16 Şubat 2019 Cumartesi

Necdet Küçüktaşkıner'i Komisyon Niye Dikkate Almadı, MİT Neden Savunmadı

Necdet Küçüktaşkıner'i Komisyon Niye Dikkate Almadı, MİT Neden Savunmadı?




 
      

NECDET KÜÇÜKTAŞKINER’İ  KOMİSYON NİYE DİKKATE
ALMADI, MİT NEDEN SAVUNMADI?

31.01.2013

Tarih 17 Mart 1997, yer TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu.
Komisyon Başkanı Refah Partisinden Nevşehir Milletvekili Mehmet ELKATMIŞ, Başkanvekilli Doğruyol Partisinden Van Milletvekili Mahmut YILBAŞ, Komisyon Sözcüsü Refah Partisinden Gaziantep Milletvekili Mehmet Bedri İNCETAHTACI, Kâtip Üye Anavatan Partisi İzmir Milletvekili Metin ÖNEY, Üyeler Refah Partisinden Karabük Milletvekili Hayrettin DİLEKCAN, Doğruyol Partisinden Tekirdağ Milletvekili Nihan İLGÜN, Anavatan Partisinden Sinop Milletvekili Yaşar TOPÇU, Demokratik Sol Partiden Aydın Milletvekili Sema PİSKİNSÜT, Cumhuriyet Halk Partisinden İçel Milletvekili Dursun Fikri SAĞLAR


Komisyon’un dinlediği kişinin adı ise Necdet Küçüktaşkıner. Avukat, 1966-1973 arasında görev yapmış eski bir MİT mensubu. Necdet anlatıyor:
“12 Mart olayları sırasında 1972 senesinde Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) operasyonu yürüdü Türkiye'de. Bu operasyonu planlayan benim. 
Adı Şafak Operasyonu’dur.


Bu Şafak Operasyonu’nu yürütürken İstanbul Bölge Sorumlusu Ferit İlsever'in karargâh olarak kullandığı evi tespit ettik. Bu karargâh, Hiller Samder Boyt adında Robert Kolej'de profesör olan İngiliz uyruklu şahsa ait.
Bu operasyon sonucunda İstanbul bölgesinde ve bütün Türkiye şamil olmak üzere, 266 eleman yakaladık; bu arada İngiliz'i de yakaladık. İngiliz'i aldık emniyete getirdik, gazetelerde yazdı...
Bu İngiliz'i, bize sorgulatmadılar. Yukarıdan kesin dediler. MİT'ten gelen emir, Ankara'dan kimin verdiğini bilemem. Bizim teşkilattan geliyor. 20 tane konsolosluk arabası geldi. İngiliz'i biz sorgulayamayınca o tarihte bu örgütün yabancı iltisaklarını tam tespit edemedik.


Bize sol örgütü yakala dediler. Biz, sol illegal örgütü deşifre etme çalışmalarına girerken altından İngiliz çıktı.
Ferit İlsever’in defterini ele geçirdik. Bu şifreli defterde, bugün, halen, medyada yer alan, elliye yakın insanın ismi vardı. Ankara 3 numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi’nin Şafak Davası dosyasında mevcuttur bu şifreli defter, delil olarak orada mevcuttur.
Ondan sonra aradan seneler geçti, 1973 senesinde ayrıldım, avukatlık yapıyorum. 1978 senesi 15 Temmuzunda benim yazıhanem basıldı. Bu Ferit İlsever yazıhaneme geldi. 1978'de Aydınlık “Kontrgerilla” yayınını başlattı. Bu yayından önce bana geldiler ilk sayısının çıkmasından önce yazıhanemi bastılar resmen silahlı.


Bunlar silahlı bir örgüt değildir, onu hemen arz edeyim. Bunlar daha ziyade böyle yayın yoluyla falan yıpratma, provokasyonlar, işte hükümet, devlet devirme falan böyle işler yaparlar ve diğer örgütlerden farklıdırlar; bunlar hedef gösterirler, vurdururlar. Aydınlıkçılar bastılar. Bunlar böyle silahlar-milahlar koymuşlar geldiler.
"Beni tanıyor musun?", "Tanıyorum, seni tanımam mı Ferit İlsever otur" dedim. "Yok. İşte biz buraya... Sen bize işkence ettin, sen efendim kontrgerillasın, kimden emir aldın, kime emir verdin, bunları açıklayacaksın, bunları açıklarsan biz seni yazmayız gazetemizde" dediler.


Dedim "kardeşim, bu bir kere sizin saçmalığınız, böyle bir olay olmamıştır, ben kontrgerilla değilim, ben bir MİT mensubuydum. Sizin sorgularınızda bulundum, bunu da kabul ediyorum. Ancak, bu ithamlarınız saçmadır, bu talepleriniz de yersizdir; lütfen buyurun çıkın" dedim. Ertesi gün değil, aynı geceki Aydınlık Gazetesinde koca bir manşet attılar işkencelerde görev aldığımı, “işkenceci avukat Necdet Küçüktaşkıner” diye. Benim yazıhanemin, evimin resimleri, şahsımın yandan, önden çekilmiş filan, hedef olarak bizi ortaya attılar.
O tarihlerde MİT'ten bir iki arkadaş geldi; Tabii, ben de gittim anlattım, dedim böyle böyle adamlar geldi, 16 kişiyi yazacaklarmış teşkilattan, bunlar sorgularda bulunan veya tespit ettikleri 16 kişi...
Hatta MİT, bana biraz şey etti; “Niye böyle işkencelerde görev aldın falan”. Nuri Bey'di başkan, Nuri Gündeş. "Böyle şey mi olur?" gibi... Söylemedim, “Nuri Bey bunların hepsi uydurma, sizin hakkınızda kim bilir neler yazacaklar” diye. Nitekim
16.ncı olarak Nuri Bey çıktı. Nuri Bey'in resmi...


Ben hemen gazeteyi aldım, Nuri Beye gittim dedim "Nuri Bey, bakın, bana biraz şey gösterdiniz, kafanızda birtakım istifamlar belirmişti, bakın, sizin hakkınızda ne yazıyor." Nuri Bey hakkında altın kaçakçısı, İsviçre bankalarında bilmem ne hesapları... Sadece onun hakkında değil, 16 kişi hakkında neler neler yazıyorlar. Şimdi bakıyorum bu bizim hakkımızdaki bibliyografik bilgiler doğru, hepsi doğru; ama böyle bir sayfa bibliyografik bilgi, ana adı, baba adı, MİT'e hangi tarihte girmiş çıkmış, hangi görevde bulunmuş, tayini nereye olmuş, hangi devrede terfi etmiş bunların hepsi doğru. Ancak, altına, işte benim için işkencelerde görev aldı, öbüründe altın kaçakçısı, birisine affedersiniz homoseksüel, öbürüne bilmem ne... Herkese bir çamur atıyorlar. Yayın bu tarzda devam ediyor.
O tarihlerde, bizim bu örgütün, bu örgütü bir sol örgüt olarak biliyorduk, kafamızda bir İngiliz istifamı belirdi. Ben İstanbul'da Ferit İlsever'in şifreli defterini çözünce, zaten, bütün İstanbul örgütü çıktı. İstanbul örgütünün şeması vardı şifreli defterde. Ondan sonra, operasyon, Ankara'ya atladı, Doğu Perinsek, burada, bir çiftlik evinde çoban kıyafetinde yakalandı. 120 sayfa kendi el yazısıyla ifadesi vardır. Ferit İlsever'in 60 sayfa kendi el yazısıyla ifadesi var. Bu ifadelerin işkenceyle alındığı yalandır.
Bu örgütün içerisinde subaylar vardı. Subaylar muhtelif örgütlere katıldılar, sadece bu Doğu Perinçek'in örgütüne değil. Mesela 81 sanıklı dava, Sarp Kuray ve arkadaşları, Hikmet Kıvılcımlı grubu, bunlar ayrı tutuklandı, havacılar ayrı tutuklandı.
Benim operasyonumda da, Türkiye İhtilalci Köylü Partisi, bu örgüt içerisinde subaylar, teğmenler filan vardı. Doğu Perinçek'e selam veriyordu onlar, buyurun komutanım, buyurun başkanım diyorlardı, olay böyle.
Biz, kontr espiyonajcıydık, yabancı casusluk faaliyetlerine karşı koyma faaliyeti bölümünde çalışıyorduk. Ben, Hiram Bey, Mehmet Eymür falan... Bu operasyonlar başlayınca, bizi, destek güç olarak oraya aldılar, K bölümü, işte orada çalıştık, bu operasyonu da bana verdiler, öbür operasyonlar Türk Halk Kurtuluş Partisi Cephesi, Türk Halk Kurtuluş Ordusu vesaire...


Şimdi konuştuk, "benim kanaatimi sorarsanız, bu işin içerisinde çapanoğlu var, bunlar, yabancı bir istihbarat servisiyle temas halindeler; ancak, ben, bunu tam tespit edemedim " dedim. Ondan sonra çalışmalar başladı, bu kontrgerilla yayını üzerine, MİT birtakım ciddî çalışmalar yürüttü. Bu arada, bu çalışmalar yürürken, bunların istihbarat ağına, Turhan Çağlar adında bir emekli albay takıldı. Turhan Çağlar...
Gündeş Bey bunu iyi biliyor. Herhalde, çok iyi anlatmıştır. Turhan Çağlar, emekli bir albay ve Ankara'dan İstanbul'a gelmiş, burada, Odalar Birliğinde "Özel Sektör Enformasyon Bürosu" adında bir kuruluş kuruluyor. Bu büroyu yönetiyor.
Büronun ne iş yaptığı belli değil, paranın nereden geldiği belli değil, paranın nereye gittiği de belli değil.
MİT içerisinde iki şahıs Sabahattin Savaşman ile Turan Çağlar yakalanıyor. Albay Turhan Çağlar bir MİT mensubu değil, dışarıdan, MİT'le teması olan bir kişi ve söylendiğine göre, bizim, o tarihlerdeki bölge daire başkanımız Turhan Deniz'le yakın arkadaşmış. Bu özel sektör enformasyon bürosu, Uğur Mumcu'nun da tetkikatına uğruyor. Özellikle bunun üzerinde uğraşıyor Uğur Mumcu; araştırıyor ediyor, birtakım paralar sarf edilmiş, bu paraların nereye gittiğini ne yapıldığını tespit edemeden Uğur Mumcu çalışmalarını yarıda bırakıyor. Bu arada, Turhan Çağlar, yine o tarihte, zannedersen Nuri Beyle ilgili bilgileri verirken suçüstü oluyor. Aydınlık Gazetesine veriyor ve suçüstü olduğunda yanında Millî İstihbarat Teşkilatının içindeki bir adam var, ikisini birden suçüstü yapıyrlar. Bu adam, alınıyor, birtakım sorgulara tabi tutuluyor ve ondan sonra her ne hikmetse serbest bırakılıyor, hakkında hiçbir tahkikat yapılmıyor. Yanındaki MİT'çi Bülent Şekerkaya... Öldü, intihar etti. Birlikte suçüstü oluyorlar, İstanbul Fındıklı'da Set üstünde.
Sonra Turhan Çağlar serbest bırakılıyor. Birtakım oyunlar oluyor, burada bunun nereden geldiği bilinmiyor serbest bırakılıyor. Nuri Bey, bilmiyorum anlattı mı, bu işin üzerinde duruyor. Meğer, Turan Çağlar denilen adam, bizim biyografik malumatımızı, demin arz ettiğim biyografik malumatı adamları vasıtasıyla alıyor personelden ve Aydınlık Gazetesine aktarıyor. Aydınlık Gazetesine aktarıyor; ama, kendiliğinden aktarmıyor, CIA ile irtibatlı olarak aktarıyor. Yani, CIA, Aydınlık Gazetesini destekle diye Çağlar'a emir vermiş; Aydınlık Gazetesine veriliyor. Aydınlık Gazetesi bunları alıyor, kullanıyor, yazıyor, çiziyor, herkese bir yakıştırma yapıyor. Hatta Turan Çağlar, Aydınlık Gazetesinin merkezinde merkez komitesinden iki üç kişiyle beraber toplantılar yapıyor. Artık, işi bu derece ihtilal öncesi yozlaştırmışlar yani.


Bakınız, ben bunu ek olarak koydum. Şu nokta dergisi1993 senesi yıl, sayı: 36'dır. Bu dergi mutlaka her Türk vatandaşının okuması lazım, sağcısı solcusu, Alevî'si Sünnî'si, Türkü Kürdü, herkesin okuması lazım. Şu çok önemli belgedir. Bunu okuyunca herkes birçok şeyler öğrenir. Yabancı bir Millî İstihbarat Teşkilatının içerisine...
Bunlar çok detaylı şeyler; ama, çok sathi anlatmaya çalışıyorum. Bu adamlar bir şeyler yapmak istiyorlar. Burada bir ihtilal hazırlığı var. Turan Çağlar daha önce 27 Mayıs ihtilalinde de yer almış bir adam. Radyoevini işgal etmiş, ondan sonra radyoevi müdürü yapmışlar bunu, Turan Çağlar bu kişi. Daha sonra, bu tabii bırakılıyor, Ankara'dan birtakım adamlar geliyor, bir şeyler oluyor, bırakın bunu, bırakıyorlar ve bunun üzerinde duruyorlar. Bu adam neyin nesidir, fesidir, o tarihten sonra serbest bırakılıyor; ama, MİT kontrolü bırakmıyor bu adam üzerindeki ve neticede Turan Çağlar'ın Amerikalı Mark Lesın –yanılmıyorsam adında bir CIA ajanıyla suçüstü yapıyorlar Levent'teki bir evde. Buralarda, yer konusunda yanlışlığım olabilir.
Adam suçüstü oluyor, Amerikalılara, CIA'lilere bilgi verirken suçüstü oluyor, onlarda para alıyormuş 1000 dolar filan. İşte içimizdeki bir iki kişiye de -soysuz adamlar diyeceğim tabirimi mazur görün- para veriyormuş, orada bilgileri çalıyor, bunları Aydınlık Gazetesine aktarıyor. Bu arada şunu arz etmek istiyorum: Bu adamın CIA'dan aldığı talimat muvacehesinde Aydınlık Gazetesini desteklemesi bence ilgi çekici bir olaydır, Komisyonun dikkatini çekiyorum. Netice itibariyle, adam askerî mahkemede yargılanıyor, yargılanırken de ölüyor. 1980'den sonra; bu dosyada hepsi var.
Bu olaylar böyle devam ediyor. Ben olayların üzerine gittikçe, farkında olmayarak arı kovanına çomak sokmuşum. Ben CIA'yı kovalamıyorum, sol örgütü kovala diyorlar, ardından bu olaylar çıkıyor. Biz, sanki hassaten CIA'nın üstüne gitmişçesine bizim yakamız bırakılmıyor ve devamlı her provokasyonda, her destebilizasyon düğmesine basıldığında, işkenceci Necdet Küçüktaşkıner. İthamlardan bir tanesi de 1 Mayıs 1977 olaylarını benim yaptığım tarzındadır.
Bakınız, çok enteresan. Bir belge neşrediyor Aydınlık Gazetesi, bu dosyaya koydum, geçen gün Cumhuriyet Gazetesinde çıktı. Bu belgede deniliyor ki, bir başlık atmışlar, 1 Mayıs 1977 kanlı Taksim olaylarından onbeş gün önce işkenceci avukat Necdet Küçüktaşkıner'e ödenen 8 049 041 lira veya 51 lira. Necdet Küçüktaşkıner bu parayı alıp bu Taksim provokasyonunu tertipledi.
Şimdi, ben bunu Aydınlık Gazetesinde okuyorum, Millî İstihbarat Teşkilatı Ankara'ya telefon ediyorum Erkan Ersin diye bir arkadaş bakıyordu personel dairesine.
Dedim, bu yazı nedir, neyin nesidir? Doğru mudur, değil midir? Ben olmadığını biliyorum tabii de, Aydınlık Gazetesi böyle bir belge yayımladı; ben, bu belge nedir diyorum, sahte mi, değil mi diyorum, neyin nesidir diyorum. Belge yayımlıyor çünkü bir gazetenin başına bu kadar bir sayfa koyuyor. Bana verilen cevap şu oluyor: Deniliyor ki, bu belge, bu para, 8 049 051 lira bütün MİT mensuplarına ödenen şu sayılı kanun, şu tarihli Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü kararı uyarınca ödenen paranın yekûnudur ve bu paradan senin üç ay onbeş günlük fiili hizmetine karşılık sana düşen para 1617 liradır. Peki, niye 8 milyon benim zimmetimde gösteriliyor. Efendim, bunun altında, 8 milyonun altında "meyanında" kelimesi mevcut. Doğu Perinçek ekibi, Aydınlık Gazetesimeyanında kelimesini silmiş, tipeksle geçmişler üstünden, bunu yayımlıyorlar para senin zimmetinde gösteriliyor; yani, 8 milyonu ben almış oluyorum.
Kaldı ki, 8 milyon bana da verilse, böyle bir saçma sapan operasyonla Emekli Sandığına MİT yazacak, Emekli Sandığı bu parayı bana verecek, ben de gideceğim Taksim olaylarını tertip edeceğim; böyle bir kargaların gülebileceği bir olay.
Neticede, peki diyorum o zaman bana bir belge verin olayı açıklayıcı mahiyette. O tarihlerde deniliyor ki, MİT bu adamlarla Aydınlıkçılarla, Maocu diye geçer, yüz göz olmak istemiyoruz, bu nedenle hiç kimseye bir belge vermiyor ve açıklama yapılmasını da istemiyorlar. Ben diyorum ki, ben MİT mensubu değilim şu anda avukatım ve ben bu olaylar dolayısıyla, bu belge dolayısıyla halkın nazarında 37 kişinin katiliyim. Ben bundan son derece büyük bir azap duyuyorum. Bana işkenceci diyorlar, o kadar azap duymuyorum, 37 kişinin katili olmaktan, öyle bir katliamın sorumlusu olarak gösterilmekten çok büyük bir azap duyuyorum diyorum, bunu yapmayın.
Ayrıca, bu itham sadece bana değil, sizedir de. Siz niye açıklamıyorsunuz, siz açıklayın, ben rahat edeyim. Açıklamıyorlar, prensip kararı aldık açıklamayız, bana da belgeyi vermiyorlar ve ben MİT'le, teşkilatımla takışıyorum. O arada, benim bir belgeyi mutlaka alıp bir basın açıklaması yapmam lazım ve kanunî haklarımı kullanmam lazım, avukatım, hukukçuyum, böyle bir katliam meselesi... Emekli Sandığı Genel Müdürlüğüne gittim. Girdim böyle sert bir şekilde Emekli Sandığı Genel Müdürü, dedim ki, kardeşim -adamın adını unuttum, belgede imzası vardır veya yoktur, zannedersem Tahsin Ağalı- ve bu olayı biliyorsunuz dedim, bu belge nedir? Efendim, bu belge siz buna bu kadar kıymet mi veriyorsunuz, biz bu belgeye gülüyoruz. Niye gülüyorsunuz beyefendim?


Kardeşim buna kargalar bile güler, 8 milyonu MİT sana vermiş, bizim teşkilattan vermiş, böyle şey mi olur? Yahu dedim, bu memlekette sen herkesi kendin gibi kültürlü sanıyorsun, beyni yıkanan insanlar var, örgüt mensupları var. Adamlar diyor ki, bu adam 1 Mayısı yapmış. Ben 1 Mayıs katliamının sorumlusu bir hedef haline getiriliyorum ve 1989 yılında da yazıhaneme bomba atılıyor bu yüzden, 1 Mayıs katliamının sorumlusu olduğumdan, o belgeyi de bu dosyaya koydum. Dev-Sol açıklama yaptı; işte 1 Mayıs katliamının sorumlusu Necdet Küçüktaşkıner'dir diye.
15 Temmuz 1978 yılında, ondan sonra bir seri yazı çıktı aynı Cumhuriyet Gazetesinde olduğu gibi, böyle beş altı 13 sayı beni yazdılar, sanki bütün MİT'in bütün faaliyetlerinin yegâne sorumlusu benmişim gibi, adamlar benim hakkımda devamlı yazıyorlar.
İstanbul Başkanı Galip Beye telefon ediyorum. Galip Bey, bakın, ben 1978 yılında 1 Mayıs katliamının sorumlusu olarak neşredildim, hedef gösterildim. O zaman bu bir Aydınlık Gazetesi yayınıydı. Bugün bütün medya bu olayı ele aldı. Son derece ciddî köşe yazarları Zülfü Bey gibi kişiler bu konuyu ele almış, yazıyorlar. Onun için, sizin teşkilat olarak bir açıklama yapmanız gerekir diyorum. Aldığım cevap şu oluyor: Biz, 1978 yılında açıklama yapmadık, şimdi açıklama yaparsak ne derler." Ne derlerse desinler kardeşim. Yani, MİT teşkilatı olarak siz nasıl böyle bir töhmeti sırtınızda taşımayı kabul ediyorsunuz, ben anlamıyorum dedim, böyle çirkin iftira ve ithama nasıl maruz kalıyorsunuz.
Şimdi bu gizli teşkilata, arı kovanına çomak sokmuşum, bu teşkilat, bu adamlar bizle uğraşıyorlar; olay bu. Bugün başımıza gelen olayların esas sebebi budur. Şu MİT belgesini de bana sonradan verdiler, Teoman Koman imzalıdır, bu paradan benim şahsıma 1617 lira düştüğü ve üç ay onbeş günlük fiili hizmetime karşılık bu paranın bana verildiğini açıklayan. MİT'e sual soruyorum, niçin açıklamıyorsunuz; Cevaben şunu da söylüyorlar. Diyorlar ki, biz bir müsteşarlığız, açıklama yapma yetkisine sahip değiliz, Başbakana bağlıyız. Başbakanlar da bugüne kadar hiçbir açıklama yapmadı.”
Necdet Küçüktaşkıner’in anlattıkları, hem ülkemizde halen de faaliyet gösteren Maocu bir örgütün kökü, hem de MİT’te görevini doğru yapan bir memurun yaşadığı trajedi açısından çok önemli. Komisyon üyeleri ise anlatılanlara pek önem vermemiş, raporlarında bile bu konuya hiç değinmemişler.


Necdet Küçüktaşkıner’e gelince, 2006’da Antalya’da geçirdiği bir trafik kazasından sonra, kendisine Maocu örgüt tarafından yapıştırılan 1977’deki “kanlı 1 Mayıs’ın tertipçisi” yaftasını silemeden hayatını kaybetmiş. Haberi veren gazetenin başlığı “İllegal işlere bulaşan MİT elemanının sonu.”
Küçüktaşkıner’in herkesin okumasını tavsiye ettiği o belge ise Nokta Dergisinin 29 Ağustos-4 Eylül 1993 tarih ve 36 sayısında, 36-39 sayfalarda yayınlanan "Bir Ölümün Anatomisi" başlıklı haberdir. Hep birlikte okuyalım:
“BİR ÖLÜMÜN ANATOMİSİ
Emekli Albay Turan Çağlar, tam 10 yıl önce Mamak Cezaevi'nde esrarengiz bir biçimde öddü. 27 Mayıs'ın radyo müdürüydü. İstihbaratçılık ve Amerikan kuruluşlarıyla ilişkili "Özel Sektör Enformasyon Bürosu yöneticiliğinin ardından holding yöneticisi oldu. Basına kontrgerilla ile ilgili bilgi sızdırdığı, MİT içerisindeki çatışmaya taraf olduğu iddiaları onun sonunu hazırladı.
10 yıl sonra Turan Çağlar Olayı
Mehmet Güç


Yer: 12 Eylül öncesi yayınlanan Aydınlık Gazetesi'nin İstanbul'daki yazıişleri salonu. Tarih: 26 Temmuz 1979. Bir masanın etrafında toplanmış 11 gazete yöneticisi ayakla duran kişiyi dinliyordu, "Kontrgerillanın İstanbul MİT bölge teşkilatında yer alan kişiler..." diye başlayıp devam ediyordu ona boylu, kumral, seyrek ve kısa saçlı adam. İsimler sıralıyor, eylemler anlatıyor, tırmanan terörün ardındaki karanlık ilişkilere ait ipuçları veriyordu... 11 gazete yöneticisinin dikkatle dinlediği kişi Turan Çağlar; toplantı, Aydınlık Gazetesi’nin genişletilmiş yazı kurulu toplantısı; toplantı konusu da bir süre sonra başlatılacak kontrgerilla ile ilgili kampanyaydı.
Üç saat kadar süren toplantıdan sonra gazeteden ayrılan Turan Çağlar, daha binadan 100 metre uzaklaşmadan yolunu kesen bir arabaya bindirilerek kaçırılacaktı. Aslında bindiği araba da arabadakiler de çok yabancısı değildi. En azından aynı kurum içerisinde beraber çalıştığı kişilerdi bunlar. Bunlardan birinin, dönemin İstanbul MİT Bölge Başkan Yardımcısı Özcan Koç olduğu daha sonra öne sürülecekti.
Daha yolda başlamıştı sorgulama. Ne anlattığı ve neden anlattığını soruyorlardı. Teşkilata ihanetle, komünistlere bilgi vermekle suçluyor, arada bir de farklı uyarılarda bulunuyorlardı.
Sonra gittikleri bir tanıdık binada kendisine birkaç saat önce gazetede yaptığı konuşma dinletiliyordu bir teypten. En çok da "Turan Deniz'in yanında tavır almasının başına bela olacağı" üzerinde duruyorlardı. Sorguculara göre Nuri Bey çok kızmıştı Çağlar'a. Ve "MİT'e ait bina, eleman ve imkânların kontrgerilla yöntemleri için kullanıldığının ifşası da ne demek oluyor?" diye hiddetle sormuştu Nuri Gündeş Bey. Turan Çağlar ise, teşkilata ihanet etmediğini herkesin bildiği şeyler üzerine konuştuğunu söyleyerek kendini savunuyordu. Turan Deniz ile ilişkisi ise eski bir dostluğa, mesai arkadaşlığına dayanıyordu sadece... Nihayet Çağlar, akşam saatlerinde Belgrad ormanlarında arabadan indirildiğinde kelimenin tam anlamış perişan bir haldeydi.
AJANLIK KUŞKUSU
Turan Çağlar, olaydan bir gün sonra Aydınlık'tan tanıdığı bir gazeteciyi Divan Otelinde buluşmaya çağırıyordu. 27 Temmuz 1979 günü akşam saatlerinde Divan Oteli'ne bir değil iki gazeteci gelmişti. Gazetecilere olayı anlatan Çağlar, “aranızda bir ajan var. O yazı kuruluna katılanlardan biri bu" diyordu. O korkulu, kuşkulu günlerde küçük bir panik yaşatıyordu bu iddia. O günün tanığı, ama adının açıklanmasını istemeyen gazeteci-yazar, şimdi. "Turan Çağlar'la bu konuşmadan sonra yaptığımız bir araştırmada o yazı kurulu toplantısına katılmış kişiye dair kuşkularımız oluştu" diyordu.
MİT tarafından bütün konuşmaları banda alınan yazı kurulu toplantısı için görüştüğümüz o dönem Aydınlık gazetesinin başyazarı ve gazeteyi yönlendiren Türkiye İşçi Köylü Partisi Genel Başkam Doğu Perinçek ise şunları söylüyordu. “Öncesinde de sonrasında da MİT'le ilişkisi olduğunu saptadığımız insanlar oldu. Kuşkulandıklarımız da oldu. Aydınlık, yüzden fazla insanın çalıştığı bir yerdi ve kamuoyunun olduğu kadar. MİT'in de ilgi odağıydı. Bu nedenle o yazı kurulu toplantısında bir ajan olabilir diyorum. Kuşkulandığımız insanlar vardı ama tabii MİT görevlileri bu kaydı mikrofon yardımcılığıyla da yapmış olabilir. Bunu kesin olarak bilmek mümkün değil."
Emekli Albay Turan Çağlar o tarihten 12 Eylül 1980'e kadar "üç kez teşkilat arkadaşları tarafından arabayla günübirlik "gezilere" çıkarıldı. Sorular soruldu, uyarılar yapıldı ve tehditler savuruldu bir kaç yumrukla beraber.


İSTİHBARİ FAALİYETLER
Turan Çağlar kimdi? Gazetelere verdiği bu bilgilere nasıl sahip oluyordu? Ve neden bu bilgileri gazetelere vermek istiyordu? Ya adaşı Turan Deniz... O nerede ve nasıl bir taraftı? Turan Çağlar neden ondan yana bir tavır alıyor, MİT Bölge Başkanı Nuri Gündeş de buna neden kızıyordu?
1921 doğumlu ve 1941 Harp Okulu mezunu Turan Çağlar, 27 Mayıs 1960 harekâtının lider kadrosundaki bir askeri istihbaratçı olarak radyo müdürlüğü görevini ifa etti. 1965'ten itibaren Tepebaşı’ndaki Tarhan Han'da "Özel Sektör Enformasyon Bürosu" adlı bir kuruluşu yönetti. Çeşitli Amerikan kuruluşları ile yakın ilişkileri bulunan bu büronun nasıl bir hizmet gördüğü henüz bilinmiyor. Para kaynağının ve nasıl kurulduğunun bilinmediği gibi...
Çağlar’ın yöneticiliğini yaptığı Özel Sektör Enformasyon Bürosu 70’li yıllarda Odalar Birliği bünyesinde faaliyet gösteren "özel sektör fikrinin dinamik ve devamlı müdafaası" misyonuna sahip bir büro olarak kamuoyuna yansıyor. Hakkında çok fazla bilgi bulunmayan büro ile ilgili olarak bilinen tek şey, 70’li yılların sonunda bu büronun gelir ve giderlerindeki bilinmezlik.
Gazeteci yazar Uğur Mumcu'nun 17 Ağustos 1979 tarihli bir yazısında bu bilinmezlik şu satırlarla ortaya konuyor: "Özel sektör fikrini yayma ve savunmak için bir yıl içinde 3 milyon 981 bin lira harcama var. Ama nereye olduğu belli değil. Soruyoruz, cevap yok. Paralar nereden geliyor, nereye gidiyor. Örtülü bir ödenekten, örtülü isimlere akıyor para."
Özel Sektör Enformasyon Bürosu ile ilgili sorular o dönemde de bu dönemde de yanıtsız. Sadece, Odalar Birliğinin yönetimindeki bu büronun faaliyet amacı açıklanmış kamuoyuna. Nasıl ve kimlere yönelik, kimlerle çalışma yapıldığının bilgisi hiç bir zaman açıklanmıyor.
Emekli General Alpaslan Demirel, Kara Kuvvetleri Mahkemesi eski savcısı Albay Muhittin Gülmez ve Cevdet Sunay'ın emir subayı Turgut Özbahadır Odalar Birliği'nin büro ile de ilgili müşavirleri arasında ancak onlara ulaşmak mümkün değil.
Adnan Kahveci ve bazı ANAP yöneticilerinin kurucuları arasında yer aldığı Özel Teşebbüs Destekleme Ajansı ile Özel Sektör Enformasyon Bürosu arasında bir bağ olmadığını da Ajans'ın bugünkü yöneticileri söylüyor. Çağlar'ın bu bürodaki kurucu ve yöneticiliğine ilişkin de bir bilgi yok.
Ailesinin bile bilmediği bu işinin ardından'SA' bir büyük holdingin Sosyal Hizmetler Müdürlüğü ne geliyordu Turan Çağlar. Holding için gerekli her türlü istihbari faaliyeti yürütmekti işi. Eşi Suzan Çağlar, "ben ordudan ayrıldıktan sonra, 1972 yılından 1979 yılına kadar bir bankada görev yaptığını biliyorum yalnızca" diye açıklıyordu durumu.
Turan Deniz'le yoğunlaşan ilişkisi geliyordu gündeme. Cumhuriyetin ilk yıllarının meşhur Diyarbakır Valisi Galip Deniz'in oğlu Turan Deniz 70’li yıllara, İstanbul MİT Bölge Başkanı olarak giriyordu Kontrgerilla söyleminin Ziverbey Köşkü ve işkencelerle beraber kullanıldığı bu yıllarda. MİT’in bina, eleman ve imkânlarının yasadışı kullanımına karışmadığını kimselere anlatamama, inandıramama kaygısı taşıyordu Turan Deniz.
Dönemindeki işkenceli sorgulamalar ve provokasyonlardan dolayı kendini aklamaya çalışıyordu. Üstüne görev olmadığı halde birçok "iş"te sorumluluğu olanları biliyordu.


BİLGİ SIZDIRAN ARACI
Bilgisi dışında gelişen olay veya olayları basına sızdırarak kendini aklama çabalarında da, basınla iyi ilişkiler içindeki eski mesai arkadaşı emekli Albay Turan Çağlar'ı kullanıyordu. Turan Çağlar da o dönem Aydınlıkta yazan pek çok gazeteci dostu aracılığı ile kamuoyuna kontrgerilla ile ilgili bilgiler veriyordu. Bu yetkili ağız tarafından sızdırılan bilgiler de Aydınlık'ta yazı dizisi oluyor, manşet oluyor, köşe yazılarına konu teşkil ediyordu. Doğu Perinçek de bunu doğruluyor ve Çağların verdiği bilgilerin bir kısmını dizilerde kullandıklarını söylüyor.
Turan Çağların ilişkileri oldukça genişti ve "Turan Deniz kaynaklı" bilgileri basma sızdırmakta güçlük çekmiyordu, Ama zorluk, Turan Deniz'in MİT’teki görevinden ayrılmasından sonra başlamıştı.
Basına sızdırılan bilgilerde ismi verilenler hâlâ görevdeydi ve artık Çağlarla da uğraşıyorlardı. Artık arabayla kaçırmalar, kısa gözaltılar, tehditler, dayaklar ve işkenceler giriyordu devreye. Nuri Bey ve arkadaşları çok kızmışlardı zaten. Eyüp Beyin, Özcan Bey'in tepkileri de az değildi doğrusu...
Ama Turan Çağlar'ın basınla ilişkileri vardı ne de olsa. Gözaltı ve dayaklardan sonra bu ilişkileri devreye sokmayı deniyordu. Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Uğur Mumcu böyle bir dayak olayından sonra, konunun dönemin başbakanı Bülent Ecevit'e iletilmesinin kendisinden istendiğini şöyle anlatıyordu:
"Turan Çağlar bana haber göndererek, MİT tarafından kaçırılmasının, dayak atılmasının Başbakan Bülent Ecevit'e yansıtılmasını istiyordu. Ben de ilettim Bülent Ecevit de ilgileneceğini söyledi. Buna rağmen Çağların yine gözaltına alındığını da sonra öğrendim.


ECEVİTE YAZILAN MEKTUP
Uğur Mumcu'ya göre Çağlar bir de mektup yazıyordu Bülent Ecevit'e MİT tarafından yapılan baskıları işkenceleri anlatan...
Bir kez daha gözaltına alınan Çağlar, bu kez de Bülent Ecevit'e yazdığı mektup kendisine gösterilerek dövülüyordu. Çağların MİT'le ilişkileri artık giderek gerginleşiyordu. Bir eski teşkilat çalışanına göre Cağlar. MİT'in gözünde hain olarak görülüyordu. Peki, ne olacaktı?
Bunun cevabı da 12 Eylül sonrasına kalıyordu. Bu arada Çağlar işinden de olmuştu. Üst düzey yöneticisi olduğu holdingin patronuna "çıkarın bu adamı isten" biçiminde gelen bir uyarı Çağlar'ın iş hayatına son vermişti.
12 Eylül'den sonra hukukun askıya alındığı günlerden bir gün, gazetelerin yazıişlerine bir haber geldi. Sıkıyönetim kaynaklı bu habere göre, emekli Albay Turan Çağlar, ABD lehine casusluk yaptığı iddiasıyla tutuklanarak Mamak Askeri Cezaevi'ne gönderiliyordu. Bu tutuklanmanın öyküsü, eşi Suzan Çağlar'a göre 16 Mart 1983'de başlıyordu. O zaman Levent'te oturduklarını anımsatan Suzan Çağlar şunları anlatıyor;
“Sanıyorum dört kişiydiler. Son derece kibar bir biçimde geldiler ve Turan'ı alıp götürdüler. Hatta kapıda yumuşak bir tonda tartıştılar da. Bir operasyon için bilgisine başvuracaklarını söylüyorlardı. Turan giderken 'merak etme canım önemli bir şey yok' diyordu. Bir gün, beş gün... Turan eve dönmedi ama o kibar beyler arada bir gelip evde Turan'ın eşyalarını karıştırıyor, bazı eşyalarını alıp gidiyorlardı. Birinci haftadan sonra 'Turan bey sizi istiyor' deyip bizi ona götürdüler. Turan son derece iyiydi. Yine, 'merak etmeyin önemli bir şey yok, bir süre sonra geleceğim' diyordu. Görevliler de bir soruşturma için yardımcı olduğunu söylüyorlardı."


"MİLLİ MÜDAFAYA HIYANET"
Ailesinin 3 Nisan 1983'de sorgulandığı yerde görüşüp evde buluşmak üzere vedalaştığı Turan Çağlar’dan ancak 11 Nisan günü bir telgrafla haber alındı. Bu kez Turan Cağlar Ankara'da Mamak Cezaevindeydi ve tutukluydu artık. Hakkında suçun niteliği nedeniyle Genelkurmay Askeri Mahkemesi'nde bir dava açılıyordu. İddianameye göre Çağlar, İngiliz vatandaşı John Hyde ve zamanın
ABD İstanbul Konsolosuna para karşılığı, devlet sırrı niteliğinde bilgi satıyordu. Çağlar, bu nedenle de Türk Ceza Kanunu’nun 133 maddesine aykırı davranarak "milli müdafaya hıyanet" etmekle suçlanıyordu.
"Mamak gidişine kadarki bütün: görüşmelerimizde kısa bir süre sonra eve geleceğini söylüyor, önemli bir şey olmadığını anlatıyordu. Ne zaman ki Mamak Cezaevi’ne gitti, ondan sonra çöktü 'Turan" diyor Suzan Çağlar ve ekliyor: "Anlatamam, açıklayamam ama mahkemede anlaşılır, bu bir komplo diyordu Turan. O zaman utanacaklar bu vatan hainleri, bu vatanı satmaya çalışanlar anlaşılacak diyordu.”
Dava dosyasına göre ABD konsolosuna verilmiş bazı pusulalar vardı. Bir de Turan Çağların MİT sorgulamasındaki el yazısı itirafı. Ama dava dosyasının başka neler içerdiği bilinmiyor...
"HUKUKİ DELİLLER EKSİK"
Bir emekli askeri hakimin anlatımına göre dosya, Turan Çağlar’ın geçmişteki bazı ilişkilerine dayandırılıyordu. Bu ilişkiler de bazı görevler nedeniyle kurulmuş ilişkilerdi. Aynı hakimin yorumuna göre, dava dosyasındaki deliller suçun niteliği açısından bakıldığında hukuken eksikti. "Peki, geçmişte kurulmuş görev kaynaklı bu ilişki neydi?” diye sorulduğunda ise devlet sırrı duvarı vardı karşıda. "Siyasi ve istihbari ilişkiler" olarak özetlenebiliyordu sadece. Duruşmalar başlarken bazı gazeteci tanıdıklarına mektuplar gönderiyordu Turan Çağlar.
“Nedenlerini açıklayamayacağım bir komplo bu” diyordu mektuplarında. Bu açıklanamayacak nedenleri ne o gün, ne bugün kimse öğrenebildi. Ama Turan Çağlar'ın haleti ruhiyesi gittikçe bozuluyordu. Dışarıya ulaştırdığı mektuplarında görülüyordu bu. O mektupların adresi olan gazetecilerden biri "çok sonradan elimize geçen günlüğünde, bozulan ruh hali hemen anlaşılıyordu" diyordu yıllar sonra.
"BENİ ÖLDÜRECEKLER”
“Giderek bir korkuya kapılmaya başladık.” Suzan Çağlar, cezaevi görüşmelerinden birinde Mehmet U. adlı bir albayın “Turan Bey ölecek, dava da kalkacak ortadan" uyarısından sonra yaşadığı endişeleri böyle ifade ediyordu. “İlaçla, milaçla yapacaklar bu işi" dediği nakledilen Mersinli Albay Mehmet U. çok fazla şey açıklamıyor, "açıklayamıyordu" anlaşılan. Ama bir süre sonra Turan Çağlara da malûm oluyordu ölüm. Dışarıyı gönderdiği 1983 Temmuz’unun ikinci yarısının tarihini taşıyan mektuplarda komployu ve öldürüleceğini anlatıyordu. Çok eski bir dostuna ise şöyle yazıyordu:
"Artık biliyorum beni öldürecekler. Bu komplonun başka çıkışı yokmuş... Çocuklarıma yardımcı olmanı rica ediyorum. Üzülmesinler... Ölüm ilanımı da şöyle vermenizi arzu ediyorum. Manastır eşrafından..." Yılmaz önadlı bir dosta yazılmış bu mektubun Mamak Cezaevinden çıkış tarihi Temmuz'un son haftasının başlarıydı.


30 Temmuz 1983 tarihli gazetelerin sayfalan arasında bir ölüm haberi yer alıyordu Sıkıyönetimin ciddi üslubunu taşıyan. "Emekli Hava Kurmay Albay Turan Çağlar, tutuklu bulunduğu Mamak Askeri Cezaevinde dün sabaha karşı geçirmiş olduğu bir kalp krizi sonucu öldü..." diye başlıyordu gazetelerdeki haberlerin hemen tümü. Turan Çağların ölümü bir kuşku taşıyor muydu? Bu sorunun yanıtı kimine göre "evet", kimine göre "sıradan bir ölüm vakası olarak "hayır”dı Gönderilen mektuplar, Mamak Cezaevindeki bir albayın Çağlar ailesinin fertlerine söylediği "öldürecekler" uyarısı bir anlam taşıyor muydu? Bir vehim miydi yoksa…
Ölümünün üzerindeki kuşkular bir yana, bilinmez o kadar çok şey vardı ki Çağlar'ın bu öyküsünde, her biri ayrı araştırma konusu olan... Özel Sektör Enformasyon Bürosu'nun tümüyle açıklanmayan kuruluşu, çalışmaları, ilişkileri, para kaynakları kadar Çağlar’ın yaşam çizgisindeki her ayrıntı önemli. Çağlar'ın Enformasyon Bürosu kurucu ve yöneticiliği yıllarında bazı görevler nedeniyle daha sonra aleyhinde kullanılan bazı ilişkiler kurmuş muydu? Turan Deniz, yöneticisi olduğu bir kuruluşa sorumluluktan kurtulmak için yasadışı çalışmaların bazı bölümlerini ifşa ederken yasal soruşturma yolunu neden izlememişti? Turan Çağlar defalarca gözaltına alındığı dönemde komünistlere bilgi vermek ve teşkilata ihanetle suçlanırken sürekli izleniyor, her konuşması banda alınıyordu. İz peşindeki o görevliler nasıl olmuştu da aynı dönemlerde olduğu ileri sürülen Amerikan Konsolosluğu ile ilişkilerini tespit edememişlerdi Çağlar'ın? Turan Çağlar MİT'e göre neydi? Vatan haini bir komünist mi? Yoksa yine vatan haini bir Amerikan Casusu mu?
Bir de o eski dost Turan Deniz'in, anlaşılmaz bir biçimde Turan Çağlar'ın hayatından sessizce çıkışı var tabii ki. Yıllarca aileler arasında bile paylaşılan Deniz-Çağlar ilişkisi, Turan Çağlar'ın yaşamının12 Eylül'den sonraki döneminde yoktur. Turan Deniz, adaşı ile ilişkilerini kopardığı gibi ailesiyle de bir daha görüşmez. O çok yakın aile dostunu, sanki bir şeylerden korkar gibi bir daha aramaz. Ne cezaevi, ne mahkeme günlerinde. Aile servetinin bir parçası olan İstanbul'daki binalarının bir bölümü MİT tarafından kiralanarak kullanılan o etkili adam Turan Deniz'in bu tavrı da anlaşılmazdır.
Belki de bunların hiçbirinin önemi yoktu. Çağlar'ın bir çocuğu şunları söylüyor: "Asla inanmadığım ve zaten ispat da edilemeyen suçlama doğru olsa ne çıkar. Babam Amerikan casusu olsa ne çıkar. Yanında olamadığımız, onu koruyamadığımız bir ortamda kuşkulu bir biçimde öldü ve gitti. Daha acısı ne olabilir ki."
Küllenmeye yüz tutsa bile var olan bu acı, bizi ailenin diğer fertlerinin adlarını gizli tutmaya yöneltti. Çağlar ailesinin fertleri daha fazla yıpranmak istemediklerini söyleyince ne yapılabilirdi ki zaten.
Turan Çağlar'ın öyküsü bir türlü bilinemeyen, konuşulamayan, tartışılamayan denetlenemeyen ilişkilerin, olayların günışığına çıkmasına bir küçük katkı belki de. Sonu, var olmanın en hissedilir yanı ölümle biten...”


Evet, Nokta Dergisindeki Mehmet Güç’ün kaleme aldığı “Bir ölümün anatomisi” başlıklı yazıyı okuduk. Bu yazıda aklımıza takılan bazı sualleri 28 Ocak 2013 tarihli HaberTürk gazetesindeki Zülfikar Aydın’ın “MİT fezlekesinden çarpıcı bilgiler” başlıklı haberle cevaplamaya çalışalım:
“27 Mayıs 1960 darbesinin önde gelen isimlerinden Albay Turan Çağlar ile ilgili MİT fezlekesinden film gibi casusluk raporu çıktı. Raporda CIA’nın Çağlar’a yönelttiği sorular da var: “Orduda sol darbe olur mu? Ecevit daha ne kadar sola kayar? Evren’in dişçisi ile evlenme dedikodusu gerçek mi?”
ERGENEKON davasına bakan 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin MİT’ten istediği “casusluk” dosyalarından film senaryosu gibi bir fezleke çıktı. Ünlü sanatçı merhum Barış Manço’nun kayınpederi Albay Turan Çağlar ile ilgili fezlekede, 12 yıl CIA’ya çalışan Çağlar’ın, başlangıçtan suçüstü anına kadar faaliyetleri yer alıyor.
NICK ADLI KİŞİ
1960 darbesine katılan ve İstanbul Radyosu Müdürü olan Çağlar, bu dönemde İngiliz ve ABD’li bazı istihbaratçılarla tanıştı. 1971’de ise çalıştığı bankaya gelen ve ABD Konsolosluğu’nda çalıştığını belirten “Nick” adlı kişi Çağlar ile CIA bağını kurdu.
Fezlekede, Nick ile 15 günde bir görüşen Çağlar’ın “Nick, Türkiye’nin sola kaymasını istemediğini söyledi, 12 Mart’ın nedenleri, daha sonra genç subayların bir darbe hareketinin içinde olup olmayacağına ilişkin fikirlerini aldı” ifadesine yer verildi.
MÜSTEŞAR SOLCU MU?
Nick’in 2 yıl sonra Türkiye’den ayrılmadan önce son buluşmaya getirdiği ABD’li ajana, Çağlar tarafından hangi konularda bilgi verildiği de fezlekede yer aldı:
“Orduda ihtilal yapacak sol bir grup olup olmadığı, Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkarma yapma ihtimalinin olup olmadığı, Türkiye’nin Yunanistan ile bir harbi göze alıp almayacağı, MİT Müsteşarı Bahattin Özülker’in solcu olup olmadığı.”
Çağlar bu kapsamda TSK’nın Kıbrıs’a yapacağı çıkarmaya 28. ve 39. Tümen ile Hava İndirme Komando Tugayı’nın katılacağı, muhtemel çıkarma harekâtının Magosa’dan olacağı bilgisini verdi. Çağlar, Amerikalılara verdiği bilgiler karşılığında Turan Tural takma adıyla makbuz imzalayarak, 1 ila 3 aylık dönemler içinde 15 ila 25 bin lira aldı.


LALE’NİN EĞİTİMİ
Çağlar’ın kızı Lale Çağlar’ın 1973-1974’te Oxford Üniversitesi’ndeki eğitim masrafları da ABD tarafından karşılandı. Fezlekeye göre Kıbrıs harekâtı nedeniyle Türkiye-Amerika ilişkileri gerildi ve CIA Çağlar’a kriptolu görüşme imkânı sağlayacak bir çanta vermek istedi ancak Çağlar yakalanma ihtimaline karşı çantayı almadı.
Çağlar ve CIA ajanları randevularını şifreli yöntemlerle belirliyor, Fındıklı’da bir binada bir araya geliyorlardı. Kopukluk olması halinde Çağlar “Jack” ve “Harry” takma adlarıyla konsolosluğu arıyordu.
İlişki Savaşman olayının patlak verdiği 1978’e kadar devam etti. MİT, Çağlar’ı da Doğu Perinçek liderliğindeki grupta yer alan isimlerle ilişkisi nedeniyle sorguladı.
1.5 MİLYON TL ALDI
MİT, Çağlar’ın casusluk faaliyetlerini, 1982 yılında “açıklanması sakıncalı” bir kaynağından haber aldı. Aynı yıl delil toplanmaya başlandı,
Çağlar’ın Levent’te Amerikan Konsolosu John McGlosson ile yaptığı gizli buluşma fotoğrafla belgelendi ve bir sonraki buluşmada suçüstü yapıldı. Çağlar’ın üzerinde 20 sayfalık doküman, Glosson’da ise Çağlar’dan istediği bilgileri içeren not kâğıdı bulundu.
Çağlar’ın evinde de Amerikalılara verdiği 6 yazılı raporun karbon kâğıdıyla çoğaltılmış örnekleri ele geçirildi. Çağlar, 41 sayfalık ifadesinde CIA ile ilişkilerini en ince ayrıntısına kadar anlattı, aldığı paraya ilişkin “takriben 1 ila 1,5 milyon Türk Lirası’na tekabül eder” dedi. Fezlekeye göre Çağlar’a “Orgeneral Kenan Evren’in sağlık durumu ve bir diş doktoru ile evleneceğine dair dedikoduların doğruluk derecesi” de soruldu.”
Necdet Küçüktaşkıner’in bahsettiği ve Perinçek’in illegal TİİKP örgütünün İstanbul’daki karargâhının bulunduğu evin sahibi İngiliz Profesör Hilary Sumner- Boyd ise, 1910 yılında ABD Massachusetts, Boston’da doğmuş, Boston, Oxford’da bir Hıristiyan kilisesinde özel eğitim almış. Türkçe, Yunanca, Almanca, Fransızca ve Latince biliyormuş.


ABD ve İngiltere’nin Sovyetler Birliğine karşı birlikte yürüttüğü bir istihbarat faaliyet olan İngiltere merkezli Troçkist “Kızıl Bayrak” Birliğinin 238 Edgware Road Londra adresindeki merkezinin yöneticisi olan Hilary Sumner-Boyd, 1937 ila 1940 yılları arasında “İngiliz Trocki’yi Savunma Komitesi Sekreterliği” pozisyonunda da Necdet Küçüktaşkıner bulunmuş ve 1940’da Trocki’nin Meksika’da öldürülmesinden sonra İstanbul’a gelerek Robert Kolej’de Profesör olarak çalışmaya başlamıştır. Mao’cu örgüt ile ilgili hizmetini ihmal etmeden 35 yıl Robert Kolej’de görev yapan Sumner-Boyd, 06 Eylül 1976 tarihinde İstanbul’da ölüp Feriköy’deki Protestan Mezarlığına gömülmüştür.


Şimdi Susurluk Komisyonu’nun Yaşar Topçu, Fikri Sağlar, Hayrettin Dilekcan ve yaşayan diğer üyelerinden, Necdet Küçüktaşkıner’in anlattıklarına neden itibar etmediklerini, Küçüktaşkıner’in komisyona tevdi ettiği dosyanın içinde nelerin olduğunu ve halen nerede bulunduğunu sormak lazım. MİT Müsteşarlığımız ise Necdet Küçüktaşkıner’i yabancı istihbarat teşkilatlarının hizmetkarı olan karanlık örgütlerin kara propagandası ile baş başa bırakarak, bu örgütlere ve arkasındaki güçlere dolaylı bir şekilde yardım eden MİT mensuplarını (ölmüş olsalar dahi) ciddi bir şekilde araştırarak açığa çıkarmasının öncelikli ve tabii bir görevi olduğunu varsaymalıdır.

 http://www.atin.org/detail.asp?cmd=articledetail&articleid=523


15 Şubat 2019 Cuma

SERBEST PİYASA., PAZAR EKONOMİSİ

SERBEST PİYASA., PAZAR EKONOMİSİ


- Saldırgan EMPERYALİZM'i köylü, işçi, esnaf, memur, zabit, asker omuz omuza verip nasıl MİSAK-I MİLLİ ile yenip kovduysak; aynı EMPERYALİZM'i EKONOMİK ALANDA bir SAY MİSAK-I MİLLİSİ İÇİNDE omuz omuza verip YENELİM VE KOVALIM!..
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK,

- KENDİ AĞIZLARINDAN SERBEST PAZAR PALAVRASI -

Bugünlerde herkesin ağzında PAZAR EKONOMİSİ-SERBEST PİYASA , hiç düşmüyor... Ama bakın, akıllı BATILI BİLİM ADAMLARI, İKTİSATÇILAR bu konuda neler diyor?... İşte PRINCIPLES OF ECONOMICS (Clifford L. James, Barnes and Noble, New York, 1956) kitabından alıntılar:

Market Economy: In this approach existing human wants, present distribution of wealth, and current techniques of production are commonly treated as given conditions or constant factors. (Yani "pazar ekonomisi" diye yutturulan sistem, doğruluğu hiç bir zaman ispatlanmamış bir takım varsayımlar üzerine kurulmuştur!)

The analysis includes the uneconomic effects of monopolies.

It ignores however, many of the exceptional allocation problems, such as the provision of educational facilities, the conservation of natural resources, and the assistance to low income groups which require governmental rather than competitive market allocation.(pg.6-7) (Ve görüldüğü gibi "pazar ekonomisi" bir ülke ekonomisinin en önemli meselelerini kapsamı dışında bırakmaktadır!)

Laissez Faire: Commercial class and wealthy traders found that their interests and those of the state were not always in harmony. They felt that the government should not interfere with individual activity. (pg.18) (Burada da "serbest pazar" diye yutturulan "bırakınız yapsınlar" mantıklı başıbozuk sistemin sadece zengin kesimin işine yaradığını, onların "DEVLET çalıp çırpmamıza karışmasın" demek istedikleri açıkça görülüyor!)

Reasons for Governmental Control:

Private enterprise cannot exist without the protection and aid of the government. (Görüldüğü gibi devlet koruması olmasa, özel sektör dahi olamaz. Sadece bunun için bile DEVLET'in güçlü olması gerek)

Private enterprise is unable to perform some essential tasks (e.g. flood control) and fails to perform others because they are not likely to yield immediate private gains (e.g.reforestration) (Özel sektör hiç bir zaman bir ülkenin varlığı için gerekli, ancak kar bırakmayan işlerle uğraşmaz)

Although private enterprise supplies through markets certain goods and services; the government, in order to promote the general welfare, supplements the private market allocation of facilities (e.g. education) (Özel sektör bazı mal ve hizmetleri temin edebilir, ancak kaynakların tahsisi DEVLET sorumluluğunda olmalıdır)

When there is competition, the regulator of private enterprise and markets degenerates. The government intervenes in numerous instances to enforce fair competition by laws preventing adulteration, fraud, unfair methods, and monopolistic combinations; on other cases to regulate private monopolies in order to assure adequate service at reasonable prices, and in a few cases to supply in part goods and services as a basis for comparing the performance of private enterprise.

When private enterprise and the market process as a whole become maladujusted, the government attempts to conserve human resources, to provide economic security, and to correct the maladjustments. (pg.37-38) (Açıkcası, rekabet olması da "pazar ekonomisi"ni dejenere eder. Olsa bir türlü, olmasa bir türlü!..Bunu önlemek veya bozulanı düzeltmek için daima DEVLET müdahalesi şarttır.)

Planning which effectively prescribed production priorities and rationing of some consumers' items as in a war period would eliminate some of the essential features of private enterprise. (pg.40)

The role of government in marketing has greatly increased during the last half century and is likely to become even greater. (pg.78) (Görüldüğü gibi BATILILAR savaş ve sıkıntı dönemlerinde daima DEVLET kontrolünü arttırmışlardır. Özellikle uluslararası ekonomik ilişkilerde DEVLET daima söz sahibidir. TÜRKİYE'nin, Irak'ın, Bosna-Hersek'in yaşadığı ambargolar hangi "serbest pazar ekonomisi"nin ürünüdür acaba?..)

Differences in the qualities of goods are a deep mystery for most consumers... They face the almost impossible task of determining whether or not a given item is sufficiently superior to another article to justify a higher price. Since the consumer often fails to distinquish between superior and inferior purchases, many inefficient plants are virtually subsidized by ignorant buyers. If consumers were more discriminating buyers, competition would eliminate inefficient, shoddy production. (pg.84) (Görüldüğü gibi "pazar ekonomisi"nin tüketici "kötü malı ekarte eder" iddiası palavradan ibarettir!..Tüketici alacağı malın kalitesinden, teknik özelliklerinden hiç bir zaman tam haberdar olamaz. Reklamlar aklını karıştırır. BATI tipi rekabet kötü malı değil, çoğu zaman küçük işletmecilerin kaliteli malını ekarte eder!..)

Inequality in the distribution of wealth and income, is a necessary incentive for production in a system of private capitalism. (pg.88) (Görüldüğü gibi kan içici KAPİTALİZM'in örtülüsü "pazar ekonomisi"nin varlığı, ancak büyük gelir farkları ile mümkündür. Şu halde hem "pazar ekonomisi"ni, hem de "eşitliği" savunmak ancak cahillik tezahürüdür.)

In a free enterprise system the goal is perfect competition. In such markets the number of buyers and sellers is so large that no one of them can influence appreciably the price; the commodity consists of identical units; buyers and seller are completly aware of market conditions, the firms may move freely in and out of the industry. (pg.91) (Bu varsayımların hiç biri, ama hiç biri, ne gerçekçidir, ne varittir. Aslında hiç bir zaman tam REKABET esasına dayalı bir "SERBEST PAZAR" mümkün değildir!)

Loan Sharks: Pawnbrokers, chattel loan and salary loan brokers extend credit at exorbiant rates of interest and often refuse partial payments on the principal. The fact that these lenders exist may be an evidence of a defect in our loan system. (pg. 135) ("pazar ekonomisi"nin vatanı ABD'nin bile KREDİ sistemi tefecilikten başka bir şey değildir)

Money panics and numerous business failures made a new banking system imperative... Lack of central control over small independent banks continued loan funds for speculative purposes...Federal Reserve System represents the government and centralizes control over the entire banking system. Federal Open Market Committee formulates regulations for open market operations and directs the actual transactions. (Alavereli dalavereli bankacılık ve kredi işlemleri, ABD'yi bile bu sektöre DEVLET kontrolü getirmek mecburiyetinde bırakmıştır.)

Complete government ownership and operation of banks may be necessary to control effectively money and credit. Bank failures have been a serious problem... (pg. 141-142) (Bu gerçekten aklı başında yazarlar ABD'ye banka ve kredi işlerinin devletleştirilmesini tavsiye ediyorlar. Tabii "devletçi" görünen "banka fareleri"nin ekarte edilmesi şartı ile!)

Effective control of money and credit in a highly centralized banking system alleviates greatly cyclical fluctuations. In the US, Treasury and Federal Reserve policy affect the volume of money and credit. (pg.170)

A program of government investment and public works broad enough to provide competition for industries enjoying a semi-competitive or monopolistic position would eliminate obstacles to full employment. (pg.171) (Gördünüz mü?.. Akıllı BATILI, tekelci sektörlerde DEVLET yatırımı yapılmasının rekabet yaratıp istihdamı artıracağını söylüyor. Biz de ekliyelim: Onların tekelini kırar, malların kalitesini yükseltir, fiyatları düşürür, DEVLET'e güveni artırır.)

Many government investments of capital yield an intangible return which cannot be measured in monetary terms. e.g. they may promote the general welfare.(pg. 188) ( Bir BATILI bile her şeyin değerinin para ile ölçülemiyeceğini, DEVLET yatırımlarına böyle bakılmasını söylüyor)

The establishment of the Food and Agriculture Organization of the United Nations and the Reciprocal Trade Agreement Program are evidence of a realization that American farm problems cannot be solved by domestic measures alone.(pg.225) (İşte itirafı!..İstisnasız bütün uluslararası kuruluşlar,FAO ve tabii ki Birleşmiş Milletler, BATI'nın kendi meselelerini çözmek için kurulmuştur. Bunlar geri kalmış ülkelerin yarasına merhem olamaz!)

Roosevelt administration decided that production controls were necessary to eliminate surpluses. (pg.229) (ABD'nin en aklı başında cumhurbaşkanlarından olan Roosevelt, TÜKETİM gibi ÜRETİM'in de başıboş bırakılmayacağını savunmuştur.)

Soil Conservation Act involved an extension of grass acreage, at the expense of basic crops, production control was continued in a disquised form. (pg.230) (Batı "serbest pazar", serbest ticaret" der ama, kendi hep "kontrollü" sistem uygular.)

Commodity Credit Corporation was established for the purposes of bringing about a rise in agricultural prices. If the Market price fell below the loan, the farmer simply turned his crop over to CCC which bore the loss. (pg.231)

Since 1934 the State Department has pursued trade agreements with foreign countries which involve a mutual reduction of tariff barriers. There is evidence that American farmers have derived considerable benefit from this policy. (pg.232) (Görüldüğü gibi gümrük indirimi, tariflerin, kotaların kalkması hep BATI'nın işine yaradığını için savunulur)

(During World War II) price ceilings were established to prevent a repetition of the inflation of WW I. (pg.232)(ABD'de harp sırasında fiyatlar serbest değildi. Serbestlik belki ancak her şey "güllük gülistanlık" ise düşünülebilir.)

Government planning is necessary in agriculture in order that a stable framework may be established within which private enterprise may operate. In this case, at east, government planning and private enterprise are complementary rather than competitive. (pg. 233) (Tarımda DEVLET kontrolünü gene bir Amerikalı savunuyor)

The Labor Management Act of 1947 bans expenditures by unions for political purposes. (pg.243) (ABD'de sendikaların politikacılara para harcaması yasak. Bizdeki işçi ve memurları politikaya bulaştırmak istiyenler buna ne der acaba?)

Concentration of economic power, is likely to promote concentration of political power. In the US economic power has already become concentrated in the hands of a relatively small number of persons. (pg.258) (İktisadi gücün belirli ellerde toplanması, politik gücün de o ellerde olması demektir. Bu sözü bir Amerikalı 1956'da söylemiş. Yani daha çokuluslu ama zenginuluslu şirketler yeni yeni ortaya çıkarken!.. Demek şimdi çok daha kötü bir durumdayız!..Peki, KUR'AN ne diyordu: Devlet (kudret) zenginler elinde dönüp dolaşan bir nimet haline gelmesin!)

High import duties frequently excluded foreign competition and permitted American firms to build up monopoly power...(pg.259) (Demek ABD de yüksek gümrük uygularmış)

Detailed studies show that concentration of economic power in the US has developed to such an extend that traditional terms like "competition" and "free enterprise" almost cease to have any significance...The economic life of the US is dominated by about 200 nonfinancial and 50 financial corporations whose policies regarding prices, production, and wages affect almost every citizen in the land. (pg.260) (İşte akıllı ve dürüst bir BATILI'nın itirafı! Araştırmalar şimdi yapılsa, herhalde gerçek REKABET ve SERBEST TEŞEBBÜS'ün çok uluslu şirketlerin dümeniyle çoktan öldüğünü ve gömüldüğünü tesbit edebilirdik.)

Problems of the Market Economy not even solved in USA:

Price Leadership: The dominant firm acts as a price leader, and the others follow. The result is an absence of price competition.
Price Agreements: It is illegal to conspire by means of price-fixing agreement, but cases are constantly being unearthed.
Patent Control : These legal grants (in Us they are for 17 years) have been used to establish and maintain a monopolistic position. 
(Biz hep dedik: 7 büyük ülkenin elindeki patentler için, geri kalmış ülkelerin bedel ödememesi hükmü getirilmez ise, önümüzdeki yıllar çok daha büyük uluslararası problemler çıkacaktır.)

Market Sharing : Dominant firms in an industry often agree not to compete in one another's markets.

In general, "big business" is now so well entrenched that the inventions and innovations of a vigorous private enterprise system are likely to result in a constant stream of monopolistic developments... The solution lies in the direction of government ownership of monopolistic industrial enterprises of vital interest to the public.(pg.260-267) 
(Akıllı Batılı yukarda saydığı problemlerin çözümünü tekel niteliği taşıyan kurumların DEVLET'e ait olmasında görüyor!)

Public utilities are semipublic industries (in US). They are privately owned and operated, but government agencies regulate their operations with regard to rates and earnings...Railroads, electric, gas, water, telephone, telegraph, street railway, air transport, motor transport, pipe line, express, and pullman companies..(pg. 271)(Yani ABD dahi öyle "liberal ekonomi"ye, "serbest pazar"a pabuç bırakmıyor!)

Many cities and towns own their streetcar and railway systems, gas and electricity plants, and waterworks. This type of public ownership is so common that it no longer excites much controversy. (pg.278)
Public expenditures in 1890 was 7% of the national income, in 1926 15%, in 1932 36%, in 1941 26%, in 1949 28%. (so during periods of war and economic problems government role in economic life increases.) (pg.285-286) (Ekonomide devlet payının artışı 1990'lara kadar sürdü. Şimdi batmakta olan ABD ekonomisini "özelleştirme" kurtarır sanılıyor ama, problem devletçilikten değil; israf ekonomisinden geldiği için yanıldıklarını çok yakında görecekler.)

Public co-operation enables all individuals to receive a limited amount of education. Police protection, sanitation, highways, etc. can be provided more advantageously by means of public co-operation. The increase in population especially urban, and the growing complexitieş of modern industrial civilization multiply social needs. Depression necessitated welfare services. (pg. 287)

The management of many American government enterprises has been only moderately successful, but that is also true of many important private enterprises. (pg.293) (Görüldüğü gibi özel sektörün DEVLET sektöründen başarılı olduğu iddiası her zaman varit değildir. Hele TÜRKİYE'de durum daima DEVLET lehine olmuştur. Hala millet özel çay değil, DEVLET çayı alır. Özel firmalar Çaykur paketlerini taklit ederler!)

International Economic Relations: In many others (countries) including US, governments have on an increasing scale been engaging in buying and selling, and lending and borrowing.

How did Germany got rich before WW II: Germany enforced a complete monopoly of buying and selling in the foreign exchange market. German exporters were forced to sell to German banks at an arbitrarily fixed rate. German importers had to obtain a permit before foreign exchange could be purchased from German banks. Countries selling goods to Germany were paid in "blocked marks" that could only be spent in Germany. Germany's creditors were forced to buy goods from her that might have been obtained more cheaply elsewhere. Foreign investment virtually ceased since capital was not permitted to leave. Stability of exchange rates was achieved, but only on a basis of reduced trade. (pg.318-319) (Bütün kalkınmış ülkeler gibi Almanya da gelişmesini Devletçi ekonomik sisteme borçludur!)

Japanese society prevented the formation of free labor unions (before WW II). Consequently the US felt justifed in restricting the entry of many Japanese imports!..

Many tariffs, particularly those of the US have been imposed because of political considerations. Lobbying has always enabled well-organized special interest groups to achieve protection for particular products since there is no lobby for the general welfare. (pg.337) 
(Eğer ABD "politik" sebepler ile ekonomik ambargo ve kısıtlama koyabiliyorsa, biz de koymalıyız!)

Imports of meat into the US from Argentina were restricted by means of a rigid interpetation of the sanitary regulation. (pg. 338)

In 1945 the British government established o monopoly for cotton importing... Increasingly, trade is becoming a matter of negotiation between two state trading agencies.

Before WW II international investment was passing partially into the hands of governments. Many loans were political in nature. ...Since WW II the bulk of international lending has been by governments. (pg 339) (Batılı bile "kredi" derken, bizim yüksek faizli dış kredilere "yardım" dememiz neme halttır?)

International Cartels are perhaps the most sinister form of trade regulation since control is exercised not by governments in the the interest of their citizens, but by private producers for the sole purpose of increasing profits. International cartels have usually been formed by monopolistic producers in big industrial countries and have resulted in the division of markets, price maintenance, the elimination of competition, and the restriction of production. They have been in the production of chemicals, electrical equipment, synthetic products. The control is usually exercised through the medium of the cross-licensing of patents which has in many cases resulted in the world-wide control of production and trade, by what almost amounts to a private government. (pg. 339-340)

(En önemli paragraf!...TÜRKİYE'de DEVLET'in ekonomideki payını ve söz hakkını kısmak isteyen yabancı devletler, kendi ekonomilerinde söz sahibi oldukları bir yana, özel sektörleri de ayrı bir devlet gibi dünya üretim ve ticaretini kontrol ve baskı altında tutmaktadır. Bunu bir Amerikalı itiraf ediyor! Şimdiki durum 1950'lerden çok daha kötüdür, delili de kalkınmamış ülkelerin daha da fakirleşmesi, hatta açlık tehlikesine düşmesidir)

The extensive use of quotas by France, the development of exchange ontrol by Germany, and the establishment of a discriminating tariff system known as "imperial preference" by Britain contributed to the decline of world trade. (pg 342)

In the late thirties, the huge expenditures on armaments, political loans, and the use of economic policy as a military and diplomatic weapon completed the disintegration of the world trade system. (pg. 343) (Dünyayı ekonomik krize ve savaşa sürükliyen BATI politikası bugün de aynen uygulanmakta.)

The trade Agreement Extention Act of 1955 permitted the President to impose quotas or other restrictions. (pg. 346)


KISSADAN HİSSE: 

Büyük devletler menfaatleri gerektirdiğinde, veya sıkıntıya düştüklerinde ekonomilerini düzeltmek için her türlü DEVLET müdahalesini mubah görmekte, her türlü tahdit veya teşviği meşru saymaktadır. Şu halde TÜRKİYE de kendi menfatine uygun her türlü tedbiri alacak güçlü bir DEVLET'e sahip olmalı ve DEVLET ekonominin her noktasına hakim olmalıdır. Diğer devletler kendi kısıtlamalarını kaldırmadıkça, kendi kapılarını açmadıkça, kendi mallarına teşvikleri kaldırmadıkça, patent oyunları, kartel hilelerini önlemedikçe, TÜRKİYE de gerekli bütün tedbirleri almaktan kaçınmamalıdır!..

Çünkü halihazırda dünyada samimi bir "serbest pazar" yoktur, bütün pazarlar büyük devletlerin veya kartel idarelerinin kontrolu altındadır!.. Kurtlara kümesin kapısını açmanın sonu felaket olur!..


****

Şimdi bazıları diyecektir ki, "Bu ifadeler 1956'da yazılmış bir kitaptan!..O tarihten bu yana köprünün altından çok su geçti!.."

Bizim cevabımız hazır!.. Aşağıdaki değerlendirmeler 1993 baskısı ECONOMICS (Lipsey, Courant, Purers, Steiner) kitabından... 
Dikkatle okunursa görülecek ki, aklı başında BATILI bilim adamlarının kuşkuları azalmamış, artmış... Dikkatle inceleyelim:

Economics is a science, only in the sense that it progresses through a sistematic confrontation of theory by evidence.

If it were not for the government-sanctioned restrictions on imports, US markets would be full of Japanese cars, European food (ve Türk tişörtleri ile).

The dissappearance of USSR is the RELATIVE success of MIXED capitalism. 

(Yani Sovyetler'in çökmesi, sadece KARMA KAPTALİST SİSTEM'in KARMA SOSYALİST SİSTEM'e nazaran biraz daha başarılı olduğunu gösterir. 
Yoksa KAPİTALİZM'in MÜKEMMEL olduğunu DEĞİL!)

Most important economic problems are inflation, unemployment, budget deficits and economic growth. Other problems are urbanization, education, transportation, communication, health, pollution and environment.

Bu yazarların 20 yıl önceki eserlerinde kirlenme ve çevre meseleleri yer almıyordu. Eğitim ve sağlığı "ekonominin problemi" olarak görmüyorlardı. 
Şimdi bile "ekonomik problem" olarak görmedikleri hususları da biz sayalım:

Toplumun dejenere olması, ahlaki değerlerin kaybolması, fuhuş, alkol ve uyuşturucu müptelalarının artması, kumar ve şans oyunlarının umut haline 
gelmesi, suç ve şiddet olaylarının yükselmesi!..

Geri kalmış ülkelerde açlık ve sefaletin inanılmaz boyutlara ulaşması, 1945'den bu yana bir cihan harbi daha yaşanmış gibi insanların ölmesi, tabiatın 
tahrip olması!
Bu aklı başında yazarlar şu soruları sormakta:

- What is the impact of the growth of TRANSNATIONAL CORPORATIONS that conduct much of the business in the world?

- Are the economists right in arguing that environmental protection is best accomplished using "market price" incentives rather than direct government intervention?

- How is that when the average US citizen enjoys the highest standards in the world, so many feel economically harassed?

- Why has the distribution of income in US become more unequal since 1970's?

Every economy combines significant elemants of traditional, command and market systems. The failure of USSR points out the superiority of MIXED economies with substantial elements of market determination over FULLY planned command economies. It doesnot determine, as some people have claimed, the superiority of completely FREE market economies over MIXED economies. (İşte yazar yukardaki açıklamamızı dile getiriyor.)

There is no sign that free markets will handle problems as pollution, economic recession. In fact, free markets often fail to do these. Mixed economies with significant degrees of government intervention are needed to do these jobs.

Furthermore free market does not provide an excuse to ignore social issues. A partial list includes government regulation of the functioning of the economy, the measures needed to protect environment, health care, redistribution of income, education, housing, subsidizing agriculture, etc. 

(Yazar burada da "serbest pazar" ekonomisinin mahzurlarını saymış. Hani insan okuyunca, "böyle sistem olacağına, hiç olmasın daha iyi," diyesi geliyor.)

Many US citizens support government intervention into housing market and farm production.
In 1948, 45.6% of the non-agricultral working population was in services, 12.6% in government sector, 7.1% in mining, construction and 34.7% in manufacturing. In 1991, the figures were 61%, 16.9%, 4.9% and 16.9% respectively. In West Europe there were similar trends. 
(Bu rakamlar bile ABD ekonomisinin 1991'de, 1948'de olduğundan daha fazla devletçi olduğunun delilidir!..Peki, bu adamlar bize niye "devleti küçültmeyi" 
tavsiye ederler?..)

Economics is a social science. Like all social sciences, it contains positive statements (theories or logical assertions). If a positive statement is proved wrong, it is called "testable". There are also normative statements based on value judgements, religious, cultural, philosophical background. They are not testable.

Unemployment benefits have increased unemployment! 
(Türkiye'de de işsizlik sigortası uygulamak istiyenlere ithaf olunur)

Trade is necessary for every kind of excess production, but it is essential for specialized production. Otherwise individuals will not be able to obtain the other things they need.

Specialization still preserves its importance, but self-sufficiency is gaining ground. Division of labor is losing ground where more trained and skilled experts are needed. 
(Biz yukarda ne dedik: TÜRKİYE kendi kendine yeter olmalıdır!.. Yazar bu eğilimin arttığını belirtiyor)
To form the Free-Market Economy, economists assume many preconditions:

1- Households make consistent decisions as if they were an individual.(Thus family conflicts, more and legal problems and the mentality of the individuals who have control on decisions are ignored.) A household seeks maximum satisfaction or utility. It is assumed to be rational and aware of all the qualities and price rates in the market. (Tüketicinin tutarlı tercihler yaptığı, benzer malların bütün özelliklerini, kalitelerini ve fiyatlarını bildiği varsayımlarının hiç gerçekçi olmadığı, bütün iktisatçı ve sosyologlar tarafından kabul edilen bir vakıadır.)

2- Firms make consistent decisions as if they were single individuals. Their only goal is to maximize profits. It is assumed that they try to do this without lowering the quality, bribery, cheating, etc. (Firmaların sadece kar düşündüğü bir gerçektir, ancak bunu kaliteyi düşürmeden, rüşvet, aldatma, dolandırma, hile yapmadan sağlamaya çalıştıkları varsayımı ise tam bir palavradır. Bırakın şimdiki "serbest pazar"ı, 1400 yıl önce bile KUR'AN teraziye 
hile katanları uyarmıştı!.. Piyasadaki bu kar çılgınlığı ve hile furyası ancak DEVLET kontrolü ile önlenebilir.)

3- Government includes all public offices and agencies. Most government officials are elected and they want to keep their posts. So essential measures with high costs and little short-run benefits are unlikely to find favor. (Demokrasi ile birlikte geliştiği söylenen "serbest piyasa ekonomisi"nin toplum ihtiyaçlarını ihmal eden "seçim ekonomisi"ne dönüştüğünü, biz biliriz dile getirmeyiz; ancak akıllı BATILILAR itiraf etmekten kaçınmıyorlar.)

4- Income, taste, population, prices of other commodities are assumed to remain constant when we consider Demand and Supply of a certain commodity. 
(Bu da sadece bir varsayımdan öteye geçmez. Onun içindir ki, dünyadaki hiç bir malın arzı da talebi de tam olarak tesbit edilemez... 

Söylesenize ALLAH aşkına, "pazar ekonomisi"nden geriye ne kaldı?.. Hiç!)

5- If a commodity is traded throughout the world, the extent of one country's influence on the price will depend on how important its demand and supply in the worldwide totals.
 (Yazar burada satır arasında demek istiyor ki, bütün "serbest piyasa" palavralarına rağmen, dünya piyasasında güçlü ülkeler talep ve arz ne olursa olsun, fiyatları kendi kontrollerinde tutarlar. Hemen örnek verelim: TÜRKİYE dünya fındık üretiminin %75'ini gerçekleştiriyor. Dünya piyasasında fındık fiyatlarını etkiliyebiliyor mu?..İpek, sanayi ürünü olmasına rağmen -paraşüt vs. için çok önemli- koza fiyatları düşüyor. Neden?.. 
İpek üretimi mi arttı, talep mi düştü?.. Hayır!..Sadece dünya borsaları zengin devletlerin elinde!)

If a producer or seller holds 33% of the market, it is considered a monopoly. (Bu cümle şu demektir: Dünya üretim ve tüketiminin yarısından fazlasını elinde tutan zengin devletler, aslında her mal için bir TEKEL oluşturmuşlardır!.. Bu ülkeler 7'ler diye bilinen ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, Kanada ve İtalya'dır. Benelüks'ün -Belçika, Hollanda, Lüksemburg- eklenmesi ile bu sayı 10'a çıkar. İsviçre'ninse her türlü kaçakçılıkta ve yolsuzlukta payı vardır. Yani "serbest pazar ekonomisi", bütün mazlum ülkelerin hammadde kaynaklarını ucuza kapatmak, topraklarına konmak, emeğini sömürmek için uydurulmuş bir kuyruklu yalandan ibarettir!..)

Forcing people to join trade unions actually eliminates market competition because these unions give the LOWEST permitted price, not the HIGHEST permitted one. So the producers are not "individuals" any more, as the theory states. 
(Bu da "pazar ekonomisi"nin aslında mevcut olmadığının bir başka ifadesi!)

Governments intervene in the price system to satisfy generally agreed upon social goals. This changes the allocation of resources. Economies can not answer the question whether it is desirable in free markets or not.

In 1950's direct support for agriculture was replaced by loans. In 1980's Reagan promised "market economy" but the government continued to regulate the agricultural sector. Underdeveloped countries found it difficult to compete with EC and US subsidized farm products in the world market!..  

(Gördünüz mü "serbest piyasa"cı BATI'nın gariban tarım ülkelerine ettiği oyunu?)

****

Bitmedi!..

Bir de "THE OUTLINE OF THE AMERICAN ECONOMY" (US Information Agency, 1991) adlı kitabı gözden geçirelim...

Bu kitabın özelliği, ABD DEVLET GÖRÜŞÜ'nü yansıtmasıdır!.. Göreceğiz ki, TÜRKİYE'de unutturulmak istenen, Demirel'in "hala belini kıramadık" dediği 
KARMA EKONOMİ ifadesi, AMERİKA için bile geçerli:

US is described as a MIXED ECONOMY, which is to say that even though the great majority of productive resources are privately owned, the federal government DOES play an important role in the market place.

Government intervention has been found necessary from time to time to ensure economic opportunities, to prevent flagrant abuses, to dampen inflation and to stimulate growth.

Ever since the colonial times, the government has been involved in economic decision-making. It has made huge investments in infrastructure, provided social welfare programs and supported the development of agriculture.

Americans are pragmatists. They accept an important role for government for economic growth and progress. (This is because) US economy and free enterprise system has not been without problems.

Until World War 2, most of the labor was immigrants.

Businesses can interfere with pure competition through price fixing and other monopolistic practices to maximize their profits.

Government provides a range of services better performed by public rather than private enterprise. Government role has ebbed and flowed, according to the needs of the time. In 1992 the federal government regulatory officials were around 122.000, more than that of 1980.

The government provides help to businesses. Tariffs permit domestic products remain free from foreign competition. Imports are taxed or limited. Government also subsidizes farm products. It also supports ailing individuals.

As the 20th century has progressed, the public has come to expect the government to provide more services than in any other previous era. A great number of services becomes economically feasible for the government to provide when large numbers of people crowd into cities.

From 1960 to 1990 state and local governments increased their employees from 6.4 million to 15.2 million, federal government from 2.4 million to 3 m.

But by 1991 many observers were questioning whether government was the most efficient provider of needed services. Many US employed private companies and contractd 5 billion $ of city services. Yet privatization remains a highly contraversial subject.

Alexandre Hamilton, G. Washington's secretary of treasury, advocated subsidies and protective tariffs for infant industries. Tariffs were the policy of US until mid 20th century.

Most US government leaders were reluctant to get involved in the private sector. (They favored Leassez faire) This attitude changed at the end of the 19th century. Government involvement increased in 1930. New Deal (by Roosevelt) extended federal authority in all fields (banking, agriculture, social security, public welfare, labor problems, minimum wages, housing, etc.) During the 2nd W.War the US government intervened in the economy as it never had before!...

Gördünüz mü "serbest pazar" ekonomisinin çirkin yüzünü ve çaresizliğini?.. Gördünüz mü "liberal" BATI ülkelerinin nasıl DEVLET'i daima EKONOMİ'nin 
içinde tuttuklarını?..

http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata7c.html


***

ALTI TEMEL ESAS

ALTI TEMEL ESAS




ATATÜRK diyor ki:

- Bu DEVLET'in dayandığı temeller İSTİKLÂL-İ TAM ve kayıtsız şartsız MİLLÎ HÂKİMİYET'tir!..

- TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'nin bütün programlarının umdesi şu iki esastır: İSTİKLÂL-I TAM, kayıtsız şartsız MİLLÎ HÂKİMİYET!..

- TÜRKİYE CUMHURİYETİ YALNIZ İKİ ŞEYE GÜVENİR: Biri MİLLET KARARI... diğeri ORDUMUZUN KAHRAMANLIĞI!..

Şu halde TAM İSTİKLÂL nedir, MİLLÎ HÂKİMİYET nedir, MİLLET KARARI yani MİLLÎ İRADE nedir, bunları iyi bilmek gerekir...

Ancak en "atatürkçü" geçinenlere bile sorduğunuzda, bunlara doğru dürüst bir cevap alamazsınız...

Biz bu 3 TEMEL KAVRAM'a, yine ATATÜRK'ün kullandığı ifadelerden MİLLÎ SİYASET, MİLLÎ ÜLKÜ ve MİLLÎ AHLÂK'ı da ekledik... Böylece ATATÜRK'ün kurduğu yeni DEVLET'in, yani TÜRKİYE CUMHURİYETİ'nin istinat ettiği vazgeçilmez 6 ESAS'ını tesbit etmiş olduk...MİLLÎ MÜCADELE'nin gereği ve semeresi olan TAM İSTİKLÂL'den MİLLÎ AHLÂK'a kadar hepsinin bariz özelliği MİLLÎ oluşlarıdır!

Dikkatinizi çekeriz: DEVLET'in ve CUMHURİYET'in temeli 6 OK değil; önce bu belirttiğimiz 6 ESAS'tır!.. 6 OK daha sonra gelir!

Bu 6 ESAS'ı yine ATATÜRK'ten öğrenelim:

TAM İSTİKLÂL

- TÜRK'ün HAYSİYET, İZZETİNEFİS ve KAABİLİYET'i çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet ESİR yaşamaktansa, mahvolsun, evladır!.. Binaenaleyh YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM!..(Mayıs 1919)

- Bu DEVLET'in dayandığı temeller İSTİKLÂL-İ TAM ve kayıtsız şartsız MİLLÎ HÂKİMİYET'tir!.. (5.2.1923)

- İSTİKLÂL-İ TAM denildiği zaman tabii SİYASÎ, MÂLÎ, İKTİSÂDÎ, ADLÎ, ASKERÎ, KÜLTÜREL ve HER HUSUSTA TAM İSTİKLÂL, TAM SERBESTLİK denilmektedir!... Bu saydıklarımın HERHANGİ BİRİNDE İSTİKLÂLDEN MAHRUMİYET, MİLLET VE MEMLEKETİN hakiki mânâsıyla BÜTÜN İSTİKLÂLİNDEN MAHRUMİYETİ DEMEKTİR!.. (Mayıs 1919)

- Bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi; mutlaka o milletin HÜRRİYET ve İSTİKLÂL'e sahip olmasıyle kaimdir!.. (1921)

- Ne kadar ZENGİN ve MÜREFFEH olursa olsun, İSTİKLÂL'den mahrum bir millet, UŞAK olmak mevkiinden yüksek bir muameleye liyakat kazanamaz!.. (Nutuk)

- HANGİ İSTİKLÂL VARDIR Kİ, YABANCILARIN NASİHATLARIYLA, YABANCILARIN PLANLARIYLA YÜKSELEBİLSİN!..Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir!.. (6.3.1922)

- Dünyada MÜSTAKİL bir DEVLET tasavvur olunabilir mi ki, İÇİŞLERİ'ne henüz DÜŞMAN sıfatını haiz olanların değil, DOSTLAR'ının dahi müdahalesine müsamaha etsin?.. (18.6.1922)

- Milletimizin kurduğu yeni DEVLETİN MUKADDERATINA, MUAMELATINA, İSTİKLÂLİNE, unvanı ne olursa olsun, HİÇ KİMSEYİ MÜDAHALE ETTİRMEYİZ!.. (Mayıs 1919)

- TAM BAĞIMSIZLIK bizim bugün üzerimize aldığımız görevin temelidir.. Uygulanıp uygulanamıyacağı üzerinde çok düşündük. Sonunda edindiğimiz kanı ve inanç, bunda başarı kazanacağımız oldu!.. (Bakınız: TAM İSTİKLÂL - AÇIKLAMALAR)

***

MİLLÎ HÂKİMİYET

- Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu DEVLET'in ve MİLLET'in aında hiç bir kuvvet yoktur, hiç bir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da MİLLÎ HÂKİMİYET'tir!..Yalnız bir makam vardır. O da MİLLETİN KALBİ, VİCDANI ve VARLIĞIDIR!..(16.1.1923)

- Milletimizin kurduğu yeni DEVLETİN MUKADDERATINA, MUAMELÂTINA, İSTİKLÂLİNE, unvanı ne olursa olsun, HİÇ KİMSEYİ MÜDAHALE ETTİRMEYİZ!.. (Mayıs 1919)

- Mutlak ve sınırsız EGEMENLİK ERKİ yalnız ve yalnız halkın kendisindedir... HALKIN toplu halde KENDİNİ SATMASI, KENDİNE İHANETİ, ya da KÖTÜLÜK ETMESİ DÜŞÜNÜLEMEZ!..

- Sultanlarla yönetilen memleketlerde VATAN için en büyük TEHLİKE, sultanların düşmanlar tarafından satın alınmalarıdır... Meclislerle yönetilen memleketlerde de EN YIKICI YAN, bazı MİLLETVEKİLLERİMİZİN ECNEBİ NAM VE HESABINA ÇALINMIŞ VE SATIN ALINMIŞ OLMALARIDIR!.. MİLLET MECLİSLERİNE KADAR GİRMEK YOLUNU BULABİLEN VATANSIZLARIN VARLIĞI, TARİHÎ ÖRNEKLERİYLE BELLİDİR!.. (Ekim 1927)(Bakınız: MİLLÎ HÂİMİYET - AÇIKLAMALAR)

***

MİLLÎ İRADE


- MEVCUDİYETİMİZİ MUHAFAZA ve MİLLÎ EMELLERİMİZİN TEMİNİ İÇİN HAKİKİ DAYANAĞI HARİÇTE DEĞİL, DAHİLDE BULMAK prensibini İcra Heyeti kabul etmiştir... Şuradan buradan gelecek kuvvetlere dayanarak EMEL takip edersek, hayal kırıklığına uğrarız!.. Bunun için önce KENDİ KUVVETİMİZ'e önem veriyoruz!..

- Bir millet varlığı ve hakları için bütün kuvvetiyle bütün fikrî ve maddî güçleriyle alâkadar olmazsa, BİR MİLLET KENDİ KUVVETİNE DAYANARAK VARLIĞINI VE BAĞIMSIZLIĞINI TEMİN ETMEZSE; ŞUNUN BUNUN OYUNCAĞI OLMAKTAN KURTULAMAZ!..

- MİLLET İŞLERİ ancak MİLLÎ KARARLAR dayanmakla, MİLLETİN GENEL DUYGULARI'na TERCÜMAN olmakla gerçekleşir!.. (Bakınız: MİLLÎ İRADE - AÇIKLAMALAR)

***

MİLLÎ SİYASET


- Bizim vuzuh ve tatbik kaabiliyeti gördüğümüz siyasî meslek, MİLLÎ SİYASET'tir!..

- MİLLÎ SİYASET'ten kastettiğim mana şudur: MİLLÎ SINIRLARIMIZ İÇİNDE en önce KENDİ KUVVETİMİZE DAYANARAK VARLIĞIMIZI KORUYUP, MEMLEKETİN İÇ SAADET VE İMARINA ÇALIŞMAK!.. (Bakınız: MİLLÎ SİYASET - AÇIKLAMALAR)

***

MİLLÎ ÜLKÜ


- MİLLETİMİZİN YÜKSEK KARAKTERİNİ, YORUMAZ ÇALIŞKANLIĞINI, ZEKÂSINI, İLME BAĞLILIĞINI, EL SANATLARINA OLAN SEVGİSİNİ, MİLLÎ BİRLİK DUYGUSUNU MÜTEMADİYEN ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besliyerek İNKİŞAF ETTİRMEK, MİLLÎ MEFKÛREMİZDİR!!.. (Bakınız: MİLLÎ ÜLKÜ - AÇIKLAMALAR)

***

MİLLÎ AHLÂK


- MİLLETİN İÇTİMAÎ NİZAM VE SÜKÛNU, günümüzde ve gelecekte REFAHI, SAADETİ, SELÂMETİ ve GÜVENLİĞİ, MEDENİYETTE İLERLEMESİ ve YÜKSELMESİ İÇİN İNSANLARDAN her hususta İLGİ, GAYRET, nefsin feragatını gerektiği zaman SEVE SEVE NEFSİNİN FEDÂSI'nı istiyen MİLLÎ AHLÂK'tır!.. (Bakınız: MİLLÎ AHLÂK - AÇIKLAMALAR)

Bu ifadeler her TÜRK'ün ezbere bilmesi gereken, okullarda okutulması gereken, DEVLET dairelerinde duvarlara yazılması gereken TEMEL ESASLAR'dır!..

http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata42.html

14 Şubat 2019 Perşembe

ALTIOK

ALTIOK




Yazan 
Metin Aydoğan



5 Şubat 1937’de Anayasa maddesi yapılan Altıok, yaymaca amaçlı sıradan bir tanımlama değil; direniş içinde oluşan, yaşama bağlı ve geleceğe yön veren ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek isteyen bir ulusun, kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu gösterir. Bu işin nasıl yapılacağını açıklar. İnsanı esas alır, bilime ve gerçeklere dayanır. Herşeyden önce, çok yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun belirlemeler; halka verilen söz ve yükümlenmelerdir. Toplumsal gelişimi temel amaç sayan, kendine güvenli ve devrimci bir yönetimin yapabileceği bir girişimdir. Türk ulusunun buluşudur ve evrensel bir boyutu vardır.

Yaşanan Gerçek,

Nutuk’un okunduğu Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi (1927), bir tüzük değişikliği yaparak; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılık olarak tanımlanan üç anlayışı, partinin temel ilkeleri durumuna getirdi. 1931 Kurultayı’nda bunlara; Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik eklendi ve bu altı ilke, 1937’de Anayasaya maddesi durumuna getirilerek, yalnızca partinin değil, devletin de temel ilkesi oldu.

Özgün ve Evrensel

Altıok, Türk Devrimi’nin yarattığı bir çağdaşlaşma izlencesi (programı) ve ezilen ulusların tümüne örnek oluşturan bir kalkınma yönetimidir. Temelinde, altı ilkenin tümüne tek tek ya da bütün olarak yön veren, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik anlayışı vardır. Bu anlamıyla altıok, bir dünya görüşüdür.

İlkeler, birbirinden kopuk, biçimsel belirlemeler değil, birbirini tamamlayan ve birlikte değerlendirildiğinde anlamı olan saptamalardır. Birbirinden koparılarak ele alınırsa ya da bir kaçı yok sayılırsa, Türk Devrimi’ni temsil etmez, somut bir başarı sağlayamaz.

1923-1938 arasında gerçekleştirilen devrim atılımlarının tümü, Altıok içinde ifadesini bulur; hiçbir girişim dışarda kalmaz. Örneğin; Saltanat ve Hilafetin kaldırılması Cumhuriyetçilik’le; dil-tarih yenileşmesi Milliyetçilik’le; eğitimin birliği, tekke ve zaviyelerin kapatılması Laiklik’le; kamulaştırmalar ve ekonomik uygulamalar Devletçilik’le; tarım ve sağlık atılımları Halkçılık’la; hukuk ve yenilikçi girişimler Devrimcilik’le ilişkilidir. Bu ilişkiler, altı ilkenin bütünlüğü içinde, ayrıca birbirlerine bağlanmışlardır.

Cumhuriyetçilik

Türk Devrimi’nin cumhuriyet anlayışı, kimi ülkelerde olduğu gibi, kişi, zümre ya da soy egemenliğini örtmek için kullanılan, adıyla uyumsuz, biçimsel bir yönetim anlayışı değildir. Batı’da (ya da Doğu’da) görülen hiçbir cumhuriyet biçimine benzemez. Toplumu oluşturan tüm kesimleri kapsayan anlayışıyla, doğrudan ulusal egemenliği ve halkın gönencini amaç edinmiştir. Türk toplumuna özgü nitelikleriyle, eskiden gelen katılımcı anlayışın günün koşullarına göre uygulandığı, halka dayalı demokratik bir yönetim biçimidir. Toplumun ve devletin tüm gücü, yalnızca ulus ve halk için kullanılmıştır.

Yasama organı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi, azınlığı temsil eden, sınıf egemenliğine dayalı Batı parlamentolarından çok ayrımlıdır. Emperyalist işgale karşı, halkın temsilcileriyle ve bizzat halkın kendisi tarafından oluşturulmuştur. Aynı durum; yürütme, yargı ve yasama oluşumu için de geçerlidir. Bu kurumlarda görev yapan insanlar, egemen sınıf temsilcileri değil halkın içinden gelen kişilerdir.

TBMM yönetim anlayışını, Fransız cumhuriyetçiliğinden ya da İngiliz parlamentarizminden değil; Göktürk toylarındaki katılımcılıktan, Anadolu Ahi paylaşımcılığından ve İslamiyet’in danışma (meşveret) geleneklerinden almıştır. Kurtuluş Savaşı’nı yürüten mecliste, toplumun hiçbir kesimi temsil dışı kalmamış; köylüler, askerler, din adamları, tüccarlar, aşiret ve tarikat şeyhleri, esnaf temsilcileri, doktorlar, avukat ve gazeteciler, aynı çatı altında tek bir amaç çevresinde birleşmişti. Cumhuriyetçilik anlayışı böyle bir meclis içinde oluştu.

Ulusçuluk

Kurtuluş Savaşı’yla yükselen Türk ulusçuluğu, devrimlerle uygulamaya sokuldu ve kuramsal çerçevesi belirlenerek devlet siyasetine yerleştirildi. Kapsam ve nitelik olarak Batı ulusçuluğundan çok farklıydı. Kurtuluş Savaşı’yla başarılan şey, yönetim geleneklerini yitirerek çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, Türk kimliğine geri dönerek, çağa uyan yeni bir devletin kurulmasıydı. Eskide olduğu gibi, ezene karşı ezilen, haksıza karşı haklı savunulacak ve ulusal varlık korunacaktı. Türk ulusçuluğu buydu.

Emperyalist devletler, dünyaya yayılıp ülkeleri kendilerine bağlarken, daha önce birbirleriyle ilişkisi olmayan bu ülkeleri, ister istemez ortak düşmana, yani kendisine karşı birleştirmiş olur. Onları, küresel işleyişin parçaları durumuna getirirken, aynı zamanda, ezilen ülke ulusçuluğuna sömürgeciliğe karşı evrensel bir boyut kazandırır. Ezilen ülke ulusçuları bilirler ki; ortak düşmana, yani emperyalizme karşı oluşan tepki, direnme duygularını geliştirerek onları birbirine yakınlaştıracaktır.

Emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan Türk ulusçuluğunun, ezilen uluslarda büyük heyecan yaratması ve yüksek bir saygınlığa ulaşarak evrensel bir devinim yapmasının nedeni budur.

Emperyalizme karşı savaşım, ezilen ülke ulusçuluğunu, ırkçılığın dar kalıplarından çıkarır, onu özgürlüğü amaçlayan demokratik bir devinim durumuna getirir. Ezen ülke ulusçuluğuyla, ezilen ulus ulusçuluğu arasındaki ayrım; despotlukla demokrasi, saldırganlıkla savunma, tutsaklıkla özgürlük arasındaki ayrımdır. emperyalizme karşı çıkmayan kişi ya da siyasetler, demokrat ya da sosyalist olamaz. Ezilen ulus aydınları, herşeyden önce emperyalizme karşı çıkmak, bunun için de ulusçu olmak zorundadır. Ulusçuluk, ezilen ulusların emperyalizme karşı kullanabileceği tek silahtır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusçuluk anlayışı, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Türklerin, gönenç ve mutluluğunu esas alır. Pantürkist (dünya Türklerinin birliği) görüşleriyle bir ilgisi yoktur. Ülke dışındaki Türkleri, iç siyasi uğraş alanı dışında tutar.

Atatürk, Ulusçuluğun evrensellik anlayışını, “dünyanın neresinde bir rahatsızlık varsa, bizden ne kadar uzak olursa olsun, bu rahatsızlıkla ilgilenmeliyiz. İnsanlığın tümünü bir vücut, her milleti bir uzuv saymak gerekir… İnsan kendi milletinin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını da düşünmeli, kendi ulusunun mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa, bütün dünya uluslarının mutluluğuna da o kadar önem vermelidir”1 biçiminde açıklamıştır.

Halkçılık

Fransız Devrimi’nde yurttaş, Rus Devrimi’nde yoldaş olan kavram, Türk Devrimi’nde halk sözcüğüyle tanımlanmıştır. Sözcük anlamlarıyla sınırlı kalmayan bu tanım, devrimler arasındaki niteliksel başkalığın doğal sonucudur.

Fransız Devrimi’nde kentsoylular (burjuvalar), işçi ve köylüleri arkasına alarak beysoylular (aristokratlar) sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, işçi sınıfı, köylüleri arkasına alarak kentsoylular ve beysoylular sınıfını yönetimden uzaklaştırmıştır.

Ayrı nitelikteki bu iki devrimin ortak özelliği, sınıf savaşımına dayanan iç çatışmanın, toplumsal savaşım durumuna gelmesidir. Fransız Devrimi’nin temel söylemi olan eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet gibi kavramlar, Fransız ulusunun tümünü değil kentsoylu sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, toplumun tümünü değil, işçi sınıfını, belli oranda da köylülüğü kapsamıştır.

Türk Devrimi’ndeki halk anlayışı, Fransız ve Rus Devrimlerindeki yurtdaş ve yoldaş kavramından çok ayrımlıdır. Her şeyden önce, çatışma içe değil, dışa dönüktür. Sınıfsal değil, ulusaldır. Emperyalist saldırganlığa karşı savaşılmıştır. Bu özellik, halk tanımını sınıfsal ayırımlarla sınırlamaz, saldırganlarla işbirliği yapmayan herkesi kapsayacak biçimde genişletir. Halk tanımı, önemli oranda millet tanımıyla bütünleşir ya da en azından yakınlaşır.

Devrimler gerçekleştirilirken, yapılanların tümü halk içindir. Devrim araç, halk amaçtır. Mücadele anlayışı; bürokratik yetkileri, siyasi bağlaşmaları (ittifakları) ve uzlaşmaları değil, halkla bütünleşmeyi esas alır. Atatürk bunu halka yaptığı bir konuşmada şöyle dile getirir; “Siz halksınız, devlet artık sizsiniz: Türkiye’de bireyler arasında sınıf çatışması yoktur, çünkü yoksul düşmüş milletin tümü halktır. Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Milli burjuvazi henüz sınıf durumuna gelememiş. Ticaretimiz çok cılız, çünkü sermayemiz yok. Yabancılar bizi eziyor…2 Sosyoloji bakımından bizim hükümetimizi anlatmak gerekirse, buna halk hükümeti deriz. Biz yaşamını, istiklalini kurtarmak için çalışan emekçileriz, kurtulmak ve yaşamak için çalışmaya mecbur bir halkız”.3

Laiklik

Eski Türk geleneklerinde din, çıkar amaçlı kullanılmamış, siyaset dışında tutularak, inanç özgürlüğü kişisel bir sorun olarak bırakılmıştı. Hiçbir eski Türk devletinde; din, mezhep ya da ırk; devlet siyasetine yön vermemişti. Bu nedenle, laiklik ilkesini dünyada belki de en çok Türkler temsil ediyordu ya da temsil etmesi gerekiyordu. 1. Selim’den sonraki Osmanlı uygulamaları, eski Türk anlayışına büyük zarar vermişti.

İslamiyette, eşitlik ve adalet kavramı, yalnızca kişisel bir sorun değil, onu aşan ve devlet işleyişine yön veren bir düzen sorunuydu. Adalet sağlama ise, din adamlarına değil, hukuk bilginlerine (müçtehidlere) bırakılmıştı. Adaleti sağlamanın, inanç ve yorum değişikliğine bağlı olmayan ve varsıl yoksul herkesi kapsayan sağlam kuralları vardı. Bu nedenle, halka adalet götüren ve hukuka kaynak oluşturan İslami gelenekler, Prof.Cahit Tanyol’a göre, “laiklik kavramıyla büyük bir yakınlık içindeydi”. Osmanlı’nın devlet yönetimine soktuğu din anlayışı, İslami kurallarla tam olarak örtüşmüyordu.

Laiklik İlkesi, Kurtuluş Savaşı’yla başlayan, devrimlerle süren, birbiriyle ilişkili devrimci uygulamalar sürecinde oluşturuldu. Bağnazlığa ortam hazırlayan ve işbirlikçi nitelikleri nedeniyle halkla ve dinle ilişkileri kalmayan; Saltanat, Hilafet, medrese ve tarikatlara karşı savaşım içinde olgunlaştı. Saltanata karşı Cumhuriyet, Hilafete karşı Diyanet, medreseye karşı çağdaş okullar, tarikatlara karşı halk örgütlenmeleri kuruldu.

Atatürk, laikliğe temel oluşturan anlayışı için; “Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi, ne bir din ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aracı olarak kullanılamaz”4 diyor; dini çıkarı için kullananlara duyduğu nefreti, “softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. Bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz” sözleriyle dile getiriyordu.5

Devletçilik

Devletçilik İlkesi, kimi kesimlerce yalnızca ekonomik kalkınma sorunu olarak ele alınır, bu çerçeve içinde değerlendirilir. Bu yaklaşım doğru, ancak özellikle Türk toplumu için eksiktir.

Türklerde devlet, ekonominin sınırlarını aşan ve topluma yön veren bambaşka bir etkiye, tarihsel bir saygıya sahiptir. Batı’da olduğu gibi, yönetimi ele geçiren egemen sınıfların topluma karşı kullandığı baskı aracı değil, toplumun tümünü temsil edip ulusu kucaklayan, koruyucu ve sosyal bir kamu gücüdür. Yalnızca Türklere özgü olan ve toplum yaşamını düzenleyen bu özellik, doğaldır ki, Cumhuriyet’in geliştirdiği Devletçilik İlkesine de yön ve biçim vermiştir.

Cumhuriyet Devleti, bu birikim ve anlayış üzerine kuruldu. Mustafa Kemal, Devletçilik İlkesine temel oluşturan kuramsal araştırmaları içinde, önem verdiği bu özelliğe sıkça değindi; devlet uygulamalarını bu özellikle uyumlu kıldı. “Cumhuriyet Hükümetinin, yurttaşların yaşamı, geleceği ve refahıyla her bakımdan ilgilenmesi doğaldır. Halkımız yaradılıştan (teb’an) devletçidir ki, her şeyi devletten istemeyi kendisinde bir hak olarak görür. Bu nedenle, milletimizin yapısıyla, devletçilik programı arasında, tam anlamıyla bir uyum vardır. Bu yönde yürüyeceğiz ve başarılı olacağız. Bundan kuşkumuz yoktur”.6

Devletin, ekonomik gelişmeye yön vermesi, kökleri eskiye giden yaygın ve genel bir uygulamadır. Batı’da, kapitalizmin gelişim döneminde etkili olan Merkantilizm, ekonomik ulusçuluğu ve devletçiliği temsil ediyordu. Fransa’da Kolbertizm, Almanya’da Kameralizm, İspanya’da Bulyonizm adını alan merkantilist işleyiş; devletçilik, korumacılık, sanayicilik ve ulusçuluk üzerine kurulmuştu.

Mustafa Kemal, Türkiye için geçerli olan devletçilik biçimi üzerine yoğun çalışma yaptı. Türk ve Batı toplumlarının tarihsel evrimini, ekonomik yönleriyle ele aldı, ortak yönlerini ya da ayrılıkları inceledi. Vardığı sonuçları, Türkiye’nin koşullarına ve gelişim isteğine uyumlu yöntemler durumuna getirdi. “Sosyal, ahlaki ve ulusaldır” diye tanımladığı Devletçilik İlkesi, bu bilinç ve çabanın ürünü olarak ortaya çıktı. 1922 yılında şunları söylüyordu; “ülkemizi düşman işgalinden kurtardıktan sonra, amacımız, kamu yararı taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetmek, böylece büyük sermaye sınıfının gelecekte ülkeye hakim olmasını önlemektir”.7

Devrimcilik

Fransız yazar Paul Gentizon, Türk Devrimi’ni, Fransız İhtilali’nden ve Rus Devrimi’nden daha ileride bulur ve şu saptamayı yapar: “Sürekli devrim anlayışı, Türkiye’den başka hiçbir ülkede, bu denli radikal bir tutumla uygulanamamıştır. Fransız ihtilali, siyasi kurumlar arasında sınırlı kalmış, Rus İhtilali sosyal alanları sarsmıştır. Yalnızca Türk Devrimi, siyasi kurumları, sosyal ilişkileri, dinsel alışkanlıkları, aile ilişkilerini, ekonomik yaşamı ve toplumun moral değerlerini ele almış ve bunları devrimci yöntemlerle, köklü bir biçimde yenilemiştir. Her değişim, yeni bir değişime neden olmuş; her yenilik, bir başka yeniliğe kaynaklık etmiştir. Ve bunların tümü halkın yaşamında yer tutmuştur”.8

Türk Devrimi’ne halka ve gerçeğe dayanan olağanüstü bir devrimci ruh, sıradışı bir atılganlık egemendir. Devrimci tutumda gevşeme ya da düzeni durağanlaştırma eğilimi, Kemalist Devrim’de görülmez. Koşulları oluşan atılım ertelenmez, kesintiye uğratılmaz. Hiçbir güçlük; bağımsızlığı örselemeye, tutuculukla uzlaşmaya, bilimi savsaklamaya ya da devrimden ödün vermeye gerekçe yapılmaz. Sınıf, zümre ve küme ayrıcalığına izin verilmez. Anlayış olarak, yaşamdan kopuk sanal amaçlara değil, bilime ve gerçeklere dayanılır. Halka hizmete yönelen somut belirlemeler, tutarlı bir devrimci anlayışla, uygulanabilir izlencelere dönüştürülür.

Devrimci kararlılık ve irade gücü, Devrim’in her aşamasında geçerli olan temel yöntemdir. İç ve dış hiçbir karşıtlık, bu iradeyle başedememiştir. Devrim’in önderi, “Devrimin kanunu, tüm kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim düşüncelerimizi boğmadıkça, başlattığımız devrim ve yenilikler, bir an bile durmayacaktır” demiş, bu tutumu ölene dek sürdürmüştür.9

Türk Devrimi, etkisine ve köktenliğine karşın, ülke içinde şiddet uygulamamıştır. Fransız ve Rus Devrimlerinde, yüzbinlerce insan ölürken, Türk Devrimi’nde, çok az kan dökülmüştür. Devrim, her aşamasında meşruiyetçiliği esas almış, Kurtuluş Savaşı, katılımcı bir halk meclisiyle yürütülmüştür. Yasama, yürütme ve yargı gücü, bu mecliste bütünleştirilerek, devrimcilik adına kişisel egemenliğe izin verilmemiştir. Emperyalizme karşı savaşı, meclis kurarak yürüten bir başka örnek yoktur.

Atatürk, devrimi, “mevcut kurumları zorla değiştirmek” olarak tanımlar ve Türk Devrimi’ni; “uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar, yıllarca süren savaş… Bunlardan sonra içerde ve dışarda saygı duyulan yeni bir vatan, yeni bir toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için sürekli devrimler… İşte Türk Devrimi’nin kısa ifadesi” biçiminde özetlemiştir.10

Devrimi başarmanın tek yolunun, halkı kazanmaktan geçtiğini bildiği için, halkın duygu ve düşüncelerine büyük önem veriyordu. Devrimcileri; her ne pahasına olursa olsun halkla bütünleşmeye, onu anlayıp bilinçlendirmeye çağırıyor; her şeyin halkın gönencini sağlamak için yapıldığını söylüyordu; “Gerçek devrimciler onlardır ki, gelişme ve yenileşme devrimine katmak istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilimi kavramasını bilirler… Devrimin gerçek sahibi halktır. Milletin yetenek ve olgunluğu olmasaydı, devrimi yaratmaya hiçbir güç yeterli olamazdı… Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tümüyle çağdaş, bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline getirmektir. Devrimimizin gerçek ilkesi budur”.11

DİPNOTLAR

1       ”Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.417
2       “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları” Ş.İ.Aralof, Birey Toplum Yay., 2.Baskı, Ank.-1985, sf.253
3       ”Atatürk Diyor ki” Varlık Yay., İst.-1957, sf.27
4       “Atatürk’ün Hususiyetleri” Kılıç Ali, 1955, sf.57 (111)
5       “Atatürk’ün Hususiyetleri” Kılıç Ali, 1955, sf.57 (111)
6       “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, II.Cilt, sf.262; ak. Hüseyin Cevizoğlu, “Atatürkçülük” Ufuk Ajans Yay., sf.48
7       “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.210
8       “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.B., sf.164
9       “Atatürkçülük” Hüseyin Cevizoğlu, Ufuk Ajans Yay., sf.63
10     “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, I.C, 1945, Türk.İnk.Tar.Ens.Yay., sf.365
11     “Düşünceleriyle Atatürk” Arı İnan, TTK, 2.Baskı, Ank.-1991, sf.87

http://kuramsalaktarim.com/altiok-5/

***

HALK FIRKASININ ÖN ADIMI DOKUZ UMDE İLKE

HALK FIRKASININ ÖN ADIMI DOKUZ UMDE İLKE

Yazan Metin Aydoğan


… Yurt gezilerinde saptadığı halk eğilimlerinden, aydın ve uzman görüşlerinden ve İzmir İktisat Kongresi kararlarından yararlanarak; kurulacak partinin programı için bir ön taslak oluşturan bir bildiri hazırladı. Bu bildiriye, Dokuz İlke (Umde) adını verdi… Dokuz İlke’nin giriş bölümünde, ‘ülkeyi ve ulusu parçalayarak yıkılma felaketinden kurtaran’ Büyük Millet Meclisi’nin, ‘ulusal egemenlik esasına dayanan bir halk devleti ve hükümeti’ kurduğu, şimdiki görevinin ise, ‘ekonomik gelişmeyi sağlayacak kurumlaşmanın tamamlanması’ ve ‘milletin gönence kavuşturulması’ olduğu söyleniyordu. Bunu başarmak için ‘ulusal egemenlik temelinde bir siyasi örgüte erişmek’ gerektiği açıklanıyordu… Dokuz ayrı madde halinde saptanan ilkeler, özet olarak şöyleydi: “Egemenlik, kayıtsız koşulsuz ulusundur ve halkın kendi kendini yönetmesi esastır… Saltanatın kaldırılması ve ulusal egemenliğin Meclis’in yetkisinde olduğunu kabul eden kararlar, hiçbir biçimde değiştirilemez… 
Ülkede huzur ve güven sağlanıp korunacak yasalar, ulusal gereksinime ve hukuka uygun olarak yeniden ele alınacaktır… 
Aşar vergi yöntemi düzeltilecek, tarım desteklenecek, çiftçi ve sanayicilere kredi sağlanacak, demiryolları geliştirilecektir… 
Eğitim, yeni yöntemlerle yaygınlaştırılacak, ulusal gereksinimlere göre yeniden yapılandırılacaktır… Ulusal üretim ve sanayi, dışa karşı korunacaktır. Sağlık ve sosyal yardım kuruluşları geliştirilecek, işçi ve subayların gönenç düzeyi yükseltilecek; gazi, dul ve yetimlerin yoksulluk çekmesi önlenecektir… Ekonomi, siyaset, maliye ve yönetimde, bağımsızlığı zedeleyecek bir barış antlaşması, kesinlikle kabul edilmeyecektir”…

Kaynak: METİN AYDOĞAN; “Atatürk ve Türk Devrimi”

http://kuramsalaktarim.com/halk-firkasinin-on-adimi-dokuz-umde-ilke/

***