16 Mayıs 2017 Salı

Erdoğan-Trump, Stratejik Ortaklık,



Erdoğan-Trump, Stratejik Ortaklık, El-Bab/Rakka, CIA Bşk.; ABD-Türkiye Nereye? 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Cahit Armağan Dilek 
cadilek9011@gmail.com
09 Şubat 2017 Perşembe

Hoşgeldiniz; 

Bugün 16 Mayıs 2017 Pazartesi  

    Türk-Amerikan ilişkileri Obama yönetiminin özellikle son iki yılında belki de tarihinin en sorunlu dönemlerinden birini yaşadı. Böyle olunca da Trump'ın 
Amerikan başkanlık koltuğuna oturması Türkiye'de hükümet tarafından memnuniyetle karşılandı ve Obama'nın yapmadıklarını Trump yapacak beklentisine girildi. 

Peki gerçekten öyle olacak mı?

Erdoğan-Trump telefon görüşmesi

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD'nin yeni Başkanı Trump arasında beklenen telefon görüşmesi Trump'ın koltuğa oturmasından 18 gün sonra gerçekleşebildi. 
Sabırsızlıkla beklenen bu görüşmenin yapılacağı haberi bile televizyon ekranlarında son dakika gelişmesi olarak uzun süre verildi. Görüşme sonrasında 
hem Cumhurbaşkanlığı hem de Beyaz Saray'dan yapılan açıklama metinlerinde daha öncekilerin aksine neredeyse tam bir örtüşme vardı.

Açıklama metninden anlaşılan ana ve belki de tek gündemin terörle mücadele olduğu anlaşılıyor. Yaklaşık 45 dakika süren görüşmede Cumhurbaşkanı  Erdoğan'ın Suriye'de ABD'nin PYD/YPG'ye destek olmaması konusunu gündeme getirmiş olması büyük olasılık. Ancak metinde ABD'nin ve Trump'ın terör 
deyince bir numaralı tehdit olarak gördüğü IŞİD'ten bahsedilirken, PKK/YPG'ye atıf yapılmadığı görülüyor.

Türkiye " Stratejik Ortak " mı?

Metinde en dikkat çekici ifade ise Türkiye için kullanılan " Stratejik Ortak " ifadesi. ABD Bush döneminde bu ifadeyi kullanmışken, Obama dönemiyle birlikte ilk defa bizzat Obama'nın kullandığı "model ortaklık" ifadesi gündeme gelmişti. 

Ancak ilerleyen yıllarda Türk yetkililer açıklamalarında sık sık hem "model ortak" hem de "stratejik ortak" ifadelerini sıkça kullansa da Amerikalıların konuşmalar ında Türkiye'nin coğrafi konumunun stratejik önemine vurgu yapmalarına rağmen stratejik ortak ya da model ortak ifadelerini kullanmaktan 
kaçındıklarını görüyoruz. Nitekim 2014'lere gelindiğinde ise artık ABD için Türkiye sadece NATO müttefikidir ve IŞİD karşıtı koalisyon üyesidir. 
Bu durum ABD'nin bütün dış politika, savunma ve güvenlik politika ve strateji dokümanlarında bu şekilde yer almıştır. Bu konuyla ilgili olarak Enstitümüzün 
sitesinde yayımlanmış bir çalışmayı aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz:   

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/07/11/8236/abdnin-askeri-stratejilerinde-turkiyenin-yeri

Hal böyleyken, Beyaz Saray açıklamasında yeniden "stratejik ortak" ifadesini görmek ABD'nin aynı Obama'nın ilk yurt dışı ziyaretinde Türkiye'de model ortak 
dediğinde yaptığı gibi, "Türkiye çok önemli bir ortak"mış algısı yaratmaya yönelik yeni bir hamle olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Böylece görünürde Türkiye ile birlikteymiş gibi ortam yaratılırken, sahada ya da fiili olarak; örneğin Suriye'de yine bildiğini okumaya, Türkiye'nin hassasiyetlerini yok saymaya devam edecektir. Çünkü Obama ile model ortaklık ile başlayan ilişkiler sekiz sene sonra nerdeyse en düşük seviyeye gerilemişti.

CIA Başkanının Türkiye ziyareti

Erdoğan-Trump telefon görüşmesinden hemen sonraki bir gelişme de yeni CIA Başkanının ilk ziyaretini Perşembe (10 Şubat) günü Türkiye'ye yapacak olması. 
Bu ziyarette nedense Türk medyasında çok önemli ve olumlu bir gelişme olarak sunuldu ve Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde sorun haline gelen konuların 
(Suriye'de PKK/PYD'ye yardım, FETÖ'nü iadesi gibi) görüşüleceği iddia edildi. 
Eğer bu doğruysa aslında skandal bir durumla karşı karşıyayız. Çünkü bu ABD'nin Türkiye'yi stratejik ortak ve NATO müttefiki değil, bir Ortadoğu ülkesi gibi gördüğünün işaretidir. Çünkü Ortadoğu ülkelerinde dış politikaları, ülkelerin ikili ilişkilerini o ülkenin gizli servisleri yürütür. Ama modern Batı ülkelerinde gizli servisler diplomasi masalarında yer almaz, adı gibi gizli yani perde arkasında işlerini yürütürler.

Çünkü aynı Trump yönetimi telefon görüşmelerinde bir kısmı Pasifik'te olan (Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda gibi), bir kısmı da Avrupa'da olan (Almanya, 
Fransa, İtalya gibi) müttefik ülkelerin liderlerine ve NATO Genel Sekreterine öncelik tanımış ve hatta Bakan düzeyinde ilk ziyaretler bile gerçekleşmiştir. Bu 
kapsamda Savunma Bakanı Mattis, ilk resmi ziyaretini G.Kore ve Japonya'ya yapmıştır.

Trump'n diğer dış politika hamleleri, Ürdün öne çıkıyor

Trump'ın Washington'da yüz yüze görüştüğü ilk lider İngiliz Başbakanı May olurken, ikinci lider Ürdün kralı olmuştur. Ürdün kralı Abdullah'ın Trump'la 
görüşmesinden bir hafta önce de Moskova'da Putin ile görüşmüş olması dikkat çekicidir. Ürdün'ün Rusya ve ABD onayıyla ikinci Astana görüşmelerine de 
katılması Ürdün'ün yeni dönemde IŞİD'le mücadelede merkezi bir rol üstleneceğinin de işareti olarak ortaya çıkarken, Türkiye'nin de alması gereken 
mesaj olduğunu söylemeliyiz. İngiltere Başbakanı May ABD ziyaretinden hemen sonra Türkiye'ye gelmesi İngiltere'nin Türkiye ile ABD arasında bir role 
soyunduğunu göstermekle birlikte, Suriye'nin Ürdün sınırı bölgesinde faaliyet gösteren Yeni Suriye Ordusunun İngiliz destekli olması da Ürdün'ün bölgede 
artacak yeni rolünün var olan diğer bir işaretidir.

Trump'ın ilk telefon görüşmesini yaptığı kişi olan Japonya Başbakanı Shinzo Abe, 10 Şubat'ta Washington'da Trump ile yüz yüze görüşecek, daha sonra 
Florida'da Trump ile beraber golf oynayacaktır. Abe, en son 28 Aralık'ta ABD'yi ziyaret etmiş, Obama ile beraber Pearl Harbour'u ziyaret etmişti. 
Bu kadar kısa süre sonra tekrar ABD'ye gelebilmesi dikkat çekicidir.

Türkiye-ABD ilişkileri nereye?

Trump'ın ilk 18 günündeki görüşme trafiği ABD'nin yeni politikalarını değerlendirmek için tek başına çok az bir anlam ifade etse de, ABD'nin 
politikalarının ipuçlarını vermektedir. Bu ipuçları Türkiye'ye de mesajlar içermektedir.

Türk-Amerikan ilişkileri çok yönlüdür, tek bir konuya indirgenemez ancak mevcut uluslararası askeri-politik ortam ikili ilişkilerin gelişmesi ya da daha 
kötüleşmesinde Suriye'deki durumun belirleyici olacağını göstermektedir. Rusya ile ilişkilerin yeniden tesis edilmesiyle Suriye'de bir manevra alanı bulan 
Türkiye, bunu Fırat Kalkanı harekatıyla sahaya yansıttı. Ancak Rusya'nın ısrarla söylemesine rağmen Türkiye'nin Şam yönetimiyle doğrudan ilişki kurmaması 
nedeniyle, El Bab'ta TSK ve Suriye ordusunun karşı karşıya gelmek üzere olduğu bu günlerde Türkiye'nin manevra imkanını da azaltmaktadır.  Ayrıca Rusya'dan 
gelen anayasa taslağı metni, PYD/YPG'yi terör örgütü olarak görmedikleri, 

Kürtler olmadan Suriye'de çözüm olmaz açıklamaları, Türkiye'nin El Bab'tan sonra Menbiç'e yönelmesi olasılığını neredeyse ortadan kaldırmıştır. 
ABD'nin istediği de zaten budur.

Suriye-Rusya cephesinde sıkışan Türkiye'nin Trump ile birlikte ABD cephesinde kendine yeni bir manevra alanı yaratmak istemektedir. 
Ancak bu da Türkiye'yi ABD ile pazarlığa yöneltmektedir. Bu pazarlığın merkezinde de PYD/YPG bulunmaktadır. Trump'ın Pentagon'dan istediği, 
Suriye ve IŞİD stratejilerinin detaylarını da görmek gerekecektir. Ancak Trump'ın planlarının Obama'nın planlarının ana hatlarını değiştirmesini beklememeliyiz. 
Dolayısıyla Türkiye hızla, aynı Irak'ta Peşmerge ve başındakilerle ilişki ve ortaklık kurma durumunda olduğu gibi, aynısını bu sefer Suriye'de PYD/YPG ile 
yapmaya zorlanmaktadır.

Nitekim Erdoğan-Trump telefon görüşmesinden hemen sonra Türk kaynaklara dayandırılarak ifade edilen "El Bab'tan sonra Rakka" senaryosu bunu işaret 
etmektedir. Çünkü bu senaryo henüz dillendirilmese de Menbic'e operasyon yapılmasından vazgeçilmesini içermesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla PYD/YPG'nin 
istediği ve ABD'nin yönlendirdiği plan gerçekleşmiş olacaktır. Bu çerçevede ulaşılacak bir mutabakat görünürde Türk-Amerikan ilişkilerini Suriye düzleminde 
kotarmış gibi bir algı yaratsa da Türkiye'ye yönelik güvenlik risk ve tehditlerini ortadan kaldırmayacağı gibi aksine Irak ve Suriye'deki terör, 
ayrışma, bölünme ortamını Türkiye'ye yayacaktır.

Diğer taraftan Trump'ın açıklamalarıyla ilk ipuçlarını verdiği İsrail ve İran politikaları da Türk-Amerikan ilişkilerini etkileyecek gelişmelere gebe 
gözükmektedir. Türkiye'nin Rusya ile ilişkilerinin seyri de Türk-Amerikan ilişkilerini etkileyecek diğer bir faktördür. Bütün bunlar önümüzdeki dönemde 
Türkiye-ABD ilişkilerinin kırılgan yapısını devam ettireceğini göstermektedir.

Cahit Armağan Dilek
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com


****

PKK’NIN ŞEHİR SAVAŞI STRATEJİSİ


PKK’NIN ŞEHİR SAVAŞI STRATEJİSİ,





PKK’NIN ŞEHİR SAVAŞI STRATEJİSİ,
Merve ÖNENLİ GÜVEN*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Terörizm ve Terörizmle Mücadele Merkez Başkanı

PKK, 2015 içerisinde kırsal alandan yerleşim bölgelerine kayarak şehir savaşı stratejisine geçmiştir. 




Örgüt bu strateji kararını 1984’de uzun süreli bir halk savaşı” başlatılması şeklinde belirlemiştir. Halihazırda örgüt bu stratejisini uygulamaya geçirmiş olup amacı yerleşim bölgelerinin bir kısmında kurtarılmış bölgeler ilan ederek Suriye’de elde ettiği kanton yapılanmanın bir benzerini Türkiye içerisinde oluşturmaktır. Örgüt bu stratejisine ulaşmak için Türkiye’de iç savaş yaratmaya çalışmaktadır. Bu amaçla da gerçekleştirdiği eylemleri halk tabanına yayma çabası içerisindedir. Ancak halihazırda bu amacına ulaşamamış olup bu hedefi doğrultusunda yeni arayışlar içerisine girmiştir.

PKK, 2015 itibarıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bulunan belirli bölgelerde şehir savaşına başlamıştır. Örgüt, 1984’de “uzun süreli halk savaşı” stratejisini gerçekleştirmeyi hedef olarak benimsemiş ve bu amaca ulaşmak için de stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırıyı üç aşama olarak halk savaşına geçiş sürecinin evreleri olarak belirlemiştir. Örgüt, çözüm süreci olarak adlandırılan dönem içerisinde kırsal kadrosunu şehirlere yöneltmiştir. Bu süreç içerisinde kırsal kadrolar yerleşim merkezlerinde örgütlenerek şehir savaşına hazırlık yapmışlardır.
Bu bağlamda il, ilçe, köy, mezra temelinde gerçekleştirilen örgütlenme yöntemi; kırsala yakın bölgelerin silah ve patlayıcı depoloma alanları olarak kullanılması, il ve ilçelerde ise kaçma-kurtulma ve barınma alanları belirlenerek bölge hakimiyetinin sağlanması ve kurtarılmış bölgeler ilan edilmesi hedefiyle gerçekleştirilmiştir.

PKK’nın özellikle; Diyarbakır/Sur, Şırnak/Silopi- Cizre ve Mardin/Nusaybin bölgelerinde uzun süreli çatışma imkan ve kabiliyetine sahip olduğu görülmektedir. Örgüt asimetrik savaş stratejisini simetrik savaş durumuna getirmiştir. Kırsalda uyguladığı vur-kaç taktiği, yerleşim alanlarında güvenlik birimlerine karşı uzun süreli çatışma şeklini almaktadır. 




< Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler doğrultusunda örgüt, Suriye’de mevcut olan kanton yapılanmalar benzeri kurtarılmış bölgeleri Türkiye
içerisinde ilan etmeyi amaçlamaktadır.  >

Örgüt, kadrosunu ve eylemlerini il ve ilçelere kaydırarak yerleşim merkezlerinde hakimiyet kurmak suretiyle devlete alternatif bir yapılanma tesis etmeyi
hedeflemektedir.

Örgütün şehir savaşı stratejisi temelinde kullandığı yöntemler;

-Hendek kazma,
-Barikat kurma,
-Geçiş noktalarına; sokak araları, asfalt gibi yerlere tüp gibi çeşitli malzemelerle kurulan patlayıcı düzenekleri,
-Yerleşim bölgelerine hakim noktalardan keskin nişancılar tarafından güvenlik birimlerine yönelik saldırı düzenlenmesi,
-Güvenlik birimlerinin görüşünün engellenmesi amacıyla beyaz örtü/çarşaf kullanılması,
-Sokaklara kamera yerleştirmek suretiyle güvenlik birimlerinin ortak bir merkezden hareketlerinin izlenmesi,
-Okul, hastane ve diğer kamu binalarının yakılması, ayrıca söz konusu yerlerin silahla taranması ve roketatarla saldırılması şeklindedir.


Örgütün gerçekleştirdiği eylemler, örgüt kadrosunun şehir savaşı yürütülmesi amacıyla uzun süredir hazırlık yaptığını göstermektedir. Bu durumun
en somut göstergelerinden birisi yerleşim bölgelerinde örgüt tarafından elde edilen hakimiyet çerçevesinde anlaşılmaktadır. Ayrıca eylemlerin
hazırlanışı esnasında ve sonrasında örgüt mensuplarının kamufle olabilmeleri ve saklanma imkan-kabiliyetleri de örgütün yerleşim bölgelerindeki
uzun süreli planlamalarını göstermektedir.

Örgütün uzun süreli eylemsel hazırlık yapması neticesinde tatktiksel olarak hızlı hareket edebildiği gözlemlenmektedir. Bu bağlamda örgüt tarafından
gerçekleştirilen eylemlerin, güvenlik birimlerinin önlemlerine karşı alternatif taktikler geliştirilmesi temelinde de şekillendiği görülmektedir.
Bu durumun en önemli emarelerinden birisi de şehir içinde örgüt mensupları ve güvenlik birimleri arasında yaşanan çatışmaların, örgüt
mensupları tarafından süreklileştirilmesi noktasında da anlaşılmaktadır.

PKK’nın izlediği strateji üzerinden örgütün, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da şehir savaşı üzerinden iç çatışma yaratılması noktasında halktan
destek almayı da amaçladığı da gözlemlenmektedir.

Bu çerçevede, örgüte yönelik yapılan operasyonlarda sivil kaybın da öne geçilmesi noktasında uygulanan sokağa çıkma yasağı gibi önlemler
doğrultusunda örgüt ve uzantıları tarafından, halk organize edilerek çeşitli gerekçelerle yürüyüşler gerçekleştirilmektedir. Bu şekilde örgüt, eylemlerinin halk tarafından desteklendiği veya halk tarafından üstlenildiği algısı üzerinden, terör eylemlerini meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
Aynı zamanda devlet ve güvenlik birimleri tarafından belirli bölgelerde Kürtlere karşın sistematik bir hak ihlali uygulaması gerçekleştirildiği algısını
da yaratmayı amaçlamaktadır.

Örgüt için sokağa çıkma yasağı uygulaması kaçma, kurtulma ve saklanma noktasında örgüt açısından sıkıntı yaratmaktadır. Çünkü örgüt, vatandaş faktörünü kullanmak suretiyle olası sivil kayıplar yaşanması durumunu güvenlik birimlerinin uygulamalarına mal etme amacını da taşımaktadır. Örgütün organize ettiği gruplar tarafından gerçekleştirilen yürüyüşler halka mal edilmeye çalışılarak devlet tarafından demokratik hakların ihlal edildiği şeklinde bir algı yaratılmaya da çalışılmaktadır. 

Örgüt, güvenlik birimlerinin terörle mücadele yöntemleri üzerinden gündelik hayatın olağan gidişatının sekteye uğratılması bağlamında psikolojik bir hava 
yaratılarak devlet aleyhine propaganda çalışmaları da yürütmektedir.

Örgüt ve uzantıları tarafından organize edilen yürüyüşlerde halkın ön planda devletin uygulamalarına karşı bir pozisyonda oldukları şeklindeki
algı yaratma çabası, aynı zamanda örgütün şehir kadrosunun güç kaybının da göstergelerindendir.
Örgütün yerleşim merkezlerinde eylem gerçekleştirme kapasitesi aynı zamanda belediyeler tarafından mümkün kılınmıştır. Hendeklerin açılması için belediyelere ait iş makineleri kullanılmıştır.

Örgütün yerleşim merkezlerindeki eylemlerinin sürdürülebilirliği belediyelerin kaynaklarının ve olanaklarının örgüt mensuplarına sağlanması bağlamında da gerçekleştirilmiştir.

PKK’nın halihazırda operasyonlar nedeniyle yerleşim bölgelerindeki imkan-kabiliyetinin sınırlandırıldığı gözlemlenmektedir. Örgütün eylem kapasitesinde yaşadığı bu gerileminin emarelerinden birisi, PKK’nın metropollerde bulunan yapılanmaları tarafından gerçekleştirilen neron (araç yakma) eylemleridir. Örgüt, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde yaşadığı kaybı, metropollerde araç yakma eylemleri üzerinden kamufle etmeye çalışmaktadır ve mevcudiyetini her yerde hissettirme amacını taşımaktadır.

PKK şehirlerde sürekli savaş hali yaratmak istemektedir.

Bu nedenle okullar, hastaneler dahi hedef alınmaktadır çünkü gündelik hayatın olağan akışı sekteye uğratılmaya çalışılmaktadır. Bu şekilde örgüt, “devlet vatandaşın güvenliğini sağlayamadı, düzeni muhafaza edemedi ve edemiyor” algısını yaratmayı hedeflenmekle birlikte, ortaya çıkarmaya çalıştıkları düzensizlik üzerinden kendi düzenini kurmayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda eylemleriyle öğretmen, doktor gibi tüm bölge halkına hizmet sağlayan devlet memurları da hedef alınarak devlete ait her türlü kişi, bayrak, kurum gibi devletin varlığını ifade eden her türlü öğe bölgeden silinmeye çalışılmaktadır.




< PKK, şehir savaşı stratejisini yürütmektedir. Örgüt bu stratejiyi 1984 yılında benimsemiştir. >

Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi (KCK) Yürütme Konseyi Başkanı Cemil Bayık 30/12/2015’de yaptığı açıklamada; “Türkiye içinden ve dışından gelecek başka örgütlerle birlikte Türkiye’de devrimci bir direniş cephesi kurulacağını ve Türkiye’de iç savaşın daha da artacağını, Öcalan’ın silahsızlanma çağrısı yapmayacağını, çünkü sahada kendilerinin olduğunu ve bu duruma ancak kendilerinin (örgütün) karar verebileceğini, mevcut durumda da silah bırakmayı gerektirecek bir durum olmadığını, ayrıca Türkiye, Irak, Suriye ve İran’daki gelişmelerin Ortadoğu’yu yeni bir çağa geçireceğini, halihazırdaki savaşın yeni bir duruma dönüşene kadar yoğunlaştırılacağını, bunun için de her türlü birlikteliğin Ortadoğu Coğrafyasında sağlanacağını”1 ifade etmiştir.


PKK’nın Şehir Savaşı Stratejisi

Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı Hatip Dicle’nin; “ 1990’lı yıllarda 50 ülke içerisinde Türkiye sicili en kötü ülke durumundaydı.
Türkiye’nin bir NATO üyesi olma gerçeğini göz ardı etmemek gerekir. NATO’nun 5. Maddesinin A şıkkı çok konuşulur. 

Hiç konuşulmayan B şıkkı da var. 

B şıkkı ise eğer bir NATO Devletinde bir iç savaş çıkar ve buna engel olamaz ise NATO buna Müdahale eder.” 2 

Şeklindeki açıklaması, PKK ve uzantılarının eş güdümlü hareket ettiklerinin en önemli göstergelerindendir. Cemil Bayık’ın Türkiye’de iç savaş çıkartılacağının 
ve uzun süreli bir hale getirileceği yönündeki ifadeleri, DTK gibi siyasi alanda sözde meşru faaliyet gösteren örgüt uzantılarının, örgütün stratejisini 
gerçekleştirme yönünde uluslar arası arenadaki her türlü durumun fırsata çevrilmeye çalışıldığını göstermektedir.

Ayrıca NATO’nun 5. Maddesi, üye ülkelere tehdit olan herhangi bir duruma karşın üye ülkenin güvenliğini güvence altına almaktadır. Bu çerçevede bu madde, Türkiye’nin sınırları içerisinde ve dışında Türkiye’nin toprak bütünlüğüne tehdit olan PKK’ya karşın diğer üye ülkelerin Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve iç güvenliğinin sağlanmasıyla sorumlu olduklarını ifade etmektedir.

Halihazırda, Suriye’de yaşanan iç savaş benzeri bir durum örgüt tarafından sağlanamadığı için PKK, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde belirli alanlarda kurtarılmış bölgeler ilan etme gayesi çerçevesinde, bu talebin halk nezdinde gerçekleştirildiği yönünde bir algı yaratma çabasındadır. Türkiye içerisinde bir iç savaş yaşandığı görünümü yaratılarak uluslararası alanda müdahaleye açık bir durum olduğu izleniminin yaratılması da amaçlanmaktadır. Örgüt bu vesileyle kendisini uluslararası alanda etkin bir aktör pozisyonunda değerlendirmektedir. 

Bu şekilde de Türkiye karşısında kendisini devletleşme potansiyelinde bir aktör olarak görmektedir.

SONUÇ

Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) Haziran 2015’de yüzde 10 barajını geçerek elde ettiği başarı, PKK için rahatsız edici bir gelişme olarak
değerlendirilmiştir. Siyasi alanda temsiliyet, PKK’nın silahlı mevcudiyetini riske eden bir unsur olmuştur. Siyasi kazanımlar, örgütün silahlı varlığı ile eylemleri nin örgüte müzahir kesim tarafından da sorgulanmasına sebep olma durumu, PKK’yı çözüm sürecine ve siyasi alandaki temsiliyet durumuna rağmen yeniden eylemlerini canlandırmaya itmiştir. Bu bağlamda örgüt, çözüm süreci dahilinde örgüt kadrolarını Türkiye’den çıkartmak yerine kırsal alandan yerleşim bölgelerine doğru bir örgütlenme modeli benimsemiş ve bu doğrultuda yerleşim alanlarında ciddi düzeyde silah depolamıştır.

Aynı zamanda PKK, çözüm süreci olarak adlandırılan dönem içerisinde herhangi bir güvenlik uygulamasına maruz kalmamasından hareketle kırsal alandaki mevcudiyetini yerleşim bölgelerine kaydırabilmiş ve halihazırdaki eylemsel kapasitesine ulaşabilmiştir. Ayrıca kırsal alandaki silahlı mevcudiyeti kış dönemlerinde kış üslenmesine girerek bu dönemi atıl bir şekilde geçiren örgüt kadroları, yerleşim bölgelerine geçiş yaparak kış döneminde de eylemselliği sürdürülebilir kılmaktadır.

Sonuç olarak çözüm süreciyle birlikte kırsal alandan yerleşim bölgelerine kayan örgüt kadroları, halihazırda kış aylarında da eylem gerçekleştirme imkan-kabiliyetine sahip olmuştur.

PKK tarafından çözüm süreci, başta Suriye’de elde edilen kazanımlar ve bu kazanımların Türkiye’ye de kaydırılması amacı çerçevesinde bir geçiş süreci 
olarak kullanılmıştır.

<  PKK Diyarbakır/Sur, Şırnak/Silopi ve Mardin/Nusaybin bölgelerinde uzun süreli Çatışma imkan-kabiliyetine sahiptir. >

Bu dönemde örgüt, Türkiye’de çatışmaya girmeyerek Suriye ve Irak dışında bir cephede daha savaşmayarak Türkiye sınırları içerisindeki mevcudiyetini güçlendirmiştir.

Örgütün kırsal kadrosunun şehirlerde çözüm süreci dönemince eylemsellik bağlamında her türlü alt yapıyı hazırlamış olduğu anlaşılmaktadır. Kaçma-kurtulma yollarının belirlenmesi, saklanma alanlarının alternatifli olarak kullanılabilir durumda olması bu duruma açıklık getirmektedir.
PKK eylemlerini kırsal alandan yerleşim merkezlerine kaydırarak Suriye’de kazandığı bölgesel hakimiyetini, Türkiye’de de belirli bir bölge üzerinde
şehir savaşı üzerinden iç çatışma yaratarak sağlamaya çalışmaktadır. Yürütülen eylemlerin amacı; kurtarılmış bölgelerin oluşturulması, yönetim modeli olarak örgüt tarafından öne sürülen demokratik özerkliğin temel teşkil edecek şekilde örgütün iktidarının mümkün olduğu bir düzen sağlanması şeklinde belirlenmiştir. Örgütün bu amacı doğrultusunda ilerleyen süreçte, eylemlerine devam edeceği, ulusal ve uluslar arası alanda ortaya çıkacak her türlü fırsatı da bu çerçevede kendi lehine dönüştürebilmek adına kullanacağı değerlendirilmektedir.

DİPNOTLAR ;

1 Son Dakika, 30.12.2015, Cemil Bayık Tehditler Savurdu: Türkiye’de İç Savaş Artacak,
http://www.sondakika.com/haber/habercemil-bayik-tehditler-savurdu-turkiye-de-ic-8008570/,   04.01.2016

2 Sputnik News, 05.01.2016, Hatip Dicle: Türkiye’de İç Savaş Çıkarsa, NATO Müdahale Edebilir, 
http://tr.sputniknews.com/turkiye/20160105/1020019450/hatip-dicle-turkiye-ic-savas-nato-mudahale.html#ixzz3wNoM1wcw,  05.01.2016



***




12 Mayıs 2017 Cuma

Kıbrıs’ta Gölge Oyunu




Kıbrıs’ta Gölge Oyunu



Gözde KILIÇ YAŞIN
21. Yüzyıl Dergisi 78. Sayısı
2015






Ortadoğu’da savaş, IŞİD terörü, yeni açık ve gizli koalisyonlar hala Türkiye’nin en önemli gündem maddesi. Doğu Akdeniz’deki egemenlik paylaşımı, Mısır-Yunanistan-GKRY-İsrail ortaklığının Türkiye’nin deniz egemenliği için yarattığı tehdit de aynı şekilde sürekli takip edilmesi gereken meselelerden. Gündem konularını farklı açılardan dergimizde işledik.

Kıbrıs’ta yeniden başlayan müzakerelerde Kıbrıslı Türkleri temsilen soldan bir ismin yer alması adada yeni ve “ılıman” görünen bir havanın estiği yorumlarını getirdi. Gerçekte ise çok bilinmezli bir denklem olan Kıbrıs Sorunun da sonucu, tek başına Türkiye’nin tavrı ile KKTC müzakerecisinin yaklaşımları belirleyemez. Orta Doğu’da çekişen güçlerin Kıbrıs’ı öylece kendi haline bırakacağını iddia etmek akıllıca olmayacaktır. Rusya’nın ve çekişmeli olduğu kimi Batı ülkelerinin pozisyonu, İngiltere ile paylaşım savaşına giren güçlerin tutumu ve nihayetinde kendi egemen üslerini kaybetmek ya da etkinliğini paylaşmak istemeyecek İngiltere’nin duruşu değişmeden aynı denklemden farklı sonuç çıkması beklenmemelidir.


Kıbrıs’ta bugüne dek gerçekleştirilen bütün toplumlar arası görüşmelerin arka fonunu “ son fırsat ” teması oluşturdu ama “son” fırsatların sonu da hiç gelmedi. 
Rum Lider Dimitri Hristofyas ve KKTC eski Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın 21 Mart 2008 tarihli buluşması ardından başlayan görüşmelerin “çözüm” 
mantığını da yine elbette “bölünmüşlüğe son vermek”oluşturdu. Şüphesiz ki “son fırsat”a ilişkin bir kez daha yaratılan zorlayıcı arka fon, “birleşmek için son 
fırsat” anlamını taşıyor. Ne var ki birleştirilmiş bir Kıbrıs ortak bir idealse de bunun hangi koşullarda gerçekleşeceği hala belirsizliğini koruyor. Bu da tarafların “çözüm”den ne anladığı konusunun yeterince açık tartışılmamış olmasından kaynaklanıyor. “ Rumlar ne istiyor? ”, “Rumların beklentileri nelerdir?” sorularına o kadar fazla odaklanılıyor ki “ Türkler ne istiyor, beklentileri nelerdir? ” sorusu neredeyse hiç sorulmuyor. Haliyle Kıbrıs Sorunu, aslında geçmişten bugüne Rumların belirlediği çerçeve dâhilinde tartışılıyor. Türk tezleri de Türkeliyle eritiliyor. Kıbrıs Türkü, kurallarını Rumların belirlediği bir oyunu oynamak zorunda bırakılıyor; tartışmalar da, görüşmeler de, söz düelloları da hep belirlenmiş sınırlar içinde gerçekleşiyor. Sankikomşu mahallenin çocuklarıyla oynayabilmek için elindeki topu vermek zorunda kalan ve üstene bir de onların kurallarını kabul eden hayal gücü yoksunu bir çocuğun durumundan bahsediliyor. 



Rum beklentisi ve Rum bakış açısı temelinde ele alınan çözüm arayışında, Türk askerininçekilmesi, yerleşiklerin geri dönmesi, Maraş’ın iadesi gibi konular ön plana çıkarken “ adil vekalıcı barış”ın temel unsurları gölgede kalıyor. Yani iki toplumlu, iki bölgeli, egemenliğin paylaşıldığı, siyasi eşitliğin sağlandığı bir federasyon oluşturulabilmesi için görüşülmesi gereken konular gündemin bir parçası olamıyor. Hâlbuki Rumların 1963’de ortadan kaldırdığı devletin yeniden inşasıdır söz konusu olan. Aslında sorunun temeli aynı zamanda çözümsüzlüğün de nedenidir. Kıbrıslı Rumların, 1963’de ortadan kaldırdıkları devleti, bir kez daha hayata geçirmek niyetinde olmadığı göz ardı edildiği için de görüşmeler gün be gün Rum zeminine kayıyor. 

Bunun anlamı, Türklerin çözüme dönük beklentilerinin görüşmelerin önemsiz ayrıntıları halini almasıdır. Türk askerinin, yerleşiklerin ve Maraş’ın durumunun artık görüşmelerin ön şartı haline getirilmek istendiği bir dönemde, Türk bakış açısına dayalı yeni bir çerçeve belirlenmediği müddetçe de Türk’ün kaderi Rum’a bırakılmış olacaktır. Hâlbuki Rumların belirlediği çerçevede bile görüşmelerin başka türlü gerçekleştirilmesi mümkündür. Bunun için yapılması gereken Rumların belirlediği ana başlıklara sadık kalarak bunlara şu maddeleri eklemektir: 

• Rum Yerleşiklerin Durumu
• Devlet İşgali Meselesi
• Güven Arttırıcı Önlemlerin Karşılıklı Beklentileri Cevaplaması
• Maraş’ın Statüsünün Yeniden Belirlenmesi
• Güneydeki Türk Mülklerinin Durumu


Yerleşikler Meselesi 

1974 sonrasında Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a gelen ve yerleşen “ settlers / yerleşikler ” meselesi, Rum Yönetimine göre “kökünden” çözülmesi gereken bir sorun. 
Hatırlarsak 24 Nisan 2004’te referanduma sunulan 5. Annan Planı, Türk yerleşiklerin 45.000’inin Ada’dan çıkarılmasını düzenliyordu. Bugün yapılan açıklamalar,1
Rum partilerin Annan Planı’na “hayır” propagandası yapmasının nedeninin geri gönderilecek “yerleşik” sayısını yeterli bulmaması olduğu anlaşılıyor. 
İşte bu noktada belki de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi topraklarına sonradan yer-leşmiş ve vatandaşlık almış Rum yerleşikleri üzerine konuşmak gerekir. 
1963’den bu yanapeyderpey adaya getirilmiş olan ve sayıları 230 bini aşmış Rum yerleşiklerin gündeme gelmediği bir görüşmede Türk yerleşiklerin 
konuşulması, “adil ve kalıcı” bir barış getirmeyecektir.Aktarılan bilgilere göre Ada’nın demografik yapısını Rum nüfusu lehine bozan Rum yerleşik-lerin dökümü 
şöyle:2

a) Yunanistan’dan göç edenler: 100,000 
b) Pontus Rumları: 60,000 –70,000 
c) Eski SSCB vatandaşları: 30,000
d) Lübnan iç savaşından kaçan Hıristiyan Araplar: 15,000 – 20,000
e) İltica eden Kürtler: 2,500 – 3,000
f) İltica eden üçüncü ülke vatandaşları: 9,500

GKRY’nin eski Başsavcısı Alekos Markidis’in bir radyodaki söyleşisinde kullandığı ‘Yerleşiklerin, özgür bölgelerde bulunan yasal muhacirlerle eşitlenmesi bizim 
tarafın hoşuna gitmiyor olabilir, ama gerçekte, eğer Kıbrıs sorununu çözmek istiyorsak bu uzlaşıyı kabul etmemiz gerekir” şeklindeki cümle üzerinde duran 
Prof. Dr. Ata Atun, bu cümlenin Rumların konuya nasıl baktığının gözler önüne serdiğini söylüyor. 

Atun şöyle diyor:3 

“Yani kuzeye yerleşen soydaşlarımız, çoğunun kökeni Kıbrıslı bile olsa, yasal değil ve demografik yapıyı bozmak amaçlı. 




Tanımları da ‘yerleşik’. Güney Kıbrıs’a yerleşen Kıbrıslı Rum olmayan kişiler veya aileler ise hem kanunlara uy-gun, hem de ‘Yasal Muhacir’ statüsünde. 
Demografik yapıyı bozmuyorlar ve adada varoluşları da ‘yasal’. Bizim yaptığımız her şey ‘Kanunsuz’. Rumların yaptıkları ise ‘Kanunlara uygun’.İşte mantık bu.
” Tüm bunlar “bütünlüklü” olarak düşünüldüğünde enson bir kez de Rum Yönetimi Sözcüsü Stefanos Stefanu’ın4 ağzından Ada’da kalmasına izin verilecek “yerleşik” sayısının 50 bin olması gerektiği iddialarının dile getirildiği birortamda Rum Yerleşiklerin durumu da tartışmaya açılmalıdır. KKTC liderlerinin
 “30-40 yıldır KKTC’de yaşayan insanların statüsü tartışma konusu değildir ” şeklindeki tutumu, haklı olmakla birlikte oyunun Rum kurallarına göreoynanmakta olduğu gerçeğini değiştirmemesi nedeniyleyetersiz kalıyor. İşgal Sorunu Rum Yönetimi’nin önce kendi vatandaşlarına sonra da tüm dünya kamuoyuna belletmeyeçalıştığı mesaj, Ada’da bir işgal sorunu olduğu yönündedir. Rum Yönetimi, Türk askerini işaret ederek 34 yıldır süren bir işgalden söz ediyor. 
Ada’da bir işgal durumu olduğu doğrudurancak 34 değil, 47 yıldır sürmektedir. 1964’te Kıbrıslı Rumların devlete el koymasıyla birlikteTürkler devletsiz kaldı. 
Eğer ki “Kıbrıs Cumhuriyeti” üzerindeki anayasal hakları Kıbrıs Türklerine teslim edilmiyorsa ve Rumlar Türklerle bu şartlar altında bir arada yaşamayı 
imkânsızgörüyorsa ve uluslararası toplum da Rumların “devlet işgalini” engellemeye niyetli görünmü-yorsa Kıbrıs Türkleri için yeni bir gelecek planlaması kaçınılmaz biçimde şart olmuştur. Heleki KKTC’de “ iki ayrı devlet ” temelli çözüm taraftarları hızla artıyorsa başka bir yolun izlenmesinde direnmek de anlamsızlaşır. Kıbrıs Türkleri adına karar verenler için altlarından kayanzemine tutunma çabasından vazgeçerek yeni bir zemine sıçrama zamanı artık gelmiştir. 

Gelişmeler Kıbrıs için yeni bir planın uygulamaya konulduğunu gösterirken takınılacak tutumun be-lirlenmesi aciliyet arz ediyor.  Güven Arttırıcı Önlemler Rum Yönetimi Başkanı Hristofyas’ın açıkça ifade ettiği gibi Rum Yönetiminin beklentisi“güven arttırıcı önlemler” kapsamında Türk askerinin geri çekilmesidir. 
Öyle ki Türk askerivar olduğu sürece görüşmelerin sonuç getirmeyeceği açıkça söylenerek sadece sorunun “işgal” olarak tanımlanması propagandası yapılmış 
olmuyor, aynı zamanda dünya kamuoyuna çözümün ön şartının Türkiye’nin çekilmesi olduğu mesajı verilmiş olunuyor. 

Hatta bir adım ötesine geçilerek hem Rum liderler ağzından hem de Yunanistan’daki yetkililer aracılığıyla Türkiye’nin Garantörlük hakkı sorgulanır kılınmak isteniyor. 

Açıkça çözümün AB tarafından ga-ranti edilmesinin yeterli olacağı ve Garantörlük Anlaşmasına artık gerek kalmadığı beyanatlarında bulunuluyor. 
Burada mutlaka gündeme getirilmesi gereken konuların başında EOKA geliyor. Kalıcı ve adil barışın garantisi, Ada’da katliamlara girişen EOKA5terör örgütü 
liderle-rinin cezalandırılmasını da içeren “güven arttırıcı önlemler talep etmek” olmalıdır. Kıbrıs RumYönetimi lideri Papadopulos, “1963-1974 arasında tek 
bir Türk bile öldürülmüş değildir” demişse de bu yıllar arasında 600 Türk öldürülmüş, 600-1000 kişi de gazi ve malul olmuştu. Kayıpların sayısı 203. Yok 
edilen köylerin sayısı 103 köy, yerle bir edilen cami sayısı da 107 idi.EOKA’nın silahlı tedhişe geçişinin 50. yılı olması nedeniyle 2005 yılının “ EOKA Kurtuluş 
Mücadelesi Anı ve Onur Yılı” ilan edilmesi ve  ‘ DEFKALİON ’ kod adlı dönemin Rum Başkanı Papadopulos’un da dahil olduğu 20 binin üzerinde EOKA’cıya onur 
madalyası verilmesi, barış görüşmelerine gölge düşürecek eylemlerdir. Rum Yönetimi’nde liderin değişmesi,zihniyeti değiştirmemiş ve şaşalı törenlerle 
Lokmacı Kapısının 3 Nisan’da açılmasından hemen iki gün önce yine EOKA için Hristofyas’ın da katıldığı anma törenleri düzenlenmişti. Birarada yaşamaktan 
söz edildiği bir dönemde güven ve barış ortamının yaratılabilmesi için gerçeklerin Rum Yönetimince itiraf edilmesi, Türk halkından da özür dilenmesi gerekiyor. 
Mülkiyet, yerleşikler gibi konuların arasına yapılan katliamlar nedeniyle ödenmesi gereken tazminatların da eklenmesi gerekiyor. 

Maraş’ın Statüsü 

Kapalı Maraş bölgesi, başından beri kapsamlı çözümlerin bir parçası olarak değerlendirilmişti. 
Papadopulos, 28 Şubat 2006 tarihinde Paris’te dönemin BM Genel Sekreteri Annan ile gerçekleştirdiği görüşmenin ardından düzenlenen ortak basın 
toplantısın da Maraş’ın devrinin artık kapsamlı bir çözümün parçası olmadığını, “ güven yaratıcı önlemler ” statüsünde ele alınması konusunda taraflarca 
anlaşmaya varıldığı ifadelerini kullanmıştı. 25 Mart 2008’de ise Rum Yönetimi’nin Maraş’ın devrine hazırlandığı, bayındırlık, yeniden iskan ve güvenlik konuları 
dahil kapsamlı bir çalışma yapıldığı, Rum İçişleri Bakanı Neoklis Silikiotis tarafındanaçıklandı.6

Hâlbuki aslında Rumların teslim almaya hazırlandığı Maraş, eski Maraş değil. Daha doğru ifadeyle Maraş’ın aidiyeti ve mülkiyeti konusunda ortaya çıkarılan 
belgeler, Maraş’ın iadesini gereksiz ve hatta imkânsız kılıyor. Gazi Magusa Kaza Mahkemesinin 271/2000 ve 272/2000 sayılı davalarında verdiği Maraş’ın 
yüzde 90’ının Lala Mustafa Paşa Vakfı ile Abdullah Paşa Vakfı’na ait olduğunu tespit eden kararı, Maraş’ın iadesi tartışmasını rafa kaldıranbelgeleri de 
sağlamış oldu.7 Vakfedilmiş bir malın “ hiçbir şekilde devredilemez, satılamaz vezaman aşımına uğrayamaz ” nitelikte olduğu, 1878–1960 İngiliz Yönetimi ve 
1960–1974 ortak Cumhuriyet döneminde yasal ve anayasal düzeyde tanınmış olması gerçeği,Maraş’ın statüsünün Rum tezleri doğrultusunda 
görüşülemeyeceğini kesinleştiriyor. Maraş’ın statüsünün mutlaka yeni bulgular ışığında gündeme alınması ve yeni bir zeminde tartışılması sağlanmalıdır. 

Mülkiyet Sorunu

Kıbrıs Türkleri adınakarar verenler için altılarından kayan zeminetutunma çabasındanvazgeçerek yeni birzemine sıçrama zamanı artık gelmiştir.
Adil ve kalıcı barış arayan kapsamlı çözüm planlarınıntümünde bütünlüklü olarak ele alınan mülkiyet sorunu bireysel davalarla çözülmek istendi.



Güneydeki Türk mülkleri ile kuzeydeki Rum mülklerinin toplam olarak takas edilmesi ve ara-daki fark için tazminat ödenmesini öngören “Global Takas ve 
Tazminat” ilkesinin sulandırıl-ması da aynı kapsamda değerlendirilmeli. Ortada bir çözüm planı yok ancak temel sorunlar-dan birisi olan mülkiyet konusu, 
“salam modeli” diye tabir edilen yöntemlerle dilim dilim/parça parça çözülüyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM), Kıbrıs’taki mülkiyetdavaları 
hakkında verdiği her bir karar bu yönde yeni bir adım olarak değerlendirilebilir. Lo-izidou ve Arestis kararlarına benzer mahiyetteki Dimadis kararı ve ardından 
yeni bir formülleTimvios kararı... Mahkeme, esas hakkındaki kararı 2003’de verilen Timvios davasında taraf-lar arasında varılan “dostane çözüm”ü dikkate 
alarak tazminat belirlemedi; Kıbrıslı Rum Mike Timvios’un AİHM’deki başvurusunu geri çekme talebi ve KKTC Taşınmaz Mal Komisyo-nu (TMK) ile yaptığı mülk takası ve tazminata dayalı anlaşmayı onayladı. Anlaşmanın ilginç yanı, KKTC’de bıraktığı eski mülküne karşılık Mike Timvios adlı Rum’a Larnaka daki 22 dönümlük Vakıf arazisinin verilmek istenmesiydi.8 AİHM’in onayladığı anlaşma, KKTC’de bu-lunan bir Rum mülkü ile GKRY’de bulunan bir Türk mülkünün takasını öngörmesi ve mülkiyet sorunlarının çözümünde ilk defa takas yönteminin kullanılması nedeniyle yeni bir aşamaolşturmuştur. 

AİHM’in Rumların kuzeyde kalan taşınmaz malları ile ilgili mülkiyet talepleri konusunda,KKTC Taşınmaz Mal Komisyonu’nun (TMK) etkin bir iç hukuk yolu 
olduğuna hükmeden ka-rarı da yeni bir dönemi başlatmıştır. Bu karar, dava açmak isteyen Rumların doğrudan AİHM’egitmelerini imkânsızlaştırmakta ve 
yasal ve geçerli bir iç hukuk organı olan TMK yolunun tüketilmesini zorunlu kılmaktadır. 

Karar metninin aslında bir tek anlamı bulunmaktadır: Türkiye, kuzeyde kalan taşınmaz malları ile ilgili mülkiyet talepleri için bir iç hukuk yolu oluştur-muştur. 
Mahkemeye başvurmanın ön şartı, “iç hukuk yolunun tüketilmesi” idi ve tüketilecekiç hukuk yolunun oluşturulması görevini AİHM, Mira Ksenides-Arestis 
davasında verdiği birkararla Türkiye’ye yüklemiştir. Dolayısıyla AİHM, Kıbrıslı Rumların kuzeyde kalan mallarıiçin açtığı davalarda muhatap olarak hala 
Türkiye’yi görmektedir. Komisyonun vereceği kararlara karşı ise her zaman için AİHM’e başvurmak mümkündür.9  TMK, mülkiyet sorunu konusunda iç hukuk 
oluşturma hedefiyle 19 Aralık 2005’te Kuzey Kıbrıs Cumhuriyet Meclisi’nce yasalaştırılarak uygulamaya sokulan Mülkiyet Yasası10 uyarınca oluşturulmuştur. 

Taşınmaz Mal Komisyonunun yapısı da, AİHM kararının değerlendiril-mesi bakımından önemlidir. TMK’da Rumların başvurusunu değerlendiren ve karar veren altı üye bulunmaktadır ve bunların üçü Kıbrıslı Türk, üçü yabancı uyrukludur. AİHM, komisyonun geçerliliğini Aralık 2006’da aldığı bir kararla kabul etmiştir. 
Mart 2010’da da AİHM’e göre geçerli bir iç hukuk yolu olduğu hükme bağlanmıştır. Mülkiyet yasasına göre Komisyon,Kuzey Kıbrıs’ta kalan Rum malları için tazminat, takas ve mal iadesi öngören yasayı uygula-makla yükümlüdür. Komisyon 443 başvurunun 139’unu çözüme kavuşturmuştur.11  Dostane çözüme ulaşan 88 dosyadan 85’inde de tazminat kararı çıkmıştır. Komisyonun çözüme ulaştırdığı başvurularda kararlaştırılan tazminat miktarı AİHM’in önceki kararlarında verdiği tazminat kararları ile uyumludur. Yani başvuru sahibinin aldığı tazminat miktarı, kararı AİHM vermiş olsaydı alabileceği tazminat miktarından daha az değil, hatta bazen daha fazladır.12 Dolayısıyla kuzeyde kalan mallarını geri isteyen Rumlar açısından zaten bir kayıp ya da geriye gidiş söz konusu olmamıştır. 

Aksine, mülkiyet talebinde bulunacak Rumlar açısından çokdaha hızlı bir çözüm yolu açılmış olduğu için büyük bir avantajdır. AİHM’de başvurularınınlisteye 
alınması için dahi yıllarca bekleyen Rumlar, kendileri için en adaletli çözüme jet hızıyla ulaşabilecekler.Bu noktada gelişmelerin gerçek mahiyetinin 
anlaşılabilme si için, KKTC ile GKRY’nin mülkiyet sorunlarına yaklaşımlarındaki tezatlığın da irdelenmesi gerekir: 

•  Kuzeydeki Rum malları gündemden düşürülmez iken Türklere ait 5500 evin Rum göçmenlere dağıtılmış olduğu ve Türk arazileri üzerine Rumlarca 8000 ev inşa edildiği,3500 Türk sahipli mağaza ve lokantanın Rumlarca işletildiğini dünyaya duyuracak birirade KKTC’de bulunmuyor. Bunların AİHM’e taşınması 
sistemleştirilemiyor.

•  KKTC-MTK eliyle kuzeydeki Rum mülkleri sorunu çözüme kavuşturulurken, Rum Yüksek Mahkemesi, Rumlara verilen taşınmaz mallarının iadesini isteyen Türklerin davasını “mallarının idaresinin Rum İçişleri Bakanlığı bünyesindeki Kıbrıs Türk Malları Vasiliği’nde olduğu” kararıyla sonuçlandırıyor. 

•  KKTC yetkilileri, Kuzey’de kalmış Rum mülkleri konusunu bir sorun olarak kabul edip takas, iade ya da tazminat yoluyla ciddi biçimde çözümleme niyeti taşırken GKRY güneydeki Türk mülkleri sorununu kapsamlı bir çözüm sonrasına erteliyor. 

•  Feragatnameler yoluyla mülkiyeti KKTC devletine geçen güneydeki Türk mallarını ko-rumaya dönük herhangi bir çalışma yapılmıyor.

•  Kıbrıs Vakıflar İdaresi’ne ait olan ve Rum tarafında kalmış olan Türk vakıf malları13içinresmi düzeyde çalışma yapılmıyor. 

•  Maraş için dava açılması gerekirken aslında vakıf malı olduğunu ispatlayan belgelerinAİHM’e taşınmaması nedeniyle Arestis davasında tazminat ödeniyor, 
malın iadesi kararı gündeme geliyorBugün, uzlaşı arayışı adı altında “atılan her bir adım”ın ve razı olunan görüşme zeminininesasen Rumların iddialarının 
kabul edildiği şeklinde bir görünüm sergilemektedir. Sorunungerçek nedeninin sistemli biçimde başlatılan katliamlar olduğu ortaya konulmadıkça, 
“Kıbrıs Cumhuriyeti” üzerindeki Rum işgali son bulmadıkça ve Türklerden alınan anayasal haklar geri verilmedikçe görüşmelerin çerçevesini değiştirmek de 
mümkün olmayacak. Bu da adil ve eşitlikçi bir anlayışın oluşturulamadığı anlamına gelecektir. Rumların bunları kabul etmesi şu aşamada olası görünmüyor. 

Ancak Rum itirafının eksikliği, gerçekleri değiştirmediği gibi onların tezlerinin kabul edilmesi ya da Türklerin kendi tezlerinden vazgeçmesi zorunluluğunu 
da doğuramaz.


DİPNOTLAR;

1   “Annan Planını Reddetmemizin Bir Sebebi Yerleşikler”, AB Haber, 4 Mayıs2008
2    Ata Atun, “Güney Kıbrıs’taki Rum Yerleşikler”, Arca Ajans, 2 Mart 2006
3   Ata Atun, “Rumlar Nihayet İtiraf Ettiler”, Kıbrıs Gazetesi, 8 Mayıs 2008; Hüseyin Mümtaz, “Yeni Türk Köylü Kurnazlıkları”, 10Mayıs 2008
4   Rum Simerini Gazetesi, Mayıs 2008
5 “ Ethniki Organososis Kyprion Aganositon” (Kıbrıs Ulusal Mücadele Örgütü)
6   “İçişleri Bakanı: Maraş’ın İadesine İlişkin Çok Yönlü Plan Var-Çözüm Olması Halinde Biz Hazırız”, Simerini, 25 Mart 2008
7   Bu konudaki kapsamlı çalışmalar için bkz. Ata Atun, Kıbrıs Siyasetine Akademik Bakış, Cilt 5, SAMTAY Vakfı Yay, Lefkoşa2008
8   “Eşdeğer Mal” kategorisinde mal alabilmek için KKTC devleti lehine feragat verilen güneydeki yüzbinlerce dönüm Türk arazisinden değil de Vakıf mallarından takas niyetiyle arazi verilmesine ilişkin değerlendirme için bkz. Ata Atun, “Vakıf Malı Kimseye Ve-rilemez”, Kıbrıs Gazetesi, 24 Nisan 2008; 
Sebahattin İsmail, “Vakıf Mülkünün Tazminatlı Takas Yoluyla Rum’a Verilmesi Kabul Edilemez”, İlk Kurşun Gazetesi, 25 Nisan 2008 
9   KKTC Mülkiyet Yasası’nın 9. Maddesi de aynı hükmü getirmektedir: “Komisyon kararlarına karşı, tarafların, Yüksek İdare Mahkemesine başvurma hakları saklıdır. Başvuran, Yüksek İdare Mahkemesinin kararından da tatmin olmazsa, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurabilecektir.”
10  2005/67 sayılı “Anayasa’nın 159’uncu Maddesinin (1)’İnci Fıkrasının (B) Bendi Kapsamına Giren Taşınmaz Malların Tazmini, Takası ve İadesi Yasası” için bkz. http://www.kuzeykibristmk.org/dokuman/67-2005yasaTR.pdf Mülkiyet Yasası’na göre, komisyonen az beş, en çok yedi üyeden oluşur. 

Bu üyelerin en az ikisi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Birleşik Krallık, Yunanistan, GüneyKıbrıs Rum Yönetimi veya Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmayan kişiler arasından atanır.

11  443 başvurunun 49’u başvuru sahibince geri çekilmiştir. 2 dosya ise Komisyon’ca reddedilmiştir.
12  Rum İoannis Dimadis’e kullanım kaybı ve manevi tazminat olarak 835’in Euro; Mike Timvios’a ise aynı sebeple 1 milyon 200 binDolar ödenecek. İlkini AİHM belirledi, ikincisini ise tazminatların korkunç boyutlara ulaşacağından duyulan endişenin de etkiliolduğu bir kararla oluşturulan KKTC-TMK belirledi. Bkz. Gözde Kılıç Yaşın, “ Güneydeki Mülkler Rum Lehine Çözülüyor ”, Cumhuriyet Strateji, S 201, 5 Mayıs 2008
13  1571’den itibaren kurulan 700 vakfın adet olarak yüzde 44’ü Rum kesiminde kalmıştır,  
http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/os-manli/kibrisveb/birincibolum/kibris_vakiflaritarihi.htm


http://www.21yuzyildergisi.com/haber/38-sayi-78-kibrista-golge-oyunu-haberi.html


***

10 Mayıs 2017 Çarşamba

Türk Milliyetçiliği ile Hesaplaşmak





Türk Milliyetçiliği ile Hesaplaşmak


Özcan Yeniçeri
19 EYLÜL 2012 ÇARŞAMBA

Terör ülkeye kan banyosu yaptırırken, anneler ağlarken, şehit cenazeleri yürek dağlarken Dış İşleri Bakanı Davutoğlu, terörle hesaplaşmak yerine 
" Ulusalcılıkla hesaplaşma zamanı geldi " türünden açıklamalar yapıyor. Milli Eğitim Bakanlığı da yönetmeliklerde yaptığı değişiklikle milli devlete ve milli kültüre karşı adeta savaş açmış durumdadır.

Davutoğlu, dış ilişkilerde yaşanılan yenilgiyi ideolojik sataşmalarla gözden kaçırmaya çalışmaktadır. Davutoğlu bir ulus devletin dış işleri bakanı olarak, 
milliyetçilik diyemediği için ulusçuluk kavramının arkasına sığınarak, "Ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi" diyerek şunları söylemiştir: "19. 
Yüzyıl ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa'da feodalite ile bölünmüş yapıları bütünleştirdi. Biz de ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici, suni 
karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi. Herkesin kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından 
değerlidir. Ama bu bölünme değil birleştirme vasıtası olarak değerlendirilmeli".

Türk milliyetçiliği ile hesaplaşma hesapları yapan Ahmet Davutoğlu, ABD endeksli, komşu ülkeler aleyhtarı bir dış politikanın yürütücüsüdür. Suriye tarafından düşürülen Türk uçağı için Suriye'yle, başa geçirilen çuval için ABD'yle, Mavi Marmara'da katledilen vatandaşlar için İsrail ile hesaplaşamayan 
Davutoğlu, Türk milliyetçiliği ile hesaplaşma hesabı yapıyor.

Bütün komşularıyla ilişkileri bozuk Türkiye, Davutoğlu'nun izlediği politikanın sonucudur.Türk milliyetçiliği ile ancak Türk milletinin düşmanları hesaplaşır. 
Milli kültür yıkıcılığına da ancak sömürgeci güçler soyunur.

Önce Davutoğlu'nun "ulusçulukla hesaplaşmak" derken neyi amaçladığını, ulusçuluğun ne olduğunun tanımını yaparak ortaya koymak gerekiyor. 
Ancak bu sayede bu sayın bakanın ne ile "hesaplaştığı" anlaşılmış olur.

Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlüğünde ulusçuluk şöyle tanımlanır:

Ulusçuluk: Milliyetçiliktir. Her ulusun kendi kültür değerlerini, çıkarlarını ve bağımsızlığını her şeyin üstünde tutarak ve koruyarak varlığını sürdürebileceğine inanan, çok kez bölgesel, uluslararası ya da başka tür değerler üzerinde durmayan görüş. Bir başka tanımı da ulusçuluğun şöyledir: Her ulusun kendine özgü kültür ve geleneklerine bağlı kalıp kendi varlığını her şeyin üstünde tutarak yaşaması gereğine inanan görüş.

Bilindiği gibi, insanların ilk aidiyeti içine doğduğu aileye karşıdır. Aileden sonra insanlar, memleketlerine karşı aidiyet hissederler. Daha sonra da ortak tarihi 
ve kaderi paylaştıkları milletlere karşı bir aidiyet ve bağlılık söz konusu olur. Milliyetçilik insanların duydukları bu aidiyetlerin toplamıdır.

Irkçılık, etnikçilik, mezhepçilik, kafatasçılık ya da ayrımcılıkla mücadele, insan olan herkesin görevidir. Milliyetçilikle (ulusçulukla) mücadeleyi ise ancak millet 
düşmanları düşünebilir. Gerçekte bir milletin milliyetçiliğiyle mücadele, o milletle mücadele anlamına gelir.

Ülkeler aidiyet, milliyet, tarih ve kimlik bağlarından ancak sömürge haline getirilerek kopartılabilirler!

Davutoğlu, Türkiye'nin çıkarlarıyla, bağımsızlığıyla, milli kültür ve milli kimliğiyle hesaplaşmayı hesap ettiği anlaşılıyor. Gerçekte ayrıştırıcı kültür, milliyetçilik 
değil bizzat Sayın Davutoğlu'nun içinde olduğu siyasi zihniyetin kendisidir. Çünkü mezhep, etnisite, açık/kapalı, içen/içmeyen, oruç tutan/tutmayanvb gibi akla gelen her türlü ayrımı bu zihniyet yapıyor.

Davutoğlu ve Erdoğan'ın sürekli olarak "Kürt, Arap, Çerkez, Laz, Gürcüvb" etnik yapılara vurgu yapmaları da bundandır. Sonuçta da " Farklılıklar bizim 
zenginliğimizdir" demektedirler. Açıkçası bu zihniyet önce milleti, 'etnik, bölge ve mezhep" temelinde bölecek şartları yaratıp sonra da 'bütün kalın' diyerek 
sorunu kökten çözeceğini düşünüyor. Bu, önce cini şişeden çıkarıp sonra tekrar şişeye sokmaya kalkan bir gaflet stratejisidir!

Mili kültür, milli devlet, milli değer karşıtlığı


Ahmet Davutoğlu'nun "milli devleti", "üniter yapıyı", "Türk Milleti", "milli kültür" kavramlarını, geçmiş dönemlerin ayrıştırma ideolojisinin aracı olarak gördükleri 
anlaşılmaktadır. Bu nedenle de birisi "ulusçulukla" yani "milliyetçilikle" hesaplaşmayı diğeri ise Türk milletinin milli, ahlaki, insani ve manevi değerlerine sahip olmayı önemsiz görüyor.

Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, ancak kendisini herhangi bir milletin kültürünün değil de başka bir etnisitenin ya da uluslararası toplumun aygıtı olarak gören 
kişi yahut kurumlar milli değerlerle ya da onu savunanlarla hesaplaşmayı düşünebilir.

Varlığını bir milletin ya da ülkenin aidiyetleri ile ilişkilendirmeyenler için milliyetçilik hesaplaşılması gereken bir olgudur. Nitekim sömürgeci güçleri en çok rahatsız edenler milliyetçilikler olmuştur.

Milli egemenlik yerine, milletler arası unsurların egemenliğini koymayı amaçlayanlar, toplumların milliyetçilik direncini kırmadan bunu başaramazlar. 
Onlara göre, kozmopolitizm dururken millilik, evrensellik dururken yerellik akla aykırı bir tutumdur.

Küresel güçler hesabına milliyetçilikle hesaplaşmak

Milliyetçilikle hesaplaşmak küresel güçlerin bölge üzerindeki politikalarıyla uyumludur. Zira küresel güçler, arz üzerindeki egemenliklerinin etkisi milli direnişlerin kırılma kapasitesiyle doğrudan ilişkilidir. Küresel güçlerin önü, ancak milli kültür aşılarak, milli devlet tarihe gömülerek ve nihayet milliyetçilikle hesaplaşılarak açılabilir.

Küresel pazarın sınırlarını genişletmek için milli yapıların etnisite, evrensel dinlerin de mezhep ya da cemaat birimine indirgenerek küçültülmesi gerekir. 
Bunu yaparken kullanılan slogan da hazırdır: "Önemli olan sınırlar değil, insanlardır".

Sınırlar yani gümrükler, uluslararası sistemin öngördüğü ölçüde gevşek ve geçirken olmalıdır. Üniter yapılar bu sistemi destekleyecek hale getirilmelidir. 
Eski ABD Başkanı Clinton, bu gerçeği "Küreselleşme gevşek sınırlar ister, üniter devlet yapıları küreselleşmeye uygun değildir" diyerek ortaya koymuştur.

Amaç küresel odakların yönetiminde bir " Dünya Devleti " oluşturmaktır. Rockefeller, ABD Dış İlişkiler Konseyinde bu amaçlarını çok açık bir biçimde ifade etmiştir: "Bir dünya devleti oluşturduğumuzda, modern dünya daha mükemmel ve dengeli olacaktır. Halkların kendilerini yönetme hakları, dünya bankerleri ve entelektüel elitin otoritesi altına girecektir.../...Entelektüel bir seçkinin ve dünya bankacılarının ulusüstü egemenliği, geçmiş asırlarda uygulanan ulusal özdenetime kıyasla, kesinlikle daha makbuldür" . Bir dünya devleti için milli ve dini yapılar etnisite ve cemaat/mezhep bağlamında küçültülerek kontrol edilebilir hale getirilmelidir.

Küresel sistemin uygulayıcıları da tıpkı Davutoğlu gibi, milli egemenlik ve bağımsızlık gibi karın doyurmayan lâkırdıların (!) da eski döneme ait kavramlar 
olduğuna özel vurgu yapar. Sistemin etki ajanları, milli egemenlik ve bağımsızlığın değersizleştirilmesi için "sizi kimin yönettiğine değil, nasıl yönettiğine bakmanız" gerektiğini söylerler. Vatan gibi kavramların geçmiş döneme özgü, gerici değerler olduğunun altını çizerler. Onlara göre önemli olan 
" Vatan değil vatandaştır" fikrini yaygın biçimde devreye sokarlar.

Ulusçulukla hem Öcalan, hem de Küreselciler hesaplaşıyor!,


Öcalan'ın yaklaşımı da Davutoğlu gibi ancak Öcalan, etnik ve kültürel hakları, "bağımsızlık" ve "özgürlük" için bir aşama olarak düşünüyor. Öcalan şöyle diyor: 
"Bağımsız bir kimlik kazanılmamış ki o kimliğe dayalı…/…kaderini tayin hakkı, insan hakları, siyasi haklar söz konusu edilsin…/…Bugün de savaşın bir boyutu 
kimlik savaşıdır…/…Kazanmaya çalıştığımız ulusal kimlik ve onun üzerinden gelişecek toplumsal özgürlük iradesidir". (A. Öcalan, Politik Rapor, s.51). 

Öcalan, 

"Özgürlük Sosyolojisi" adlı yazılarında da "sınırlara dokunmadan ulus inşa etmekten" söz ediyor. Öcalan, önce ulus ve kimlik sonra da sınır ve bağımsızlık ön görüyor.

Bilderberg'in başkanlarından Prens Bernhard, en hayati görevlerini şöyle açıklar: "Milliyetçiliğin hüküm sürdüğü ortamlarda, insanlar egemenliklerinin 
uluslararası güçlü bir organa devrini kabul etmezler. Bizim önümüzdeki en hayati görev onları buna razı etmektir." İnsanları egemenliklerini devretmelerine razı edebilmek için milliyetçilik yani ulusalcılıkla hesaplaşmak gerekmektedir!

ABD Dış Politika Araştırmalar Enstitüsü Başkanı da şöyle der: "Milliyetçilik bu yüzyılın en güçlü gerici kuvvetidir... Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını 
engeller, ekonomik ve kültürel gelişmeyi durdurur. Amerikan halkının misyonu, milli devletleri tarihe gömmek, onların kalan haklarını, daha küçük birimlerde 
birleştirmektir. Önümüzdeki 50 yılda gelecek Amerika'nındır".

Bush döneminin Dışişleri Bakan Yardımcılarından Fried, Türkiye'deki milliyetçiliğe yönelik olarak değerlendirme yaparken "Gururlu insanlar, milliyetçi olmaz, 
gururlu insanlar dünyaya açık olur" demişti. Salman Rushdie ise "Bende aidiyet hissi ülkelere karşı değil şehirlere karşı. Irkçılık, milliyetçilik ötekine bakmayı 
bilmeyenleri cezbediyor" demişti.

Ulusalcılık, ulusal çıkarları esas alır. Milliyetçilik (ulusçuluk) düşmanlığı, küresel güçlerin taşeron olarak kullandıkları yerli ve yabancı mahfillerce yapılmaktadır.

Sayın Davutoğlu'nun 21. yüzyılın ulusçuluğu ya da milliyetçiliğini 19. Yüzyılın ulusçuluğu ve milliyetçiliğiyle, Türk Milliyetçiliğini de Alman Nazizmi ve İtalyan 
Faşizmi ile karıştırdığı görülüyor.

Davutoğlu bugünün sorunlarına dünkü cevapları veriyor! Halbuki bugünün sorunlarına dünkü cevapları gericiler verirler. Bugün karşı karşıya kalınan sorunlardan geçmişi sorumlu tutanlar Türkiye'nin bugünkü sorunlarının altından ezilenlerdir.

Biz buradan Türkiye'yi bütün komşularıyla savaşın eşiğine getiren Davutoğlu'na soralım:

Türkiye'yi on yıl içinde Suriye'yle, Irak'la, İran'la, Ermenistan'la, Kıbrıs Rum kesimiyle, İsrail ile karşı karşıya 19.Yüzyılın ulusalcılığı mı getirdi?

Ortadoğu ve İslam ülkelerinin ABD ve Küresel çıkarlar için demokratikleştirme, modernleştirme ve liberalleştirme söylemi altında yeniden tasarlanması 
stratejisi olan BOP'u ulusalcılık mı sağladı?

Küresel taşeronluk yapmaya karşı olduğu için mi, ulusalcılıkla hesaplaşma düşünülüyor?

Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesinin Eş Başkanı bir Ulusalcı mıdır?

Ancak küresel sistem sözcülerinin, milletlerin bağımsızlık, egemenlik, özgürlük, özgünlük, millilik ve milliyetçilikleriyle mücadele etmeleri doğaldır. 
Küresel sistemle Katolik nikâhı kıymış olanlarla mücadele etmek de Türk milliyetçilerinin görevidir.

Davutoğlu'na ' Hodri Meydan' diyorum!

Türk Milliyetçiliğinin karşısına AB'sini ABD'sini, Ali Kemallerini, etnik ırkçısını ve kendisini parmak işaretiyle çağıran Obama'sını da alıp çıksın. Libya'da, 
Tunus'da, Mısır'daki baharları, eğer tutuklanmazsa "Irak'tan da Barzani'sini de alıp, gelsin!

Kimin, düşünce ve uygulamalarının tarihin çöplüğüne atılacağına zaman tanıklık edecektir.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2012/09/19/6738/turk-milliyetciligi-ile-hesaplasmak


***