30 Ağustos 2015 Pazar

Hani Hep ATATÜRK Gibi Bir Lider İsterdik ya..!

Hani Hep ATATÜRK Gibi Bir Lider İsterdik ya..!

İŞTE GELDİ...












11 Ağustos 2015 Salı

NEDEN VE NEREYE SÜRÜKLENİYORUZ?




NEDEN VE NEREYE SÜRÜKLENİYORUZ?

Ordu istemeyen ve ordunun yüklediği maddi, manevi fedakârlığı göze aldırmayan bir millet esaret zincirini kendi eliyle boynuna geçirir -Gazi Mustafa Kemâl Atatürk(1930)
3 Ağustos 2015’de Türkiyede tipik bir Asimetrik Savaş dönemi yaşanıyor.
PKK ve IŞİD başta olmak üzere terör örgütü mensupları ülkemizin her köşesini savaş alanı ilan etmişlerdir. Askeri tesisler başta olmak üzere tüm devlet güçlerine ağır silahlarla saldırıyorlar. Yakıyorlar, yıkıyorlar, yol kesiyorlar, haraç topluyorlar, pervasızca adam öldürüyorlar. Giderek sayıları artan şehit cenazeleri tüm yurtta teröre lanet yağdıran sloganlarla kaldırılıyor. Terörden yılan halkımızın isyanı ve öfkesi giderek artarken, arkasına aldığı dış dünyanın desteğiyle cüretini arttıran terör örgütü azgınca saldırmaya devam ediyor.
İşte böyle günlerde ülkemizde güçlü bir iktidara, güçlü bir ekonomiye ve güçlü bir ordu ile siyasi yöneticilerine tam güvenen milli iradeye ihtiyacımız vardır.
Türk ordusu; tüm gücü ile teröre karşı kendisine sağlanan sınırlı çerçeve içinde görevini başarıyla yerine getirmeye çalışmaktadır. Ama bu yeterli değildir. Havadan bombardıman ile teröriste zarar verilebilir ama önlemek mümkün değildir. Ayrıca günümüz siyasi ortamında ve kendisine sağlanan hukuki yetkilerle ordunun başarı şansı fazla değildir.
Türkiye, dünyanın en sorunlu bölgesinde etrafındaki kan denizinin doğrudan etkisi altındadır. Uluslararası terörün ülkemize zarar vermesini önlemek için tam bir siyasi güç birliğine ihtiyacımız vardır.. Çünkü mevcut Asimetrik Savaşı sürdürecek ve milli güç unsurlarımızı bu savaşa hazırlayıp yönetecek olan güç siyasi güçtür. Oysa 3 Ağustos 2015’te Türkiyede resmen hükümet yoktur. Seçimin üzerinden iki ay geçmesine rağmen ülkeyi çoğu milletvekili dahi olmayan istifa etmiş AKP hükümeti kerhen yönetmektedir.
Vatanı ve milleti sahiplenip ülkemize karşı yürütülen savaşı göğüsleyecek ve saldırılara karşı milli güç unsurlarını yönetip yönlendirecek olan TBMM ise 2 Ekime kadar kendini tatile sokmuştur. Ne yazık ki ülkemiz her alanda yangın yerine dönmüşken sayın vekillerimiz deniz kıyılarında serinlemektedir.
Teröre karşı verilen Asimetrik Savaşı fiilen yürütecek olan ordumuzun teröre karşı koyma yetki ve sorumluluğu yoktur. Memleketi savaş alanına çeviren terör örgütlerine karşı mücadele (bu işten hiç anlamayan) vali ve kaymakamlar eliyle İller İdaresi Kanununa göre yürütülmeye çalışılmaktadır. Ordu ve güvenlik kuvvetleri sadece kendisine doğrudan saldırılarda meşru müdafa halinde operasyon yapabilmektedir.
Türk ordusu, geçen dönemde kumpasa dayalı davalarla kaybettiği gücünü toparlamaya ve yaralarını sarmaya çalışmaktadır. Kumpas ile birlikte yapılan düzenlemelerle ordunun geleneksel disiplinini sağlayan İç Hizmet kanunundaki kaldırılan bazı maddeler yüzünden yaşanan disiplin zafiyeti devam etmektedir. Ayni şekilde Bedelli Askerlik Kanunu uygulaması ile parası olmayanın vatan için şehit olduğu, parası olanın banka veznesindan terhis olduğu ortamın yarattığı sıkıntılarda henüz giderilememiştir.
T.C. Devleti; kendisini koruyacak tüm tedbirleri Anayasa ve yasalarla belirlemiş ve bununla ilgili teşkilatları oluşturmuştur. Buna rağmen bu hususlar dikkate dahi alınmamakta, Sıkıyönetim, Olağanüstü Hal, Seferberlik ve Savaş Hali durumlarını ilan etmek akla gelmemektedir.
Ordunun üst komuta kademesinin tamamı 3 Ağustos Askeri Şurasında tamamen değişecektir. Bu durumda eski yönetim kademesinin etkili tedbir alması beklenemez. Ayrıca yaz ayları ordu ve emniyet güçlerinin rutin tayin mevsimi olup tecrübeli birlik komutanları ve kurum amirlerinin önemli bir bölümü yer değiştirme süreci içindedir.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen insanlarımız içinde bulundukları bölünüp parçalanma ve kanlı bir iç savaşa sürüklenme sürecinin farkında bile değildir. Yaratılan psikolojik algı ortamı ile halkımız hiç bir şeyi önemsemez hale gelmiştir. İşte asıl tehlikeli olan budur.
Türkiye herşeye rağmen güçlü bir ülkedir. Bugün en önemli eksiği güçlü bir siyasi iradeye sahip olmamasıdır. Vatanın ve milletin sahibi olan TBMM’nin böyle zor günlerde tatilde olması bu vatana yapılabilecek en büyük kötülüktür. Oysa 23 Nisan 1920’de açılan TBMM’in ilk icraatları bugünün vekilleri için ibret alınacak derslerle doludur.
23 Nisan 1920-1 Nisan 1923 arasında görev yapan Birinci TBMM olağanüstü bir meclistir. Çünkü günümüz meclisinin aksine orada Güçler Birliği ilkesi vardır. Yasama, Yürütme ve Yargı TBMM’de toplanmıştır. 23 Nisanda en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Mebusu Şerif Bey Meclisi yönetmiş ve 24 Nisan’da Mustafa Kemal TBMM Başkanı olmuştur.
Bugün her türlü kanun, yönetmelik ve iç tüzük hükümlerine sahip olan 2015 meclisi, ülkedeki tüm ağır şartlara rağmen kendisinde dört ay hiç bir iş yapmama yetkisi bulurken Atatürk’ün TBMM, kuruluşunun ikinci gününde ilk kanununu kabul etmiştir. Birinci TBMM’nin 24 Nisan’da çıkarmış olduğu ilk kanun Ağnam (Hayvan vergilerinin 4 katına çıkarılmasına dair) Kanunudur. İkinci Kanun ise 29 Nisan 1920’de çıkarılan Hıyanet-i Vataniye Kanunudur.
Demekki TBMM bir gün içinde toplanıp ülke yönetimine sahip çıkabiliyor ve gerekli yasal düzenlemeleri yapabiliyormuş.. Bugünde yapılmaması için hiç bir sebep bulunmamaktadır.
ACİLEN ÖNERİLERİM ŞUNLARDIR;

– TBMM derhal toplanıp ülke yönetimine ağırlığını koymalıdır. Bu meclisten istenildiği takdirde ülkenin tüm sorunlarını sahiplenecek hükümet çıkabileceği dosta düşmana göstermelidir.
– Acilen alınacak yasal önlemlerle (Sıkıyönetim, Olağanüstü Hal, Seferberlik ve Savaş hali gibi ) yürütülen savaş için güvenlik güçlerinin elini bağlayan zincirler kırılmalıdır..
– Mevcut terörün dış kaynaklı ve destekli olduğu gerçeğinden hareketle teröre karşı etkin mücadelenin ancak Suriye, Irak ve İran ile yapılacak koordineli çalışmalarla önleneceği dikkate alınarak bu ülkelerle en üst düzeyde siyasi ilişkiler geliştirilmeli, ortak operasyonlar düzenlenebilmelidir.
– Terörden etkilenen ve yaratılmak istenilen iç savaş ortamından halkımızı korumak maksadıyla ülke çapında yoğun bir halkı bilgilendirme operasyonu (Psikolojik Algı Operasyonu) yapılmalıdır. Bu konuda üniversiteler ve sivil toplum kuruluşlarımızda dahil olmak üzere tüm iletişim kanallarından koordineli şekilde istifade edilmelidir.
– Terörle mücadelede çok üstün gayret ve hizmetleri bulunan yetişmiş personel (emekliler dahil) bulunmalı, etkin ve doğru görevlendirmeler yapılarak bunların bilgi, görgü ve tecrübesinden azami istifade edilmelidir..
Bunlar yapılmadığı takdirde sonumuzun ne olacağını görmek için uzmanlığa ihtiyaç yoktur. Son bir kaç yıl içinde Irak, Suriye, Libya’nın yaşadığı süreç geleceğimizin fotoğrafını göstermektedir. Bu albüme bakmak kafi gelecektir.
Dr. Tahir Tamer Kumkale
 https://kumkale.wordpress.com/2015/08/03/neden-ve-nereye-surukleniyoruz/

..

20 TEMMUZ 1974, KIBRIS BARIŞ HAREKATI




20 TEMMUZ 1974, KIBRIS BARIŞ HAREKATI



Efendiler ! Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin (Akdeniz Bölgesi’nin) ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir. (Kemal Atatürk)
Bugün 20 Temmuz 2015, Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs Adasına Barış getirmek için gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekatının 41 nci zafer yılını kutluyoruz. Fakat bugün zaferle taçlanan harekattan 41 yıl sonra KIBRIS’taki genel durumun Türkiye  ve Kıbrıs Türk Toplumunun  milli çıkarları doğrultusunda gelişmediğini üzülerek görüyoruz..
1960 Londra ve Zürih Antlaşmaları ile kurulan ve Türkiye’nin garantör ülke olarak hukuki hakları bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde bugün hiçbir yaptırım gücümüz kalmamıştır. Çünkü bugün sadece Kıbrıs Rum tarafınca temsil edilen Kıbrıs Cumhuriyeti, 1 Mayıs 2004 tarihinden itibaren Avrupa Birliği üyesidir..
Türkiye, uluslararası anlaşmaların kendisine verdiği hukuki kazanımlarını dikkate almadan, hiçbir zaman katılamayacağı AB üyeliği yolunda ilerleyebilmek için Kıbrıs’taki milli hak ve menfaatlerinden feragat etmiştir. 
20 Temmuz 1974’ten itibaren hür ve bağımsız olarak yaşayan Kıbrıs Türk toplumunun 13 Kasım 1983’te kurduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini henüz Türkiye dışında hiçbir ülke tanımamıştır. Tanınması yolunda ne Türkiye ve ne de KKTC yönetimi tam 41 yıldır ciddi hiçbir girişimde bulunmamıştır. AB ile ilişkilerin bugün geldiği boyutlar dikkate alındığında Türkiye’nin de KKTC’nin bağımsızlığını tam olarak tanıyıp tanımadığı da şüphelidir. AKP yönetimi, hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği açıkça belli olan AB üyeliği uğruna küresel güçlerin çekim merkezindeki bu stratejik toprak parçasındaki haklarımızdan vazgeçmiş gibidir.
Dünyada Kıbrıs Türk ve Rum halkları kadar içişlerine karışılan ve üzerinde çıkar hesaplarının odaklandığı başka bir ülke yoktur. Dünyayı küresel çıkarları istikametinde yapılandırmak için çalışan küreselleşme mimarları, dünyanın jeopolitik merkezinde bulunan bu stratejik toprak parçası üzerinde yoğun çaba harcamaktadır.
Bugün Kıbrıs Adasını AB adına Helenizm’e teslim ederek Enosis’i gerçekleştirmek için Türk askerinin adadan çıkartılmasından başka çözüm olmadığını gören küresel güçler bunun için çeşitli senaryolar yazıyorlar ve figüran olarak KKTC ve Anadolu Türk toplumunu birlikte oynatabiliyorlar.
Küresel güçler hedeflerinden asla taviz vermek niyetinde değiller. Ne kadar haklı olursak olalım. Ne kadar hukuk üstünlüğümüz olursa olsun. Adamlar burayı ele geçirerek Türkleri Anadolu’ya hapsetmeyi kafalarına koymuşlar. Bunun fiziki olarak mümkün olmadığını gördüklerinden siyasi entrikalarla bunu bize yaptırma yoluna gidiyorlar. Ve ne yazık ki bunda da muvaffak oluyorlar.
AKP hükümetinin tam teslimiyetçi ve tavizkar tutumu devam ettiği takdirde Kıbrıs Türk toplumunun geçmişte Girit’te, Rodos’ta ve diğer Ege adalarında kaderlerine terk ettiğimiz Türk toplumlarından farkı olmayacaktır. KKTC topraklarının kaybı Anadolu Türk toplumunun bundan sonraki yaşantısında da önemli bir dönüm noktası olacaktır. Kıbrıs’ta kazanılan hakların her ne pahasına olursa olsun korunması kaçınılmaz bir zorunluluktur..
Yıllardır Psikolojik Harekât operasyonları ile beyinleri uyuşturulan Türk halkı Kıbrıs’taki milli çıkarlarımızı ve bu toprağın Türkiye’nin güvenliği için önemini hâlâ kavrayamamıştır. Bu duruma, dünyayı yeniden yapılandırmaya çalışan küresel toplum mühendislerinin yıllarca sabırla sürdürdükleri politikalarla gelinmiştir.
Kıbrıs’ta TSK’nin barış harekâtı ile 41 yıldır gerçek çözümün bulunduğunu, geçen süre içinde tek kişinin dahi burnunun kanamadığını, adada demokrasinin hâkim olduğu bir Türk devletinin yaşadığını, Türkiye’nin bu devletin ilelebet yaşatılması gibi bir tarihi misyonunun olduğu gerçeğini unutmamalıyız.
Buna rağmen 13 yıldır tek başına iktidarda olan AKP’nin KKTC’yi yaşatmak ve üçüncü ülkelere tanıtmak gibi bir düşüncesi olmamıştır. AKP’nin tüm gayretleri çözüm adı altında Kıbrıs Türk toplumunun güneydeki Rumlara BM eliyle yama edilmesi yönündedir.
1974 öncesini bilen ve KKTC’yi kuran neslin yaşları bugün altmış civarındadır. Bu kişilerin artık silah kullanarak kazandıkları devletlerini yeniden kurtaracak fiziki güçleri kalmamıştır ama mücadele ruhları aynen durmaktadır. Bunlar, yeni yetişen ve yaşları otuz civarında olan genç nesil ile her alanda fikir ayrılığı içindedir. Gençler eskiyi  iyi bilmediklerinden, üzerlerindeki yoğun psikolojik baskıyla açıkça dağıtılan euro-dolarlara kanarak avrupalı olacaklarını sanmakta ve Rum kesimi ile birlikte hareket etmektedir.
400 yıllık Türk yurdu yavruvatan Kıbrıs’ta ay yıldızlı bayrağın gönderden inmemesi, ezan seslerinin asla susmaması için Türk milletinin tüm varlığı ile mücadele edeceğine inanıyorum. Bu küçük adada kanla oluşturulan kutsal vatan topraklarının kâğıt üzerindeki sanal birlikteliklerle elimizden alınacağına ihtimal vermiyorum.
Kıbrıs’ın daima Türk kalacağını vurgularken, bugün sessizce vatan topraklarının satışını izleyen halkımın gür sesini çıkarmak için fırsat beklediğini değerlendiriyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
https://kumkale.wordpress.com/2015/07/20/20-temmuz-1974-kibris-baris-harekati/

TÜRK ASKERİNİN ORTADOĞUDAKİ KÜRESEL PETROL SAVAŞLARINDA YERİ YOKTUR.




TÜRK ASKERİNİN ORTADOĞUDAKİ KÜRESEL PETROL SAVAŞLARINDA YERİ YOKTUR. 


BU OYUNA DUR DİYELİM.

Harp zaruri ve hayati olmalı. Gerçek kanaatim şudur; Milleti harbe götürünce vicdanımda acı duymamalıyım. ”Öldüreceğiz” diyenlere karşı “Ölmiyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lakin, millet hayatı tehlikeye uğramadıkça, harp bir cinayettir. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk – 1923)
Birkaç gündür istifa etmiş olan ve yeni hükümet kurulana kadar vekaletle göreve devam eden AK Parti yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti sokaklarında Suriye ile savaş tamtamları çalınıyor. Kaynağı belli olan görünmeyen eller ülkeyi paldır-kültür Suriye ile savaşa doğru sürüklemek istiyor..
Medyada çeşit çeşit savaş senaryoları, bilir-bilmez yarım akıllı savaş uzmanlarının(!) ağzından dile getiriliyor.  Doğal olarak yanlış yapılıyor ve kafalar karmakarış ediliyor..
Hükümet askere “Suriye’ye girin” demiş. Asker “yazılı emir istemiş”. Hükümet hemen hazırlayıp yazılı emrini vermiş. Asker Suriye’ye giriş hazırlıkları yapıyormuş v.s…
Önce şunu bilelim. Savaşı askerler değil T.C. Devleti Hükümeti,tüm milli güç unsurlarını kullanarak yapar. Askeri güç, savaşı planlayıp uygulayacak sekiz milli güç unsurundan biridir ve  savaşta en son devreye girerek noktayı koyacak temel unsurdur.
İki ülke arasındaki sorunlar barışçıl metotlarla çözülemeyince bu defa hükümetler savaş açar. Her savaşın mutlaka elde etmesi gereken belirli bir siyasi hedefi olur. TBMM’den savaş açma yetkisini alan hükümet, bu savaşla ilgili olarak seçtiği siyasi hedefi elde etmek için HÜKÜMET DİREKTİFİ hazırlar. Bu direktif askerle birlikte devletin bu savaşta kullanacağı tüm unsurların çok detaylı görev ve sorumluluklarını içerir.
Uluslararası hukuk kuralları ve BM Antlaşmasının temel esaslarına göre hazırlanan bu direktif içinde askerin hedefi somut olarak belirlenir. Bu hedefe nereden ve nasıl gidileceği; hedefte ne kadar kalınacağı; hedef ülkede hangi hukuki kuralların cari olacağı; yapılacak askeri harekata etki edebilecek bölge ve dünya ülkeleri ile hangi angajman kurallarının uygulanacağı; bu harekatın personel, malzeme, teçhizat, iaşe ve ibadesi ile sağlık hizmetlerinin nasıl sağlanacağı ve özellikle bu savaşın iletişiminin nasıl sağlanacağı gibi hususlar  soruya muhatap kalınmayacak kadar açıkça belirtilir. Bunlar tam tespit edilip, muhtemel sonuçları iyi değerlendirmeden yapılacak askeri harekat mutlaka hüsranla ve mağlubiyetle sonuçlanır.
Savaş Hali’nin ne olduğu ve hangi prosedüre uygun olarak ilan edileceği Anayasamızda açıkça belirtilmiştir. Buna göre ülkenin tüm imkanlarının bir savaşa hazırlanması, seferberlik ilan edilmesi ve devam ettirilmesi için barış şartları kanunlarının yetmeyeceği açıktır. Savaş şartlarının zorluğu bilindiğinden çok özel tedbirlerin hızla alınabilmesi için 2941 Sayılı SEFERBERLİK VE SAVAŞ HALİ KANUNU maddeleri yürürlüğe sokularak bazı hürriyetleri kısıtlayan Sıkıyönetim ve Savaş Hali ilan edilir. Doğal olarak bütün bu hazırlıklar belli bir zaman sürecine ihtiyaç gösterir.
Yani medyada çok dillendirilen savaş hali, birdenbire oluşan ve hemen olup-biten bir durum değildir. 1974 Kıbrıs Barış Harekatının üzerinden 41 yıl geçmiştir. Ve bu harekatı gerçekleştiren Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin savaş hali halen devam etmektedir. Çünkü,  41 yıl önce savaşan tarafların askerleri arasında yapılan Ateşkes Antlaşması, henüz siyaset makamı tarafından kabul edilen Barış Antlaşması ile sonuçlanmamıştır.
Bu işin teknik yönüdür. İlgililer ve yetkililer mutlaka tarih önünde hesap verebilmeleri için bu kuralları işletmek durumundadır. Bu işler doğası gereği gizli yapılır. Yani şimdi basından pek çok çeşidini gördüğümüz savaş planları tamamen spekülasyon ve hayalleri çalıştırmaktan ibaret boş haberlerdir.. Bir bakıma bugün yaşananlar AK Partinin seçim yenilgisini örtecek  kaos ortamının yaratılmasına ilişkin psikolojik harekat operasyonlarıdır.
Şurası bir gerçektir. Bugün Suriye sınırımız boyunca kontrolumuzda olmayan bölge içinde emperyalist küresel güçlerin devrede olduğu tipik bir asimetrik savaş tüm  hızıyla devam etmektedir. Bununla ilgili IŞİD, PKK, KOBANİ, PYD, HİZBULLAH kavramları Türkiye gündeminin değişmez temalarıdır..
Bugün sınırlarımız dışında, oluşmasında Türkiye’nin de büyük günahı olduğu iddia edilen müthiş bir sıcak savaş yaşanıyor. Yıkılması için gün sayılırken, arkasına Rusya-Çin-İran gibi güçlerin desteğini alan Beşar Esad Suriye’de iktidarını sağlamlaştırıyor. Irak ve Suriyeyi parçalamak için batının destek vererek yaşattığı terör örgütleri içinde en güçlüsü olan IŞİD Suriye ve Irak topraklarının büyük bir kısmında hakimiyetini kuruyor.. 
Ülkemizde 2.5 milyon Suriyeli mülteci serseri mayın gibi kontrolsuz ve başıboş dolaşıyor. Elek haline dönen Suriye sınırımızdan geçen mülteciler ülkenin her yanını güvensiz hale getirirken kendine yetmeyen ekonomimizi felç ediyorlar.
Suruç’un güneyinde Suriyeli Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kobani kasabasında IŞİD ve PYD örgütleri kıyasıya savaşıyor. Bölgeden kaçan Suriyeli Kürtler Türkiye’ye sığınıyor. ABD ve müttefikleri “IŞİD’a karşı hareket ediyoruz” bahanesi ile tüm bölgede havadan kurduğu hakimiyetini sürdürüyor.  Yani Irak petrollerinin Akdenize kesintisiz inmesini sağlayacak bir Kürt koridorunun  hazırlanması için batılı güçler tüm imkanlarını kullanıyorlar. Türkiyede buna her şekilde katkıda bulunuyor.
Güney sınırlarımızda durum böyle iken PKK terör örgütü yandaşları; tüm Türkiyede devletin tüzel kişiliğine, bayrağına, Atatürk heykellerine, okullarına, belediye binalarına, devletin araçlarına, bankalarına saldırıyor, yakıyor ve yıkıyorlar. evletle savaşan PKK yandaşları bu yıkımın sebebi olarak Türk askerinin IŞİD’e karşı savaşmamasını gösteriyorlar. Okullar, bankalar ve devlet daireleri kapatılıyor. Bir bakıma Doğu ve Güneydoğu Anadolu şehir ve kasabalarında fiilen savaş hali yaşanıyor. 
Bugün Türkiyede, tüm özellikleri ile süren Asimetrik Savaştan artık hiç kimse önünü göremiyor. Yetkili ve etkili devlet erkanı ise vatandaşlarını bilgilendirip aydınlatacak yerde anlamsız mesajlarla kafaları bulandırıyorlar.
Geçen 7 yıl içinde Ergenekon, Casusluk ve Balyoz operasyonları ile ordunun komuta kademesi darmadağın ediliyor, İstihbarat ve bilgi edinme kaynakları kanunla elinden alınarak MİT’e bağlanıyor, TSK Genel ihtiyatını teşkil eden Jandarma Genelkurmayın elinden alınarak kaymakam ve valilere bağlanıyor. Bu şartlarda, Türk askeri çözüm süreci adı altında hapsedildiği kışlalarında çevresinde neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor. Geçmişte terörle mücadelede başarılı olan tüm birlik komutanlarının önceden oluşturulmuş gizli tanık ifadeleriyle birer birer tutuklanıp hapsedilmelerinin yarattığı moral yıkımının etkileri tüm subaylarının beyinlerinde henüz canlılığını koruyor. 
Özetle, yandaş medyanın tüm örtme çabalarına rağmen Türk halkı ülkenin sürüklendiği batağı görüyor ve geleceğine güvenle bakanların sayısı azalıyor.
13 yıldır tek parti iktidarındaki Türkiye Cumhuriyeti, birbiri ardından yapılan ciddi yanlışlarla tükenmiş ve iflasın eşiğine gelmiştir. Bu şartlarda sınırlarımız dışına asker gönderilmesi, yani Ortadoğudaki sonu gelmeyen sıcak mezhep çatışmalarına dahil olunması taammüden cinayettir. Bu davranış yeni bir dünya savaşını tetikliyerek T.C Devletinin ve Türk milletinin sonunu hazırlayabilir.
Topraklarında bağımsız ve dik duran birlik ve beraberlik içinde 76 milyonluk Türkiye’nin varlığı bu bölgede istikrarın temini için kafidir. IŞİD, PYD ve diğer terör örgütleri Irak ve Suriye’nin iç işidir. Güneyimizde Kürt koridorunun kurulmasını önlemenin yolu Suriye topraklarını işgal etmek değildir. Eğer biz sınırlarımızı her türlü terörist geçişine kapatırsak ve topraklarındaki terör örgütlerine karşı ülke bütünlüğünü sağlamaya çalışan Beşar Esad’da destek olursak onlar kendi topraklarını kendileri korurlar. O topraklar ın korunması için  Mehmetçik kanının dökülmesi gerekmez. Terörü desteklemeyelim o yeter. Bırakalım herkes kendi evinin içini temizlesin. Bizi Suriye’nin bölüp parçalanması değil, istikrarı daha çok ilgilendirmektedir.
Bizim öncelikli işimiz; Suriyedeki ayrılıkçı güçlerle savaş olamaz. Bizim işimiz ülkemiz içindeki ayrılıkçı PKK terörü ile mücadele ederek kaybetmek üzere olduğumuz toprak bütünlüğümüzü sağlamak olmalıdır. Nereye sürükleniyoruz ? sorusu herkesin kafasını kurcalamaktadır. Bunun cevabını yöneticilerimiz halka vermek zorundadırlar.
Ömrü savaş meydanlarında geçen ve kurtuluş savaşını kazanarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk; “Millet hayatı tehlikeye uğramadıkça harp bir cinayettir” sözleriyle savaş ile ilgili karar alıcılara gereken emri net bir dille vermiştir. Atatürk, bu sözleri bugün hızla sürüklendiğimiz Suriye ile savaş gibi durumları çok önceden görerek söylemiştir. Gazi, burada “harp” sözcüğü ile iki tarafın orduları dahil topyekün tüm milli güç unsurlarıyla her alanda yaptıkları sıcak çatışmayı tanımlamaktadır.
Mahalli çatışmaları kendi milli çıkarları için yönlendiren küresel güçler dışında birbiri ile savaşan devletler bu tip savaşlar sonunda galip gelseler dahi maddi ve manevi çok büyük kayba uğrarlar. Çünkü bu savaşların tek galibi ülkeleri savaşa sürükleyen küresel güç odaklarıdır.
Onlar hep kazanırken sudan sebeplerle çatıştırılan ülkelerin kayıplarının telafisi kolay olmaz. Savaşan milletlerin refah ve gelişmişlik seviyelerinin savaş öncesi durumlara ulaşması ise uzun zamana ve büyük maddi desteğe ihtiyaç gösterir. Doğal olarak bu seviyeye ulaştırılmaları da yine onları çatışmaya sokan güçlerin maddi katkıları ile olacaktır. Yani onlar bu şekilde hem çatışan ülkelerin yönetimleri üzerindeki denetimlerini pekiştirecekler hemde maddi kazançlarını katlıyacaklardır. Ve bu vahşi düzen yüz yıldır değişmeden devam etmektedir.
Küresel odaklar, Suriye ve Türkiye’yi savaştırarak ülkemizi  BOP haritasında gösterildiği şekilde bölmeyi hedefliyorlar. Suriye ile birlikte karşımızda Rusya-İran-Çin ittifakı bulunmaktadır. Türk ordusu IŞİD veya PYD/PKK bahanesi ile Suriye’ye saldırırken Rusya ve İrandan petrol ile doğalgaz sevkiyatının kesilmesi dahi bizim savaşı başlamadan kaybetmemiz gibi bir sonucu doğuracaktır. Burada istenen Türkiye’nin zayıf, güçsüz ve birilerinin desteğine muhtaç halde bulundurulmasıdır.
Küresel güçlerin emperyalist hedeflerine katkıda bulunacağım diyerek bu acı faturayı Türk halkına ödetmeğe kimsenin hakkı yoktur.
Sanal gündemlerle kafası karıştırılan milletimizi adeta algılama yeteneğini yitirmiştir. Oysa tüm olumsuz şartlara rağmen Türk toplumunu yıkıma götürecek  sıcak savaşa dur demek görevi tek tek bu necip milletin fertlerine düşmektedir.
Türk insanı Suriye ile asla  savaş istemediğini her yerde haykırmalı ve olayların kontrolünü kaybetmiş olan yöneticilerini teröristlerle değil, ülkesinin toprak bütünlüğünü savunan Esad yönetimi ile işbirliği yönünde  uyarmalıdır.
Emperyalist saldırıları ancak Türk milletinin hür iradesi ve vicdanından gelen vatan ve millet aşkıyla göstereceği dik duruşlar önleyebilir. Bu maksatla halkımız birilerinin kendisine önder olmasını beklememelidir. Herkes kendi iş ve sosyal çevresinde etrafında olan kendisi gibi düşünenlerle bir araya gelip savaşa doğru bu korkunç gidişe dur demelidir..
İnanıyorum ki Türk milleti tarihten gelen sağduyusu bütün savaş oyunlarını bozacaktır. Atatürk’ün söylemi ile “Muhtaç olduğu kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”
Sonuç olarak; Türk Ordusu, tüm sıkıntılarına rağmen mevcut potansiyeli ile bölgedeki savaşın savaşan tarafı değil, aksine savaşı durduracak güç olmak zorundadır. Bu tarihi misyonu başarması için tüm milleti kucaklayacak ve komşularıyla dostluk ilişkilerini yeniden tesis edecek güçlü bir siyasi desteğe ihtiyaç vardır.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
https://kumkale.wordpress.com/2015/06/29/turk-askerinin-ortadogudaki-kuresel-petrol-savaslarinda-yeri-yoktur-bu-oyuna-dur-diyelim-2/

OYUM VATAN PARTİSİNE



OYUM VATAN PARTİSİNE


Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1923)
Türk siyasetinde milli merkez oluşturma çalışmalarını başarıyla sürdüren siyasetin onurlu isimlerinden eski İzmir Milletvekili ve devlet bakanı Ufuk Söylemez bugünkü Aydınlık Gazetesindeki UFKA BAKIŞ köşesinde ”OYUMU KİME VE NİYE VERECEĞİM”  başlıklı bir yazı yayınladı.
Halen Demokrat Parti üyesi olmasına rağmen oyunu VATAN PARTİSİ’ne vereceğini çok açık ve veciz ifadelerle açıklayan Sayın Söylemez’in özenle seçtiği ifadelerinin tamamına katılıyorum. Ve bu yazısının altına imzamı atıyorum.
Ufuk Söylemez’in tamamen milli ve birleştirici görüş ve düşüncelerini aynen alıyor ve halen kararsız durumdaki yardımcı olmasını diliyorum..
———————–
Genel seçime 10 gün kala, oyumu hangi partiye ve hangi gerekçelerle vereceğimi açıklayarak siz değerli okurlarımız ve kamuoyu ile paylaşmak istediğimi belirtmiştim. Öncelikle ne halen üyesi olduğum DP’den, ne de başka bir partiden aday olmadığımı ve/veya adaylık başvurusunda bulunmadığımı vurgulamak isterim.
Şimdi “nasıl” bir partiye “niye” oy vermek istediğimi özetleyeyim;
“Andımızı” Cumhuriyet okullarında yeniden okutacağını söyleyen bir siyasi partiye oy vermek istiyorum.
Sağ-sol demeden Atatürk’te Birleştik şiarıyla partiler üstü demokratik bir kuvay-ı milliye hareketi olan ‘Milli Anayasa Forumlarına ve Milli Merkez’e’ destek veren ve bizlerle omuz omuza mücadele eden bir siyasi kadroyu barındıran bir partiye oy vermek istiyorum.
Cumhuriyet tarihinin gördüğü en karanlık ve tehlikeli organizasyon olan, ABD iltisaklı-Cemaat görünümlü, F-Tipi örgütle yıllardan beri kararlılık ve gayretle mücadele eden kadrolara ve fikriyata sahip bir siyasi partiye oy vermek istiyorum.
Ergenekon-Balyoz ve benzeri kumpaslara cepheden karşı çıkan, Milli ordumuza ve Milli aydınlarımıza sahip çıkan, bu yolda ağır bedeller ödemelerine rağmen, yürekli bir mücadeleyi ortaya koyan kadroların yoğunlaştığı bir siyasi partiye oy vermek istiyorum.
Hem Sorosçu-hem Atatürkçü olunmaz diyenlerin, sözde değil özde Atatürk ve ilkelerine sahip çıkmak isteyenlerin buluştuğu bir siyasi partiye oy vermek istiyorum.
Altta kalanın canının çıktığı bir vahşi kapitalizme, üretimden kopuk, sıcak paraya ve borçlanmaya dayalı bir kumarhane ekonomisine karşı, Atatürk’ün “karma” ekonomik modeline sahip çıkan bir siyasi partiye oy vermek istiyorum.
Mezhepçi-yobaz-dinimizi siyasallaştırmak isteyen gerici zihniyete karşı, laiklik ilkesine bağlılığını açıkça ortaya koyabilen bir siyasi partiye oy vermek istiyorum.
Emperyalizm destekli bölücü terörle müzakere ve pazarlık yapmayacak, Türk ile Kürdü, ulus devlet ve üniter yapımızda birleştirecek bir siyasi partiye oy vermek istiyorum.
“Kayden Türk- Kalben ABD’li” K. Derviş’in müridi değil, “Mustafa Kemal’in askeri” olanların birleştiği bir siyasi partiye oy vermek istiyorum.
Bir yandan oyları bölmeyin masalını anlatırken, öte yandan vahşi-kanlı-bölücü örgütün siyasi uzantısı ile koalisyon yapmaya çalışmayan, anti-emperyalist duruşa sahip bir siyasi partiye oy vermek istiyorum.
Soğuk savaş döneminden kalan sağ-sol kamplaşmasını aşan ve bugün milli-gayrı milli saflaşmasında Cumhuriyetçi-Milli cephede, yer alanların buluştuğu bir siyasi partiye oy vermek istiyorum.
Sn. Nihat Genç’ten – Sn. Yaşar Nuri Öztürk’e, Sn. Yılmaz Özdil’den – Sn. Soner Yalçın’a, Sn. Levent Kırca’dan – Sn. Rıza Zelyut’a, Sn. Mustafa Mutlu’dan – Sn. Sabahattin Önkibar’a kadar, millici-demokrat-yurtsever ve Atatürkçü yurttaşlarımızın sevip saydığı, fikirlerine ve duruşlarına saygı duyduğu, ülkemizin yüz akı milli aydın-yazar ve sanatçılarımızın da değer ve önem verdiği bir siyasi fikre, kadroya ve partiye oy vermek istiyorum.
Silivri’de karda kışta toplanan onbinlerin, 19 Mayıs’larda, 10 Kasım’larda Anıtkabir’e yürüyen yüz binlerin, Haziran Gezi direnişinde Mustafa Kemal’in askerleriyiz diye haykıran milyonların, bu taleplerini kucaklayacak, milli duruştan-ulusal çıkarlardan yana bir partiye oy vermek istiyorum.
Son olarak 8 Haziran sabahından itibaren, Demokratik-Milli ve Cumhuriyetçi bir cephenin, birliğin ve ittifakın öncüsü olabilecek bir siyasi partiye oy vermek istiyorum.
İşte yukarıda bir kısmını sıralayabildiğim gerekçe ve önceliklerle, bu genel seçimde oyumu Atatürk’te Birleştik diyen, Cumhuriyet’in Kurucu değerlerine gönülden bağlı olan, milli duruşlu ve ulusal çıkarlardan yana olan kadroları ve programıyla; “Vatan Partisine” vereceğimi beyan ve ilan ediyorum!

EVREN PAŞA ÖLDÜ !




EVREN PAŞA ÖLDÜ !


Devletin içine düştüğü yok olma tehlikesinin korkunç derinliğini görmekten aciz olan zavallılar, elbette ciddi ve hakiki çareyi görmemek için gözlerini yumarlar. -Gazi Mustafa Kemâl Atatürk- (1924)
Türkiye’nin 1980-1989 yıllarına damgasını vuran müstesna bir insanı, TC.’nin 17 nci Genelkurmay Başkanı ve 7 nci Cumhurbaşkanı Kenan Evren Paşa’yı kaybettik . Milletçe başımız sağ olsun. Eski bir silah arkadaşı olarak değerli komutanımızın acılı ailesine, Türk Silahlı Kuvvetleri camiasına ve milletimize baş sağlığı diliyorum.
Allahtan rahmet diliyorum. Ruhu şad olsun. Mekanı cennet olsun.
Bu vesile ile daha dün kendisini göklere çıkararak yakınında olabilmek için çırpınan, ama bugün kendisini görmemezlik ve tanımamazlıktan gelen siyasi aktörleri şiddetle kınıyorum.
Doğruları ve yanlışları ile 12 Eylül Askeri darbesinin lideri olarak o günlerin tek sorumlusu olarak kabul edilen Evren Paşa’nın 98 yaşında ölümü ile maruz kaldığı muamelenin Türk örf ve adetlerinde yeri yoktur. Türk kültüründe ölünün ardından kötü konuşmak yoktur. Saygınlığını kaybetmiş Türk basınında yer alan objektif kriterler içermeyen yersiz ve haksız suçlamaları yapmak bize yakışan davranış normları değildir. Çünkü Evren Paşa söylemleri ve yaptıkları, o günleri yaşamamış günümüz siyasilerinin polemik yapacağı konulardan değildir. 12 Eylül ve eserleri artık tarihe intikal etmiştir. Değerlendirmeyi sokaktaki sade vatandaşlar değil tarihçiler yapacaktır.
Evren Paşa’nın şahsında gündeme getirilen 12 Eylül Askeri darbesini ana hatları ile hatırlatmak istiyorum.
35 yıl önce 12 Eylül 1980’de Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri içinde ülke yönetimine el koymuş ve Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren ile Kuvvet Komutanlarından oluşan 5 kişilik kadro MİLLİ GÜVENLİK KONSEYİ adı altında tam üç yıl süre ile ülkeyi yönetmiştir.
O gün doğanlar bugün 35 yaşındalar. O gün 10 yaşında olup olayları tam olarak anlayıp, kavrayacak yaşta olmayanlar bugün 45 yaşında olup ülke yönetiminde gerçek söz sahibidirler.
Stratejik konumu ve coğrafi özellikleri gereği ülkemiz daima dış tehdit odaklarının menfaatlerinin kesiştiği bir düğüm noktasında bulunmaktadır. 92 yıllık Cumhuriyet tarihimizde, Atatürk Dönemi de dahil olmak üzere anarşi, terör, isyan, iç çatışma, kardeş kavgası hiç eksik olmamıştır. Bölgede güçlü, kuvvetli, zengin, huzur ve refah dolu bir Türkiye istemeyen dış güçler bütün imkan ve kabiliyetlerini birleştirerek bu ülke insanının birbiriyle daima savaş halinde olmasını arzulamış ve bunun için el birliği ile çalışmışlardır. Bu coğrafyada yaşayan insanımızın kaderi budur. Bu saldırılar biz güçsüz olduğumuz sürece devam edecektir.
Artık tarihe mal olmuş günleri tarihçilere bırakmadan karalayanlar; ayni tarihçilerin, ayni şahısların 12 Eylül 1980 öncesi ve sonrasında askerleri yönetime el koyması için nasıl teşvik ettiklerini, ve sonrasında şimdi CUNTA olarak niteleyip yargıladıkları 12 Eylül askeri yöneticilerine nasıl alkış tuttuklarını ve kendilerine kurtarıcı gözü ile bakıp methiyeler düzdüklerini de yazacaklarını bilmeleri gerekmektedir.
“En iyi askeri idare, en kötü demokrasiden bin kat daha kötüdür.” Sözü günümüz Türkiyesi için çok doğrudur. Çünkü bugünkü globalleşen ortamda yapılacak bir darbeyi ve yönetime el koymayı ne halka, ve nede dış dünyaya anlatabilmek mümkün değildir. Olaylar o günün şartları altında değerlendirildiği takdrde bakış açılarının daha mantıki ve gerçekçi olacağı kesindir.
Toplumsal ve sosyal olayları şahıslara bağlı kılmadan geniş bir perspektif ile ele almak gerekir. Olayların yarar ve zararlarının görülmesi uzun zamana bağlıdır. Bu bakımdan 12 Eylül Harekatı’nın iyi ve kötü yanlarını tarihçilere bırakıp bir tek iyi hususunu açıklamanın yararlı olacağını sanıyorum.
Bugün içinde bulunduğumuz her alandaki aciz durumumuza; 60’lı yıllardan başlayarak anarşi ve terör yüzünden daima kapalı bulunan okullarımızdan iyi tahsil alamayan ve ülkeyi şu anda bütün unsurları ile yöneten bizim nesillerimizin sebep olduğunu söylemem yanlış bir değerlendirme olmaz. Ama 1980 sonrası milli eğitim sistemimizdeki bütün aksaklıklara rağmen eğitim ve öğretim faaliyeti; 35 yıldır her seviyede kesintisiz olarak , Atatürk İlke ve İnkılaplarına uygun sürdürülmüştür. Yeni yetişen nesiller bizlerden çok daha iyi eğitim almışlardır. Bunun sonuçlarının ise ancak 10 yıl sonra görüleceğini de biliyor ve mutlu geleceğe güveniyorum.
12 Eylül öncesi adeta askeri yönetimi bağıra bağıra çağıran korkunç ortamı anlatabilmek,o ıstıraplı günleri kalemle tasvir edebilmek kolay değildir. Ancak yaşayanlar bilir. İşte size birkaç örnek;
– İşçiler, memurlar, öğrenciler, sendikalar, polisler, hakimler, savcılar bölünmüşler ve bütün mesailerini birbirlerini ortadan kaldırabilmenin planları ile geçiriyorlar.
– Halkın tamamı kamplara bölünmüş, birbirini kırmak ve ortadan kaldırmak için silahlanmış. Kurtarılmış köyler, mahalleler, kurtarılmış kazalar ve iller meydana gelmiş.
– Terzi Fikri adında bir gafil kişi, bu devleti tanımadığını bildirerek Fatsa’da kendi adına Halk Cumhuriyetini ilan etmiş.
– Günde her yaştan, asgari 30 kişi ölüyor. 1 yıl içinde ölen ve yaralanan halk kitlerinin sayısı SAKARYA Meydan Muharebesindeki zaiyatımızdan büyüktür. Bu ölenlerin içinde üzerine 30 kurşun sıkılan 6 aylık bebekler ,en namlı gazeteciler, belediye başkanları, profesörler, Orgeneraller, bakanlar, milletvekilleri ve hatta başbakanlar vardır.
– Ülkede Atatürk’ün yerini Lenin, Stalin, Mao, Humeyni gibi liderler almış. Türk bayrağının yerini kızıl bayraklar ve yeşil bayraklara devretmiştir .
– İşçiler ekmek yedikleri fabrikalarını,işyerlerini ateşe veriyorlar. Yıkıyorlar.
– Okullarımız ve üniversitelerimiz kapanmış, eğitim tamamen durmuş. Üniversitelerimiz tamamen anarşi ve teröre teslim olmuş. Harabe haline gelmiş sınıf ve anfiler ile yakılan kitap ve dokümanların resimleri gazete sayfalarını dolduruyor.
– Yurdun her tarafında ilan edilen sıkıyönetim anarşi ve terörü önleyemiyor. Ülkenin her tarafında hava karardıktan sonra sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş. İnsanlarımız birbirinden ürker hale gelmiş.
– Parlamentomuz 6 aydır bir cumhurbaşkanı seçemiyor.
– ECEVİT, DEMİREL, ERBAKAN ve TÜRKEŞ liderliğindeki partililer hiç bir konuda anlaşamıyorlar. Sadece bu ortamın müsebbibi olarak birbirlerini suçluyorlar.
– Her an nerenin bombalanacağı ve nerenin yakılacağı bilinmiyor.
– Üretim tamamen durmuş. Benzin yok. Sigara yok. Sana yağı yok, Ekmek yok. Isınacak kömür yok. Karaborsa ve fiat anarşisi kontrol edilemiyor.
– Durdurun bu kanı, düzeltin bu anarşik ortamı diye haykıran ve bütün sıkıntıları yaşayan halkın sesini dinleyen yok.
Bunlar ilk anda aklıma gelen ve tarafımdan yaşanmış birkaç örnek. Ama daha fazlasını öğrenmek isteyenler için gazete ve dergilerimizin arşivleri açıktır. Bugün ülkeyi bu durumdan çıkartan ve halka lâyık olduğu huzur ve güven dolu ortamını sağlayan Türk ordusunu ve Evren Paşayı karalamaya çalışanlara tarihçiler gerekli cevabı zamanı gelince vereceklerdir.
Demokrasiler için gerçekten istenilmeyen ve günümüzde son derece utanç verici bir yönetim olmasına rağmen; milli hislerin, milli şuur ve ihtiyaçların, ülkemizin ve milletimizin geleceğine ilişkin kaygıların, ümit ve bekleyişlerin doğrultusunda; kanunların kendisine tanıdığı yetkilere dayanarak, tamamen hiyerarşi düzen ve disiplin içinde gerçekleştirilen “BAYRAK HAREKATI” ile gelen 12 EYLÜL ASKERİ YÖNETİMİ yurt içinde büyük tasvip ve destek gördü. Dost ve müttefik ülkelerde ilgi ile izlendi ve genellikle anlayışla karşılandı.
Askeri yönetim 1983 Kasımında seçimleri yapıp ülkede normal düzene dönüldüğünde; ‘ Bayrak Harekatını en çok eleştirenler ve bu eleştirilerden oy ve çıkar sağlamaya çalışanlar; maalesef siyasi geleceklerini, ilmi ve idari kariyerlerini ve hatta varlıklarını bu harekatın yapılmasına borçlu olanlar arasından çıkmıştır.
Bu insanlar devlet ve millet hayatında, bürokraside, eğitimde ,yönetimde daima kısır ve bağnaz çekişmeler içerisinde yaptıkları büyük hataları, devletin varlık ve bütünlüğü ile milletimizin birlik ve beraberliğine karşı işledikleri ağır suç ve davranışları; bu harekatı eleştirmek, yapılanları küçük göstermek ve hatta yok saymak suretiyle örtme, hafızalardan silme imkan ve fırsatlarını elde ettiler.

Bugün, Türk Ordusu tarafından gerçekleştirilen “BAYRAK HAREKATI”nı zorunlu kılan yıkıcı, bölücü, yok edici, kardeş kanı dökücü; devleti, cumhuriyeti ve milletimizi büyük risk altına sokup varlığını tehdit eden anarşik eylemler unutuldu. Bu dönemde; devlet yönetiminde, kamu ve hukuk düzeninde, toplumumuzun siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel, bilim ve teknolojideki önemli gelişmeler tamamen gözardı edildi. Yıllardır çalışmayan yönetim yüzünden dağ gibi biriken sorunların çözümü için, hiç bir yönetimin göze alamadığı insan üstü çabalarla ortaya konarak, güncelliği, gerçekçiliği ve geçerliliği hala devam eden yasal düzenlemelerde unutulmak istendi.
Bugün basınımızın isim sahibi kalemşörleri elbirliği etmişçesine o günlere ve o günlerin yöneticilerine ağır saldırılarda bulunmaya devam etmektedirler. Bu saygın kardeşlerimizin unutmaması gereken bir önemli husus vardır… Arşivlerde halâ o günkü yönetime ithâf ettikleri methiyeleri durmaktadır.
Sonuç olarak;
TÜRKİYE ARTIK ASKERİ İHTİLAL DÖNEMLERİNi GERİDE BIRAKMIŞTIR.
Şartlar ne olursa olsun askeri yönetim bir daha gelmeyecektir. Çünkü bugün Türkiye ve dünyanın şartları çok değişmiştir. Tek kanallı siyah-beyaz devlet televizyonundan yüzlerce televizyon, binlerce radyo, bilgisayar, internet ve cep telefonu devrine girilmiştir. Türkiye global ortama ayak uydurmuştur. Ne kadar zorlanırsa zorlansın, günümüz Türkiyesinde bir askeri ihtilâlin hiç bir mantıkî sebebi bulunamaz ve artık hiç kimsenin desteği de alınamaz. Nitekim Ordunun komuta kademesince bu husus zaten her fırsatta dile getirilmektedir.
Konuya bu açıdan yaklaşarak, O günlerin şartları içinde gerçekleştirilen ve halkın her kesiminden çok büyük destek olan 12 EYLÜL BAYRAK HAREKATI’nı ve artık merhum olan lideri Kenan Evran Paşa’yı yermeyi bırakalım. O’nu tarihçilere ve tarihe terk edelim. Ama o günlerden alacağımız pek çok ders olduğunu bilerek araştıralım, inceleyelim.


https://kumkale.wordpress.com/2015/05/13/evren-pasa-oldu/