17 Kasım 2015 Salı

AÇ KARNINA DEMOKRASİ ALIR MISINIZ?






AÇ KARNINA DEMOKRASİ ALIR MISINIZ?



Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

26 Ocak 2014 Pazar




21 Ocak 2014 günü worlddometers’nin verilerine göre günümüzde Dünya nüfusu 7 milyar 207 milyon 877 bin 591 kişi olarak tespit ediliyordu. 

Bu rakam Ölüm ve doğumlara göre saniye başı değişmekteydi. Aynı gün Dünya’daki aç insan sayısı 894 milyon 316 bin 298 olarak gösteriliyordu. 21 Ocak günü için saat: 21:12 itibarıyla açlıktan ölen insan sayısı 23 bin 624 olarak worldometers’de yayınlanmaktaydı.1 Bu veriler devamlı aktüel tutulmaya çalışılıyor fakat o kadar hızlı değişiyorlardı ki, ekrana her baktığımda rakamlar hızla bir canlının daha, aç olarak yaşama gözlerini yumduğunu haykırıyordu. Açlıktan ölümlerin yoğun olarak yaşandığı ülkelere baktığımızda bunların sahranın altındaki Afrika ülkeleri ve Asya ülkeleri olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Dünya’da açlığın en yoğun yaşandığı Eritre’nin  % 73’ü yetersiz beslenmektedir. Afganistan, Çin, Hindistan, Bangladeş ve Pakistan gibi Asya ülkelerinin ortalama olarak % 16’sı yetersiz beslenmektedir. Her yıl ortalama 11 milyon çocuk beş yaşına gelemeden açlığın neden olduğu sorunlardan ölmektedir. Tarihsel olarak sömürgecilik yarışındaki ülkelerin “medeniyet” götürdüğü Afrika ve Asya kıtası ülkeleri bugün halen iç savaşlar, kötü yönetimler ve çeşitli yapısal sorunlarla boğuşmaktadır.

***
















Bu ülkelerde yaşanan açlık ve siyasi sorunlar istemeden insanın aklına “aç karnına demokrasi alırlar mı ?” sorusunu getiriyor.  Dünya’nın çeşitli coğrafyalarında yaşanan aç gözlülük ve adaletsizlik sürüp giderken vahşi kapitalizmin yarattığı zengin zümreler bencillik üzerine kurdukları sistemlerinde refah içerisinde yaşarken siyasettin seyrini de belirler oldular. Kapitalizmin karşı tezi olarak ekonomik bir karşı duruş sergileyen komünizm ise çağımıza gelene kadar yaşadığı/yaşattığı deneyimler açısından insanlığın yaşadığı zulme dur demek bir yana acılara acı katmıştır. Çağımızda global ölçekte etkili olan ekonomik kriz bizlere bir kez daha tokun açın halinden anlamadığı gerçeğini göstermektedir. İnsan evladının fikir dünyasında daha iyi koşullara ulaşmak ve “uygarlaşmak” namına ortaya koyduğu ideoloji ve kavramlar bugün aç karnına pek anlamlı gelmiyor. Montaigne’in “Yamyamlar Üstüne” adlı denemesinde aktarmış olduğu hikâyesi bizlere insanın hayatta kalmak üzerine yaşamakta iken nasıl “uygarlaştığı/uygarlaştırıldığı”nı çarpıcı şekilde vermektedir. Kral Charles çağında Fransa’nın Rouen kentine gelen üç yamyam o günlerin çağdaş idarecilerinin önüne çıkarılır: “Kral uzun uzun konuştu onlarla. Yaşayışımız, zenginliğimiz, güzel şehir örneğimiz gösterildi. Sonra bizimkilerden biri ne düşündüklerini, en çok neyi beğendiklerini sordu. Yamyamlar üç şey söylediler; üçüncüsünü ne yazık ki unutmuşum. En başta şaştıkları şey sakallı, güçlü kuvvetli, silahlı bir sürü adamın çocuk yaşındaki bir krala bekçilik, uşaklık ettikleri, niçin bunlardan birinin kral seçilmediği olmuş. İkincisi, kendi dillerinde bir tek bedenin, eli, kolu, parçaları, birbirinin yarısı olarak anlatılan insanlardan kimilerinin neden bolluk, rahatlık içinde keyif sürüp de birçoklarının dilenciler gibi kapılarda açlık ve perişanlık içinde yaşadıkları olmuş.”
2 O günlerin uygar Hıristiyan kralları ve bugünün “uygar” kapitalistleri arasındaki tek fark birinin bunu tanrının seçimi olarak lanse ederek insanları köleleştirmeleri ve kurdukları sınıfsal düzeni idare etmeleri, diğerininse “demokrasi” ve “liberalizm” kavramlarını kullanarak yeni dönem krallıklarını belli bir zümre ile paylaşarak idare etmeleridir. Montaigne’in anlattığı hikâyesindeki barbar yamyamların aklına bakın; Fransa’da adaletli iktisadi yapının olmadığı tespitinde bulunuyorlar, koskoca Fransa kralına…

***









Bugün azgelişmiş olarak gösterilen aç dünya nüfusunun yoğun olduğu ülkeler, sözüm ona “gelişmiş” ülkeler seviyesine çıkmayı bekliyorlar mı bilinmez ama adaleti bekledikleri veya en azından hak ettikleri kesindir. Klasik anlamda azgelişmişliğin ölçütleri olarak sıralanabilecek bir ülkedeki okur-yazar oranının düşüklüğü, kadının erkekten aşağı görülmesi, milli ve iktisadi bütünlüğün zayıflığı, işsizlik, ortalama milli gelirin düşüklüğü, sınırlı sanayileşme, tarımla uğraşan kesimlerin çokluğu, şişkin hizmet kesimi (kamu NP), iktisaden başka ülkelere bağımlılık ki bu genelde kapitalist ülkeler oluyor. Bugün, aç ülkelerdeki insanlara demokrasi ve iktisadi adalet mi yoksa gıda mı dense sanırım önce gıda diyeceklerdir. Hiçbir aklı başında fert, açlıkla boğuşan insanlardan felsefe ve ideolojik çatışmalara ilgi duymasını beklememelidir. Bizim adamızın kuzeyinde çarpık bir sistem içerisinde yaşamaya çalışan insanlarımız azgelişmiş ülkelerdeki bazı kriterlere sahipken, bazı kriterlere oldukça uzak görünmektedir. Fakat global ekonomik krizin gittikçe etkisini göstermesi, yapısal sorunlarımız ve siyasi beceriksizliklerle dolu iktidar tecrübeleri bizleri açlık sınırının altında kalan asgari ücretle yaşamaya mahkum etmektedir. Geçen hafta içerisinde TAK’a düşen haber beni üzdüğü kadar sanırım tüm dar gelirli vatandaşı da derinden üzmüştür. Sosyal devlet anlayışına sahip olduğu düşünülen bir iktidardan en azından büyük ortağı CTP-BG’den ümitli olanlarımız resmen tokat yemiş döndük. TAK’a düşen haber aynen şöyleydi: “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Aziz Gürpınar TAK Ajansı'na yaptığı açıklamada, Asgari Ücret Komisyonu'nun yaklaşık 4 saatlik müzakeresi sonucunda bin 415 TL olan asgari ücreti bin 560'TL'ye yükseltilmesini kararlaştırdığını söyledi. Asgari Ücret Komisyonu'nun devlet ve işveren temsilcilerinin olumlu, işçi temsilcilerinin de olumsuz oyuyla yeni asgari ücreti bin 560TL olarak belirlendiğini dile getiren Bakan Gürpınar, işçi temsilcilerinin önerisinin bin 830TL, işveren temsilcilerinin önerisinin de bin 530TL olduğunu, fakat oylamalar sonucunda bu tekliflerin kabul edilmeyip, devlet temsilcilerinin teklifi olan bin 560TL'nin kabul edildiğini belirtti. Asgari ücretin resmi gazetede yayınlandıktan sonra 10 günlük itiraz süresi bulunduğunu kaydeden Gürpınar, itiraz edilmemesi halinde asgari ücretin 1 Ocak tarihinden itibaren geçerli olacağını, tarafların 10 gün içinde itiraz etmesi halinde ise komisyonun tekrar toplanarak karar üretme durumunda olacaklarını kaydetti. Komisyon, asgari ücreti aylık bin 560 TL, haftalık 360 TL, günlük 72 TL, saatlik de 9 TL olarak belirledi.”

***


















Gittikçe kötüleşen yaşam standardımız kısa vadede düzlüğe çıkamayacağa benziyor. Ekonomistlerin çok kızdığı bir işi yaparak üç-dört veri vererek başka ülkelerde böyle, bizde böyle yapma lütfüne sahip olmadığımdan Avrupa ülkelerindeki asgari ücretleri yazmıyorum. Fakat meraklısı bakmak isterse Eurostat’ın verilerine bakabilir. Burada üzerinde durulması gereken esas konu artık azgelişmiş ülkeler olarak belirlenen ülkelerdeki yapısal sorunları tam anlamıyla yaşamaya başladığımızdır. Zira ülkede birçok aile açlık sınırının altında özel sektörde çalışmak zorunda bırakılmaktadır. Sosyal projelerle yaşam standartlarımızı yükseltmesi beklenen sol partilerin iktidar deneyimleri bizleri daha da umutsuzluğa itmektedir. Geçen hafta sosyal medyayı meşgul eden bir tartışma da “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” için mecliste atılan demokratik adımdı. Yeni yasayla İngiliz döneminden kalan çağdışı yasa yer değiştirmekteydi. Dostların, toplumsal cinsiyet eşitliği için her katkıyı koyacağımı bildiğinden emin olarak, sosyal medyada genç birçok “sosyalist” dostum tarafından eleştirilen Dr. Nazım Beratlı’nın 15 Ocak 2014, Çarşamba günü Kıbrıs Postası’nda “Çok ayıp bir yazı… +18” başlıklı makalesini okudum. Makale şöyle başlıyordu: “Bu “Tabiata aykırı cinsel birleşme” meselesi, toplumu gerdi… Peşinen olumlu bir gelişme olarak baktığımı belirteyim de homoseksüeller bizi de “gizli homoseksüel” ilân etmesinler. Sıra bunda mıydı? Demek ki hükümetin gücü, şimdilik buna yetiyor! Üretim araçlarını toplumsallaştırmayı da istiyorlar elbet… Her şey, sırayla…”
4devamında ise birçok değerli tarihçinin yapıtlarından derlenmiş önemli ve resmi tarih dışı bilgiler paylaşılıyordu. Birçok dostun tepkisini çeken bu makale aslında –tabi ki benim bakış açımla- bir entelektüel’in cesurca toplumsal sıkıntıları analizi sonucu kaleme alınmış görünüyordu. Dr. Nazım Beratlı’nın entelektüel kişiliği tartışma konusu bile olamaz. Bu ülkenin koşullarına rağmen yetişmiş bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar az sayıdaki aydınlarından biridir Doktor Beratlı. Tarih eminim ki bugün yaşanan soldaki yozlaşmayı 10 değilse bile 20 yıl sonra yazacaktır.  İktidara gelen sol partilerin nasıl halktan koparak elit bir aristokratlar sınıfı oluşturduğunu da…


***

Bugün zamanımıydı, diyor makalesinde Beratlı, aslında hiç de zamanı değildi. Bugün insanlarımızın boğuştuğu pahalılıkla mücadele edilmeliydi. Bugün CTP-BG’nin büyük ortak olduğu hükümet kanadının Asgari Ücret Komisyonu’nda en azından emek kesiminin taleplerine yakın durması beklenirdi. Ülkenin en doğusundaki emekçi, köylü ve özel sektör çalışanları ile ülkenin en batısındakiler bu yeni yasaya acaba karınları açken nasıl sahip çıkacaklardır. Çağdaş sol’un görevi toplumsal yaşamı iyileştirmek ve demokrasiye sahip çıkmak olmalıdır. Fakat Asya ve Afrika’daki aç insanların demokrasiye bakışları neyse maalesef bizim ezilen kesimlerimizin artık demokrasiye, ideolojilere bakışı da aynı duruma gelmektedir. Sosyalist demokrasi denilen ve halk kitlelerinin yığınsal desteğine tabi olan anlayış bizim ülkeye ne zaman gelir bilemiyorum fakat iktidara “hâkim” olan Sol’un en azından ülkedeki emekçilerin önce alın terlerinin karşılığıyla karınlarının doymasını sağlamak daha sonra da sosyalist demokrasiyi hâkim kılmak zorunluluğu vardır. Söz demokrasi ve sosyalizm olunca Lenin’in baskıcı tepeden inme politikalarını eleştiren cesur devrimci Rosa Lüxemburg’tan bahsetmemek olmazdı. Kayzer taraftarlarının katlettiği bu cesur devrimci, sosyalist demokrasi için bakın ne diyor:

 “…Sosyalist demokrasi, sınıf tahakkümünün yıkılması ve sosyalizmin inşasıyla aynı zamanda başlar. Yani sosyalist partinin iktidarı aldığı anda başlar. Sosyalist demokrasi, proletarya diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Evet, evet: Diktatörlük! Ama bu diktatörlük, demokrasinin uygulanış biçiminden ibarettir. Demokrasinin ortadan kaldırılması asla değildir. Sosyalizmi kurmak için, burjuva toplumu ekonomik koşullarının temelden değiştirilmesi, yani burjuvazinin kazanılmış hak saydıkları kimi konularda enerjik müdahaleler yapılması zorunludur. Ama bu müdahaleler işçi sınıfının eseri olacaktır, işçi sınıfı adına hareket ettiklerini iddia eden küçük bir yönetici azınlığın değil. Yani sosyalist değişimler, yığınların aktif katılımı ile gerçekleşecek, onların etkisinde yol alacak, tüm halkın denetimine bağlı ve yığınların artan politik eğiliminin ürünü olacaktır.”5 

Bizim iktidardaki solun sosyalist demokrasiden anladığı ise sanırım işveren kesiminin gerek çalışma koşulları gerekse ücretlerle gün be gün ezdiği emekçileri ileri demokrasiye karnı aç ve burjuvaziye teslim olarak ulaştırmak olsa gerek. Gel gelelim halkın büyük çoğunluğunun fikriyatında bir bilmişler zümreciği, bir seçkinler kliği olarak yer etmeye başlayan Sol, maalesef aç karna demokrasi almamızı ve çıkan yasaları hemen sahiplenmemizi bekliyor olmalı. Teori pratiğe dönüşmedikçe kâğıt üzerinde kalan yasalar asla uygulamada toplumsallaşamayacaktır. İnsanların aç karna demokrasi adına atılan anlamlı adımlara yüz çevirmesi yadırganamaz ve yadırganmamalıdır. Sosyalizm’in toplumsal görevi sosyal devleti enerjik müdahalelerle canlandırırken halk kitlelerini harekete geçirecek projeler üreterek aç karınları doyuracak ve sağlıklı düşünmelerine zemin hazırlayacak koşulları sağlamak olmalıdır.



DİPNOTLAR
1 http://www.worldometers.info/tr/
Tanilli, Server, Uygarlık Tarihi, Alkım Yayınevi, 22. Baskı, İstanbul, Mart 2006, S:29.
AGE, S:283
http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/1/col/57/art/20556/PageName/KIBRIS_POSTASI
Lüxemburg, Rosa, La Revolution en Russie, Maspero, 1964,S64-70’den naklen Aybar, Mehmet Ali, Neden Sosyalizm, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2011, S:136


.

14 Kasım 2015 Cumartesi

AB VE ABD YENİ BİR DÜZEN KURARKEN TÜRKİYE (1) & ( 2 )




AB VE ABD YENİ BİR DÜZEN KURARKEN TÜRKİYE (1)





AB VE ABD YENİ BİR DÜZEN KURARKEN TÜRKİYE (1)


ABD ve AB arasındaki Transatlantik ekonomi, dünya ticaretinin yarısını teşkil ediyor. Ticaret ve Yatırım Ortaklığı anlaşmasının (TTIP) müzakereleri, Haziran 2013’te resmen başladı. Bu anlaşma, AB ve ABD için tarihlerindeki en kapsamlı ekonomik ortaklık atılımı olacak. Ayrıca Türkiye, Kanada, İsviçre, Norveç, Japonya, Güney Kore, Çin ve Meksika gibi kendileri için AB veya ABD’nin en önemli ekonomik partnerleri olduğu ülkeler doğrudan ve derinden etkilenecekler.
Bunun da ötesinde, genel olarak uluslararası ekonomide tüm dengeleri yeniden şekillendirecek bir gelişme söz konusu. Eşzamanlı olarak başlayan Trans-Pasifik Ortaklık (TPP) süreci ve G20 çerçevesindeki dünya ekonomisini düzenleyici olası uzlaşmalarla da birlikte, 21. yüzyılın ilk yarısında küresel ekonomik ortam değişiyor. Dolayısıyla, uluslararası güç dengeleri de yenileniyor.
Neden önemli?
  • Küresel ticaret ortamı için de büyük önem taşıyan TTIP, hemen hemen tüm dünya ülkelerini kapsayan Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) Doha görüşmelerinde yaşanan tıkanıklığı, iki dev ekonomi arasında aşabilir. Böylece TTIP, dünyaya standart saptayıcı bir etkiye kavuşur.
  • TTIP, ticaretin çok ötesinde, üretim standartları, tarım, hizmetler, yatırım, telekom, dijital ekonomi, çevre ve kamu ihaleleri gibi farklı konulara yayılıyor.
  • Johns Hopkins Üniversitesi/SAIS’in yıllık “Transatlantik Ekonomi” raporuna göre; ABD ve Avrupa Birliği arasındaki ticaret hacmi 5 trilyon dolara ulaştı. Atlantik’in iki yakasındaki 15 milyon çalışanın istihdam kaynağı da bu ticarete bağlı.
  • Ekonomik sarsıntılara rağmen, AB ve ABD birbirlerinin en önemli ticaret ortağı olmayı sürdürüyorlar.
  • Müzakerelerde yedi geniş kapsamlı alan var: 1-) Hassasiyet taşıyan sektörlerde sınırlamalarla tarifeleri azaltmak ya da kaldırmak, 2-) Yasal düzenlemeye dair konular, 3-) Tarife dışı engeller, 4-) Hizmetler, 5-) Yatırım, 6-) Kamu ihaleleri, 7-) Fikri mülkiyet hakları. Tüm bu alanlarda karşılıklı uyum ve 21. yüzyılın ticaret kolaylaştırma, rekabet, işçi hakları ve çevre konularının standartlarını oluşturmak amaçlanıyor.
Öngörüler
  • Dünya ticaretinin yaklaşık olarak yarısını temsil eden alanın daha derin bir bütünleşmeye gitmesi, hem tarafların küresel düzeyde gücünü, hem de uluslararası ticaretin resmini önemli ölçüde etkileyecek.
  • Londra’daki CEPR’in (The Center for Economic Policy Research) yayınladığı araştırma, güçlü ve kapsamı geniş bir TTIP’in hem AB, hem de ABD için kazanımlar getirdiğine işaret ediyor. 2027 yılı için, TTIP olmadan yapılan hesaplamalarda, TTIP sayesinde AB’nin GSYH’sinde % 0,5 ve ABD’nin GSYH’sinde % 0,4’lük bir artış öngörülüyor. Kazanımlarının ise, AB için 120 milyar Euro ve ABD için 95 milyar Euro olması bekleniyor.
  • AB Komisyonu’nun yaptığı öngörülere göre; TTIP’in AB’nin yıllık bütçesinin yaklaşık üçte ikisine karşılık gelen bir değişim yaratıp, AB GSYH’sinde % 5’lik artış yaratması bekleniyor.
  • Johns Hopkins Üniversitesi/SAIS’in çalışmasına göre; 2018 yılında tarifesiz engellerin sadece yarısının kaldırılması ya da uyumlulaştırılması, AB’nin ekonomisine % 0,7’lik, ABD’nin ekonomisine % 0,3’lük bir artı getirecek. Bu artış; AB ve ABD için DTÖ’nün Doha görüşmelerinin sunabildiğinin yaklaşık üç katı. Tarifesiz engellerin dörtte bir oranında azaltılması ise, AB ve ABD GSYH’sine 106 milyar dolar artış getirecek.
Bu bağlamda Türkiye için beş temel alanda köklü atılımlar ön plana çıkıyor:
  1. TTIP’e dâhil olmak için seferber olmak.
  2. Gümrük Birliği’ni, tam üyelik hedefi yönünde, tarım, hizmetler, kamu ihaleleri, sosyal politikalar ve çevre standartları alanlarında geliştirmek.
  3. Acil ve de köklü demokratik reformlar, Orta Doğu’ya yönelik tutarlı ve akılcı bir siyaset ve de Kıbrıs’ta inisiyatifi ele alan bir dış politika ile AB ile müzakere sürecine ivme kazandırmak.
  4. Ülke içinde AB sürecini partiler üstü uzlaşma, saydamlık ve demokratik katılımcılık içinde bir iletişim ve yönetim anlayışını benimsemek.
  5. Uluslararası iletişimde, Türkiye’nin “Asya’ya açık, yaratıcı ve de Batılı bir Avrupa ülkesi” olarak etkisini arttıracak strateji ve de eylem bütünlüğü içinde olmak.
Türkiye, bu atılım aşamalarının bazılarında bir dizi ilerleme kaydediyor. Ne var ki, çoğu zaman olduğu gibi, eksik, bütünlüksüz, sonuç odaklı olamayan adımlar bunlar…  AB ve ABD, küresel düzende Batı’yı yeniden yüklenen ve yeni sürüm bir ekonomik ve siyasal tasarıma kavuştururken, Türkiye ise zaman kaybediyor…

ABD VE AB YENİ BİR DÜZEN KURARKEN TÜRKİYE (2)




15 NİSAN 2015




ABD VE AB YENİ BİR DÜZEN KURARKEN TÜRKİYE (2)

Geçen yazımda işledim TTIP konusu, Türkiye için çok önemli. ABD ve AB arasındaki ticaret ve yatırım işbirliği müzakerelerine bu yazıda devam edeceğim.  TTIP, ekonominin ötesinde, “yeni bir Batı”nın inşası girişimidir. Türkiye, demokrasisi ve ulusal ekonomik çıkarlarının gereği olarak bu yenilenen küresel ufukta yerine almalı.
Müzakereler sürüyor: ticaret, standartlar, yatırım koşulları, teknoloji, kamu ihaleleri, enerji… AB ile ABD arasında zorlu müzakerelere neden olan önemli anlaşmazlık konuları da var. Yatırımcı Devlet Anlaşmazlığı Çözüm Mekanizması (ISDS) bunlardan biri. Hemen hemen tüm ikili ticaret anlaşmalarının bir etkeni olan ISDS mekanizması içinde, şirketlere devletler gibi bir yasal statü tanınıyor. AB tarafı, tutumunu belirlemek için AB genelinde internet üzerinden kamuoyu ve paydaşlarla danışma başlattı. Yaklaşık 150.000 kişi veya kurum bu danışmaya katıldı.
Avrupa Solu ve TTIP
Avrupa sosyalist ve demokratlarının çatı partisi PES Başkanlık Divanı’nda, konuyu gündeme ilk taşıyan üyelerden biri de CHP olmuştu. TTIP hakkındaki PES tutum belgesinde şu ifadeler yer alıyor: “PES, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı müzakerelerinin başlatılmasını ve Atlantik’in iki yakasında dengeli ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesini destekliyor. TTIP, daha yüksek refah ve daha çok iş yaratılması ve küresel ekonomik iyileşmeye katkı için bir fırsat olabilir. AB yurttaşlarının çıkarları çerçevesinde müzakereleri yakından takip etmeyi sürdüreceğiz… Büyüklüğü nedeniyle TTIP, Avrupa’nın küresel kuralları, yeni uluslararası standartlar serisini etkilemesini ve adil ve sürdürülebilir birçok taraflı ticaret sistemi güçlendirilmesini sağlayabilir. TTIP dünyadaki en geniş serbest ticaret alanını oluşturacak, AB ve ABD küresel GSYH’nin yaklaşık yarısını ve küresel ticaret akışının yaklaşık üçte birini temsil ediyor. Avrupalı sosyal demokratlar olarak, AB-ABD ticaret ve yatırım ilişkilerinin dengeli, karşılıklı faydaya dayanan ve taraflardan herhangi birinin temel değerlerine zarar vermeyen şekilde gelişmesini sağlamak istiyoruz.
PES’in TTIP müzakerelerinde önemle üzerinde durduğu ve bazı endişeler taşıdığı başlıklar şunlar: çalışanların sosyal  hakları, hizmetler, yatırımlar, çevrenin korunması ve kültürel ürünler.
Sürecin Saydamlığı
PES’in ve birçok Avrupalı kurumun TTIP konusunda getirdiği en temel eleştirilerden biri, sürecin saydamlığı. PES, Nisan 2014’de yaptığı bir açıklama ile TTIP belgeleri, yetki belgesi taslağı ve AB’nin TTIP müzakere direktiflerinin yayımlanmamasını eleştirmişti. Saydamlık çağrısını daha sonra da yinelemeyi sürdürdü. Bu açıklamada ayrıca şu ifadeler yer aldı: “TTIP, Avrupa ürünleri ve hizmetlerinin ihracı için bir fırsat olabilir ancak aynı zamanda Avrupalı değerlerin de ihracı için bir şanstır. Çalışanların sosyal hakları, çevrenin korunması ve tüketiciler, PES için çok önemli konulardır.” Bu satırlar, Avrupa solunun TTIP’in Avrupa Birliği’nin standartlarını aşağıya çeken değil, ABD’nin standartlarını yukarı çeken bir işlevi olması gerektiği görüşünü bir kez daha ortaya koyuyor.
Görüşmeler sırasında CHP’nin sunduğu değişiklik önergeleri sayesinde Türkiye ve onunla benzer durumdaki AB ile ticaret ortağı konumundaki İzlanda, Norveç, İsviçre ve Balkan ülkelerinin durumuna dikkati çeken bir paragraf, resmi PES belgesine girmiş oldu. Bu görüşmeler sırasında, PES üyesi olarak yönetim kurulunda Türkiye’nin TTIP müzakerelerine bir biçimde dâhil edilmesini savunduk. Temel gerekçeler olarak; hem AB’ye tam üyelik sürecindeki bir ülke, hem de Gümrük Birliği’nin vesilesiyle Türkiye’nin TTIP’ten doğrudan etkileneceği ve de bu anlaşmanın Türkiye gibi AB ile derin bütünleşme içindeki ülkelere de açık bir şekilde kurgulanmasının AB çıkarları açısından da teknik zorunluluğu ve de siyasi önemi hususlarını somut verilerle sunduk. PES yönetim kurulu üyesi partiler, bu yaklaşım konusunda hemfikir oldu.
Dünyada güç dengeleri ve çok boyutlu ittifak ağları sürekli yenileniyor. Demokrasi, hukuk devleti, düzenleyici kurulları ile işleyen bir piyasa ekonomisi, insana ve doğaya hizmetkâr bir siyaset anlayışı ve toplumsal kalkınmanın her konusu. Bunlar, Batı dünyasında mükemmel olmayan, henüz erişilemeyen, pek çok soruna maruz kalan, fakat peşinde koşulan temel hedefler. Bu ortamda Türkiye’nin Batılı değerlerden uzaklaşan evrimi gözden kaçmıyor. Özgürlükler ile sorunlu bir iç siyaset, AB sürecinde demokrasi sorunları sebebiyle eriyen ulusal güç, dış politikada tutarsızlıklar… Orta Doğu’da yılların mirası saygınlığın hovardaca harcanması, Çin ile yürütülen füze sistemi görüşmeleri, Rusya ile inşasına başlanan nükleer santral yatırımı, Şanghay Beşlisi tartışmaları…  Batı dünyası d,a siyasi ve sosyo-ekonomik dönüşüm sancılarının arttığı bir dönemde Türkiye konusunda vahim analiz ve vizyon zafiyeti içinde. Her iki taraf da kaybediyor…
Türkiye, Gümrük Birliği ve Transatlantik Ortaklık
Türkiye açısından TTIP, hem fırsatları, hem de tehditleri içinde barındıran bir konu. Türkiye, aynı anda AB ile Gümrük Birliği içinde ve de tam üyelik müzakereleri süren tek ülke.
Gümrük Birliği’nin, 1963 Ortaklık Anlaşması temelinde tam üyeliğe giden bir aşama olmasına ve de 2005’de başlayan tam üyelik müzakerelerine rağmen, Türkiye, siyasi sorunlar nedeni ile zaman kaybederken, Gümrük Birliği de zaman içinde aşındı.  AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmalarının dışında kaldığı ve Türkiye’ye bu anlaşmalardaki koşulları uygulamak üçüncü ülkenin girişim alanında olduğu için, çeşitli sorunlar yaşanmakta. Dünya Ticaret Örgütü’nün Doha görüşmelerinin sıkıntılı ilerlemesi sürerken, AB’nin Asya’dan Latin Amerika’ya çok sayıda ülke ile serbest ticaret anlaşması yapması, Türkiye’nin pazarını bu ülkelere açarken, serbest ticaret anlaşması yapılan ülkeler pazarlarını Türkiye’ye açmadı. Türkiye, bu ülkeler ile benzer anlaşmalar için müzakere ederken, ticaret sapmaları oluştu.
Bununla beraber, Gümrük Birliği’nin fayda/zarar genel karnesine bakıldığında, Türkiye’nin sağladığı önemli kazançlar var: dış ticarette kalemleri arttı, pazarlar çeşitlendi, yatırım koşulları iyileşti, kamuda ve şirketlerde yönetim disiplini güçlendi ve de tüketicilere Avrupa standartlarında yüksek kaliteli ürünler sağlayabilen sanayi ve hizmet sektörleri gelişti. Sanayi ürünlerinin çoğunluğunda ithalat tarifelerinin azaltılması ile Türkiye’nin üretiminin artmasına katkı sağladı. Bugün Gümrük Birliği’nin reformu, tarım ve kamu alımlarını da içerecek şekilde genişletilmesi için öngörüşmeler sürdürülüyor. Türkiye zor rekabet koşullarında da olsa, halkının yaşam standartları, dolayısıyla ulusal çıkarları için de Avrupa’da olmalı; Orta Doğu’da değil…
TTIP ise bir dönüm noktası niteliğinde.  AB ve ABD arasındaki TTIP müzakerelerinin dışında kalması ve AB ile müzakere edilen koşulların Türkiye’ye uygulanmayacak olması, ticaret dengesizliği yaratacak. Bunun çözüm aracı ise, TTIP anlaşmasına Türkiye ya da “AB ile Gümrük Birliği içindeki ülkelere açık” ifadesinin dâhil edilmesidir. Konunun ekonomik boyutunun yanı sıra, sadece bir ticaret anlaşmasına indirgenemeyecek bir gelişme var karşımızda. Transatlantik ekonomide kenara düşmenin Türkiye’deki siyasi eksen kaymasını hızlandıran bir etkisi olur.
En iyi çözüm AB üyeliği
Aslında bu durum, Avrupa açısından da istenmeyen bir gelişme. NATO üyesi, G20’nin 2015 Başkanı, dünyanın 17. büyük ekonomisi, Avrupa’nın 6. büyük ekonomisi konumundaki Türkiye’nin bu anlaşmaya dâhil edilmesi, ekonomik ve siyasi bağları güçlendirirken, aynı zamanda bu üçlü işbirliğini de perçinleyecektir. Türkiye’nin TTIP’e dâhil olması, bugün Türkiye ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki demokratik istikrarsızlık göz önüne alındığında, Batı demokrasisini daha da güçlendirecek bir siyasi ve jeo-stratejik enerji ve ivme de yaratır. Ekonomik boyutta, Avrupa İş Dünyası Konfederasyonu (BUSINESSEUROPE), Türkiye’nin TTIP anlaşmasına dâhil edilmesini savunuyor. Bu çok etkili kurum, üyeleri TÜSİAD ve TİSK ile hâlihazırda Türkiye’ye açılmış durumda.  Avrupa sosyalist ve demokratları (PES) başta olmak üzere, birçok siyasi kesim ve akademik uzman da Türkiye’nin Transatlantik Ortaklık için önemi konusunda hemfikir. GMF, Brookings, EDAM, CEPS, EPC, CER gibi birçok düşünce kuruluşu bu konuya dikkat çekiyor. Bunlar iyi değerlendirilmesi gereken destekler.
Transatlantik anlaşma, küresel düzeyde yüksek standartları geliştirmek ve Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin gibi dünyanın hızlı büyüyen ekonomilerinin de oluşan bu pazara erişim için yüksek standartlara riayet etmesini sağlaması açısından da önemli. Trans-Pasifik Anlaşma da, bu tabloyu tamamlayacak. Ayrıca, toplumlardan gelen tepkileri dikkate alarak, Transatlantik Ortaklık sosyal ve çevre politikaları boyutlarında gelişerek ilerlemek zorunda.
Bütün bu veriler ve değerlendirmeler ışığında, gelişen Transatlantik Ortaklık ve de değişen küresel dengelerde, Türkiye’nin ulusal menfaatleri için en etkili yol AB üyeliği sürecinde hızla ilerlemektir.
Önümüzdeki dönemde AB, kendi içinde de değişiyor. Merkezde federal bir Euro bölgesi oluşuyor. Bu çekirdek grubun da içinde olduğu şimdiki AB, böylece daha geniş ve de daha esnek bir yapıda olabilecek. Bu iki çemberli AB’nin dışında ise, Ukrayna, Gürcistan, Tunus gibi ülkelere açık bir üçüncü çember oluşmakta. AB’nin ana kurumsal yapısı dışındaki bu dış çembere düşmek, Türkiye için iyi olmaz. Demokrasimizin istikrarı, AB içi kararlarda yer alan bir üye olmanın artıları ve de uluslararası güç dengeleri açısından, Türkiye için AB üyeliği en iyi çözüm. Bu üyelik için sorunlar malum… Demokrasi ve insani kalkınma yolunda güçlenerek ilerlemek mümkün. Bu arada, AB de daha hazır olacak. İki çemberli yapısı ile yeni üyeleri daha rahat kabul edecek. Aynı anda TTIP içinde yer alarak, Türkiye’nin Batı eksenini yeniden ayarlamak gerekiyor. Önemli olan ülkemizin zaman ve enerjisini iyi kullanmak.
Kader SEVİNÇ
Brüksel
kadersevinc@gmail.com

.

Saint Jean de Maurienne ( Sen jon dö Moren ) Anlaşması


Saint Jean de Maurienne ( Sen jon dö Moren ) Anlaşması





İtilaf Devletleri I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaşmak için kendi aralarında ve harita üzerinde çeşitli planlar ve gizli antlaşmalar yapmışlardır. Bu antlaşmaların neler olduğunu şimdi sırasıyla inceleyelim:

İstanbul Antlaşması; 

İngiltere ve Fransa’nın Çanakkale’ye saldırmaları, Rusya’yı telaşlandırdı. Ruslar bu devletleri sıkıştırarak, Boğazlar ve İstanbul ile ilgili isteklerde bulundu. 10 Nisan 1915 tarihinde yapılan görüşmeler sonunda İngiltere ve Fransa, İstanbul ve Boğazları Ruslara vermeyi kabul ettiler. Buna karşılık Rusya da bu iki devletin Osmanlı Devleti’nin diğer bölgeleri ile Anadolu ve Orta Doğu üzerindeki haklarını tanımayı kabul etti.

Londra Antlaşması; 

İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya arasında 26 Nisan 1915 tarihinde imzalanmıştır. Bu antlaşma ile On İki Ada, Antalya ve çevresi İtalya’ya bırakıldı. Ayrıca İtalya Trablusgarp ve Bingazi üzerinde bazı haklar da elde edecekti. İtalya bu antlaşma ile İtilaf Devletleri’nin yanında I. Dünya Savaşı’na katılmayı kabul etmiştir.

Sykes – Picot ( Seyko Piko) Antlaşması;

 1- 6 Mayıs 1916 tarihinde imzalanan bu antlaşma ile İngiltere ve Fransa kendi aralarında Osmanlı topraklarını bölüştüler. Buna göre; Kayseri, Harput (Elazığ), Kilikya (Çukurova), Suriye ve Musul Fransa’ya bırakılacaktır. Seyko Piko Antlaşması imzalanırken İngiliz Valisi H. Mac Mahon (Mak Mahon), Hicaz Emiri Hüseyin ile Osmanlı Devleti’ne karşı isyan ettikleri takdirde Arap bağımsızlığının sağlanacağına dair bir antlaşma imzaladı. İngiltere’ye ise Hayfa ve Akka limanları, Irak ve Yemen ile Fransız bölgesinin güneyinde kalan yerler bırakılmıştır.

Petrograd Protokolü; 

Mart 1916 tarihinde İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalandı. Sykes – Picot (Seyko Piko) Anlaşması’ndan sonra İngiltere ve Fransa, Rusya ile Petrograd Protokolü’nü imzalayarak anlaşma sağlamışlardır. Buna göre ; Boğazlar bölgesi, doğuda Trabzon’un batısında belirlenecek bir noktaya kadar giden bölge ile Van ve Bitlis’in güneyine doğru, Muş Siirt, Fırat, Cizre ve İmadiye’ye kadar uzanan yerler Ruslara verilecektir. Rusya’da buna karşılık Seyko Piko Antlaşması ile İngiltere ve Fransa’nın belirlediği Orta Doğu paylaşımını kabul ediyordu.

Saint Jean de Maurienne (Sen jon dö Moren) Anlaşması; 

Sykes-Picot ve Petrograd Anlaşması ile İngiltere, Fransa ve Rusya’nın aralarında yapmış oldukları paylaşımlar, İtalya’nın tepkilerine sebep olmuştur. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, İtalya’nın isteklerini dikkate alarak aralarında Saint Jean de Maurienne Anlaşması’nı yaptılar (19 Nisan 1917). Buna göre ; Antalya, Konya, Aydın ve İzmir İtalya’ya verildi. Bu antlaşmayı Rusya, ülkesinde çıkan ihtilal sebebi ile imzalayamadı. Daha sonra Rusya, yapılan gizli antlaşmaları tanımadığını açıklamıştır. İtalya bu antlaşma ile elde ettiği yerlerin bir kısmını Paris Konferansı’nda İngiliz – Yunan işbirliği sonucunda Yunanlılara kaptırmıştır.

Kaynak: T.C. Millî Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Okulları (Açık Öğretim Lisesi- Meslekî Açık Öğretim Lisesi) İçin Hazırlanan 11. Sınıf Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük 1 Ders Notları, Alim ÖZTÜRK, s 36, 2007



..

Emperyalizm Kıskacındaki Osmanlı İmparatorluğu ve TÜRKİYE,




Emperyalizm Kıskacındaki Osmanlı İmparatorluğu ve  TÜRKİYE



Türk Devriminin Başlamasından Önceki Durum:

Bu dönemdeki durumu iyi değerlendirebilmek için “Birinci Dünya Savaşına” son veren olayları ve Türk ulusunu devrime hazırlayan nedenleri genel hatları ile gözden geçirmekte yarar vardır.


Kırmızı sınır; Merkez Devletleri, Mor sınır; İtilaf Devletleri.

1 -  Merkez Devletlerin Durumu (*):

Birinci Dünya Savaşı’nın ilk üç yılı içinde (1914 – 1917) Merkez Devletleri, Avrupa savaş alanlarında Rusya, Sırbistan ve Romanya’yı yenmişler, ellerine geniş arazi parçaları geçirmişlerdi. Ancak, bu devletlerde 1917 yılından itibaren savaş yorgunluğu ve barış isteği gizlenemeyecek bir hal almıştı.(1)

2 – İtilaf Devletlerinin Durumu:

Bu dönemde itilaf devletleri denizaltı muharebelerini etkisiz hale getirmek suretiyle deniz egemenliğini ve ablukayı sürdürüyor, Batı cephesinde gittikçe ağırlaşan baskısını hissettiriyor, Amerika’nın da harbe katılması ile bir yandan harbin sonucunu almaya çalışıyor, öte yandan da elde ettiği başarının meyvelerini toplama hazırlığı içinde bulunuyordu.
1918’e gelindiğinde harbin sonucu alınmış ve muharip devletler bir takım anlaşmalarla silahları bırakma yoluna gitmişlerdi. Bu arada Osmanlı devleti de Mondros Mütarekesiniimzalamış ve silahları bırakmıştı (30 Ekim 1918).

Paylaşma Anlaşmaları:

Konumuza ışık tutması bakımından İtilaf Devletlerinin kendi aralarında yaptıkları paylaşma anlaşmalarının önemlilerini belirtmek yararlı olacaktır.
a – İstanbul ve Boğazları Rusya’ya bırakan (4 Mart – 10 Nisan 1915) İngiliz, Fransız, Rus Anlaşması.
b – Harbe girmeden önce karşılığını sağlamak isteyen İtalya’ya Antalya ve buna bitişik Güney Anadolu’da ve Akdeniz kıyılarında hakça bir pay verilmesini kabul eden (26 Nisan 1915) İngiltere, Fransa ve İtalya arasındaki Londra Anlaşması.
c – Güneydoğu Anadolu, Irak, Suriye ve diğer Arap memleketleri hakkında (3 Ocak 1916)Sykes – picot anlaşması, bu anlaşma 9 – 16 Mayıs 1916 Sykes – Picot IIanlaşması ile pekiştirilmiştir

ç – Fransa ve Rusya’nın Sivas – Kayseri – Mersin çizgisi doğusundaki bölgeyi kendilerine bağlamaya hakları olduğunu kabul eden (26 Nisan 1916) İngiltere, Fransa, Rusya arasında yapılanPetersburg Anlaşması.
d – İzmir ile birlikte Batı Anadolu’nun İtalya’ya verilmesini, bu bölgenin kuzeyinde bir İtalyan nüfus bölgesinin kurulmasını İngiltere ve Fransa’ya kabul ettiren (19 – 21 Nisan 1917) St. Jean de Maurienne Anlaşması.


Bu anlaşmaların 1916 yılının ilkbaharında aldığı şekle göre paylaşma şöyle olacaktı: Boğazlar, Sinop’tan itibaren tüm Doğu Karadeniz bölgesi ve Doğu Anadolu Rusya’ya; Antalya, İzmir bölgesi ile Batı Anadolu İtalya’ya; Mersin, Kayseri, Sivas hattının doğusundaki Güney ve Güneydoğu Anadolu Fransa’ya bırakılacak; Suriye, Irak ve Arabistan İngiltere ile Fransa arasında paylaşılacaktı.
Görüldüğü gibi, Türklere hemen hemen hiç hayat hakkı bırakılmıyordu.
1917 yılında Rusya’nın savaştan çekilmesi ve Osmanlı devleti ile barış yapması (Brest – Litovsk Antlaşması, 3 Mart 1918) biraz önce belirtilen paylaşma şeklini değiştirdi. Rusya, Osmanlı ülkesi üzerindeki her türlü haklardan vazgeçmişti. Bu durumda, galip ülkeler, özellikle İngiltere ile Amerika Doğu Anadolu’daki bir bağımsız Ermenistan ve Kürdistan kurmayı düşünüyorlardı. Boğazlar ise, ortak bir denetime bağlı tutulacaktı.
Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra galip devletler bu planlamayı uygulamaya koymuşlardır. Fakat, bu sırada aralarında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle bu planlarda büyük ölçüde değişiklikler olmuştur.
Değiştirilmeyen tek düşünce, Osmanlı devletine yaşama hakkı bırakmamaktır.
Bu konuda düşünür ve yazar Melih Cevdet Anday şöyle der: “İmparatorlukların çökmeleri başka, ulusların yok olma ile karşı karşıya gelmeleri başkadır. Geçmişin olaylarına bakarsak, imparatorlukların çökmesi ulusların kendilerini bulmalarına yol açmıştır denebilir. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış dönemi ise, bu imparatorluk içinde yaşayan çeşitli etnik toplulukların ulus olmaya yönelmelerini sağlamak yanında, çok garip karşılanması gereken bir gelişimle istilacılarda Türk’ü ve Türk yurdunu ortadan kaldırmak tutkusuna yol açmıştır. Burada şaşırtıcı olan, sadece Osmanlı’nın yenilgisini Türk’ün sonu biçiminde yorumlamaya kalkan emperyalistlerin bu tutkusu değildir. Yenilmiş bütün devletlere tanınan yaşama hakkının, toparlanma, kendini bulma, yeniden gelişme yoluna girme olanağının nedense yalnız Türk’e tanınmaması tutumudur”(2).
Bu tutum değişik şekillerde dile getirilmiş bulunuyordu.
Bu tutumun temel nedeni, Batı’da XVIII. YY sonlarında başlayıp XIX. Yy boyunca gelişen endüstriyel devrimin dünya ölçüsünde yarattığı sömürgecilik düzeni olmalı idi. Bilindiği gibi bu düzen, dünyada bir kısım ülkelerin endüstriden yoksun bulunmalarına karşılık, diğer bazı ülkelerde anormal bir endüstri ve para yoğunlaşması sağlanmıştı. Bundan da çağdaş anlamı ile sömürge ve yarı sömürge düzeni doğmuştu. Özellikle, endüstri devrimine ayak uyduramayan ülkelerde endüstri çökmüş; kapitülasyon koşulları, borçlandırma yolları ile ekonomik kontroller, nihayet, politik bağımsızlığın kayıt altına alınışı baş göstermişti. Birçok dünya ülkeleri gibi, Osmanlı İmparatorluğu da bu sömürülen ülkeler içine düşmüştü. Bu durumdan yeterince yararlanma düşüncesi, önce Avrupa devletlerine sonra da Amerika’ya Osmanlı İmparatorluğuna karşı yeni bir politika uygulamayı dikte etmiş ve benimsetmiştir. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu bu düzene öteki geri kalmış ülkeler gibi kolay boyun eğmemiştir.  
Bu politikaya, jeopolitik durumun da etkisi olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu doğal kaynakları ve Pazar olma olanakları ile yalnız ekonomik planda değil, Doğu ile Batı arasında bulunan coğrafi konumu ile askeri planda da büyük devletlerin baş hedefi olmuştur.
Rusya bu durumdan yararlanmak isteyen ilk devlettir. Bilindiği gibi, Rusya, XVIII. Yy başlarından itibaren coğrafi durumu gereği olarak, çevresindeki kuşağı genişletmeye, ılık denizlere çıkmaya çalışmış, buralardaki yabancı ulusları egemenliği altına alma çabası içinde bulunmuştur. Rusya’nın her fırsattan yararlanarak Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama ve yıkma çabası bu amacın bir parçasıdır. Çünkü, Rusya bu çabasında başarı sağladığı zaman çevresini saran çemberin güney kesimini kırmış ve Akdeniz’e çıkmış olacaktır.


Cezzar Ahmet Paşa Napoleon'u Akka önünde durdurur.

Fransa, Napoleon Bonaparte zamanında Hindistan yolunu ele geçirmek amacı ile Mısır ve Suriye’yi yönetimi altına almak, ondan sonra da Osmanlı İmparatorluğunu saf dışı etmek istemiştir. Napoleon Akka’da Türkler tarafından yenilip yurduna dönmüştür ama, Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğundan yararlanma isteği zaman zaman şekil değiştirerek de olsa devam etmiştir.
İngiltere, endüstri devrimini gerçekleştirip, denizaşırı ülkelere yayılma olanağı bulduktan ve İngiliz İmparatorluğunu kurduktan sonra “Akdeniz’de ve Asya’da Çarlık Rusya’sı ile çetin bir çıkar mücadelesinde bulunurken Rusya’ya karşı bir tampon devlet olarak Osmanlı İmparatorluğunu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır”(3). Sonraları bu politikayı değiştirmiş, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamakta yarar ummuştur.

Tarihi Gelişim:

Tarihin akışı içinde İngiltere’nin ve öteki Avrupa devletlerinin bu amaçla harcadığı çabaları gözden geçirmek gerekirse, bunun en belirgin örneklerinden biri, ekim 1896’da Çar Nikolay II’ ye İngiltere’de misafir iken, Başbakan Salisbury’nin Osmanlı ülkesini paylaşma önerisidir. Bu öneriye göre: Boğazlar Rusya’ya, Mısır İngiltere’ye verilecektir. Çar bu öneriye “Hayır” demiştir(4). Diğer örnek; Salisbury’nin  25 ocak 1898’de Rusya’ya yaptığı ikinci öneridir. Bu öneriye göre de, “Osmanlı ülkesinin yarısında İngiltere’nin, yarısından Rusya’nın sözü geçsin.” Denmiş, Rusya buna da ilgisiz kalmıştır(5). Rusya’nın bu ilgisizliğinin nedeni Sibirya’da meşgul bulunmasıdır(6). İngiltere’nin böyle bir politikaya yönelmesinin nedeni ise, o zamanki Paris Büyükelçisi Salih Münir Paşa’ nın 1903 yılında Padişah Abdülhamit’e  gönderdiği raporda belirttiği üzere, “Osmanlı devletinin kuvvet ve kudretinin azalmasını, Osmanlı ülkesinin de küçülmesini kendi çıkar politikasına uygun görmeğe başlamasıdır(7).

İngiliz Başbakanı  Salisbury

Bu durum, İngiltere’nin Rusya ile 31 ağustos 1907’de yaptığı Petersburg Antlaşması ile bunu takip eden yolda yapılmış olan ve Osmanlı Devleti sorunları üzerindeki konuları kapsayan Reval görüşmelerine kadar sürmüştür. Çünkü, bu anlaşma ile İngiltere ve Rusya arasında uzun zamandan beri süregelen “Asya rekabeti” sona ermiş bulunuyordu.
Bilindiğ gibi, İkinci Meşrutiyet (1908), Osmanlı İmparatorluğunda bir ölçüde silkiniş ve kurtuluş çabası olarak başlamıştır. Hatta, 1914’lere ulaşıldığındaLarcher’in La guerre Turque dans la guerre Mondiale adlı eserinde özetlediği şekilde; “Osmanlı İmparatorluğunu Türkleştirmek, O’nu yabancı vesayetinden kurtarmak, Kafkasya ve Mısır’ı almak, Turan’ı kurtarmak ve bir federasyonda toplamak, bütün İslam dünyasında Halifenin otoritesini yeniden kurmak(8)” gibi çok geniş kapsamlı bir amaca yönelişi, öncelikle bazı emperyalist devletlerin sömürge düzenini bozabileceği için düşündürücü olmuştur.
Genellikle Pantürkizm (Panturanizm) ve Panislamizm şeklinde adlandırılan ve olayların akışına büyük ölçüde etkisi görülen bu akımlara açıklık getirmek için özet olarak şu hususları belirtmek gerekir:
“Pantürkizm, bütün Türkleri birleştirme, bütünleştirme, bir bayrak ve devlet altında toplama ideolojisi ve eylemidir. Öteki adı Turancılıktır, ırkçı nitelikte milliyetçilik akımıdır.
Panislamizm, dünya Müslümanlarının tümünü bir devlette birleştirmeye yönelik bir kavramdır, dinsel içeriklidir.
Her iki akım aralarında çelişkiler olmakla birlikte, birbirine bağlı olarak XIX. Yy’ın sonlarında doğmuştur. Osmanlı İmparatorluğunda ulusçuluk akımlarının gelişmesi, Hıristiyan toplumların sık sık başkaldırmaları ve bağımsızlık isteklerine karşı tepki niteliğinde oluşmuştur. İmparatorluk sınırları içinde her çeşit millet ve din vardır. Pantürkizm ve Panislamizm salt Türklerden ve Müslümanlardan kurulacak bir imparatorluk hayaline dayanarak İttihatçıların milliyetçiliğine güç vermiştir(9)”.

 
Cemalettin - i Afgani      Ziya Gökalp

Osmanlı aydınlarına Turancılık ideolojisini aşılayan Ziya Gökalp olmuştur. O’na göre vatan dar sınırlar içinde yaşayan bir ülke değildir. O’nca, “Vatan ne Türkiye idi Türklere ne Türkistan, vatan büyük bir ülke idi; Turan.”
İslam ülkelerinde Panislamizm görüşünün en ünlü yayıcılarından biri Cemalettin –i Afgani’ dir. Afgani, 1870’den beri birçok Müslüman ülkeyi dolaşıp “İslam Birliği duygusunu ve bunun bir sonucu olarak halifeye bağlılık duygu ve düşüncesini yaymış ve bu yolda birçok yazı yazılmış ve dinsel açıdan öğüt vermiştir(10).”
Almanya bu akımları bütün olanaklarıyla desteklemiş, hatta bu fikirlerin eyleme dönüşmesi için de elinden geleni yapmıştır. Çünkü, Almanya, bu tarihlerde Pantürkizm ile Çarlık Rusya’sını; Panislamizm ile İngiliz İmparatorluğunu vurmayı tasarlıyor ve İslam ülkelerinde egemenliğini kurmak için büyük bir çaba içinde bulunuyordu. Gerçekten Çarlık Rusya’sı ve İngiliz emperyalizmi karşısında kuvvetli bir rakip gibi gelişen ekonomik ve askeri bir güce sahipti. Bu nedenle özellikle Panislamist propagandayı önemle uygulamıştır (11). Örneğin, 1898’de Şam’da Selahattini Eyyübi’ nin mezarını ziyaret eden Alman İmparatoru şöyle konuşmuştur: “Sultan ve dünyada dağınık olarak bulunan ve ona karşı, halifeleri olması nedeniyle saygı besleyen 300 milyon Müslüman inanmalıdır ki, Alman İmparatoru her an onların dostu olacaktır (12).
Böylece, eskiden Rusya’ya karşı İslam’ın ve Sultanın dostu İngiltere iken, artık İngiltere’ye karşı İslam’ın dostu Almanya olmak istemiştir.
Almanya İslam dünyasının ayaklandırılmasına ve panislamist propagandaya o kadar büyük önem vermiştir ki, İstanbul’daki Alman Büyükelçisi Wangenheim, “Türk ittifakını askeri gücü nedeniyle değil, hilafet için aradık” demekten kendini alamamıştır. İstanbul’daki Amerika Büyükelçisi Morgenthan, Alman Büyükelçisinin düşüncelerini şöyle dile getirmiştir: “Wangenheim, Hıristiyanlara karşı bütün bağnaz İslam dünyasını ayaklandırma konusunda Alman tasarısını açıkladı; dünyadaki İngiliz ve Fransız nüfusunu yok etmek isteyenlerden biri olarak Almanya, gerçek bir kutsal savaş (cihat) planlamaktaydı. Türkiye’nin kendisi pek önemli değildi. Ordusu küçüktü ve Almanlar ondan fazla bir şey yapmasını beklemiyorlardı. Daha çok savunmada kalacaktı. Büyük olan İslam dünyası idi(13).

Alman Büyükelçisi Wangenheim ve Said Halim Paşa

Almanya İslam halifesinin manevi gücünden yararlanmak için planlar hazırlamakta, İngilizler bu planlara karşı tedbirler almakta iken, Osmanlı İmparatorluğunun yöneticileri, dünyanın her yanında yaşayan    Türk ve Müslümanların aynı bayrak altında birleşmeleri için bir kıvılcım beklediğine inanıyorlardı. Osmanlı ordusunda küçük askeri birlikler, gözü pek komutanlar yönetiminde Kuzey Afrika’ya, İran üzerinden Hindistan’a, Hazar denizi dolaylarından Orta Asya’ya yürüdükleri zaman buralarda yaşayan ve kurtarıcı bekleyen Türk ve Müslüman halk, emperyalizme karşı ayaklanacak, Turan İmparatorluğu yeni sınırlar içinde kurulacaktı. “Bir fikir, aynı zamanda hareket yuvası” olan Teşkilatı Mahsus, Osmanlı devleti içinde fikir ve ülkü birliği yapmak, dünya yüzündeki bütün Türkleri bir bayrak ve devlet görüşü altında birleştirmek, temsil ettiği manevi insan gücü olan Müslümanlığı, izlenecek dış politikanın etkin kuvveti durumuna getirmek” amacı ile kurulmuştu(14).
Harbe girme durumunda bulunuşumuz bu inançta bulunanların ekmeğine yağ sürmüştür.
Yapılan inceleme gösteriyor ki, Alman İmparatorluğu yöneticilerinin kontrolünde olarak Türk ulusal hedeflerine göre değil, Alman milli çıkarları yararına tertiplenen ve yürütülen Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu için sonun başlangıcı olmuştur. Oysa Türk askeri bütün cephelerde özveriyle çarpışmış, büyük başarılar elde etmişti. Buna rağmen işlerin hayal edildiği gibi yürümediği, yürümesine olanak bulunmadığı Osmanlı yöneticileri tarafından anlaşılamamıştır. Özellikle, Osmanlı imparatorluğunu yenik ve çok utanç verici duruma düşüren 1914 – 1918 döneminin en güçlü adamı Enver Paşa, Arapların olumsuz davranacağını hesaba katmamış, hiç etkisi olmayan “Cihadı Mukaddes”’e bağlanmış, askeri harekat planlarını gerçek hesaplara değil hayale dayamış, harbi maceracı bir ruhla yönetmişti. Daha sonra da maceradan maceraya atılmış, en sonunda gittiği Türkistan’da da aradığını bulamamıştır.

 
Zeki Velidi Togan               Enver Paşa

Buhara Emiri,  Enver Paşa’ya yazdığı bir mektupta : “Siz Türkiyelisiniz, memleketiniz düşman işgali altındadır, askeri güç ve kuvvetinizi kendi vatanınızı kurtarmak için harcasanız daha iyi olur” demiştir(15).
Türkistan’da ilericiler de Enver Paşa’yı tutmamıştır.Zeki Velidi Togan,  “hatıralar”’ında şöyle yazıyor: “Bana Enver Paşa’nın Türkistan’a gelmek fikrinde olduğunu bildirdiler. Biz de bu durumu komitemizde görüştük, buraya gelmeyip kenardan bize yardım etse daha iyi olur diye cevap verdik (16).
Zeki Velidi Togan, Buhara’da Enver Paşa ile konuşmasında ona: Bolşeviklerle mücadelelerinin Rusya’nın bir iç mücadelesi olarak başladığını, Sovyetlerle tekrar barışabileceklerini, panislamizm ve pantürkizmin Türkistan’da tutulmadığını Sovyetlerin isteklerinin Milli Kızıl Ordu’ya dayanan Milli Türkistan Sovyet Hükümeti olduğunu söylemiştir (17).
Görülüyor ki, Pantürkizm ve Panislamizm şeklinde özetlenen bu hamle, Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin dışarıdan desteklenen utopik serüvenciliği olmuştur.
 Osmanlı İmparatorluğu bu tutum ve davranışı ile bir yandan yanında yer aldığı ve genişleme planlarına yarar sağladığı için Almanya’yı için için sevindirirken, öte yandan sömürü bölgelerini tehlikeye düşürdüğü nedeni ile özellikle, İngiltere’yi fena halde korkutmuştur. Çünkü, o zamana kadar İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletlerin hizmetinde bulunan halifelik silahı artık bu devletlere karşı çevrilmiştir. Bu nedenle İngiliz Hükümeti, bütün İslam dünyasını İngiltere’ye karşı ayaklandırmaya kalkışan ve savaşın ilk iki yılında bu yolda kısmen başarı sağlayan Osmanlılara bütün İslam dünyasının unutamayacağı bir ders vermek istemiştir.
Bu durumu Lloyd George anılarında şöyle açıklamıştır: “ İngiliz İmparatorluğu için, Türkiye ile savaşın özel bir önemi vardı. Osmanlı halifesi, İslam dünyasının başı idi ve İngiliz İmparatorluğu içinde, her yerden çok Müslüman vardı. Ayrıca Türkiye, İmparatorluğun deniz yolları üzerinde bulunuyordu. Gidiş geliş yolları ve doğudaki prestijimiz bakımından itibarlarını yitirmeleri önemli idi (18 )”.
Her ne kadar, İtilaf Devletleri 10 ocak 1917’de yayınladıkları savaş amaçlarında,” Müttefikler bencil çıkarlar için dövüşmediklerinin bilinci içindedirler. Her şeyden önce halkların bağımsızlığını, hakkı ve insanlığı kurtarmak için dövüşmektedirler (19 )” demişlerse de bu, hiçbir zaman sözle davranış arasındaki çelişkiden ileri gitmemiştir.
Nitekim, İtilaf Devletlerinin Osmanlı İmparatorluğuna karşı olan tutumlarını belirten:“Uygar dünya bilmektedir ki, Müttefiklerin savaş amaçları, her şeyden önce ve zorunlu olarak Türklerin kanlı istibdadına düşmüş halkların kurtarılmasını ve Avrupa uygarlığına kesinlikle yabancı olan Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa dışına atılmasını içerir(20)” şeklindeki açıklamaları, bu savaşta Osmanlı İmparatorluğunu parçalama ve yok etmeyi hedef aldıklarını pek belirgin bir dil ile göstermektedir.
Bu düşünce, Birinci Dünya Savaşının başında, önemli mevkilerde bulunan sorumlu kişiler tarafından da dile getirilmiştir.

Herbert Henry Asquith
Örneğin, İngiliz Başbakan’ı  Asquith 9 kasım 1914 günü parlamentoda şöyle konuşmuştur: “ Osmanlı Devleti kılıcını çekmiştir ve kılıçla ortadan kaldırılacaktır(21)”.
Düyunu Umumiye (Dış Borçlar İdaresi)’deki İngiliz temsilcisi Sir Adam Block savaşın başlaması üzerine İstanbul’u terk etmek zorunda kalırken, şu görüşü ileri sürmüştür: “Eğer Almanya kazanırsa, siz de Alman sömürgesi olacaksınız; İngiltere kazanırsa mahvoldunuz (22)”.
O sıralarda İngiliz Savunma Bakanı olan Lord Kitchner’de; “ Osmanlıları mahvedinceye kadar savaşa devam edeceğiz (23)” demekten kendini alamamıştır.
 
Lord Curzon                    Lord Kitchner

Lord Curzon’un yargısı şöyledir: “ Ayasofya ki, 900 yıl önce bir Hıristiyan kilisesi idi. Elbet eski durumuna getirilecektir. Savaşı en az iki yıl uzatan bize paraca milyonlara, can kaybı bakımından onbinlere mal olan bir düşmanı yenerek elde ettiğimiz bu fırsatı yitirmememiz uzak görüşlülük gereğidir (24)”.
Türk Kurtuluş Savaşı sırasındaki İngiltere – Türkiye ilişkileri konusunda ilgi çekici bir kitap yayınlayan David Walder’e göre de Lloyd George, “Yakın Doğu’ya çalışkan, Hıristiyan köylülerini yerleştirmek, eski Yunan ve Roma uygarlıklarını canlandırmak” düşü içindeydi (25).
Amerika Cumhurbaşkanı Wilson 10 ekim 1917’de en yakın çalışma arkadaşı Albay House’a “ Türkiye’nin haritadan silinmesi” görüşünde olduğunu söylemiştir (26).
Bütün bunları bilmezlikten gelen Lord Kinross, “Atatürk” adlı eserinde Lord Curzon’un 1919 yılının ocak ayında Paris’te toplanan Barış Konferansına sunduğu raporda : “ Sadece Osmanlı İmparatorluğundaki Ermeniler ve Araplar gibi Türk uyruklu ırklara değil, Türklere de kendi kaderlerini kendi seçme hakkı tanıyordu” diye yazmıştır (27).
Her ne kadar zaman, konuşmalardaki bazı sivrilikleri aşındırmışsa dana fikirde bir değişiklik yapmamıştır. Olayların gelişmesi de bunun böyle olduğunu göstermiştir.
Örneğin, Wilson’un 14 maddelik ünlü bildirisinde Türkiye ile ilgili 12. Madde, 8 ocak 1918’de dünya kamuoyuna şöyle açıklanmıştır: “ Şimdiki Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarına güvenilir bir egemenlik sağlanmalı, fakat halen Türk yönetimi altında bulunan öteki milletlere, her türlü kuşkudan uzak bir yaşama güvenliği ve kesinlikle engelsiz bir kendi kendilerine gelişme olanağı verilmelidir. Boğazlar, bütün milletlerin gemilerine ticaretine, serbest geçiş için, milletlerarası garanti altında, sürekli olarak açık bulundurulmalıdır(28)”. Başkan Wilson bu bildirisi ile sözde Thomas Jefferson’un“milletlerin kaderlerini tayin hakkı” ilkesini dile getirmiştir. Fakat gerçekte bu ilkenin Türk ve Müslümanlara uygulanmayacağının çarpıcı örneğini önce, Filistin’de “Yahudi Yurdu” kurulması konusunda vermiştir. Bilindiği gibi, 1918 ağustosunda ( ilkelerinin yayınlamasından bir sene bile geçmeden ) Balfour Bildirisi’ni imzalamış ve böylece Müslüman Filistinlileri yurtlarından kovup, dışarıdan Yahudi göçmen getirmeye dayanan İsrail devletinin temelleri atılmıştır(29). Oysa bu sırada Filistin’de 600 bin Müslüman, 75 bin Hıristiyan ve 65 bin Yahudi vardır. Başkan Wilson, bu tutarsızlığı Türkiye için de göstermiştir. Bu durumu Amerikalı profesör L. Evans şöyle dile getirmiştir: “Wilson ve House, ABD savaşa katılmadan önce gizli paylaşma anlaşmalarının en önemlilerini ana çizgileri ile bilmekteydiler. Müttefiklerin Osmanlı İmparatorluğuna son vermek istedikleri, Wilson ve House tarafından yalnız bilinmekle kalmıyor, aynı zamanda onaylanıyordu. İmparatorluğun, savaşın beklenen galipleri arasında paylaşılmasını sağlamaktan uzak bile olsalar, Osmanlı İmparatorluğuna son verilmesinden yanaydılar(30)”.
Oysa, Başkan Wilson, Amerika’nın menfaati söz konusu olunca, en küçük bir ödün vermeye göz yummak istememiş 8 Nisan 1913’te parlamentoya gönderdiği bir mesajda:“Ayrıcalığa en ufak bir benzerliği olan her şeyi ortadan kaldırmalıyız (31)” demişti.

 
ABD Başkanı Wilson          Thomas Jefferson

Ya Almanya savaşı kazansaydı, o zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu ne olacaktı? Bu sorunun cevabını eski Cumhurbaşkanlarından İsmet İnönü’nün bir anısında bulmak mümkündür. Bu anı, Sir Adam Block’un sözlerini doğrulamaktadır:
“Bir gün Genelkurmay Harekât Şube Müdürü İsmet ( İnönü ), kendisi ile birlikte çalışan yüksek rütbeli bir Alman subayına der ki:
  • Canım siz kalabalıksınız, endüstri devletisiniz. Belçika’da öyle. Onu kendinize mi katacaksınız? Yahut aynı durumdaki Avrupa devletlerini mi? Zaferden sonraki kazancınız ne olacak?

Subay, kendi aralarında sık sık bu konuyu konuşmuş olacaklar ki, ağzından kaçırıverir: “ Die Turkei ! (32)”.
Buraya kadar yapılan açıklama gösteriyor ki, Batılı devletler hep Osmanlı İmparatorluğu’nu kendi sömürü düzeni içine almak çabası içinde bulunmuşlardır.

Kaynak: Türk Devrimi ve Kurtuluş Savaşı, Gnkur. Basımevi, 1976
Hazırlayan: Bağımsız Rehberler Platformu

(*) – Merkez Devletleri: Almanya ve Avusturya – Macaristan devletlerine verilen bir isimdi. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan da bu topluluğa katılmışlardır.
(1) – T.C. Gnkur. Harp Tarihi Bşk.lığı Yayınları: Türk İstiklal Harbi, c.1: Mondros Mütarekesi ve tatbikatı, Ankara Gnkur. Basımevi 1962, s. 11 – 27.
(2) – Melih Cevdet Anday, Cumhuriyet Gazetesi, 30 Ağustos 1974, s.2.
(3) – Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, c.1, İstanbul, İstanbul Matbaası, 1974, s. 38.
(4) – Hikmet Bayur, Türk İnkilap Tarihi, C.I, Ankara, 1963, s. 106.
(5) – Bayur, Türk İnkılap Tarihi, s. 106 – 107.
(6) – Bayur, Türk İnkılap Tarihi, s. 355; Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi C.I, İstanbul, İstanbul Matbaası, 1974, s. 39.
(7) – Belgelerle Türk Tarih Dergisi, sayı: 26, s. 54.
(8) – Larcher, La guerre Turque dans le guerre Mondiale, Paris, 1926, s.41.
(9) – İlhan Selçuk, Cumhuriyet, Panturkizm – Panislamizm, 29 mayıs 1976, s.2.
(10) – Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, C.I, Ankara, 1963, s. 123.
(11) – Bayur, Türk İnkılap Tarihi, s.269.
(12) – Larcher, la guerre Turque dans la guerre Mondiale, Paris, 1926, s.15.
(13) – Hanry Morgenthau, Secrets of The Bosphorus, Londra, 3. Basım, s. 105.
(14) – Celal Bayar, Ben de yazdım, C. V, İstanbul, 1967, s. 1569 – 1570.
(15) – Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.II, İstanbul, 1974, s. 546.
(16) -  Zeki Velidi Togan, Hatıralar, İstanbul, 1963, s. 385.
(17) – Togan, Hatıralar, s. 386 – 388.
(18) – Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve Eseri, Ankara, 1963, s.312.
(19) – Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.I, İstanbul, İstanbul Matbaası, 1974, s.34.
(20) – Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, s.34.
(21) – Aynı eser, s.33.
(22) – Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1958, s. 29 – 30.
(23) – Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.I, İstanbul, 1974, s.33.
(24) – Gottard Jaeschte, İngiliz Belgeleri, s. 52 – 54.
(25) – David Walder, Çanakkale Olayı, İstanbul.1971, s. 224.
(26) – Harry N. Howard, The partiton of Turkey, s.202.
(27) – Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, İstanbul, 1969, s.226.
(28) – Prof. L. Evans, United States poliey and the partiton of Turkey, s. 74 – 76.
(29) – Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.I, İstanbul, 1974, s.304.
(30) – Prof. Laurence Evans, United States policy and the partiton of Turkey, s.52.
(31) – ABD Dışişleri Bakanlığı, Amerika Tarihinin Anahatları, İktisadi İşbirliği İdaresinin Ankara’daki Türkiye Özel Misyoncu tarafından neşredilmiştir, Ankara, s.137.

(32) – Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1958, s.33.


.