31 Temmuz 2017 Pazartesi

Ordunun Tarihi Vazifesi


Ordunun Tarihi Vazifesi :


1960 darbesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’nin 6 nolu bildirisinden iki tarihi cümle: 
Türk Ordusu bir kere daha tarihi bir vazife ile karşı karşıya bulunuyor. Bu vazife, dahilde memleketi buhran ve felakete sürüklemek isteyen hırslı politikacıların elinden kurtarmaktır. ” 

Damarlarına kadar nüfuz eden doktrin darbecileri kurucu iradenin mütemmim cüzü haline getirdiğinden ve halk “kurucu iradeye” hissedar olmadığından, sadece kendileri kurucu, kurtarıcı, halaskar, kollayıcı olduğundan siyasetçiler de zaten memleketi “buhran ve felakete sürükleyen hırslı kimseler” olduklarından devlete onlar el koymalı ve devleti kurtarmalıdırlar. Herkesten çok vatanı sevmişler, herkesten çok devlete sadakat göstermişlerdir. Değil mi ki varlıklarını vatana, millete, devlete ‘armağan’ etmişlerdir. 

Türkiye’de darbelerle yüzleşmek tarihle yüzleşmeyi, devlet toplum ilişkilerini derinlemesine analiz etmeyi ve yerli yerine oturtmayı gerektiriyor. Ulaşılacak sonuçların çok karmaşık olduğunu sanmak ise bir yanılgıdır. Komisyon çalışmalarımız esnasındaki dinlemelerimiz ve okumalarımız da göstermiştir ki, doğru soru sorulduğunda karşınızda cevap verecek kimse bulunmasa, gerçeğin üzerindeki örtü kalkmamış olsa bile doğru cevaba ulaşılıyor. 

İşkence/Yüzleşme/Tanıklık 

Hiç kuşkusuz darbeler toplumsal psikoloji üzerinde psikolojik savaş yöntemleri uyguladıkları gibi, bireyler üzerinde de psikolojik savaş yöntemlerini tatbik etmişler ve sonuç almışlardır. 

Toplumu korkutmuşlardır, korkuyla taraftar devşirmişlerdir ve üretilmiş korkularla demokratik iklimi, sosyal barış ve huzuru zehirlemişlerdir. 
Geriye doğru darbeleri araştırırken, sorgularken şunu gördük: Aynı mağduriyeti yaşayan insanların, siyasetçilerin, mesela aynı işkencelere maruz kalan insanların aynı tecrübelerden aynı sonuçları çıkarmamış olmaları son derece çarpıcı ve sarsıcıydı. Türkiye 1971 darbesine giderken gençlik liderleri -Deniz Gezmiş ve arkadaşları- idam edilecek olan sol örgütlerin 27 Mayısçılarca aldatılmışlığı üzerine önemli notlar komisyonumuzun zabıtlarına dercedilmiştir. 

Fiili ve psikolojik işkence darbecilerin sakınmadığı ve belki de en iyi bildiği bir yöntem. Darbeciler kendi kurgu ve projelerine uygun örgütler, cemaatler, dernekler kurmaktan ya da onları yaftalamaktan da sakınca görmemişlerdir. İşkenceyle bir cemaate, gruba mensubiyeti yahut yakınlığı, duygudaşlığı olanlara örgüt mensubu olduklarını söyletmiş “itiraf” ettirmişlerdir. 

İrtica Geliyor 

28 Şubat sonrası Malatya örneğinde olduğu gibi, bir askerin Rektörlüğüne getirildiği İnönü Üniversitesi yönetimi öncülüğünde önce bütün şehri terörize ederek, yüzlerce insana zorla, şiddet uygulayarak, fiziki ve psikolojik işkencelerden insanları geçirerek sivil toplum faaliyetlerini, vakıf hizmetlerini, hemşeri dayanışmasını örgüt kapsamına alacak kadar kolluk kuvveti eliyle ağır işkenceler sonucu olmayan bir örgütü var kılmış, şehirde büyük bir tedhiş ortamı oluşturmuşlardır. 

Var dedikleri örgüte bir ad bulamamışlar polis ve mahkeme kayıtlarına dört beş ismi bir arada kaydederek Malatyalılar, Şafak, Talebe, İslami Hareket, İslami Hareket Malatya Şubesi gibi uydurma örgüt adlarını resmi kayıtlara birlikte yazarak, dergi aboneliklerini örgüt listesi, abone olarak ödenen paraları örgüt aidatı, fakirlere yapılan yardımları ekonomik kaynak sayarak 28 Şubat’ın kurguladığı “İrtica geliyor” zehirli propagandasına uygun işlemlere imza atmışlardır. 

Ankara’dan talimatla giden müfettiş raporlarıyla da var kıldıkları örgütün dergi aboneliklerini tespit ederek “adı yok, yeterli delil yok, hemşeri dayanışması gibi, bugün değilse de yarın teokratik bir devlet kurmak için örgütlenebilirler” gibi akıl dışı polis ve talimatla rapor yazan müfettiş iddialarıyla gönüllü bir yardımlaşma vakfı yaşanan olaylardan örgüt diye tescillenmiştir. İşkenceciler emir komuta zinciri içinde yasaların kendilerine verdiği görevi yapmışlardır. 

Komisyonumuz çarpıcı sarsıcı yüzleşmelere tanıklık etmiştir. Çalışmalarımız esnasında işkence eden ile işkenceye maruz kalan insanların yüzleşmesine tanık olmak daha önce örneği yaşanmamış bir tecrübeydi. Bu yüzleşme tecrübesini TBMM çatısı altına yaşamış olmak ise ayrıca manidardı. İşkence ettiği söylenen kimse Komisyondan kimse ile göz temas kuramıyordu. İşkenceye maruz kalan ise şimdi bir Milletvekiliydi ve maruz kaldığı tüyler ürperten işkenceleri, TBMM çatısı altında işkencecisinin yüzüne bir bir anlatıyordu. 

Keza, 13 sene önce milletvekili seçilen Merve Kavakçı’nın gece yarısı evini basan 28 Şubat’ın otoriter ara rejimiyle özdeşleşen ünlü savcısı Nuh Mete Yüksel’in oturduğu koltukta, Milletvekili olarak yemin etmek için geldiği TBMM’den derdest edilip uzaklaştırıldığı Meclis çatısı altında dinlemek bütün anlattıklarıyla ve yaşattıklarıyla son derce çarpıcıydı. 

Aynı şekilde Mamak Kafesinde işkence gören Komisyon üyelerimizin 30 yıl sonra, 12 Eylül’deki işkencecileriyle bir huzur evinde yüzleşmeleri de evvelce yaşan mamış bir ilkti. 

Demokrasi ve parlamento tarihimizden daha eski bir darbe geleneğimiz olduğuna göre demokrasimizin bağışıklık düzeni sadece darbeciler eliyle bozulmuyor. Devlet eksenli ekonomik düzenimiz, devletten nemalanan sermaye ve iş dünyamız, devlete bağlı entelektüel, akademisyen ve yazarımız ile devletten özerkleşmeyen medyamız, doğru zamanda yanlışa yanlış diyecek aydından, iş adamından, bağımsız medyadan Türkiye’yi mahrum bırakıyor. 

12 Eylül darbesini müteakiben 5 binin üzerinde siyasetçi ve bürokrat Danışma Meclisinde rol almak için bizzat cunta yönetimine başvurmuş. Medya - Elbet istisnaları kaydederek- her darbe döneminde tam mesai cuntacıların önüne yağ damlayan sofralar kurdu. Darbe dönemlerinde manşetleri generallerin belirlediği, Komisyon çalışmaları esnasında sayısız uzmanca ifade edildi. Keza, gazete manşetlerini belirleyen generallerin isimleri bile söylendi.

Sivil Toplum Sivil Olmalı:

Militarizme karşı güçlü bir sivil toplum yapımızın olmayışı da darbeler karşısında toplumu güçsüz ve dirençsiz bırakan en önemli hususlardan biri. Türkiye’de sivil toplum dahi devlete bağlı olunca, yani sivil toplum sivil olmayınca darbeciler sivil organize güçleri ‘silahsız kuvvet’ olarak darbe zamanlarında yedeklerine alıyor ve sivil toplumu topluma karşı bir silah olarak kullanabiliyorlar. 

Siyasi partilerin ve siyaset kurumunun bir geleneği olmasına izin vermeyen darbeler sivil toplum örgütlerimizin, sendika, vakıf ve derneklerimizin demokrasiye güç kaynağı olacak bir gelenek kurmasına izin vermemişlerdir. 

Odaklanılması gereken hususlardan biri de, darbeleri tasarlayan, kurgulayan ve gerçekleştiren kadroların; devleti, devletlerarası ilişkileri, toplumu hangi zihni ve kültürel kodlar ile nasıl algıladıklarıdır. Geçmişi yeniden inşa edemeyiz ama ülke olarak, millet olarak geleceğe güçlü bir demokrasiyle emniyet içinde yürüyebilmek için geçmişimizle yüzleşmeliyiz. Bu yüzleşmenin büyük bir sağalmayı beraberinde getireceği muhakkaktır. Zira darbe geleneği, darbe kültürü sadece darbe dönemlerini değil normalleşmemize izin vermeyecek şekilde bütün zamanlarımızı zehirliyor. 
Türkiye’nin darbeleri birbirini doğurmuştur. Bütün veriler göstermektedir ki her darbe bir öncekinin rahminde büyümüştür, her darbenin tohumu bir öncekin dedir ve aralarındaki illiyet, güçlü bir doku birliği ispatlanmıştır. Darbe ve darbecilerin dünya algıları, devlet felsefeleri ile mantık örgüleri birbirinin aynıdır. Demokrasiye, siyasete, sivil topluma, medyaya hep yetişme süreçlerinde tükettikleri doktrin gözünden bakarlar ve bütün fenalıkların, kötülüklerin kurucu resmi ideoloji’den sapmadan kaynaklandığı vehmin dedirler. 
Darbeler konusunda öğretici bir sonuca gidebilmek için bir tespitimiz de şudur: Çok açık ve aşikârdır ki, darbecilerle iş tutanlar, onlar adına servis yapanlar, onların mesajlarını, ürettikleri korkuları topluma taşıyanlar darbecilerden daha çok üzerinde durulmayı hak ediyorlar. Suça azmettirenler ile suçu işleyenler gibi. 

Darbecilerin az düşündükleri, diyaloga ve kendi içlerine kapalı oldukları, psikolojilerinin sorunlu olduğu, düşman algısıyla büyüdükleri kesindir. Provokasyonlar için seçtikleri mekânlar, toplumu tahrik yöntemleri ve toplumu ayrıştırıcı örnekleri bile birbirine benzerdir. Dar pencerelerinden tespit ettikleri zaaf alanları üzerinde toplumsal mühendislik faaliyetleri yaptıkları muhakkaktır. Zihinleri daha çok geriye dönük ve sürekli “Şunlar şunlar dün yoktu, bugün niye var ” şeklinde işlemektedir. 

İç Hizmet Kanunu ile MGK’da Düşünmek 

Darbeci için aslolan darbedir. Gerekçeler gerektiğinde üretilir, yapılacak iş ve işlemin mevzuatta yeri yoksa mevzuat yaptırılır. 

27 Mayıs darbesinin ürünü olan 211 Sayılı İç Hizmet Kanununun Umumi Vazifeler başlıklı 35. maddesi “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamaktır” ifadesiyle her türlü müdahale ve darbeye açık kapı bırakmıştır. 

Cumhuriyetin ve Türk yurdunun ‘korunma’ ve ‘kollanma” ihtiyacının Cumhur/Halk ve siyaset kurumu tarafından karşılanmadığına inanıldığı ve bu tehlike öteden beri zaten üretilmiş bir tehlike olarak her zaman var olduğu için Devletin, Cumhuriyetin başı dara girdiğinde onu kurtarmak ve kollamak askerlerin birincil misyonudur. 

Milli Savunma Yüksek Kurulu’nun dönüşmesiyle 1961 Anayasasında sisteme dâhil olan ve vesayeti en üst düzeyde kurumsallaştıran Milli Güvenlik Kurulunun yapısı önemli ölçüde değiştiği halde bu kurumun dün ve bugünkü sorunlu yapısı Komisyonumuzun araştırma sürecinde en çok gündeme getirilen hususların başında gelmiş ve etraflıca sorgulanmıştır. Gündeme gelen en yaygın sorulardan biri de Türkiye’de “bir daha darbe yaşanmaz diyebilir miyiz” sorusu oldu. 
Bu soruya çok net olarak “hayır, asla yaşanmaz” demeyi çok arzuladığımız muhakkaktır. Ancak, “Darbe olur mu” sorusunun bugün hala soruluyor olması bile yeterince rahatsız edicidir. Ne var ki, hukuku dizayn eden darbelerin anayasal zemini henüz tam olarak kalkmadığına ve demokrasimizin çıtası henüz o eşiği aşamadığına göre 27 Nisan Muhtırası’ndan sonra hükümetin temsil ettiği millet iradesi adına karşı duruşuyla tarihe gömüldüğü kabul edilen darbe ihtimalinin sıfırlandığını söylemek mümkün olsa da imkansızlaştığını söylemek zordur. 

Bir daha olmasın, bir daha yaşanmasın diyen herkesin odaklanması gereken hususlardan biri darbecilerden çok darbelerin mayalandığı zemindir. Türkiye’nin demokrasi yolunda büyük mesafeler aldığı bugün güvenle söyleyebiliriz ki, eşyanın tabiatı, tarihin akışı, gelişen demokratik kültür, insan hak ve özgülükler alanında kat ettiğimiz mesafe hiçbir toplumsal mühendisliğe, hiçbir balans ayarına izin vermez. Bundan son derece memnunuz ama, darbeleri yeşerten zeminin tedavülden kalktığını söylemek için biraz daha zamana ve kolektif 
irade oluşumuna ihtiyacımız var. 

Düşman üreterek birleşme ve bütünleşme anlayışı tepeden inmeci zihniyetlerin çoğu zaman bildiği tek yöntemdir ve Türkiye’de bu yanlış, arkaik zihniyetin ne yazık ki henüz bir zemini vardır. 
“Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır” diyecek bir darbe bildirisi elbette artık okunamayacaktır. Türkiye elbette bir daha içine kapanmayacak, meşru hükümetini cuntalara teslim etmeyecektir. Kesin olarak söylemeliyiz ki, Jimmy Carter’a “bizim çocuklar başardı” dedirtecek ayıplı günler de artık geride kaldı ama esas olan darbe dönemlerini, darbe kurumlarının vesayetini unutturacak kadar demokrasi yolunda mesafe almaktır. Ama artık Türkiye içeride ve dışarıda kimsenin himayesine, vesayetine girmeksizin, kendi özgür tercihiyle AB kriterlerini benimseyen, dünya ile birlikte yol alan, demokrasi, hukuk ve adaleti halktan esirgemeyen ve normalleşen yeni bir Türkiye’dir. 

Devlet İktidarı ve Devlet Dili :

Darbe ve muhtıraların dili ve terminolojisi darbelerin bıraktığı izi sürmek açsından  son derece etkili ve manidardır. Bugün bile, gündelik siyaset ve medya dili darbelerin ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı, çatışmacı, buyurgan, tahakkümcü, otoriter, savaşçı, ötekileştiren dilinden kurtulamamıştır. 

Darbe bildirilerinde açıkça “devlet iktidarı” ile demokrasi, parlamento, siyasi iktidar açıkça birbirinden ayrılmış, devletin sahibinin kim ve hangi kurumlar olduğu, devlet iktidarının kimlerden oluştuğu çok aşikâr olarak belirtilmiştir. “Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri içinde ve emirle ülke yönetimine el koydu” cümlesi tek başına devlet iktidarını ilanı açısından yeter. Keza yasama ve yürütme yetkilerini birlikte kullanan Milli Güvenlik Konseyi de devlet iktidarının hukukun üstünde olduğunu gösterir. Milli Birlik adına Kuvvet komutanlarının gücünü derleyen bu anlayışta vatanın ev sahibi onlardır, vatan onlarındır, vatandaşlar ise kiracıdır... 

12 Eylül bildirilerinden iki cümle: “Siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu 
tedbirleri almamışlardır. Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince ülke iç harbin eşiğine getirilmiştir.” 

“Ülke bütünlüğünün korunması” hiç kuşkusuz “eşsiz kahramanlık ve fedakârlık” gerektirir ve bu “şerefli sorumluluğu” sadece Türk Silahlı Kuvvetleri yerine getirir. 

“Asil kanı” o temsil eder, “sınırsız yurt ve vatan sevgisi” ondadır, “hain saldırılara,” “dış ve iç düşman tahriklerine” onlar karşı koyar, “sapık ideolojik fikirleri” sadece askerlerin fikir, bildiri, muhtıra ve uygulamaları tedavülden kaldırabilir. Yine bildiri diliyle devam edersek “anarşiyi”, “terörü”, “bölücülüğü”, “irticayı”, “komünist, faşist ve fanatik dinselliği” sadece askerler durdurabilir. “Emniyeti, asayişi, huzuru” sadece onlar sağlayabilir. 

Darbecilere göre, demokrasi vatan hainlerini, mürtecileri şımartmıştır. Bu yüzden bir Batı Çalışma Grubunu kuran dönemin Deniz Kuvvetleri komutanı fişlediğini açık ettiği bir bakanın yüzüne “sen de irticacı imişsin, ağabeylerinin hangi cemaatlere mensup olduğunu biliyorum” demiş ve gerçekte hangi cemaatlere mensup olduklarını da söylemiştir. İstenen netice alınamayınca ise o bakan ikinci kez askere alınmış, Batı Çalışma Grubu fiş bilgileri doğrultusunda ikinci vatani görevi için Doğubayazıt’a gönderilmiştir. 

Darbeye Yardım ve Yataklık 

Dün darbelere yardım ve yataklık yapanların, darbe sürecine damga vuran önemli aktörlerin önemli bir kısmının darbe üzerinde o kadar zaman geçmesine rağmen darbeciler kadar bile bir özeleştiriye kendilerini tabi tutmamış olmalarını görmek bu araştırma sürecinde en hayretimizi mucip olan durumlardan biri olmuştur. Hiçbir vicdan muhasebesi yapmadan eski argümanlarla, eski yerlerinde olduğu gibi duruyor ve eski yaklaşımlarını sürdürüyorlar. 

“Bugün darbe olsa medya aynı şekilde destekler” tespitini komisyonumuzda dile getiren kişi yarım asır medyanın en önemli isimleri arasında yer almıştır. Kısaca, darbeciler her zaman görünen cuntalar değildir. Taşeronlar, fırsatçılar da en az darbeciler kadar bu talihsiz dönemlerde rol almışlardır. 

“Devlet içindeki devlet” ve “derin devlet” üzerine önemli bir toplumsal duyarlılık biriktiği, faili meçhul cinayetler başta olmak üzere birçok karanlık nokta o derinliklerde olduğu halde bu netameli alanda alınan mesafeyi yeterli gördüğümüzü ve yeterince aydınlandığımızı söyleyemeyiz. Faili meçhul cinayetlerin en yoğun yaşandığı dönemin Başbakanı Tansu Çiller de doğru muhataplarına Demirel’e ve Teoman Koman’a herkesin dilindeki sırları, Jitem’i, devlet içi çeteleri, derin devletin mahiyetini sormuş ama “yok öyle bir şey”den başka cevap alamamış. 
Fiili darbe dönemleri dışında Türkiye’nin en karanlık günlerinden biri faili meçhul cinayetlerin art arda işlendiği 1990’lı yılların birinci yarısıdır. Devlet için kurşun atanın da kurşun yiyenin de kutsandığı bu karanlık dönemde işlenecek faili meçhul cinayetlerin listeleri elden ele dolaşmıştır. Dönemin Başbakanı Çiller 4 Kasım 1993’ tarihinde “Terör örgütü PKK’nın haraç aldığı iş adamları ve sanatçıların isimlerini biliyoruz ve hesap soracağız” dedikten sonra TBMM Susurluk Dosyası Raporu’nu yazan Kutlu Savaş’ın raporuna göre devletin hukuk sınırları içinde hareket etmediği bir dönemin başladığı ve söz konusu listeden bir Kürt iş adamının infaz edildiğini söylemiştir. Sonra bu faili meçhul ama 
listelenmiş infazlar devam etmiştir. 

Hiç şüphesiz kesintisiz bir aydınlık, tam bir demokrasi ve hukuk devleti için, devlet ile millet arasındaki ihtilaf alanlarının tamamen bertaraf edilmesi için; değil devlet içinde devlet, havalandırılmamış tek bir karanlık oda kalmamalıdır. 

Karanlık Odalar 

Araştırmamız göstermiştir ki, karanlık ikna odaları sadece askeriyede değil, siyaseti rehin alan sivil mekânlarda da, üniversite koridorlarında da, yüksek mahkemelerde de, medya plazalarında da, seçkin sermaye grupları arasında, meslek odalarında da vardır. Sahici bir yüzleşme için bütün bu alanlardaki odaların da havalandırılması zorunludur. 

Türkiye’de artık ne üniversiteli gençlerimizin sorgulandığı, ne milletvekillerinin şantajla tehdit yahut transfer edildiği, TBMM’ye gitmelerinin bile engellendiği “ikna odaları” olsun ne de toplumun mahremiyetiyle fişlendiği “kozmik odalar” olsun! 

Darbeler sadece maliyet ödeyenlerce değil topluma o ağır maliyeti ödetenlerce de ele alınmalıdır. Darbelerin tasfiye ettiği kurumlar, darbelerin inşa ettiği vesayet kurumları darbelerin maliyeti asla hesap edilemeyecek büyüklükte bir zarardır ve bu zararı bütün millet ödemiştir, halen de ödemektedir. Millete ödetilen bedel konusu sadece maddi, parasal bir bedel olarak anlaşılmamalıdır. 

Boşaltılacak bankalara darbeden hemen sonra emekli olup yönetim kurulu üyesi olmak sadece kuvvet komutanlarımız ve generallerimizin kişisel tarihleri açısından değil güvenliğimiz açısından da son derece önemlidir. Tıpkı fişleme faaliyetinin toplumsal düzenle alakalı hiçbir misyonu olmayan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde gerçekleşmesi gibi. 

Komisyonumuzun araştırma ve dinlemeleri esnasında duyduğumuz en çarpıcı cümlelerden biri şu oldu: “Bir tek yanlışlık yaptım, banka aldım…” Evet, bu pişmanlık cümlesini bir kez değil, çok kez duyduk. Peki sorarız, insan yanlışlıkla bir bankayı nasıl alır? 
Belki de kesin sonuca varabilmek için darbe dönemlerinde yanlışlıkla alınan bankalara, edinilen servetlere çok daha yakından, çok daha sorgulayıcı bir gözle bakmak gerek. Çok açıklayıcı olacağı muhakkaktır. Yine de servet değişimleri konusunda Komisyonumuzun tutanaklarında çok önemli bilgiler var. 

Mesela eski bakanlardan iş adamı Cavit Çağlar’ın şu cümlesi de çarpıcıydı: “Teoman Koman benim çok yakın arkadaşım, dostum. Emekli olduktan sonra gel bankamızın yönetim kuruluna gir dedim. O da geldi, girdi. Vural Beyazıt ise ben ayrıldıktan sonra girdi yönetime.” Araştırma raporumuzda darbelerin ekonomiye maliyeti ile ilgili son derece dikkate değer veriler var. Sonuçta sadece 28 Şubat sürecinde 21 banka battı. 2001 Ekonomik Krizi, Türkiye’nin bütün varlıklarını yuttu. 

Darbeler, Provokasyonlar 

Darbelerin tarihi aynı zamanda provokasyonların tarihidir. Dini değerler, milli ve manevi değerler, etnik ve kültürel farklılıklar provokatörlerin en çok kullandıkları alanlardır. 

6-7 Eylül’de olaylarında halkı galeyana getirmek ve işlenecek suça ortak kılmak için “Yunanlılar Atatürk’ün evini bombaladı” yalanıyla iş gördükleri gibi, provokatörler Türkiye’yi 12 Eylül’e sürükledikleri dönemde ‘Sağ’-‘Sol’, ‘Alevi’-‘Sünni’ kutuplaşmasını kurgularken de toplum vicdanının en hassas noktalarına mızrak saplamaktan geri kalmamışlardır. Maraş olaylarında aynı karanlık el “cami bombalandı” diye halkı galeyana getirmiş ve büyük acılar yaşanmasına yol açmıştır. Darbeciler her darbe öncesi ve sonrası yüksek bir gerilim stratejisi planlamış, uygulamışlardır. İç düşman önceliklerini belirleme, medyayı psikolojik savaşa hazırlama, düşman algısı oluşturma ve bu üretilmiş algıyı besleme, toplumu kategorize etme, kamplara ayırma, gerilim ve çatışma noktaları belirleme, psikolojik harekâtın yürütüleceği odakları, merkezleri, şehirleri tayin etme, sivil toplum örgütlerini kullanma, “Anayasal kurumları” siyasi iktidar üzerinde baskı unsuru olarak kullanma, “Niyet okuma” yöntemiyle potansiyel suçluları tespit etme, Darbeye karşı koyma ihtimali olan insanlara, gruplara, örgüt ve cemaatlere dönük eylem planları hazırlama, İtibarsız laştırılacak siyasetçi ve toplumsal aktörlerin yerine yenilerini belirleme ve topluma takdim etme, Bürokrasi, Yargı ve Üniversite başta olmak üzere önem sırasına göre toplumu “fişleme”, tasfiye edilecek kadrolar ve kurumlar ile ikame edilecek kadro ve kurumlar gibi devleti yeniden dizayn edecek stratejiyi belirleme planlama, tasarlama ve kurgulama darbecilerin işidir. 

Darbeci Siyasetçiyi İtibarsızlaştırır 

Büyük bir tasarım, büyük bir projedir darbe. Şartlar olgunlaşmadan ya da yanlış zamanlamayla deşifre olursa darbecinin canı yanar. Gerçekleşirse topyekûn milletin. 1960’tan 1997’ye dört kez toplumun canı yanmıştır. 27 Nisan’da ise ilk kez, millet iradesinin meşru temsilcisi olan Hükümet, verilen gece yarısı bildirisini aynı gün tarihin çöp sepetine atmıştır. 

Darbeciler toplumsal mühendislik görevlerini darbe sonrası ince ayarlarla yürütmüş herkesin zekasına hakaret ederek idam ettikleri Başbakan Menderes’i “bizi darbeye zorladı” diye ayrıca suçlamışlardır. 27 Mayıs Cuntasının liderliğine getirilen Cemal Gürsel’in “Menderes’in memlekete en büyük kötülüğü orduyu ihtilale zorlamaktır” cümlesi işlenen cürmün/cinayetin kime yıkılacağının da tasarlandığını gösterir. 

Darbeci toplumu sıra dayağından geçirmiştir ama onu suça azmettiren siyasetçidir. İşte itibarsızlaştırılması gereken siyasetçidir. Darbeleri Araştırma Komisyonunun çalışmaları esnasında, özellikle 28 Şubat darbesinin en önemli mağduru olan merhum Başbakan Necmettin Erbakan’a öyle çok hayırhah atıflarda bulunuldu ve öyle çok övüldü ki, hayattayken maruz bırakıldığı durumlar kayıtlarda olmasa hayatında hiçbir haksızlığa muhatap kalmamış bir siyasetçi zannederdik. Samimi duygularını ifade edenlerin yanı sıra günah çıkarmak isteyenler de, darbecilerin yanında yer aldıkları, devrin Başbakanını tahkir ve tezyif ettikleri için bugün pişmanlığını dile getirmek isteyenler de Erbakan’ın darbe sürecindeki duruşunu sadece takdir etmediler ona adeta hayranlıklarını belirttiler. Bilindiği üzere muhatap olduğu “darbenin bin yıl yaşayacağı” söylendiğinde merhum Erbakan “ 28 Şubat tarihte bir nokta bile değildir ” demişti. 


KAYNAK PDF FORMATLI

https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 


***

DARBE RUHU ZEDELER.


Darbe, Ruhu Zedeler ,

Darbeler, aile içi şiddet gibi toplumun ruhunu zedelemiştir. Komisyonumuzun özellikle kaydetmek istediği hususlardan biri de toplumsal çatışmayı esas alan dışlayıcı, ötekileştirici, yasaklayıcı stratejinin, darbeleri hem mümkün hem de sürekli kıldığıdır. Sonuçta meşruiyet kazanmasa da darbeler, devlet karşısında birey ve toplumu her zaman güçsüz, savunmasız ve zayıf bırakmayı amaçlamıştır. Darbeciler devlet teşkilatına kalıcı vesayet kurumları ekleyerek, bu kurumlar eliyle toplumsal düzende kalıcı travmalar açmış ve bu yolla önemli ölçüde hedefledikleri sonucu tahsil etmişlerdir. 

Darbecilerin zihin dünyasında düşman algısı hayati derecede önemlidir. Sık sık düşman belirleme ihtiyacı duymaları aldıkları doktrin gereğidir. Onların samimi inanışlarına ve aldıkları doktrine göre devletin bekası düşman algısına bağlıdır. 
Araştırmamız da göstermiştir ki, darbeci ayrıştırmadan, kategorize etmeden, dost ve düşman kampları oluşturmadan, milleti bir bütün olarak tasavvur edemez. 

Darbeler, Tarihi ve Geleceği Kurgular 

Keza, darbeler, sadece ‘geleceği’ değil geriye doğru toplumun tarih algısını da kendi doktrinine göre yeniden kurgular ve inşa eder. Bu anlamda araştırmamız esnasında tespit ettiğimiz bir sorun, sorunun kaynağı olarak sıkça vurgulandığı üzere sadece askeri okullarımızdaki müfredat değil, sivil okullarımızdaki müfredat da yeniden ele alınmayı gerektiriyor. 

Darbelerin Türkiye’ye maliyeti çok ağır olmuş, Cumhuriyet dönemi darbelerinin anası olarak kabul edilen sehpalı, kanlı 27 Mayıs’ın yıl dönümleri tam 20 yıl boyunca Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlanmıştır. Darbeler, kendi kültürünü de üretme ve yaşatma konusunda eğitime de ideolojik müdahalelerde bulunmuştur. Darbelerin ruhu anayasal kurumlara emanet edilmiştir. 
Milli Güvenlik Kurulu demokrasiye, parlamentoya, millet iradesine vasilik yapmak üzere 1960 Anayasasıyla sistemin kalbine yerleştirilmiştir. 

Evet, darbelerin geleceği nasıl kurguladıklarına dair Komisyonumuzun ulaştığı en çarpıcı verilerden biri şudur: 12 Eylül’den sonra yönetime el koyan Cunta, MDP’yi kurdurarak iktidara gelmesini istedi. 6 Kasım 1983’te MDP’nin değil Turgut Özal’ın liderliğindeki ANAP’ın seçimi kazandığı görülünce; askerler, daha iktidarı devretmeden ve Özal hükümeti güvenoyu almadan sistemi dizayna ve vesayet kurumlarına yönelik yasaları birkaç gün içinde çıkarmışlardır. 

Bu kapsamda, MGK Genel Sekreterliği Kanunu, Seferberlik Kanunu, Anayasa Mahkemesi Kanunu, Yargıtay kanunu, YÖK Teşkilat Kanunu gibi temel kanunlar, 
seçim sonuçları belli olduktan sonra Danışma Meclisi ve Milli Güvenlik Konseyi’nce onaylanmış ve yürürlüğe konmuştur. Keza, KKTC’nin ilanı da sivil hükümete bırakılmamış ve alelacele ilan edilmiştir. 

Darbeler, Cumhuriyeti Cumhurdan Esirger 

Bütün hukuk metinlerinin üzerinde bir işlev ve fonksiyon gören ve zımnen Cumhuriyeti Cumhurdan esirgeyen, devleti vatandaştan sakınan Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu Ocak 1961’den beri yürürlüktedir. Halka rağmen halkı ‘aydınlatma’, halka rağmen halka ‘rehberlik’, ‘önderlik’ ve’ liderlik’ etme ve halkı gerektiğinde korkutarak yanaşık düzen hizaya getirerek adam etme darbecilerin ortak karakteridir. Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesiyle “27 Mayıs’ta aslolan darbe ve tasfiyedir. Yani 27 Mayıs ihtilali, toplum yararına, toplum için ama halkın üstünde ve halka rağmen bir harekâttır”. Toplum yararına toplum için ama halkın üstünde ve halka rağmen… 

28 Şubat darbesine gelindiğinde “balans ayarı” olarak isimlendirilen anlam aynıdır. 

Devlet aygıtı onlarındır, altlarındadır, arazilerinde diledikleri gibi yürümektedir. Kenan Evren, Çevik Bir ve Erol Özkasnak’ın bilinen üsluplarında bu tahakkümcü anlayış aşikardır. 

Netekim, gerek duydukları için de devlete, siyasete, ekonomiye balans ayarı yapmışlardır. Siyasal mühendislik işte budur. Halkın üstünde ve halka rağmen… 
Bu militarist, otoriter anlayışa göre halk erişkin, yetişkin, reşit değildir. Reşit olmayan, kendi kararlarını veremeyen halk kandırılır. Onların yerine düşünmeli ve doğru yola koymalıdır. Yanlış yola girmeleri halinde yola barikat koymalıdır. Yine sonuç alınmazsa sondan bir önceki darbenin generallerinden birininhatırlattığı üzere: “ Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir/tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” 

Tavsiye niteliğindeki MGK kararları “nush” hükmünde, yerine getirilmeyince de kötek, yani dayak, yani darbe hak olmuştur. Zaten “karar” tavsiye edilmez, “tevdi” edilir. Halk adına aydınlanmış kadrolar sisteme el koymalı ya da sistem kurmalıdır. Halk demokrasiyi de yanlış anlamış, yanlış adamları seçmiş, yanlış insanlara, yanlış kadrolara, hatta Kenan Paşa’nın ifadesiyle “sapık ideolojilere” oy vermiştir, kandırılmıştır. 

Darbeler, Mevzuat ve Medya’yı Dizayn Eder 

Dolayısıyla darbecilere göre gidilecek yol bellidir, resmi, legal ideoloji bellidir, diğer yolların hepsi sapık yollardır. Halkı hizaya getirmek kurucu iradede tek hissedar olan Silahlı Kuvvetlerinin görevidir. İç Hizmet Kanunu da zaten “koruma” ve “kollama” görevinin sahibini belirlemiştir. Kaldı ki İç Hizmet Kanunu hiç olmasa da darbecinin zihin dünyasında o görev zaten kendisinindir. 

Darbeleri Araştırma Komisyonumuzun çalışması süresince müteaddit defalar vurgulandığı üzere kim her ne yaptıysa “Devlet için” yapmıştır. Bu cümle bir ironi değildir. Gerçekte böyle olmuş, böyle inanılmıştır. Dolayısıyla darbecinin robot resmi, aranarak, okunarak, dinlenerek çizilemez. O, paradoksal bir zihniyetin ya da bir ideolojinin içindedir ve onun zihniyeti ve ideolojisi de kendi içindedir. 
Geriye doğru gidildiğinde kurşun devlet için atılmış, barikat devlet için konmuş, vatandaş devlet için fişlenmiş, müfettişlerin espiyonaj raporları devlet için hazırlanmış, medya devlet için andıçlanmış, siyasetçi devlet için itibar sızlaştırılmış, muhtıralar, darbeler devletin bekası için yapılmış, sehpalar devlet için kurulmuş, vatan hainleri devlet için vatandan sürgün edilmiştir. 

Kısaca vatan, vatan için dünyadan tecrit edilmiş ve içine kapatılmıştır. Sadece Türkiye’de değil dünyadaki darbelerin ruhu da bu mantıkla şekilleniyor. 
Bütün cunta liderleri ve kadroları mevzuata uygun olarak, ülke için, vatan için, anayasal ve yasal çerçevede vazife şuuruyla görevlerini yaptıklarını söylemişlerdir. Keza, sadece darbe yapan cunta liderleri değil darbelere yardım ve yataklık yapan, darbecilere lojistik destek veren medya yönetici ve sahipleri başta olmak üzere darbeci diyebileceğimiz birçok insan yaptıklarını “mevzuat” ve “görev gereği” yaptığını ifade etmiştir. Görevi askerlerle muhataplık olan bakanların bile darbe üzerinden 15 yıl geçtikten sonra bile “görmedim, duymadım, bilmiyorum” demeleri darbeleri açıklayıcı bir durum olmalıdır. Darbeler paradokslarla dolu ara rejimler kurar. Anayasal düzeni, anayasayı, parlamentoyu lağveden darbelerin referansı da bir önceki darbenin yaptığı anayasadır. Darbeci anayasaya uygun olarak anayasayı lağvetmiştir. Peki, darbe süreçlerinde siyaset kurumu ne yapmıştır? 
Bu sorunun cevabını bir cunta liderinden bir cümleyle alalım. Cemal Gürsel demiştir ki: “Demokrat Parti’nin memlekete yaptığı en büyük kötülüklerden birisi Orduyu ihtilale zorlaması olmuştur.” Darbeci mal ve mülk sahibi olarak sadece kendini görüyor. Aynı şekilde “suça azmettirildik, yoksa yapmazdık” mantığını yaklaşık aynı ifadelerle 12 Eylül’ün cunta lideri Kenan Evren de defalarca dile getirmiştir. 

Cuntacıların düşünme şeklini, darbecilerin sakat mantığını teşhir ederek sorularımızı cevap layamayız. Bir sistem peşinde olan ve bunu gerçekleştiren bu kadroların yaptıkları iş küçümsenmemelidir. 

Bütün cunta kadrolarının zihin haritasını teşhirden daha manidar olan darbecilerin aldığı aydın desteğidir. Özellikle akademi dünyamız bu anlamda çok sorunlu bir alanı teşkil etmektedir. Bütün açık ve kapalı darbe dönemlerinde “ordu göreve” diyen profesörlerimiz ile darbeler karşısında boyunlarını eğen aydınlarımızın tutumu zaten kayıtlardadır. 

Araştırmamız esnasında “ Darbe dönemlerinde basının, medyanın tutumu yüz karasıdır ” ifadesini tespit, itiraf ve pişmanlık olarak çok duyduk. O karanlık dönemlerin provakatif manşetlerini, yalan haberlerini kaleme alan insanların bir kısmı her şeyi mesleki rekabet gereği yaptıklarını söyleseler de özellikle darbe süreçlerinde suça iştirakte rekabet ettikleri ve birbirlerini gammazladıkları, darbecilere servis yaptıkları açıktır. 

Üniversite İkna Odaları:

Komisyonumuza konuşan bazı medya mensuplarının sektörün geçmişte böyle kullanılmış olmasından duydukları mahcubiyeti, utancı, pişmanlığı dile getirmiş olmaları takdire şayandır. 
Medyada durum böyleyken darbe dönemlerinde zaman zaman kadrolarının yarısı akademik hayatın dışına atılan, mesela 12 Eylül’de, 38 Profesörün, 25 doçentin, 10 yardımcı doçentin bir kalemde sokağa atıldığı 1402 sayılı sıkıyönetim kanunuyla, fişlenmiş bin civarında öğretim üyesinin üniversiteden atıldığı 28 Şubat’ı yaşayan, başörtülü kızlarımızın alındığı “ikna odalarını” yaşatan üniversitelerimizde akademinin duruşuyla ilgili bir özeleştiri, entelektüel bir sorgulama, akademik bir inceleme ne yazık ki henüz yapılmamıştır. 
Keza, irticacı müftü, vaiz, imam ve müezzinlerin bildirilmesi talep edilen ve toplumsal mühendislik alanı olarak darbecilerin ilk hedeflerinden biri olan Diyanet Teşkilatı da geriye doğru darbe dönemlerinde zorlandığı tutum ve gördüğü müdahalelerin de örnekleri araştırmamız esnasında kayıt altına alınmıştır. 

Kazan kaldıran askerlerin öncelikle ilmiye sınıfının gözünün içine bakmaları ve onlardan meşruiyet aramaları çok eski bir darbe geleneğidir. Bu anlamda darbeler karşısında üniversitelerimizin darbe dönemlerinde hiç de yüz ağartıcı bir sınav vermedikleri açıktır. 27 Mayıs 1960 sabahı askerler İstanbul Üniversitesi hocalarını uçağa doldurur ve anayasa yapmak üzere apar topar Ankara’ya getirirler. Cuntanın akıl hocalığını gönüllü olarak yapan üniversite hocaları kimlerdir: Sıddık Sami Onar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Naci Şensoy, Ragıp Sarıca, Tarık Zafer Tunaya, Hüseyin Nail Kubalı, İsmet Giritli. Bu akademis yenlere Ankara’da Muammer Aksoy, İlhan Arsel ve Bahri Savcı dahil edilir. 
Görev nedir, görev emir komuta zinciri içinde yeni bir anayasa yapılacak denilir ve yapılır. 12 Eylül döneminde ise Orhan Aldıkaçtı aynı rolü üstlenecek ve talimatla anayasa yapmak üzere getirtilecektir. 

Cunta ve Diz Çöken Hukukçular :

12 Eylül darbesiyle anayasası tedavülden kaldırılan, lağvedilen Anayasa Mahkemesi üyelerinin 12 Eylül darbesini gerçekleştiren beşli cuntayı tebrik etmek için Kenan Evren’in huzuruna çıkmaları da hukuk tarihimiz açısından kayıtlarda tutulması ve unutulmaması gereken çarpıcı bir olaydır. Darbe yapmış bir generale “Anayasayı lağvettiniz tebrik ederiz paşam” diyecek bir anayasa mahkemesi kadrosu ne ölçüde bir yüksek mahkemedir? 

Hukukun siyasallaşması değil hukuka diz çökertilmesi olarak nitelendirilebilecek aynı sahnenin 28 Şubat 1997 versiyonu çok daha trajiktir. Anayasa Mahkemesi üyeleri bir cemseye doldurularak silahlı bir onbaşı refakatinde brifing almak üzere Genelkurmay karargahına topluca götürülmüşlerdir. Hem götürenler hem de götürülenler, gidenler darbe dönemlerinde hukukun ve hukukçunun düşürüldüğü durum açısından dünya darbeler tarihine örnek vaka olarak geçmelidir ki, yeryüzünde hiçbir hukukçu bu derece hukuku ayaklar altına almasın. Hâkim ve savcıların balans ayarı yapmaya hazırlanan askerlerin servis otobüslerine ve Adalet Bakanlığı’nın servis araçlarıyla doldurularak Genel kurmayda brifing almaya götürüldüğü 28 Şubat sahneleri de araştırmamızın kayıtlarındadır. 

Hukuk ve darbe geçmişimize bakarken herhalde Adnan Menderes’i, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ı sehpaya gönderen hâkimlerin daha sonra ödül olarak, Ankara’da Yüksek Mahkemelere Üye olarak görevlendirilmiş olmaları manidardır. 

Darbelerin yaşattığı acı ve trajedilerden anlamlı bir sonuç çıkarmak için işbirlikçiler üzerinde daha çok durulmalıdır. Deniz Gezmiş’in, Metin Yüksel’in, Sedat Yenigün’ün ve hep 17 yaşında kalacak olan Erdal Eren’in sehpaya çekilmesi kadar hazin olan, askeri cemselerde Genelkurmaya brifing almaya koşan hukukçularımızın bakışlarıdır. 

Onlardan ikisi komisyonumuza nitekim “bugün olsa bugün giderim” dedi. Yani darbe dönemlerinde yaşananlar herkeste aynı etkiyi bırakmıyor ve darbelerden herkes aynı sonuçları çıkarmıyor. 

Komisyonumuza “bugün olsa bugün de giderim” diyen Sabih Kanadoğlu ve Nuh Mete Yüksel gibi hukukçuların beyanları da zabıtlarımıza girdiği gibi o günlerde insani bir duygu olarak korkudan cemseye bindiğini söyleyen Sacit Adalı gibi Anayasa Mahkemesi üyelerini de dinledik. Tıpkı “bugün darbe olsa medya yine brifing almaya koşar” diyen eski basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi’nin beyanlarını dinlerken ürperdiğimiz gibi ürperdik, ama ifadeleri kayıt altındadır. 

Darbeciler sadece silah kullanmayı, hükümet devirmeyi, mahalle aralarında tank yürütmeyi, iç düşman belirlemeyi, muhtıra metni yazmayı, direktifle kanun yapmayı, emirle anayasa yapmayı, brifing vermeyi, andıçlamayı, fişlemeyi, balans ayarlarını değil, milli eğitime müfredat yapmayı, sermaye hareketlerini kontrol etmeyi, finans dünyasını yönetmeyi, bahusus banka sektörünü de iyi bildiklerini göstermişlerdir. 

Bütün darbe ve muhtıra metin ve bildirilerinde yer aldığı üzere ülkemizi “muasır medeniyet/çağdaş uygarlık” düzeyinin ötesine götürecek olan “aydınlanmacı, 
aydınlatıcı” önder darbecilerin hünerleri bunlarla sınırlı değil aynı zamanda Briçten Resim sanatına kadar her alanda çağdaş uygarlık yürüyüşünde topluma kılavuzluk etmişlerdir. 

Devlet İktidarı ve Demokratik İktidar Darbeciler bir tek kendi işlerini, askerlik mesleklerini doğru dürüst yapmamışlardır. 

Siyasete girdiklerinde dahi üniformalarını çıkarmamışlardır: “ Şartlar tamam landığında milletler için ihtilal meşru bir haktır ” demiştir Milli Şef. Keza, Paşanın tarihi sözlerinden biri de muhalefet ettiği Demokrat Partiye hitaben “Böyle devam ederseniz sizi ben bile kurtaramam” deyişidir. Bu cümlenin zımnında devlet iktidarı ile hükümetin aynı şey olmadığı, seçimle iş başına gelebilirsiniz ama siz devletin sahibi değilsiniz denmiştir. 

Nitekim paşanın geldiğini haber verdiği felaket gelmiştir. 

Kurucu irade adına İsmet Paşa’nın darbeler karşısındaki pozisyonu böyle olunca Cumhuriyet aydınları da darbelerin mantığını şöyle ifade etmişlerdir: “İhtilal toplum yapısında biriken çelişmelerin bir patlayışıdır. İyi ya da kötü olduğuna göre değil, şartlar tamam olduğu için ihtilal olur. İşte şartların tamam oluşuyla ihtilal arasındaki bu zaruret, bağıntı veya illiyettir ki tarihi determinizm açısından, ihtilalin mantığını teşkil eder. Bu bakımdan 27 Mayıs ihtilali şartları tamam olan bir ihtilaldir.” (Şevket Süreyya Aydemir, İhtilalin Mantığı ) 

27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de ve 28 Şubat’ta şartlar suikastlarla, faili meçhullerle, sehpalarla, siyasi linçlerle tamamlanmıştır. Nitekim Evren Paşa o konuda da tarihe önemli bir not düşerek ipucunu vermiş ve “12 Eylül öncesi şartların olgunlaşmasını bekledik” demiştir. Toplumda biriktirilen çelişkiler 27 Mayıs’ta olduğu gibi 12 Eylül’de de cuntacılar tarafından teşvik edilmiştir. 

28 Şubat’ta ise şartlar yeterince olgunlaşmadığından ve kurguyu bozan REFAHYOL iktidarı yüzünden senaryoda değişikliğe gidilmiş, şartları olgunlaştıracak yeterli malzeme verilmediğinden magazinsel unsurlar sahnelenmiş, DYP parçalanmış, Darbe ihalesi bu kez Silahsız kuvvetlere havale edilmiş, Refah Partisi, dini cemaatler, başörtülü üniversite öğrencileri, dindar esnaf, tüccar üzerinde ağır bir tazyik uygulanmış, milyonlarca insan fişlenmiş, binlerce insan derdest edilmiş, tehdit edilmiş, hükümet düşürülmüş; Refah Partisi ve yerine kurulan Fazilet Partisi kapatılmıştır. 

Siyasetten, toplumdan aldıkları intikam darbecilerin öfkesini dindirmeye yetmedi, en ufak bir “suçu” olmayan dünya çapındaki saygın din bilginleri Türkiye’den kaçmak zorunda bırakıldı. 


KAYNAK PDF FORMATLI

https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 

Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 


***

28 ŞUBAT MECLİS ARAŞTIRMA KOMİSYON RAPORU BAŞKANININ SUNUŞ KONUŞMASI



   28 ŞUBAT MECLİS ARAŞTIRMA KOMİSYON RAPORU  BAŞKANININ SUNUŞ KONUŞMASI  

ÜLKEMİZDE DEMOKRASİYE MÜDAHALE EDEN TÜM DARBE VE MUHTIRALAR İLE DEMOKRASİYİ İŞLEVSİZ KILAN DİĞER BÜTÜN GİRİŞİM VE SÜREÇLERİN TÜM BOYUTLARI İLE ARAŞTIRILARAK ALINMASI GEREKEN ÖNLEMLERİN BELİRLENMESİ AMACIYLA KURULAN MECLİS ARAŞTIRMASI KOMİSYONU RAPORU 

   28 ŞUBAT MECLİS ARAŞTIRMA KOMİSYON RAPORU
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

KOMİSYON BAŞKANININ SUNUŞ KONUŞMASI  

“Her dil, gönlün perdesidir. Perde kımıldadı mı, sırlara ulaşılır.” 
Hz. Mevlana 

Türkiye’de çok az iş “birlikte” yapılabilmektedir. Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun iktidar ve muhalefet partilerimizin tamamının ortak önergeleriyle ülkemizin en hayati meselesi olan darbeleri “birlikte” araştırması, sorgulaması ile bu anlamlı işi millet iradesinin yegâne temsilcisi olan TBMM çatısı altında başarıyla sürdürmesi ve tamamlaması; kamuoyumuzun, medyamızın, akademik ve entelektüel dünyamızın büyük ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur. 

Hiçbir kesimin yekdiğerinin sesini boğmadığı darbeleri araştırma sürecine katkı sunan komisyon üyelerimiz ve siyasi partilerimiz başta olmak üzere, darbeler karşısında demokrasi duyarlılığı gösterdiği için araştırmamıza katkı sağlayan, tartışan, sorgulayan ve konuyu yakından takip eden kamuoyumuza ve medyamıza şükranlarımızı sunuyoruz. Bu süreçte aldığımız muazzam kamuoyu desteğinin bize duyulan itimadın yansıması olduğu kadar darbeler karşısında 75 milyon vatandaşımızda oluşan bilinç, akıl ve vicdan’ın demokrasi kültürümüzün kuvvetlenmesi ve temellenmesi açısından da son derece hayati bir örneklik teşkil ettiğini düşünüyoruz. 

Aynı bilincin, aklın ve vicdanın darbe ve muhtıralar karşısında bir irade olarak güçlendiğini görmek Türkiye için son derece önemli bir tecrübe olmuştur. Oluşan bu iradenin darbelerin izlerini yok edecek olan sivil anayasamıza da kuvvetli bir referans olacağını düşünüyoruz. 

Darbe, devlet adına, devletin gücüyle topluma dayak atılması, elinde silah olanlar tarafından meşru iktidarın gasp edilmesidir. 

Milletin güvenliği, ülkenin selameti için kendilerine emanet edilen silahları belli dönemlerde millete doğrultan ilkel, modern ve post-modern darbelerin tamamı gayrı hukuki ve gayrı meşrudur. 

Sonuçları itibariyle insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak gördüğümüz darbeler sadece demokrasiye darbe vurmakla, meşru yönetimi alaşağı etmek ve devlet yönetimine el koymakla kalmamış, vatandaşların vatandaşlık aidiyetlerini de sakatlayarak toplumun psikolojisi üzerinde telafisi zor yaralar açmıştır. 

Bugün dahi, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, devletin hukukla sınırlandığı, vatandaşların hukuk güvenliğinin eksiksiz sağlandığı tam bir hukuk 
devleti ve bütün vatandaşlarını eşit zeminde sahiplenen ileri bir demokrasi olma yolunda aşmaya çalıştığımız sıkıntıların ve temel sorunların kaynağında darbelerin bıraktığı ağır hasarlar ve kalıcı izler olduğu muhakkaktır. 

Çözülmesi gereken her soruna, sarılması gereken her toplumsal yaraya, dindirilecek her acıya yakından bakıldığında; hukukun, aklın, vicdanın askıya alındığı, hak arama yollarının kapandığı, toplumun kutuplaştırıldığı, keyfilik, zorbalık, şiddet ve hukuksuzluğun hüküm sürdüğü darbe dönemlerinin etkileri mutlaka görülecektir. 

Darbeler, sadece askerlerin kazan kaldırdığı, Silahlı Kuvvetlerin topluma dayak attığı yahut eli beli silahlı insanların yönetimi belli bir süre için gasp ettikleri arızi ara rejimlerden ibaret değildir. Aksine, darbeler sistematik bir kurgunun ve projenin ürünü olarak ara rejimlerini vesayet kurumları üzerinden sürekli ve daimi kılmak istemişlerdir. Darbeleri gerçekleştirenler kendilerini ve darbelerini Cumhuriyetin kurucu iradesi ve kurucu ideolojisi ile temellendirerek, devlete sahipliklerini güçlü vatan ve millet sevgisiyle gerekçelendirilmişdir. 

Darbeciler her zaman vatanı, vatandaşlardan daha çok sevdiklerini söyleyerek darbe yapmışlardır. Darbeciler meşru siyaseti ve siyasetçileri itibarsızlaştırarak meşruiyet alanını tekellerine almak istemişlerdir. 

Hiçbir darbe milli değildir ve bütün darbeler milli olarak isimlendirilmiş kurumlar eliyle gerçekleşmiştir. Darbeciler, millete rağmen ama millet için, halka rağmen halk için darbe yaptıklarından “Milli Birlik Komitesi”, “Milli Güvenlik Konseyi”, “Milli Güvenlik Kurulu” gibi millete ve devlete vasilik yapacak kurumlar ihdas etmişlerdir. 

Anayasa yapma yetkisini de -kurucu irade ve kurucu ideolojinin vekâleti üzerlerinde olduğu için- sadece kendilerinde görmüşler ve her şeyi gasp yoluyla bu hakkı kullanmışlardır. 

Yaptıkları anayasanın aleyhine tek bir muhalefet cümlesi edilmesini bile yasaklayarak, anayasayı; bütün öncülerini, meşru temsilci ve sözcülerini hapishaneye attıkları ya da sürgün ettikleri topluma cebren onaylatmışlardır. Toplumun karşı koymaması, darbeden daha büyük bir felaketle yüzleşmemek içindir. 

İç düşmanlar belirleyerek ülkeyi kendi müdahalelerine hazır hale getiren darbeciler devlete ve topluma büyük kötülük yapmış, ağır maliyetler ödetmişlerdir. Kendilerine hem düşman belirleme hem de belirledikleri düşmanı yok etme yetkisi veren darbeciler aynı zamanda hukuk düzenine el koyarak anayasa yapma yetkisini de tekellerine almışlardır. 

Darbecilerin ortak ifadesiyle bütün darbelerde cunta yönetimleri “şartların olgunlaşmasını beklemiş” ve “şartlar olgunlaşınca” darbe yapmış ve yönetime el 
koymuşlardır. 

Tarihi bir süreklilik içinde kurgulanan darbeler birbirinde yaşamış, birbirinde devam etmiştir. 27 Mayıs 28 Şubat’ta, 12 Mart 12 Eylül’de yaşamıştır. 
Demokratik seçimlere, toplumsal dönüşüme, insan hak ve hürriyetleri alanındaki hukuk reformlarına ve evrensel kriterlere dönük bütün çabalara rağmen Türkiye’de yaşanan askeri darbeler öyle derin yaralar açmıştır ki, toplumun bir kesimi için 27 Mayıs, başka bir kesimi için 12 Mart, başka bir kesim için 12 Eylül, başka bir kesim için 28 Şubat devam etmiştir. 

Darbeler tarihine geçen “28 Şubat, bin yıl sürecek” ifadesi sadece siyasete ve topluma dönük bir tehdit olduğu gibi yapılan darbenin fiili bir darbe olarak kurgulandığının açık bir ifadesidir. Nitekim sadece Refahyol Koalisyon Hükümeti devrilmemiş ve parçalanmamış; onun yerine kurdurulan Koalisyon hükümetleri ve ağır bir istiskal ile partiler paramparça edilmiştir. 

Darbelerinin “bin yıl yaşayacağı” sözü yerde kalmış, Türkiye darbeden çıkmış, güçlü bir demokratik istikrar dönemi inşa edilmiştir; o söz de ne yazık ki, Türkiye’nin belleğinde kalmıştır. Unutulmamalıdır ki, bu söz sadece Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun değil; Kenan Evren’in de Memduh Tağmaç’ın da, Cemal Gürsel’in de ve diğer cunta lideri ve darbeci kadrolarının da düşünme biçimidir. 

Darbeler, hayatın bütün alanlarını, egemenliğin bütün unsurlarını, baştanbaşa devlet teşkilatını, hukuku, ekonomiyi dizayn etmek üzere gerçekleşmiştir. Dolayısıyla darbeler sadece kurulu düzeni, devlet teşkilatını, tasfiye edilecek yönetimleri, tedavülden kalkacak anayasaları değil; aynı zamanda yapılacak anayasa ile birlikte entelektüel, akademik hayatı, düşünce dünyasını, hatta sanatı, edebiyatı ve medyayı da hedef alır, düzenler, şekillendirir. 

Darbe dönemlerinde düşünce hayatını olduğu gibi toplumun duygu dünyasını da tazyik altına alarak muhalefet ihtimalini kırmak için sistematik olarak korkular ve korkuluklar üretilir. 

Darbecilere yardım ve yataklık edenler, üretilmiş korkuların örgütlendiği darbe süreçlerinde topluma karşı yürütülen psikolojik savaş unsuru olarak aktif roller alırlar ve sosyal psikolojiyi sevk edilmek istenen istikamete yönlendirirler. 

Türkiye’nin aydınları ve akademisyenleri özellikle darbe dönemlerindeki tutumlarını sorgulamak durumundadır. 

Darbeciler Tuzak Kurar, Pusu Kurar 

Darbeler demokrasiye tuzak kurarak, toplumu tahrik ederek, ayrıştırarak, çoğu zaman pusu kurarak tasarlanan ve taammüden işlenen suikastlardır. 
Darbeler tarihi aynı zamanda ‘komünizm’, ‘irtica’, ‘bölücülük’ gibi kozmik laboratuvarlarda üretilmiş öcülerin, hayaletlerin ve kışkırtılan korkularımızın da tarihidir. 
Darbeciler milletin değerlerine karşı örgütlenerek/ çeteleşerek topluma ve devlete kötülük tasarlayan, elde edecekleri çıkar ve kazanımlar üzerinden işleyecekleri suçlara ortaklığı, işbirliğini planlayan ve her tür kirli pazarlığa ve yönlendirmeye açık olan insanlardır. 

Dolayısıyla darbecilik organize bir suçtur. 

Halkın elinden hukukunu almak için devlete ve devlet organlarına el koymak, devletin gücünü halka karşı kullanmaktır darbecilik. Eski yaraları kanatarak, yoksa yeni yaralar açarak yapacakları darbeye zemin hazırlayan darbeciler, geleceğe mutlaka yeni yaralar, yeni çatışma alanları bırakırlar. 

Ülkemizde toplumun hafızasına ‘Kafes’ ve ‘Zindan’ olarak kazınmış olan ‘Yassıada’, ‘Mamak’, ‘Metris’, ‘Ulucanlar’ ve ‘Diyarbakır Cezaevi”nin yaşattığı travmaların sonuçları ne yazık ki henüz ruhumuzu zedelemeye devam etmektedir. Milletimizin meşru temsilcilerini “düşük”, “düşkün”, “hain”, “mürteci” ilan eden darbeciler henüz 17 yaşındaki genç bir muhalif için “asmayalım da besleyelim mi” diyecek kadar vicdanlarını askıya almışlardır. 

Darbeleri Araştırma Komisyonumuzun çalışmaları esnasında belirginleşen şu husus çok manidardır: Her darbe - farklı toplumsal ve siyasal kesimleri hedefliyormuş gibi görünse debütün topluma bedel ödetmiştir. Darbecilerin yürüttükleri strateji farklı toplumsal kesimleri karşı karşıya getirmek olmuş ve bu projelerinde başarılı olmuşlardır. 

Maşeri Vicdanı Böler Darbeler 

27 Mayıs darbesinin yıl dönümlerini bayram olarak kutlayacak bir taraftar kitlesi bulmak darbecilerin yürüttükleri toplumsal mühendislik açısından önemli bir başarıdır. 
Toplumu ayrıştırarak darbeye giden yolu açmış, aynı yoldan giderek darbeler eliyle statükolarına süreklilik kazandırmışlardır. 

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Yassıada’da demokrasi, hukuk, adalet ve vicdan sehpaya çekilmiştir. 1971’de, 1980’de, 1997’de yaşanan şey aynıdır. Darbeciler esas hedeflerini toplumsal mühendislik üzerinden yürütülüyor. 1971’de sehpaya göndereceği evlatlarına “1960 anayasasına bağlılık mitingi” düzenlettiren mekanizmanın yürüttüğü toplumsal mühendislik faaliyeti çok düşündürücüdür. 

27 Mayıs darbesinde, askeri yönetimin toplumsal mühendislik faaliyeti Türkiye sathında devam etmiştir. Yapılacak anayasa da, darbeye karşı çıkması muhtemel kimselerin derdest edilmesi de başlangıçta tasarlanmış, projelendirilmiştir. Darbeyle eş zamanlı olarak, tehlike arz ettiği düşünülen insanlar savcı, hakim, mahkeme görmeden sorgu sualsiz derdest edilerek kamplara, hapishanelere alınmışlardır. 

Milyonlarca vatandaşın çaresiz gözleri doğal olarak Başbakan Menderes ve arkadaşlarının idam edileceği Yassıada’ya çevriliyken darbelerin toplumsal mühendislik projelerini göstermesi açısından üzerinde çok az durulmuş çarpıcı bir örnek 1960 Sivas Kabakyazı’da kurulan kamp örneğidir. 

1960 darbesinden hemen sonra Sivas’ta Doğu-Güneydoğu aşiretlerinden insanların, aşiret liderlerinin, dini önderlerin (485 kişi) toplandığı Kabakyazı Kampı, 27 Mayıs’ı yapan Milli Birlik Komitesi üyelerinin ve bu darbecileri kurtarıcı olarak alkışlayan aydınların milli birlik ve bütünlük konusunda sahip olduğu devlet tasavvurunu ortaya koyan son derece çarpıcı örneklerden sadece biridir. 

485 seçilmiş kişinin 9 ay boyunca sorgusuz sualsiz tutulduğu ve sonra sürgün edildikleri Sivas’taki Kabakyazı Kampı’nın Türkiye’ye ödettiği maliyeti, vatandaşlık bağlarının zayıflaması yönünde ne ölçüde zarar verdiğini kimse hesaplayamaz. Keza; aynı otoriter anlayış, korku, şiddet ve dayakla vatandaşı terbiye etme yöntemini 12 Eylül darbesinde neredeyse bütün toplumu derdest edecek, bütün toplumu sıra dayağından geçirecek kadar ileri noktalara götürmüştür. Bugün yaşadığımız acıların o gün orada yaşatılan acılarla ilişkisini kim ortaya koyabilir, ortaya konması halinde kim telafi edebilir? 

12 Eylül, Hem Kıyım Hem Yıkım 

12 Eylül Darbesi hem bir kıyımdı hem de bir yıkım. Önce toplum “sağ” ve “sol” şeklinde iki kutba bölündü, zehirli husumet tohumları ekildi, büyük cinayetler işlendi, darbe için darbecilerin ifadesiyle “şartlar olgunlaştırıldı.” Darbenin son gerekçesi Konya’daki “Kudüs Mitingi” oldu. İlginçtir, Kudüs’ün Türk Darbeler tarihinde çok özel bir yeri var. 28 Şubat darbesinin en önemli gerekçelerinden biri de Sincan’daki “Kudüs Gecesi”ydi. 

Darbe şatlarını oluşturan darbe öncesi iklimde ise Taksim, Maraş, Çorum gibi kitlesel olayların dışında önemli cinayetler işlendi. İlk faili meçhul cinayetlerden biri olan Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu cinayetini müteakiben Bedrettin Cömert, Abdi İpekçi, İlhan Darendelioğlu, C. Orhan Tütengil, Nihat Erim, Gün Sazak, Kemal Türkler, Ümit Kaftancıoğlu cinayetlerinin hepsi Türkiye’yi darbeye sürüklüyordu. 

Evet, 12 Eylül’de toplumun bütün katmanlarının üzerinden tanklar geçti. Korku, tedhiş, kaos iklimi herkesi rehin aldı. Neler oldu: 12 Eylül 1980’den 24 Kasım 1983’e kadar, Askeri Cunta lideri Kenan Evren’in başında olduğu Milli Güvenlik Konseyi’nin Korku İmparatorluğu Türkiye’ye nefes aldırmadı. 

TBMM lağvedildi. 

40 gün önce güvenoyu alan hükümet lağvedildi. 
Anayasa lağvedildi. 
Partilerin hepsinin kapısına kilit vuruldu. 
Siyasi liderler, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit ve Alpaslan Türkeş, kadrolarıyla birlikte hapsedildi. 

Her Darbe Resmi İdeoloji Adına 

12 Eylül darbesi, 12 Mart ve 27 Mayıs resmi ideoloji adına yapıldı. Keza 28 Şubat’ta da öyle oldu. 27 Nisan bildirisinin ruhu da aynıdır. Her darbe döneminde her karakolda resmi ideoloji adına sıra dayağından geçirildi toplum. Darbeci askerler “biz vaktiyle sivilleri uyardık” diye kendilerini savundular. 27 Aralık 1979’da Cumhurbaşkanı Korutürk’e bir mektup göndermişlerdi. “Bütün partiler Atatürkçü görüşle bir araya gelsin” diyen bir mektup. “Atatürkçü görüşle” bir araya gelmediği için partiler, yönetime el koymak için 
şartlar oluştu dediler. Hiç utanmadan, sıkılmadan işledikleri sayısız insanlık suçundan pişmanlık duymadan darbeciler yıllar boyu yaptıklarını savundular, savunuyorlar. 

Hangi insanlık suçları işlendi 12 Eylül’de. Bütün toplum tedhiş altına alındı. 12 Eylül büyüklüğünde bir darbenin verdiği hasar tespit edilemez; ama bazı rakamlar darbenin boyutlarını gösterebilir: 

650 bin insan gözaltına alındı. 
1 Milyon 683 bin kişin fişlendi. 
7 bin insan için idam istendi. 
517 insana idam cezası verildi. 
50 insan idam edildi. 
71 bin insan eski TCK 141, 142 ve 163. maddelerden, yani düşünce suçundan yargılandı. 
58 bin insan örgüt üyeliğinden yargılandı. 
30 bin insan “sakıncalı” olarak işten çıkarıldı. 
14 bin insan vatandaşlıktan çıkarıldı. 
23 bin dernek kapatıldı. 

Darbe, Ülke Çocuklarını Yer 

Elim bir helikopter kazasıyla aramızdan ayrılan merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun Mamak zindanında çektiği acılar da kayıtlarımızdadır. Keza cunta lideri Kenan Evren’in “bir sağdan bir soldan” mantığıyla idam edilen Mustafa Pehlivanoğlu, Cengiz Bakdemir, Ahmet Kerse, Halil Esendağ, Selçuk Duracık, Fikri Arıkan, Cevdet Karataş, Ali Bülent Orkan gibi gençler sağdan idam edilenlerdi. 
Soldan idam edilenler ise; Necdet Adalı, Erdal Eren, Serdar Soyergin, Veysel Güney, Ahmet Saner, Kadir Tandoğan, Mustafa Özenç, Seyit Konuk, İbrahim Ethem Coşkun, Necati Vardar, Fikri Arıkan, Ali Aktaş, Ramazan Yukarıgöz, Ömer Yazgan, Erdoğan Yazgan, İlyas Has, Hıdır Aslan. 

Cezaevlerinde işkence altında ölen insanların sayısı ise ne yazık ki halen tespit edilemiyor. Bilinen, 12 Eylül’den sonra sadece Diyarbakır cezaevinden 50’nin üzerinde insanın cenazesinin çıktığıdır. Araştırmamızın çıkardığı sonuçlardan bir de darbecilerin işkenceleri fişlemediğidir. İşkencenin fişi olmazmış istihbarat, emniyet istihbarat, jandarma ve gardiyan raporlarında. 

İhbar Jurnal, Espiyonaj ve Fişleme 

12 Eylül’de bunlar oldu ve kayıtlara girmeyen milyonlarca vaka oldu. Bir şey daha oldu ki, bu en aşağılık uygulamasıydı 12 Eylül’ün. Aynı uygulama 28 Şubat sürecinde de devreye sokuldu. Bütün toplumsal dokunun ahlaki zeminini yok edecek bir “İhbar mekanizması” kuruldu bütün ülke sathında. Önüne gelen komşusu için, mesai arkadaşı için isimli/isimsiz ihbarlarda bulundu. Bütün mahalle karakollarından dağ başındaki karakollara kadar on binlerce ihbar sonucu insanlar devletle karşı karşıya getirildi. 

Evet, “İhbar, jurnal, espiyonaj, fişleme” darbecilerin en büyük özellikleridir. Toplumdaki güven zeminini yok etmenin, kaygı, kuşku, korku iklimini yaygınlaştırarak kaos ortamı oluşturmanın en kestirme yolu, ihbarcılığı teşviktir. Milletin genetiğiyle oynamak, toplumsal dokuyu zehirlemek ve bin yıllık bir arada yaşama tecrübesiyle ebedi insanlık değerlerini ihbarcılık yoluyla zehirlemeden daha tehlikeli, daha alçak bir yol yoktur. “6-7 Eylül olayları yaşanırken İstanbul’da Gayrı Müslim komşularımızdan birine bayrak birine Kur’an-ı Kerim vererek komşularımızı kurtardık” diye komisyonumuza o günleri anlatan Prof. Sacit Adalı’nın anlattığı olay olağanüstü hallerde provokatörlerin, jurnalcinin, ihbarcının, fişleme yapanın hangi mukaddes değerleri, hangi evrensel, manevi, milli, insani değerleri, sembolleri ve zaafları kirli emelleri için kullandıklarını göstermesi açısından son derece çarpıcıdır. 

İhbarcılıkla, fişlemeyle cuntacılar, vatandaşları sadakat testlerinden geçiriyor ve dilediğini potansiyel “hain” ve “iç düşman” olarak; dilediğini de “sadakat sahibi güvenilir vatandaş” olarak fişlemiştir. İhbarcılığa teşvikte en çok da devlet kurumları içinde, üniversitelerde sonuç almışlardır. 12 Eylül darbesinde yüz binlerce ihbarın olduğu, 25 bin işlem gören ihbarın kayıtlara girdiği tespit edilmiştir. 
28 Şubat sürecinde ise milyonlarca fişleme devlet eliyle yapıldığı için, üniversiteler başta olmak üzere on binlerce ihbar gerçekleşmiş ve işlem görmüştür. Darbeleri sebep ve sonuçlarıyla, öncesi ve sonrasıyla araştırmamızın vardığı sonuçlardan biri olan şu gerçeğin altı özellikle çizilmelidir: Darbelerin beslediği bir süreç olarak toplumsal grupların karşıtlığı, husumeti, gerilimi üzerinden ya hazırlanan darbeye ya da yürürlükteki darbeye zemin hazırlanmıştır. Milletimizi kutuplaştıran, ayrıştıran bu gerilimli, çatışmacı 
zemin üzerinden vesayetin koyu gölgesi sürekli kılınmak istenmiştir. 
Darbe dönemlerinde milletin değerleri üzerinden fay kırıkları oluşturulmuş ve o hassas noktalar sistematik olarak tetiklenmiştir. 1 Mayıs’ta “İstanbul olayları”, “Taksim”, “Maraş”, “Çorum”, “Sivas”, “Malatya” gibi büyük acıların yaşandığı olaylar sadece can ve mal kayıplarının yaşandığı olaylar değildir. Sonuçları başlangıçta tasarlanmış, Türkiye’yi bir yerden bir yere taşımaya çalışan bir projenin eseridir. Komisyonumuz Türkiye’ye ağır bedeller ödeten bu projenin farklı dönemlerde farklı uygulayıcılar eliyle yürürlüğe konmuş aynı proje olduğu kanaatindedir. Darbeleri örgütleyen bu sistematik akıl, toplumu ideolojik, kültürel, sınıfsal, dini, mezhebi, etnik bölünmeye, çatışmaya tabi tutmakla toplumun gücünü, milletin direncini kırmayı amaçlamıştır. 
1990’lı yıllarda Sivas ve Başbağlar provokasyonları 12 Eylül paşasının ipucunu verdiği “bir sağdan bir soldan mantığıyla astık” anlayışıyla aynı çatışmacı, aynı merhametsiz anlayışın kurguladığı provokasyonlardır. Faili meçhul cinayetler büyük ölçüde öyledir. 

Darbeler, elbette her zaman darbecilerin istediği sonuçları vermemiştir. Milletimiz nihayetinde büyük provokasyonu, büyük tuzakları, büyük pusuları her defasında bertaraf etmiş; vatandaşlarımız ülkesine aidiyet duygusunu, dayanışma ruhunu, kardeşliği, vatandaşlığı, birbirinin hukukunu korumayı yitirmemiştir. 

Siyaset Kurumuna ve Sivil Topluma Darbe 

Darbeler siyaset kurumunu özellikle zayıf bırakmayı hedeflemiştir. 27 Mayıs darbesinde iktidar partisi olan Demokrat Parti, 12 Eylül’de bütün siyasi partiler 
kapatılmış, 28 Şubat’ta iktidardaki Refah Partisi ve ardından kurulan Fazilet Partisi, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay eliyle kapattırılmış, iktidar ortağı olan Doğru Yol Partisi, DSP, ANAP gibi partiler ya parçalatılmış ya da halk nezdinde siyaset yapamayacak hale getirilmişlerdir. 
Sivil toplum sivil karakterini ön planda tutarak örgütlenememiş; sendikalar, dernekler, vakıflar ara rejimlerde hep devlete göre vaziyet almışlardır. Çünkü darbecilerin el koyduğu devlet, gerek görmesi halinde kapıları mühürler, lüzum görmesi halinde büyük acılar yaşatır. 

Komisyonumuzun araştırma sonuçları da göstermiştir ki, darbeler karşısındaki durumu/duruşu bakımından, hiç de yüz ağartıcı bir sivil toplum geleneğimiz yoktur. 
Darbe dönemlerinde hemen hizaya getirilen, meşru siyasetin karşısında saf tutabilen militarizme boyun eğen bir anlayış özellikle 28 Şubat sürecinde öne çıkan “Beşli inisiyatif” yahut kendi ifadeleriyle “ Beşli Çete ”, karakterine müdahale edilmiş bir sivil toplum örneği sergilemişlerdir. 

KAYNAK PDF FORMATLI

https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 

Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 


***