19 Ocak 2016 Salı

Ateş Çemberi


Ateş Çemberi


  

 Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi (CDP) Genel Başkanı


Ateş Çemberi

Yekta Güngör Özden

Lozan Barış Antlaşması’nın 80. yılında tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Ulusal Kurtuluş Savaşı utkusuyla başlayan Türk Devrimi’nin kazandırdıklarını yitirmek tehlikesiyle karşı karşıyayız. Oy almak, iktidara gelmek, iktidarda kalmak için usa, bilime, gerçeklere aykırı söylemleri beceri sayan, yurttaşı aldatan, siyaseti yozlaştıran, sayısız ödünlerle lâik Atatürk Cumhuriyeti’nin niteliklerini bozan içtenliksiz, çıkarcı, aymaz ve sapkın “demokrasi” oyuncularının ülkemize düşürdükleri gölge karanlığa dönüşmektedir. İnanç ve düşünce özgürlüğünü sömürerek, üstelik inanca ilişkin sakıncalı açılımlarla belirginleşen terörü düşünce özgürlüğü kapsamında göstererek demokrasiyi temel öğesi olan disiplinden yoksun kılıp kargaşaya çağrı çıkarmaktadırlar.
Sevr’i yeniden gündeme getiriyorlar
1930’ların görkemli cumhuriyetlerinin başında sayılan Türkiye Cumhuriyeti giderek güçsüzleşen, yoksullaşan, saygınlığı ve güvenilirliği konularında kuşku duyulan bir yapı durumuna düşmektedir. Yeterince eğitim almamış, okumamış, incelememiş, değerlendirme yeteneği gelişmemiş, yurt, ulus, devlet kurumlarıyla ulusallık ve yurttaşlık kavramlarını bilincine yerleştirememiş saplantılı kimilerinin asla yaraşır olmadıkları olanaklar içinde varlık nedenimiz ve yaşam felsefemiz ilkelere saldırılarıyla birleşen yeni sömürgecilerin elkoyma, yıkma ve yoketme çabaları, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının tarihin çöplüğüne attıkları Sevr’i yeniden gündeme getirmektedir. Irak’ın kuzeyinde ulusal onurumuzun temsilcisi Silâhlı Kuvvetlerimizin görevlilerine yönelik çirkin ve düşmanca davranışta özür dilemek yerine, özür diletmeyi yeğleyen ABD’nin yakışıksız tutumu bu kanıyı doğrulamaktadır. ABD yetkililerinin niteliklerini ve düzeylerini yansıtan savunmalarını uygun bulan günümüz iktidarının tutumu ise en az ABD kovboylarının yaptıkları kadar üzücü, düşündürücü, onur kırıcıdır. Türkiyemiz içten ve dıştan kuşatılmaktadır. Çanlar Türkiye için çalmaktadır.
AB bekleme odasında bizi oyalayarak istediğini alıyor
AB sorumlularının çelişkili, aldatıcı sözleri, istedikleri her şeyi alıncaya değin bekleme odasında bizi oyalayıp tutacaklarını göstermektedir. AB içinde kaynaşmamız olasılığından söz edilirken Yunanistan’ın deniz ve hava alanları için diretmesi, Güney Kıbrıs’ın anlaşmalara aykırı biçimde AB’ye alınması kesinleşmişken, “2004’e kadar sorunlar çözümlenmezse Lahey Yüksek Adalet Divanı’na gidileceği” tehdidi, Megalo İdea ve Enosis güdülerinden vazgeçilmediğinin kanıtıdır. Tüm bu çelişkilere karşın kimi siyaset adamlarımızın geleneksel konukseverliğimizin dışındaki yaklaşımları, herşeyi vermeye hazır gülücükleri uyanıklık yerine uyurgezerlik belirtisi yılışıklıkları kötü sonuçların habercisidir. ABD’nin PKK/KADEK elebaşlarıyla ilişkileri, kamuoyundan gizlendiği söylenen “Mutabakat”larla Türkiye’den toprak koparmak isteyen bölücü çetelerden esirgenmemesi istenen hoşgörü, Irak’taki Kürt liderlerinin ABD’nin kuklası olmaya katlanarak kalkıştıkları kabadayılık gösterileri, ilkel efelenmeler. Hiçbiri gereken yanıtı alamıyor, hiçbirine gereken karşılık verilemiyor. Barışçı anlayış, dostluk duyguları, kimi ortaklık ilişkileri ulusal onuru savunmaya yönelik korumaya, bu temel görevin gereklerini yerine getirmeye engel değildir, olamaz. “Devlet yönetmenin bakkal dükkânı çalıştırmak olmadığını” söyleyerek teslimiyetçiliği, beceriksizliği, pısırıklığı savunanların bakkal dükkânı bile çalıştıramayacakları anlaşılmıştır. Güdümlü iktidarlar, ulusunun desteğinden çok dış desteğe dayananlar edilgenlikten kurtulamazlar. Uydu, uşak ruhlular bağımlılıktan yakınmazlar.
Biz, kimseden bir şey istemiyoruz. Kimsenin toprağında, havasında, suyunda başka bir şeyinde gözümüz yok. Yayılmacı ve saldırgan değiliz. Kendi öz yurdumuzda bağımsız, özgür, mutlu yaşama istememiz, en doğal hakkımızdır. İçimizdeki kökten dincilerin Türkiye’den ne istediklerini sormak da hakkımızdır. Türk Devrimi’nin en önemli ilkelerinden lâiklikle din ve vicdan özgürlüğü güvenceye alınmışken, dünya örnekleri bizi doğrularken küreselleşmeyi körü körüne savunan yeni mandacıların, Yeni Sevr’cilerin, çıkarcıların, etnik ve kökten dinci teröre gülümseyenlerin, tüm bölücü ve yıkıcılarla bağımlıların birleşmesi ilginçtir. İçte ve dışta yaşananları göre göre, duya duya işbirlikçiliğine soyunmaları hangi bataklığın kurbağası olduklarını ortaya koymaktadır. Bu durumda Türkiyemizin hedef tahtası seçildiği, tehditler ve tehlikelere karşı karşıya bulunduğu görüşü geçerliğini korumaktadır.
AB’nin ve ABD’nin gerçek dost olduğunu kimse savunamaz
Ülkemizi bölüp parçalamak isteyen sözde Kürt milliyetçileri ile, şeriat düzenini gerçekleştirerek toplumu karanlığı sürüklemek isteyen sözde dindar köktendinci sayrılıları besleyip barındıran Avrupa’nın, kışkırtmasını destekleriyle giderek arttıran ABD’nin gerçek dost olduğunu aklı başında hiç kimse savunamaz. ABD’ni “Güney komşumuz” olarak gösteren, “ABD ile bundan böyle anlaşarak Irak’tan çekilmemizi” öneren sivri akıllılar, bilinen torunlar, kimi ardıllar Türkiye’nin nasıl kurulduğunu, nereden nereye geldiğini bilmeyecek kadar bağnaz ya da bilmezlikten gelecek kadar kötü amaçlıdır. Dinginliğe kavuşup bağımsız yapısı içinde halkına yararlı olmasını istediğimiz Irak, başlıca tehlike köşesi olmuştur. Türkiye-ABD ortak açıklama-sının düşkırıcı içeriği, yaralanan ulusal onurumuzun sızısını kemiklerimizden iliklerimize indirmektedir.
Dini siyasallaştırarak demokrasiyi dinselleştiriyorlar
Sorun çok boyutludur. Ancak, temelde iç ve dış boyutunu ele alarak irdelemek, yararlı sonuca ulaşmak için en uygun yöntemdir. Ülkemiz karanlıktadır. Güç günler geçirmektedir. Kendi çağdışı sayılacak anlayışına uygun düzeni kurmak için her yolu geçerli sayan bir iktidar çoğunluğu vardır. Sayısal durumuna güvenerek her istediğini yapacağını sanan bu çoğunluk, kendi diktasını gerçekleştirmektedir. Anayasa’yı, yasaları kendileri için değiştirmekte duraksamamakta, şaibeli-sanık kimi yakınlarını kurtarmak için seçim alanlarında verdikleri sözleri unutmakta, yolsuzluk ve aykırılıkları değişik bahaneler ve aldatıcı söylemlerle savunmakta sakınca görmemektedir. İnsan hakları, özgürlükler ve demokrasi kendi amaçlarına uygun oluşumlar için vardır. Hukukla, yargı bağımsızlığıyla, laiklikle, toplumsal yarar ve ulusal çıkarla hiçbir ilişkileri yoktur. Kişisel ya da partisel kazanımları önde gelmektedir. Dini siyasallaştırarak demokrasiyi dinselleştirme ereklerine kadrolaşmayla hız vermişlerdir. Onlar için öğrencinin, işçinin, memurun hiçbir değeri yoktur. Köktendinci ve mezhepçi anlayışla davrananlar, her istediklerini yapanlar, yaptıklarına katılanlar, ses çıkarmayanlar, verdiklerini alanlar, beklediklerini verenler önemlidir. Esnaf, sanatçı, sporcu, bilim adamı vd. onların umurunda değildir. İşçiler için önerdikleri “sıfır-eksi zam”, memurlara verdikleri oran, getirdikleri yeni zamlar, rakam oyunlarıyla açıkladıkları enflasyon düşüşü, batık bankaların devlete getirdiği yük, hastahane koridorlarında ve mahkeme kapılarında yurttaşların çektikleri, demiryollarını ihmal edip ülkeye ihanet edilme de içinde birçok ulusal konuda süren aymazlık, trafik kıyımı, orman yangınları, SİT alanları yağması, kaçakçılık, çirkin saldırılar, tanınmayan yargı kararları, süründürülen görevliler, ayrılmaya ve emekli olmaya zorlanan çalışanlar, kayırıcı yükseltmeler, fetva-ferman dönemini anımsatan işlemler, eğitimi dinselleştirme girişimleri, YÖK’e, Silâhlı Kuvvetler’e ve Cumhurbaşkanlığı’na yönelik budama ve etkisizleştirme tasarıları, mezhepçilik, ayrıcalık, kollama, yandaşlık, partizanlık uygulamaları, “İslam Devleti” söylemiyle geliştirilen lâik cumhuriyet karşıtlığı, işsizler, özürlüler, yaşlılar, ilaçlar konusundaki umursamazlık ve daha niceleri günümüz güdümlü iktidarının “Düşünceler” bölümünü doldurmaktadır. ABD güvencesiyle yeniden azgınlaşan etnik teröre ve büyük kentlerimizde yakalanan şeriat yapılanmalarına karşı etkin önlem almak yerine “Pişmanlık Yasası” ve “Belediye sınırlarını yeniden düzenleme”yle geliştirilen hoşgörü, devleti savunan görevini en yansız ve en bağımsız biçimde yerine getirmeye çalışanlardan esirgenmekte, devlete yaraşan sınırlı önlemler ve çok yalın olanaklar da kaldırılarak her tür teröre açık duruma getirilmektedirler. Seçimler için aldatıcı sunuşlara ağırlık verilmekte, iktidarda kalmak için içten ve dıştan ne istenirse yerine getirilmektedir.
AB’ye girilerek her sorunun çözüleceği sanılıyor
ABD gibi AB de kendi amacına en uygun araç saydığından günümüz iktidarını desteklemektedir. Ege, Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunlarını bu iktidarla istedikleri gibi çözümleyeceklerdir. Onlar için bundan sonrasının önemi yoktur. Avusturya’da Haider, Fransa’da Le Pen için gösterdikleri duyarlık Türkiye için söz konusu değildir. İstediklerini aldıktan sonra Türkiye’nin ne olacağı, nasıl yönetileceği onları ilgilendirmemektedir. Çünkü, Türkiye kendilerinden değildir, içlerinde değildir, Avrupalı değildir. Bu yanlış anlayış ve sakat yönelişle hem Avrupa’ya, hem Türkiye’ye zarar vermektedirler. Avrupa’da dinci parti yoktur. Demokrasiyle asla bağdaşmayan “siyasal islâm, ılımlı islâm, dinci parti, İslâmcı parti” sözleri Türkiye’ye özgüdür. Doğunun batısında, batının doğusunda lâikliği kökten dinci düzenler için, demokrasisi diktatörlükler için kötü örnek olan Türkiye Cumhuriyeti’nin değerini, ABD, AB bilmediği için bizdeki kimileri de bilmemektedir. Bunların başında da bugünün iktidarı ile çoğu medyanın baş köşelerinde yardakçıları gelmektedir. Bugün borçlu oldukları kişileri, kurumları, ilkeleri ve değerleri unutmuşlar, AB’ne girmekle her sorunun çözümleneceğini, her sıkıntının giderileceğini, her olanağa kavuşulacağını, her yerin güllük ve gülistanlık olacağını sanmaktadırlar. Ne ABD’nin, ne AB’nin, ne gibi komşuların ve sözde dostların amaçları önemlidir. Varsa yoksa kendi bencilliklerini doyurmak, olanaklarını arttırmak, yaşamlarını herşeye karşın giderek çoğalan desteklerle sürdürmek başlıca kaygılarıdır. Bağımsızlık, özgürlük, saygınlık, onur, geçerliğini yitirmiştir. Sömürge durumuna düşmek de onların derdi değildir.
Yeni liberaller ve süzme demokratlar ülkeyi içten kemiriyor
Herşeye, herkese dokunulur, onlara dokunulamaz. Kendileri gibi düşünmeyenler düşmandır. İşte bizim yeni liberallerimiz, süzme demokratlarımız, kendilerinden başkasına yaşam hakkı tanımayan, değişik düşüncelere kendilerine yaraşır nitelikleri uygun gören çağdaş aydınlarımız. Kulisçiliği, klikçiliği, partizanlığı karakter edinmiş, kavgayı ustalık sayan kimileri de bunlara eklenebilir. Kendini hiçbir yönden yükümlü saymayan kimi dernek, vakıf, kulüp, parti ağaları da böyledir. Feodalitenin, aşiret, tarikat ve ticaret kıskacının aygıtı durumuna gelenlerle medya militanları, kimi gösterişçiler yalanla, karalamayla yürüttükleri etkin konumlarını sürdürmek için herşeye göz kırpmadan kıyabilirler. Sahte Atatürkçüler, gerçek Atatürkçüleri suçlar, kötüler. Tepkisizlik, suskunluk, sessizlik, ilgisizlik, umursamazlık, en tehlikeli toplumsal hastalık olarak sürmektedir. Kimi aydınların bencilliği, tutarsızlığı, birbirine karşıtlığı, anlaşmazlığı ve dağınıklığı, karşı devrimcileri gücünü, güdülerinin pençesinde kıvrananların zayıflığı ülkemize pahalıya mal olmaktadır. Özetle, Türkiyemizi içerden kemirmekte, dışardan çevirmektedirler. Amaç, kötülerin semirmesi, yabancıların devirmesidir.
Geçen yüzyılda ağırlık kazanan yönelişler bu yüzyılda da gündemdedir. Etnik ayrımcılık, köktendincilik, terör, güç dengesizliği, doğal kaynak edinmeleri, askeri güç artımı, uluslararası kuruluşlar aracılığıyla devletleri gütmek, ulusları bağımlı duruma getirmek, dünyanın merkezi ve tek güç, tek egemen olmak, ekonomik ve teknik imparatorluğu gerçekleştirip silâhlı güçle bunu geliştirip korumak, tartışmasız üstünlük sağlamak. Boyun eğmeyenin boynunu vurmak, istenen sonucu almak için içerden işbirlikçiler bulmak, kaleyi içten ele geçirmek, ağacı kendi kurduna yıktırmak. İçimiz sızlayarak izlediğimiz olaylar dizinin yinelendiğini bunlar göstermektedir.
Saldırılara karşı Atatürkçü anlayışla başa çıkabiliriz
Siyasetin gerçek anlamıyla, siyaset adamının özlenen niteliği ile bağdaşmayan sözler ve tutumlarla geçen günlerimizin karamsar olmayanları bile umutsuzluğa düşürdüğü bir gerçektir. Giderek her yönden gelişecek, kalkınacak, daha iyi duruma, daha iyi düzeye gelecekken, inanç katılığı, koşullanma, yanlış ve amaçlı eğitimle geldiğimiz çizgi tehlikeler ve tehditlerle doludur. İçten ve dıştan ulusal varlığımıza yönelik saldırılara dönüşen bu aykırılıklara karşı Atatürkçü bir anlayışla başa çıkabiliriz. Atatürk’ün tam bağımsızlıkla, özgürlüklerle, ulusal egemenlikle, cumhuriyet-demokrasiyle, gençlikle, laiklikle, eğitimle, dostlukla, uluslararası ilişkilerle, Silâhlı Kuvvetlerle ilgili sözlerini her gün bir kaç kez okumalı ve hiç unutmamalıyız. İçeriklerinin derin anlamı, bugün çektiğimiz sıkıntıların, yaşadığımız acıların, düş kırıklıklarının nedeni ile birlikte çözümlerini de ortaya koymaktadır. Yönümüzü gösterdiği gibi yolumuzu ve yöntemimizi de göstermektedir. Türk Gençliği’ne, Türk Orduları’na, Türk öğretmenlerine seslenişleri, 6 Şubat 1933 Bursa konuşması, Onuncu Yıl Söylevi, Türk TBMM’ni açılış konuşmaları, hepsi hepsi özdeyiş niteliğinde gerçekçi, anlamlı, örnek değinimlerdir. Batılıların istedikleri, yandaşlarının öngördükleriyle gündeme getirilen Sevr değil midir? Karşılaştırıp Lozan’ı inceleyenler gerçeği saptayabilirler. Amasya Genelgesi’nin, 1921 Anayasası’nın 1. maddesini okumak, anlamak yeter.
Konuşup yazacak çok şey var. Zaman ve yer sınırlı. Unutmamak gerekir, yabancıya güvenen, kendisine güvenmeyen kimseye kimse güvenmez. Oyun oynayan, bir gün oyuncak durumuna düşebilir. Kötülerin övgüsünü alanlar kötülerdir. Çirkinliği, sapkınlığı, alçaklığı, içlerine sindirenler bunlara yaraşır olanlardır. İnsan olmayan dindar da olamaz. Türkiye Cumhuriyeti sevdalıları, insanlık ve demokrasi için Atatürkçülükle taşıdıkları bayrağı sonsuza değin dalgalandıracaklardır. Ateş çemberi, bu yola baş koymuş, kendini yurduna ve ulusuna adamış kişilerle kırılacak ve yok edilecektir. Ahlaksızlığın ve alçaklığın, soysuzluğun ve onursuzluğun, satılmışlığın ve namussuzluğun büyüğü-küçüğü olamaz. Ulusalcılar tam bağımsızlıkçıdır. Boyunduruk, adam olan için ölümdür.


..

17 Ocak 2016 Pazar

KÜRESEL ÖRGÜT AĞI - (ASKERİ ÖRGÜTLENME)





KÜRESEL ÖRGÜT AĞI  (ASKERİ ÖRGÜTLENME)




21 Şubat 1947 günü, Washington’daki İngiltere Elçiliği ABD Dışişleri Bakanlığına iki nota vererek, Yunanistan’daki askerlerini çekeceğini ve Türkiye’yle artık ilgilenmeyeceğini bildirdi. İngilizler, önceden belirlenmiş olduğu anlaşılan bu notalarla, ABD’yi dünya önderliğine çağırıyor ve Amerikalıların sorumluluk yüklenmesini istiyordu. İngiltere, Fransa, Hollanda ve Belçika; dünyanın değişik yerlerindeki askeri üslerini gönüllü olarak Amerikalılara devretti ve bu ülkeye çok yönlü stratejik kolaylıklar sağladı. Ordularını, ortak savunma örgütleri aracılığıyla ABD’nin emrine verdiler ve olanakları ölçüsünde askeri harcamalara katıldılar. Bunları yaparken, ulusçu kaygılarla herhangi bir rahatsızlık duymadılar. Yeni bir dünya kuruluyordu ve bu dünyada yerlerini almalıydılar.


Askeri Örgütlenme

ABD, 2.Dünya Savaşı süresince, ileri teknoloji içeren köklü bir silah uranına (sanayisine) ve büyük bir silahlı güce sahip olmuştu. Savaş sonrasında ordularını dağıtmadı. Avrupa ve Pasifik ağırlıklı olmak üzere, dünyanın hemen her yerine askeri birlikler yerleştirdi, üsler kurdu. Gerektiğinde sayısını hızla arttırma olanağına sahip, iki milyonluk büyük bir orduyu sürekli hazır tuttu. (1985’te 2 151 600, 2014 yılında yedeklerle birlikte 3 038 000 asker).1 Bağlaşıklarının ordularını, ortak askeri örgütler ve ikili yardım anlaşmalarıyla etkisi altına aldı.

Batının Yeni Egemeni

Dünyanın tümünü kapsayacak askeri örgüt ağının kurulup yaşatılması için, gerekli olan akçalı güç ve teknolojik olanaklar ABD’nde vardı. Onun öncülüğü tartışmasız kabul görüyordu. Kapitalist dünyanın yeni önderi oydu. Yüklendiği sorumluluğa uygun yetkiyle donatılmalıydı.
ABD’nin kapitalist dünyanın önderliğini üstlenmesi; bağlaşıklarının sorunlarını çözmek, onlara yardımda bulunmak gibi bir kaygıya dayanmıyordu. Böyle bir özgörev (misyon) yüklenmesi; dev boyutlu uranını (sanayisini), büyük akçalı gücünü ve tarımsal ürünlerini dünya pazarlarına açma gereksiniminden kaynaklanıyordu. Dünya ticaretinin serbestleştirilmesi ve mali sermaye dolaşımı önündeki engellerin kaldırılması, en başta ona gerekliydi.
ABD dış yatırımları 1914 yılında sermaye dışsatımlayan (ihraç eden) ülkelerin toplam yatırımlarının ancak yüzde 6,3’ü iken, bu oran 1960 yılında yüzde 59,1’e çıkmıştı. Aynı dönemde İngiltere’nin dış yatırımları, yüzde 50,3’den yüzde 24,5’e, Fransa’nın ise yüzde 22,2’den yüzde 4,7’ye düşmüştü.2 Bu nedenle, küresel ilişkileri geliştirecek düzenlemelerin öncülüğünü ABD’nin üstlenmesi yalnızca olağan değil aynı zamanda zorunluydu.

Silahlanma Yarışı

ABD, askeri harcamalara ve silahlanmaya bütçesinde büyük paylar ayırdı. Konvansiyonel silahlanmanın yanında, büyük bir nükleer güç oluşturdu. 1985 yılında, yalnızca Stratejik Kuvvetlerbuyruğunda; (ABD ordusunda Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri dışında örgütlenmiş olan dördüncü güç) 1000 adet kıtalar arası balistik füze (ICBM); herbiri on nükleer başlık taşıyan 48 adet MX Peacemaker füzesi; 241 adet uzun, 56 adet orta menzilli, nükleer bomba taşıyan uçak; 640 füze taşıyan 37 nükleer denizaltı; toplam 498 adet nükleer seyir füzesi taşıyan 4 denizaltı;Awacs erken uyarı sistemleri, 30 km. yükselebilen büyük hızlı füze uçakları ve alçak yörüngede dolaşan keşif uyduları vardı.3
ABD’nin oluşturduğu askeri güç; kimi ülke yöneticileri için güvence, kimileri için de savaşılması gereken düşmandı. 1950’lerin sonlarında Sovyetler Birliği’nin de nükleer silah üretmesi, bu konuda bir denge oluşturdu. Caydırıcılık çift taraflı işlemeye başladı.
Sovyetler Birliği dağılana dek bu denge sürdü ve bu süre içinde, dünyanın birçok yerinde, ulusal bağımsızlık savaşları ortaya çıktı. ABD, oluşturduğu büyük askeri güce karşın, caydırıcı olamadığı ulusal bağımsızlık savaşlarına, dolaylı ya da dolaysız karışmaktan çekinmedi. ABD Silahlı Kuvvetleri ve denetimi altındaki bağlaşık güçler, Yeni Dünya Düzeni’nin sigortası oldu.

Savaş Sonrası

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği tarafından düzenlenenYalta ve Potsdam Antlaşmalarıyla, dünyanın sınırları yeniden belirlendi. Emperyalizmin etki alanında kalan ‘hür dünyanın’ örgütlenmesine hemen başlandı. Japonya’nın başeğmesiyle ABD Pasifik’te tek egemen güç durumuna gelmişti. Bölgeye yönelik kararlar içeren, Manila ve SEATI Antlaşmalarıyla, Avustralya, Yeni Zelanda, Pakistan, Filipinler ve Tayland gibi ülkeler, birinci sınıf ‘dost ülkeler’ durumuna getirildi. Koşulsuz teslim olan Japonya ile ‘Karşılıklı İşbirliği ve Güvenlik Anlaşması’ yapıldı.
Güney Amerika’da, ABD açısından herhangi bir ciddi sorun yaşanmıyordu. Buralarda, savaş öncesinde ilişkiler geliştirilmiş, hemen tüm Orta ve Güney Amerika, ABD denetimine girmişti. Avrupa ve Ortadoğu’nun örgütlenmesi önemliydi. Bu bölge için ‘Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’, NATO kuruldu.

Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü: NATO

Amaç

Batı ve Güney Avrupa ülkelerini kapsayan ve kuruluş amacı Kuzey Atlantik Bölgesinde barış ve güvenliği koruma,  dengeyi (istikrarı) ve erinci (huzuru) geliştirme olarak ilan edilen NATO 1949 yılında kuruldu.
Sovyetler Birliği’nin etkinlik alanlarını genişletip güçlenmesinden duyulan kaygı, NATO’nun dile getirilmeyen gerçek kuruluş nedeniydi. Soğuk savaş sürecini başlatan bu dönem, Sovyet karşıtlığına dayanan etkili bir yaymacanın (propagandanın) sürdürüldüğü, düşüngüsel (ideolojik) ve politik gerilimlerin arttırıldığı bir dönemdi.
Yaymacanın etkili gücüne Sovyetler Birliği’nin siyasi yanlışlıkları da eklenince, birçok ülke istek ve kararlılıkla ABD çevresinde toplanmıştı. Dünya’yı, ‘Komünizm tehlikesinden’ ve ‘Rus saldırganlığından’ kurtarmak sürekli yinelenen söylemlerdi. Her şey bu amaca bağlanmıştı.
Yaymaca öylesine yoğundu ki, bundan belki de en çok, Amerikalı yöneticiler etkilendi. 1949 yılında Savunma Bakanı James V.Forresdal, bürosunda otururken ansızın yerinden fırlayıp avazı çıktığı kadar ‘Ruslar geliyor, Ruslar geliyor’ diye bağırmaya başlamış, sekreterinin korku dolu haykırışları arasında hastaneye kaldırılmıştı. Savunma Bakanı, Washington yakınlarındaki bir ruh hastalıkları kliniğinde, ‘Rusların eline düşmemek için’ intihar etmişti.4

Katılım ve Çelişkiler

NATO, 4 Nisan 1949 günü Washington’da, ABD, Belçika, İngiltere, Danimarka, Fransa, Hollanda, İtalya, İzlanda, Kanada, Lüksemburg, Norveç ve Portekiz’in imzaladığı antlaşma ile kuruldu. 1952’de Türkiye (18 Şubat) ve Yunanistan, 1955’te Almanya, 1982’de de İspanya örgüte katıldı.
Katılan ülkelerin eşit haklara sahip olmaları, stratejik kararların ve savunma dizgelerinin (sistemlerinin) birlikte oluşturulması gibi yazılı NATO ilkeleri hep kağıt üzerinde kaldı. Örgütün karar ve işleyişini her zaman ABD çıkarları belirledi. 1957 yılında, Sovyetler Birliği, kıtalararası nükleer başlıklı füzeler üretince ABD, ortaklarının görüşlerini dikkate almadan tek başına, ‘Barış içinde birlikte yaşama’ politikasını kabul etmiş ve soğuk savaşın bittiğini ilan etmişti.
Gelişmelerden rahatsız olan Fransa ve İngiltere, Washington’a başvurarak, NATO’nun nükleer stratejisinin anlaşma hükümleri gereği birlikte belirlenmesini istedi. Ancak, doyurucu bir yanıt alamadılar. Bunun üzerine Fransa kendi nükleer gücünü oluşturma çabasına girdi ve ABD’nin Fransa’da nükleer silah bulundurmasını yasakladı. Fransa’nın isteğini engellemek içinIBM ve Control, Data’ya lisans vermeyi reddetti. Bu gelişme nedeniyle Fransa, nükleer silah izlencesini (programını) bir süre durdurmak zorunda kaldı.
ABD Savunma Bakanı Robert Mc. Namara, 1962 yılında konuyla ilgili Amerikan görüşlerini açıkladı ve düşman korkutmasının gelişmesini değerlendirebilecek tek ülkenin Birleşik Devletler olduğunu, yaşamsal bulmadığı konular için kendisini tehlikeye atamayacağını açık sözlülükle dile getirdi. Bunun üzerine Fransa, askeri gücünü Akdeniz ve Atlantik NATO Birleşik Deniz Komutanlığı’ndan çekti.1966 yılında da askeri kanattan tam olarak ayrıldı.
Benzer bir davranışı, Türkiye’nin 1974 Kıbrıs çıkartması sonrasında Yunanistan yaptı. Ancak, Yunanistan 1980 yılında geri döndü. 1975 Yılında, Kıbrıs çıkartması sırasında, Amerikan silahlarının kullanılmış olması gerekçe yapılarak Türkiye’ye silah ambargosu uygulandı. Türkiye buna, İncirlik dışındaki Amerikan üslerini kapatarak yanıt verdi.
ABD, NATO üyesi İngiltere ve Fransa’yı, 1956 Süveyş bunalımı sırasında desteklemedi. Tersine onları, Kanal bölgesindeki askeri güçlerini çekmeye zorladı ve verdiği petrolü kesmekle gözkorkuttu (tehdit etti). Tutumu kuşkusuz, bölgeye yönelik ABD stratejisine uygun bir tutumdu. Herkesin kendini düşündüğü bir dünyada yaşanıyordu. İngiltere ve Fransa’nın Kanal bölgesindeki eylemleri ABD çıkarlarına zarar veriyordu. Sovyetler Birliği’nin 3.Dünya ülkeleri üzerindeki etkisi giderek artıyordu ve ABD bu gelişmeyi durdurmak zorundaydı.
1991 Irak savaşı sırasında bu kez, NATO üyesi Almanya ve yakın bağdaşık Japonya, ABD’yi yeterince desteklemedi, yalnızca para yardımında bulundular. Bu davranış ABD’yi kızdırdı. Arizona senatörü Jonh Mc. Cain, Japonya ve Almanya’nın katkılarını “adi bir gösteri”olduğunu belirterek yapılan para yardımının “ABD’ye yapılmış bir hakaret” olduğunu açıkladı.6

Türkiye-Yunanistan

NATO’nun iç çelişkilerine bir örnek de Türkiye-Yunanistan gerginliğidir. Sovyet yayılmacılığına karşı ortak savunma amacıyla NATO üyesi olan bu iki ülke, Sovyetler Birliği’nin artık olmadığı bir dünyada hala NATO üyesi görünmektedir ancak birbirlerinin düşmanıdır. Yunanistan, Türkiye’nin de üye olduğu bir NATO ülkesi olarak; ‘baş düşman’ Rusya’dan,‘müttefik’ Türkiye’ye karşı kullanmak üzere S300 füzeleri almaktadır. Bu karışık ilişki, NATO’nun, ABD dışındaki üyelerin haklarıyla fazla ilgilenmediğini gösteren bir örnektir.

NATO’nun Varlık Nedeni

Harp Akademileri Komutanlığı’nın yayınladığı, Bugünün ve Geleceğin Dünya Güç Merkezleri ve Dengeleri ile Türkiye’ye Etkileri isimli kitapta NATO’nun bugünkü konumu hakkında şöyle söyleniyor: “Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla NATO büyük ölçüde, varlık nedenini yitirmiş bulunuyor. Bugün NATO’nun tek varlık nedeni Avrupa’yı Amerikan güdümünde tutmaktır. Ancak bunda başarılı olup olamayacağı çok kuşkuludur. Çünkü ‘ortak düşman’ ortadan kalkınca Birleşik Amerika ile Avrupa’nın yolları ayrılmaya başlamış görünüyor”.7
Verilen örnekler NATO’nun, söylendiği gibi üye ülkelerin ortak savunma çıkarlarını koruyan bir işleyiş içinde olmadığını göstermektedir. Dünyaya yeni bir biçim verilirken, ekonomik ve siyasi ortamın denetlenmesi için tüm dünyayı kapsayan bir askeri örgüt ağına gereksinim duyulmuş ve bunun önemli bir parçası olarak NATO kurulmuştur. Başka askeri örgütlerde olduğu gibi NATO’da da, temel olan ABD’in çıkarıdır. Başka ülkelerin çıkarları bu temele uygun olmak zorundadır.

Yeni Yöneliş

NATO, bugün kuruluş amaçlarındaki gerekçeler ortadan kalkmış olmasına karşın varlığını sürdürmektedir. Daha da ilginç olan, ‘sosyalist’ düzenleri dağılan Doğu Avrupa ülkelerinin teker teker NATO’ya alınmasıdır. Kimleri neye karşı savunacağı belli olmayan bir savunma örgütü, varlığını genişleterek sürdürmektedir.
NATO, dün olduğu gibi bugün de, üyelerinin ortak savunmasını değil; Yeni Dünya Düzeni’ni, doğal olarak da başta ABD olmak üzere yazgısını onunla bütünleştirmiş birkaç gelişmiş ülkenin çıkarlarını savunan bir askeri örgüttür. Yeni Dünya Düzeni’nin askeri örgütlerinden birisidir.
20.Yüzyılın son on yılında varlık nedenini açıklamakta zorlanan NATO, gerçek niteliğini Mart 1999’da Sırbistan’a yaptığı askeri karışma ile eylemli olarak ortaya koymuş oldu. ABD NATO’yu, her yönüyle denetleyebildiği Birleşmiş Milletler’in bile üzerine çıkarıyor ve bu örgütün; “Üye devletlerin güvenliğine yönelik tehdidin olduğu her yerde kullanılacağını”açıklıyordu.
Karışmadan bir ay sonra askeri eylemce sürerken, kuruluşunun 50.yıldönümü nedeniyle Washington’da bir doruk düzenledi. NATO, bu dorukta; Soğuk Savaş döneminde Sovyet“yayılmasına” karşı kurulan bağlaşmanın Yeni Dünya Düzeni’nde üstleneceği yeni rol için bir“stratejik konsept” belirledi. Bu belirlemeyle, zaten yapılmakta olan işin adı kondu ve NATO’nun bundan böyle; “Üyelerini kapsayan ortak savunma ilkesini korumakla birlikte artık, üye devletlerin güvenliğine yönelik ‘yeni tür’ saldırılara karşı doğrudan müdahale edileceği”karar altına alındı.
“Yeni Stratejik Konsept” bildirgesi; NATO’nun bundan böyle BM’e danışmadan üye devletlerin topraklarının dışındaki sorunlara da karışacağını ve dünyanın her yerinde “barış operasyonları” düzenleyeceğini açıklıyordu. Kendi içinde çelişkiler taşımasına karşın NATO, bu kararla bütün dünya uluslarına; “Güç bende, bana sormadan hiçbir şey yapamazsınız” diyordu.

Tarumar Doktrini

Çoğu kimse, Roosevelt’den sonra ABD başkanlığına getirilen Truman’ın adını taşıyan uygulamanın, Yunanistan ve Türkiye’ye yardımı öngören bir izlence olarak bilir. Oysa konunun gerçek boyutu, Sovyetler Birliği’nin Güneyindeki bu iki ülkeye, yardım etmenin ötesindedir.
İsim babası gazeteciler olan Truman Doktrini, ABD’nin savaştan sonra izleyeceği politikaların yönünü gösteren ilk örnektir. Bu “doktrin” güçlü bağlaşıklara olduğu kadar güçlü düşmanlara da yönelen bir göstergeydi.
ABD 1.Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi dünyayı başıboş bırakmayacak, ona yeni bir düzen verecek ve bu düzenin temelinde de, ulusal bağımsızlık savaşımlarıyla Sovyetler Birliği’ne karşıtlık yer alacaktı. Truman’ın önerileri Kongre’de ele alınırken senatör Vandenberg“Asıl gerçek, bu sorunun temelinde Amerikan-Sovyet ilişkilerinin bulunmuş olmasıdır” diyordu.8

Anti-Sovyetizm

İngiltere, 1947’de, “Yunanistan çekileceği Türkiye’yle ilgilemeyeceğini” açıklarken, bu iki ülkeyi ABD denetimine bırakmış oluyordu. Onca ülke varken Türkiye ve Yunanistan’ın seçilmiş olması kuşkusuz nedensiz değildi. Yunanistan’da komünistlerin öncülüğünde ciddi bir iç savaş sürüyordu. Sovyetler Birliği Türkiye’den, boğazların denetiminde söz hakkı ve Doğuda toprak istemlerinde bulunmuştu. Bu istemin, Türkiye’ye karşı bir saldırıya varacağını düşünmek kolay değildi ancak Türk hükümeti gelişmeden rahatsız olmuştu.
Ayrıca, bu iki ülke Sovyetler Birliği’ne karşı stratejik konuma sahipti, savaş sonrası siyasi gelişmeler nedeniyle, kolay etki altına alınabilir konumdaydılar. İngiliz tarihçi Coral Bell, ABD’nin Türkiye ve Yunanistan’ı seçmiş olmasını, bu iki ülkenin konumunun, anti-Sovyet nitelikli yeni Amerikan politikasına son derece uygun olmasına bağlar: “Duruma genel olarak bakıldığında, Sovyetlerin Yunanistan ve Türkiye’nin bağımsızlığını zedeleyecek biçimde girişeceği bir saldırı, oldukça uzak bir ihtimal gibi görünüyordu. Bu ülkelerin durumları, yeni Amerikan politikasına bir kılıf uydurmaya yaramaktan öteye gitmiyordu”.9

“Yardım”

ABD, Truman Doktrini çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan’a 400 milyon dolar para ve hemen tümü savaş artığı kullanılmış askeri malzeme  ‘ yardımı’ yaptı.10  ‘ Yardım ’ koşulları, özellikle Türkiye için, Kemalizmin tam bağımsızlık anlayışı açısından kabul edilebilir nitelikte değildi.
Ancak, o günlerde yönetimde bulunan hükümet, ‘yardım’ koşullarını hiç irdelemeden imzaladı ve yirmi beş yıl önce kazanılan ulusal bağımsızlıktan ödün verme sürecinde kabul edilmez yeni bir adımlar attı.

Soğuk Savaş İlanı

Truman Doktrini, Sovyetler Birliği ile Batı arasında, ‘genel savaşın dışında her türlü düşmanlığa’ kapılarını ardına kadar açan bir dönemi başlattı, Yeni Dünya Düzeni’nin temel anlayışını ortaya koydu. Doktrin, bir savaş ilanıydı ancak bu savaş soğuk savaştı.
Kore’den başlayıp Vietnam’a dek uzanan sıcak çatışmalar dönemini hazırlayan Truman Doktrini’ne, ABD içinden de eleştiriler gelmişti. Başkan yardımcılığına kadar yükselmiş olan politikacı Henry Wallace, 13 Mart 1947’de yaptığı bir konuşmada bu politikayı; “Tümüyle boşuna bir çaba ve askeri üs kurulmasından başka sonuç vermeyecek bir program” olarak nitelendirilmiş ve Truman’ı “Amerika’nın büyük geleneğine ihanet etmekle” ve “çağımızı korkuyla yaşanılan bir yüzyıl” haline getirmekle suçlamıştı.11
ABD açısından son derece yararlı bir girişim olan Truman Doktrini, başta NATO veMarshall Planı olmak üzere hemen tüm uluslararası antlaşmaların öncüsü olmuştur. Daha sonraTruman’ın da belirttiği gibi “Truman Doktrini ile Marshall Planı her zaman için, bir cevizin iki yarısı” olmuştu.12

Güneydoğu Asya Anlaşması: SEATO

Anti-Sovyet Kuşak

Avrupa’da NATO aracılığıyla yürütülen politikanın benzeri, Uzakdoğu’da SEATO aracılığıyla uygulandı. Batıdan NATO, Güney’den Truman Doktrini ve daha sonra Bağdat Paktıyla, Pakistan’a dek kuşatılan Sovyetler Birliği, Güneydoğu Asya’da da SEATO aracılığıyla denetlenmeğe çalışıldı. Güney’deki örgüt zincirinde Müslüman ülkelerin yer alması nedeniyle, bu bölüme Yeşil Kuşak adı da verilmiştir.
Gerek SEATO ve gerekse başka askeri antlaşmaların görev alanı, yalnızca Sovyetler Birliği’nin yalıtılmasıyla sınırlı değildir. Her örgüt, belirlenen amacına uygun olarak, bulunduğu bölgedeki ulusal bağımsızlık savaşımları ile dolaysız biçimde ilgilendi ve bu tür girişimlerin yok edilmesine etkin biçimde katıldı.

Manila Anlaşması

SEATO, 8 Eylül 1954 tarihinde, Filipinler’in başkenti Manila’da imzalanan Manila Antlaşması ile kuruldu. Merkezi Bankok’ta bulunan örgüte ABD’den başka, Fransa, Avustralya, İngiltere, Yeni Zelanda, Filipinler ve Pakistan katıldı.
Çin’e ve Vietnam’da yükselen bağımsızlık savaşımına karşı askeri güç oluşturma girişimi, örgütün ilk eylemiydi. Ancak, Çin’e ve Vietnam’a karşı başarılı olunamadı. ABD tarihindeki ilk askeri yenilgiyi Vietnam’da aldı. Bu yenilgi,  SEATO’nun yaşamının NATO kadar uzun olamamasına neden oldu.

Askeri Anlaşmalar

ABD, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra tasarladığı askeri ereğini büyük oranda gerçekleştirmiştir. Burada ele alınan örgütlerden başka pek çok ikili ya da çoklu askeri antlaşma yapılmıştır.
Bu antlaşmaların bir bölümü şunlardır; Batı Yarım Küresinde: Amerika Kıtası Devletleri Karşılıklı Yardım Antlaşması (Rio Paktı) (1947), Danimarka’yla yapılan Grönland Antlaşması (1951), İzlanda ile yapılan Savunma Antlaşması (1951); Avrupa’da: İspanya ile yapılan Savunma Antlaşması (1963), Yakın Doğuda: ABD, İngiltere, Türkiye, İran, Irak, Pakistan arasında yapılan Karşılıklı İşbirliği Paktı-CENTO (1955), İran ile yapılan Karşılıklı İşbirliği Antlaşması (1959), Türkiye ile yapılan Karşılıklı İşbirliği Antlaşması (1959); Afrika’da: Libya ile yapılan İşbirliği Antlaşması (1959); Asya’da: Pakistan ile yapılan Karşılıklı İşbirliği Antlaşması (1959); Güneydoğu Asya’da: Toplu Savunma Antlaşması (1954), Avustralya ve Yeni Zelanda ile birlikte yapılan Güvenlik Antlaşması-ANZAK PAKTI (1951); Japonya ile Karşılıklı İşbirliği ve Savunma Antlaşması (1960), Milliyetçi Çin ile yapılan Karşılıklı Savunma Antlaşması (1954), Kore ile yapılan Karşılıklı Savunma Antlaşması (1953)...

Eylemceler (Operasyonlar)

Bu antlaşmaların da yardımıyla, birlikte ya da tek tek birçok askeri eylem gerçekleştirilmiştir. Dünyanın değişik yerlerinde düzenlenen askeri eylemler sayılırsa ortaya uzun bir liste çıkar.
Bir bölümü şunlardır: 
1948 Berlin (Askeri Müdahale-ABD), 
1946-1949 Yunanistan İç Savaşı (Askeri Müdahale, İngiltere-ABD Birlikte), 
1950 Formoza Boğazı Krizi (Askeri Müdahale-ABD), 
1950-1953 Kore Savaşı (Askeri Müdahale-ABD, İngiltere, Fransa, Belçika ve Türkiye dahil 15 ülke), 
1956 Mısır-Süveyş Krizi (Askeri Müdahale- İngiltere, Fransa), 
1955 Fas Ulusal Kurtuluş Savaşı (Askeri Müdahale-Fransa), 
1954-1956 Tunus Ulusal Kurtuluş Savaşı (Askeri Müdahale-Fransa), 
1961 Küba Domuzlar Körfezi Çıkartması (Askeri Operasyon-ABD), 
1961 ve 1989 Panama (Askeri Müdahale-ABD), 
1964 Kongo Ulusal Kurtuluş Savaşı (Askeri Müdahale-Belçika, ABD), 1
965 Dominik İç Savaşı (Askeri Müdahale-ABD), 
1968-1975 Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı (Askeri Müdahale-ABD), 
1967 Yunanistan Faşist Askeri Darbesi (Destek ve Örgütleme-ABD), 
1964 Kamboçya Sınır İhlali (Askeri Müdahale-ABD), 
1973 Şili Faşist Askeri Darbesi (Destek ve Örgütleme-ABD), 
1982 Folkland Krizi (Askeri Müdahale-İngiltere), 
1983 Grenada Çıkarması (Askeri Müdahale-ABD), 
1986 Libya (Askeri Müdahale-ABD), 
1994 Haiti (Askeri Müdahale-ABD), 
1991 Körfez Krizi (Askeri Müdahale-ABD, İngiltere, Fransa)...

Askeri eylemlerin birçoğu; yürürlükteki uluslararası antlaşmalar, ülkelerin hükümranlık hakları ve evrensel değerler çiğnenerek gerçekleştirilmiştir. Kore Savaşı, Sovyetler Birliği’nin BM Güvenlik Konseyi’ne katılmadığı bir oturumda; ABD, İngiltere ve Fransa’nın oylarıyla başlatılmıştır. 1958 Lübnan karışması, NATO üyelerine bile duyurulmadan yapılmıştır. Şili’de, demokratik kurallarla yönetime gelen seçilmiş Devlet Başkanı, dışardan örgütlenen askeri darbeyle öldürülerek yönetimden uzaklaştırılmıştır. Askeri eylemlerin birçoğu, Birleşmiş Milletler’in onay ve bilgisi dışında gerçekleştirilmiştir.

DİPNOTLAR

1     “Amerika Birleşik Devletleri - Savunma” Büyük Larousse, sf.525 ve tr.m.wikipedia.org
2    “Impact Of Western Man”, New York, 1966, sf.150 ak. Harry Magdoff, “Emperyalizm Çağı” Odak Yay., 1974, sf.75
3    “Amerika Birleşik Devletleri-Savunma” Büyük Larousse Gelişim Yay., sf.525
4     “Bir Hürriyet Havarisinin Sabıka Dosyası” Yağmur Atsız, Boyut Kit., 1.Basım 1998, sf. 38
5    “NATO” “Büyük Larousse” Gelişim Yay., sf. 8554
6     “Bonn and Tokyo Are Criticized for Not Bearing More of Gulf Cost” The New York Times, 13.09.1980, S.A., ak. Jaffry E. Garten, “Soğuk Barış” Sarmal Yay., 1994, sf. 181
7    “Bugünün ve Geleceğin Dünya Güç Merkezleri ve Dengeleri ile Türkiye’ye Etkileri” Harp Akademileri Komutanlığı Yay., sf. 4
8     “Truman Doktrini: Soğuk Savaş İlan Ediliyor” Coral Bell, “20.Yüzyıl Tarihi” Arkın Kit., Sayı 43, sf. 845
9       a.g.e. sf. 844
10     “Truman Doktrini” Büyük Laorusse, Gelişim Yay., sf. 11, 723
11     “Truman Doktrini: Soğuk Savaş İlan ediliyor” Coral Bell“20.Yüzyıl Tarihi” Arkın Kit., Sayı 43, sf. 845

12     a.g.e. sf. 846
..

15 Ocak 2016 Cuma

Platon’un Demokrasi Paradoksu, Popper’ın Yorumları ve Türkiye’de Demokrasi Tartışmaları BÖLÜM 2






         Platon’un Demokrasi Paradoksu, Popper’ın                      Yorumları ve  Türkiye’de Demokrasi                                                    Tartışmaları BÖLÜM 2



Demokraside Güç Tartışması 


Hiç kuşkusuz, demokrasinin kusursuz bir rejim olduğu söylenemez, her dönemde farklı “güç odaklarınca” denetlenen, kimi zaman da aynı odaklarca “ Kullanılan ” Demokrasi, birbirini dengelemesi gereken güçlerin, orantısız kullanımı sonucunda kendisini yok eden bir sonuçla karşılaşabiliyor. İktidar olma gücünü kaybeden ve kolayca bu gücü yeniden elde demeyeceğini anlayan kesim ile iktidarı ele alanlar arasında Demokrasinin geleceği tartışması başlıyor. “ İktidar olma ” ya da “ İktidarı Paylaşma” mücadelesi, demokratik olmayan yollarla karşıtını sindirmek ve gücünü kaybetmemek için çaba gösteren “derin güçler” doğrudan ya da dolaylı olarak “ Halk ” arasında bir mücadele başlıyor. 

Herhangi bir iktidar başka iktidarlarla dengelenerek kurumsal denetim altında tutulmalı mı, tutulmamalı mı sorusu önemlidir. Egemenliğin, hiçbir kayıt ve koşula bağlı olmaksızın, halka ait olduğu kabul edilen olan bir yönetim biçiminde bu “koşulun” yerine getirilmesi, hangi gerekçeyle olursa olsun, müdahale edilmemesi gerekir. Demokratik yollarla demokrasinin yok edilmesi gibi örnekler Platon’u haklı çıkaracak gerekçeler ortaya koyabilir. Fakat, bir iki “kötü örnekten” yola çıkarak Demokrasiye müdahale etmek beklenmeyen sonuçlara neden olmaktadır. Salt demokrasilerde, siyasal iktidar egemenliği halk adına elinde bulundurur. O halde iktidarı da halk denetlemelidir. Seçim, iktidarı gerektiği biçimde kullanamayan seçilenleri denetlemek, yeniden iktidara getirmek ya da uzaklaştırmak konusunda tek seçenek olmalıdır. Yazılı yazısız bütün kurallar, kuramsal olarak böyle olsa da uygulamada buna uyulduğu pek görülmemiştir (Popper, 1994, 124). 

Demokrasinin Ayırt Edici Özelliği ya da Seçilmiş İktidarın Denetimi 

Seçilmiş siyasal iktidara, yönetme hakkını yerine getirmesi için yasalar tarafından güvence verilirken, kendisini desteklemeyen gruplara karşı da bir sorumluluk yüklenmektedir. İktidara oy vermeyen, Popper’ın “azınlık” olarak adlandırdığı gruplar, hiçbir ayrım gözetmeksizin “iktidar”ın dikkate almak zorunda olduğu, kendilerine en az iktidar yanlıları kadar, çoğunluğun yok edemeyeceği özgürlük verilmesi gereken kitledir ve çok önemlidir. “Azınlıklara, çoğunluk kararıyla yok edilemez özgürlük hakkının verilmesi için” (Popper, 2001, 225-226), birey aklının tam ve özgürce kullanılabilmesinin önkoşulu olan siyasal özgürlüğün sağlanması ve korunması için her türlü özveriyi göstermek demokrasinin gereğidir (Popper, 2001, 225). Platon’un: “ Belli bir kesimin hizmetinde olanlar yurttaş değil partizandır ” (Platon, 1998, 717/b I/116), 
sözü iktidarın her kesimin hizmetinde olması gerektiğini açıkça ifade eder. 

Popper, Demokrasiden, yalnızca hükümetlerin hükmedilenlerin çoğunluğu tarafından seçilmelerini anlamamaktadır; çünkü bu görüş, onun “demokrasi paradoksu” dediği şeye yol açar. Çoğunluk, özgür kurumlara inanmayan ve işbaşına gelince hemen her zaman onları yıkan faşist ya da komünist partisi gibi bir partiye oy verse ne olacaktır? Kendisini çoğunluk oyuyla hükümet seçeneğine bağlamış olan bir kimse, böyle bir durumda çözümsüz bir çıkmaza düşer: Faşist ya da Komünist partisinin başa geçmesini engellemek, ilkelerine aykırı hareket etmek demektir; ama onlar işbaşına geçerlerse de Demokrasiye son vereceklerdir (Magee, 71).  Popper’a göre “ Özgür kurumları koruma yanlısı olan bir kimse, onları kendi kendisiyle çelişkiye düşmeksizin, ister azınlıklardan ister çoğunluklardan, hangi yönden gelirse gelsin, her türlü saldırıya karşı koruyabilir ” (Magee, 71). Gelebilecek tehdidin türüne göre strateji geliştirerek Demokrasiyi korumak ve kollamak meşrudur. Popper’ın, sosyal demokrasi anlayışını ortaya koyan şu ifadeler önemlidir: “ Özgürlüğü ortadan kaldırma yönündeki tehlikeleri en aza indirmenin en iyi yolu, yönetilenlerin devlet erkini elinde tutanları değiştirmeleri ve yerlerine farklı politikaları olan başka kişileri getirmelerini olanaklı kılan anayasal düzenlemeleri en önemli kurumlar olarak korumaktır” (Magee, 74). 

Devlet, insana hizmet etmek ve daha mutlu yaşamasını sağlamak için organize edilmiş bir oluşumdur. Ancak, yine insanların keyfi davranış ve yönlendirme lerinden kurtulmak için devletteki her birimin kurumsallaşması, yöneticilerin değişmesiyle çok köklü değişikliklerin olmaması gereklidir. Kurumsallaşma, gücün tek elde toplanmasına engel olduğu gibi, çok güçlü bir yapı da oluşturabilir.  Seçimle işbaşına gelen siyasal iktidarlar, güçler ayrılığı ilkesine uyarak “ Devleti ” uyum içerisinde sürdürmek zorundadırlar. Devletin düzgün ve hukuka uygun bir biçimde oluşturduğu kurumlarla uyum içerisinde çalışmak gerektiğine inanmak ve uygulamak da siyasal iktidarın görevidir. Eğer iktidar başka güçlerce dengelenmezse, Platon’un, Demokrasinin anarşinin ve kötü yönetimin kaynağı olduğu düşüncesini haklı çıkaracak sonuçlar ortaya çıkar. 

Bu kaygılardan yola çıkılarak, modern demokrasilerde her tür iktidarın başka kurum tarafından denetlenmesi gereğine inanılmıştır. Popper: “ Kurumlar kaleler gibidir. Hem iyi düzenlenmiş, hem de insanlarla iyi donatılmış olmaları lazımdır ” der (Popper, 1994, 128). Burada, Montesquieu’nün, Locke’un The Second Treatise on Civil Goverment adlı eserinden yararlanarak geliştirdiği güçler ayrılığı ilkesini hatırlamakta yarar var.3 

Tarihin hiçbir döneminde iktidarlar denetsiz olmamıştır; mutlak ve engelsiz bir siyasal iktidar da olmayacaktır. Bir insanın, kendisi dışındakilere hâkim olacak fiziksel bir güce sahip olmadığı sürece yardımcılarına dayanmak zorunda olduğu görüşünü savunan Popper’a göre, “en güçlü tiran bile, gizli polisine, maiyetine ve cellâtlarına dayanır. Bu dayanma da onun iktidarının ne denli büyük olursa olsun denetsiz kalmadığı ve onun ödünler vermek, bir grubu ötekine karşı oynamak zorunda olduğu anlamına gelir. 

Demek ki, onunkinden başka siyasal güçler, iktidarlar vardır ve o, ancak bunları kullanmakla ve doyurmakla yönetimini yürütebilir (Popper, 1994, 124). 
Ancak, bu meşruiyet de başka sorunlar üretmektedir. Örneğin, Demokrasinin yeterince gelişmediği ülkelerde, devletin gerçek sahibi olduğunu öne süren kurum ya da kuruluşlar, Demokrasi ve hukuk dışı uygulamalara girişirler. Dikensiz gül bahçesi isteyen siyasal iktidar, sayısal çoğunluğunu kullanarak, yasamayı da yanına alıp kendine uygun bir hukuk devlet düzeni kurmaya çalışabileceği gibi, asker ya da yargı denilen meşru başka güçler de, meşruiyet sınırını zorlayacak başka uygulamalara girişebilirler. 

İdeolojik tutuculuklara mahkum edilen her kurum, sahip olduğunu öne sürdüğü anayasal gücü kayıtsız ve koşulsuz kullanma yoluna gidebilir. Voltaire’in dediği gibi ideolojik bağnazlık da çok tehlikelidir. İdeolojik bağnazlık, ister seçilenlerden isterse devletin bürokratik kesimlerini oluşturan kurumlardan, kimden gelirse gelsin tehlikelidir.4 Türkiye’de, kendilerini denetlenemez sayan kurumların hukuk dışı uygulamaları olduğu bilinen bir gerçektir. Yasamayı istediği gibi yönlendiren siyasal iktidarın da, demokrasiye müdahale eden askerin de anayasal sınırları aşarak kendine olan güveni sarsan yargının da aynı ölçüde eleştirilmesi gerekir. İktidarını kaybetmek istemeyen her bir otoritenin hoşuna gitmese de, “güçler ayrılığı” ilkesi demokratik deneyimin ulaştığı en değerli noktadır. 

Seçilmiş iktidarın denetimi de yine yasalarla belirlenen seçimler aracılığıyla olmalıdır. “Açık toplum gerçekleşecekse, bunun en temel gereği, işbaşında olanların akla yakın aralıklarla ve şiddete başvurulması gerekmeksizin uzaklaştırılabilmeleri ve yerlerine, başka politikaları olan kimselerin getirilebilmesidir”(Magee, 71). 
Bunun sağlanması da, alternatif oluşturabilecek güçlerin anayasal güvenceye her türlü örgütlenme hakkına sahip olması ile mümkün olabilir. Basın yayın araçları, eğitim, vb. yollarla iktidar konusunda halk aydınlatılmalı ve gerekli değişiklikler inin önü açılmalıdır. “Hoşgörü ya da özgürlük mutlak değil; en uygun (optimum) bir değerdir; çünkü var olması isteniyorsa sınırlanması gerekmektedir. 

3 Montesquieu, konuyla ilgili düşüncelerinin çoğunu Locke’un Traite du Gouvernement Civil adlı yapıtından aldığını belirtir. Bkz. Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine, çev. Fehmi  Baldaş, İstanbul, 2004, XI. kitap, VI. madde, s. 156. Locke’un söz konusu denemesi için şu bağlantıya bakılabilir: 
  http://www.constitution.org/jl/2ndtreat.htm    (18.11.2009) 
4 Voltaire, dini fanatizmden başka bir de soğukkanlı bağnazlar vardır, der ve şöyle devam eder: 

“Bunlar, kendileri gibi düşünmemekten başka suçu olmayan insanları ölüme mahkûm eden yargıçlardır… Bağnazlık insanın beynini sarmaya görsün, artık hastalık şifasız gibidir… Bu salgın hastalığa karşı gitgide yayılarak, sonunda insanların ahlakını yumuşatan, hastalığın bunalımlarını önleyen felsefi düşünceden başka ilaç yoktur… ” Voltaire, Felsefe Sözlüğü, çev. 

Varlığının tek güvencesi olan hükümet karışması ise tehlikeli bir silahtır, hükümet karışması hiç olmazsa ya da ya da az olursa, özgürlük ölür; çok fazla olursa, yine ölür. 
Bu bizi, demokrasinin onsuz olunmaz koşulu olarak yönetilenlerin yönetenleri denetlemesinin kaçınılmazlığı konusuna geri getiriyor. Demokrasi etkili olacaksa, hükümetteki lerin işbaşından uzaklaştırılabilmeleri olanağı bulunmalıdır” (Magee, 73). 

Yasaların Üstünlüğü 

Devlet (Politeia)’de önerdiği, filozof-kralların yöneteceği ideal devlet anlayışından Yasalar (Nomoi)’da, büyük ölçüde, vazgeçen Platon, bu eserde ise yasaların üstünlüğünden söz eder ve otoriteyi yasalara verir. Platon’un, “kutsiyet” atfederek abarttığı bu “kanun devleti”nin, bugün kullanılan “hukuk devleti” vurgusunun temelleri sayılabileceği söylenebilir. Ona göre, yasalar yöneticilerin üstünde olmalıdır. İktidarı eline geçirenler karşıtları aleyhine, kendileri lehine yasa oluşturamazlar; bu tür bir yaklaşım devletin sonunu getirir. Çünkü, der Platon; “bir devlette yasa güçsüzse ve çiğneniyorsa yıkılış çok yakındır; ama yasa yöneticilerin üstündeyse ve yöneticiler onun kölesi ise, devlet kurtulur ve tanrıların kentlere verdiği bütün nimetlere kavuşur”(Platon, 1998, 715/d, I/117). Yönetimi her eline geçirenin kendi konumunu güçlendirmesi için yasa çıkarmasının Platon tarafından iyi karşılanmadığı görülüyor (Platon, 1998, 714/c, I/115). İktidarda bulunan siyasal partilerin, yeterince uzlaşma aramaksızın engel gördüğü her yasayı değiştirmeye çalışması bu bağlamda değerlendirilebilir. Yasalar, özellikle de anayasalar, birer uzlaşma metni olarak değerlendirilirler; dolayısıyla yasalar değiştirilirken geniş bir uzlaşma sağlanması, çoğunluğun dayatması biçimine dönüştürülmemesi gerekir. 

Platon’un öğrencisi olan Aristoteles’in de devlet erkinin kimin elinde olması gerektiğine ilişkin soruya, halkın, varlıklı sınıfların, iyilerin, iyilerin en üstünü olan tek bir kişinin mi yoksa bir tiranın mı olduğu sorusunu sorduktan sonra her birinin eleştirilebileceklerine işaret eder ve halkın yönetimi konusunda şu çekinceleri ortaya koyar: “Tutun ki, en büyük yetke halktadır dedik; fakat halk sayı çokluğuna dayanarak zenginlerin malını mülkünü kendi arasında paylaşırsa, bu adaletsizlik değil midir? Bu işlem, egemen erkin geçerli bir kararıyla yapılmıştır, ama ona adaletsizliğin doruğundan başka ne ad verebiliriz? Sonra, çoğunluk her şeye el atarak azınlığın malını mülkünü paylaşırsa, bu besbelli devletin yıkılmasına varır”(Aristoteles, 85-86). Aristoteles’in öne sürdüğü kaygıların bir kısmı bugün geçerli olmasa bile, çoğunluk kararıyla kimi 
adaletsizlikler in yaşanabileceğine ilişkin kaygısı yerindedir. Bu kaygı, Platon ve Aristoteles’in “halkın iktidarı” söyleminde haklı olarak öne sürdükleri eleştirel 
görüşlerdir. Filozofların yaşadıkları dönemin koşulları ve halkın çok bilinçsiz olması onları böyle bir demokrasi eleştirisine götürmüştür. 

Demokratik Seçimlerde Seçkin Oy, Sıradan Oy(!) 

Popper’ın da güçlü bir biçimde vurguladığı gibi, hem antik çağda hem de günümüzde, “ Elitlik, pratik siyasi bir sorun olarak içinden çıkılmaz bir problemdir ” (Popper, 2001, 241). 

Üzerinde fazla düşünmeden ele alındığında, seçimlerde oy kullananlar arasındaki eğitim, sosyal ve siyasal statülerle bağlantılı entelektüel farklılıkların seçimde eşit muamele görmesine yönelik itirazlar kabul edilebilir gözükür. Bu nedenle olacak, hemen her dönemde bu uygulamaya itirazlar yükselir. Bizde de zaman zaman örneklerine rastlanan bu çıkışı Popper şu ifadelerle değerlendirir: 
“ Aydınlarımız ve yarı aydınlarımız, ‘ Nasıl olur da benim verdiğim oy, sıradan bir çöpçünün verdiği oyla aynı tutulur?’ Cahil kitleye göre ileriyi daha iyi gören ve bu nedenle büyük siyasi kararlarda daha etkin olabilecek hiç mi seçkin beyin yoktur? ” Biçimindeki sorularıyla karşımıza çıkarlar. Buna vereceğim yanıt, aydınların ve yarı aydınların ne yazık ki her koşulda fazlasıyla etkin olduklarıdır. Kitap ve gazetelerde yazı yazarlar, öğretirler, konferans verirler, tartışmalara katılırlar ve siyasi partilerin üyeleri olarak etkin rol oynarlar. Burada aydının, herhangi bir çöpçüden daha etkin olmasını, doğru bulduğumu asla söylemiyorum. Çünkü iyilere ve bilgelere tanınan Platoncu egemenlik hakkının, kesin olarak reddedilmesi gerektiği kanısındayım. 

Akıllılığın ve akılsızlığın kararını kim verecek? Çarmıha gerilenler en bilgeler ve en iyiler ve aralarında bilge ve iyi olarak kabul görmüşler değil miydi?(Popper, 2001, 241). Pratikte kimi sorunlar ortaya çıkarsalar ve bu sorunlar zaman zaman çok rahatsız edici boyutlara varsa da yapılacak çok şey yoktur. Bu anlamda ilkesel olarak Popper’ın haklı olduğu vurgulanmalıdır. Burada da bir paradoks var gibi gözükmektedir. 

Yönlendirilmeye her zaman müsait olan “ Halk ” ile bir biçimde “ Seçkin ” olarak nitelenen kişi(ler) arasında dolaylı - dolaysız iletişim her zaman vardır. Popper’ın, “aydınlar yarı aydınlar” dediği kesimin halkı olumlu yönde bilgilendirmesi, bilinçli tercih yapmada yardımcı olması doğal kabul edilemez mi? İçinden çıktığı halka ve haklarına sahip çıkmak, eğitim alma hakkını şu ya da bu sebeple kullanamayan kesimlerin temsilcisi ve sözcüsü olmak demokratik açıdan sakıncalı mıdır? Bu sorulara olumsuz yanıt verilmesi durumunda Popper’ın yol göstericiliği de anlamsız olur. Daha da ileri bir yorumla, eğitim ve öğretimin bir anlamının olmadığı sonucu çıkarılabilir. 

Bu durumda, seçim yapma konusunda bilgilendirilenler dışında da oy kullanan bir kesim mutlaka bulunacaktır; onların durumları da tartışmanın hiç bitmeyeceğini göstermektedir. Demokrasinin iş başında olması isteniyorsa bu “sakınca” hep olacaktır. Popper’ın “ İnsancıl ” gerekçelerle savunduğu “herkesi eşit görme” teoride olması gereken bir durumdur; kimi zaman gerekçeleri değişebilirse de itirazlar sürecektir. 

Son yıllarda Türkiye’de de “seçkinci davranma” tavrına daha sık rastlanmaktadır. 5 Ancak, bu tavrın daha sert karşı bir tepkiye dönüştüğü, sonra da kalıcı, toplumu değiştirici, dönüştürücü bir görüntü ortaya çıkardığı gözlenmektedir. “ Tepkisel oy vermenin yaygın olduğu ” ülkemizde, asıl değerlendirme ölçütleri yerine “ Duygusal ” karar vermelerin belirleyici olduğuna dair güçlü işaretlere tanık olunmaktadır. Bu tepkisel oyun oranının saptanması çok kolay değildir kuşkusuz. 

5 - Bu seçkinci tavrı Şerif Mardin’in şu değerlendirmeleri özetliyor: “Batı’da bu mozaiğin yarattığı rahatsızlığı kaldırmaya yönelik tekliflerden biri 19. yüzyılda geliştirilen toplumu topyekûn değiştirme fikriydi ve şüphesiz bu fikrin Cumhuriyet rejiminde bir yankısı olmuştur. 

Uzun yıllar aydınlarımız kendi toplumlarını temelden değiştirmek isteğiyle yaşamışlardır.” “Toplumun temelden değiştirilmesi fikri, toplumu modern ve dikensiz gül bahçesi yapma idealidir. Siyasilerimizin kulağına küpe olsun: dikensiz gül bahçesi yoktur. Siyasetin anlamı, mevcut sosyal yapıyı bir olgu olarak kabul ettikten sonra bu olgu ile diyaloga geçmektir. 

Türkiye’de siyasete taraf olanların birbirlerini birer veri olarak kabul etmesi demokratik politikanın ilk adımıdır. ” Şerif Mardin, “ Otorite ve Kompromi ”, 
Demokrasi Sempozyumu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A. Ş. Yayını, İstanbul, 2007, s. 16. 

Bütün seçim sonuçlarını böyle değerlendirmek sağlıklı sonuçlara götürmez. Çok yakın zamana kadar, daha az tabana sahip olduğu görülen siyasal akımların gittikçe kökleşen ve güçlenen bir biçimde iktidarı ele almalarının gerekçeleri değişik açılardan analiz edilmelidir. Türkiye’de son birkaç yılda yaşanan demokratik süreç, tek yanlı çözümlemelerin sağlıklı olmadığına ilişkin ipuçları vermektedir. “Bilinçsiz” olduğu öne sürülen halkın, bir seçimde iktidara getirdiği partiyi bir sonraki seçimde çok açık farkla iktidardan uzaklaştırdığı görülmüştür. Aksi iddialara karşın, seçmenlerin oldukça pragmatik davrandıkları, gündemlerinde olmayan konulara ve tehditlere aldırış  etmedikleri görülmüştür. 

SONUÇ 

Demokrasi’nin, bütün kural ve kurumları ile uygulanabilirliği konusunda ciddi kuşkuların bulunduğunu söylemek, bir kötümserlik anlamına gelmemelidir. “Demokrasi çok iyidir ama benim görüşüm iktidarda olursa” biçiminde dile getirilen, yalın eleştirel ifadeyi haklı çıkaracak sayısız örnek bulunabilir.6 Bu tür bir anlayışın egemen olduğu bilindiğine göre, teorik olarak demokrasinin “mükemmel bir yönetim biçimi olduğu” iddialarının pratik bir geçerliliği olmadığı haklı olarak ileri sürülebilir.7 “ Mükemmel yönetim biçimi ” aramak yerine, Batı’da uzun bir geçmişi olan Demokrasinin, insanı daha mutlu nasıl yapabileceğinin yollarını aramak gerekir. Olmuş ve olması muhtemel 
gelişmeleri başarılı bir çözümlemeye tabi tutan Popper’ın ifadesiyle: “ Kim yönetmeli ” sorusundan çok “kötü yönetimi nasıl en aza indirebiliriz?” Sorusunu sorup, bu yönde çaba harcamak daha uygun olacaktır. 

Popper, “ Özgürlüğün düşmanları, onu savunanları her zaman yıkıcılıkla suçlamışlardır,”der (Popper, 1994, 94). Onun ve başkalarının yakınmasına çözüm olması umuduyla, insanların farklı özgürlük taleplerinin, bölücülük, yıkıcılık yaftasıyla çiğnenmediği, “devletin sahibi olma hakkını” ve ayrıcalıklarını nereden aldıklarını bir türlü açıklayamayan ve her dönemde farklı isimlerle sahneye çıkan zihniyetin olmadığı bir toplum hayal edilebilir. Çünkü içinde yaşadığımız çağ bir ölçüde buna izin verebilir. 

 < Görünürde kimin demokrat, kimin anti demokrat olduğuna karar vermek olanaklı değildir. Her birey ya da grup, sınırlarını kendisinin belirlediği bir demokrasi öngörür ve bilinç altındaki düşüncesini gerçekleştirme yolunda demokrasiyi kullanır. Örneğin, teokratik yönetimden kaygılanan biri, çok rahat bir biçimde “laik olmadan demokrat olunamayacağını” öne sürerken, karşı tarafta olan birisi de dindarlıkla laikliğin bir arada bulunamayacağını savunabilir; bir başkası ise, gerçek demokrasinin kişilerin din ve inanç özgürlüklerini 
bütünüyle yaşamalarına olanak veren bir sistem olduğunu öne sürebilir. İşin en kötüsü, grupların birbirlerine olan güvensizliğini, karşılıklı bir samimiyet sorgulamasına dönüştürmeleridir. 

Demokrasinin “Olmazsa Olmazları” olarak bilinen egemenlik, yurttaşlık, özgürlük, mülkiyet hakkı, yasama, yürütme, temsil, güçler ayrılığı gibi temel kavramlar ve bu kavramların işaret ettiği kurumların eksiksiz işlediğini söylemek olanaklı değildir. Demokratik uygulamaları örnek gösterilen Avrupa ülkeleri için Popper’ın Açık Toplum ve Düşmanları, Amerikan Demokrasisi için de, C. Wright Mills’in İktidar Seçkinleri (Bilgi yayınevi İstanbul, 1974) adlı eserler okunduğun da Platon’un demokrasi paradoksları ile tartışılan, bu “ En iyi yönetim biçiminin ” olanağı, devleti yöneten güçlerin anti demokratik karar ve uygulamaları konusundaki kaygılara hak verilecektir. >

Bu konuda, Magee’nin, Pooper’ın siyasal beklentilerini analiz ettiği şu değerlendirmesi dikkat çekicidir: “İçinde yaşadığımız yüzyılda başka zamanlardan daha çok olmak üzere yaygınlıkla inanılmaktadır ki, ussallık, mantık, bilimsel yaklaşım, bir bütün olarak merkezi biçimde örgütlenmiş, planlanmış ve düzenlenmiş bir toplum gerektirmektedir… Ussallık, mantık ve bilimsel bir yaklaşımın hepsi de, birbiriyle bağdaşmayan görüşlerin ileri sürülebildiği ve çatışan amaçların izlenebildiği “ Açık ” ve çoğulcu bir topluma işaret etmektedirler; içinde herkesin sorun durumlarını araştırmakta ve çözümler önermekte ve başkalarının en önemlisi de, hükümetin önerdiği çözümleri eleştirmekte özgür olduğu bir toplum; her şeyin üstünde de hükümet politikalarının eleştirinin ışığında değiştirildiği bir toplum” (Magee, 70). 

Aristoteles’in: “ İyi bir yurttaşın hem yönetme hem de yönetilme bilgi ve yeteneği olmalıdır ” (Aristoteles, 79) ifadesiyle dile getirdiği gibi, Yurttaşların hem yönetme hem de yönetilme yönünde yeterince eğitilip, bilinçlendirilebildiği toplumlarda demokrasinin “ Yaşanılabilir ” bir çevre yaratmada uygun bir yönetim biçimi olduğu belirtilmelidir. 

Toplumda rol alan, asker, sivil, eğitimci, usta, çırak, siyasetçi vb. herkesin doğasına uygun olan ve üzerine düşen kendi işini yaptığı bir toplumda demokratik bir yönetim neden beklenmesin? ( Popper, 1994, 95 ). “ Demokrasiyi, demokratik bir devletin siyasal yetersizlikleri yüzünden suçlamak hata olur. Suçlanması gereken bizleriz, yani demokratik devletin yurttaşlarıdır. Demokratik kurumlar kendi kendilerini iyileştiremezler; onları düzeltme sorunu her zaman, kurumlardan çok, kişilerin sorunudur,” diyor, Popper, haklı olarak! (Popper, 1994, 128). 

Demokratik hak ve özgürlüklere en çok sahip çıkması beklenen bu demokratik erdemleri partilerinde uygulaması beklenen parti liderlerinin, kendi partisinin mutlak egemeni olduğu ülkemizde, iktidara geldiğinde de aynı şeyi yapıp ülkenin mutlak egemeni olma hevesine şaşırmamak gerekir. Demokratik haklarının kimi kurumlarca engellendiği yakınmalarını, “kendine demokrat” tavrın bir göstergesi olarak değerlendirmek ve bir başka paradoksa işaret etmek gerekir. 

Kaynakça 

Aristoteles, (2005) Politika, çev. Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul,. 

Kempski, Jürgen v. (2001) “Siyaset Felsefesi” çev. Doğan Özlem, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, içerisinde, Inklap Kitabevi, İstanbul. 

Magee, Bryan, (1990) Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı, çev. Mete Tunçay, İstanbul. 

Mardin, Şerif, (2007) “Otorite ve Kompromi”, Demokrasi Sempozyumu Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A. Ş. Yayını, İstanbul, s. 16. 

Montesquieu, (2004) Kanunların Ruhu Üzerine, çev. Fehmi Baldaş, İstanbul. 

Platon, (1992) Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul. 

Platon, (1998) Yasalar, çev. Candan Şentuna, Saffet Babür, Kabalcı Yayınevi, İstanbul. 

Popper, Karl R. (2001) Daha İyi Bir Dünya Arayışı, Son Otuz Yılın Makaleleri ve Bildirileri, çev. İlknur Aka, İstanbul. 

Popper, Karl, (1994) Açık Toplum ve Düşmanları, çev. Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul. 

Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük, (1998) Ankara, s. 552. 

Ruben, Walther, (1947) Felsefenin Başlangıcı, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara. Voltaire, (2001) Felsefe Sözlüğü, çev. Lütfi Ay, İstanbul. 


..