3 Şubat 2018 Cumartesi

CHP Bildiğimiz Gibi,

CHP Bildiğimiz Gibi,


CHP bu kafayla devam ederse 2019'daki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde toplumun yüzde elli birinin desteğini alabilir mi? 


İsmail Çağlar  
13 Ekim 2017



AK Parti belediyelerin yanında din görevlilerine de nikâh kıyma yetkisi veren bir kanun değişikliği üzerinde çalışıyor.

Eğer değişiklik gerçekleşirse belediye personeli olan nikâh kıyma memuruna alternatif olarak din görevlisi olan nikâh kıyma memuruna da “Sizi medeni kanunun verdiği yetkiye dayanarak karı-koca ilan ediyorum” deme yetkisi verilecek.

Ancak bunu CHP’ye anlatmak mümkün değil. CHP kadın kolları meclis önünde toplanarak içerisinde bolca Atatürk, laiklik, çağdaşlık geçen bir protesto gösterisi yaptı bile.

CHP’lilerin iddialarına ve gerçeklere beraber bakalım;

İddia: Medeni hakların, din görevlilerine devredilmesi laiklik ilkesine aykırıdır.

Gerçek: Medeni haklar din görevlilerine devredilmiyor.

Aynı haklar çerçevesinde nikâh muamelesinin belediye personeli yanında din görevlileri tarafından da yapılmasına imkân sağlanıyor.

İddia: Yasa tasarısı onaylandığı takdirde toplum açıkça ikiye ayrışacak.

Gerçek: Toplumun kendini batıcı veya laik olarak tanımlayan kesimi dâhil birçok birey belediye nikâhının yanında dini usullere göre nikâh da kıydırıyor. Bu mesele hiçbir zaman ayrışma vesilesi olmadı.

İddia: Bu tasarı, kadınların Medeni Kanun ile elde ettiği hakların ortadan kaldırılmasının önünü açıyor. Tasarı, çocuk yaşta evliliklere imkân sağlıyor Gerçek: Tasarı medeni kanunun evlilikte kadının veya erkeğin haklarını düzenleyen maddeleri ile ilgili değil. Haklar aynen kalıyor ve evlilik yaşı da değişmiyor. Sadece resmi nikâh muamelesi yapma yetkisi belediyelerin yanında din görevlilerine de veriliyor.

Özetle CHP bildiğimiz gibi…

CUMHURBAŞKANI’NDAN VALİLERE UYARI

Cumhurbaşkanı Erdoğan valiler toplantısında valilere Hazreti Ömer’i örnek gösterdi. Devlet hacet kapısıdır, valiler kamyonetin şoför mahalline oturup garip gurebaya, fakir fukaraya devletin yardım elini bizzat uzatmalıdır dedi.

Aslında bu ikazlar sadece valilerle kısıtlı değil. Benzer uyarılar daha önce AK Parti teşkilatlarına ve yerel yönetimlere de yapılmıştı.

Anlayana çok şey anlatıyor bu uyarılar.

Siyasetin nasıl ve ne için yapılacağını açıklıyor.

Cumhurbaşkanı siyaset tarzının bir gereği olarak bu işin peşini bırakmıyor, takip ediyor.

Öyle gözüküyor ki anlayanlar ile yola devam edilecek, anlamayanlara ise durup düşünmeleri için zaman tanınacak.

VİZE KRİZİNDE TÜRKİYE’NİN ELİ GÜÇLÜ

Bakmayın özgüveni eksik olup etrafa devamlı karamsar bir hava pompalamaya çalışanlara. ABD ile yaşanan vize krizinde Türkiye davasında haklı olan taraf ve eli oldukça güçlü. Meseleye aşağılık kompleksiyle bakanlar “bizim etimiz ne budumuz ne ki ABD ile zıtlaşıyoruz” diyorlar.

Bir an için komplekslerinden kurtulabilseler Türkiye’nin elinin ne kadar güçlü olduğunu görecekler.

Tutuklanan konsolosluk çalışanının diplomatik bağışıklığı yok.

ABD vatandaşı değil Türk vatandaşı.

Avukatı ile görüştürülmediği iddiaları tamamen safsata. Hem polis sorgusunda hem savcı sorgusunda avukatı hazır bulundu.

Adalet Bakanı tutuklanan şahıs elçilik personeli olduğu için elçilik kanadından usule ve hukuka uygun bir görüşme talebi gelirse değerlendirileceğini açıkladı.

Özetle Türkiye’nin yapmış olduğu bir hata yok. Hukukun temel ilkelerine dayanarak bir soruşturma yürütüyor ve egemenlik haklarının bir gereği olarak da bu soruşturmayı yürütmek için kimseden izin istemiyor.

CEVABI BELLİ SORU

CHP bu kafayla devam ederse 2019’daki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde toplumun yüzde elli birinin desteğini alabilir mi?

Takvim, 13 Ekim 2017


http://www.setav.org/chp-bildigimiz-gibi/


Afrin Harekatı ve Türkiye’yi bekleyenler..

Afrin Harekatı ve Türkiye’yi bekleyenler..


Prof.Dr.Sait Yılmaz,

Afrin bölgesinde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından başlatılan Zeytin Dalı Harekâtı 11’inci gününü tamamlarken, bölgedeki siyasi ve askeri dengelerin değişme emareleri göstermesi yeni senaryoları da gündeme taşıyor. Afrin bölgesindeki gelişmeleri, İdlib bölgesindeki bazı gelişmeler ile birlikte paralel izleme gereği ortaya çıkıyor. Suriye’deki taraflar sürekli politikalarını gözden geçiriyor, yeni ittifak olasılıkları ortaya çıkarken çatışmaların sürpriz bir şekilde tırmanarak, büyüme ihtimali de var. Bu nedenle, içinde bulunulan resmi iyi okumak, sonraki adımları görerek, tedbir almak zorundayız. Bu makalede de konu ile ilgili öngörülerde bulunmaya çalışacağız.
            Rusya Federasyonu (RF) ve Suriye (Esat) Rejimi;
            Rusya'nın Afrin için hava sahasını açması ve askerlerini Tel-Rifat'a çekmesi, harekâtın daha elverişli şartlarda yapılmasına imkân sağlamıştır. Rusya’nın Afrin harekâtı için Türkiye’ye verdiği desteğin arkasında üç beklenti var;

(1) ABD’ye yanaşan Kürtleri terbiye etmek,
(2) Türkiye’yi ABD’den daha fazla uzaklaştırmak,
(3) İdlib’in temizlenmesi için Türkiye’nin daha çok gayret etmesi.

            Rusya ve Suriye hükümeti iki konuda sıkıntıdadır;

(1) Kürtler; RF, Kürt kartını ABD’nin elinde almak istiyor. RF’nin Kürtlere yönelik Soçi’deki görüşmelere çağırma ve “otonomi için Türkiye’yi ikna ettim” sözleri YPG/PKK için yeterli olmadı. YPG/PKK, “otonomi alana kadar ABD askeri var olmaya devam etsin” düşüncesinde.
       (2) Türkiye; Astana Süreci ile Türkiye’ye ateşkesi sağlama garantörlüğü verilmiş olsa da asıl beklenti, İdlib bölgesini Sünni cihatçılardan temizlemesi idi. Ruslara göre; Türkiye, İdlib ile ilgili verdiği sözleri yerine getirmedi, hızlı adımlar atmadı, Sünni İslamcı gruplar ile işbirliğine devam ediyor.
            Rusya ve Esat rejimi, ABD ile arasını bozacağından Türkiye’nin Fırat’ın batısındaki Münbiç’e harekât yapmasını destekliyor. 
Ama bu bölgelerin nihayetinde Suriye Rejimine devrini de bekliyor. Aksi takdirde yani RF ve Esat rejimi ile İdlib’te yaşanan çelişkili durum Afrin’de de devam ederse Esat rejimi ile sıcak çatışmalar gündeme gelebilir. Rusya’da bu sene başkanlık seçimleri olduğunda seçimlere kadar Türkiye’yi yanlarında tutmak, Suriye’de sağladıkları hâkim konumu sürdürmek istiyorlar.
Ancak, Ruslar beklentileri ile ilgili şu üç konuda Türkiye’ye baskı yapıyorlar;
        (1) ÖSO ve diğer Sünni cihatçılar ile yolların ayrılması,
(2) İdlib’in temizlenmesi,
(3) Barış Süreci kapsamında Kürtlerin de tatmin edilmesi.

           İdlib’te neler oluyor?
            Türkiye, başta Heyeti Tahriri Şam (HTŞ; Eski El Nusra) ve ÖSO olmak üzere Sünni cihatçılar ile flörte devam ediyor. Türkiye’nin İdlib’te yaptıkları ciddi şüpheler uyandırıyor. Bir yandan Ruslar ve Esat bölgeyi temizlemek için gayret ederken, Türk tankları HTŞ ile birlikte Halep yakınlarında durduruluyor.
Sünni Grupların temsilcisi Suriye Müzakere Grubu (SNC[1]) Soçi’de 29-30 Ocak 2018’de yapılan Suriye Ulusal Diyalog Kongresi görüşmelere katılmadı. Bu durum, SNC üzerinde Türkiye’nin etkisinin kalmadığı ve bu etkinin ABD ve Suudi Arabistan’a geçtiği şeklinde değerlendiriliyor. Özetle barış görüşmeleri için çok önemli olan SNC çatı grubu Türkiye’yi dinlemiyor. Türkiye, Soçi’de sadece kendine yakın grupları temsil etti.
            Suriye rejimi, RF ve İran; İdlib’te inisiyatif almak, bölgeyi Sünni cihatçılardan temizlemek, kısaca ülke bütünlüğü istiyor. Türkiye ise bölgeyi temizlemediği gibi bu örgütlerle işbirliği yapıyor. Bu durumda, “Türkiye’nin İdlib ve dolayısı ile Afrin’de niyeti ne?” sorusu ortaya çıkıyor.
            Türkiye, Afrin harekâtının hedefini YPG/PKK varlığını yok etmek ve Suriyeli göçmenlerin dönüşünü sağlamak olarak açıklamıştı. Arap dünyası, Türkiye’nin İdlib’ten Fırat’a bir Sünni kuşak oluşturarak, 3.5 milyon Suriyeli göçmeni buraya doldurmayı planladığını düşünüyor[2].
Bazı kaynaklar, Türkiye’nin kimlik politikasının yarı bağımsız devletlerin bir araya geldiği bir federalizmi ve müteakiben Bosna modelini içerdiğini öngörüyor[3].
            Afrin’deki harekatın geleceği..
Türkiye, bölgede 30 Km. derinliğinde bir tampon bölge oluşturulacağını açıklamıştı. Kuzeydeki cepheye ilaveten, doğu ve batı cepheleri de açılmış (Harita), Afrin şehri kuşatılmıştır. Bölgede terörist temizliği devam etmektedir.
Harita: Afrin Harekâtı (25 Ocak 2018)


Zeytin Dalı Harekâtı’nın 11. gününde harekâtın başlangıcından itibaren Afrin’in 5 beldesinde toplam 18 köy, 1 köy altı yerleşim yeri, 5 stratejik dağ ve tepe olmak üzere toplamda 24 nokta terör örgütünden temizlenmiş oldu.
            Rus uzmanlar, Türkiye'nin Suriye'nin kuzeybatısında yürüttüğü Zeytin Dalı Harekâtı’na iyi hazırlanmadığını, bu yüzden sahada sıkıştığını ileri sürüyor. BDT Enstitüsü Başkan Yardımcısı ve askeri uzman Vladimir Yevseyev, bölgede taarruz etmeye yetecek sayıda Türk birliğinin olmadığını, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) güçlerinin ise savaşacak durumda olmadıklarını savundu. Yevseyev, ÖSO'nun değil de TSK'nın Afrin'e ilerleyebilmesi için en az 2,5 katı kadar daha askere sahip olması gerektiğini, fakat böyle bir birliğin oluşturulmadığını iddia etmektedir[4].
            Türkiye’nin Afrin’de yanına çektiği 25 bin kadar sivil savaşçı; Eski El Kaidecileri, Selefi Cihatçılar, Müslüman Kardeşler gibi bazı İslamcı gruplar, Paralı askerler ve gönüllülerden oluşuyor. 
Afrin harekâtına Türkiye yanında katılan vekil savaşçılar şunlar[5]
(1) Feylak el-Şam, 
(2) Ceyş el-Nasr, 
(3) Cebhat el-Şamiya, 
(4) Nureddin Zengi Tugayları, 
(5) El Caber grubu, 
(6) Sultan Murat Tugayı, 
(7) Semerkand Tugayı, 
(8) Muntasir Billah Tugayı, 
(9) Fatih Sultan Mehmet Tugayı, 
(10) Hamza Bölüğü, 
(11) Kuzey Fırtınası, 
(12) Türkistan İslamcı Partisi, 
(13) Selahaddin Tugayı.

Türkiye, Suriye’den başka Libya’da kendine yakın Sünni grupları destekliyor. Katar ve Sudan üzerindeki etkisi ile de Ortadoğu’da etkin bir aktör olmaya çalışıyor. Yani genel kanaate göre; Sünni İslami hedefler Türk dış politikasına yön vermeye devam ediyor[6].
            ABD, Suriye’de konumunu güçlendiriyor..
            ABD Dışişleri Bakanlığı Suriye’de IŞİD tehlikesi ortadan kalkmış olmasına rağmen askeri varlık bulundurmaya devam etmelerinin gerekçelerini şöyle açıklıyor[7];
            (1) Esat’ın gitmesi gerektiği.
            (2) İran’ın Suriye ve Irak’taki faaliyetlerinin önlenmesi.
            (3) İsrail’in güvenliği.
            ABD Dışişleri, bu hedeflerinin Türkiye ile vekilli savaşçılar arasında da olsa bir askeri çatışmaya yol açabileceğini kabul ediyor ama hala Suriye’nin geleceği için işbirliğinden bahsediyor.
            YPG/PKK içinde adam başına 350 dolar veren ABD, Kürtlerden sonra Suudi Arabistan’ın desteği ile Sünni grupları da yanına çekiyor. Fırat Kalkanı’na katılan bazı ÖSO liderleri ABD ile de görüşüyor.
            Türkiye ile ABD’nin arasının düzelmesi Trump yönetiminin Kürt kartını oynamaktan vazgeçmesine bağlı. Ancak, bu kolay değil. ABD’nin Suriyeli Kürtleri destekleme nedenleri şu şekilde değerlendiriliyor[8];
            - Eylül 2014’den itibaren eğit-donat faaliyetleri ile kendine çalışacak muhalif grup yetiştirmek için para harcayan ABD, kendine sahada Kürtlerden başka müttefik bulamadı.
            - YPG/PKK’nın kendileri için seçtiği kuzey bölgeyi IŞİD’a karşı savunmakta dirençli olmaları ve ABD tarafından güvenilir ortak olarak görülmeleri.
            - Türkiye’nin Sünni radikal İslamcı gruplarla ilişkileri nedeni ile yolların ayrılması.
            - YPG/PKK’nın IŞİD ile savaşta gönüllü olmaları ve ABD desteği istemeleri.
            - Arap Baharı ile birlikte Türkiye’nin Ortadoğu’da Sünni hamiliğine soyunması, Müslüman Kardeşler ve benzeri örgütlerle ilişkilerinin ABD’de yarattığı şüpheler.
            - Rusya’nın Suriye’ye gelmesi ile ABD’nin barış masasında etkili olabilmek için kendine sahada müttefik arayışı.
            - Kürtlerle, Ortadoğu ülkelerine örnek olacak çeşitli etnik grupların içinde yer aldığı mezhepçi olmayan, laik, eşitlikçi bir model hükümet kurmak.
            Sonuç; Türkiye Ne yapmalı?
Türkiye’nin Afrin ve İdlib’teki askeri harekâtı Rusya, İran ve Esat rejimi ile Fırat’ın doğusuna yönelik harekâtı ise ABD ile ilişkilerini test edecektir.
            Rusya, Kürt Piyonu ile Türkiye’ye İstediklerini yaptırıyor, Kürtler üzerinden Türkiye’nin hamleleri kontrol ediliyor.
            ABD ise Türkiye’nin Münbiç’e gelmemesi için tehdit ederken Esat ve Rusya ile başının belaya girmesini bekliyor.
Türkiye ise RF üzerinden ABD’ye, Sünni Gruplar üzerinden Esat’a cephe alıyor. Atılması gereken iki acil adım var;
(1) Esat ile barışmak, aracısız görüşmek.
(2) Sünni gruplar ile ilişkiyi kesip, rejim ordusu ile hareket etmek.
            Suriye’nin kuzeyinin tümü yani Fırat’ın doğusu da terörden arındırılmalıdır. Batıdaki başarı, Türkiye'yi doğuda diplomasiyle sonuca götürebilir. Ancak, ABD’nin sıkışması için dolaylı yöntemlere de ihtiyaç var.
Sincar ve Irak'ın kuzeyinin temizlenmesi için de Irak'la işbirliği yapılmalıdır. Irak’ın kuzeyindeki Erbil yönetimi, Bağdat’ın yaptırımlarından kurtulmak için Türkiye’den aracılık istedi. Türkiye’nin aklında gene Erbil’i yanına çekerek Irak’taki İran etkisini azaltmak var. Bu ise Irak’ın kuzeyinde 15 yıldır devam eden hataların, Türkmenlerin ihmal edilmesinin devamı demek..




[1] SNC: Syria Negotiation Commission.
[2] Al Monitor, Is US bailing on Syrian Kurds? (January 28, 2018).
[3] Andrew Korybko, The Syrian Kurds Think They Can Play Damascus Like a Fiddle, Oriental Review, (January, 26, 2018).

[4] Sputnik News, Rus Askeri Uzmanın İddiası: Türk Ordusunun Muharebe Kabiliyeti Düşük, (26.01.2018).

[5] Al Monitor, Is US bailing on Syrian Kurds? (January 28, 2018).
[6] Samuel Ramani, How Turkey’s Geopolitical Ambitions Could Change the Middle East, The Diplomat, (January 24, 2018).
[7] Paul Pillar, A New Decision to Go War in Syria, (January 20, 2018).
[8] Sherko Kirman, 8 Reasons Why America Supports the Syrian Kurds, (September 13, 2017).



***

2 Şubat 2018 Cuma

HDP'li Selahattin Demirtaş, Ermeni olduklarini acikladi.

HDP'li Selahattin Demirtaş, Ermeni olduklarini acikladi.





Selahattin Demirtaş, Ermeni kökenli siyasetçidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi 24. dönem Hakkari milletvekili olup, Figen Yüksekdağ ile birlikte Halkların Demokratik Partisi eşbaşkanlığını yürütmektedir.  
ZÜLKÜF DEMİRTAŞ, ERMENİ'dir. Büyük dedesi KİNKOS ve ninesi NAZLI, ERMENİ idi. 1948, Palu doğumlu Zülküf Demirtaş, terör örgütü PKK işbirlikçilerinden olup, kürtçü-bölücü HADEP "İmamlar Birliği" üyesidir. İmam kisvesinde HIRİSTİYAN bir ERMENİ".. ERMENİLER'de görülen TÜRK ve MÜSLÜMAN adları, özellikle "TÜRK" ekli soyadları, dindar MÜSLÜMAN kisvesi, kendilerini gizlemek içindir. O yüzden bulabildiklerimizin dedelerinin, ninelerinin adlarını veriyoruz. Babalar, analar genellikle TÜRk adları taşımakta, ERMENİ kimliğini gizlemektedir.
Aynı aileden olan kürtçü-bölücü HDP başkanı SELAHATTİN DEMİRTAŞ ta ERMENİ'dir. 1973, Palu doğumludur. Zaza olduğunu iddia eder.Babasının dönme adı TAHİR, annesinin dönme adı ŞADİYE'dir. 
Hukuk Fakültesi mezunudur. 2006 yılında kürtçü-bölücü İnsan Hakları Derneği'nin Diyarbakır Şube Başkanlığı yapmıştır. Kardeşi Nurettin Demirtaş'ın Genel Başkanlığı'nı yaptığı kürtçü-bölücü DTP'nin kapatılması üzerine, 2010 yılında kürtçü-bölücü BDP'nin başına getirilmiştir. Bölücü konuşmalarından dolayı 10 ay hapis cezası almışsa da, hapis yatmamıştır.
NURETTİN DEMİRTAŞ, ERMENİ'dir. Selahattin Demirtaş'ın kardeşidir. 1972, Palu doğumludur. 

PKK'ya üye olmak, terör eylemlerine karışmaktan 11 yıl, 6 ay hapis yatmış, çıkınca kürtçü-bölücü DTP'ye katılmış, 2007'de DTP Genel Başkanı olmuştur. Sahte çürük raporu alarak askerlikten kaçmıştır. 

Demirtas in ailesi ve evlerinde Bebek katili ermeni Aponun resmi

Taraf Gazetesinden alinti:


....Demirtaş, Ermeni adayı tanıttı:
Partisinde Ermeni adaylarının olduğunu hatırlatan Demirtaş,  HDP İstanbul 3. Bölge Adayı Garo Paylan’ı öğrencilere hatırlatırken, Ermeni adayımız dediği Paylan için daha sonra Erdoğan’a atıfta bulunarak “af edersiniz” Ermeni adayımız şeklinde espiri yaptı. 
Panele Demirtaş’ın yanı sıra HDP İstanbul milletvekili adayları Şerife Erbay, Burcu Demirbaş, Sezai Temelli, Serpil Kemalbay, Garo Paylan ile çok sayıda öğrenci, akademisyen ve öğretim görevlisi katıldı. ....
-----------------------------

23.09.2010 16:02


Ermeni Patrik Vekili Aram Ateşyan’ın çevrelerinde “Müslüman Kürt” olarak bilinen Ermenilerin asıl kimliklerine dönmeye başladığı yolundaki açıklaması, Türk Tarih Kurumu eski Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun “kripto Ermeniler” konusundaki suskunluğunu bozmasına yol açtı. Prof. Halaçoğlu, ülkemizde en az 500 bin “kripto Ermeni” olduğunu belirterek, bu gerçeği söylediğinde kendisini “kafatasçılıkla” suçlayıp, yargısız infaza tabi tutanların, bugün bunu açıklamasının sebebinin, Ermenilere emlak verme ve Türkiye’yi tazminat ödemeye zemin hazırlama olduğunu öne sürdü.

15 gün kadar önce eşini kaybeden Prof. Halaçoğlu, Akdamar Kilisesi’nin ayine açılmasının ardından Ermeni Patrik Vekili Ateşyan’ın yaptığı açıklama üzerine Türk Ocakları internet sitesinde bir yazı kaleme aldı.

Halaçoğlu’nun, “Kimliklerine Hırıstiyan Yazdıranlarla İlgili Bir Değerlendirme” başlıklı yazısı şöyle:    

“21 Eylül 2010 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Van kaynaklı Okan Konuralp tarafından bir haber yayınlandı. Haber, ‘Artık kimliklerine Hıristiyan yazdırıyorlar” başlığı altındaydı. Aslında gündemde Van Gölündeki Akdamar kilisesindeki ayin vardı. 95 yıl sonra bu kilisede yapılan ilk ayin olarak verildi. Bu ayin Türkiye’de hep gizli kalmış bir konunun ortaya çıkmasına vesile oldu ve demokratikleşmenin sonucu olarak, şimdiye kadar kimliklerini gizlemek zorunda kalmış olan Ermenilerin tekrar asıl kimliklerine dönmesi olarak değerlendirildi. Gerçek böyle miydi yoksa farklı bir boyut mu vardı? Bu arada Türkiye Ermenileri Patrikliği Patrik Genel Vekili Sayın Aram Ateşyan’ın Müslüman olan yeğenlerinin 4 ay önce nüfus cüzdanlarına Hıristiyan yazdırdıkları yer almaktaydı bu haberde. Bu kimselerin bölgede ‘Müslüman Kürt’ olarak bilindiği de eklenmişti. Öte yandan ‘dışarıda Müslüman ama aile içinde Ermeniydik’ dedikleri de yer aldı. Bu şekilde son bir yıldır önemli şekilde asıl kimliklerine dönmeler olduğu vurgulandı.

2007 yılında Kayseri’de Avşarlar Sempozyumunda bir konuşma yapmıştım. Bu konuşmamda, ‘Kendisini Kürt ve hatta Kürt Alevi gösteren Ermeni dönmeleri’nden bahsetmiştim. Yer yerinden oynamıştı ve benim kafatasçılığım dahil, söylenmedik söz ve hakaret kalmamıştı. Konu öylesine sunulmuş ve çarpıtılmıştı ki, yargısız infaza uğramıştım. Halbuki gerek Türkiye’deki Ermeni soykırımını savunanlar, gerekse diaspora, Anadolu’da yaşayan Ermeniler nerede diye sormaktaydılar. Sözlerimde ne Kürtlere, ne de Alevi vatandaşlarımıza hakaret vardı. Ben, bir bilim adamı olarak nerede olduklarını belgeyle açıklamıştım. O zamanki söylediklerimin tümü Amerikan arşiv belgelerine dayanmaktaydı ve hatta isim ve köy adlarına kadar bilgi bulunmaktaydı. Arşiv belgesi Ermeni asıllı görevliler tarafından hazırlanmıştı ve raporun adı da ‘Ermeni Kürtleri’ ismini taşımaktaydı. Bu belgede hangi Ermeni cemaatinin hangi Kürt aşireti ismini aldığı, bunların bulundukları yerler ile alt birimleri ve oturdukları köylere kadar her şey kaydedilmişti. Ama bana bu bilgileri nereden aldığım hiç sorulmadı. Sadece neden konuştuğum ve bunu açıklamakla ırkçılık yaptığım suçlamalarında bulunuldu. Bugün ne oldu da beni darağacına çektikleri bir konuda rahatça herkes binlerce Ermeni’nin bu şekilde Müslüman kisvesi altında olduğunu söyleyebilmekteler. ‘Mahalle baskısından kurtuldukları’ iddiası tamamen safsata.Çünkü o tarihte beni o bölgeden arayan vatandaşlarımız bunların hepsini bildiklerini ifade etmişlerdi ve gerçekten de başta Patrik Hazretleri olmak üzere herkes kimlerin ve hangi köylerin bu şekilde ‘kripto Ermeni’ olduğunu bilmekteydi. Hatta 1977 yılından beri misyonerlerin bu türden Ermenileri tespit etme gayreti içinde olduğu, toprağı bol olsun Hrant Dink tarafından da dile getirilmişti. Benim tespitim bugün en azından 500 bin Ermeni’nin bu şekilde bulunduğudur.

Ermeni olmak ne suçtur ne aşağılanacak bir durumdur. Türkiye’de bugün Ermeni asıllı vatandaşlarımız bulunmaktadır ve birçoğu ile de yakın ilişkilerimiz mevcuttur. Bence asıl Ermeni vatandaşlarımızın çektikleri sıkıntı, bu şekilde kendini gizleyen Ermeni asıllı olanlarla, soykırım safsatasını ortaya atanlardır. Tarihte hoş olmayan birçok olay olmuştur. Fakat hiçbirinin bu kadar uzun süre ve kangren haline geldiği görülmemiştir. Konunun kişiselleştirilmesi kimler tarafından yapılmıştır; bunun iyi değerlendirilmesi gerekir. Nitekim hatırlanacağı üzere ben kişiler üzerinden hareket etmemiştim ve bu şekildeki kişilerin kendilerinin açıklama yapmasının doğru olacağı kanaatindeydim. Halen de aynı düşünceyi taşıyorum. Ancak Türkiye’de meydana gelen bir takım olayların iyi anlaşılabilmesi için de bu konunun açıklığa kavuşması gerektiğini düşünüyorum. Ama maalesef son zamanlarda Türkiye bir etnisite cenneti haline getirildi. Bence asıl ırkçılık bu şekilde ülke insanlarının farklılaşmasına zemin hazırlamaktır. Şimdiki ortam Türkiye’nin yakın bir gelecekte tamamen ayrışmasına yol açacak bir biçimde gelişmektedir. Bu son durum da, üstü örtülü olarak Ermenilere emlak vermek ve bir yerde tazminata zemin hazırlamaktır.

Gerçekte ise bu olay tamamen aydınlandığında, Ermeni soykırım iddialarının ne kadar yersiz olduğu kesinlikle ortaya çıkacaktır. Türkiye, terör meselesinde ve ayrılıkçı Kürt konusunda ciddi merhaleler kazanacaktır. Hatta ülkemizde öz be öz Türkmen olan Alevi vatandaşlarımız üzerinde oynanan oyunlar ortaya çıkacaktır. Tabii bütün mesele, bu konuyla korkmadan yüzleşebilmek veya bunu bilmek isteyip, istemediğimizdir. Tıpkı bu günlerde Akdamar Kilisesi’nin haçının yerine takılması taleplerinde, gerçek haçın Alman arşiv belgelerinde yer aldığı üzere, 1907 yılında Ermenistan tarafından gelen Michellian çetesinin, kiliseyi yağmaladıktan sonra haçını da çıkarıp eşine hediye götürmesini bilmek isteyip, istemediğimiz gibi. Yoksa biz çevremizde binlerce Ermeni asıllıların olduğunu çok iyi bilenlerdeniz.”

--------------------------
Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun açıklamaları ortalığı kasıp kavurdu. Sırada yeni tezler var. Halaçoğlu'nu doğrulayan Prof. Salim Cöhce, "Türkiye'de Araplaşan binlerce Ermeni var." diyor. Türkiye günlerdir garip bir 'etnik' tartışmanın içinde. Üç beş gün sonra sabun köpüğü gibi sona erecek bir tartışmaya da benzemiyor bu; muhtemelen önümüzdeki dönemlerde yepyeni tartışmaları da beraberinde getireceğinin sinyallerini veriyor. Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun Kayseri'de bir sempozyumda yaptığı konuşma bütün bu tartışmaları başlatan kıvılcım oldu. 

Prof. Halaçoğlu, tartışmalara yol açan şu sözleri sarf etmişti Kayseri'de: "Müslümanlığı kabul etmiş ve kendisini Türk olarak kabul etmiş insanlar gelip Anadolu'ya yerleşmiştir. Dolayısıyla bunları bir mozaik olarak kabul etmek, farkına varmadan ülke içerisinde de birtakım gruplaşmalara neden olmaktadır. Bu konuda özellikle siyasetçilerin çok dikkatli olması gerekir. Araştırmalarımızda Kürt diye bildiğimiz insanların aslında yapısal olarak 'Türkmen asıllı' olduğunu, 'Kürt-Alevi' olarak bilinen vatandaşların ise 'Ermeni kökenli' olduğunu gördük. Ülkeyi bölmeye çalışan TİKKO ve PKK terör örgütlerinin içinde yer alan insanların birçoğu Ermeni dönmesi Kürtlerden oluşuyor. TİKKO ve PKK hareketi bizim bildiğimiz gibi Kürt hareketi değildir." 


AKSİYON GÜNDEME GETİRMİŞTİ


Halaçoğlu'na en büyük tepki Alevi ve Kürtlerden geldi; daha sonra bazı aydınlardan… Bunun üzerine ikinci bir açıklama yapma gereğini duydu TTK Başkanı: "Bütün Kürtler Türkmen'dir ya da bütün Alevi Kürtler, Ermeni kökenlidir demedim. Bu oran Kürtlerin yüzde 30'u kadardır… 1915'te sürülmemek için Müslümanlığa geçen Ermenilerin sayısı 1920'lerde 100 bin kadardı... 1936-37 yıllarında ise devlet bu kişileri ev ev tespit etmişti. Listeler elimde. Devlet isterse açıklarım…"

Bu 'resmî' ifadelerle birlikte, öteden beri söylenen; ancak pek dillendirilmeyen "içimizdeki Ermenilerin" varlığı da 'resmen' deşifre edilmiş oldu. Zaten tartışmalar da daha çok bu noktaya kilitlendi. Kürt-Alevilerin önemli bir kısmının "Ermeni dönmeler" olduğunun söylenmesi de önemli bir husus. Aslında Aksiyon dergisi bu konuyu daha önce gündeme getirmiş, sesiz bir tartışmanın ve bir sorgulamanın başlamasına öncülük etmişti. Dergimizin 577. sayısına kapak olan "Anneannem bir Ermeniydi" ve 634. sayıdaki " Cinayet Kripto Ermeniler için milat" haberleri önemli bir kaynak olarak kayıtlara geçmişti. Ermeni gazeteci Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra Aksiyon'a konuşan İnönü Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Salim Cöhce, Halaçoğlu'nun yeni gündeme getirdiği konuyu o tarihlerde şöyle özetliyordu: "Türkiye'de kendini gizleyen 80 ila 100 bin civarında Ermeni var… Ermeniler daha çok Kürt ve Alevilerin içinde gizlendiler." 


AMERİKALILAR DA DOĞRULUYOR 


Prof. Dr. Salim Cöhce bu kez başka bir tezi gündeme getiriyor: Türkiye'de Araplaşan binlerce Ermeni var." Prof. Cöhce, "Yusuf Halaçoğlu'nun söyledikleri doğrudur ve yeni bir şey değildir. Bilinen; ancak kimsenin açıklamadığı şeylerdir." diye başlıyor söze. Bu konuda kendilerinin artık birtakım "yeni açıklamalar" yapması gereğine işaret eden Cöhce şöyle konuşuyor: "Kripto Ermenilerle ilgili yıllardır sürdürğümüz çalışmalarda bu konuları daha önce gündeme getirmiştik. Bunlar bizim uydurduklarımız değil. O tarihlerde Amerikalı temsilcilerin kayıtlarında da bunlar var. Erzurum'da 500 bin Ermeni'yi Kürtler sakladı. Aynı şekilde Tunceli'de 50 bin Ermeni yine buradaki Aleviler tarafından saklandı. Kürt Aleviler bunlardır. Varto ve Hınıs'ta da aynı durum olmuştur. Birçok yerde bu var. 1841-1863 tarihleri arasında Amerikan misyonerlerin yaptığı araştırmalar var. Etnik ve dinî kökene dayalı bir çalışma bu. Burada kim kimdir, nedir tespit ediliyor. Hatta Amerikalılar bu amaçla Atatürk Üniversitesi'nin Van'da kurulmasını istiyorlar. Daha rahat araştırmalar yapmak için. Ancak Demokrat Parti üniversitenin Erzurum'da kurulmasını sağlıyor." 

Sadece Ermenilerin Kürt-Alevi olmadığını veyahut Kürtleşmediğini vurguluyor Prof. Dr. Salim Cöhce: "Binlerce Ermeni aynı zamanda Araplaştı. Siirt, Hatay, Urfa, Mardin gibi yerlerde yaşayanlar, kendilerini Arap kimliği içinde gizlediler. Bunlar bugün Arapça konuşuyor ve kendilerini dışarıya Arap olarak gösteriyor. Tehcire Gregoryan Ermenileri tâbi oldu. Protestan ve Katolik Ermeniler bundan çok az etkilendi." Prof. Cöhce, Araplaşan Ermenilerle birlikte "Süryanileşen Ermenilerin" de olduğunu sözlerine ekliyor.


TERÖR ÖRGÜTLERİNDEKİ GİZLİ ERMENİLER


TTK Başkanı Prof. Halaçoğlu'nun dikkat çektiği diğer bir nokta ise TİKKO ve PKK terör örgütlerinin içinde yer alanların birçoğunun "Ermeni dönmesi Kürtler" olduğuydu. Tartışma, bu sözler üzerine daha da alevlendi. Peki Halaçoğlu haklı mıydı? 

Türkiye'nin terör tarihinde gizli veya Kripto Ermenilerin olduğu, terör örgütlerinde de Türkiye karşıtı Ermenilere büyük sempati duyulduğu bir gerçek. Bölücü Ermeniler en fazla PKK içerisinde yer aldı. İmralı'da tutuklu bulunan teröristbaşı Abdullah Öcalan, ikinci kez devlet başkanı seçilmesi sonrasında Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan'a 10 Nisan 1998'de gönderdiği mektupta, 1915 tehcirini soykırım olarak tanıdıklarını bildiriyordu. Öcalan'a göre Ermeni soykırımı, Hitler'in Yahudi soykırımı için de önayak olmuştu. Aynı şekilde PKK'ya yakınlığıyla bilinen Avrupa'daki sözde "Kürdistan Parlamentosu" da Nisan 1997'de aldığı bir kararla Ermeni tehcirini "soykırım" olarak tanımıştı. Kararda ilginç bir şekilde, Hamidiye Alayları ile korucu sistemi arasında bağlantı kurulup, günümüzde de Kürtler ve Aleviler'e yönelik "soykırım" yürütüldüğü iddia edilmişti. 

PKK içerisinde yer alan "Ermeni dönmeler" ve "gizli Ermeniler" ile örgüt arasında sıkı bağ bulunuyor. PKK Başkanlık Konseyi üyesi Nuriye Kespir, Merkez Komite üyeleri Bekir Bakırcıoğlu ve Musa Haciyav'ın da sözü edilen Ermenilerden olduğu biliniyor.


ÖCALAN-TİKKO-ASALA BAĞLANTISI


TİKKO'daki Ermeniler ile PKK arasındaki bağlantı, karşılıklı menfaat ilişkisine dayanıyor. Ermeniler terör örgütü mensuplarına yardım ettiği gibi, militanlar da Ermenilere yardım ediyor. Bu anlamda bir dönem faaliyette olan ASALA ile PKK ilişkisi bir tesadüf değil. Adapazarı'nda öldürülen uyuşturucu kaçakçısı Behçet Cantürk, ASALA konusunda ön plana çıkan bir isim. Diyarbakır Lice nüfusuna kayıtlı Cantürk'ün annesi, Hatun Demirciyan isimli bir Ermeni. Cantürk'ün yasadışı yollardan elde ettiği paraları önce ASALA, sonra PKK'ya aktardığı, PKK'nın kaçırdığı uyuşturucuyu dünya piyasalarına pazarladığı ileri sürülmüştü. Abdullah Öcalan İmaralı'da görülen duruşmasında ASALA ile 1980'lerde birlikte hareket ettiklerini ve toplantı düzenliklerini aktarıyor. Amerika'da yayımlanan Armenian Struggle dergisinde 1985'te çıkan bir makalede de ASALA yandaşlarının şu ifadelerine yer veriliyor: "Türk askerlerine karşı Kürt kardeşlerimizle omuz omuza verdiğimiz mücadelede bir üst düzey militanımızla 22 savaşçımızı yitirdik. Kürt kardeşlerimizle beraber silahlı mücadelemiz sonuna kadar devam edecektir. Şimdilik toparlanmak için daha geri mevzilere çekileceğiz; ancak bir süre sonra Kürt savaşçılarla eylemlerimizi Anadolu'nun içine kadar taşıyacağız. Bundan kimsenin şüphesi olmasın." 


SOL TERÖR İÇİNDEKİ KRİPTO ERMENİLER


Tıpkı PKK'da olduğu gibi birçok sol örgütte de lider seviyesinde Ermeniler var. Türkiye Komünist Partisi-Marksist/Leninist (TKP/ML)'nin askerî kanadı olarak ortaya çıkan terör örgütü TİKKO'da çok sayıda Ermeni'nin varlığı dikkat çekiyor. Ermeni-Hıristiyan Garbis Altınoğlu, TKP/ML örgütünün teorisyenliğini ve genel sekreterliğini yaptı. TİKKO'ya yakın internet sitelerinde hâlâ yazıları yayımlanıyor. 1946 doğumlu Garbis Altınoğlu, Boğaziçi Üniversitesi İş İdaresi Bölümü mezunu. Babası Ohannes Altınoğlu da 1957'de Amasya 1. Asliye Hukuk Mahkemesi kararı ile İslam olan dinini Hıristiyan olarak değiştirmiş. 

Ermeni asıllı bir diğer TİKKO mensubu ise Orhan Bakır (Armanek Bakırcıyan) idi. Bakırcıyan, 12 Eylül öncesi İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde okurken arkadaşı Hrant Dink ile birlikte Surp Haç Lisesi'nde belletmen olarak görev yapıyordu. Bakırcıyan daha sonra Hrant ve arkadaşı Stefan ile sol örgütlere katılma kararı aldı. Ancak Ermeni oluşları işlerini zorlaştırmasın diye Hırant, Fırat; Stefan, Murat; Armanek ise Orhan adını aldı. Dağa çıkan ve sonraki yıllarda Ali Ağa koduyla Tunceli ve civarında terör estiren Armanek, nam-ı diğer Orhan, o bölgedeki gizli Ermenilerle temas kurmayı başardı. 1978'de askerî bir operasyon sırasında öldürüldü. 1988'de İzmit yakınlarında bir TİKKO evini basan güvenlik güçleri, Ermeni asıllı Türk vatandaşı Manvel Demir'i yaralamış; ancak Manvel kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetmişti. Demir, Ömer kod adıyla TKP/ML'nin İstanbul İl Sekreterliği görevini yürüttü. TİKKO'nun Zeytinburnu sorumlusu Aziz Demirel de Ermeni asıllı idi. 


KÜRT İSYANLARINDA DA VARLAR


Ermeniler ile isyancı Kürtlerin ilişkisi bazı bölgelerde belirgin olarak ortaya çıkıyor. Tunceli, Hozat, Ovacık, Çemişgezek, Mazgirt, Pülümür, Elazığ, Tercan, Dicle, Erzincan ve Sivas bu yerleşim yerlerinin başında geliyor. Bunda tehcir sırasında yaklaşık 20 bin kadar Ermeni'nin, Alevi ve Alevi Kürtlerin yaşadığı sarp dağlarla çevrili Dersim aşiretlerine sığınması etkili oldu. Buradaki Ermeniler daha sonra civara yayılarak biraz da intikam hissiyle Kürt isyanlarında aktif görev aldı. Dersim İsyanı'nın başlamasına bir Ermeni start verdi. Ermenilerin isyancı Kürtlerle bağlantısı günümüzde hâlâ birçok noktada esrarını koruyan Ağrı ve Dersim isyanlarında belirgin şekilde karşımıza çıkıyor. Ağrı isyanı için Ermeni Taşnak örgütünün bir temsilcisinin Ağrı'ya geldiği biliniyor. Zilan Kürtleri arasında iyi tanındığı için "Ermeni Zilan" lakabını alan Ardeşir Muradyan, isyanın silahlı kanadı komutanları arasında yer alır. 1937'de Dersim isyanının fitilini de Kahmut Köprüsü'nü yakan Ermeni asıllı Demirci Mustafa ateşler. Demirci Mustafa Ateş, 1993'te 84 yaşındayken asıl dini olan Hıristiyanlığa döner. Tunceli merkez nüfusuna kayıtlı Mustafa Ateş 1979'da ismini Marcelo, dinini de Hıristiyanlık olarak değiştirir; ancak 1992'de tekrar İslamiyet'e geçer. 


BAZI İLLERDEKİ KRİPTO ERMENİLER


Şehir Kripto Ermeni sayısı ve 'resmî' durumu

Diyarbakır Bin aile (Kürt, Süryani ve Alevi)

Malatya 3 bin 655 aile (Kürt-Alevi)

Kayseri 5 bin aile (Türk)

Elazığ Bin aile (Kürt, Alevi)

Van 4 bin aile (Kürt)

Tunceli 2 bin aile (Kürt-Alevi)

Şanlıurfa 3 bin 500 aile (Kürt, Arap)

Siirt 1200 aile (Arap, Kürt-küçük bir kısmı)

Hatay 1100 aile (Arap)

Bitlis 200 aile (Kürt)

Erzurum 3 bin aile (Kürt, Alevi, Türk-küçük bir kısmı)

Erzincan 1300 aile (Alevi, Kürt)

Sivas 2 bin aile (Kürt, Alevi)

Mardin 1500 aile (Arap) 

K.Maraş 3 bin aile (Kürt, Alevi) 

Adıyaman 1600 aile (Kürt) 

Adana 2 bin aile (Kürt, Arap, Alevi) 

* Bu veriler değişik kuruluş ve araştırmacıların devam eden çalışmalarından alınmıştır. Sayılar, tespit durumuna göre değişime açıktır.

KÜRT YAZAR ÜMİT FIRAT: ERMENİLEŞEN KÜRTLER DE VAR 


"Profesör Halaçoğlu'nun açıklamaları Türk Tarih Kurumu tezinin ve Güneş Dil Teorisi'nin iflası anlamını da taşıyor. Bu teze göre herkes Türk soyundan geliyordu. Afet İnan gibilerin çalışmaları artık rafa kaldırılıyor. Halaçoğlu'nun söylediği Ermenilerin, Kürt Alevi olması, Kürtleşmesi doğaldır ve doğrudur. Kendilerini kurtarmak için öyle göstermişler ve zamanla benimsemişler. Tersi bir durum söz konusu; Kürtlerin bazıları da Ermeni olmuştur. Batı'da da değişenler oldu. Türkiye'de herkesin dosyası vardır. Bu bilgiler devletin elinde. Ama bazıları aleyhte kullanıyor. Bu doğru bir çıkarım değil. Devlet kimin ne olduğunu çok iyi biliyor. Alparslan Türkeş için Van'dan göçen bir Ermeni ailesinin çocuğu dediler. Siyasette bu kullanıldı. Başkaları için de çok yakıştırmalar oldu. Çevremizde yakın akrabamızda geçmişte Ermeni genç kızlarla evlenenler oldu. Kızlar Müslüman olmak zorundaydı. Bu Ermeniler Ermeni olduklarını gizlediler. Ancak ortam yumuşayınca özlerine sahip çıktılar. Benim babaannem, anneannem bir Ermeniymiş demeye başladılar. Ben Kığlılıyım (Bingöl) demeye çekiniyordum. Benim mensup olduğum Kığlı ilçesi ve onun çevresindeki yerleşim yerlerinde pek çok ailede Ermeni gelinler vardır. Benim kuzenimin de anneannesi Ermeniydi


.http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24811724.asp

***

TÜRKİYEDE SEÇİM BARAJI SORUNU,

TÜRKİYEDE SEÇİM BARAJI SORUNU,



Roza İZGÖREN
27 Şubat 2015 Cuma
Türkiye'de Seçim Barajı Sorunu



GİRİŞ

    Seçim, kendilerine temsil yetkisi veya bir vekalet verilecek, kanuni şartlara uygun kişilerin, bir kısım veya bütün vatandaşlar tarafından tercih ve tespit edilmesidir. Demokratik ülkelerde çeşitli seçim sistemleri, değişik usullerle uygulanmaktadır.
    Siyaset bilimine göre devlet ve hükümetin otoritesi yönettikleri insanların ona rıza göstermesi ile ortaya çıkar ve bu durumu somutlaştırmanın temel yolu da seçimdir. Bütün dünyada genel kabul gören yaklaşımlar uyarınca tüm seçimler adil ve özgür bir ortamda yapılmalıdır.

SEÇİM SİSTEMLERİ

    Demokrasilerde iktidara giden yolun rotası demek olan seçim sistemlerinin birbirini geniş ölçüde kapsayan fakat bazı noktalarda birbirinden ayrışan çeşitli tanımları vardır. Bir tanıma göre seçim sistemi, vatandaşların oylarının temsilcilerin sandalyelerine çevrilme mekanizmasıdır.
    Hemen herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir görüş olarak belirtirsek:Anayasa hareketinin başlangıç tarihi olan 1876.dan çok partili sisteme geçiş tarihi olan 1946.ya kadar uygulanmış olan seçimlerin hepsi modern anlamda demokratik bir nitelik taşımamaktadır.
     Bu anlamıyla ifade etmeye çalıştığımız çok partili dönem sonrasıdır.
Bugüne kadar ülkemizde ve diğer demokratik ülkelerde uygulanan seçim sistemlerini üç başlık
altında sınıflandırabiliriz.

1· Çoğunluk esasına dayanan sistemler 
2- Nispi temsil esasına dayanan sistemler 
3- Karma sistemler.

    Çoğunluk esasına dayanan seçim sistemleri adından da anlaşılacağı üzere bir seçim bölgesinde seçilecek adaylardan en çok oyu alan adayın seçilmesidir. 
    Bu sistemin uygulanmasında farklı yöntemler vardır. 
     Bugün Türkiye’de uygulanan seçim sistemi  Nispi (oransal) Temsil Sistemi olarak isimlendirilir. Bu sistemde, bir seçim bölgesinde birden çok milletvekili seçilebilmektedir. Bu seçim sisteminde de birden çok yöntem uygulandığı görülmektedir.
     Nispi Temsil siteminin bir türü olan “Liste Sistemi”nde, milletvekilleri, partilerin gösterdiği listeden, sırasıyla, aldıkları oy oranlarına göre seçilmektedir.Ancak ülke genelindeki baraj yüzdesine takılan partiler milletvekili çıkaramamaktadır.
     Yalnızca Türkiye’de değil, seçimlerin uygulandığı her ülkede mevcut sistemi eleştiren, ülke yapısına daha uygun! bir seçim sistemini öneren kesimler bulunmaktadır. Ülkemizde de farklı sistemlerin uygulandığı her dönemde yeni bir sisteme geçilmesinin gerekliliğinden söz edilmiş ve bunun için çalışmalarda bulunulmuştur. Bugün de Türkiye’de uygulanan seçim sisteminin iyileştirilmeye ihtiyacı olduğu çeşitli kesimlerce dile getirilmektedir. Sisteme yöneltilen eleştiriler, genel itibariyle Meclis dışı kalan partilerden gelmekle beraber bugün halkın büyük kısmında da sistem ile ilgili birtakım memnuniyetsizlikler vardır

MEVCUT  SİSTEMİN  ELEŞTİRİSİ

   Kullanmakta olduğumuz nispi temsil esasına dayanan ülke barajlı seçim sistemine yönelik eleştirilere geçmeden önce bir örnek olarak Seyfeddin Gürsel ve Erhan Bozdağ’ın hazırlamış oldukları çalışmada belirtilen, sistemin taşıdığı özelliklerin sınıflandırılmasına yer vereceğiz. Buna göre; Seçmenin tek bir oyu bulunmaktadır ve bu oyla ancak birinci tercih ettiği partiyi destekleyebilmektedir. Partiler arası açık ve yasal ittifak olanağı, sistemden dışlanmış durumdadır.
    Partiler seçim çevrelerinde sandalyeler kazansalar bile, parlamentoda temsil edilebilmeleri için ülke genelinde en az %10 oy almaları gerekmektedir.Bu ülke barajını aşan partiler her seçim çevresinde aldıkları oy oranına bağlı olarak o seçim çevresindeki mevcut sandalyeleri diğer partiler paylaşmaktadırlar.
     Uygulanmakta olan ülke barajlı sisteme çeşitli eleştiriler getirilmektedir. Bu eleştiriler bazı noktalarda toplumun çoğunluğu tarafından da benimsenmektedir.Günümüzde uygulanan sisteme yönelik eleştirilerin en önemli ve kapsamlı olanları şu şekildedir: Milletvekili adaylarının genel merkezlerce belirleniyor olması, Milletvekillerinin illere tahsisinde adaletsizliklerin ortaya çıkması, Seçim çevrelerinin çok geniş olması.Seçim barajının %10 gibi yüksek bir oran olması, Biz konumuz gereği seçim barajı üzerinde yoğunlaşıyoruz.

 YÜZDE ON BARAJININ ÖYKÜSÜ

    Günümüzde iktidar partisi dışındaki bütün partiler ve kamuoyunun geniş bir kesimi yüzde 10 barajını eleştiriyor. Peki bundan tam 28 yıl önce bu baraj neden ve nasıl getirildi? Gazeteci Burak Cop’un bu konudaki araştırmasının da yardımıyla açıklamaya çalışalım:
   Seçim sistemindeki yüzde 10 barajı 12 Eylül’ün ürünlerinden biri. Darbe öncesi dönemi teşkil eden 1974-1980 yılları Türkiye’de büyük bir siyasi istikrarsızlığa sahne oldu. Özellikle darbenin tarihi yaklaştıkça ülke adı konulmamış bir iç savaş ortamına sürüklendi. Darbeyi yapan generaller hizmetlerindeki sivillere ülkenin temel siyasi kurumlarını ve kurallar dizgesini tasarlattırırken, darbe öncesi dönemin faturasını kısmen de seçim kanununa kestiler. 
    12 Eylül öncesinde ülkenin adım adım iç savaş ortamına sürüklenmesinde kuşkusuz parlamenter düzeydeki siyasi istikrarsızlığın da payı vardı. CHP 1973 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmış ama tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edememişti. Bir sonraki seçime kadarki yasama döneminin önemli bir kısmında iktidarda, ortak paydası CHP ve sol karşıtlığı olan sağ partilerin koalisyonu yani –kendilerine verdikleri isimle– Milliyetçi Cephe vardı. 
   Milliyetçi Cephe döneminde Türkiye’de siyasal şiddet adım adım arttı. 3 milletvekili olduğu halde hükümete 2 bakan veren MHP’ye bağlı ülkücüler, güvenlik güçlerinin himayesi altında “sokakta” sola karşı harekete geçtiler. 1975 sonlarına kadarki ilk cinayetlerde öldürülenler hep sol görüşlüler olurken, bir noktadan sonra karşılıklı cinayetler aşamasına gelindi.CHP oylarını arttırarak 1977 seçimlerinden de birinci parti olarak çıktı ama gene mecliste yeterli çoğunluğu sağlayamadı. Bu seçimlerden 12 Eylül darbesine kadar geçen dönemde kâh zayıf azınlık hükümetleri kuruldu, kâh kırılgan koalisyonlar iş başına geldi. Bülent Ecevit’in 1978 başında Başbakanlığa gelmesiyle beraber sola karşı Kontrgerilla faaliyetleri arttı ve ülke adı konulmamış bir iç savaş yaşamaya başladı. Yıpranan Ecevit hükümeti yerini 1979 sonunda Süleyman Demirel’in AP’sine bıraktı ve git gide artan cinayet ve katliamlarla 12 Eylül’e gelindi.
  12 Eylül öncesinde uygulanan seçim sistemi barajsız d’Hondt idi(Adını aynı adı taşıyan hukukçudan alır). Bu oldukça adil, partilerin aldıkları oya yakın oranda mecliste temsil edildikleri bir sistemdi. Darbeden bir süre sonra oluşturulan ve tüm üyeleri Milli Güvenlik Konseyi (Kenan Evren ve kuvvet komutanları kendilerine bu ismi verdiler) tarafından ya doğrudan atanan ya da onaylanan Danışma Meclisi’nin önünde, yeni anayasanın yanı sıra, yeni bir seçim kanunu hazırlama görevi de vardı. İşte bu Danışma Meclisi hâlihazırdaki d’Hondt sistemini aldı, ona iki baraj ekledi: İllerin seçmen sayısının milletvekili sayısına bölünmesiyle elde edilen çevre barajı ve yüzde 10 ulusal baraj. 
    Gerek Kenan Evren’in açıklamalarına bakıldığında gerekse Danışma Meclisi’nin tutanakları incelendiğinde, tasarlanan siyasal sistemin “istikrar” adına iki partinin egemenliğinde olmasının tercih edildiği görülüyor (Kenan Evren bu isteğini kamuoyu önünde de açıkça ifade etmişti). Tutanaklara bakıldığında 12 Eylül öncesi dönemin faturasının kısmen MSP ve MHP gibi partilerin meclisteki varlığına kesildiği anlaşılıyor. 
    Gene tutanaklara göre, sisteme bir ulusal baraj eklemenin “bölgesel partiler”in mecliste temsilinin önünü keseceği düşünülmüş. Ancak bu ve benzeri ifadelerle kastedilenin Kürt siyasal hareketi olduğunu düşünmek en azından 1983 yılı için pek mümkün değil. Yüzde 10 barajının Kürt partilerinin önünü kesme işlevi (de) kazanması 1990’lara dair bir gelişme.    Danışma Meclisi’nde yüzde 10 barajını çok yüksek bulan, barajın yüzde 5, 7 veya 8 olmasının daha uygun olacağını belirten üyeler de oldu. Bu doğrultuda bir takım önergeler verildi. Baraja en çok karşı çıkan isim olarak Kamer Genç dikkat çekiyor. Ancak bu üyeler azınlıkta kaldılar ve “meclis” yüzde 10 barajlı sistemi kabul etti, Milli Güvenlik Konseyi de bunu onayladı. 

 ÜLKELERDE  BARAJ  ORANLARI

    TBMM Araştırma Merkezi tarafından "seçim barajı" konusunda yapılan bir araştırmada çarpıcı sonuçlar ortaya çıktı. Araştırmada, Avrupa ülkelerinde nispi temsil sistemini uygulayan ülkelerin çoğunda ihtiyaç duyulan ve uygulanan barajın yüzde 5’i aşmamasına özen gösterildiği görülüyor.
    Araştırmada, yüksek baraj uygulamasına sahip ülkeler olarak Türkiye yüzde 10, Liechtenstein yüzde 8, Rusya Federasyonu ve Gürcistan da yüzde 7 şeklinde sıralandı.Avrupa ülkelerindeki nispi sistemlerde yasal seçim baraj oranları:Avusturya: yüzde 4 ,Belçika: yüzde 5 .Bosna Hersek: Yok.Bulgaristan: Yüzde 4.Çek Cumhuriyeti: Yüzde 5.Estonya:Yüzde 5.Finlandiya:Yok.Hırvatistan:Yüzde 5.Hollanda:binde 67.İrlanda: Yok.İsveç: yüzde 4 İsviçre: Yok.İspanya: yüzde 3.İzlanda: Yok.Letonya: Yüzde 5.Lüksemburg: Yok.Makedonya: Yok.Moldova: Yüzde 6.Norveç: Yüzde 4.Polonya: Yüzde 5.Portekiz: Yok.Romanya: Yüzde 5.Rusya: Yüzde 7.Slovakya: Yüzde 5.Slovenya: Yüzde 4.Türkiye: Yüzde 10.Ukrayna: Yüzde 3.Yunanistan: Yüzde 3.
    Demokrasinin en önemli kutsalı sayılan sandığın meşruiyeti,  seçmen iradesinin adil bir şekilde yansıtılmasına bağlıdır. Siyasi rekabet koşullarının adil olması, farklılıkların temsili ve çoğulculuk, demokratik bir ülkenin en temel değerleridir.  Dolayısıyla, seçim sistemlerinin bu değerleri dikkate alarak tasarlanması gerekir. Bu anlamda, çoğulcu demokrasinin inşası, farklılıkların siyasi sisteme entegre edilmesine bağlıdır. Toplumun ana akımlarının dışında kalan eğilimlerin, temsil olanağı bulması büyük bir önem taşımaktadır. Buradaki temel husus, yönetimde istikrar ile temsilde adalet arasında dengenin nasıl sağlanacağı konusudur.
     Türkiye %10’luk seçim barajı ile dünyada en yüksek seçim barajı uygulayan ülkelerin başında gelmektedir. Batı demokrasilerinde bu denli yüksek seçim barajlarına rastlamak mümkün değildir. Rusya gibi demokrasisi sorunlu olan bir ülkede dahi bu oran %7’dir. Bu bakımdan, darbe zihniyeti ürünü olan yüksek seçim barajı, Türkiye demokrasisi açısından büyük bir sorun teşkil etmektedir. Yüksek seçim barajının temsilde adalet sorunu oluşturduğu, toplumsal farklılıkların temsilini güçleştirdiği ve küçük siyasi partilerin rekabet etme olanağını büyük ölçüde sınırladığı ifade edilmektedir. Türkiye’deki siyasi partiler kanunu, parti içi demokrasi olgusu ve çoğulculuk sorunları dikkate alındığında, seçim barajının demokratik süreçler üzerindeki etkisi daha da artmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’de çoğulcu ve demokratik bir seçim sistemine, yeni bir siyasi partiler yasasına ve parti içi demokrasiyi artıracak bir kısım düzenlemelere ihtiyaç bulunmaktadır.

 SONUÇ

    Türkiye’de 1946’dan günümüze kadar uygulanan farklı seçim sistemleri yukarıda açıklandığı üzere kimi zaman temsilde adaleti sağlamış kimi zaman da istikrarlı tek parti yönetimlerinin başa geçmesini mümkün hale getirmiştir. Bu değişiklikler toplumsal ihtiyaçlara cevap olarak hayata geçirildiği kadar mevcut iktidarların çıkarları gereği de işler hale getirilmiştir. Öyle ki, iki dönem üst üste iktidar olan bir partinin, gelecek seçimlerde yeterli oyu alamayacağını fark edince yaptığı ilk iş seçim sistemini değiştirmek olmuştur. Bugün uygulanmakta olan ülke barajlı seçim sisteminde nispi temsil esasıyla temsilde adalet, %10’luk ülke barajıyla da belirli bir istikrar sağlanmaya çalışılmaktadır. Fakat ülkedeki toplumsal dinamikler nedeniyle %10’luk ülke barajı, mecliste temsil edilmek için oldukça yüksek bir orandır. Bu sebeple de özellikle 2002 seçimlerinde görülen türde aşırı temsil adaletsizliklerine rastlanmaktadır.”2002 milletvekili genel seçimlerinde tek partili hükümet yapısının ortaya çıkmasıyla birlikte %45,3 oranında oy temsil edilmemiş ve parlamentoya yalnızca iki parti girebilmiştir. Benzer şekilde 1995 ve1999 seçimlerinde Meclis dışında kalan %14,0 ve %18,3 oranlarındaki oylara karşın seçimlerden tek partili hükümet çıkmamıştır. Yani istikrar uğruna ağır bir bedel ödendiği halde istenilen sonuç elde edilememiştir.”[1]
    Ülke barajının tamamen kaldırılması tüm görüşlerin temsiliyetini sağlaması açısından belki de en isabetli tutumdur.
    Buna karşılık ağırlıkta bir kesim  tarafından istikrarı sağlamaya yönelik olarak tamamen kaldırılması yerine daha düşük bir seviyede uygulanması önerilmektedir. Bu oranın ne olacağı konusunda da çeşitli görüşler mevcut olmakla beraber, Avrupa’da uygulanan sistemlerde %3 ve %5 civarında olan barajların ülkemizde de bu civarlarda olması gerektiği söylenmektedir. Bu sayede hem çok küçük oy oranına sahip partilerin temsil edilmesi zorlaşacak ve korkulan istikrarsız yönetimler oluşmayacak hem de ülkede az denilmeyecek ölçüde oy alan partilerin temsil edilmesi sağlanarak çoğulcu demokrasi uygulanmış olacaktır.
    Gelinen süreçte başta HDP olmak üzere baraj sorunu yaşayan partiler barajın kaldırılması noktasında birleşmelerine rağmen mevcut iktidar ve muhalefet partileri buna imkan sağlamamaktadır.
    TÜSİAD’ın kapsamlı bir şekilde yaptığı “Seçim Sistemi ve Siyasi Partiler” adlı araştırmasında halka seçim sistemi değişikliği konusunda görüşü sorulduğunda %65’lik bir kesimden ‘’değişiklik konusunun tartışılmasında fayda olduğu’’ cevabı alınmıştır.
    Bugün dünyanın diğer demokratik ülkelerinin çoğunda  baraj ın çok daha aşağılara çekilmiş olması temsiliyete daha çok hakkaniyet tanımıştır. Buna rağmen ülkemizde %10 Baraj  uygulaması devam etmektedir. Yalnız, geçmişteki olumsuz deneyimler yönetimleri ‘’istikrar’’ ilkesini ön planda tutmaya itmektedir. Halbuki, bugün Türkiye’de adaletsiz temsil olgusuyla karşı kaşıya kalan seçmenler siyasi hayata katılımdan vazgeçmekte, sisteme olan inançlarını yitirmekteler. Sözün kısası, Türkiye seçim sisteminin düzeltilmesi gereken noktası, farklı fikirlerin temsiline imkan veren bir yapıda olmamasıdır. Bunun yolu da ülke barajının hiç olmazsa makul bir oranda  daha aşağılara çekilmesinden geçmektedir.
                                                            
[1] TUNCER Erol (2006), Türkiye’de Seçim Uygulamaları / Sorunları Işığında Temsilde Adalet,2006;176

http://minervadergi.blogspot.com.tr/2015/02/turkiyede-secim-baraj-sorunu.html

***