var ki savaş meydanındaki zaferin önemi derhal belli 
iken, kurulan veya yeniden kurulan bir devlet yapısının değeri ancak 
zamanla anlaşılır. Batı, dirayet sahibi birkaç gözlemci dışında -ki Churchill bunlardan biriydi - Atatürk’ü anlamakta gecikmişti. İttihatçı mıydı? Bolşevik miydi? Napolyon’dan esinlenen ihtiras sahibi miydi? Batılılar ilkin bir türlü karar veremiyordu. Kaldı ki Türkiye içindeki muhalifler ve dışındaki Türk düşmanları Batıdaki yazarları, özellikle önyargılı yazarları etkiliyordu. Doğal olarak Atatürk’ün devrimleri memleketi Batı ile bütünleştirme amacına yönelik olduğu 
için Batı’daki gözlemcilere hoş geliyordu. Fakat devrimler kalıcı mı idi? Türkler Atatürk’ün varsaydığı ölçüde yetenekli miydi? Unutmayalım ki İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda ırkçı teoriler çok yaygındı. İşte ırkçı davranışlar, muhaliflerin ve Türk düşmanlarının fısıltıları ve sansasyon hevesiyle birleşince, İngiliz yazan Harold Armstrong’un “Bozkurt” kitabı veya Atatürk’ün ölümü münasebetiyle belli Amerikan dergilerinde yayınlanan yazılar ortaya çıkıyordu. Ne var ki 1930’lara gelindiğinde Batı’daki demokrasiler Atatürk’ün barıştan yana dış siyasetini takdir ederek Türkiye’ye müttefik gözüyle bakmaya başladı. Türkiye Cumhuriyeti’nin değeri anlaşıldıkça kurucusunun değeri de belli oluyordu. Bu dönemde en isabetli değerlendirmelere Türkiye’deki yabancı elçiliklerin raporlarında raslıyoruz. Diplomatlar gerçekçi olma mecburiyetinde diler. Atatürk’ün durumu doğru değerlendirip isabetli kararlar aldığı gözlerinden 
kaçmıyordu. 

Türkiye’nin müttefik olarak değeri İkinci Dünya Savaşı ardından Soğuk Harp döneminde açıkça ortaya çıktı.. Üstelik Atatürk’ün yerleştirdiği kurum ve kurallar 1950’de demokrasiye sancısız geçişi sağlamış olması devrimlerin artık olgunlaştığı izlenimini yaratıyordu. 

Gerçi 1950’lerin ortalarında Türkiye’de duyulmaya başlayan siyasi sancılar ve Türkiye ile bazı müttefikleri arasında Kıbrıs’ta olduğu gibi çıkan belli sorunlar endişe yaratmıyor değildi. Yine de Soğuk Harp süresince Türkiye Cumhuriyeti’nin ve dolayısiyie kurucusunun değeri Batı’da geniş kabul görüyordu.. Hocam Profesör Bernard Lewis’in 1961’de yayınladığı ve uzun süre Türkiye’nin en 
iyi modern tarihi olan The Emergence of Modern Turkey (Çağdaş Türkiye’nin Doğuşu) ve Lord Kinross’un 1964’de yaymlanan ve yine uzun süre Atatürk’ün en iyi biyografisi sayılan Atatürk: The Rebirth of a Nation (Atatürk: Bir Ulus’un Yeniden Doğuşu) Soğuk Harp döneminin havasını yansıtan sağlam ve olumlu yapıtlardır. Bu havanın en veciz siyasi tezahürünü, o zamanki Avrupa Ekonomik 
Topluluğu’nun başkan Profesör Walter Hallstein’in 1964’de Toplulukla Türkiye arasındaki ortaklık anlaşmasını 1964’de Ankara’da imzaladığı zaman verdiği demeçte görürüz. 

“Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır, ” demişti Hallstein, “ve bu bakımdan ilk akla gelen, bu ülkede eserine her yerde karşılaştığımız, ve Türkiye’de yaşamın tümünü Avrupa yönünde kökten değiştiren Atatürk’ün muazzam şahsiyetidir.” Kırk yıl önceki bu havanın bugünlerde değişmiş olduğunu inkâr edemeyiz. Bunun çeşitli nedenleri var: Türkiye’nin iç ekonomik ve siyasi sorunları, Türkiye ile müttefikleri arasında çıkan sorunlar, Soğuk Harbin demokrasinin zaferiyle 
bitmesi sonucu bir yandan Türkiye’nin dünya sahnesinde rolünün değişmesi, diğer yandansa liberal düşüncenin yayılması, yine Türkiye’nin Batı ile bütünleşme sürecinin Batı’ya yararı yanında Batı’ya masrafının da düşünülmesi bu nedenler arasında sayılabilir. 
Nedenler ne olursa olsun “Kadı kızında kusur bulma” eğilimi Türkiye 
Cumhuriyeti ve kurucusu Atatürk’e Batı’nın bakışını etkilediği denebilir. Ne var ki “kadı kızı” kusursuz değilse damadı da kusursuz değil. Türkiye’nin ufkunda bulutlar varsa başka ufuklarda bulut yok mu? 

1980’lerde, özellikle Soğuk Harbin bitimiyle güçlenen, Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişmesini ve kurucusunun eserini sorgulama süreci bir bakıma normaldir. Tarihçiler boş durmaz; buldukları yeni belgeler, edindikleri yeni bilgiler ışığında geçmişi değerlendirmeleri etkiler. Tarihçinin görüş açısı zaman ve mekâna göre değişir. Ünlü İngiliz tarihçisi Lord Acton’un “Tarih daima çağdaş tarihtir” sözü 
geçerliliğini koruyor: Yani dünü yazarken bugünü düşünürüz, . Ne var ki “revizyonizm” denen tarihi yeniden ve yeni biçimde değerlendirme eğiliminin başka nedenleri de var. 

Atatürk, çağdaşları olan çoğu Batılı düşünür gibi uygarlığı ve kültürü tek ve evrensel varsayıyordu. Ve amacı ülkesini ve ulusunu bu tek ve evrensel uygarlıkla bütünleştirmekti. Oysa zamanından bu yana daha çok Batı’nın kendine güvenin zayıflaması sonucu yayılan kültür göreciliği (İngilizcesi cultural relativism) akımının etkisiyle tek uygarlık varsayımı, yerini çeşitli uygarlıkların varlığı ve bu uygarlıkların çatışması düşüncesine bırakmıştır. Çok-kültürlülük kavramı bu düşüncenin ürünüdür. Çok-kültürlülük hoşgörü isteminden esinlese dahi kapalı topluluklar yaratmakla sonuçlanabilir. Bu bakımdan küreselleşmeye ve bilginin evrensel geçerliliğine ters düştüğü gibi, ülkeler arasında ve ülkeler içinde ayrışmaya yol açabilir. 

Daha önce çağdaşlaştırıcı ve Batıcı bir akım olarak kabul edilen Atatürkçülük, 80’1i yıllardan başlayarak, özellikle 1987’de Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna (şimdi Birliğine) üyelik başvurusundan sonra, tepeden inme, otoriter bir düzenin felsefesi olarak sunulmaya başladı Batı’nın bazı çevrelerinde. Eskiden ilericilik, öncülükle eşanlam olan “Kemalist seçkinler” terimi artık eleştirel anlamda 
kullanılmaya başladı. Dikkat ederseniz, eleştiriye konu olan Atatürk değil Kemalist seçkinler veya Kemalist kurulu düzen oluyordu. 

Liberal çevrelerde samimî olan bu eleştiriler Türkiye’ye düşman çevrelerde çıkar amaçlıydı. Ne olursa olsun, Atatürk’ün ve kurduğu Cumhuriyetin kadrini bilenler de az değildi özellikle Türkiye ile iş görenler arasında. Amerikan Cumhurbaşkanı Bili Clinton 1999’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde seslenirken Atatürk’ün “Türk çalış, övün, güven” sözünü anarak Atatürk’ün telkin ettiği kendine güven 
ruhunun her zamandan daha gerekli olduğunu belirtmişti. Aynı yıl yayınladığım Atatürk biyografisi hakkında çıkan yazıların çoğu da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna hayranlık dile getiriliyordu. 

Bugünlerde ise revizyonist akımın revizyonuna tanık oluyoruz. Bunun başlıca nedeni Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlenmesi ve bunun Batı’ya yararının anlaşılmasıdır. Her ülke’nin olduğu gibi, Türkiye’nin de eleştirilecek tarafları var. Ama şurası da bir gerçek ki bir yabancı Türkiye’ye tayin edildiği zaman memnun oluyor. Ayrıldığı zaman da Türk dostu olarak ayrılıyor. İş adamı olsun, akademisyen olsun, diplomat olsun Türkiye ile temasta olan yabancılar kendilerine benzer, kendileri gibi davranan muhatap buluyorlar. Türkiye’ye 
gelen milyonlarca yabancı turist rahat edip burada hiç yabancılık hissetmiyor. Bütün bu deneyimler ortak bir izlenim bırakıyor: bu da Türkiye’nin sağlam bir yer olduğudur. Bu da Cumhuriyetin kurucusunun sağlam temel attığının kanıtıdır. Bununla Atatürkçülüğün özü ortaya çıkıyor. Bugünün şartlarında Atatürk cumhuriyetçiliğinin özü demokrasi, millîyetçiliği ortak kültür millîyetçiliği, halkçılığı yönetimde halka hizmet ilkesi, laikliği dini kamu yönetimine karıştırmama, devletin din işlerinde tarafsızlığı ve bu esaslar dahilinde din ve vicdan hürriyeti, devletçiliği devletin düzenleyici görevini üstlenmesi, devrimciliği çağdaşlık ve dış dünya ile bütünleşmeden korkmadan çağın gereğini yerine getirmek olarak yorumlanabilir. 

Bu ilkelerin tümü ise Atatürk’ün hayatta tek hakikî mürşit bildiği ilme yani bilgiye ve usçuluğa yani mantıkla hareket etmeye dayanır. 

Türkiye gelişip değiştiği gibi Batı ve genellikle dış dünya da değişiyor. Eski itirazlar, eski kavgalar önemini yitiriyor. Terör belasının Batı’ya sirayeti durmadan kurulu düzenden yakınanlara dahi düzenin - eski tabirle kanun ve asayişin önemini hatırlattı. Ülkeleri birarada tutan düzenin de kültür birliğine dayandığı, çok-kültürlülüğün vatandaşlığın temeli olan bu kültür birliğine zarar vermemesi gerektiği gittikçe daha çok anlaşılır oldu Batı’da. İngiliz veya Amerikan vatandaşlığına geçmek için, İngilizce bilmek, İngiliz, Amerikan tarihinin ana hatlarını öğrenmiş olmak şart koşulduğuna göre Atatürk’ün devlet dili Türkçe’ye ve ortak Türk kültürüne vurgusu herhalde anormal sayılmaz. Avrupa’da kamu, millî gelirin ortalama %40’na sahip çıkarken Atatürk’ün devletçiliği makul gözükmez mi? Eleştirel anlamda kullanılan “Kemalist seçkinler” terimi bir de bakarsınız yine övgü ifade etmek için kullanılmasın mı?. 

Bir ay önce Times gazetesinin “Kim hangi kitaplari okuyor” sütununda, bir İngiliz yazarı Atatürk’ün biyografisini yeni okuduğunu ve ne kadar büyük bir devlet adamı olduğunu anladığını yazdı. Bu demek değildir ki Atatürk, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, devrimleri ve ilkeleri artık eleştirilmeyecek. Geçenlerde İngiltere’de yapılan bir ankette Churchill tarihte en büyük İngiliz ilan edildikten az sonra 
Churchill’i yerin dibine vuran bir tarih kitabı çıktı Londra piyasasına. Revizyonlar, yeni değerlendirmeler durmaz.. Tarihî bir şahsiyet ne kadar önemliyse o kadar çok değerlendirmeye tekrar ve tekrar konu olur. Ve her yeniden değerlendirme onu daha çok tanıtır. Atatürk’ün ünü bundan zarar göremez. İngiltere’dekine benzer “En büyük Türk kimdir?” anketi yapılırsa sonucunu tahmin etmek için kâhin olmaya lüzum yok. Doğumunun 125. yıldönümünde Atatürk’ün yarattığı eserin kalıcılığı belirgin, tarihteki yeri her zamankinden olumlu ve sağlamdır. Bundan on yedi yıl önce Fransız İhtilâlinin 200. yıldönümü övgülerle şatafatlı bir biçimde kutlandı. Fransız Devrimi birçok kişinin adı ile irtibatlandırılabilir. Oysa Türk Devriminin atası tek, varisi bütün bir millet, yararlananı hepimizdir. 

Ne mutlu Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yıldönümünü kutlayacak olan kuşağa! 

***