17 Ocak 2018 Çarşamba

IRAK’IN ORTA DOĞU’DAKİ JEOPOLİTİK KONUMUNU VE DÜNYA SİYASAL DÜZLEMİNDEKİ YERİ

IRAK’IN ORTA DOĞU’DAKİ JEOPOLİTİK KONUMUNU VE DÜNYA SİYASAL DÜZLEMİNDEKİ YERİ,


 IRAK’IN ORTA DOĞU’DAKİ JEOPOLİTİK KONUMUNU VE DÜNYA SİYASAL DÜZLEMİNDEKİ YERİ DİKKATE ALINARAK, ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIP ÇIKMAYACAĞININ SENARYOLAR DÂHİLİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ 


Yazan: Dr.Kur.Kd.Alb. Ahmet KÜÇÜKŞAHİN 

1. Irak’ın Tarihi 

Resmî adı “Irak Cumhuriyeti” olan ve Arapça’da “El-cumhuriyetü’l Irakıye” olarak ifade edilen Irak, Türkiye’nin güneyinde bulunan bir Orta 
Doğu ülkesidir. Kuzeyinde Türkiye, doğusunda İran, güneydoğusunda Basra Körfezi ve Kuveyt, güneyinde Suudi Arabistan, batısında Ürdün ve 
Suriye ile çevrilidir. 

Irak, fiziki yapı bakımından genelde dört bölgeye ayrılır. Bunlar; kuzey ve kuzeydoğuyu kaplayan dağlık bölge, bu bölgenin güneyinde 
yer alan Basra Körfezi kıyısındaki bataklıklar, güney ve batıdaki çöllerle sınırlanmış olan Mezopotamya arazisi ve Ürdün–Suudi Arabistan–
Güney Suriye sınırlarına yakın bölgelerden başlayarak komşu ülkelerin içlerine doğru uzanan step ve çöllerdir. Ülkenin en büyük platosu 
kuzeyde bulunan Cezire’dir. Kuzeydeki Zagros Dağları kesimi, Irak’ın en yüksek bölgesidir. Dicle Nehri ve kolları, Fırat Nehri Irak ve 
Mezopotamya’nın hayat kaynağıdır. 

Dünyanın bu bölgesinden tarih boyunca büyük medeniyetler gelip geçmiştir. Milattan önceki devirlerde Sümerler, Akatlar ve Asurlular bu 
topraklarda yaşamışlar ve medeniyetler kurmuşlardır. Bu yöre halkı İslamiyeti, 633-642 yıllarında (1’inci halife Hz. Ebubekir zamanında) 
kabul etmiştir. Mezopotamya'nın en eski ve en önemli şehri olan Bağdat, Emeviler ve Abbasiler devrinde önemli ticaret ve kültür merkezi hâline 
gelmiştir. Abbasiler, bu topraklar üzerinde 750-1258 yıllarında büyük bir İslam devleti kurmuşlar ve Bağdat'ı başkent yaparak istikrarlı bir devir 
sürmüşler ve büyük bir medeniyet yaratmışlardır. Ancak 1258’de Moğol istilasına uğrayan Bağdat tamamen yakılıp yıkılmıştır. Daha sonra 
Akkoyunlular (1444-1467) ve Safeviler (1499-1508) bu topraklara hükmetmişlerse de 1534 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından 
zapt edilerek Türk toprağı hâline getirilmiştir. 384 yıl, bir Osmanlı eyaleti olarak yönetilen bu topraklar, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı 
Devleti’nin yenilmesi üzerine 1918 yılında Osmanlı'dan kopmuştur. 1920 yılında San Remo Konferansı’nda İngiliz mandasına bırakılmıştır. Bu 
topraklarda istikrarlı, devamlı bir devlet kurulamamış gelip geçenin elinde kalmıştır. Denilebilir ki bu topraklarda yaşayan insanlar huzuru 
Osmanlı döneminde görmüşlerdir. Yüzyıllarca Osmanlı toprağı olarak kalan yörede çok miktarda Türk soyundan gelen insan yaşamaktadır. 

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı toprağı olmaktan çıkan bölgede, bir İngiliz ve bir Fransız subay Kahire'de bugünkü Irak 
Devleti’nin sınırlarını çizmişler, "Irak" ismini de İngilizler koymuştur. 

İngiliz mandasındaki Irak 1932 yılında bağımsızlığa kavuşmuş, 1958 yılında da cumhuriyet ilan edilmiştir. 1979-2003 yılları arasında 
Saddam Hüseyin yönetimindeki BAAS partisi tarafından yönetilmiştir. Saddam yönetimindeki Irak 1980-1988 yılları arasında sekiz yıl süre ile 
komşusu İran ile savaşmış, 1990 yılında ise Kuveyt'i işgal etmiştir. ABD’nin önderliğinde 1991 Ocak ve Şubat aylarında gerçekleştirilen 
silahlı operasyonla Saddam Hüseyin, Kuveyt'ten çıkarılmıştır. Birleşmiş Milletler bu olay sebebiyle Irak'a ambargo uygulamaya başlamıştır. 
Bu olayı salt Irak kuvvetlerinin Kuveyt’ten çıkartılması olarak görmekten ziyade, Irak’ın artan jeopolitik değerinin bir sonucu olarak yorumlamamız 
gerekir. Keza, üzerinde yaşadığımız dünyada kaynaklar eşit dağıtılmamıştır. Kaynaklar varlığın, dirliğin ve iriliğin ölçüsüdür. Bu 
sebeple stratejik kaynaklara sahip olmak ülkelerin varlık ya da yokluk sorunu olarak değerlendirilmektedir. 

Dikkat edilirse dünyada çatışma, kriz, vuruşma ya da diplomatik bir lisanla ifade edersek istikrarsızlığın yoğun olarak yaşandığı yöreler; 
aynı zamanda stratejik kaynaklar bakımından da zengin olan bölgelerdir. 

2. Jeopolitik Nedir? 

Jeopolitik, coğrafyanın politikaya verdiği yöndür. Bir başka deyişle, bir ülkenin arz üzerinde işgal ettiği konum dolayısıyla sahip olduğu 
askerî, siyasi ve ekonomik önemidir. Jeopolitik için, siyasi coğrafyanın beşeri değerlerle aktif hâle gelmesidir de diyebiliriz. 

Jeopolitik, geliştirilecek her türden dış ilişkide bilimsel ve vazgeçilmez bir unsur hüviyetindedir. Millî, evrensel ya da bölgesel 
olarak üretilecek her türden politikanın jeopolitik temellere dayandırılması şarttır. Nasıl ki zemini olmayan bir binanın geleceği 
olmazsa, jeopolitik duyarlılığı bulunmayan bir politikanın da geçerliliği olmayacaktır. 

Sosyal bilimlerde stratejik konum (coğrafya) ile toplum arasında yakın bir ilişkinin bulunduğu, çok eski zamanlardan bu yana ileri 
sürülmektedir. Bazı düşünürler, her konumun orada oturan insan topluluklarını "iyi ve fena" kılmak hususunda eşit olmadığını ileri sürerler. 

Diğer yandan tarih; toprakların çölleşmesinin, ormanların yok olmasının, madenlerin tükenmesinin, ticaret yollarının değişmesinin; toplumların 
kaderleri üzerinde hayati derecede önemli değişiklikler meydana getirdiğini yazmaktadır. 

Başarının temeli uygun yer, uygun zaman, uygun kaynak üçlüsü üzerine kuruludur. Bu üç faktör uygun politikalarla birleşince zafer üretir. 
Bu bakımdan bir ülkenin politik yeri ya da stratejik konumu, o ülkeyi emperyalist arzuların hedefi yapar ya da önemsiz kılar. Özetle bir 
ülkenin jeopolitiği ve jeostratejik yeri o ülkenin hem en büyük avantajı hem de başının belası olabilir. 

Örneğin, Türkiye'de bazı entelektüel kişiler zannetmektedir ki ülkede demokrasi, insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğü ve fikir 
özgürlüğünün yeterli olmaması birtakım güçlerin Türkiye aleyhtarı politika izlemelerine neden olmaktadır. Bu tümüyle saf bir anlayıştır. 
Silahsızlanma, İran ve Irak için dayatılırken İsrail için dayatılmamakta, İnsan Hakları Çin ile ilgili bir mesele iken Suudi Arabistan için 
önemsenmemekte, petrol sahibi Kuveytlilere yönelik saldırıların önü büyük ölçüde kesilir iken, petrol sahibi olmayan Boşnaklara karşı yapılan 
saldırılar onları hiç ilgilendirmemektedir. Bugün ABD’nin Irak’a demokrasi götürme söyleminin altında, Irak’ın gittikçe artan jeopolitik 
önemi yatmaktadır. 

Osmanlı Devleti'nin yıkılışından günümüze Orta Doğu’da savaş hiç bitmemiş, sadece savaşan ülkeler ve bölgeler değişmiştir. Orta 
Doğu, dünyanın en jeopolitik ve jeostratejik bölgesidir. Orta Doğu’ya hâkim olan, Kafkasya, Orta Asya ve Anadolu gibi yerleri de kontrol etmiş 
olur. Hatta dünya hâkimiyeti Orta Doğu’dan geçer demek daha doğru olur. 


3. Irak’ın Jeopolitik ve Jeostratejik Önemi 

a. Orta Asya’dan Hazar Denizi güneyini kullanarak batıya doğru yapılan göçler esnasında Mezopotamya bölgesi kullanılmıştır. Göçlerde 
kullanılan güzergahlar; Orta Asya–Hazar güneyi–Yukarı Mezopotamya–Anadolu ile Orta Asya–Hazar güneyi–Aşağı Mezopotamya–Lübnan veya 
Arabistan Yarımadası güzergâhlarıdır. Özellikle Anadolu’ya yapılan göçler esnasında güneyde Irak coğrafyası kullanılmıştır. Zaten Orta 
Doğu coğrafyasında Türklerin yaşadıkları bölgeler ortaya konulduğunda göç yolları ortaya çıkacaktır. Çünkü bu yollar üzerindeki kritik kesimler, 
ya yerleşime elverişli olduğu ve beğenildiği için göç etmekte olan Türkler tarafından iskân bölgesi olarak seçilmiş veya göç yolunun emniyeti 
açısından bir kısım Türkler bu bölgelerde iskân ettirilmiştir. Irak coğrafyasında mevcut olan Türklerin bulunduğu bölgeler ortaya 
konduğunda bu coğrafyanın Orta Asya–Afrika ve Orta Asya–Avrupa göç yolu üzerinde bulunan önemli bir geçiş güzergâhı olduğu görülecektir. 


Kaynak:CIA World Factbook 

b. Türkiye, Irak, Suriye, Ürdün, İsrail ve Arabistan Yarımadası birlikte düşünüldüğünde, bu coğrafya Eski Dünya’nın merkezini 
oluşturmakta, bu konumu ile Afrika kıtasından Orta ve Doğu Asya’ya, Avrupa’dan Orta Asya’ya uzanan kara yollarını üzerinde bulundurduğu 
gibi, Süveyş Kanalı ile Akdeniz’i Hint Okyanusu’na, Türk Boğazları ile de Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan su yollarını üzerinde bulundurmaktadır. 
Sadece Irak ile Türkiye birlikte düşünüldüğünde bu bölge Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları arasında tek geçiş bölgesi durumundadır. Bu açıdan 
bakıldığında oldukça önemli bir jeopolitik konuma sahiptir. 

c. Müslümanlığın doğuş yeri Arabistan Yarımadasıdır. Müslümanların peygamberi de bir Arap’tır. Bu nedenle Müslümanlık başlangıçta özellikle Araplar arasında yayılmış ve bilahare diğer kavimlere doğru yayılmıştır. Bu arada Hz. Muhammet’in ölümünden sonra Müslümanlıkta çeşitli mezhepler türemiştir. Sünni olarak ifade edilen Hanefilik Türkler arasında, Malikilik Mısır, Tunus, Sudan ve bazı Afrika ülkelerinde, Şafiilik Mısır, Doğu Anadolu, Kafkasya, Filipinler, Seylan, Endonezya adalarında ve azınlık hâlinde İran’da, Hambelilik 
(Vehhabiliği aynı sayarsak) Suudi Arabistan’da, Şii olarak ifade edilen Caferilik ise İran’da taraftar bularak yayılmıştır. Bu kapsamda İran nüfusunun % 89’u Şii, % 9’u Sünni, buna karşılık Irak nüfusunun % 57’si Şii, % 43’ü Sünni’dir. Batıya doğru gidildiğinde Suriye halkının % 77’si Sünni, % 11’i Şii, Ürdün halkının % 95’i Sünni, Kuveyt halkının ise % 59,5’i Sünni, % 25,5’i Şii’dir. Görüldüğü üzere Sünnilikten Şiiliğe geçişin yaşandığı ülke Irak’tır. Keza bu farklılık Irak halkı üzerindeki ayrımlardan en büyüğünü oluşturmaktadır. 

ç. Araplar, Arabistan merkez olmak üzere Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da; Farslar, İran coğrafyasında yaşarlar iken Hazar Denizi’nin güney ve doğusunda yaşayan Türklerin bir bölümü batıya doğru göç ederek Anadolu’ya yerleşmişlerdir. Bugün itibariyle Araplar Irak ve batısında, Farslar Irak’ın doğusunda, Türkler ise Hazar denizi güney ve doğusu ile Anadolu’da yaşamaktadırlar. Irak coğrafyası bu üç kavimin orta noktasında bulunmaktadır. Bu bağlamda Irak coğrafyası, bu üç milletin kesişme noktasını veya ayrışma noktasını oluşturmaktadır. 


Kaynak:CIA World Factbook 

d. Irak, dünyada petrolün en ucuz üretildiği bölgedir. Bir varil petrol Meksika Körfezi’nde 13 dolara, Rusya’da 5-10 dolara, Kuzey Denizi’nde 12-16 dolara, ABD’de 20 dolara, Suudi Arabistan’da 1,5 dolara mal olurken; Irak’ta 1 dolara mal olmaktadır. Ayrıca dünya petrol rezervlerinin büyük bölümü (214 milyar tahminî rezerv) de Irak’ta bulunmaktadır. Bu bağlamda Irak’ı petrol coğrafyasının merkezi olarak nitelemek fazla abartılı olmayacaktır. 


Kaynak:CIA World Factbook 

e. Irak coğrafyası Mezopotamya topraklarının büyük bölümünü bünyesinde bulundurmaktadır. Gerek medeniyetler tarihi ve gerekse dinler tarihi açısından Irak’ın özel bir yeri vardır. Sümerler, Akatlar ve Asurlular bu topraklarda yaşamışlar ve medeniyetler kurmuşlardır. Selçuklu ve Osmanlı döneminde de Türklerin ilgisi buradan ayrılmamıştır. Irak; özellikle Mezopotamya, tarihî derinliği olan bir bölgedir. Petrolün varlığının keşfedilmesinden sonra bu bölgeye ilgi duyan ülkeler arasına İngilizler, Almanlar, Fransızlar ve bilahare Amerikalılar da girmişlerdir. 

f. Irak’ı, ABD’nin stratejik müttefiki İsrail ile birlikte düşündüğümüz zaman ayrı bir siyasal önemi vardır. Irak halkı arasında var olduğu ifade edilen Yahudi kökenli vatandaşlar ve de özellikle Kürtler büyük bir önem arz etmektedir. Bunların Irak içerisinde etkin hâle gelmeleriyle birlikte bir Irak-İsrail yakınlaşması sağlanabilir, bu yakınlık İsrail’in kendini bölgede daha güvenli hissetmesi sonucunu doğurabilir. 

g. Genişletilmiş Orta Doğu Projesi açısından baktığımız zaman Irak, projenin tam ortasında yer alan bir konuma sahiptir. Irak’ın, proje kapsamında arzu edilen seviyeye getirilmesi durumunda bu merkez noktadan batıya veya doğuya doğru projenin geliştirilmesi imkânı elde edilmiş olunacaktır. 


Kaynak:CIA World Factbook 

ğ. Kara hâkimiyet teorisyenlerinden Spykman, ileri sürdüğü Kenar Kuşak Teorisi ile dünya adasına hâkimiyetin, merkez bölgesini çeviren, kaynak ve imkânları daha geniş olan kenar kuşağa hâkimiyet ile mümkün olacağını ifade eder. Bu dış kuşak; Avrupa, Türkiye, Irak, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Çin, Kore ve Doğu Sibirya'dır. Dolayısıyla Irak bu teori içerisinde yer bulan ülkelerden birisidir. 

Sonuç olarak, Irak’ın Orta Doğu’daki jeopolitik konumu ve dünya siyasal düzlemindeki yeri dikkate alındığında; ABD’nin, Genişletilmiş Orta Doğu Projesi gerçekleşene kadar, 2003 yılında girdiği Irak’tan çıkmayacağı değerlendirilmektedir. 

KAYNAK ; HARP AKADEMİLERİ DERGİSİ, YIL 2006


***

16 Ocak 2018 Salı

Rice: Türkiye Savaşa Girmesin diye yalvardım,

Rice: Türkiye Savaşa Girmesin diye yalvardım,



Rice: Türkiye için yalvardım

ABD eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, "En yüksek onur" isimli kitabında Türkiye'ye yer verdi.

29.10.2011 - 09:32..

Vatan gazetesinde yer alan habere göre Eski ABD Başkan George Bush'a en yakın isimlerden biri olan Condoleezza Rice'ın önümüzdeki hafta piyasaya çıkacak "En yüksek onur" isimli kitabında Türkiye'yle ilgili çarpıcı detaylar yer aldı.
Rice'ın Türkiye notları:

KÜÇÜK ÇAPTA BİR SAVAŞ ÇIKABİLİRDİ,


Irak'ta şartlar az da olsa düzeldi ama bu kez de sınırda Kürtler ve Türkler arasında yeni bir fırtına koptu. 17 askerin ölümü sonrası Türk meclisinden sınırötesi operasyon tezkeresi geçmişti. Bu, henüz çok genç olan Irak hükümetinin bağımsızlığını tehdit altına alacak tehlikeli ve provaktif bir hareketti. Hatta büyük ihtimalle KDP'nin silahlı kanadı bu tür bir saldırıya karşı koymak isteyeceğinden küçük çapta bir savaş olasılığı bile vardı.

TÜRKLER HAKLIYDI AMA SÖYLEMEDİM,


Bu son PKK saldırısı sonrası Türkiye'nin "kontrol altına alınıp alınamayacağından" emin değildim. Başbakan Recep Erdoğan'ı arayarak operasyonu ertelemesini istedim ve ABD'nin müttefik Kürtlere baskı yaparak militanlara karşı harekete geçirmeye çalışacağına dair söz verdim. Mesud Barzani'yi aradım ve zamanın bitmek üzere olduğunu söyledim. Ya harekete geçmesini ya da Türklerin bu işi yapacağını söyledim. Bence Türkler haklıydı. Basına bu konuşmayı aktardım ama Türklerin haklı olduğu bölümü atlayarak...

PKK'YI ORTAK DÜŞMAN İLAN ETTİM,


Ankara'yı yatıştırmak gerektiğine inanıyordum ama Erdoğan'a K. Irak işgali için neden vermek istemiyordum. Ankara'ya indiğimde halkın kızgınlığı açıktı. Milliyetçi pankartlar her yerdeydi. Genç Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile basın toplantısında ABD'nin tüm gücüyle PKK'yı çökertme girişimlerini destekleyeceğini ve PKK'nın ortak düşman olduğunu açıkladım. Ali'nin, PKK terörünü ABD'nin Irak'ı işgaline bağladığını farkedince şaşırdım ve kibarca Türkiye'nin PKK terörü ile yıllardır savaştığını ve bunun 2003'de başlamadığını hatırlattım.

GÜL VE ERDOĞAN ŞİDDET İSTEMİYORDU

Erdoğan ve Gül ile görüşmelerimizde Türklerin şiddet istemediğini ama kamuoyu tepkisiyle buna zorlandıklarını gördüm. Onlar söylemese de Türk ordusunun çatışmayı istediğini anladım. Türkiye ile nazik diplomasimiz Kongre nedeniyle raydan çıkıyordu. Güçlü Ermeni lobisi yıllardır Osmanlı dönemindeki geniş çaplı ölümleri soykırım diye adlandıracak bir yasa için uğraşıyordu. Ölümler 1915'teydi ama Türkiye ilişkilerini etkiliyordu.

TÜRKİYE İÇİN YALVARDIM,


Konuyla ilgili ilk tecrübem 1991'de George Bush için Beyaz Saray'da çalışırken olmuştu. İlk Körfez savaşında çok önemli olan Türkler, Osmanlı zamanındaki olaylarla özdeşleştirilmelerine çok kızmışlardı. 1991'de ve sonra başkanlar ve dışişleri bakanları soykırım tasarılarını durdurdular. Trajik ölümleri kimse reddetmiyordu. Ama buna siyasetçiler değil tarihçiler karar vermeliydi. Türkiye-Irak sınırındaki tansiyonun tam ortasında Temsilciler Meclisi Dışilişkiler Komitesi tasarı lehinde oy kullandı. Meclis Başkanı Pelosi'ye oylamayı meclis gündemine almaması için yalvardım ama "Bir şey yapamam" dedi. Savunma Bakanı Gates ile basına tasarıya karşı olduğumuzu yineledik ve Irak'taki komutanlarımızın Türkiye'deki kritik üsleri kaybetme ihtimalini ifade ettiklerini söyledik.

ABDULLAH GÜL BİR GÜREŞÇİYİ ANDIRIYOR,


Türklere böyle bir oylamayı durdurmaya söz verdik ve nitekim de sonunda durdurduk. Daha da kızdırıcı olan Ermeni hükümetinin dahi bu konuyla fazla ilgilenmemesiydi. Tam tersine, Türkiye ile ilişkileri geliştirmek isteyen Ermenilerin böyle bir tasarıya ihtiyacı yoktu. Güçler ayrılığı ilkesi her zaman ABD'nin çıkarına çalışmadı. Daha sonra Cumhurbaşkanı olacak Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, bir güreşçiyi andıran vücut yapısı ve akıcı ama aksanlı İngilizce'ye sahipti. Her ne kadar yabancı bir meslektaşın kişiliğini göz önünde bulundurarak hareket etmek her zaman için kaçınılması gereken bir durum olsa da Gül ile kimyamız hemen uyuşmuştu.

EŞİNİN BAŞÖRTÜSÜNDEN DOLAYI ELEŞTİRİLMESİNDEN ACI ÇEKİYORDU
Gül, Türkiye'deki kendi siyasi akımlarının da sonunda Almanyadaki Hristiyan Demokratik Birliğe benzer şekilde bir evrim geçireceğini savunuyordu. Gül, "Zaten onlar da artık çok Hristiyan değil" dedi. Eşi başörtüsü taktığı için insanların eleştirmesinden dolayı acı çekiyor gibiydi. Bunun kişisel seçim olarak algılanması gerektiğini söyledi. Ailesinde de başörtülü ve örtüsüz akrabaları olduğunu belirtti. Sonra Kürt azınlık konusuna döndü ve onlara önceki hükümetlerden daha iyi davranarak onların Türk kimliklerini uyandırmak arzusunu belirtti. Herşeye bakıldığında bugüne kadar meslekdaşımda hoşlanmadığım bir yön yoktu. Bugün de aynı görüşlerim hala geçerlidir.

ERDOĞAN OKUMASI ZOR BİR İNSANDIR


Erdoğan okuması biraz daha zor bir insandır. Ağır kırmızı perdelerle karanlığa çalan ve Atatürk'ün resimleriyle donanmış ofisinde otururken Türkiye'nin gerçekten de tam olarak Avrupalı olmadığı düşüncesine anlık olarak kapıldım. Gerçi başbakan, demokrasi ve İslamın bir arada yaşanabileceği konusunda çok doğru şeyler söylemesine rağmen, onun AKP'yi savunması Gül'ünkine nazaran daha politik geldi bana. Konuşmamız 2003'te Türkiye'nin ABD'ye tezkere izni vermemesine geldiğinde ben Başkan Bush'un o olayı geride bıraktığını söyledim. Ortak noktaları çabucak bularak AB konusuna geçtik. ABD'nin bu konuda çok ciddi gayretleri olduğunu ama AB'nin üyesi olmadığını ve yapabileceklerinin bir sınırı olduğunu söyledim.

TÜRKLERİ SEVDİM OLDUKÇA GÜÇLÜ İNSANLAR


Esprili tarafını göstererek "Biz AB üyesi olduğumuzda size de üyelik başvurusu imkanı tanıyacağız" dedi. Ben ayrılırken Erdoğan da Kudüs'e gitmek üzere hazırlanıyordu. Türkiye ziyaretimden oldukça memnun oldum. Türkleri sevdim, oldukça güçlü insanlardı. Türkiye NATO üyesiydi ve AB'ye girmeye çalışıyordu. Ama Avrupalılar 70 milyon Müslümanı entegre edebileceklerine inanmıyorlardı. Birçok Avrupalı Türkiye'nin gerçekten Avrupa'ya ait olmadığını düşünüyordu. Bu yaklaşım Huntington'ın kehanetlerini gerçekleştirecekti. Müslüman Türkiye ve Hristiyan Avrupa'nın arasında fark olduğunda ısrar edecek bir AB'nin büyük bir stratejik hata yaptığına inandım. Ankara'ya Türkiye ile ilişkilerimizi güçlendirmek için gittim.

ORTADOĞU VE AVRUPA ARASINDA TÜRKİYE BİR KÖPRÜ


Türk liderler ülkenin değişen Ortadoğu'nun demokratik değerleri sahiplenen merkezi olabileceklerini ve terörü yenecekleri inancımı kuvvetlendirdiler. Bush ikinci döneminde özgürlüğü dış politikasının merkezine oturtmuştu. Özgürlük gündeminin nesilleri kapsayacak bir iş olacağını biliyorduk. Yine de kısa dönemde bazı somut delillere de ihtiyacımız vardı. Irak'ın geleceği örnek olmak için çok belirsizdi. Türkiye istikrarlı, değişmekte olan, demokrasi ve İslam'ın beraber yaşayabileceğini gösteren delilleri taşıyordu. Coğrafyası ve tarihiyle de Ortadoğu ve Avrupa arasında bir köprü olması nedeniyle de Türkiye önemliydi. "Medeniyetlerin Çatışması'' teziyle evrensel değerler olmadığını savunan Samuel Huntington 11 Eylül'den sonra peygamber gibi görülüyordu.


***

15 Ocak 2018 Pazartesi

Avrupa Birliği Genişleme Süreci ve Sorunlar

Avrupa Birliği Genişleme Süreci ve Sorunlar





GÜNGÖRMÜŞ KONA, 

Gamze and Zeynep Özonur (2006). “EU Borders and the Problem of Enlargement”. ‘Changes and Transformations In The Socio-economic and Political Structure of Turkey Within the EU Negotiations’ başlıklı sempozyum’da sunulan bildiri. Bu sempozyum; Stiftung Zentrum Für Türkeisstudien – Universitat Essen Duisburg ve Dumlupınar Üniversitesi tarafından düzenlenmiştir,
16-18 Mart 2006, Kütahya.

AB SINIRLARI VE GENİŞLEME PROBLEMİ

Özet
Bu çalışmanın amacı, genişlemenin AB için neden bir problem olduğunu incelemek; sınırlarına ulaşırken sosyal, siyasal, mali ve askeri yönden neleri kaybedip neleri kazandığını araştırmak; AB’nin kendi içindeki birliğini, oluşturulmaya çalışılan Avrupalı kimliği özelinde ve genişlemeye etkileri bazında tartışmak; “küreselleşmenin” AB açısından içgüdüsel olup olmadığını sorgulayarak ve kültürel dokusu göz önüne alınarak sınırlarını çizmektir. Bu inceleme esnasında, klasik genişleme metodu ve ilkeleri bütün genişleme dalgaları için ayrı ayrı analiz edilecek; son dalgada neden doğuya yöneldiği ve genişleme politikasını değiştirdiği üzerinde durulacaktır. Sonuç olarak, II. Dünya Savaşı sonrasında; Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nu günümüze getiren bütün anlaşmaların gözden geçirilmek suretiyle Avrupa’nın karakter analizi yapılarak gerçek amaç belirlenmeye ve çelişkileri kullanılarak samimiyet irdelenmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Avrupalı kimliği, kültürel doku, genişleme, küreselleşme.


G İ R İ Ş

İkinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren Avrupa bütünleşmesi günümüze kadar Ortak Pazar’dan tek Pazar’a Ekonomik ve Parasal Birlikten, Siyasal Birliğe ulaşmış görünmektedir. Bu siyasi forma kavuşurken kendi içinde en önemli tartışmaları genişleme ve sonrasında şekil alacak Avrupa Birliği’nin yapısı üzerine olmuş, son genişleme dalgası ise yeni bir tartışmayı beraberinde getirmiştir: Genişlemenin yanı sıra derinleşme.

Avrupa Ekonomik Topluluğu’dan (AET). Avrupa Birliği’ne (AB) gelene kadar bütünleşme hareketinin izlediği yolda yaşanan sıkıntılar, özellikle ekonomik alanda başlayıp daha fazla ve yakın işbirliği gerektiren siyasal alana kayma gereksinimi derinleşme eğilimine sebep olmuştur. Her genişleme dalgası sonunda ise derinleşme devam etmiştir.

Bütünleşme süreci tanımlanırken uluslararası ilişkiler teorileri arasındaki, farklı yaklaşımlar bulunmakla birlikte, yeni yapısalcı yaklaşım ön plana çıkarılmıştır. Zira; bu yaklaşım, devletler arası ilişkileri çatışmacı olmaktan çok uzlaşmacı ve işbirliği esasına dayalı temellere dayandırmıştır. AB özelinde ise ekonomik alandan başlayan bütünleşme hareketinin, ortak politikalar izlemek suretiyle, başka alanlara da kayacağı (spill-over) üzerinde durulmuştur. Devletler arası ticaretten doğacak barışın sürekliliği öngörülürken; ortak çıkarlara dayalı, egemen devletlerin oluşturacağı bir federal yapı içinde siyasi bir otoritenin kurulması hedeflenmiştir.[1] 

Varolan bugünkü yapı içerisinde hedefe ulaşıldığı söylenebilmekle birlikte ekonomik alandaki başarısını, siyasi ve sosyal alanlara yansıtıp yansıtamayacağı tartışma konusudur. 2004 yılı içerisinde imzalanan Avrupa Anayasası ile siyasal alanda belli sorunların çözüldüğü varsayılsa dahi sosyal anlamda Avrupalı kimliğinin gerçekten varolup olmadığı, bu kimlikten yola çıkarak Avrupalı yurttaşları birlik haline getiren bir devletten bahsedilip, bahsedilemeyeceği, hatta demokrasi açısından meşruluk ölçeği olup olamayacağı ve “birlik” bilincinin kafalardaki ulusal kimliği yok edip edemeyeceği soru(n)larına halen kesin bir yanıt verilememektedir.

Bu çalışma, ekonomik amaçlarla genişleme eğilimi gösteren Avrupa Bütünleşmesi’nin daha çok bu kısmı ile ilgilenmektedir. Kendi içinde varolan çelişkilerin cevabı da bu soruların içerisinde saklıdır. “Birlik” gibi iddialı bir yapı ancak ortak bir bilinç, ortak bir kültür ve oluşturulması muhtemel, ortak bir kimlikten geçmektedir. Kendini Avrupalı hissetmeyen vatandaşların oluşturduğu birlik ekonomik bir işbirliğinden öteye gidemeyeceği gibi, daha evvel bütünleşme iddiasında bulunan imparatorluklar ile aynı akıbeti paylaşacaktır.

Avrupa Birliği ve Oluşum Süreci :

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa, ABD – Rusya arasında bir sınır bölge olarak ve bölgesel düzeyde askeri, ekonomik ve siyasi baskılara maruz kalmış, çözümü hem sosyal hem de bölgesel düzeyde kendisine dönüşte bulmuştur. Bir refah
Devleti yaratılmış, bölgesel uzlaşma öncelikle ekonomik anlamda Avrupalılaşma’da bulunmuştur.[2] Böylece Roma Anlaşması sermayenin, malların, hizmetin ve insanların serbest dolaşımına dayanan bir Avrupa ortaya koymuştur. Bu amaçla 1957’de imzalanan Roma anlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (Ortak Pazar) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) Almanya, İtalya, Fransa ve Benelux devletleri tarafından kurulmuştur.

AET istikrarlı büyüme, uyum, yaşam düzeyinin artması ve ülkeler arası ilişkilerin daha sıkı olması gibi amaçlarla yüklenirken bazı koşullar öne sürülmüştür. Örneğin; üye ülkeler arasında gümrük vergisinin kalkması ve üçüncü ülkelere ortak gümrük vergisi uygulanması, sermaye ve işgücünün, serbest dolaşım veya ortak tarım ve ulaşım politikalarının geliştirilmesi gibi. [3] Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere amaç ekonomik bir birlik kurarak istikrarın ve refahın devamlılığını sağlamak olmuştur.

Aynı anlaşma ile kurulan AAET ise atom enerjisinin barışçı kullanımını geliştirmek için ortak Pazar oluşturmayı hedeflemiştir. Ulusal ölçek yerine, Avrupa ölçeğinde bir nükleer enerji endüstrisi kurmak , güvenlik ve sağlık düzenlemelerini yapmak, nükleer malzeme ve donanım alışverişi için ortak bir Pazar kurmak gibi amaçlar edinmiştir.[4] 

Görüldüğü gibi ortak politikalar geliştirmek suretiyle barışı sağlama amacı güden bu örgütler, ekonomik çerçeveyi ön plana çıkarmaktadır. Oysa; 1951 Paris Anlaşması ile kurulan Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) yeni bir Alman-Fransız çatışmasını önlemek için (özellikle Saarland ve Alsas-Lorain üzerinde) kurulmuş [5], kömür ve çelik sanayilerini birleştirme amacıyla ekonomik çerçeveyi oluştururken nihai hedef olarak dile getirdiği “Avrupa Birleşik Devletleri” [6] fikriyle de siyasi bir çerçeve kazanmıştır.

Bütünleşmenin ekonomik ve siyasi ayağını oluşturan bu örgütler Avrupa açısından “pragmatik” olarak nitelendirilmişlerdir. Zira; her üç örgütün de üyesi olan Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Luxemburg ayrı ayrı kazançlar elde etmişlerdir. Bu yolla Almanya II. Dünya Savaşı ile sarsılan siyasal itibarını yeniden kazanıp, sanayi malları ihracatını artırırken, Fransa da sanayileşmesiyle birlikte tarımsal ürünlerin pazarını genişletmiş, siyasi inisiyatif sahibi olmuştur.[7] Ayrıca Hollanda yük taşımacılığındaki gelişmişliği ile artan ticaretten yararlanmış, İtalya ve Belçika da sanayilerini hızlandıracak şekilde destek almıştır.[8] 

Ekonomik işbirliği ve ticaretin gelişmesi ortak amaçlarıyla serbest ticaret, serbest dolaşım, ortak gümrük birliği yaratmak isteyen bu örgütler, birleşerek, 1 Temmuz 1967’de Avrupa Topluluğu (AT) adını almıştır. Bu dönemden sonra AT dışında kalmak, siyasal açıdan, ülkeleri yalnızlaşma duygusuna ittiğinden genişleme sürecine hız verilmiştir.

Genişlemenin Klasik Metodu ve İlkeleri

AB (AT, 1992 Maastricht Anlaşması ile AB’ne dönüşmüştür) iki ana mantık çerçevesinde gelişmiştir. Derinleşme ve Genişleme. Genişleme, büyüme şartlarına bağlı olduğundan büyüme ile birleşmiştir. Roma Anlaşması kaynaklarını korumak için birleştirmeye, barışı ve özgürlüğü güçlendirmeye ve bu idealleri paylaşan Avrupa
ülkelerini bu birleşime katılmaya çağırmıştır.[9] Dolayısıyla klasik metod birleşme metodudur. İşbirliğine dayanan ve sektörel alanlarda uygulanan politikaları birleştiren, temel olarak ulusaldan, ulus üstü (suprarasyonel) yapıya geçişi öngören bir metoddur.

İlkelerine gelince; her şeyden önce başvuruda bulunan ülke serbest dolaşım ve ortak uygulanacak politikaları (acquıs) tamamen benimsemelidir. Her genişlemede sorunlar artığından, AB yapısal reformlar yerine yeni enstrümanlara ihtiyaç duymakta; bu da derinleşmeyi beraberinde getirmektedir. Uyum bu birlik içinde en önemli ilkelerden biridir. Genişleme AB çıkarları ve iç sorunların çözümü amacıyla yapılmaktadır.[10]

Bu doğrultuda genişleme dalgalarının analizi daha rahat anlaşılacaktır.

Birinci Genişleme Dalgası

Ortak Pazar; AET bünyesinde pek çok krizin yaşanmasına ve üye altı devlet arasında çoğunlukla işbirliği ve uzlaşmanın imkansızlaşmasına, dolayısıyla derinleşme yolunun tıkanmasına neden olmuştur. Özellikle üye ülkelerin kendi aralarında kurucu anlaşma ile belirlenen hedeflere ulaşmak için yasalarını uyumlaştırma zorunluluğu sıkıntı ve krizlere yol açmıştır. Derinleşmenin tıkandığı bu noktada genişleme süreci başlamış, AT içinde farklı gelişme düzeyleri ve sosyo kültürel özellikleri olan ülkeler birleşmiştir.

İlk olarak birliği destekleyici konumundaki İngiltere Şubat 1962’de ilk kez resmen adaylığını koymuş, ancak De Gaule tarafından gelen veto ile topluluğa katılamamıştır. Daha sonra 10 Mayıs 1967’de başvurmuş fakat bir kez daha De Gaule eksenli Fransız vetosu ile karşılaşmıştır. Bu vetoların ardında; “İngiltere’nin aslında Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) truva atı olduğu ve topluma katılımı halinde amacının Avrupa Bütünleşmesini salt bir ticaret bölgesi kapsamında tutmak olacağı”[11] mantığı belirleyici olmuştur. Buna mukabil; Belçika, Hollanda, İtalya ve Luxemburg birlik içinde olası bir Alman–Fransız hegemonyasını dengelemek, Almanya ise ortak Pazar sayesinde İngiltere’ye daha fazla ihracat yapabilmek amacıyla İngiltere’yi desteklemişlerdir.

İlk genişleme dalgası içinde yer alan diğer ülkeler ise Danimarka ve İrlanda’dır. Her ikisi de 11 Mayıs 1967’de resmen başvurmuşlardır. Bu ülkeler için AT üyeliği ticarette İngiltere’ye bağımlılıklarını azaltma ve AT bağlantısı sayesinde diğer ülkeler ile perakende ticareti yapma şansı olarak değerlendirilmiştir.[12] İngiltere, Danimarka ve İrlanda 1 Ocak 1973’de adaylıkları resmen kabul edilmek suretiyle AB üyesi olmuşlardır. Fakat; 21 Temmuz 1967’de başvurduğu halde, halk oylamasından geçerli bir sonuç alamayan Norveç birliğe katılamamıştır.

Güney Genişlemesi

Yunanistan, Portekiz ve İspanya iki farklı dalga ile üçlü bir zincir olarak birliğe üye olmuşlardır. Yeni adaylar, zaten var olan işsizlik, bölgesel eşitsizlik ve bunlara bağlı göç sorunlarını daha da artıracak olmalarına rağmen Avrupa tarihi ve kültürünün bir parçası olmaları ve yeni demokrasiye geçen ülkelerin desteklenme gerekliliği nedeniyle birliğe entegre edilmişlerdir.[13] Bu üç ülkenin beklentileri ise siyasal açıdan demokrasinin gelişmesi, ekonomik açıdan da büyüme olmuştur.

İkinci Genişleme Dalgası

Yunanistan, 1961 yılında serbest ticareti geliştirmek amacıyla Birlik Anlaşması imzalamıştır. Tarife ve Kotaları 12 yılda kaldıracak, üretilen ürünleri ise 22 yılda eleyecektir. Fakat; 1967 yılında gerçekleştirilen askeri darbe sonucunda AB anlaşmayı askıya almıştır. Acquis’e hazırlanması için giriş öncesi süre tavsiye edilmiş, Yunanistan hükümetinin yaptığı lobi sonunda bu tavsiye bir kenara itilmiştir. Yunanistan’ın yarattığı bu durum AB üyelerince “acquis ihlali” olarak nitelendirilmiştir.[14] Güçlü fikir ayrılıkları doğmuş; demokrasinin tehlikeye gireceği gerekçesi ile adaylığı reddedilmiştir. Daha doğrusu üçlü bir zincir oluşturmaları için İspanya ve Portekiz’i beklemesi istenmiştir (Bütünleşmiş Akdeniz Programı).

1975 yılında demokrasiye geçişi sonrasında Yunanistan yeniden AB üyeliğine başvurmuştur. Bu sefer ekonomik değil siyasi nedenler göz önüne alınarak üyeliği 1981 yılında kabul edilmiştir.

Üçüncü Genişleme Dalgası

İspanya ve Portekiz ekonomik koşulları, gelişme dereceleri ve ticaret açıkları gibi pek çok alanda farklılık göstermiştir. Özellikle İspanya, bölgesel dengesizlikler, göç endişesi, balıkçılık, tarım ve sanayi gibi konularda AB açısından en sorunlu üyelerden biri olmuştur. Portekiz ise küçük çaplı bir ekonomiye sahip olması ve AB ile arasındaki dengesizlik gibi nedenlerden ötürü birleşme sırasında yükümlülüklerini yerine getiremeyeceği endişesi doğurmuştur.[15]

Sayılan bütün olumsuzluklara rağmen İspanya’nın ve Portekiz’in 1977’de yaptıkları başvurular 1 Ocak 1986 itibariyle geçerlilik kazanmış, her ikisi de AB üyesi olmuştur.

Maastricht Anlaşması (1992) ve Sonuçları

Maastricht Anlaşması, Kurucu anlaşmalarda revizyon yapan bir anlaşmadır. AT, Avrupa Birliği’ne (AB) dönüşmüş, ortak pazar, serbest işgücü dolaşımı gibi konular gerçekleşmiştir. Coğrafi genişleme Avrupa’nın kendi içindeki doğu-batı ayırımını giderecek şekilde Avrupa geneline yayılırken, siyasal ve sosyal öğeler birlik içi anlaşmalara dahil edilmiştir. Ekonomik açıdan bakıldığında ise 1986’da Tek Senet’in imzalanmasıyla Ekonomik ve Parasal birliğe giden yol açılmış, Maastricht anlaşması ile 1999’a kadar tek paraya geçilmesi karara bağlanmıştır. Bu anlaşma Avrupa içindeki iki kutuplu sistemin de son bulmasını sağlamış, topluluğun dış politika alanındaki yetersizliği göz önüne alınarak Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP) birliğin sütunları[16] arasına katılmıştır.

AB’nin süresiz, bağlayıcı, ulusüstü (supranasyonel) ve sui generis bir hukuk düzeni olarak yeniden tanımlandığı anlaşma Tek Senetle başlayan kimlik değişimi konusunu da hukuki bir zemine oturtmuştur. Siyasi birlik 1990’a kadar Soğuk Savaş’ın belirlediği sınırlar içinde kalındığından oluşturulamamış fakat topluluk ruhu ve bilincinin kaybolacağı endişesi ile Maastricht Anlaşması bir vesile olarak algılanmıştır.[17] Böylece; “Avrupa Vatandaşlığı” kavram olarak belirmeye başlamıştır. 

Kopenhag Kriterleri (1993)

Kopenhag Kriterleri SSCB dağıldıktan sonra Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleri ile başlayan ilişkilerde uyum sağlamak amacı ile belirlenmiştir. Yeni üye olacak ülkelerden, Acquis Communitaries (Topluluk Müktesebatı)[18] ile birlikte, politik, ekonomik ve siyasi bazı özelliklere de sahip olmaları beklenmektedir. Bu özellikler şöyle sıralanabilir:

- Politik Kriterler : Demokrasi, Hukuk devleti, insan hakları, azınlıklara saygı ve bunları koruma güvencesi.

- Ekonomik Kriterler : İşleyen bir Pazar ekonomisinin varlığı, birlik içindeki rekabet ve piyasa güçleri ile başa çıkabilme yeteneği.[19] 

Dördüncü Genişleme Dalgası

Maastricht Anlaşması ve Kopenhag Kriterlerinden sonra dinamizm hedefleyen AB nüfusunu ve yüzölçümünü artırarak uluslar arası bir aktör olarak etkinliğini yoğunlaştırmak istemiştir. Dolayısıyla ilk olarak kriterlere uymakta zorluk çekmeyecek bir ekonomik seviyede olan, üyeliklerinden sonra Birliğe kazandıracakları yüksek standart ile başta güney ülkeleri (Yunanistan,İspanya ve Portekiz) olmak üzere, pek çok devleti bu standartların yakalanması hususunda zorlayacak ülkelere üyelik hakkı tanımıştır.[20] Bu ülkeler: Avusturya, Finlandiya ve İsveç’tir.

Ekonomik olduğu kadar stratejik olarak da Soğuk Savaş boyunca tarafsızlaştırılmış olmaları açısından ağır basan bu üç ülke değişen uluslararası sistemde AB’nin bir aktör olarak etkinlik sağlaması açısından önem taşımıştır. Güven ve refah artırma konusunda diğer ülkelere örnek olmuşlardır. AB ile uyumu çok çabuk yakalamış olmalarının nedeni genel olarak birliğe zengin, gelenekçi ve demokratik ülkelerden oluşan homojen bir grup olarak girmiş olmalarıdır.

Farklı zamanlarda Birliğe başvuran Avusturya, İsveç, Finlandiya alınan olumlu halk oylamaları sonucu 1 Ocak 1995 itibariyle AB üyesi olmuşlardır.[21] Aynı dalga içinde ikinci kez baş vuran Norveç ise yeniden aynı sonuçla karşılaşmış ve olumsuz halk oylaması neticesinde AB üyesi olamamıştır.

Doğu Gelişmesi

1999 Amsterdam Anlaşması ve 2000 Nice Anlaşması; demokratikleşme, şeffaflaşma, halklara ve vatandaşlara yakınlaşma, kendi kimliğini tanımlama gibi siyasi arayışlar ve sosyal bütünleşmenin sorgulanması gibi yenilikler getirmiştir.[22] Siyasi sürece giren AB için “Avrupalı” kimliğini oluşturmak, kavram olarak tanımlamak ve her Avrupalıya bu kimlik altında Avrupalı bilinci aşılamak sadece şeffaflığın sağlanması açısından değil, aynı zamanda demokratik sürecin meşruluğu sorununu gidermek için de önemli bir noktadır.

2001 Laeken Zirvesi ise 2004 yılında kabul edilen Anayasanın taslağını hazırlayarak AB’nin hukuki bir kimlik kazanması, anayasal bir statüye kavuşması ve dış dünyada temsil gücü elde etmesi açılarından önemlidir. AB’nin giderek egemen devletlerin yetkilerini devrettiği federal bir yapıya dönüşmesinde ve beşinci kez genişlemesinde bu anlaşma ve zirveler büyük rollere sahip olmuştur.

Beşinci Genişleme Dalgası

Soğuk Savaşın sona ermesi ile Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri Demir Perde’nin etkisinden kurtularak serbest piyasaya geçmişler, bu da demokratik kurumların yerleşmesine yardımcı olmuştur. 1990’ların başında ortaklık anlaşmaları ile yürütülmesi düşünülen ilişkiler 1997 Luxemburg Zirvesi’nde adaylık başvurularının kabulü düzeyine ulaşmıştır.[23] Fakat; aday devlet sayısının çokluğu, Avrupa Birliği’ni işbirliği genişlemesi ile eş zamanlı olarak üye sayısını, sınırlarını, siyasi yapısını ve uluslararası aktör olarak hedeflerini belirlemeye; diğer bir deyişle Birliği genişlerken derinleşmeye zorlamıştır.[24] Birliğin kurumsal ve yönetsel yapısında da değişiklikler yapılmıştır.

2004’de gerçekleşen kısmın, beşinci genişlemenin birinci dalgası olduğu söylenebilir. Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Letonya, Litvanya, Estonya, Malta, Kıbrıs. İkinci dalga ise 2007 yılında beklenmektedir ve aday ülkeler Bulgaristan ve Romanya’ dır. Bu ülkelerin AB’ne getireceği kazanç-kayıp bilançosu yapıldığında düşündürücü sonuçlar çıkmaktadır.

Bölgede yüksek işsizlik oranı, azalan sosyal bağlılık, artan suç oranları AB’nin planladığından daha fazladır. İşsizlik beraberinde göç sorununu getirecektir, on iki ülkenin girişi ile Birlik nüfusu 115 milyon artacak, ayrıca kişi başına düşen gelir AB ortalamasından düşük olacağından, bölgeler arası farklılık da artacaktır.[25] Ayrıca; demokratikleşme ve serbest piyasaya geçiş sonrası ekonomik ve siyasal elit eş zamanlı bir biçimde yapılanacağından ve sosyal kesimlerin geçmiş özlemi demokrasi üzerinde muhalif bir baskı kuracağından tehlikelidir. Yine de; sağlık harcamaları, eğitim düzeyleri ve örgütlenme eğilimleri AB ile benzerlik göstermektedir.

Bütün bu olumsuz koşulların yanı sıra, yeni katılan üye ülkeler, kültürel olarak da diğer AB üyeleri ile farklılık gösteren bir grup konumundadır. Buradan hareketle; Birlik içinde artan heterojenlik, eski ve yeni üyelerin kaynaşması sorununu da yaratacaktır. Üstelik bu sorun henüz kimliği tam olarak oturmamış, küresel güç olabilmek için, federal bir yapı düşünen (Avrupa Birleşik Devletleri)[26] AB için en önemli sorun olmaya da adaydır.

Öyle ise neden AB, Balkanlar gibi sorunlu bir bölgeyi de içerisinde barındıran bu genişlemeyi gerçekleştirdi? Uluslararası paylaşımda Balkanları (Sovyetler Birliği’nden kalan güç boşluğunu doldurmak) kendi denetimine almak için.[27] Böylece farklılıkların uyumunu da yakalayarak Avrupa Anayasası’nın meşruluğunu demokrasi ile sağlamlaştırdığını da gözler önüne sermek için. Ancak; ulus-devlet bilincini terk etmeye henüz hazır olmayan, küresel düşünmeyen, farklı dinsel motifler taşıyan bir bölgeden bahsedildiği de unutulmamalıdır.

Genel Değerlendirme

AB, AET’ den itibaren işbirliği ve uzlaşmayı ön plana çıkarmıştır. Topluluk içi krizler dinamizm kaybına neden olurken, çözüm genişlemede bulunmuş, bütünleşmenin tıkadığı yerde genişlemiş ve genişleme –özellikle 2004 genişlemesi- beraberinde derinleşmeyi getirmiştir. Amaç; Avrupa kıtasına hakim tek güç olabilmektir. Fakat; hazmedebileceğinden fazla üye sayısı, bütünleşme hızının kaybı ve topluluk ruhunun yitirilmesini de beraberinde getirmektedir. Bu noktada çözüm “Farklılaştırılmış Bütünleşme”[28] olarak belirlenmiştir. Topluluk ruhunu korumuş ancak ciddi farklılıklar nedeni ile üye devletler arasındaki uçurumu giderememiştir.

Burada akıllara şu soru takılmaktadır: Kendi içinde bile farklı olarak nitelendirdiği ülkeler mevcut ise, birlikte yaşama olgusu ve kimliğe ortak bir bilinç kazandırma nasıl mümkün olabilir? Bu sorunun cevabı anahtar kabul edilerek; ilerleyen başlıklarda ekonomik birlik olarak kendini kabul ettiren AB’nin sosyal kökenlerine inilmiş, genişlemenin küreselleşme boyutunda sosyal ve siyasal handikaplarına değinilmiştir.

Küreselleşme ve Avrupalı Kimliği

Küreselleşmeyi ülkeler arası artan bir ticaret akışı ile sermaye yatırımlarının gerçekleştiği bir uluslararası ekonomi olarak yorumlarsak yeni bir kavram olmadığı ortaya çıkacaktır. Tarihte daha yerel düzeyde küreselleşme olguları yaşanmıştır. Ancak; günümüzde çok uluslu şirketler, uluslararası medya, internet gibi kavramlar küreselleşmenin sınırları aştığının bir göstergesidir. Dolayısıyla; ekonomik yönden küreselleşme, paylaşılan sorumluluğun maliyetini düşüreceğinden, ülkelerin çıkarlarına uygun düşmektedir.

Oysa; ulus-devlet şartları düşünüldüğünde, küreselleşme ulusal sınırları aşındıran, devlet otoritesini zayıflatan, devletin toprakları üzerindeki kontrolünü (özellikle kültürel) tehdit eden, homojenleştirme kapasitesini düşüren bir mekanizmadır.[29] İktidar paylaşılmak zorunda bırakıldığından ulus-devlet açısından siyasi yönden tercih edilen bir durum değildir. Fakat; AB yeni bir uluslararası organizasyon tipi olarak ulus-devleti aşan ve onun üzerinde bir devleti değil ancak ulus-devlet çıkarlarını geliştiren ve bağımlılıklarını daha da arttıran özel bir yapı ortaya çıkarmıştır.[30]

Küreselleşme mantığı Liberal ve Sosyal bir sentezi ifade eden Avrupa toplum modeli ile de çatışmaktadır. Ekonomi uluslararası düzeye yükselirken, siyasal ve sosyal yapı ulusal düzeyde kalarak gerilemektedir. Böylelikle, küreselleşme AB üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olmaktadır. Piyasa ile refah devleti modeli arasındaki denge bozulacağından kurallar değişmektedir.[31]

Jakobi, bugünkü küresel piyasanın ekonomi, toplum ve siyaset olmak üzere tüm sosyal sistemi sömürgeleştirdiğini söylemektedir.[32] Hem bölgeler ve ülkeler arasındaki eşitsizlikler artmakta hem de sosyal adaletsizlik büyümektedir, uygulanması gereken sosyal politikalara ise küresel piyasaya uyum ve rekabet zorunluluğu izin vermemektedir.


Uluslararası Toplum Mantığı

Uluslararası toplum tanım olarak, bir devletler toplumu ortak değerlerin ve belli ortak ilgilerin/çıkarların bilincinde ise varolmakta ve bağlılık dürtüsü ile beliren paylaşıma dayanmaktadır.[33] AB açısından bakıldığında sadece uluslararası sınırlarda olan değil, aynı zamanda ortak amaçları, organizasyonu ve yönetim standardını paylaşan üye devletlerin birleşiminden de oluşabilmektedir. Buradan hareketle AB’nin hedefi egemen devletlere dayalı uluslararası bir toplum çağı yaratmak şeklinde düşünülebilir.

Uluslararası toplumun tarihsel olarak ilk belirgin örneği eski Yunanistan’dır (Hellenler). Kendilerini ortak bir ırk, dil, din, yaşam tarzı gibi katı kültürel unsurları paylaşan ve “Barbar” olarak nitelendirdikleri, kendileri gibi olmayan komşularını kendilerinden ayıran bir toplum olarak görmüşlerdir.[34] Barbarlarla politik ilişkilerini sürdürmekle birlikte, kültürel bir bağ kurmamış, etkileşimde bulunmamışlardır.

Başka bir örnek Roma İmparatorluğu’dur. Küreselliğe en yakın imparatorluklardan biri olmuş, diğer toplumlarla ilişkilerini emperyal olarak sürdürmüştür. Bağımsız devletler arasındaki diyalog ve uzlaşma yerini itaat veya isyana bırakmıştır.[35] Sonunda barbarların etkisi ile ikiye bölünmek sureti ile parçalanmış, bu toplumu birbirine bağlayan kültürel unsur olan Hıristiyanlık da iki farklı kimliğe (Latin ve Yunan) bürünmüştür. Avrupa böylelikle, kendi içinde, Avrupalı bir “öteki” yaratmıştır.

Ortaçağ Avrupa açısından kırılma noktaları ile doludur. Zira; elinde kalanları da kaybetmemek için Latin Hıristiyanlığı dini bağnazlaştırarak topluluğu bir arada tutmaya çalışmış fakat Protestan Reformunun etkisi ile çözülmeye başlamıştır. Ardından Rönesans laik bir Avrupa düşüncesi ile doğmuş ve Reform ile zedelenen Hıristiyan kimliğinin yeni umudu olmuştur. Dinsel kurum ve değerlerin yerini bilim ve akla dayalı ulus devletler ile laiklik, hak ve özgürlükler, sanayi devrimi gibi ortak değerler almıştır.[36] Bu normlara dayalı ilk modern, uluslar arası toplum ise Venedik, Floransa, Milan ve Papalık ulus devletlerinin birleşerek oluşturduğu Venedik Cumhuriyeti olmuştur. Fakat bu İtalya devletleri çok küçük, zayıf ve bölünmüş olduklarından çok dayanamamışlardır.

1648 Westphalia ve 1713 Utrecht Anlaşmaları Avrupa’da yeni bir sayfa olarak nitelendirilebilir. Bu anlaşmalardan sonra ortaya çıkan Avrupa devletlerinin hepsi laik olmuşlardır. Din kültürün bir parçası olarak kabul edilmiş, Otuz Yıl Savaşları’nın da gösterdiği gibi Avrupa devletleri arasındaki anlaşmazlığın dini değil siyasi temelli olduğu ve din ile siyaset birbirinden ayrılacak şekilde Avrupa toplumunun oluşması gerekliliği belirmiştir.

Avrupa içindeki birleşmeler tüm bu örneklerin de işaret ettiği gibi ortak düşmana karşı yapılmıştır. 1789 Fransız İhtilali’nin getirdiği milliyetçilik dalgasından sonra Napolyon’un tehlike olarak algılanması ve “Avrupa” düşüncesinin bu doğrultuda oluşturulması da bunu doğrular niteliktedir.[37] Bu oluşum komşuluk kuralları ve sağduyu kuralları ile uluslar arası toplumu korumak adına var edilmiştir.[38]

XX. yüzyıl bir başka örnek olarak çıkarken, XIX. yüzyılda ırkçılık ve emperyalizmle tanımlanan Avrupa düşüncesinden savaşlar ve yükselen milliyetçiliklere yerini bırakmış, evrensel değerler dejenere olmuştur. Öze ve ari ırka dayanarak kutsallaştırılan faşizm Avrupa’yı sarsmış, Avrupa’nın ideallerini dile getirdiğini savunmuştur.[39] Elitize edilmiş bu dışlamacı yapı tıpkı selefi diğer yapılar gibi kendi ötekisini yaratmıştır.

XX. Yüzyılda Aidiyet Sorunu : Ulus Devlet mi, Uluslararası Toplum mu?

AB’nin hem siyasal bütünleşme hem de uluslar arası düzeyde güç kazanımı için siyasal kimliğe ihtiyacı vardır. Bu da kültürel anlamda Avrupalı kimliğinin sosyal ve siyasal olarak anlamlandırılması çabalarını doğurmaktadır. Yani AB üyesi vatandaşlar kendilerini ulusal kimliğin ötesinde Avrupalı hissetmelidir. Ortak bir “Avrupalılık” bilinci etrafında kendini aynı topluluğa ait hissetmesini ve o topluluğu benimseyip sadakatle bağlanmasını sağlayacak ulus üstü bir kimlik yaratılmalıdır. Fakat; bunun önünde bazı engeller mevcuttur.

AB üyesi devletler içinde baskın aidiyet unsuru halen ulusal kimliktir. Bu insanları birleştiren, bir arada yaşamalarını sağlayan öğeler ise din birliği, ortak dil özelliği, coğrafya, ırk gibi katı kültürel unsurlardır.[40] Ayrıca; AB’ye güven duygusu, üye devletler arasında değişmekle birlikte, yüksek olmamaktadır.

Kendini Avrupalı hissetme konusunda Avrupa ikiye bölünmüştür. Güney ülkeleri (İspanya, Portekiz, Yunanistan) Avrupa’yı birbirine bağlayan tarihsel ve kültürel bağların önemini daha fazla vurgularken, kendini Avrupalı hissetme konusunda Kuzey ülkelerinden daha yüksek bir orana sahip olmuşlardır. Kuzey ülkeleri (İngiltere, Danimarka, Hollanda, İsveç) ise kendini Avrupalı hissetmediği gibi, diğer grupla aynı paylaşımlarda bulunmak da istememişlerdir.[41] Bir kez daha görüldüğü üzere aynı birliğin içinde de olsa kuzey-güney ayırımı ile üye ülkeler birbirlerini dışlamış, ortak bir kültür alanı yaratmaktan kaçınmışlardır.

Toplum olmadan demokrasiden söz edilemez. Avrupa’ da tek bir toplum olmadığı gibi halklar arası birlik de sağlanamamaktadır. “Avrupa demokrasisi” de bu noktada meşruiyet sorunu ile karşılaşmaktadır. Toplumu olmayan demokraside sadece iktidar bulunmakta, bu da yöneticilerin tekeline girmektedir. Avrupalıların siyasi olarak bütünleşememeleri ve siyasi katılım süreçlerine duyarsız kalmaları “demokrasi açığını” dolayısıyla meşruiyet krizini beraberinde getirmektedir.[42] Kısaca; kollektif bir Avrupa kimliği olmadığından yurttaşlık bağı, aidiyet hissi ve sorumluluk duygusu da oluşturulamamaktadır.

Avrupa kimliğinin oluşumu hakkında iki farklı görüş ön plana çıkmaktadır. Birinci grup; ulusal kimliğin belirleyici olduğu koşulların devamını öngörürken, ikinci grup, farklı aidiyetlerin birlikte ve uyum içerisinde varolabilmesi (kimliklerin çoğulluğu)[43] üzerinde durmaktadır. İkinci görüşün dayandığı temel nokta; duygusal temelli ulusal kimlik ile rasyonel Avrupa kimliğini birleştirmek, ulusal kimliği esnekleştirmek ve evrenselleştirmektir. Buradan yola çıkarak yeni bir resmi kimlik yaratmak ve ortak payda sağlayacak unsurlarla yeni bir kültür inşa etmektir. Küreselleşme ise bu düzenekte ulusal kimlik üzerine yaptığı baskı ile önemli bir role sahip olmaktadır.

Oryantalizm Ekseninde Avrupa Kimliğinin Geleceği

Avrupa kendi içinde kimlik tartışmalarına başladığında en büyük çelişki dışladığı, ötekileştirdiği kültürleri kabul etmemesi olmuştur. Avrupa’nın tarihinde yarattığı “barbar” tanımlaması günümüze kadar farklı kültürler veya medeniyetler ile karşılansa da halen kafalarda varolan bir imajdır. Bugün Avrupa’da bu tanıma karşılık gelen ve Avrupa’nın farklılıklara karşı tahammülsüzlüğünü gözler önüne seren “İslamofobi” yani İslamiyet korkusu veya düşmanlığıdır. Bunun nedeni ise bilgisizlik ve yine batı patentli bir kavram olan Oryantalizmdir.

Sömürgecilik döneminde, kendinden farklı olan bir kültürün zayıf ve güçlü noktalarını tespit etmek için Batılı devletler oryantalizmi kullanmış, Müslümanları İslam konusunda şüpheye düşürecek ve kendilerini kurtarıcı olarak gösterecek şekilde, İslamiyet’i, yeniden biçimlendirmişlerdir.[44] Bunun sonucunda bugün varolan, tahrif edilmiş kavramlar ile dolu (cihat, ümmet, tevhid, fundamentalizm gibi) ve batı tarafından yorumlanmış bir din ortaya çıkmıştır. Edward Said Oryantalizmi “Fonksiyonu tamamen farklı bir dünyayı anlamak, bazı durumlarda kontrol etmek, yönlendirmek, hatta eritmek”[45] olarak tanımlarken, emperyal fetihlerin meşrulaştırılmasına yardım eden aracın ise din olduğunu vurgulamıştır..

Avrupa; XIX. yüzyılda yaratılan bu dinden korkmakta; ancak yaratanın da kendisi olduğunu unutmakta, Müslüman mültecileri ve göçmenleri sertlik ve dışlama politikaları ile bastırmaya çalışmaktadır.[46] Müslümanların, hoşgörüye dayanan ve çok kültürlü toplum yapıları ile övünen Avrupa ülkelerinde farklı addedilerek ötekileştirilmesi sürekli bir yanlış anlama ve ön yargının eseri olarak belirmektedir. Zira İslam “güçlü bir düşman, sapkın ve egzotik bir yapı, içine dönük bir kitle, yeniden yapılanmayı becerememiş bir medeniyet, modern çağa fanatik bir tepki”[47] olarak algılamaktadır.

Avrupa içinde oluşturmaya çalıştığı birliği ve kollektif kimliği; ortak düşman, kendinden farklı görüp yabancılaştırdığı “öteki” üzerinden oluşturmaya çabalamaktadır. Farklı kültürlere karşı dışlamacı ve saldırgan davranmakta, kültürel üstünlük söyleminde bulunmaktadır. İslam kültürünün evrensel değerler ile uyuşmadığını savunurken değerleri belli kültürlerin tekeline sokmaktadır.[48] Bu kültürel indirgemecilik demokrasi ile çatıştığı gibi, Avrupa merkezci bir yaklaşım ile karşılanmaktadır.

Küresellik iddiasındaki bir oluşum, kültürler arası etkileşimi reddetmemeli, samimiyetini farklılara açık olarak ve paylaşımla göstermelidir. Dinler arası diyolog ve anayasa girişinde -Hıristiyanlık yerine- evrensel değerlere atıfta bulunulmuş olması bunun için iyi bir başlangıçtır. Yine de; Avrupa kimliği, kendinden farklı olanı kendi kültürel gelenekleri ile kabul ettiğinde ve bu farklı kültürler asimile olmadan anayasal ilkelere dayanan politik kültüre dahil olduğunda tam olarak oluşumunu tamamlamış olacaktır.

S O N U Ç

AB, ulaştığı sınırlar içerisinde sadece ekonomi bazlı bölgesel bir birlik değil, aynı zamanda küresel güç olma iddiasındaki siyasi bir birliktir. Birliği bugüne getiren geçmişinden aldığı kültür mirasıdır. Bu miras zengin bir tarihin yanı sıra Avrupa’ya rengini veren karakteristik özelliklerle de bezenmiştir ve Avrupa bugün geldiği noktanın özünde barış ve istikrara sahip olabilmek için özüne dönmeyi seçmiştir. Üstelik geçmişteki örneklerden çok daha temkinli bir yol izleyerek...

Ekonomik amaçlar ile kurulan AB bugün dünyanın üç büyük bloğundan biri durumundadır. Ancak; bir topluluk olabilmenin kökünde ekonomiden çok sosyal ve siyasal politikalar rol oynamaktadır ve Avrupa kimliğinin oluşum sürecinde AB üyesi ülkelerde varolan ‘benimseme’ sorununa işaret etmektedir. Bu da kendi içerisinde Avrupalılık bilincine dayalı bir birliği, kitleleri harekete geçirecek ortak bir kültürü sağlayamadığı anlamına gelmektedir. Kültür; kimlik oluşumunun en önemli parçasıdır. Yurttaşlar paylaşımları arttıkça kendilerini devletlerine bağlı hissederler. Bu yüzden din, dil, ırk gibi katı kültürel unsurlar kimliğe bağlılığı arttırmaktadır. Bu değerlere bağlı iken çok daha esnek veya evrensel değerlerle doldurulmuş bir Avrupa cazip gelmemektedir, cazip gelenler ise minnet borcu öder gibi bir tavır sergilemektedirler.

Kendini dış dünyaya kapatma, küresel bir dünyada kendi kültürü ile yapabilecek her türlü etkileşimi reddetme, farklıyı kabul etmeme Avrupa’nın demokrasi ve insan hakları görüşü ile de çelişmektedir. Kendi içinde refah devleti kurup, aynı devletten farklı olanı dışlama, kültürler arası etkileşimi kesintiye uğratmak sureti ile kültürünü tekelleştirme bunun da ötesinde kendi eli ile meşruluğunu yok etme anlamına gelmektedir. Bu yüzden kimlik, bir sorun olarak kalmaya devam edecektir. Avrupa; ancak gerçek anlamda korkmadan öteki ile yaşayabilmeyi, hatta ondan bir şeyler öğrenebilmeyi başardığı gün kendi kimliğine kavuşacaktır. 

KAYNAKLAR

1. BAYLIS John-SMITH Steve, The Globalization of World Politics, Oxford University Press.
2. ERDENİR Burak, Avrupa Kimliği, Ümit Yayıncılık, Ankara 2005.
3. GÖKÇEN Salim, “Balkanlarda Bölgesel Yaklaşım:Avrupa Birliği’nin Balkanlar Politikası”, 2023 Dergisi, Kasım 2004.
4. HEYWOOD Andrew, Politics, Macmillan Press 1997.
5. HÜSEYİN Asaf-OLSON Robert-KUREŞİ Cemil, Oryantalistler ve İslamiyatçılar, İnsan Yayınları, İstanbul 1989.
6. IM HOF Ulrich, Avrupa’da Aydınlanma, AFA Yayıncılık, İstanbul 1995.
7. JUDT Tony, “Europe: The Grand Illusion”, The New York Review of Books, July 11, 1996.
8. KOÇAK Mustafa, Devlet ve Egemenlik, Seçkin Yayıncılık, Ankara 2006.
9. KORAY Meryem, Avrupa Toplum Modeli, İmge Kitabevi, İstanbul 2005.
10. SAID Edward, Şarkiyatçılık, Metis Yayınları, İstanbul 2004.
11. ÜLGER İrfan, Avrupa Birliği Ansiklopedisi, TÜRKAB, İstanbul 2003.
12. www.europarl.ep.ec/enlargemet_new/positionep/resolutions_en.html
13. www.tihv.org.tr/belgeler/kopenhag.html
14.ESCRİBANO Gonzalo, ”AB’nin Genişlemesi:Önceki Deneyimler”, www.bizimeczane.com.tr/detay.php?id:21956
15.SAVAŞ Menent, “Avrupa Birliği:Derinleşme-Genişleme Sorunları”, www.stradigma.com/mayıs2003,sayı4
[1] Menent SAVAŞ, “Avrupa Birliği:Derinleşme-Genişleme Sorunları”
www.stradigma.com/mayıs2003,sayı4
[2] Meryem KORAY, Avrupa Toplum Modeli, İmge Kitabevi, Ankara 2005,s.239
[3] İrfan Kaya ÜLGER, Avrupa Birliği Ansiklopedisi,1. Seri,TÜRKAB, İstanbul 2003, ss.36-39
[4] ÜLGER, a.g.e., ss.32-33
[5] ÜLGER, a.g.e., s.42
[6] 1940’lardaki Avrupa Birleşik Devletleri fikri Churchill tarafından şekillendirilmiş ve Almanya-Fransa işbirliğini temel almıştır. İngiltere ise destekçi konumunda kalmıştır.Ayrıntılı bilgi için bkz.KORAY, a.g.e., s.240
[7] Tony JUDT, “Europe, The Grand Illusıion”, The Newyork Review of Books, July 11, 1996, ss.6-8
[8] KORAY, a.g.e., s.243
[9] Gonzalo ESCRİBANO,”AB’nin Genişlemesi:Önceki Deneyimler”
www.bizimeczane.com.tr/detay.php?id:21956.
[10] ESCRIBANO,a.g.m.
[11] SAVAŞ, a.g.m.
[12] ESCRİBANO, a.g.m.
[13] KORAY, a.g.e., ss.245,246
[14] ESCRİBANO, a.g.m.
[15] SAVAŞ, a.g.m.
[16] AB üç sütundan oluşmaktadır: Avrupa Komisyonu (AK), Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP), Hukuk ve İçişleri.
[17] Bkz. SAVAŞ, a.g.m.
[18] AB’ nin bütün birincil ve ikincil Hukuk Kaynaklarını , yeni kurucu anlaşmaları, revizyon anlaşmalarını, yönerge ve tüzüklerini kabul etmek. Başka bir deyişle; üyelik yükümlülükleri.
[19] www.tihv.org.tr/belgeler/kopenhag.html
[20] SAVAŞ, a.g.m.
[21] Başvuru tarihleri: Avusturya : 17 Temmuz 1989, İsveç : 1 Temmuz 1991, Finlandiya : 18 Mart 1992Norveç : 25 Kasım 1992. Halk Oylaması Sonuçları : Avusturya : % 66.6 lehte, Finlandiya : % 56.9 lehte, İsveç : % 52.2. lehte, Norveç : % 52.3 aleyhte. (ESCRİBANO, a.g.m.)
[22] KORAY, a.g.e., s.252
[23] KORAY, a.g.e., s.322
[24] www.europarl.ep.ec/enlargemet_new/positionep/resolutions_en.html
[25] Salim GÖKÇEN, ”Balkanlar’da Bölgesel Yaklaşım : Avrupa Birliği’ nin Balkanlar Politikası”,
2023 Dergisi, Kasım 2004, s.74
[26] Andrew HEYWOOD, Politics, Macmillan Press 1997, s.156
[27] GÖKÇEN,a.g.m., s.73
[28] SAVAŞ, a.g.m.
[29] Mustafa KOÇAK, Devlet ve Egemenlik, Seçkin Yayıncılık, Ankara 2006, ss.265-275 
[30] KOÇAK, a.g.e., s.280
[31] KORAY, a.g.e., s.345
[32] KORAY, a.g.e., s.343
[33] Robert H.JACKSON, ”The Evolution of International Society” , John BAYLIS – Steve SMITH (eds.), The Globalization of World Politics, Oxford University Press, s.35
[34] Burak ERDENİR, Avrupa Kimliği, Ümit Yayıncılık, Ankara 2005, ss.29, 70
[35] JACKSON, a.g.m., s.38
[36] ERDENİR, a.g.e., s.61
[37] ERDENİR, a.g.e., s.71
[38] JACKSON, a.g.m., s.42
[39] ERDENİR, a.g.e., s.73
[40] Ulrich Im Hof, Avrupa’da Aydınlanma, AFA Yayıncılık, İstanbul 1995, s.261
[41] JUDT, a.g.m., s.7
[42] ERDENİR, a.g.e., s.17
[43] ERDENİR, a.g.e., s.22
[44] Asaf HÜSEYİN, “Oryantalizmin İdeolojisi”, Haz.Asaf HÜSEYİN, Robert OLSON,Cemil KUREŞİ, Oryantalist İdeolojinin Eleştirisi, İnsan Yayınları, İstanbul 1989, ss.15-19
[45] Edward SAID, Şarkiyatçılık, Metis Yayınları, İstanbul 2004, s.131
[46] ERDENİR, a.g.e., s.197
[47] Gordon E. PRUETT, ”İslam ve Oryantalizm”, Haz. Asaf HÜSEYİN, Robert OLSON, Cemil
KUREŞİ, Oryantalist İdeolojinin Eleştirisi, İnsan Yayınları, İstanbul 1989, s.61
[48] HÜSEYİN, a.g.e., s.28

http://gamzegungormuskona.blogspot.com.tr/2007/08/avrupa-birlii-genileme-sreci-ve.html

YERİM DESTANINIZI,



YERİM DESTANINIZI


Yeliz Koray

1.Dünya Savaşı

4 yıl sürdü. Tekrar ediyorum 4 yıl

Yani 16 mevsim, 208 hafta, bin 460 gün…

Kafkas, Kanal, Filistin-Suriye, Çanakkale, Hicaz-Yemen, Makedonya, Galiçya, Romanya Cepheleri açıldı.

İtilaf Devletlerinin 42 milyon askerine karşı 2 milyon 850 bin kadardık.

Kafkas Cephesi’nde Sarıkamış’ı Rus ordusundan almak için savaştık.

90 bin asker DONARAK ÖLDÜ. Dok-san-bin asker…
Lojistik destek gelememişti çünkü. Zaten açlardı, üşüyerek, uykuya dalarak öldüler. Kimi anasını, kimi sevdiğini hayal ederek uykuya daldı. Bir daha uyanmadılar…
Çanakkale Cephesi…
Zafer kazanıldı ama bedeli 500 bin insanın ölümü oldu. 253 bini asker, gerisi sivildi. Tarihçiler, hastalıktan ölenlerin bu sayının iki katı olduğunu söyler.
Bir de o dönem üç lisenin mezun veremediğini.
Galatasaray, Konya ve İzmir Liseleri… Çünkü elleri silah tutuyordu, çocuklardı, dönmeyi düşünmemişlerdi… Dönemediler, tarihe “meçhul çocuk asker” olarak geçtiler. Çoğunun ismi de mezarı da yok, Çanakkale’de yatıyorlar!

Kurtuluş Savaşı..

Doğu Cephesi’nde Ermenilerle, Güney Cephesi’nde Fransızlarla savaştık.
Doğu Anadolu tamamen kurtarıldı, TBMM resmen tanındı. Maraş, Urfa, Adana ve Sakarya’da zafer kazandık. Fransızları yurttan TEMİZLEDİK. Şehirlerimize; Gazi, Kahraman, Şanlı isimleri verdik.

Batı Cephesi daha kanlıydı.

1. ve 2. İnönü, Kütahya-Eskişehir, Sakarya Savaşı yaşandı. Sakarya Savaşı, tarihe en çok subayın şehit olduğu savaş olarak girdi. İtalyanlar Muğla ve Antalya’dan çekildi. 
Mustafa Kemal Atatürk, Büyük Taarruzu BAŞLATTI!.
Dumlupınar Meydan Muharebesi’nden sonra “İlk hedefiniz Akdeniz ileri” dedi. Yunan ordusu İzmir’e kadar kovalandı, İzmir düşman işgalinden KURTARILDI! Batı Anadolu düşmandan tamamen TEMİZLENDİ.
Konferanslar, kongreler, ateşkesler, anlaşmalar…

Kurtuluş Savaşı da 4 yıl sürdü.

16 mevsim, 208 hafta, bin 460 gün…

Binlerce şehit verdik. O binlercenin yine iki katından fazlası bulaşıcı hastalıktan öldü.

YILLARDIR PKK’YA VERİLEN ŞEHİTLERİ SAYMIYORUM BİLE…

Ve 15 Temmuz…

1 gün bile sürmedi. Tekrar ediyorum 24 saat bile değildi; 15 saat sürdü!
Limana yanaşan düşman gemilerinden değil, sağ olsun Erdoğan’ın ‘eniştesi’nden öğrendik.
Ama hazırlıksız değildik. Lojistik destek tamdı mesela. Nedense 4 farklı noktada bekletilen uçaklar-helikopterler, 3G bağlantıları, televizyonlar, radyolar…
Düşman bu kez ne İngiliz, ne Fransız, ne de Almandı… Bir zamanlar yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, istedikleri her şey verilen “muhterem hoca efendileri”ydi. Amaç devleti ele geçirmekti ama nedense birkaç tankla darbe yapmaya çıkmışlardı. 
Her şeyden habersiz masum erlerle polisi ve vatandaşı karşı karşıya getirdiler. 
Kardeşi kardeşe kırdırdılar! Kurtuluş yine bizimkilerden; FETÖ’nun kumpas kurduğu Kemalist askerlerden geldi. Ve milletin direnişiyle birlikte darbe püskürtüldü.
Sonuç 248 şehit, yüzlerce yaralı…

***
Kısaca…
Evladını beşikte bırakan Nene Hatunlar, kocasını toprağa verip cepheye koşan Kara Fatmalar… Çocuk, yaşlı, kadın demeden.. Atamızın önderliğinde bizlere
19 Mayıs’ı,
23 Nisan’ı,
30 Ağustos’u,
29 Ekim’i bıraktılar!

Amma…geriye Sarıkamış’ta ölenler için ‘halay’ çektiğimiz anmalar…
“Yağmur yağıyor çocuklar üşümesin” diye yasaklanan 23 Nisan’lar…
Her sene hastalık bahanesiyle iptal edilen 19 Mayıs’lar
ve güvenlik gerekçesiyle yasaklanan 30 Ağustos’lar kaldı!

***

Velhasıl,

“ Elin Tokadını yemeyen., Kendi Tokadını yumruk Sanırmış!” 

Tarihe altın harflerle yazılan onca zafer, binlerce şehit ve ders alınacak yüzlerce hikaye kalmışken…;
Darbenin araştırılmasını istemediğiniz meclis önergeleri, muhterem hoca efendinizi değil de masum askeri karşınıza alarak bastırdığınız afişler, bir türlü TEMİZLEYEMEDİĞİNİZ, KOVALAYAMADIĞINIZ ve düşmandan KURTARAMADIĞINIZ vatan varken size de hiçbir güvenlik gerekçesi göstermeden 1 hafta bayram yapmak komik gelmiyor mu?
Gelmiyorsa yukarıdaki satırları tekrar okuyun beyler, bayanlar…
Destan 3G ile yazılmaz.

Yeliz Koray,

https://groups.google.com/forum/#!topic/m1000zet/n2PUQG59k9U


***

14 Ocak 2018 Pazar

YERLİ MİLLİ / ÜSTELİK İTTİFAK


 YERLİ MİLLİ / ÜSTELİK İTTİFAK


İnternet demiş ki; “Ben olmasam hiçbir şey olmaz!”
Elektrik yanıtlamış; “Hadi len!”

Yerli-Milli kelimelerini en son ağıza alacak kişiler, AKP ve MHP önderlikleridir. Buna biraz sonra değineceğiz. Önce ittifakı konuşalım.
“İttifak” yapmak için yani “anlaşma-uyuşma-bağlaşma” yapmak için gerekli olan bazı şartlar vardır. Bu şartlar eksik olursa o ittifak, hayırlı ve ilkeli bir ittifak olmaz. Kişisel menfaatler veya suç işlemek için yapılmış birliktelikler olur.

İttifak yapacak iki kişi, hele ülkeyi müştereken yönetmek amacıyla biraraya geliyorlarsa, öncelikle birbirlerine ve topluma saygılı olmak zorundadırlar.
İki taraf ta haysiyete, şerefe, namusa, saygıya, insan olmanın gereklerine uygun davranmıyor ve birbirlerine en ağır hakaretleri televizyon ve gazeteler aracılığıyla üst üste ve defalarca yapıyorlarsa, yapışkan olarak ne kullanırsanız kullanın o ittifak çatlar, yürümez.
İster iktidar gücünü ister koltuğu ister parayı yapışkan olarak kullanın, hakaret etme virüsünün kölesi olanlar, o ittifakı paramparça ederler…

Gelelim yerli ve milli olmaya; Kim yerli ve milli?
-Gençliğini, İran’ın Türkiye ajanı Mehdipur’un yanında geçirenler mi?
-El-Kaide liderlerinden Gülbettin Hikmetyar’ın dizinin dibinde oturanlar mı?
-Konya mitinginde İstiklal Marşı okunurken, oturanlar mı?
-BOP’a Eşbaşkan olanlar mı?
-FETÖ’nü 11 yıl koruyan kollayan ve devletin kozmik odasına sokanlar mı?
-Terör örgütü İhvan’ın işaretini partisinin amblemi yapanlar mı?
-IŞİD’i önce Türkiye’ye, sonra Suriye’ye, şimdi de Libya’ya sokanlar mı?
-İmralı canisini, renkli tv’li villada barındırırlar mı?
-Barzani eşkıyası ile sazlı sözlü sıra gecesi yapanlar mı?
-Türk Devletinin düşmanı Şivan Perver’i Diyarbakır’da alkışlayanlar mı?
-İmralı canisinin mektubunu televizyon canlı yayınında okutanlar mı?
-Kıbrıs’taki “Garantörlük” hakkımızı satanlar mı?
-Ege adalarımızı Yunan’a peşkeş çekenler mi?
-Tarımı-hayvancılığı bitirenler mi?
-Binlerce yıllık tohumlarımızı yasaklayıp, yabancılara muhtaç bırakanlar mı?
-Reza Zarrab gibi dolandırıcılara “Hayırsever” deyip ülkeyi rezil edenler mi?
-Türk Milliyetçiliğini ayaklar altına aldık, diyenler mi?
-Türklük bölücülüktür, diyenin kucağına oturanlar mı?
Allah rızası için söyleyin, bunlar mı Yerli ve Milli?
Hadi len, hadi…

Değerli Okurlar;
16 yıldır ülkemiz maddi manevi her alanda çöküntüye uğradı. İnsanlarımız kaos ve sorunlar yumağı içinde adeta beyin felcine uğradı. Toplumun üçte ikisi borç yükü altında. Önümüzü göremiyoruz, sağlıklı düşünemiyoruz.
Havuz medyası ve satılmış merkez medya, hükümetin propaganda aracı gibi çalışıyor. Dışı İmam içi Haham olan sapıklar, her gün İslam’ı ve Türk Milletini saçma fetvalarıyla karalıyorlar.

Değerli kardeşim Zahide Uçar’ın da önerdiği gibi kurtarıcı beklemeden kendimiz örgütlenmeliyiz.
Her mahallede, her partiden demokrasiye-özgürlüğe-çağdaşlığa-lâik Cumhuriyete-hukuk devletine inananlar biraraya gelmeliyiz. Çevremizdeki ve ülke genelindeki sorunları konuşmalı ve provokasyona gelmeden, demokratik tepkimizi göstermeliyiz.
Çocuklarımızın okullarındaki her olayı takip etmeliyiz.
Hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı dillendirmeliyiz.
Türk Milleti olarak “BURADAYIZ, ÖLMEDİK” demeli ve bu sahte korku duvarını beraberce yıkmalıyız.
Türk yurduna, Türk egemenliğine göz koyanlara “O KADAR KOLAY DEĞİL” demeliyiz. Bizler biraraya geldikçe yeni ve etkili fikirlerin, yöntemlerin ortaya çıkacağını göreceğiz.

Önümüzdeki dönemde yapılacak bu mücadele;
Vatansızlar ile Vatanseverler arasında olacak!
Bu savaş kötülerle iyiler arasında olacak!
Çare biziz, çare sizsiniz, hepimiziz!
Karanlıklara ışık olmaya var mısınız?

Not; Bu yazıyı mümkün olduğu kadar dağıtalım, lütfen…
Sağlık ve başarı dileklerimle 13 Ocak 2018
Rifat Serdaroğlu

***